Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Kerrâmîyye

F Çevrimdışı

ferdiosman

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Şehristani el-Milel veNihal


Kerrâmîyye:


Bunlar, Ebu Abdullah Muhammed b. Kerrâm adında bir şahsın taraf-arlarıdır. Sıfâtiyye arasında saymamızın nedeni, sıfatları kabul etmesidir, ^ncak o, sıfatlar konusunda teesîm ve teşbih noktasına varmıştır. Onun °rtaya çıkışını ve Ehi-i Sünnct'e intisabını daha önce anlatmıştık.
Kerrâmiyye teşbîh meselesinde on iki fırkaya bölünmüştür. Bun-arın ana kolları şu akışıdır:
1- Âbidiyye,
2- Tevniyye,
3- Zerîniyye,
4- İshâkıyye,
5- Vâhidiyye,
6- Heysamiye ki en yakınları budur. Bunlardan her birinin kendisine ait görüşü olmakla birlikte, muteber âlimlerden değil de birtakım câhil ve değersiz kimselerden kaynaklandığı için bunları fırkalar arasında tasnife lâyık görmedik. Sadece mezhebin kumcusunun fikirlerini zikredip alt fırkalarına ismen işaret etmekle yetindik.
Başlan olan Ebu Abdullah şöyle demiştir: Mabud, Arşın üzerinde karar kılmıştır. Zat olarak üst cihettedir. O'na cevher adını vermiş ve Azâbu'1-kabr adlı kitabında Allah Teâlâ'mn Zât olarak da, cevher olarak da bir olduğunu dile getirmiştir. O, Arş'a temas etmektedir. Hareket etmesi, dönüşmesi ve Arşından inmesi caizdir. Bazılarına göre O, Arş'ın bir kısmı üzerindedir. Bazılarına göre Arş, O'nunla dolmuştur. Bu fırkanın geç dönemdeki men*suplarına göre Allah Teâlâ cihet bakımından üstte, Arş hizâsındadır.
Bilâhare aralarında ihtilafa düşmüşler ve Abidiyye şu görüşü savunmuş*tur: O'nunla Arş arasındaki uzaklık ve mesafe vardır; öyle ki arasının cevher*lerle dolu olduğu takdir edilse ona bitişecektir. Muhammed b. el-Heysam ise şöyle demiştir: O'nunla Arş arasında sonsuz bir mesafe vardır. O, âlem*den ezelî bir farklılıkla ayrılır. Ona göre belli bir mekâna yerleşmesi ve aynı hizada olması söz konusu değildir. Üstte bulunuş ve ayrılık ise mevcuttur.
Kerrâmiye mensuplarının çoğunluğu Allah Tcâlâ hakkında cisim kav*ramını kullanmıştır. Ehl-i Sünnet*e yakın olan kesimleri ise şöyle demişler*dir: Bizim cisim ile kasdettiğimiz, Zâtı ile kâim olmasıdır. Cismin onJara göre tanımı budur. Bu esas üzerine, kendi zâtları ile kâim olan iki varlığın birbirleriyle yahut da ayrı olması gerektiği hükümünü dayandırmışlardır. Bazılarına göre O, Arş'a bitişiktir, bazılarına göre ise ondan ayrıdır. Kimi zaman şunu da söylemişlerdir ki, her iki mevcûddan birinin diğeriyle olan ilişkisinin, ya arazın cevher karşısındaki durumu gibi olması gere*kir; yahut da ötekine göre bir cihette yer alması gerekir. Allah Teâlâ araz olamaz, çünkü Zâtı İle kâimdir. Şu halde âlemin bir cihetinde bulunması gerekir ki en yüce ve değerli olan yön üsttür. Buna göre O, Zâtı ile üstte*dir. Görüldüğü zaman da en üstte görülür.
Ardından O'nun varlığının sınırı üzerinde fikir ayrılığına düşmüşler*dir. Mücessime arasında Allah Teâlâ için altı yönden sınırın varlığını iddiaedenler olmuştur. Kimileri ise sadece bir yönden, yani alttan nihayeti sınırın varlığını etmiştir. O'nun için sınırı inkâr edenler de olmuş ve O'nun Azîm olarak sonsuz olduğunu söylemişlerdir.
Azametin anlamı üzerinde de ihtilâfa düşmüşlerdir. Kimilerine göre azameti, Arş'ın bütün kısımlarını tek başına kaplamasıdır. Arş, O'nun altındadır. O, cihet bakımından herşeyin üstündedir. Bazılarına göre ise azametinin anlamı, kendisi bir olmakla beraber birçok yönden Arş'a mülâki olmasıdır. O, Arş'ın her tarafına mülâkidir. Çünkü O, Ulu ve Azîm'dir.
Ortak görüşleri, Allah Teâlâ hakkında birtakım hâdİsâtm caiz olu*şudur. Ancak bu hudûs, O'nun kudreti sayesinde olur. Zâtına zıt bir hadisin husule gelmesi ise ancak ihdas fiili vasıtasıyla olur. İhdas fiilinden anladıkları, kendi kudretiyle Zâtı'nda vuku bulan varetme ve yoketme fiil*leridir kİ bunlar söz ve irâdeler için geçerlidir. Muhdesten maksatları ise Zâtı dâhilinde bulunan cevher ve arazların tamamıdır.
Kerrimiyye halk (yaratma) ile mahlûku, icâd ile mevcûd ve mucidi, idam ile ma'dûmu birbirinden ayırmışlardır. Mahlûk, ancak halk ile vâki olur. Halk ise ancak Zâtı'ndaki kudret ile mümkün olur. Ma'dûm da, Zâtı'nda bulunan kudrete bağlı olarak i'dâm ile vâki olur.
Kerrâmîyye mensupları Allah Teâlâ'mn Zâtı'nda birçok hadisin bulunduğunu iddia etmiş, geçmiş ve gelecek olayları haber vermeyi, pey*gamberlere indirilmiş kitapları, kıssaları, va'd, va'îd ve hükümleri buna örnek göstermişlerdir. İşitilmesi ve görülmesi caiz olan işitilenler ve görülenler de bu kapsama dâhildir. İcâd ve i'dâm da buyruk ve irâdedir. Olmasını murâd ettiği şeye yönelik "Kün=Ol!" buyruğu bu şekilde tecellî eder. İrâde ise söz konusu şeyin varolmasına dönük isteğidir. Herhangi bir şey için sarfettiği "Kün" buyruğunun iki sureti vardır.
Muhammed b. el-Heysam icâd ve i'dâmı irâde ve tercih (îsâr) ile
açıklamıştır. Ona göre bu fiillerin gerçekleşmesi için buyruk farzdır. Nitem Rur'aıı'da şöyle buyrulmuştur: "Bir şeyi murâd ettiğimizde ona sade- Ol!' dememiz yeter, oluverir." (Nahl, 16/40) "Bir şeyi murâd ettiğindna Ol!' demesi yeter, hemen oluverir." (Yâsîn, 36/82)
Çoğunluğun görüşü odur ki, halk yani yaratma fiili, söz ve irâde*den ibarettir. Bilâhare bunun ayrıntısında fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bazılarına göre her mevcûd için bir icâd, her ma'dûm için de bir i'dâm söz konusudur. Bazılarına göre ise tek bir icâd fiili, aynı türden iki mev*cûd için yeterli olabilir. Tür farklılaştığında icâd fiilleri birden fazla olmak durumundadır.
Kerrâmiyye'den bir kısmı ise şöyle demişlerdir: Kudret, muhdesâtın türlerine göre değişir. Çoğunluğuna göre Kef ten Nûn'a kadar Zâtı'nda hadis olan şeylerin türleri adedince kudret mevcuttur. İrâde, sem' ve basar dâhil olmak üzere beş tür kudret mevcuttur.
Kimileri de sem' ve basarı işitme ve görme kudreti olarak tefsir etmiştir. Kimilerine göre sem' ve basar ezelîdir. İşitme ve görmeler ise müdrekâtm :) idrak edilenlerin) onlara İzâfesidir.
Kerrâmiyye'den bazılarına göre Allah Teâlâ'nın muhdesâtın asıllarına ve Zâtı'nda hudûs eden havadise taalluk eden kadîm İrâdesi vardır. Onlara göre muhdesâtın tafsilatına taalluk eden hadis irâdeler de mevcuttur.
Kerrâmiyye fırkasının ittifak ettiği görüşler arasında şunları da say*mak mümkündür: Hadislerin varlığı, Allah Teâlâ için bir vasfın mev*cudiyetini gerektirmez; ayrıca, hadisler, Allah'ın sıfatları da değildir; dolayısıyla onun zatında söyleme, irade etme, görme ve işitme gibi hadis türü şeyler de gerçekleşmez. Allah Teâlâ bunlarla söz söyleyici, irade sahi*bi, işiten ve gören değildir. Bu hâdİsâtı yaratması sebebiyle de Muhdİs ve Hâlık değildir. Bilakis O, ancak söyleyicİliğİyle Söyleyen, yaratıcılığıyla Yaratan, irâde ediciliğiyle İrâde Buyuran'dır. Bu durum, O'nun o şeyler üzerindeki kudretidir.
Savundukları esaslardan biri de, Zâtı'nda ihdas ettiği hâdisâtın asla yok olmayacak biçimde baki kalmasının vacip oluşudur. Çünkü bunların yok olmalarının caiz olması durumunda Zâtı üzerindeki hâdisâtın ardarda gelmesi söz konusu olup cevher de buna katılır. Bu hâdisâtın ademinin caiz olması durumunda şu seçeneklerden biri kaçınılmaz olur: Bunların yoklu*ğu (adem), ya kudret ile ya da Zâtı'nda yarattığı yoketme fiiliyle (i'dâm) mukadder olur. İlkine göre yani kudret ile yokolmaları caiz olmaz. Çünkü bu, Zâtı'nda ma'dûmun subût bulmasına götürür. Halbuki varolan (mev*cûd) ile yokolanın (ma'dûm) şartı, Zâtı bakımından birbirlerinden farklı olmalarıdır. Zâtı'nda herhangi bir ma'dûmun i'dâmın aracılığı olmaksızın sırf kudret ile vuku bulması caiz olsaydı, diğer ma'dûmlarm da kudret ile vuku bulmaları caiz olurdu. Ardından bu kaziyeyi, Yoktan Vareden (el-Mûcid) hakkında da geçerli hale getirmek gerekirdi. Böylelikle Allah Teâlâ'nın Zâtı'nda bir varedilmfş muhdesin vuku bulması caiz olurdu. Halbuki bu Kerrâmiyye'ye göre İmkânsızdır. Eğer onların yokoluşunun, İ'dâm ile gerçekleştiği varsayılsaydı, söz konusu i'dâmm yokluğunu varsay*mak da caiz olur ve bu zincirleme giderdi. Onlar İşte bu esastan hareketle Zâtı'nda hadis olan hiçbir şeyin yokolmadığına hükmetmişlerdir.
Kerrâmiyye'nin savunduğu esaslardan bir diğeri, muhdesin ihdasın sübûtunun İkinci halinde aralıksız olarak hudûs etmesidir. Buna göre dâs fiilinin muhdesin beka hali üzerinde etkisi söz konusu değildir.
Onlara göre Allah Teâlâ'nın Zâtı'nda hudûs eden hususlar iki kısma ayrılır:
a- Tekvinle İlgili hususlar ki altında bir mefûl bulunan fiillerdir.
b- Tekvinle ilgili olmayan hususlar ki haber verme, yükümlülük (tekf) koyma, yasaklama gibi hususları kapsar. Bunlar, kudrete delâlet etmesi bakımından fiil olup mefûlleri yoktur. Hâdisât konusundaki görüşleri tle budur.
İbnu'l-Heysam hemen her meselede Ebu Abdullah'ın görüşlerini ıslâh etmek İçin içtihatta bulunmuştur. Öyle ki onun açıkça imkânsız olan hükümlerini akıl sahipleri nezdinde makûl hale getirmeye çalışmıştır. Bu çabalarına örnek olarak teesîm meselesinde söylediklerini zikredebiliriz. Bu mesele hakkında şöyle demiştir; Cisim ile kasdedilen Zâtı ile kâim olandır. Üstte olmak da (fevkiyyet) yücelik (uluvv) anlamındadır. İbnu'l-Heysam, sonsuz ayrılığın (beynünet) varlığını da iddia etmiştir ki bu, bazı filozofların da kabul ettikleri boşluktur (hâlâ). İstiva konusunda mücavir olmayı, teması ve Zâtı ile mekânda bulunmayı reddetmiştir. Hâdisât mese*lesinde ise görüş düzeltmeye çalışmayıp hocasının söylediklerini aynen benimsemiştir. Halbuki o, aklen en imkânsız görüşlerden biridir.
Kerrâmiyye mezhebine göre hâdisât, sayı bakımından muhdesâttan çok fazladır. Buna göre Zâtı'nda muhdesâttan fazla bir hâdisât âlemi bulu*nur ki bizce bu imkânsız ve çok yersiz bir görüştür.
İttifak ettikleri esaslar arasında sıfatların isbâtı da vardır. Onlara göre Allah Teâlâ ilim ile Alim, kudret ile Kadir, hayat ile Hayy, mcşİyet ile Dile*yen (Şâ'i)dir. Bunların hepsi de kadîm, ezelî ve Zâtı ile kâim sıfatlardır. el-Eş'arî gibi sem' ve basan da sıfatlar arasında saymışlardır. Eller ve yüzü de (vech) kadîm ve Zât ile kâim sıfatlar arasında saymış ve şöyle demişler*dir: O'nun diğer eller gibi olmayan bir eli ve diğer yüzler gibi olmayan bir yüzü vardır. Onlara göre Allah Teâlâ, bütün cihetlerin üstünde bir cihetten görülebilir.
İbnu'l-Heysam, yapı (heyet), suret, boşluk, dönme, musafaha ve sarıl*ma gibi hususlarda Müşebbihe'nin kullandığı kavramları, diğer Kerrâmiy-ye mensuplarından farklı biçimde yorumlamıştır. Buna göre o şöyle der: Diğerlerine göre Allah Teâlâ Adem'i (aleyhisselâm) eliyle yaratmış, Arşına istiva etmiştir, Kıyamet günü insanları hesaba çekmek İçin gelecektir. Biz ise, bunlar hakkında hiçbir bozuk görüşe inanmayız. Elleri iki uzuv ve organ olarak görmediğimiz gİbİ Arş'a istivasını da oturma olarak görme*yiz. Gelme fiilinin ifade ettiği mekânlar arasında dolaşmayı kabul etmeyiz. Bunları Kur'an ve sünnette varit olduğu şekilde keyfiyet ve teşbihte bulun*maksızın olduğu gibi anlar, Müşebbihe ve Mücessime'nİn diğer mensup*larının açıklamalarına itibar etmeyiz.
İbmı'l-Heysam'a göre Allah Teâlâ gelecekte olacak şeyleri ezelde aynen bilir. O'nun ilmi, ilminin tecellî ettiği şeylerde etkin olup cehalete asla dönüşmez. Belli bir vakitte yaratmayı murâd ettiği şeyi, hadis irâdesi ile yaratır. Ihdâs edeceği herşeyi de cKün=Ol!' buyruğu ile ihdas eder. Kaderin hayır ve şerrinin Allah Teâlâ'dan olduğuna inanır. Allah Teâlâ bütün kâinatın hayır ve şerrini murâd etmiştir. Mevcudatın güzel veya çirkin olsun tamamını yaratan da O'dur. Kulun hadis kudretiyle meyda*na gelen ve 'kesb' olarak isimlendirilen fiilleri vardır. Hadis kudret, Allah Teâlâ tarafından mefûl ve yaratılmış olması bakımından kul için yarar sağlama noktasında tesir sahibidir. Söz konusu yarar, mükellefiyetin çerçe*vesini teşkil eder ki bu çerçevenin karşılığı mükâfat ve cezadır.
Aklın, şeriat gelmeden de hüsn ve kubhu belirleyebileceği üzerinde İttifak etmişlerdir. Mu'tezile gibi onlara göre de Allah Teâlâ'yı akılla bil*mek vaciptir. Ancak onlar, akıl yoluyla salâh ve aslahı gözetmek, lütufta bulunmak gibi meselelerde Mu'tezile'den ayrılmışlardır. Onlara göre iman, kalp ile tasdîk aranmaksızın sadece dille ikrardan ibarettir. Diğer ameller de imanın esaslarından değildir. Zahirî hükümler ve mükellefiyet*ler bakımından mümin demekle, ahiret ve hesaba inanma bakımından mümin demek arasında fark olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre müna*fık, dünyada hakîkî anlamda mümin, ahirette ise ebedî cehennemi haket-miş kimsedir.
İmamet konusunda ise şöyle demişlerdir: İmamet nas ve tayin olmaksızın ümmetin icmâı ile sübût bulur. Bu konuda Ehl-i Sünnet ile aynı görüştedirler. Ancak onlara göre farklı iki bölgede, iki farklı imama biat etmek caizdir. Bu görüşleriyle güttükleri amaç; adamlarından bir gru*bun ittifakı ile Muaviye'nin Şam'daki ve yine bir grup ashabının görüş bir*liği ile Emîrü'l-Mü'minîn Hz. Ali'nin Medine, Basra ve Kûfe'deki imame*tinin aynı anda vâkî olduğunu ispat etmektir. Hz. Osman'ın kanını talep etme davasıyla şer'î hükümlerde istibdada vararak çarpışmaya girişmesi ve Beytü'l-Mal'de tek başına tasarrufta bulunması hususlarında Muaviye'yi haklı görmüşlerdir.
Bu konudaki görüşlerinin esası ise, Osman'a (radıyallahu anh) yapılanlar karşısında sabır ve sükût etmesi nedeniyle Alİ'yİ (radiyallahu anlı) suçlamaktır. Kerrâmİye İçin aslolan eğilim de budur.
 
Üst Ana Sayfa Alt