Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Kaza Ve Kader Hakkında Ehli Sünnetin Kısa Olarak Anlayışı Nasıldır ?

C Çevrimdışı

cendeller

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Selamun aleykum kardeşler inş ben bu konu ile alakalı bu konuda bilgi sahibi olan kardeşlerden yardım talep edicem zira bu konuda içinden çıkamadığım bazı sorular var ve bunları çözebilmem için bendede bu noktada yeteri kadar bilgi yok, kardeşlerimden soracağım sorulara cevap verenler olursa makbule geçerler inş.

1) Ehli sünnet, mutezile ve cebriye gibi yunan filozoflarının metodlarından etkilenerek bir kader ve kaza anlayışımı ortaya koymuş ? zira sizde biliyorsunuz ki felsefe kitaplarının tercümesi ile bu konular tartışılmaya ve üzerine fikir beyan edilmeye başlanmış mutezile ve cebriyenin bu zeminde tartıştığı şüphesiz ancak beni şaşırtan acaba ehli sünnettemi onların bu tartışmış olduğu zemin üzerine tartışmış olduğu ?

2)Ehli sünnetin Bu konuda getirmiş olduğu şeri deliller nelerdir ?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Aleykum selam we rahmetullah ;

Kader'in Lugat Olarak Manası:
Belirlemek, planlamak, bilmek, ölçülü yapmak, dengeli yapmak demektir.

Kader'in Istılahî Olarak Manası:
Allahu Teâlâ’nın her yaratığı ve olayı daha sonra var edeceği şekilde ezelde (başlangıcı olmayan bir zamanda) belirlemesidir. [İmam Eşari, kazayı kader gibi, kaderi de kaza gibi tarif etmiştir. Ona göre kaza planlamak, kader uygulamadır.]
Başka bir ifadeyle kader, Allahu Teâlâ’nın ezelde bütün yaratacağı şeyleri bilmesi, onların yaratılma şekillerini, zamanlarını, yerlerini belirlemesidir. Her şeyi yaratmadan önce kalemi yaratmış, onunla bunları Levh-i Mahfûzu’na yazmıştır. Bu meselede şunu gözden kaçırmamak gerekmektedir. Kader, Allahu Teâlâ’nın ilim, kudret, irade, sevk idare etme, adaletli davranma ve sorgulanmama gibi sıfatlarının bir görüntüsü ve eseridir. Bu itibarla hayret edilecek bir şey yoktur.


Allahu Teâlâ ezelde her şeyi bilir:
Şubhesiz ki Allahu Teâlâ her şeyi, daha yaratmadan önce bilir. Onların akıbetinin ne olacağı O'na mâlumdur. Bu itibarla ezelî ilminin gereği, yaratacağı her şeyi daha yaratmadan planlaması ve belirlemesi O'nun şanına yakışandır.

Şubhesiz göklerin ve yerin gaybını Allah bilir. O, kalblerin özünü çok iyi bilendır.”[Fatır, 38]

O, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, görülmeyeni de, görüleni de bilen Allah’tır. O, esirgeyen ve bağışlayandır.”[Haşr, 22]

Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olanları bilir. Düşen hiçbir yaprak dahi yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yerin karanlıklarında olan her tane, kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir kitabta kayıtlıdır.[En'am, 59]

Allah, gözlerin hain bakışını ve kalblerin gizlediklerini bilir.[Mûmin, 19]

Yaratan hiç bilmez mi? Hâlbuki O, her şeyi bütün incelikleriyle bilendir ve her şeyden hakkıyla haberdardır.[Mulk, 14]

1- Kul, kendindeki cûz’î (azıcık) iradesiyle hürdür:
Hayır ve şerden dilediğini seçme yeteneğine sahibdir. Eğer doğru yolu seçer, ona rağbet eder, onu ister ve onun sebeblerine başvurursa, Allah onu yaratır ve ona engel olmaz. Bu Allah’ın tam adaletidir.

2- Kul, Allahu Teâlâ’nın kullî (mükemmel) iradesiyle güdümlüdür, bağımlıdır, hür değildir:
Yâni kendi amelini icat etme ve yaratma gücüne sahib değildir. Kulun iradesini yerine getiren ve yaptığı ameli yaratan Allah’tır. Son kararı O verir. Öyle ki Allah dilemezse, kul istediği ameli gerçekleştiremez.

3- Allahu Teâlâ hiçbir kimseye, herhangi bir şeyi yoktan var etme, onu yaratma gücü ve yeteneği vermemiştir:
Velev ki bu şey kulun kendi ameli olsun. Zira Allahu Teâlâ’nın yaratma sıfatında egemenliği mutlaktır. Ondan zerre miktarı vazgeçmez. Onun bir kısmını en şerefli mahlûkuna dahi devretmez. Bu hususta şöyle buyurmuştur:
…İyi biliniz ki, yaratmak ve emretmek Allah’a mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah, yüceler yücesidır.[Â'raf, 54]

…Yoksa Allah’a Allah gibi yaratmaya kâdir ortaklar mı buldular da yaratmanın kim tarafından olduğunda şubhe ettiler? Ey Peygamber! Sen onlara ‘Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O birdir, kahredicidir’ de[Ra`d, 16]

İşte Rabbiniz olan Allah budur. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. O halde Ona ibadet edin. O her şeye vekildir.”[Enâm, 102]

4- Hiçbir kimse Allah’ın takdirini ileri sürerek günahlarından sıyrılıp çıkamaz:
Kaderi gerekçe göstererek yaptıklarından sorumlu olmayacağını iddia edemez. “Ben mâsumum. Çünkü ben, Allah’ın bana yazmasıyla günah işledim” diyemez. Zira takdir etmede, kulu hayrı veya şerri yapmaya zorlama diye bir şey yoktur. Bunları kul yapar, Allah da yapmasına adaleti gereği engel olmaz ve yaptığını yaratır. Yapma kuldan, yaratma Allah’tandır. Bunlar farklı şeylerdir.

Yapma
(kesb) bir şeyin olmasını isteme, ona aracı olacak sebeblere başvurma ve onun gerçekleşmesi için çaba harcamadır. Bununla o şey yoktan var olmaz. Onu yoktan var edip yaratan Allah’tır.

Yaratma ise kulun, gerçekleşmesini dilediği, sebeblerine başvurduğu ve çabasını harcadığı şeyin fiilen icat edilmesi ve gerçekleştirilmesidir. İşte bu, Allah’tandır. Öyle ki Allah izin verip o şeyi yaratmazsa meydana gelmez, gerçekleşmez. Aslında kul, kastettiği şeyi gerçekleştirdiğinden değil, onu yapmaya hür iradesiyle girişmesinden dolayı mûkâfat alır veya cezalandırılır. Zira Allah bir şeyin olmasını dilemedikçe kul onu yapamaz.

Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz. Şubhesiz Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidır.[İnsan 30]

Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz[Tekvîr, 29]
Allah dilemedikçe hiçbir sebeb, sonucu doğurmaz. Öyle ki ateşe atılan kişiyi, Allah dilemedikçe ateş yakamaz. Nitekim İbrâhîm’i yakmamıştır.

Evet, takdirin anlamı, Allahu Teâlâ’nın ezelde her şeyi bilmesi, bu bilgisini Levh-i Mahfûz’a kaydetmesi, zamanı geldikçe bu şeyi yoktan var etmesidir. Kulun, yaptığı amellerinden sorumlu olması, onları gerçekleştirmeye girişmesindendir, var etmesinden değildir. Burada kulu zorlama diye bir şey yoktur. Çünkü o, hür iradesiyle bir şeyi yapmaya karar verir ve kararının gereğini gerçekleştirmeye çalışır. Allah dilerse onun çabasının sonucunu gerçekleştirir, dilemezse gerçekleştirmez. Başka bir ifadeyle son kararı Allah verir. Allah’ın son kararı vermesi kulu zorlama değildir. Teşebbüsüne ‘evet’ veya ‘hayır’ demektir. Bu da O'nun egemenliğinin gereğidir. Çünkü yaratma kayıtsız şartsız O'na aittir.

Bu konuda Ebû Dâvûd’un Suneni’ni şerh eden Hattâbî diyor ki:
“İnsanların birçoğu zannederler ki, kaza ve kaderin manasını Allahu Teâlâ’nın, kulu takdir ettiğine mecbur etmesidir. Mesele zannettikleri gibi değildir. Takdirin manası Allahu Teâlâ’nın kulun yapacağı şeyi önceden bilmesi, onu belirlemesi ve onu, yaratmasıyla gerçekleştirmesidir. Kulu yapmaya zorlaması değildir.”

İmam Muslim’in Sahîhi’ni şerh eden Nevevî de şöyle diyor:
“Kaderin manası şudur: Allahu Teâlâ eşyayı önceden belirlemiş, onların kendi katında bilinen vakitlerde ve özel sıfatlarda gerçekleşeceklerini bilmiştir. Onlar, Allah’ın planladığına göre gerçekleşirler.”[Nevevî Şerhi, I, 154]

Kurtubî de şöyle diyor:
“Ehl-i Sünnet’in, üzerinde ittifak ettiklerine göre Allahu Teâlâ eşyayı yaratmadan önce takdir etti. Yani miktarlarını, vasıflarını ve meydana gelecekleri zamanlarını bildi. Sonra onları ezeli ilmindeki durumlarına göre yarattı. Binaenaleyh kâinatın gerek üst âleminde gerekse alt âleminde meydana gelen hiçbir olay yoktur ki, Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve yaratmasıyla gerçekleşmiş olmasın. Bu hâdiselerin meydana gelmelerinde yaratılanların payı; teşebbüsleri, çaba harcamaları, kazanmaları ve hâdiselerin, yaratana değil, işleyenlere isnad edilmesidir.”[Kurtubî Tefsîri, XVII, 148]


5- Kulun iradesi dışında gerçekleşen hâdiselere gelince, bunlar iki kısımdır:

Birincisi:
İnsanın kendinde meydana gelen iradedışı olaylardır. Refleksler, reaksiyonlar bu kabildendir. Bunlarda kulun iradesi felç olduğundan sorumlu değildir. Bu itibarla kaderi suçlamaya yer yoktur. Bunların hikmetini Allah bilir. Allah hiçbir şeyi hikmetsiz yaratmamıştır.

İkincisi: Kâinatta görülen depremler, seller, kıtlıklar, bulaşıcı hastalıklar, trafik kazaları ve benzeri afet ve musibetlerin çoğu, insanlar topluluğunun isyanı sebebiyle vuku bulurlar. Geçmiş kavimlerin isyanları yüzünden helak edildikleri bunun delilidir. Bu itibarla bu gibi afetlerden mağdur olanlar, buna sebeb olanları suçlamalıdırlar.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle kazandığınız günahlar yüzündendir. O, işlenenlerin birçoğunu da affeder.[Şûra 30] Hak etmeyenler ise âhiratte mukâfatlarını alacaklardır. Zira belalar umumî olarak gelirler.

Bir kısım musibetler de vardır ki, onlar kendilerine maruz kalanların derecelerini artırır. Dünyada ızdırab çekerler ama ahirette mutlu olurlar. Çeşitli hastalıklara yakalanıp sabredenler, küçükken ana ve babasını kaybedenler bu kabildendir. Zira kaderin cilvesi hemen anlaşılmayabilir. Hatta kuşaklar geçtikten sonra onun hikmeti belli olur. Burada kadere dil uzatmaya kimsenin hakkı yoktur. Hiçbir kimse “Allah ben küçükken anamın, babamın öleceğini bilmiş, bunu Levh-i Mahfûzu’na yazmış ve zamanı gelince de yaratmıştır? Böylece bana haksızlık yapılmıştır.” diyemez. Zira bu tür afet ve musibetler dünyada insanları olgunlaştırır, kemâle erdirir. Hayatın çileli ve acı günlerini yaşayanlar daha kararlı, daha cesaretli ve daha metanetli olurlar. Büyük hâdiseler karşısında paniklemezler, geri adım atmazlar, hedeflerine doğru adım adım ilerlerler. Çünkü onlar dövülerek çelikleşmişlerdir. Bu hal, örnek almamız emredilen Muhammed’de (sallallahu aleyhi ve sellem) açıkça müşahede edilmiştir. Anne karnındayken babasını, altı yaşında da annesini, yolculuk esnasında kaybetmiştir. Çileli ve dar geçimli bir hayat geçirmiştir. Bu yaşam tarzı, Allah’ın dilemesiyle, Onu kemâle erdirmiş ve en ağır görevi yüklenmeye aday yapmıştır.

Evet, irade dışı gerçekleşen bela ve musibetlerin bir kısmı kulu dünyada olgunlaştırır, âhiratte de mertebesini artırır. Yeter ki onların Allah’ın takdiriyle olduklarına inanıb teslim olsun, kadere karşı isyan etmesin. Konuyla ilgili olarak Rasûlullâh’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) şu hadisler rivayet edilmiştir:

Sâd b. Ebî Vakkâs diyor ki: Rasûlullâh’a (sallallahu aleyhi ve sellem) insanların hangisinin belasının ağır olduğunu sordum, buyurdular ki:
Peygamberler, sonra onlara yakın olanlar, sonra onlara yakın olanlar. Kişi dindarlığı oranında belaya uğratılır. Dininde sağlam ise belası ağırlaştırılır. Dininde gevşek ise dindarlığı oranında belaya uğratılır. Yeryüzünde günahsız halde yürümesine kadar bela kulun peşini bırakmaz
[Tirmizî, Zuhd, bab: 56, Hadis no: 2398. Tirmizî hadisin Hasen ve Sahîh olduğunu söylemiştir; İbni Mâce, Fiten, bab: 23, Hadis no: 4023; Darımî, Rikak, bab: 67; Musned, İmam Ahmed, I, 172]

Enes b. Mâlik diyor ki: Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
Allah bir kulu hakkında hayır dileyecek olursa, onun cezasını dünyada acele eder. Bir kulu için de şer dileyecek olursa, günahının yüzünden çekeceği cezayı ondan erteler ki kıyamet günü Allah’ın huzuruna, karşılığını göreceği o günahlarıyla gelsin

Aynı senetle Rasûlullâh’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle de gelmiştir: “Mükâfatın büyüklüğü belanın büyüklüğüne bağlıdır. Allah bir toplumu severek onları değişik belalarla imtihan eder. Kim radı olursa Allah’ın rıdasını kazanır. Kim de kızar kırgınlık gösterirse Allah da o kimseye kızar.
[Tirmizî, Zuhd, bab: 56, Hadis no: 2396. Tirmizî hadisin Hasen ve Garib olduğunu söylemiştir.]

Ebû Hurayra diyor ki: Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
Mûmin erkek ve kadının kendisine, çocuğuna ve malına belanın gelmesi devam eder. Tâ ki Allah’ın huzuruna günahsız çıksın
[Tirmizî, Zuhd, bab: 56, Hadis no: 2399. Tirmizî hadisin Hasen ve Sahîh olduğunu söylemiştir]



Kadere Dayanıp Sebebleri Terk Etmek Câiz Değildir


Müslüman kul kadere dayanmalı, sebeblere başvurmalı, varılan sonuçlara teslim olmalı ve hikmete rıda göstermelidir. Bundan başka bir yol yoktur. Hadis-i şerifler ve sahâbî-i kiramın icraatları gösteriyorlar ki, kadere teslim olmanın anlamı, gereken sebeblere başvurmayı terk etmek değildir. Aksine sebeblere başvurmak da kaderin bir parçasıdır. Mesela kulun başına bir sıkıntı geldiğinde veya herhangi bir hastalığa yakalandığında, gereken şeyleri yapar, hastalıktan tedavi olur da sıkıntıları önler, hastalıktan iyileşirse, anlarız ki önceki durum kader olduğu gibi, sonraki hal de kadermiş. Başvurulan sebeblerin ve alınan tedbirlerin de kaderin bir parçası olduğu hususunda Rasûlullâh’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) şu ve benzeri hadis-i şerifler rivayet edilmiştir:

Ebû Huzâme, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Ben Rasûlullâh’a (sallallahu aleyhi ve sellem) sordum ve dedim ki: Ey Allah’ın Rasûlu! Yaptığımız okuyup üflemeler, tedavi olduğumuz ilaçlar, aldığımız tedbirler, Allah’ın kaderinden bir şeyi geri çevirir mi?
Buyurdular ki: “Bunlar da Allah’ın kaderindendirler.
[Tirmizî, Tıbb, bab: 21, hadis no: 2065. Tirmizî hadisin Hasen ve Sahîh olduğunu söylemiştir; Kader, bab: 12, hadis no: 2148; İbni Mâce, Tıbb, bab: 1, hadis no: 3437; Musned, İmam Ahmed, III, 421]

Esmâ binti `Umeys şöyle demiştir:
Ey Allah’ın Rasûlu! Câfer’in çocuklarına çabuk nazar değiyor. Ben onlar için afsunlama yaptırayım mı (okutup üfleteyim mi)?
Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır ki: “Evet, çünkü bir şey kaderin önüne geçmiş olabilseydi, mutlaka göz değmesi geçmiş olurdu
[Tirmizî, Tıbb, bab: 17, hadis no: 2059. Tirmizî hadisin Hasen ve Sahîh olduğunu, aynı konuda İmrân b. Husayn ve Burayde’den de hadisler rivayet edildiğini söylemiştir; İbni Mâce, Tıbb, bab: 33, hadis no: 3510; Muvatta’, `Ayn, bab: 3; Musned, İmam Ahmed, VI, 438]

Osman (r.anh)’ın oğlu Ebân, babası Osman’ın şöyle dediğini anlatmıştır:
Ben Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işittim: “Herhangi bir kul her günün sabah ve akşamında üç defa ‘Bismillâhi’llezî lâ yedurru me`a ismihî şey’un fi’l-ardi ve lâ fi’s-semâ’i ve huve’s-semî`u’l-`alîm (ismi anıldığında yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremediği Allah’ın ismiyle hareket ediyorum, O her şeyi işiten ve bilendir)’ derse hiçbir şey ona zarar veremez
Ebân’ın bir tarafı felç olmuştu. Bu hadisi aktarırken dinleyicilerden bir kimse ona bakmaya başladı.
Ebân da ona dedi ki: “Ne bakıyorsun? Hadis sana aktardığım gibidir. Fakat ben bu hastalığa yakalandığım gün bunu söylememiştim. Böylece Allah, benim için takdir ettiğini yerine getirmiş oldu
[Tirmizî, Deavât, bab: 13, hadis no: 3388. Tirmizî hadisin Hasen, Sahîh ve Garib olduğunu söylemiştir.]

Abdullâh b. Abbâs diyor ki: Ömer b. el-Hattâb, (halîfe olduğu zamanda) Şam’a doğru yola çıktı. Nihayet Serğ’e [Yermûk yakınında bir köydür] vardığı zaman ordu komutanları Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve arkadaşları, Ömer’i karşıladılar ve Şâm Arazisi’nde veba (kolera) hastalığı olduğunu Ona haber verdiler. Abdullâh b. Abbâs dedi ki: Ömer “İlk hicret eden muhacirleri bana çağır.” dedi.
Onları çağırdı da onlarla istişare etti ve onlara Şam’da kolera olduğunu haber verdi. Onlar (yola devam etmek ve geri dönmek hususunda) ihtilâf ettiler.
Bazısı “Bir iş için çıkmışız, o işten geri dönmemizi doğru bulmayız”, bazıları da “Seninle birlikte insanların (savaşlardan) geri kalanları ve Rasûlullâh’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sahâbîleri bulunmaktadır. Onları şu kolera üzerine götürmeni doğru görmeyiz” dediler.
Ömer onlara “Yanımdan çıkın!” dedi.
Sonra “Ensâr’ı bana çağır.” dedi.
Ben onları da Ömer’in yanına davet ettim. Ömer onlarla da istişare etti. Onlar da muhâcirlerin yolunu izlediler ve onların ihtilâfları gibi ihtilâf ettiler. Bunun üzerine Ömer onlara da “Yanımdan çıkın!” dedi.
Sonra “Kurayş ihtiyarlarından, fetih muhacirlerinden burada bulunanları bana çağır.” dedi.
Ben onları çağırdım. Onlardan ikisi bile Ömer’in yanında ihtilâf etmedi. Onlar “İnsanları geriye döndürmeni ve halkı şu veba üstüne götürmemeni doğru görürüz” dediler.
Bunun üzerine Ömer, insanlar arasında şöyle ilan ettirdi: “Ben sabahleyin bineğime binip geri döneceğim. Binâenaleyh siz de buna göre (hazırlanıb) sabahlayın” dedi.
Ebû Ubeyde b. Cerrâh “Ey Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi.
Ömer “Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz. Şuna ne dersin: Şayet senin develerin olsa, iki kenarı bulunan bir vadiye inseler -yâhud indirsen- o yamaçlardan biri munbit, diğeri ise çorak olsa, sen develeri otlak yerde gütsen, Allah’ın kaderi ile gütmüş, otsuz yerde gütsen, yine Allah’ın kaderiyle gütmüş değil misin?” dedi.
İbni Abbâs dedi ki: “Abdurrahmân b. `Avf, bir haceti yüzünden ortalıkta yok iken bu sırada çıkageldi ve şöyle dedi: “Bu hususta bende bir ilim vardır ki, ben onu Rasûlullâh’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) işittim şöyle buyurduydu: “Bu hastalığın bir yerde ortaya çıktığını işittiğiniz zaman oraya gitmeyiniz. Hastalık sizin bulunduğunuz yerde vâki olursa, ondan kaçmak için sakın o yerden dışarıya çıkmayınız!
Abdullâh diyor ki: “Bunun üzerine Ömer, Allah’a hamd etti, sonra ayrılıp gitti”
[Buhârî, Tıb, bab: 30; Muslim, Selâm, bab: 98; hadis na: 2219; Muvatta’, Medine, bab: 22]



Sâlih Ameller Kurtuluşun Teminatı Değillerdir


Ebû Hurayra diyor ki: Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
Şubhesiz ki kişi uzun zaman cennetliklerin amelini yapar. Sonra Allah onun son amelini cehennemliklerin ameliyle bitirir de onu cehennemliklerden kılar. Yine muhakkak ki kişi uzun zaman cehennemliklerin amelini yapar da sonra Allah onun son amelini cennetliklerin ameliyle bitirir, onu cennetliklerden kılar. O da cennete girer.
[Ahmed bin Hanbel, Musned, II, 4851]

Enes b. Mâlik diyor ki: Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
Sizlerin, birinin amelinin neyle bittiğini beklemenizden önce onun hakkında acele etmeniz gerekmez. Çünkü amel eden biri ömrünün uzun zamanında sâlih amel işler. Öyle ki o amelleri üzerine ölmüş olsaydı cennete girerdi. Fakat sonunda döner kötü amel işler. Yine muhakkak ki bir kul zamanının bir diliminde kötü amel işler. Öyle ki o amel üzere ölmüş olsaydı cehenneme girerdi. Sonra döner sâlih amel işler. Allah bir kulu için hayır dilediğinde ölümünden önce ona iş verir.”
Dediler ki: Ey Allah’ın Rasûlü! Ona nasıl iş verir?
Buyurdu ki: “Onu sâlih amel işlemeye muvaffak kılar. Sonra onun ruhunu sâlih amel işlerken alır.
[Ahmed bin Hanbel, Musned, III, 120, 223, 257]

Âişe (r.anha) diyor ki: Rasûlullâh (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
Şubhesiz ki kişi cennetliklerin amelini yapar. Fakat o kitabda (Levh-i Mahfûz’da) cehennemliklerden yazılmıştır. Ölümünden önceki bir zamanda döner, cehennemliklerin amelini işler. Bu hal üzere ölür ve cehenneme girer. Yine muhakkak ki kişi cehennemliklerin amelini işler. Fakat o kitabta (Levh-i Mahfûz’da) cennetliklerden yazılmıştır. Ölümünden önceki bir zamanda döner, cennetliklerin amelini işler. Bu hal üzere ölür ve cennete girer.
[Ahmed bin Hanbel, Musned, VI, 107, 108]

Görüldüğü gibi Allahu Teâlâ kulun sonunun ne olacağını ezelde bilmiş ve bunu Levh-i Mahfûzu’na yazmıştır. Her ne kadar sâlih ameller işlemek kulun âkıbetinin hayırlı olacağına işaret etmiş olsa da bu kesin bir delil değildir. Onun âkıbetinin sonunu yalnız Allah bilir.


İlgili Konu:

C 1 - 2 - Kadere İman, İmanın Şartlarından mıdır?

Çözüldü - Kadere İman, İmanın Şartlarından mıdır?

Dua Kaderi Değiştirir mi? Mezheblerin Kader Anlayışı
Çözüldü - Dua Kâderi Değiştirir mi?
 
C Çevrimdışı

cendeller

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Üstadım verdiğin linklere baktım inşAllah,teşekkür ettim...

ama şu yazıya bir göz atmanı istiyorum zira benim üzerinde çok düşündüğüm bir konu bu kaza ve kader meselesi...

Kaza ve Kader Meselesi Nasıl Ortaya Çıktı?

Hasan el-Basri'nin ders halkasından ayrılan Mutezile reisi Vasıl b. Ata'nın ortaya attığı, “büyük günah işleyen kimse” meselesini bir tarafa bırakırsak, kelam ilminde gördüğümüz meselelerin daha önce Yunan filozoflarının araştırdığı meselelerden kaynaklandığını görürüz. Adıyla sanıyla "Kaza ve Kader" meselesi, daha önce Yunan filozoflarının araştırdıkları ve hakkında ihtilafa düştükleri bir meseledir.
"Kaza ve Kader", "ihtiyar ve cebr", "irade hürriyeti" gibi isimlerin hepsi tek bir anlama gelmektedir ki o da şudur:
İnsandan kaynaklanan filleri meydana getirip getirmemede insan hür müdür, serbest midir yoksa mecbur mudur? Yunan felsefesi tercüme edilmeden önce böyle bir mesele üzerinde araştırma yapmak hiçbir müslümanın aklından dahi geçmemişti. Böyle bir meseleyi daha önceleri ancak Yunan filozofları araştırdılar ve hakkında ihtilafa düştüler.
Epikuroscular, “Dilediğini yapmada irade hürdür. İnsan bütün fiillerini hiçbir zorlama olmaksızın kendi serbest irade ve seçimi ile yapar” derken Revakçılar ise; “İnsan iradesi bir yolda yürümek mecburiyetindedir. Bunu değiştirmesi mümkün değildir. İnsan, iradesi ile hiçbir şey yapamaz. O, fiili yapmak mecburiyetindedir. Yapıp yapmama hakkına sahip değildir” demektedirler.
İslâm geldiğinde ve zamanla felsefi düşünceler İslâm'a sızdığında Allah'ın adaleti meselesi en önemli mesele haline geldi. Allah adildir, sevap ve ceza meselesinde de bu adaleti uygulamak gerekir, dediler. Ardından da kulların fiilleri meselesi araştırma metodlarına göre gündeme geldi. Bu meselelere çözüm ararlarken de felsefecilerin araştırmalarından etkilendiler. Yani konuları ile ilgili felsefi düşüncelerden etkilendiler. Bu konuda en fazla Mutezile'nin ortaya koyduğu araştırma dikkati çekmektedir. Bu meselede ve diğer kelamcıların araştırmalarında Mutezile asıldır. Çünkü diğer kelamcılar, Mutezile'ye cevap vermek için ortaya çıktılar. Dolayısıyla "Kaza ve Kader" meselesinin araştırılmasında hatta kelam ilmi ile ilgili bütün araştırmalarda Mutezile esas sayılır.
Mutezile'nin Allah'ın adaletine bakışı, O'nun zulümden münezzeh/uzak olduğu şeklindedir. Sevap ve ceza meselesinde de Allah'ın adaleti ile Allah'ın zulümden münezzeh olduğu düşüncelerini uyumlaştıran bir yerde durdular. Ancak insanda irade hürriyetinin bulunması, kendi fiillerini yaratması, bir şeyi yapıp yapmama imkânına sahip olması ile Allah'ın adalet sıfatının bir anlamı olur dediler. Bir şeyi kendi iradesi ile yapıp ve yine kendi iradesi ile terk ettiğinden dolayı insana sevap veya ceza verilmesi akla ve adalete daha uygundur. Fakat Allah insanı yaratır, ardından da onu belli bir işi yapmaya zorlarsa, yani itaatkar olanı itaata ve isyan edeni de isyana zorlar sonra da itaat edeni sevap ile mükafatlandırıp asi olanı da azap ile cezalandırırsa bu, adalet sayılmaz, dediler. Onlar görünmeyeni görünene, Allahu Teâla'yı insana kıyasladılar. Yunan filozoflarından bir grubun yaptığı gibi, bu dünya hakkında konulan kanunlara Allahu Teâla'yı da boyun eğdirmeye kalkıştılar. İnsan hakkında tasavvur ettikleri adaleti, Allah'a uygulamaya giriştiler.
Oysa "Kaza ve Kader", "Cebr ve İhtiyar" veya "İrade Hürriyeti" diye isimlendirdikleri konunun aslı, kulun fiiline Allah'ın sevap veya ceza vermesidir. Araştırmalarında Yunan filozoflarına yönelerek "İrade" ve "Kulların fiilleri" meselesini araştırdılar.
İrade meselesinde şöyle dediler:
Hayrı isteyen hayırlı, şerri isteyen şerli, adaleti isteyen adil, zulmü isteyen de zalimdir. Eğer dünyada olan herşey Allah'ın iradesi ile ilgili olsaydı, hayrı ve şerri dileyen de Allah olurdu. Bu durumda da hayrı-şerri, adaleti-zulümü dileyen kimsenin de bu niteliklerle nitelenmesi gerekirdi. Bu fiilleri işleyeni hayırlı, şerli, adil, zalim gibi sıfatlarla vasıflandırmak gerekirdi ki Allahu Teâla'yı bu şekilde nitelendirmek mümkün değildir. Eğer Allahu Teâla kâfirin küfrünü, asinin isyanını dilemiş olsaydı, onu küfürden ve isyandan men etmemesi gerekirdi. Örneğin; Allah'ın Ebu Leheb'in kâfir olmasını dileyip ardından da onun iman etmesini ve küfürden uzak durmasını emretmesi nasıl düşünülebilir? Yaratıklardan böyle bir şeyi yapan kimse akılsız sayılır. Allah ise böyle bir şeyden çok çok uzaktır, yücedir. Kâfirin küfrünü ve asinin de isyanını Allah dilerse, bu takdirde bunların cezalandırılmaması gerekir. Çünkü onların amelleri kendi iradelerinin sonucu değil O'na itaatın sonucudur.
Delil getirmede işte böyle mantıki önermelerle delilleri sıraladılar. Sonra da bu görüşlerini Kur'an'dan nakli delillerle sürdürmeye çalıştılar. Allahu Teâla'nın şu ayetlerini delil olarak kullandılar:
وَمَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِلْعِبَادِ "Allah kulları hakkında zulüm dilemez."[1]
سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلا آبَاؤُنَا وَلا حَرَّمْنَا مِنْ شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ "Allah'a şirk koşanlar: 'Allah dileseydi babalarımız ve biz puta tapmaz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık' diyecekler. Onlar da öncekiler de böyle yalanlamışlardı."[2]
قُلْ فَلِلَّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاءَ لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ "De ki: Üstün ve mükemmel hüccet, Allah'ındır. Eğer O, dileseydi hepimizi birden hidayete kavuştururdu."[3]
يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمْ الْيُسْرَ وَلا يُرِيدُ بِكُمْ الْعُسْرَ "Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez."[4]
وَلا يَرْضَى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَ "O, kullarının küfrüne razı olmaz...."[5]
Görüşlerine ters düşen şu ayetleri de tevil ettiler:
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لا يُؤْمِنُونَ (6) خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ "Şüphesiz ki küfredenleri korkutsan da korkutmasan da birdir. Onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir perde vardır."[6]
بَلْ طَبَعَ اللَّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ "Küfürleri sebebiyle onların kalplerini mühürledik."[7]
Bu ayetleri benimsedikleri görüşlere uyması için tevil ettiler ve insanları kendi görüşlerine çağırdılar. Onların görüşleri ise, bir fiili yapıp yapmama hususunda insanın iradesinde hür olduğu şeklinde bilinmektedir. İnsan bir fiili yaparken de terk ederken de kendi iradesini kullanır.
Fiillerin yaratılması meselesinde Mutezile şöyle dediler:
“Kulların fiilleri, kendileri tarafından yaratılmıştır. Allah'ın işi değil kulun kendi işidir. Allah'ın gücünün müdahalesi olmaksızın fiili yapmak veya yapmamak insanın gücü dahilinde olan bir iştir. İnsanın isteyerek veya istemeden yaptığı hareketler arasındaki fark bunun delilidir. İsteyerek elini hareket ettiren kimse ile istemeden eli titreyen kimsenin hareketi, minareye kendi isteği ile çıkan kimse ile istemeden düşen kimsenin hareketi arasındaki fark gibi. İhtiyari hareket insanın gücü dahilinde olan harekettir. Onu insan yaratır. Zorunlu olarak yaptığı harekette ise insanın rolü yoktur. Aynı zamanda insan, fiillerinin yaratıcısı olmazsa teklif ortadan kalkar. Zira insan bir fiili yapıp yapmama gücüne sahip olmazsa ona yap veya yapma demek aklen doğru olmaz. Dolayısıyla da övmeye ve kınamaya, sevaba ve cezaya konu olmaz.”
İşte böylece görüşlerine uygun mantıki önermelere dayanan delilleri sıraladılar. Ardından da nakli deliller getirdiler. Allah'ın şu ayeti gibi birçok ayetle görüşlerini delillendirdiler:
فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ "Kendi elleriyle kitap yazıp sonra da bu Allah'tandır diyenlere yazıklar olsun"[8]
إِنَّ اللَّهَ لا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ "Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah da onların halini değiştirmez."[9]
مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ "Kim kötü bir iş yaparsa cezasını görür."[10]
الْيَوْمَ تُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ "Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir."[11]
قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِي (99) لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحًا "Rabbim beni geri çevir, belki iyi iş işlerim."[12]
Görüşlerine ters düşen şu ayetleri de tevil ettiler:
وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ "Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır."[13]
اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ "Herşeyi yaratan Allah'tır."[14]
Böylece filleri yaratma konusunda inandıkları görüşle çelişen her engelden kurtulmuş oldular. Fiilleri yaratma meselesinde Mutezile; “insan fiillerini kendisi yaratır ve o, bir şeyi yapıp yapmama gücüne de sahiptir” der.
Mesele içinden mesele çıkartan kelamcıların peşine takıldığımızda, filleri yaratma meselesinde, “fiillerden doğan fiiller” meselesinin de çıktığını görüyoruz. Mutezile'nin ortaya attığı “insan fiillerinin yaratıcısıdır” görüşünün ardından şöyle bir soru gündeme geldi:
İnsanın amelinden, davranışından doğan ameller hakkındaki görüş nedir? O da insanın yarattığından mıdır? Yoksa Allah'ın yarattıklarından mıdır? Dayak yiyen kimsenin hissettiği acı, bir şeyde görülen tat, bıçaktaki kesme özelliği, lezzet, sıhhat, şehvet, sıcaklık-soğukluk, rutubet-kuraklık, korkaklık-cesaret, açlık-tokluk ve daha bir çok şey de insanın fiili midir?
Mutezile bunların hepsinin insanın fiili olduğunu söyler. Çünkü bir fiili yaptığında onun sonuçlarını ortaya çıkaran da insandır. O, insanın fiilinden doğmaktadır, insanın yarattığı şeylerdendir.
"Kaza ve Kader" meselesi ve bu meselede Mutezile'nin görüşü işte budur. Kulun fiilindeki iradesi ve insanın fiili sonucunda ortaya çıkan eşyanın özellikleri bu meselenin özüdür. Bu mesele hakkındaki görüşleri de, “kul bütün fillerinde dilediği gibi hareket etme konusunda hürdür, fiillerini ve filleri sonucunda ortaya çıkan eşyanın özelliklerini yaratan da insandır” şeklinde özetlenebilir.
Mutezile'nin bu görüşü müslümanların heyecanını artırdı, onları galeyana getirdi. Çünkü bu görüş onlara göre yepyeni bir görüştü. Dinde ilk esas olan akidede cüretli bir görüştü. Bu nedenle Mutezile'ye cevaplar vermeye başladılar. En meşhurlarından birisi; Cehm b. Safvan olan ve kendilerini "Cebriye" diye isimlendiren yeni bir grup ortaya çıktı.
Cebriye'ciler şöyle diyorlardı: “İnsan, irade hürriyeti ve fiilleri yaratma gücü olmayan, mecburen hareket eden bir varlıktır. İnsan rüzgârın önünde bir tüy veya dalgaların önüne katıp sürüklediği bir odun parçası gibidir. Ancak, Allah işleri onun eliyle yaratır. Eğer insan amellerinin yaratıcısıdır dersek, bu ifade, Allah'ın gücünün sınırlandırılmasını gerektirir ki bu durumda da Allah'ın gücü her şeyi kuşatmamış olur. Böylece kul dünyada bazı şeyleri yaratmada Allah'a ortak olmuş olur. Tek bir şeyde iki gücün birbiri ile yardımlaşması mümkün değildir. Eğer o şey Allah'ın gücü ile yaratılmışsa insanın o şeyde herhangibir rolü yoktur. Eğer o şey, insanın gücü ile yaratılıyorsa bu defa da o şeyde Allah'ın gücünün herhangi bir rolü yoktur. Bir kısmının Allah'ın bir kısmının da insanın gücü ile olması da mümkün değildir. Kulun fiilini yaratan Allah'tır. Yalnızca O'nun iradesi ile kul bir fiili yapabilir. Kulların fiilleri sadece Allah'ın gücü ile var olabilir, fiilin yaratılmasında kulun gücünün herhangi tesiri olmaz.”
Cebriye'ye göre insan, Allah'ın yarattığı fiillerin yeri olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. O mutlak olarak mecburen hareket eden bir varlıktır. İnsanla cansız bir varlık arasında görünüşten başka hiçbir fark yoktur. Delillerini işte böylece sıraladılar. Görüşlerini desteklemek için de Allah'ın şu ayetlerini delil olarak kullandılar:
وَمَا تَشَاءُونَ إِلا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz."[15]
وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı."[16]
إِنَّكَ لا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ "Sen sevdiğine hidayet edemezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet eder."[17]
وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ "Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı."[18]
اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ "Her şeyin yaratıcısı Allah'tır."[19]
Fiiller konusunda, kulun yaratmasına ve iradesine delalet eden ayetleri de tevil ettiler. Doğal olarak da, lezzet, açlık, yiğitlik, kesmek ve yakmak ve bunların dışında kulun fiilinden sonra meydana gelen eşyaya ait özelliklerin Allah'tan olduğunu söylediler.
Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat da bu konularda Mutezile'ye cevap verdi. Ehl-i Sünnet, şöyle dediler: “Kullarının fiillerinin tamamı Allah'ın iradesi ve meşietiyledir” der. İrade ve meşiet aynı anlama gelir. İrade ve meşiet, diri olan Allah'ta ezeli bir sıfattır. İrade ve meşiet; kudretin bütüne nisbetinin birbirine denk olmasıyla, herhangibir vakitte, takdir edilenlerden birinin gerçekleşmesinin tahsis edilmesini gerektirmektedir. Kulların filleri Allah'ın hükmü iledir. Bir şeyin olmasını dilediği zaman ona ol der ve o da hemen oluverir. Allah'ın kazası bazı hükümlerin ilavesi ile birlikte kulun fiilinden ibarettir. Zira Allahu Teâla şöyle dedi:
فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ "Onları yedi gök olarak kaza etti/var etti."[20]
وَقَضَى رَبُّكَ "Rabbin kaza etti/kesin olarak hükmetti."[21]
Ayetlerde geçen “kaza” kelimesi Allah'ın sıfatlarından bir sıfatı değil hükmedeni kastetmektedir. Kulun fiili Allah'ın takdiri ile olur. Takdir, her yaratığın, güzel ve çirkin, fayda ve zarar, taşıdığı zaman ve mekân ve ona gereken sevap ve ceza gibi şeylerin belirli bir seviyede sınırlandırılması demektir. Bundan maksat ise Allah'ın iradesini ve gücünü her şeye genelleştirmektir. Çünkü her şey Allah'ın yaratmasıyla olur. Bu da zorlama ve baskı olmaksızın irade ve güç sahibi olmayı gerektirir.”
Bunun üzerine onlara dediler ki: “Sizin bu sözünüze göre, kâfir küfründe, fasık da fıskında mecbur olur ki bu durumda da kâfirin ve fasıkın iman ve itaatla mükellef kılınması doğru olmaz denilse ne dersiniz” Bu soruya şöyle cevap verdiler:
“Allah her ikisinin de küfrünü ve fıskını zorlama olmadan kendi serbest istekleriyle olmasını irade etmiştir. Allahu Teâla'nın, kendi iradeleriyle onların küfrünü ve fıskını bilmesi, olması mümkün olmayan bir teklifi de gerektirmez.”
Kulların fiillerinin yaratılması konusunda Mutezile ve Cebriye'ye cevap olarak da şöyle dediler:
“Kulların itaat ettikleri zaman karşılığında sevap kazanacakları, karşı geldiklerinde ise azaplandırılacakları kulların serbest iradeleri ile yaptıkları filleri vardır.”
Allahu Teâla fiilleri, yaratma ve var etmede bağımsızdır, demeleriyle beraber kullara ait fiillerde ihtiyar olmasını da şöylece açıkladılar:
“Kulun fiilini yaratan Allahu Teâla'dır. Titreme gibi bir takım filleri dışında, yakalama hareketi gibi bir takım fiillerde kulun gücünün ve iradesinin rolü vardır. Her şeyi yaratan Allah'tır, kul ise "KASİB'tir.”
Bunu da şöyle açıkladılar:
“Kulun gücünü ve iradesini fiile harcaması "kesb"tir. Bunun hemen akabinde Allah'ın bu fiili var etmesi ise “yaratmaktır”. Tek takdir edilen iki farklı açıdan iki gücün altına girmektedir. Fiil, yaratma yönünden Allah'ın, kesb yönünden de kulun gücü dahilindedir. Bir başka ifade ile, fiil, yalnızca kulun iradesi ve gücüyle değil, kulun iradesi ve gücü esnasında Allah tarafından yaratılmaktadır. İşte bu ilişki KESB'dir.”
Sözlerini Cebriye'nin, Allah'ın fiilleri yaratması ve iradesi hakkında delil olarak kullandıkları ayetlerle de delillendirdiler. Kuldaki "kesb" özelliğini de şu ayetlerle delillendirdiler:
جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ "İşledikleri amellere karşılık olarak"[22]
فَمَنْ شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ "İsteyen inansın isteyen inkâr etsin"[23]
لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ "Kazandığı lehine yüklendiği de aleyhindedir."[24]
Böylece kendilerini hem Mutezile'ye hem de Cebriye'ye cevap vermiş saydılar. Gerçekte ise onların görüşleri ile Cebriye'nin görüşleri birdir. Onlar da Cebriye'cidirler. Ehl-i Sünnet "kesb" meselesini ortaya çıkarmada oldukça zorlandı. Onlar akli metodu kullanmadılar. Çünkü bu konuda herhangibir akli delil/burhan yoktur. Nakil yolunu da takip etmediler. Zira şer’î delillerden herhangi bir delil de yoktu bu konuda. Ehl-i Sünnetin çabası, ancak Mutezile ve Cebriye'nin görüşünü uzlaştırmaya yönelik bir çabadır.
Özet olarak "Kaza ve Kader" meselesi kelamcıların düşüncelerinde çok önemli bir yer tutmuştur. Bütün kelamcılar araştırma konusu olarak kulun fiilini ve fiilden doğan fiillerdeki özellikleri yani kulun fiili sonucunda ortaya çıkan eşyadaki özellikleri işlemişlerdir. Araştırmalarının esasını, kulun fiili ve kulun fiilinden kaynaklanan özellikleri Allah mı yaratıyor yoksa insan mı yaratıyor? Kulun iradesi ile mi oluyor yoksa Allah'ın iradesiyle mi oluyor? gibi sorulara cevap aramak oluşturmaktadır. Bu araştırmanın ortaya çıkmasının sebebi, Mutezile'nin bu meseleyi "Kaza ve Kader", "İrade Hürriyeti", "Cebr ve İhtiyar" şeklindeki ifadelerle, olduğu gibi Yunan filozoflarından almaları ve Allah'a vacib kıldıkları adalet sıfatı ile uyumlu olması gerektiği esasına göre kendi görüşleri ile yorumlamalarıdır. Bu düşünce Cebriye ve Ehl-i Sünneti aynı çıkış noktasından ve aynı esasa göre Mutezile'nin görüşlerine cevap vermeye götürdü. Kaza ve Kader meselesini yalnızca kendi sınırları içerisinde araştırmayıp, Allah'ın sıfatları açısından araştırdılar. Allah'ın gücünü ve iradesini, kulun fiili ve kulun fiili sonucunda eşyalarda ortaya çıkan özelliklere egemen kılarak şu hususları araştırmaya başladılar: Kulun fiili, Allah'ın gücü ve iradesi ile mi yoksa kulun fiili ve iradesi ile mi gerçekleşmektedir.
Öyleyse "Kaza ve Kader", kulların filleri ve kulların filleri sonucunda eşyalarda ortaya çıkan özelliklerdir. "Kaza" kulların fiilleri, "Kader" ise eşyalardaki özelliklerdir. Zira kelamcıların, "Kaza" kelimesini kulların fiilleri anlamında kullandıkları yaptıkları araştırmalardan ve içine düştükleri ihtilaflardan anlaşılmaktadır. Bu sonuç, "kul kendi gücü ve iradesi ile bir fiili yaratır" şeklindeki sözlerden ve bu sözleri; "kulun fiili yalnızca kendi gücü ve iradesi ile var olmayıp Allah'ın gücü ve iradesi ile meydana gelir" şeklinde reddeden ifadelerden ve bu iki görüşe birden karşı çıkarak; “kulun fiili yalnızca kulun gücü ve iradesi ile değil kulun gücü ve iradesi esnasında Allah'ın fiili yaratmasıyla meydana gelir” şeklindeki sözlerden de anlaşılmaktadır. "Kader"in kulun eşyalarda ortaya çıkardığı özellikler olduğu, kelamcıların araştırmalarından ve ihtilaflarından anlaşılmaktadır. Onlar fiillerden doğan fiiller meselesini araştırırken, kulun fiilinden kaynaklanan özellikleri de araştırmışlardır. Şöyle dediler:
“Nişasta ile şekeri bir kaba koyup pişirdiğimizde helva meydana gelir. Şimdi helvanın tadını ve rengini biz mi yarattık yoksa Allah mı yarattı? Boğazlama anında ruhun çıkması, attığımız zaman taşın gitmesi, gözümüzü açtığımız zaman gözün görmesi, düşme esnasında adamın ayağını kırması ve sarmayla kırık ayağın iyileşmesi ve buna benzer bir çok şey bizim yaratmamızın bir sonucu mudur, yoksa Allah'ın yaratması mıdır?”
İşte bu araştırma özellikler hakkında yapılan araştırmadır. Ortaya çıkan bu özellikler hakkındaki ihtilafları da, "kader"in eşyanın özellikleri olduğuna delalet etmektedir.
Bağdat Mutezile reisi Bişr b. el-Mutemir şöyle diyor: “Bizim fiilimizden doğan her şey bizim yaratığımızdır. Ben bir insanın gözünü açtığım zaman gözü birşey görür. Gözün bir şeyi görmesi benim fiilimdir. Çünkü o, benim fiilimden doğmuştur. Bizim imalatımız olan yiyeceklerin rengi, tadı, kokusu da bizim fiilimizdir. Aynı şekilde elem, lezzet, sağlık şehvet vb. her şey insanın fiilidir.”
Mutezile'nin ileri gelenlerinden biri olan Ebu Hüzeyl el-Allaf ise: “Fiilden doğan şeyler arasında fark vardır. İnsanın fiillerinden doğan fiillerden niteliğini bildiklerimiz insanın fiilindendir. Bilmediklerimiz ise insanın fiilinden değildir. Dayak sonucunda ortaya çıkan acı, yukarıya fırlattığımız taşın gidişi, aşağıya attığımız zaman aşağıya inişi gibi özellikler insanın fiilindendir. Fakat renkler, tat, sıcaklık, soğukluk, rutubet, serinlik, korkaklık, şecaat, açlık ve tokluk gibi şeylerin hepsi Allah'ın fiilindendir.”
Nazzam ise şöyle demektedir: “İnsan hareket etmekten başka bir şey yapamaz. Hareket olmayan şey insanın fiili değildir. Hareketi ise insan ancak kendinde yapar, kendi dışında yapmaz. İnsanın elini oynatması onun fiilidir. Ancak insanın taşı attığında taşın aşağı veya yukarıya doğru hareketi insanın fiili değil Allah'ın fiilidir. Yani Allah, taşı atan bir kimsenin atmasıyla hareket etme kabiliyetini taşta yaratmıştır. Bu nedenle, renkler, tat, kokular, elem, lezzet insanın fiili değildir. Çünkü bunlar insanın hareketi değildir.”
Fiillerden doğan şeylere bakıştaki bu ihtilafların vakıası, ihtilafın eşyanın özellikleri konusunda olduğunu açıklamaktadır. Fiillerden doğan şeyler insanın fiilinden midir yoksa Allahın fiilinden midir? Öyleyse bu konudaki ihtilaf, insanın eşyalarda ortaya çıkardığı özelliklerden kaynaklanmaktadır.
Bütün kelamcıların tek bir konu ve tek bir alanda yaptıkları tartışma işte böylece sürüp gitti. Kulun eşyada meydana getirdiği eşyanın özellikleri konusu, kulun fiili konusuna göre fer'i/detay bir meseledir. Çünkü özellikler meselesi “kulun fiili” meselesinden kaynaklanmıştır. Ehli Sünnet, Mutezile ve Cebriye arasındaki ihtilafta da ikinci sırayı teşkil ediyordu. Çünkü kelamcılar arasında cereyan eden tartışmaların ağırlık noktasını kulun fiili meselesi oluşturuyordu. Kulun fiili konusunda yapılan tartışma eşyanın özellikleri konusunda yapılan münakaşalardan çok çok fazla idi.
"Kaza ve Kader" ifadesi her ne kadar iki kelimeden meydana gelmişse de birbiriyle içiçe girmiş tek anlamı olan tek bir isimdir. "Kaza ve Kader" konusunun ortaya çıkışına, “kulun fiili” konusu, “insanın eşyada meydana getirdiği özellikler” konusundan daha fazla etki etmiştir. "Kaza ve Kader" konusundaki tartışmalar sürüp giderken her grup "Kaza Kader"'i diğer gruptan farklı bir şekilde anladı. Ehl-i Sünnet ve Mutezile imamlarından sonra gelen öğrencileri ve onlara tabi olanlar arasında da bu tartışmalar asırlar boyu tekrarlanarak sürüp gitti. Mutezile'nin zayıflaması ve Ehl-i Sünnetin üstünlük kazanmasıyla tartışmalar Ehl-İ Sünnet lehine döndü. Kaza ve Kader konusunda tartışanlar, Kaza ve Kadere kendiliklerinden hayal ettikleri yeni anlamlar vererek ihtilafa düşüyorlar, verdikleri anlamları sözlük ve şer’î lafızlarla uyumlaştırmaya çalışarak onlardan bir kısmı şu görüşleri ileri sürüyorlardı:
1- "Kaza ve Kader", hiç kimsenin bilemeyeceği Allah'ın sırlarından bir sırdır.
2- "Kaza ve Kader" konusunu araştırmak caiz değildir. Çünkü Rasulullah (u); إذا ذُكِرَ القدر فأمسكوا "Kaderden bahsedildiği zaman susunuz." diyerek kader hakkında konuşmayı yasaklamıştır.
"Kaza ve Kader'in" ayrı ayrı şeyler olduğunu söyleyenler ise şöyle diyorlardı.
3- Kaza, yalnızca külliyat hakkında bir hükümdür, kader ise cüzi konularda ve detaylarında cüzi bir hükümdür.
4- “Kader”, kesin karar, “kaza” ise verilen kararı yerine getirmektir. Bu görüşe göre Allahu Teâla bir işin yapılmasına kesin karar verirse yani onu çizer ve kesin olarak uygulama sahasına koyarsa işin “kaderi” çizilmiş olur ve bu da kaderdir. Allahu Teâla karar verdiği işi uyguladığında iş gerçekleşmiş olur ki bu da "Kaza"dır.
5- “Kader” takdir etmektir, “kaza” ise yaratmaktır.
6- “Kaza ve Kader” birbirinden ayrılmaz şekilde birbirine bağlı iki kelime olup birinin diğerinden ayrılması mümkün değildir. Çünkü bunlardan biri temel konumundadır ki bu da "Kader"dir. Diğeri ise bu temel üzerine kurulu binadır ki bu da "Kaza"dır. Dolayısıyla kim bunlardan birini diğerinden ayırmaya kalkışırsa binayı yıkmaya ve yok etmeye kalkışmış olur. Onlardan kim "Kaza ve Kader" arasında bir fark görürse “kazayı” bir şey, “kaderi” de bir başka şey yapmış olur.
İster bu iki kelimenin birbirinden ayrılmaz olduğunu söyleyenlerce olsun isterse bu iki kelimenin birbirinden ayrı anlamlara geldiğini söyleyenlerce olsun, "Kaza ve Kader" konusundaki tartışmalar işte böylece sürüp gitti. Halbuki "Kaza ve Kader" kelimesi ne şekilde tefsir edilirse edilsin bütün fırkalarca yalnızca tek bir anlamda kullanılmıştır:
Fiilin var olması açısından; Fiili yaratan Allah mıdır yoksa kul mudur? Kul bir fiili yapmaya kalkıştığında fiili Allah mı yaratıyor?
Böylece konunun bu noktada odaklaştığı, tartışmalarının aynı platformda dönüp dolaştığı netleşmektedir. Bu mesele ortaya çıktıktan sonra "Kaza ve Kader" meselesi akide konusunda altıncı bir konu olarak yerine oturdu. Fiildeki ve eşyadaki özellikler ister hayır ister şer olsun, fiilleri ve eşyanın özelliklerini yaratan Allah olduğundan dolayı, "Kaza ve Kader" meselesi Allahu Teâla ile alakalı işlere delalet etmekte, bu nedenle de akide ile ilgili hususlardan sayıldı.
Buradan da anlaşılmaktadır ki gerek tek bir manaya gelen tek isim olarak kabul edilsin, gerek birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir iş olarak kabul edilsin, Kelamcılar ortaya çıkmadan önce "Kaza ve Kader" meselesi müslümanların araştırmalarında yer almamıştı.
Kaza ve Kader konusunda aslında yalnızca iki görüş vardır. Bunlardan birincisi ki aynı zamanda Mutezile'nin görüşü olan "serbestçe seçme, hareket edebilme hürriyeti", ikincisi ise her ne kadar kullandıkları tabirler, ifadeler ve lafızlar etrafında ihtilaflar varsa da Ehl-i Sünnet ve Cebriye'nin görüşü olan "icbar", serbest olmama" görüşüdür.
Müslümanlar, Kur'an ve Hadisin ortaya koyduğu görüşten, Sahabenin, Kur'an ve Hadislerden anladıkları görüşten saparak yeni bir isim olarak ortaya çıkan "Kaza ve Kader", Cebir ve İhtiyar" veya "İrade Hürriyeti" ifadeleri üzerinde tartışarak bu iki görüşte karar kıldılar.
Bu yeni anlam; Fiiller, kulun iradesi ve yaratmasıyla mı yoksa Allah'ın iradesi ve yaratmasıyla mı meydana geliyor? İnsanın eşyalarda ortaya çıkardığı özellikler, kulun fiili ve iradesinin bir sonucu mudur? Yoksa Allah'tan mıdır? soruları üzerinde yoğunlaştı. İşte bu konu vücut bulduktan sonra "Kaza ve Kader" meselesi akide ile ilgili altıncı bir konu olarak İslâm akidesi konusunda yerini aldı.
[1] Ğafir: 31

[2] Enam: 148

[3] Enam: 149

[4] Bakara: 185

[5] Zümer:7

[6] Bakara: 6-7

[7] Nisa: 155

[8] Bakara: 79

[9] Ra'd: 11

[10] Nisa: 123

[11] Ğafir: 17

[12] Mü'minun: 99-100

[13] Saffat: 96

[14] Zümer: 62

[15] İnsan: 30

[16] Enfal: 17

[17] Kasas: 56

[18] Saffat: 96

[19] Zümer: 62

[20] Fussilet: 12

[21] İsra: 23

[22] Vakıa: 24

[23] Kehf: 29

[24] Bakara: 286
 
C Çevrimdışı

cendeller

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Kusura bakmayın İnşAllah yanlışlıkla iki kere gönderildi üstadım..

Alıntı yapmış olduğum bu yazı bir alimin kitabından kaza ve kaderin ortaya çıkışı ile alakalı ortaya koymuş olduğu bir değerlendirme her nekadar yapmış olduğu bu değerlendirme olumlu bir değerlendirme gibi gözüksede bu değerlendirme içerisinde ehli sünnetin de yer alması benim biraz garibime gitti ve burda ağır bir itham var gibi bir izlenimde bulundum... bu konudaki düşünceleriniz nelerdir... selam ve dua ile...
 
Üst Ana Sayfa Alt