Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Kıldırgaçların Arkasında Namaz Olur mu?

E Çevrimdışı

Ebu & Dücane

Guest
En önemli mesele zamanında dini vecibelerini kişilerin yatak odalarına kadar araştırarak fişlemek ve baskı kurmaya kendini adamış bir tağuti rejimi,güzel göstererek,hakkı batıl,batılı hak olarak takdim eden muhterem kıldırgaçlarımızın,insanların iman ve ibadet ihtiyaçlarını istismar etmiş olmalarıdır.Şöyle diyorum,bu rejim dini vecibeleri kökten yasaklayıp sert yaptırımlara başvurup insanlara bu hususta göz açtırmasa,dinin bu halde daha hızlı galip geleceğini düşünüyorum.Çünkü,kişiler farklı enstürumanlarla uyuşturularak bu hususta zararsız hale getiriliyorlarki,dini değerler öne geçmesin.İslam ise,sadece kuru bir söz ve yönünü doğuya yada batıya dönmekten ibaret hareketler değildir.İslam hakimiyet ister,yaptırım ister,doğruyu yanlıştan ayırmayı ister.Sözde durmayı,itaat etmeyi ister.Bu düzeni önleyenler, insanların bu duygularını istismar edenler ise malesef namaz kıldırma memurları olmaktadır.Bu sorumluluğu islami bir hakimiyetin gelmesine engelleyen bireyler olarak bunu meslek haline getirerek ve bunu rızık kapısı olarak görmeyi,bu hal ve gidişe razı olmayı doğrusu kabul edemiyorum.Şuayb peygamber zamanında bile namaz kılınmasına bireysel olarak kimse karışmamış,ama iş Allahtan gelen emirlere bağlı kalma hususuna gelince tartışma ve kavgalar başlamış.Hakkınızı helal edin.
 
A Çevrimdışı

akilli55

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Vallahi ben tağutun atadığı memurların arkasında namaz kılmayı bırakın, namaz kıldığımı düşününce bile kendimden, imanımdan şüphe duyuyorum. Velevki bu memur tağuta hayır duası etmese bile, fakat aynı zamanda tağutu reddetmediğini söylemese de. Bizler şu günümüzde hak ile batılın ayrıldığı gibi mü'minlerle, müşriklerin ayrıldığı bir dönemde değiliz ki ben namaz kıldıracak kişiye hüsnüzan ile muamele edip, "Ya bu adamın iç yüzünü ben bilmiyorum, belki tağutu inkar ediyordur" diyerek arkasında namaz kılayım. İslamın hakim olduğu zamanlardaki gibi hak ile batıl ayrılmış, mü'min ve müşrik birbirinden ayırt edilmiş olsaydı o imam olan kişilerin fasık mı? tağutu reddediyor mu? diye sorma ihtiyacı hissetmezdim. ve arkalarında namaz kılardım.

Bugün kim iddia edebilir ki? hak ile batıl birbirinden ayrılmıştır, mü'min ile müşrik birbirinden uzaklaşmıştır. Tam aksine bu gibi imamların arkasında kılarsak hak ile batıl, mü'min ile müşrik daha içice girecek, daha da fazla birbirlerine karışacaktır. Halbuki Allah istiyor ki hak ile batıl birbirinden ayrılsın. Mü'minler ile müşriklerin safları belli olsun.
 
E Çevrimdışı

Ebu El Fida

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
İSLAMA GÖRE; NAMAZ KILDIRMA MEMURLARI ARKASINDA NAMAZ
YAZAN: ABDULLAH EL ENSAR
(İSVİÇRE/BASEL)
1430 HİCRİ




















Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Şüphesiz ki hamdı Allah’a aittir, O’ndan yardım diler ve O’na istiğfar ederiz. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allahü Teâlâ kime hidayet ederse onu saptıracak ve kimi de saptırırsa ona hidayet edecek yoktur. Allah’tan başka ilah olmadığına, bir olup ortağının bulunmadığına, Muhammed’in (s.a.v) O’nun kulu ve Rasulü olduğuna şehadet ederim.
“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Ali İmran102)
“Ey İnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabbinizden sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten de sakının. Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.” (Nisa 1)
“Ey iman edenler! Allah’tan sakının, dürüst söz söyleyin de Allah işlerinizi kendinize yararlı kılsın ve günahlarınızı size bağışlasın. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, şüphesiz büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab 70-71)
Bundan sonra;
Şüphesiz sözlerin en doğrusu Allahü Teâlâ’nın Kitabı, hidayetin en hayırlısı, Muhammed’in (s.a.v) gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü sonradan ortaya çıkanlarıdır. Sonradan ortaya atılan herşey bid’attır. Her bid’at sapıklık, her sapıklık ise ateştedir.
Cebrail, Mikail ve İsrafil’in rabbi, yeryüzünün ve gökyüzünün yaratıcısı, görünen ve görünmeyeni bilen Allah’ım; tartıştıkları şeylerde kullarının arasında hüküm verecek olan sensin. İhtilaf ettiklerimiz konusunda bizi hidayete ulaştır, sen dilediğini dosdoğru olan yola iletensin.
ÖNSÖZ
Ya rabbi sen bizim niyetlerimizi ve içimizdeki olanları en iyi bilensiz. Senden hiçbir şey gizli kalmaz. Sen olmuşu, olanı, olacağı ve her şeyi bilen, duyan ve görensin. Bizleri, senin dinin için hizmetçi kıl. Allahümme Âmin…
Hak ile batılın bir birine karıştığı, hakkın batıl diye gösterildiği, küfrün islam diye tanıtıldığı, Allahın hükümlerinin bir tarafa bırakılıp, beşeri hükümlerinin tatbik edilmesinin, demokratikleşme dendiği, Allahın farz kılmış olduğu hicabın; siyasi bir simge olup olmadığının tartışıldığı, hıristiyanlaşmanın ve yahudileşmenin modernlik olarak gösterildiği, şirkin; sadece putun karşınıda ben sana ibadet ediyorum diyerek gerçekleşeceğinin zannedildiği, ben müslümanım diyen herkesin; her ne yaparsa yapsın cennete gireceğinin garanti edildiği, mümin ve müvahhidlerin terörist olarak lanse edildiği, kâfir ile müminin eşit ve aynı haklara sahip olduğu, faizin; gözü açıklılık ve hızlı para kazanılma diye benimsendiği, içki içmenin delikanlılık olarak algılandığı, zina yapmanın ve karşıt cinsle beraber olmanın erkeklik ve delikanlılk kabul edildiği, harama bakmanın haram olmaktan çıkartılıp doğallaştırıldığı, haram yemenin helal yeme ile farkının kalmadığı, genel evlerine dönüştürülmüş okullar da çocuk okutmanın; ilim tahsil etme, eğitim görme olarak algılanıldığı, erkek ve kadının her alanda eşit olduğu şu günümüz Türkiyesinde….
Bu kitabı ele alış gayemiz;
Bu kitabın ele alınışında; üç hedef kitle düşünülmüştür…
Bunların birincisi: halkımızın içinde imam olarak isimlendirilen, namaz kıldırma memurları…
İkinci olarak: bu namaz kıldırma memurlarının arkasında namaz kılan kimseler…
Üçüncü olarak: bu namaz kıldırma memurlarının arkasında namaz kılmayan mümin ve müvahhid kimseler…
Birinci hedef kitle; genel olarak bu toplumun islamı tanıma ve öğrenme yönüyle diğer insanlara nazaran daha iyi bilen ve öğrenen insanlardır. Fakat maalesef bu devleti tanıma, sistemini bilme, bu devlette olup biten şeylerin islama ne derece ters düştüğünü göremeyen insanlar birikintisidir. Bununla birlikte; şu dünya hayatında bir Müslümanı dininden çıkartacak ve çıkartabilecek konuların neler olduğunu fazla bir bilgiliye sahip olmayan kişilerdir. Nitekim insanın hayatında işlemiş, söylemiş ve inanmış olduğu şeyler oldukça önemlidir. Günümüz insanının anlamış olduğu gibi ancak; ben kâfir oldum, dinimi değiştirdim ve islam dininden çıktım demeyle islamdan çıkabileceği gibi, bunun yanında her bir müslüman İslamdan çıkmanın onlarca farklı yolu olduğunuda bilmesi gerekir. Zira kişi İslamdan ya bir amel ya da söz ve niyetle çıkar. Aşağıda sayacağımız maddelerin ne derece tehlikeli olabileceğinin görülmesi bu bağlamda oldukça önemlidir. Bu kitleye bazı hususlar gösterilmeye çalışarak, İmamlar uyarılmak ve bilinçlendirilmek istenmiştir. İslamın emirlerinin ve yasaklarının bilinmemesi nedeniyle birçok hataya ve yanlışa girildiği aşinadır. Bu nedenle İmamların meseleyi görmeleri ve içinde bulunmuş oldukları ve yürüttükleri görevin nelere maal olabileceği kendilerine âcizane elimizden geldiğince, rabbimizin bize; kuranı ve Nebisi vasıtasıyla göstermiş olduğu delillerle desteklenerek açıklanmaya çalışılmıştır.
İkinci hedef kitle; bu kitle ise, islam dinini genel olarak adet ve örflere binaen ya da atalarından görmüş oldukları şeklide dinini yaşayan ya da çevrelerinde islami bir eğitim almış olarak görünen, insanların yönlendirmeleri veya bilgilendirmeleriyle veya bir kısım hayat şartlarına dinlerini uydurarak yaşayamaya çalışan insanlardır. Bu kısım insanlar da, bu yaşamış oldukları devletin nasıl bir devlet olduğunu, kanunlarına başvurdukları sistemin nasıl bir sistem olduğunu, muhakeme oldukları mahkemelerin nasıl mahkemeler olduğunu, bu devletin kendilerine namaz kıldırmak için tayin ettiği insanların nasıl hatalara düşebilecekleri izah edilmek istenmiş ve bu kısım insanlara meselenin ehemmiyetini ve islama ters düşen yönlerini tek tek ele alarak gösterilmeye gayret edilmiş ve devlette olup bitenlerin tamamen islama zıt olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır. Allahın kabul etmediği, sevmediği, razı olmadığı, beri olunmasını emrettiği, buğuz edilip reddedilmesi gerekli kanunlar olduğunun gösterilmesi ve buna göre bu devlete karşı muamelelerini islamlaştırmaları hususunda uyarılmak istenmiştir. Ayrıca bu devleti koruyan, savunan, kabul eden, meşrulaştıran, seven ve beri olmayan kimselerden uzaklaşmanın gerekliliği vurgulanmaya çalışılmıştır. Burda meselenin daha iyi anlaşılması için şöyle bir soru yönetebiliriz; bir kimse, kaynağı ilahi olan; tevrat veya incil ile bir devleti yönetebilirmi? Bu caizmidir? Hemen cevap şöyle olacaktır; hayır yönetemez. Çünkü bu kitablar asıl itibarıyla ilahi olmasına rağmen bir kısmı tahrif edilmiş ve insanlar tarafından değişikliklere uğratılmıştır. Bu nedenle bir kimsenin bu kitablarla hükmetmesi ve bu kitapları kaynak alıp yasa çıkarması caiz değildir denilir. Bakınız burda ilahi bir kitabtan söz edilmekte ve bununla bir kimsenin bir devleti yönetmesinin caiz olmadığı vurgulanmaktadır. Pekâlâ, şu günümüz türkiyesinde ve dünyanın her yerinde insanlar, ilahi olmayan kendi elleriyle yazmış oldukları kanunlarla devleti ve devletleri yönetmektedirler. Pekâlâ, bunların durumları ne olacaktır? Ben Allahın kuluyum ve ona teslim oldum diyen bir Müslüman, bunu nasıl kabul edebilir? Bunu görmekten niçin uzak kalır? Bunlara niçin karşı çıkmaz?
Üçüncü hedef kitle ise; bu devletin küfür sistemine sahip olduğunu, Allahın sevmediği ve razı olmadığı bir devlet olduğunu, yöneticilerinin düşmüş oldukları hataları ve bu minval de; bu devleti koruyan, savunan ve meşrulaştıran, meşru görenlerin durumlarını kuran ve sünnet ışığında değerlendirebilen ve bunlara karşı, dostluk beslenilmesinin ve sevilmesinin caiz olmadığını bilen insanlardır. Bu nedenle de bu üçüncü kitle, kâfir bir devletin atamış ve görevlendirmiş olduğu, şirke veya küfre girme ihtimali olabileceğinden dolayı namaz kıldırma memurlarının arkasında namaz kılmayan kardeşlerdir. Fakat bununla birlikte kendilerine Cuma namazına niçin gitmedikleri ve neden cemaatle namaz kılmadıkları ya da kendilerine camiye gitmeme hususları sorulduğunda doyurucu ve ikna edici bir cevap veremeyen kesimdir. Zira ilmi açıdan yeterli bir birikime sahip değillerdir. Bu çalışmamız bu kardeşlere yardımcı olmak, haklılıklarını ortaya koymak amacı taşımakta ayrıca inançlarına rehber olabilme ve meramlarının başka insanlara aktarılması yönünde, Allaha karşı; fakir, zayıf, bağışlanmaya muhtaç aciz bir kul tarafından ele alınmaya çalışılmıştır.
— Ayrıca burada şunuda ifade etmek isteriz ki; Bu kitabımız da bütün namaz kıldırma memurlarını bir bir tekfir etmek veya onları şu ileride sayacağımız bütün maddelerin her biri tarafından işlendiğini ve yerine getirildiğini iddia etmek ya da bunu göstermek değildir. Bu kitabı yazmakta ki hedefimiz; bu saymış olduğumuz maddelerin; bir kısmının kişiyi küfre düşürebileceğini, bir kısmının ise şirke ve sapıklığa götürebileceğini ve bazılarının da kişiyi günahkâr ve bidat ehli yapacağı hususunda uyarıda bulunmaktır. Böylelikle bu düzene maşa olmamaları, destekçi olmamaları, sevmemeleri, korumamaları, meşrulaştırmamaları, yıkmaları için gereken gayret ve çabayı göstermelerinin gerekli olduğunu anlatmak ve göstermek içindir. Bunun yanında T.C yaşayan insanların bu namaz kıldırma memurlarının durumunu açıkça görmeleri ve o makamda bulunmanın ne manaya geldiğini bilmeleridir. Ayrıca bu makamın hangi sorumluluklar altına soktuğunu ayrıca neleri gerektirdiğinin farkına vararak onların arkasında namaz kılmanın ne manaya geldiğini göstermektir. Nihayet günümüz insanlarının acınacak hale gelmesinin en büyük sorumlularında birileride, bu namaz kıldırma memurları olduğunun gösterilmesidir.
—Ele almış olduğumuz hususlarda; biz meselenin özellikle muayyen tekfir boyutundan uzak kalarak mutlak bir şekilde meseleleri değerlendirmeye çalıştığımızıda vurgulamak isteriz. Bu namaz kıldırma memurlarının durumunun ne kadar tehlikeli olduğunu ve bunların arkasında, Allahın farz kıldığı ve Müslümanların beş vakit eda ettikleri bu önemli farizayı, bu tür insanların arkasında eda etmenin yanlışlığını göstermeye çalıştık. Fakat bunun yanında bu namaz kıldırma memurlarının hangi yönlerden küfre, şirke, günaha ve bidate saplanabileceklerini göstermeyi de ihmal etmedik. Bir kişi, islami açıdan bu namaz kıldırma memurlarının durumunu öğrendikten sonra halen namazlarını bu kıldırgaçların! Arkasında eda etmeye devam ettirirse, aynı o kişinin de namaz kıldırma memurlarının düşmüş olduğu hatalara düşmeleri kaçınılmaz olacağını göstermeye çalıştık. Zira İslam dini, basite alınacak bir din değildir. Bu dinin kurallarını Allah ve Rasulu belirler. Dinimizde akla, heva ya, çoğunluğun yaşadığı dine, örfe âdete ve ananeye yer yoktur. Ayrıca zanna ya da insanların kınamasından çekinildiği için bu kadar yanlış şeyleri göze alıp yapmaya da yer yoktur. Bu kadar yanlışı yapmak akıllı bir insanın harcı değildir. Nitekim bu hayatın bitişinde ya sonsuz bir cennet ya da sonsuz bir cehennem vardır. Dinin emir ve yasakları çok hassas ve önemlidir. İslam dini hayat sistemidir. Kişinin benimsediği sistem ve yaşantısı onun dinidir. Kim bundan başka bir şey iddia ederse onun iddiası batıldır.
Tarih boyunca yeryüzünde genellikle iki din her zaman mevcudiyetini sürdürmüştür. Birisi ilahi olan bir tek rab tarafından insanlara gönderilen tevhid dini, diğeri ise insanların kendi kafalarından uydurmuş oldukları şirk dinidir. Bu şirk dini tarih boyunca bazı farklı isimle isimlendirildiği de olmuştur. Nitekim bu iki farklı din, tarih boyunca da hiçbir zaman anlaşamamışlar ve birinin olduğu yerde diğerinin olması ve ikamesi mümkün olmamış ve olması da mümkün değildir. Tevhid dini asla ve asla şirk dinini kabul etmez. Aynı zaman daTevhid dininde bir rab ve bir otorite vardır. O da rabbimizdir ve insanların rabbidir. Bunun dışında başka bir rab kesinlikle kabul etmez. Aynı zaman da, şirk dini de başka bir dini yanı başında istemez. Zira hak dinin yanında batıl din olması mümkün değildir. Hak geldiği zaman batıl mutlaka yok olmaya mahkûmdur. Bu nedenle hak ile batıl, şirk dini her zaman ve her yerde birbirleri ile cidal ve savaş içerisindedirler. İşte kim hak dininin, yeryüzünde hâkim kılınması için mücadele ve cihad ederse onlar Allahın dinin taraftarları ve kimde şirk ve batıl dininin taraftarlığını yapar bununla birlikte yeryüzünde geçerli dinin, bu din olduğunu savunur ve hâkim kılmaya çalışırsa bu kişi de kâfir ve şirk dinine mensuptur.
Tarih boyunca hak dininin taraftarları ve şirk dininin taraftarları ve destekcileri olmuştur. Zaten bir dinin taraftarları ve destekcileri yok ise, o dinin hâkim ve egemen olması düşünülemez. Bu nedenle batıl dinin idarecileri bu dini hâkim kılabilmek için insanların manevi değerlere olan ihtiyaçlarını her zaman göz önünde bulundurmuşlar, bunun insanoğlunun vazgeçilmezi olduğunu anlamışlar ve bu doğrultuda oyunlarını oynamışlardır. Nitekim şu günümüz T.C de aynı oyunlar oynanmakta ve halkın manevi değerleri sömürülerek ve istismar edilerek, bu şekilde kendi şirk dinlerinin egemenliğini devam ettirmektedirler. Bu şirk dini; -demokrasi dininin- T.C de tatbik edilmesi ve uygulanması, bunun meşru gibi lanse edilmesi, korunması için yöneticileri büyük çaba sarf etmektedirler. Bu nedenle bu konu da kendilerine yardımcı bir maşa ve yardımcılar aramaktadırlar. Nitekim bu devleti ayakta tutacak, koruyacak, meşrulaştıracak ve bu devletin dininin hak din olduğunu ortaya koyacak, bu devlette yaşayanlara gösterecek, halkın manevi değerlerini okşayacak ve bazen kendi dinlerini ve bazen de hak dininin, kendilerine zarar vermeyecek yönlerini, bu memurlara anlattırarak egemenliklerini sürdürmektedirler. Bu iş için, çeşitli müesseseler ve memuriyetler verilmiş ve sadık bir köle misali verilen görevler aynen verildiği gibi yapılmaya ve asla isyan edilmemeye özen gösterilmiştir.
Ne mutlu; hak dininin, hakikatini görüpte, hak dininin taraftarlığını yapanlara ve ne yazık ki; bedbaht olupta şirk dininin taraftarlığını yapıpta meşrulaşrtıranlara, yardım edenlere, destekci olanlara ve bu şirk dinini ayakta kalmasına katkıda bulunanlara.
Kitabımıza başlamadan önce dinimizde; caminin yeri ve görevi, namaz ve önemi, namaz kılmayan kimselerin durumu gibi konular özet bir şekilde sunulmuştur.
Doğru söylemişsem bu Allahtandır şayet yanlış söylemişsem buda benden ve şeytandandır. Çalışma ve gayret bizden muvaffakiyet Allahtan’dır.
“Doğrusu size Rabbinizden açık belgeler gelmiştir; kim görürse kendi lehine ve kim körlük ederse kendi aley*hinedir. Ben sizin bekçiniz değilim.”(Enam 104)
"Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir. O herşeye kadirdir. O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır. O azizdir, pek çok mağfiret edendir." (Mülk 1-2)
"Her nefs ölümü tadıcıdır. Biz, sizi şerle ve hayırla imtihan olmak üzere deneriz. Sonunda bize döndürüleceksiniz." (Enbiya 35)

İSLAMDA CAMİ/MESCİD
İslam’da cami günümüzde olduğu gibi sadece namaz kılınan bir ibadethane değildi. Birçok toplumsal faaliyetlerin yürütüldüğü geniş amaçlı bir yapıydı. Nitekim İslam’ın ilk döneminde ve birçok döneminde mescid bazen bir toplantı salonu, mahkeme salonu, nikâh salonu, sohbet mekânı, gerektiğinde bir yatakhane ve barınak, hastane, itikâfa çekinilen bir mabed, birçok çeşitli faaliyetlerin yürütüldüğü devlet dairesi olarak kullanılmıştır. Bu nedenle Medine de ilk inşa edilen mescidin inşasını bir ibadethanenin ya da mabedin inşası olarak düşünmek çok yanlıştır. İnşa edilen ilk mescid bir bina inşasından öte bir toplumun inşası ve o toplumun ihtiyaçlarının karşılanması için gerek duyulduğunda birçok amaçla kullanılabilir şekilde yani günümüzde kompleks diye adlandırılan bir yapı olarak düşünülmüştü. Tabi burada şuna da kısaca değinmek lazım rasülullahın inşa ettirmiş olduğu ilk mescid çok sade ve basit malzeme ile yapıldı. Günümüz cami ve mescidleri gibi onlarca metre yükseklikte ve adeta bir kaleyi andıran yapılar değildi. Öyle ki mescidin tabanı kum, üstü hurma ağaçları ve bitkilerle örtülü ayrıca duvarlar ise kerpiç ve taştan idi. Duvarların yüksekliği ise iki metre kadardı. Nitekim o dönemde mescidleri görkemli kılan ve değer kazandıran etkenler günümüzde ki gibi büyük olması, süslü olması şaşalı olması değildi. Bilakis içlerini dolduran iman, ihlâs, takva sahibi samimi Müslümanlar ve ayrıca yukarıda saymış olduğumuz mescdin görevinin ifa edilmesi idi. Rasûlüllah döneminde mescidin öyle görevleri vardı ki, hatta kimsesiz ve fakir insanların kaldığı ve maaşetlerini sağladıkları yerdi. Orada otururlar ve orada ilim tahsil ederler ve uyurlardı. Mescidin bu kısmında kalanlara suffe ehli ve mescidin bu kısmına da suffe denirdi. Bu kişilerin sayısı bazen yetmiş seksen kişiye kadar ulaşırdı. Burada anlatmaya çalıştığımız husus; rasülullahın mescidi ile ve işlevlerini tamamen kaybetmiş günümüz ibadethanelerinin kıyaslanmasıdır!
NAMAZ KILMAYAN KİMSE İÇİN İSLAM ÂLİMLERİ NE DEMİŞTİR?
İmam Ebu Hanife (r.a)'ye göre namazı terk eden kimse namaz kılıncaya kadar hapis edilir. Kan çıkıncaya kadar dövülür. Tevbe edip namaz kılıncaya kadar tutuklu kalır. (Reddü'l-Muhtar Haşiyesi)
İmam Safi (r.a) ve İmam Malik (r.a)'e göre
bir vakit namazı terk eden ya ela zaruret vaktinden çıkaran kimse tevbeye çağırılır. Namazı terk üzerinde ısrar ederse hadd cezası olarak öldürülür. (Umdetu'I-Kari 24/81)

İbn-i Hazm (r.a) şöyle diyor:"Namazın terki konusunda bize Umer İbn-i Hattab (ra), Muaz İbn-i Cebel (ra), Abdurrahman İbn-i Avf (ra), Ebu Hureyre (ra) ve daha birçok sahabelerden namazı terk eden kimsenin kâfir ve mürted olduğuna dair birçok rivayetler gelmiştir. Sahabelerin bu konudaki görüş birliğine aykırı hiç bir şey duyulmamıştır." (Muhalla)

İmam Ahmed ibn-i Hanbel'e göre namazı terk eden kâfir ve mürteddir. Malı varsa İslam devletinin hazinesine kalır. Öldürülür ve öldürüldükten sonra da müslümanlara ait kabristanlara gömülmez. Namazı inkar ederek terk etmesi ile tembellik yüzünden terk etmesi arasında fark yoktur.
Ahmed İbn-i Hanbel (r.a)'de şöyle eliyordu:"Namazı terk eden kimse kâfirdir ve dinden dönmüş bir mürteddir. Kendisinden tevbe etmesi istenilir. Eğer tövbe etmezse öldürülür. Yıkanmaz, cenaze namazı kılınmaz ve Müslüman kabristanlığına gömülmez."

Safilerden Mansuru'l-Fakih ve Maliki'lerden İbn-i Habib'de İmam Ahmed İbn-i Hanbel (r.a) ile aynı görüştedirler.

Şeyhu'l-İslam İbn-i Teymiye (r.a) de şöyle diyor."Ergenlik yaşına ermiş birisi farz namazlarından birisini terk eder veya farz olduğu kesin olan kısımlarından birisini terk ederse, tevbe ettirilir, eğer tevbe etmezse öldürülür." (Vasiyyetü'l- Kübra 320)
ŞEYTAN VE İNSAN
Allah tarafından kıyametin kopmasına kadar kendisine mühlet verilen İblis, insana nasıl yaklaşacağını yemin ederek şöyle diyordu: "İblis: 'Beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları (insanları) saptırmak için senin sırât-ı müstakimin/doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.' dedi." (A'raf 16–17)
Şeytan, insanları kandırıp saptırmak için bütün yolları deneyeceğini açıkça söylemektedir. "Bütün cephelerden, her taraftan, yani gücümün yettiği her yerden, insanın hangi tarafını, hangi duygusunu zayıf bulursam; o taraftan sokulacağım. Vesvese vereceğim, kendime davet edeceğim. Benim davetime uymazsa hiç olmazsa Allah'a isyan etmesini ona fısıldayacağım, yani günahkâr olması için elimden geleni yapacağım." diye söz vermiştir. Şeytan bunu yapabilecek mi? Buna gücü yetecek mi?
Aslında onun zorlayıcı bir gücü yoktur (Hicr 41–42) Ama o nereden öğrenmişse; insanın karakterini, kötülüğe ve iyiliğe, hayra ve şerre meyilli olarak yaratıldığını biliyordu. Ondaki kötü meyillere, aşırı isteklere hitap edecekti. Aklını kullanmayanlar ile sonunu düşünmeden zevklerinin peşinden gidenler, onun süslü sözlerine kanacaklardı.
İbn Abbas'tan (r.a) gelen bir rivayete göre, "önlerinden yaklaşacağım" demek, onları dünyaya düşkün edeceğim; "sağlarından yaklaşacağım" demek, din işlerinde, ibadet ve amellerinde onlara şüphe vereceğim; "sollarından yaklaşacağım" demek, onlara günah işlerinde azgın bir iştah (şehvet) vereceğim, anlamına gelir (İbn Kesir 2/9).
Katâde de diyor ki: "Onlara önlerinden gelecek ve âhiret yok, yeniden diriliş yok, cehennem yok, cennet yok diyeceğim. Arkalarından gelip; dünya tutkularını süsleyip, allayıp pullayıp onları bu gibi zevklere dâvet edeceğim. Sağlarından gelip, ibadetleri (hasenâtı) zor göstereceğim, geciktirmeye çalışacağım. Sollarından da yaklaşıp, günahları zevkli ve süslü gösterip onlara günah işlemelerini tavsiye edeceğim." (İbn Kesir 2/9).

Şeytan ve dostları, insanlara (özellikle Müslümanlara) daha çok sağdan yaklaşırlar, onları din ile din motifleriyle aldatırlar. Nice zâlim sömürücü ve diktatörler, kitleler üzerindeki hâkimiyetlerini sürdürebilmek için dindar görünürler, dinî motifleri kullanırlar. İslâm'a bağlılık ve saygıları olmadığı halde kitleleri susturabilmek için dinî sloganlara başvururlar. Allah'ın ayetlerini çıkarları, düzenlerinin devamı için kullanmaktan çekinmezler. Ayrıca günümüz tağuti düzenlerinin yaptığı gibi kendilerini ve yönetimlerini meşru ve adaletli gösterebilmek için bir kısım insanları kullanırlar. Oysa yönetimleri de yaşantıları da İslam dininden tamamen uzaktır. Şeytan yapmış oldukları işleri her zaman süslü ve güzel göstererek küfür içinde rablerine kavuşmaları için elinden gelen gayreti sarf eder.
Şeytan ve dostları, insanlara önlerindeki âhireti mümkün olduğu kadar unuttururlar. Hayatın yeme içme ve zevklenmek olduğunu aşılarlar. Birkaç günlük dünyayı boş geçirmemek için nefsin istediklerini ona vermek gerektiğini iddia ederler. Onları dünyaya ve bitmez tükenmez tutkulara bağlarlar. O tutkuların peşinden bir ömür sürmelerini temin ederler. Ölümü ve ölümden sonrasını unutturmaya, boş hayaller peşinde koşturmaya çaba gösterirler. Öyle ki bazen bir namaz kıldırma memuru her hangi bir camide göreve başlar ve o camiden emekli olur gider. Bu süreç içerisinde yapmış olduğu şey sadece hıyanet işlerinin kendisine gönderdiği hutbeleri okumak ve namaz kıldırmaktır. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki bu sistem sayesinde halk; yönetimiyle, eğitimiyle, askeriyesiyle, yargısıyla, yürütmesiyle, medyasıyla yaşamın her alanına müdahale ederek bünyesinde barındırmış olduğu kurumlar sayesinde İslam dininden uzaklaştırmıştır. Böylece camilere giden insanlar; hayatının en verimli yıllarını tüketmiş, ölümün kendisine göz kırpmaya başladığı, ölümü artık burnunun ucunda hissetmeye ve görmeye başlayan emekli olmuş yaşlı insanlar oluşturmaktadır. Bunun dışında bir gencin camiye gittiğini çok nadir görürsünüz. Yahut yalnızca Cuma ve bayramlarda genç ve dinamik insanları görürsünüz. Halkın bu hale gelmesinin sebebi nedir? Acaba bundan kimler sorumludur?

İblis ve yandaşları insana soldan yaklaşarak, küfrü, şirki, bidati, isyanı zararsız göstermeye çalışırlar. İslâm'ın kötü (münker) dediklerini insanlara sevimli, câzip olarak sunarlar. Allahın yasalarının yanında yasalar koymayı, bunlara itaat etmeyi, desteklemeyi, savunmayı ve ayakta tutmayı, tağuta kul olmayı bir beceri ve İslam dinine hizmet etmek gibi göstererek aldatırlar. Allah'ı hatırlamayı unuttururlar. O'na ibadet etmeyi, yasaklarından kaçmayı zor ve ağzın tadını kaçırıcı, eğlenme ve zevki engelleyici olarak gösterirler. Akla gelmedik şeytanî metodlarla, hile ve tuzaklarla insanları Allah yolundan uzaklaştırmak için gayret ederler.

İblis ve dostlarının aldatma ve tuzaklarından, kandırma ve şerlerinden kurtulmanın yolu, dinde ihlâs sahibi olmak, İslâm'ı samimi bir şekilde yaşamak, küfür ve küfür ehlinden beri olmak, onları düşman edinmek, onlara buğuz etmek ve ayrıca Allah'a sığınmakla olur.

İnsan, imtihan için yaratılmıştır. Ya hayr işleyerek râzı olunan kulların arasına katılacak; ya da şer işleyip cezayı hak edecektir. Nefsi onu kötülüğe de iyiliğe de götürebilir. Şeytanın ve nefsin varlışı ve faaliyetleri imtihan olmanın bir gereğidir. Sıkıntı, meşakkat olmadan imtihan olmaz. İşte bu noktada Allah’ın hikmeti ortaya çıkmaktadır. Allah dileseydi ne şeytan olurdu, ne de kullar günah işleyebilirlerdi. Ancak, dünya hayatı imtihan içindir. İnsan, birtakım denemelerden geçecek ve makamını kendisi kazanacaktır.

Şeytan, yani iblis; insanın içine fısıldar, vesvese verir, insanı hayallere sürükler, hayırlı işleri yapmamaya, şerli işleri yapmaya davet eder. İnsanın içinde kötülüğe davet eden her çağrı, her duygu şeytandandır. O ve kabilesi insanları, onların görmeyecekleri yerden gözetlerler. Ancak o ve kabilesi, inkârcıların dostudurlar (A'râf 27).
O, insanlara sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından sokulur; onları şirke ve küfre düşürmek ve kâfirleri dost edinmek ve onlara benzemek gibi insanı cehennem ateşine sürükleyici vesvese vererek amelleri güzel gösterir.
Şeytan insanları cehenneme götürmek ve cennetten uzaklaştırmak için çaba sarf eder. Bu amacına ulaşmak üzere atlılarını ve yayalarını seferber eder, onlara karşı yaygara koparır, onlara mal ve çocuklarında ortak olmaya kalkışır. (İsraf 64 ve Müslim, Münafikûn 66, 68, Hadis no: 2813, 4/2167)
Şeytanın işi fesat, fitne, kişiyi küfre, şirke ve bidatlere sevk etmektir. O, insanlar içinden kendine yardımcılar, yandaşlar (veliler) bulur ve birçok işini onlara yaptırır. "Şeytanın evliyâsına/dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır." (Nisâ 76) Aslında şeytanın hilesi zayıftır. "Şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır." (Nisâ 76). Onun insan üzerinde herhangi bir gücü yoktur. "Benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın (hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter." (İsraf 65) Fakat insan, şeytanın fısıltılarına, kandırmacalarına, vesveselerine; hoşuna gittiği için kanmaktadır.
Yeryüzünde şeytana tâbi olup da Allah’ın dininden yüz çevirenlere Allah; ‘Hizbü’ş şeytan-şeytan taraftarı’ demektedir: "Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allahın dininin taraftarı olmalarını kendilerine unutturmuştur. İşte onlar, hizbü'ş-şeytan/şeytanın taraftarıdırlar. İyi bilin ki hizbü'ş-şeytan mutlaka kaybedenlerdir." (Mücadele 19) Demek ki, yeryüzünde tâbi tutulduğu imtihanı başarıp başaramamasına göre, insan ya şeytanın, ya da Allah'ın hizbinden olmak durumundadır. Ne mutlu o Allahın hizbinden olanlara! Ne kötü ve ne yazık, o şeytan ve dostları taraftarı olanlara!
“Hani meleklere: "Âdem’e secde edin" demiştik; İblis'in dışında (diğerleri) secde etmişlerdi. O cinlerdendi, böylelikle Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. Bu durumda Beni bırakıp onu ve onun soyunu veliler mi edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. (Bu,) Zalimler için ne kadar kötü bir (tercih) değiştirmedir.” Kehf 50
Büyük tefsirci Mevdudi kehf suresinin bu ellinci ayetinin tefsirinde şu açıklamalar da bulunmaktadır: Bu konu Kur'an'ın birçok yerinde ele alınmıştır. Bu, Allah'ın hidayetini ve emirlerini bir tarafa atıp, Allah'tan başkasının emir ve yol göstermesine uymanın dil ile Allah'ın ortağı bulunduğu, söylenmese bile böyle bir davranışın şirk olduğu vurgulanmaktadır. Hatta bir kimse başkalarını lanetliyor onları kabul etmiyor, fakat aynı zamanda ilâhî emirler yerine onların emirlerine uyuyorsa o zaman böyle bir kimse de şirk koşuyor demektir. Meselâ, bu dünyada herkesin şeytanları lanetlediğini, fakat yine de onlara uyduklarını görüyoruz. Kur'an'a göre, şeytanları lanetlemelerine rağmen insanlar onlara uyarsa, bu insanlar şeytanları Allah'a şirk (ortak) koşmuş olurlar. Belki bu söz ile yapılan bir şirk değildir. Fakat davranışlarda ortaya çıkan şirktir ve Kur'an bunu şirk olarak kabul ediyor. Bkz. Nisa an: 91 ve 145, En'am an: 87 ve 107, Tevbe an: 31, İbrahim an: 32, Meryem an: 27, Müminun an: 41, Furkan an: 56, Kasas an: 86, Sebe an: 59-63, Yasin an: 58, Şura an: 38, Casiye an: 30.


NAMAZIN EHEMMİYETİ
Namazın, İslâm'da büyük bir önemi ve hiçbir ibadetin ona denk olmadığı, bir mevkii vardır. O, ilk farz kılınan ibadettir. Tevhid'den sonra, İslâm'ın en önemli esasıdır. Amellerin en faziletlisi ve Allah tarafından en çok sevilenidir. Allah Kitab'ında onun şanını yüceltti, onu ve onu kılanları şereflendirdi. Diğer ibadetler arasında özellikle onu zikretti, kullarına onu tavsiye etti. Peygamber SallAllahü aleyhi vesellem onu, kendi gözünün aydınlığı ve ruhunun rahatlatıcısı yaptı. Ashabına namazın faziletini öğretti, böylece onların hem kalpleri hem organları haşyetle doldu, davranışları düzeldi, ahlakları güzelleşti, bundan dolayı onlar önderler ve liderler oldular.
Sahih ve huşulu bir namazın, ümmeti zafere götüren en belirgin sebeplerden olduğunda kuşku duymuyoruz. Çünkü o, umulana ermenin korkulandan emin olmanın yolu ve iki cihanda kurtuluşun sebebidir.
NAMAZIN TARİFİ
Namaz (salât)ın luğatta ki asıl anlamı, duadır. Meselâ Arapça "Sallâ aleyhi" yani ona hayır duada bulundu denilir.
Allah'ın salâtı, temize çıkarmak ve övmek; meleklerin salâtı ise dua demektir.
Namaz (salât) dinî bir terim olarak, farz ve sünnetleriyle, rükû, secde, kıyâm, istikbal-i kıble gibi belirli hareketleri olan, Allah'a mahsus bir ibadettir. Birtakım şartları, rükünleri, farz ve sünnetleri vardır.
Namaz, dini ayakta tutan direktir. Direk yıkılırsa, ona dayanan yapı da yıkılır. O, Allah'ın farz kıldığı ilk ibadettir, en büyük bedeni ibadettir. Allah'ın onu, diğer ibadetler gibi yeryüzünde ve Cebrail vasıtasıyla farz kılmaması, derecesinin yüksekliğini göstermektedir. Allah onu, kendisiyle Peygamber'i SallAllahü aleyhi vesellem arasında bir vasıta olmaksızın farz kılmıştır. Bu ise Miraç gecesi, yedi kat göğün üstünde olmuştu. Önemi sebebiyle yüce Allah onu elli vakit olarak farz kılmış, sonra onu bir gün ve gecede (24 saatte) beş vakte indirmiştir. O, fiiliyatta beş olmakla birlikte mizanda ellidir.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Gerçekten ben, (evet) ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Onun için bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl." (Tâhâ 14)
"Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin, hayır işleyin ki felâh bulabilesiniz." (Hac 77)
"Namaz, müminler üzerine belirli vakitlerde yazılı bir farzdır." (Nisâ 103)
"Söyle iman etmiş olan kullarıma, namazı kılsınlar." (İbrahim 31)
Peygamberimiz SallAllahü aleyhi vesellem de şöyle buyurmuştur:
"İşin başı İslâm, direği namaz, zirvesi de cihattır."
"İslâm, beş temel üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan ayında oruç tutmak, imkân bulanın Beyt'i haccetmesi."
Namaz, erkek veya kadın, hür veya köle, zengin veya fakir, mukim (ikamet eden) veya yolcu, sağlıklı veya hasta, ergenlik çağına ulaşmış, akıllı her müslümana farzdır. Aklı yerinde olduğu sürece, hastadan ölünceye kadar namaz kılma yükümlülüğü kalkmaz. O, bir gün ve gecede (24 saatte) beş defadır. Yüce Allah şöyle buyurur:
"Namaz, müminler üzerine belirli vakitlerde yazılı bir farzdır." (Nisâ 103)
Peygamber (s.a.v) Muâz'ı (r.a)Yemen'e gönderirken şöyle buyurmuştu: “Onlara, Allah'ın her gün ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını bildir."
MÜSLÜMAN OLAN KİŞİYE İLK ÖĞRETİLECEK AMEL NAMAZDIR
Ebu Malik, babasından naklederek babasının Rasûlüllah (s.a.v)'ı vasfederek şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah Resulü (s.a.v) Müslüman olan bir kişiye ilk olarak namazı öğretirdi." (Taberani-Bezzar'ın)
AHİRETTE, İLK HESABI SORULACAK AMEL NAMAZDIR
Enes ibn-i Malik (ra)'dan, şöyle dedi: Rasûlüllah (s.a.v) buyurdu ki: "Kulun, Kıyamet gününde hesabını vereceği ilk ameli namazıdır. Eğer namazı kurtulursa (Yani namazın hesabından kurtulursa) diğer amelleri kurtulmuş olur. Namazın hesabından kurtulamazsa diğer amellerinin hesabından kurtulamaz."
(İbn Mes'ud'dan Taberani Kebir’de ve Şeyh El-Bani Silsile'de tahric etmiştir.)
İSLAM'DAKİ KARDEŞLİK ANCAK MÜ'MİN OLMAKLA MÜMKÜN OLUR
"Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, din'de kardeşleriniz olurlar. Biz Ayetleri, anlayacak bir kavme açıklarız."(Tevbe 11)
Allah (c.c) bu ayet'le İslam'daki kardeşliğin sadece mü'min olmakla mümkün olduğunu beyan ediyor. Çünkü iman, tevhid inancına sahip olmak, namaz kılmak, zekât vermek ve İslam'ın diğer hükümlerine gönülden teslim olmaktır. Namazı terk edenin 'iman'dan ve 'İslam'dan çıkmasıyla bu kardeşliğin oluşması imkânsız oluyor.
Allah (c.c) Kur'an'da bunu açıklayan bir ayette şöyle buyuruyor:"Mü'min'ler ancak (Din'de) kardeştirler." (Hucurat 10)
Mademki 'mü'minler din kardeşleridirler'. Kardeş olandan başkalarını da kendilerine dost edinemezler. Zira Allah (c.c) Kur'an'da mü'min'lerden başkalarının dostluğunu kesinlikle yasaklıyor:
"Ey iman edenler! Müminleri bırakıp ta kâfirleri dostlar edinmeyin." (Nisa 144)
Namazı terk edenin de kâfir olduğunu elinizdeki bu kitabımız ispat etmiştir.
"Ey iman edenler! Ne sizden önce kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları, ne de diğer kâfirleri dostlar edinmeyin.Eğer gerçek mü'min'lerseniz Allah(c.c)'dan korkun."(Maide 57)
"Birbirinizi namaza çağırdığınız zaman 'namaz'ı bir eğlence ve oyun yerine koyuyorlar. Bu davranışları, kendilerinin aklı ermez bir topluluk olmalarındandır." (Maide 58)
Herkes şunu iyice bilmelidir ki, Allah (c.c)'ın kanunlarını tanımayan, Allah (c.c)'ın emirlerini hiçe sayan, yaşantılarını tağutların koyduğu kurallara ve düsturlara göre düzenleyen, namaz kılmayan ve Allah (c.c)'ın hükümleri ile alay edenler bizim dostlarımız değillerdir. Bizim dostlarımız ancak Allah (c.c), O'nun Resulü (s.a.v) ve 'namaz kılan mümin’lerdir. Nitekim Allah (c.c) bu konuda şöyle buyuruyor:
"Sizin dostunuz ancak Allah (c.c) ve O'nun Resulü (s.a.v)'dür. Bir de iman edenlerdir ki, onlar namaz'ı kılarlar ve namaz kılar oldukları halde zekâtlarını verirler." (Maide 55)
NAMAZ KILMAYAN MÜSLÜMAN'A MÜSLÜMAN'DA NAMAZ KILMAYANA MİRASÇI OLAMAZ
Usame İbn Zeyd (ra)'den rivayet edilmiştir. Rasûlüllah (s.a.v) buyurdular ki: "Müslüman kâfire, kâfir Müslüman'a mirasçı olamaz."
(Buhari-Müslim)
Namaz'ı terk eden kâfir olduğu için, bu hadise göre namaz kılmayan kimse müslümana müslümanda namaz kılmayan kimseye mirasçı olamaz.
Hadis Ehli'nin imamlarından olan İmam Ahmed İbn-i Hanbel (r.a)'den şöyle bir rivayet vardır:
"Abbas İbn Muhammed El-Yemani haber vererek şöyle dedi: Ahmed İbn-i Hanbel (r.a)'e Rasûlüllah (s.a.v)'dan rivayet olunan, "Tevhid ehli hiç bir günah sebebiyle kâfirlikle suçlanmaz" rivayetinden sordum. Şöyle cevap verdi: "Her kim ki namazı terk ederse kâfir olmuştur" dedi. Buna karşılık dedim ki: "Pekiyi, namaz kılmayandan miras alınır mı? Cevap olarak Ahmed İbn-i Hanbel (r.a) de şöyle dedi: " Hayır ne miras alır ve ne de miras'ı alınır." ( İmam Ahmed )
NAMAZ KILMAYANLARIN NİKÂHLARI GEÇERLİ DEĞİLDİR
"Ey mü'minler! Allah (c.c)'a şirk koşan kadınlarla, onlar iman etmedikçe evlenmeyin. İmanı olmayan müşrik bir kadın sizin hoşunuza gitse de, iman etmiş bir cariye elbette ondan daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de iman etmedikçe onlara mü'min kadınları nikâhlamayın. Müşrik bir erkek sizin hoşunuza gitse de mü'min bir köle elbette ondan daha hayırlıdır. Onlar sizi cehenneme çağırırlar. Allah (c.c) ise izniyle cennet'e ve mağfirete davet ediyor da ayetlerini insanlara açıklıyor. Olur ki, düşünüp ibret alırlar." (Bakara 221)
Daha önce namaz kılmayanların müşrik olduklarını ayet ve hadislerle açıklamıştık. Namaz kılmayan kimse müşrik olduğuna göre yukarıdaki ayete göre birbirleri aralarında yaptıkları nikâh sözleşmeleri ele Allah (c.c) katında ve insanlar katında geçerli olmayacaktır.
Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet edilmiştir:
Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Kadın dört şey için nikâh edilir. Malı için, soyu için, güzelliği için ve dini için. Sen bunlardan dini olanını seçmeye çalış, değilse fakirliğe düşersin." ( Buhari: 3/16 ve Müslim 1466 rivayet etmişlerdir.)
Görülüyor ki, Allah Rasulü sadece dini olan kadınları nikâhlamamızı bize emrediyor.
Ömer İbn-i Hattab (r.a)'dan, şöyle dedi:
Adamın biri gelerek Rasûlüllah (s.a.v)'a şöyle dedi:
"Ya Rasûlüllah , Allah (c.c) katında İslam'da, en faziletli olan amel nedir söyler misin?" Rasûlüllah (s.a.v) "Namazı vaktinde kılmaktır, Zira namazı terk edenin dini yoktur." (Beyhaki Şuab'ul İman)
Hal böyle olunca "namazı terk eden kadının da dini yoktur." Böylelikle İslami bir nikâh onlar için söz konusu değildir.
Ahmed İbn-i Hanbel (r.a)'e, kocası içki içip namaz kılmayan bir kadın'dan soruldu, Ahmed İbn-i Hanbel (r.a) de cevap olarak, "Eğer o kadının velisi varsa ikisini ayırır" diye fetva verdi. ( Ahkamu'n-Nisa: 206).












İSLAMA GÖRE; T.C DE NAMAZ KILDIRMA MEMURLARININ DÜŞMÜŞ OLDUKLARI HALLER;
1-KÜFRE RIZA GÖSTERME
Konu başlığımızın ne manaya geldiğini ve ele alacağımız meselenin de bu anlam içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor ve sözümüze başlamadan önce rızanın hangi manada kullanıldığına, ne demek olduğuna bir göz atalım;
Türkçe sözlüklerde:
RIZA; kabul gösterme, memnun etme, şu veya bu şekilde cereyan eden hadiseyi hoş görüp itiraz ve muhalefet etmeyerek kabul etme. Rızanın karşıtı ise; red, muhalefet ve itiraz etmektir.
Sunmuş olduğumuz, rızanın tarifindeki manalar üzerinde biraz düşünelim ve günümüz İmamları tarafından bunların yapılıp yapıldığını görelim.
KABUL GÖSTERME; bu memurler devleti kabul ederler ve buna bir itirazda bulunmazlar ve bunların kendilerine göndermiş oldukları islama aykırı veya islami olmayan hutbeleri ve yönetmelik kanunlarını okurlar ve tatbik ederler ayrıca kendilerine izin verildiği şekilde, devletin istemiş olduğu dini halka anlatırlar. Bu kâfir devletin emirlerini ve istedikleri hususları yerine getirerek bunlara ses çıkarmazlar ve yerine getirirler. Müslüman; Allahın şeriatına dayanmayan hiçbir eylem ve söze rıza göstermeyen insandır. Allahın şeriatına dayanmayan eylem ve sözlere kalbî ve fiili rıza gösterenler, İslam dinine karşı göstermiş oldukları teslimiyetlerini bilfiil bozmuş olanlardır. Dolayısıyla gayr-i şer’i olana rıza göstermek, sebeb-i küfür olabilir. Esasen küfrü imana tercih edenleri kalben ve fiilen sevmek, kâfir olmaya yeterli bir sebep olabilir.
MEMNUN ETME: şu namaz kıldırma memurları bu kâfir devlette, görevlerini yaparken onların istek ve emirlerini yerine getirerek ve Allahın emirlerini ve yasaklarını bir kenara bırakarak memnun etmeye çalışırlar ve böylelikle maaşlarını almayı hak ederler. Aksi takdirde devletlerinin emirlerini yerine getirmezlerse birazcık suya sabuna dokunmaya başlarlarsa hemen görevlerinden alınırlar. Zira efendilerini memnun etmek, maaşı hak etme noktasında bir kıstasdır. Sallabaşı al maaşı…
CEREYAN EDEN HADİSELERİ HOŞ GÖRÜP İTİRAZ VE MUHALEFET ETMEYEREK KABUL ETME:
Bu konuyu aslında açıklalamamıza bile gerek yok. Zira T.C de olup bitenler herkesin malumu; Allahın hükümlerinin tanınmaması, sözünün geçerli kılınmaması, Allahın kanunlarının yanında kanunlar konulması, Allah düşmanlarının dost edinilmesi ve sevilmesi, Allahın dışında yemin edilmesi, kâfirlere ve küfre itaat edilmesi, kâfirlere boyun eğilmesi, Allahın haramlarının helal, helalerinin ise haram kılınması, Allahın farz kılmış olduğu şeylerin alenen yasaklanması(baş örtüsü ve askeriye de namaz kılma)Allahın yasak kılmış olduğu şeylerin alenen serbest bırakılması(içki içme, zina etme, karışık eğitim sistemi ve çalışma müesseseleri, faizlerin sonuna kadar işletildiği bankalar ve kurumlar, vs.)Allahın dinine irtica dendiği, allahın dinini yer yüzünde hâkim kılmak isteyenlere terörist denilmesi ve sayamayacağımız onlarca husus bunlardandır.
Namaz kıldırma memurları bunca islama muhalefet eden husus var iken neden bunları dile getirmezler ve neden halka bu yönetimin islam dışı olduğunu anlatmazlar? Bunca olan hadiseler karşısında sessiz kalırlar ve bunları kabul ederler ve muhalefet etmezler.
Bütün mahlûkatı yaratan ve hesaba çekecek olan rabbimiz:
“Ey iman edenler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz, iman üzerine küfrü tercih edip seviyorlarsa, onları dostlar edinmeyiniz. Sizden kim, onları veli edinirse, işte onlar, zâlimler in tâ kendileridir.” (Tevbe 23)
Büyük tefsir âlimi şehid Seyyid Kutub (r.a) bu ayetin tefsirinde şöyle diyor: buradaki “zâlimler ” sözünden murad; hiç şüphe yok ki, müşrikler kastedilmektedir. Böyle bir kavmi eğer onlar, küfrü imana tercih ediyorlarsa, onları dost edinmek şirktir.” (Fizilal-il Kur’an, Seyyid Kutub)
Çünkü böyle bir durumda küfre rıza söz konusudur. Nitekim bu ayet-i kerimenin tefsirinde imam kurtubî (r.a) şöyle diyor: “herkim şirke razı olursa, o müşriktir.” tefsirinin başka bir yerinde de şöyle diyor: “küfre rıza küfürdür. ma’siyete rıza ma’sıyettir.” dolayısıyla Müslüman, küfrün icra edildiği hiç bir yerde yer alamaz ve buna sessiz kalamaz. Kelime-i küfrü telaffuz edeni dinleyip tasdik edemez veya şirk veya küfür işlenen bir yerde bulunamaz.

Evet, küfre ve kâfirlere rıza göstermek, başlı başına bir küfür ve kâfirliktir. Bakınız bu konuda molla husrev (r.a) şunları haykırıyor: “siyeru’l ecnas’ kitabın da kaydedildiğine göre; bir kimse, başkasına küfr ile emretmek için azmeylese, sırf bu azmi sebebiyle kâfir olur. Şayet bir kimse, kelime-i küfrü konuşsa ve bir cemaatte, o konuşanın sözünü kabul eylese, o cemaatin hepsi kâfir olur.” (durerü’l hükkam şeru gureri’l ahkâm, Molla hüsrev)
Molla hüsrev (r.a)’ın bu açıklaması da bize gösteriyor ki; küfre kalben ve fiilen rıza göstermenin küfür olduğunda şüphe yoktur.

Akaid ulemasından Molla Aliyyül kari (r.a.) şunları kaydediyor: “yüz sene sonra olsa bile, kim ki küfretmeye azmederse, o kimse hemen o anda kâfir olur. Küfür kelimesini konuşan kimseye, bu işinden dolayı rıza göstererek gülen kimse kâfir olur. Bu söz şunu ifade ediyor: kim küfür kelimesini konuşan kimseye, bu işinden dolayı rıza göstererek gülerse kâfir olur. Ama rızası olmadan gülerse o kimse kâfir olmaz. Bu hususta mühim olan nokta rıza göstermektir. Bir kişi küfür kelimesini konuşur, insanlar da onu o adamdan kabul ederse şöyle ki, küfür kelimesiyle bir vaiz, bir muallim veyahut bir yazar konuşur da insanlar, buna muttali olduklarında doğruluğuna itikad ederlerse kâfir olurlar. Onlar için hiç bir mazeret yoktur. Ancak küfür kelimesi fukaha arasında ihtilaf edilen bir kelime olursa, böyle değildir.

El-muhit adlı kitapta şu meseleden ziyade bahsedilmiştir: insanlar küfür kelimesini söyleyen kimseye hiçbir şey söylemeyip, küfür kelimesini konuştuktan sonra mecburiyet yok iken onun yanında otururlarsa, küfre iştirak etmiş olurlar.” (fıkh-ı ekber şerhi, Aliy-yül karı)
Demek oluyor ki içerisinde ahkâm-ı küfür icra edilen meclisler de hiç bir mecburiyet yokken oturmak, küfre ve kâfirlere rıza göstermektir. Bu da küfürdür.
Sonuç olarak küfre ve kâfirlerin küfrî fiillerine kalbî ve fiilî rıza küfürdür. Küfre rıza, küfrü kabul edip tasdik etmek demektir.(Said havva)
Günümüz türkiye cumhuriyetinde mevcut kanunların hepsi İslam dışı ve İslam’ın kabul etmediği ölçüler göz önünde bulundurularak konulmuş ve tatbik edilmekte olduğu bir gerçektir. Yani küfür kanunlarından ve yasalarından ibaret cahiliye devletidir. Bunu inkâr etmek ancak cahillik ve realiteden uzak ve İslami ilimlerden haberi olmayan bir cahilin söyleyeceği bir sözdür. Böyle bir devletin İslami bir devlet olması söz konusu bile değildir. Tamamen küfrün hâkim olduğu ve kanunlarıyla, yasalarıyla tamamen Hıristiyan batı devletlerini anımsatan bir niteliğe sahiptir. İslami literatürene göre böyle bir devlete ise; darul küfür denir. Müslüman’ın inancına göre ise; İslami olmayan her şey batıldır ve ayrıca İslami açıdan kabul edilmesi mümkün değildir. Nitekim böyle bir devletin küfür devleti olduğu herkes tarafından bilinen ve gizli olmayan bir haldir. Hatta öyle ki bu devlet İslami nizamı isteyenlere alenen savaş açmış ve terör adı altında mücadele ederek, onları tutuklamakta ve hapsetmektedir. Böyle olmasına rağmen bu namaz kıldırma memurlarının buna sessiz kalması ve bu hakikati anlatmamaları, buna karşı çıkmamaları rıza gösterme değildir de pekâlâ nedir? Nitekim sükût ikrardandır. Bu kaide, İslam usulünde bir fıkıh kaidesidir. Yani bir şey karşısında sessiz kalmak onu kabul etmek ve onaylamak manasındadır. Mesela; bir bekâr kız, kendisine gelen dünürcüleri kabulü veya reddi hususunda, sessiz kalır sükût ederse, bu onun kabul ettiğinin göstergesidir. Zira sükût ikrardandır…
Herhangi halktan biri olan Müslüman’ın dahi bu münkere ve zulme karşı sessiz kalması nasıl düşünülebilir? Hele hele insanların önüne geçerek; ben imamın, peygamber makamına geçmiş ve örnek olma ve önder olma makamında, İslam’ın en önemli farzlarından olan namaz kıldırma, vaaz ve nasihat etme görevini üstlenmiş birisiyim diyen bir kimsenin bu olan bitenlere karşı sessiz kalması ve bundan razı olması nasıl düşünülebilir ki?
Dar'ul İslam; Allah'ın şeriatının uygulandığı ve tatbik edildiği yerdir. Darul İslam olan bir belde Allah yolunda cihat ilan edip, Müslümanları korumakla yükümlüdür. Orada şer'i bir beyatla kendisine beyat edilmiş bir imam vardır. O imam Allah'ın belirlediği hudutları korur, cihadı emreder. Ganimet mallarını taksim eder, Müslümanları muhafaza eder ve yeryüzünde Müslümanların kurtuluşu için cihad ilan eder.
Böyle bir İslami devletin yeryüzünde kurulması şarttır. Ona iltica edeni gözetip, onların iç ve dış tüm şer'i hukuklarını koruması, Müslümanlara dost, kâfirlere düşman olması, bir yerde Müslümanlar zorluğa girdiği anda onların meselelerini tahlil etmesi, zalim devletten o Müslümanların tüm ilişkilerini kesmesi, sınırları içerisindeki Müslümanlara ve âlimlere hürmet etmesi ve fasık kişilere saygı göstermemesi gereklidir. Dolayısıyla kâfirler, fasıklar bakanlık, şura meclisi ve devletin yüksek yerlerinde bulunamazlar.
Bu vasıflara haiz olmayan bir devleti, dar'ul İslam olarak adlandıramayız.
Şöyle etrafımızdaki namaz kıldırma memurlarına gelin bir bakalım acaba hangisi; bu devletin küfrünü, şirkini, Müslümanlara yapmış olduğu zulmü anlatmakta ve dile getirmektedir? Bu devletteki Müslümanların hak ve hukukları, kendileri ne oldukları belli olmayan üç beş alevi, ermeni, Hıristiyan, Yahudilere verilen değer kadar bile değildir. Bilakis gayri Müslim olanlar her zaman hürmet ve saygı görmekte ve her istedikleri devlet tarafından karşılanmaktadır. Öyle ki hepsinin kendilerine ait okulları, sosyal tesisleri, mabetleri, olan zümreler olmasına rağmen Müslümanlara gelince, onlar ya terörist ya da gerici, örümcek kafalı kendilerine itibar edilmeyen değersiz insanlardır. Şayet Müslümanlar, bu kâfir düzenin kurmuş ve içerisinde kâfir ve melun bir kişinin kurmuş olduğu kâfir devletin ilkeleri, inkılâpları ve öğretilerinden çocuklarını uzak tutarak bir okul… Okul olmaktan çok uzak kendilerine bir oda kurmuş olsalar ve çocuklarını Allah ve resulünün istediği şekilde yetiştirmek isteseler, onlar, gizli eğitim kampları kurmuş ve medreseler açmış kimseler olduklarından dolayı hemen tutuklanırlar. Bu durum karşısında şöyle bir soru yöneltmek yerinde olacaktır; t.c inde yaşayanların yüz doksan dokuzu hani Müslüman’dı?
2-KÜFRÜ MEŞRULAŞTIRMA VE MEŞRU GÖRME
Şüphesiz Müslümanların nezdinde İslâmın netliği, berraklığı, billurluğu kaybolunca ölçüler de değişmiştir. İslam’ın emrettiği kuran ve sünnet ölçüsü yerine; devletin emri, amirin emri, kurumun emri, kanunların emri, hayat şartları, adet ve örfler, atalarımızdan böyle gördük gibi emirlerle hayatlarını bulunmuş oldukları ortamın vakıasından esinlenerek çizen Müslümanlar İslâmı da bu vakalardan esinlendikleri, düşünce ve fikirlere göre yorumlamaya çalışır olmuşlardır.
Faizin, zinanın, rüşvetin haramlığını belirli şartlarda ve ortama göre helâlleştirdikleri gibi, üzerlerine hükmeden küfür ve beşeri yasalarında meşruluğunu ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Hatta İslâm adına yaptıkları çalışmaları yasal ve tüzüksel olarak küfür sistemlerine göre düzenledikten sonra bunun İslâm'da meşruluğunu iddia eder oldular.
Şöyle ki; İslâm birçok insanın zannettiği gibi birkaç manevi değer ve ibadetlerden oluşmuş, hayata ve sisteme müdahale etmeyen bir din değildir. Zira İslam, başlı başına bir hayat nizamıdır. İdeoloji oluşu diğer nizamlardan tamamen farklı oluşunu gösterir. Akidesinde diğer bütün nizamlarla çatışır. Allah'tan başka ilah, kanun koyucu, hükmedici olmadığını ilan ederek yeryüzündeki bütün nizam ve yasaları ta baştan reddeder. Kendi sultasından başka da bir sulta tanımaz. Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyor:"…Kendi hâkimiyetine kimseyi ortak kılmaz." (Kehf 26)
Yani İslam; günümüzde olduğu gibi meclislerde bulunan milletvekillerinin mukaddes anayasalarına uygun çıkarmış oldukları bütün yasaları reddeder. Ayrıca bu yasalara uymayı, itaat etmeyi, meşrulaştırmayı, kabullenmeyi, bu şirke karşı sessiz kalmayı ve bu yasalara muhakeme olmayı asla kabul etmez.
Nitekim küfür sistemleri ve yasalarının İslâm'da uygunluğunu aramak o sistemleri ve yasaları meşru kabul etmek anlamına gelir. İnsanoğlunun yapmış olduğu herhangi bir nizam ve yasayı kabul etmek Allah nezdinde şirktir.
Günümüzdeki nizam ve yasalar üzerinde tartışmak dahi o yasaların varlığını kabullenmek olur. Müslüman için gerekli olan onların tümünü reddetmektir. Ancak onların birer pislik olduğunu insanlara taşıma maksadıyla onlar üzerinde durulabilir. Allah (c.c.) Resulü vasıtasıyla o günün düzenlerine böyle çattı ve o düzenleri ayağının altına aldı. Resul (s.a.v) cahiliye hükümlerini hiç bir nizam, yasa altına girmeden sadece ve sadece Allah'tan gelen nizam ile yok etti. Hatta hicret eden birçok Müslüman gittikleri ülkelerdeki hiç bir yasa ve nizamı onaylamamıştır. Bunun en açık örneği Habeşistan olaylarıdır.
İslâm'ın başka yasalara delil gösterilemeyeceği gibi, İslâm başka otoriteleri kendi üzerinde hükümran olmayı asla kabul etmez. Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:
"Allah mü'minler üzerinde kâfirler için herhangi bir otoriteyi kabul etmez." (Nisa 141)
Acaba bu namaz kıldırma memurları, rabbimizin bu emirlerini hiç görmüyorlar mı? Ayette; mümin, kâfirin otoritesini kabul etmez buyuruyor. Pekâlâ, siz namaz kıldırma memurları nasıl oluyor da kâfirlerin sizin üzerinizdeki otoritelerini kabul ediyorsunuz?
Öyle ise, ey müslümanlar; küfür nizam ve yasalarını İslâm'la meşrulaştırma olayından vazgeçin. Allahın (c.c.) sizden istemiş olduğu şu emre riayet edin ki, dünya ve ahirette felâha erenlerden olasınız.
"Fitne (sapıklık, zulüm ve küfür) kalmayıncaya ve yalnız Allah'ın dini hâkim oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçecek olurlarsa şüphesiz Allah, yapmakta olduklarını görendir." (Enfal 39)
Etrafımızdaki namaz kıldırma memurlarına şöylece bir baktığımızda; şüphesiz birçoğunun bu küfür ve şirk devleti olan T.C meşru gördüğünü bununla birlikte bir kısım namaz kıldırma memurların ise bu tür hususlara hiç değinmeyerek sanki islamın emirlerinin dışında olduğunu, dinimizde böyle emir ve husuların olmadığını zannettiklerine şahitlik ederiz. Ve islamın devletle, yönetimle, yöneticiyle, egemenlikle ilgisinin olmadığını düşünürler. Hatta bazıları bu devleti İslam devleti olarak görürler. Bu nedenle hutbelerinde veya konuşmalarında bu devlete bağlı kalma, itaat etme, dua ederek destekleme, yasalara uyma, vatandaşlık görevlerini yerine getirme, vatan sevgisi, kafir bir devleti korumak ve müdafa etmek ve düşman saldırılarından uzak tutmak için askere gitme, devlet sevgisi ve koruması gibi kavramları sıkça kullandıkları görülür. Nitekim bu tür açıklamalar ve vaazlar yapmaları görevlerinin gereğidir. Nihayet bu tip namaz kıldırma memurları sayesinde T.C devleti ayakta kalabilmekte ve hilafetin kaldırıldığı günden günümüze kadar böylece devam etmektedir. Namaz kıldırma memurlarının bu kâfir devleti meşru gördüklerinin en büyük delili ise bu devletten görev almalarıdır. Meşru görülmeyen veya kâfir görülen bir devletten görev alınması, bu devleti meşru gördüklerinin göstergesidir. Şayet namaz kıldırma memurları T.C kendilerine yüklemiş olduğu görev ve sorumlulukların dışına çıkarak İslam’ın kendilerine yüklemiş olduğu görevi yerine getirecek olsalar, bu devlet onları kendi bünyesinde barındırmayacak ve memurluk görevinden atacaktır. Ama bizleri en çok üzen şey ise, sanki devlete; İslam hâkim, İslam fetihleri devam etmekte, hiçbir gayri İslami bir durum ve husus yokmuş, hapsanelerde Müslümanlar esir tutulmamakta ve bulunmamakta, İslam devleti olan bu devletimiz diğer bütün Müslümanlara yardım elini uzatmakta ve her şeyin sanki İslami açıdan yolundaymış gibi bir hava estirtilmesi bir Müslüman’ı çileden çıkarmaktadır. Ve böyle risalelerin yazılmasına vesile olmaktadırlar. Namaz kıldırma memurları Rabbimizin kendilerine yüklemiş olduğu dini islamı olduğu gibi anlatmadıklarını, şeriatın hâkim kılınması için elinden gelen gayreti hiç göstermediklerini görmekteyiz. Vallahi! Eğer Allahın istemiş olduğu dini anlatacak ve yaşayacak olsanız; Aynı önderimiz ve rehberimiz Muhammedin(s.a.v)mekkeden çıkartıldığı, İbrahim(a.s)ateşe atıldığı, Yusufun(a.s) kuyuya atıldığı, Musanın(a.s) kaçmak için denizle karşı karşıya kaldığı gibi sizlerde kâfirlerle karşı karşıya geleceksiniz...
Herhalde namaz kıldırma memurları da aynı T.C gibi, dinin devlete ve yönetime müdahale etmesini caiz görmemektedirler ve bundan dolayı dini sadece namaz kıldırmak, oruç, abdest, hac ve belirli birkaç meseleden ibaret olduğunu zannetmektedirler. Allahın, insan hayatının bir bölümüne müdahale ettiğini bunun dışında hayatın büyük bir bölümü olan yönetim, hâkimiyet, itaat, cihad gibi konulara temas etmediğini ve İslam’ın insan hayatının her alanına ve her meseleye karışmadığını zannediyorlar. Galiba bu kıldırgaçlar Önder ve rehber edindiklerini iddia ettikleri, Rasûlüllah ın(s.a.v) Medine de bulunduğu on senelik süre zarfında bir fiil yirmi yedi savaşa katıldığını ve kendisinin katılmadığı yüzün üstünde savaş ordularını kâfirlerin üstüne gönderdiğini hiç görmemektedirler. Acaba bu savaşlar, zorluklar ve sıkıntılar neden yaşantı? Gaye ve hedef ne idi? Rasûlüllah (s.a.v)ve o güzide sahabeler de bu namaz kıldırma memurlarının yaptığı gibi bir kenarda camilerinde ibadetleri ile uğraşabilirler ve başlarında bulunan; aklın, heva ve arzuların hakim kılındığı günümüz beşeri sisteminin aynısı olan, o cahili yönetime baş kaldırmaya bilirlerdi. Herhalde ya, Rasûlüllah (s.a.v)-haşa- üstlenmiş olduğu İslam dinini iyi tanımıyor ve yaşamıyordu! Ya da günümüz namaz kıldırma memurları İslam dinini-haşa- Rasulullahtan(s.a.v) daha iyi biliyorlar ve yaşıyorlar!
3-KÜFRE BOYUN EĞME VE İTAAT
Bu başlığı sağlıklı anlayabilmemiz ibadetin aslını ve ne demek olduğunu güzel anlamamıza bağlıdır. Dinimizde ibadet; itaatin kendisidir. Kim neye itaat ederse ona ibadet etmiş olur. Zira insanoğlunun yaratılış gayesi de zaten Allaha itaat yani ibadet etmesidir. Şöyle bir düşünelim, yüce rabbimiz kullarına onca nimetleri vermiş bu dünyayı ve içindekileri insanoğluna musahhar kılmış ve bütün ihtiyaçları karşılamış ve rabbimiz kanun koyma ve yasa çıkarma hususunda insanoğlunu serbest bırakmış olması düşünülebilir mi? Bu beşeri, kendi aciz aklı ve düşüncesi ile baş başa bırakıp kendi üretmiş olduğu kanunlarla kendisini yönetmesine izin verebilir mi? Biz gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri, boş bir eğlence için yaratmadık.(Enbiya 16)
Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?(Müminun 115)
Rabbimiz ayetlerin de; insanoğlunun yaratılış gayesinin boş olmadığını, kafasına göre hükümler ve yasalar çıkartamayacağını haber vermekte ve bunların hepsinin hesabının ahirette teker teker sorulacağını bildirmektedir.
Bunun yanında şunu da ifade etmek gerekir, tabi ki rabbimiz kanunlarına uyulma konusunda da kendisinden başkasının tanınmasını asla kabul etmez ve bilakis bunun kendisine karşı ortaklık ve şirk olduğunu haber verir. Öyleyse rabbimizin kanunları dururken T.C kanunlarına uyarak onlara itaat edenlerin durumları nasıl olur acaba? Onların Müslümanlık vasfını taşıması ve böyle bir iddia bulunmaları ne derece doğru olur ki?
Allah buyuruyor ki: "İnsanları ve cinleri sadece bana itaatle kulluk etsinler diye yarattım!" (Zariyat 56)
"Göklerde ve yerde her ne varsa hepsi de o’nundur. O'nun huzurunda olanlar O'na kulluk etmekten asla büyüklenip kaçmazlar, onlar yorulmazlar da. Ve yine onlar gece-gündüz demeden O'nun emirlerini tekrarlarlar ve her türlü zaaftan uzak tutarlar." (Enbiya 19-20)
Bir başka ayet: "Hiç şüphe yok ki, Allah'ın huzurunda olanlar, O'na kulluk etmekten asla küçüklük duymazlar. Daima O'nu hatırlarlar ve büyüklüğü karşısında boyun eğerler." Yüce Allah kibirlerinden, büyüklük taslamalarından ötürü itaatle kulluktan kaçanları kötülüyor ve tehdit ediyor:
"Rabbiniz buyurdu ki; "Benden talep edin, ben de vereyim. Kendini büyük sanıp bana kulluk yapmaktan, benden istemekten kaçınanlar horlanmış ve hakir bir biçimde cehenneme gireceklerdir." (Mümin 60)
İşte başka ayetler: "O acıyan yüce Allah'ın kulları ki, onlar yeryüzünde vakâr ile büyüklenmeden gezerler, beyinsizler kendilerine söz söyledikleri laf attıkları zaman "haydi işinize gidin" der başka cevap vermezler. Gene o kullar ki, geceleri Rableri için secdeye kapanırlar ve kıyam ederler." (Furkan 63-64)
Ortağı bulunmayan, hükümde hiç kimseyi kendisine eş kabul etmeyen yüce Allah, meleklerini de kul olarak vasıflandırıyor. İşte ayetler: "Rahman evlat edindi dediler. O'nun şanı bu halden çok yücedir, böyle zaaflardan uzaktır. Hayır onların evlât dedikleri, Allah'ın ikramına ulaşmış kul'dan başka bir şey değildir." (Enbiya 26)
"Bunlar sözleriyle asla Allah'ın önüne geçemezler, olduğu gibi O'nun emri ile hareket ederler. Önlerindekileri de arkalarındakileri de O bilir. Bunlar O'nun rızasını kazanmış olanlardan başkasına şefaat da edemezler. Onlar Allah korkusuyla tir tir titreyen kullardır." (Enbiya 36-38)
Kuşkusuz bir olan Allaha inanan ve onun kanun koyma yetkisini tekelinde bulunduran yegane yaratıcı ve ilah kabul eden bir kişi asla küfre itaat edemez ve boyun eğemez.
Bilakis İslam yalnız Allah'a ibadet etmek ile ondan başkasına ibadet etmenin arasını ayırmak, hayatın her alanında Allah'a boyun eğip itaat etmekle, Allah'tan başka mercilere kulluk ve itaatın sınırlarını kesinkes belirlemek için gelmiştir. Yürürlükte olan rejimlerin ve sistemlerin tabiatını kavramak için öncelikle bu sistemlerin tevhid esasına göre mi yoksa şirk esasına göre mi yönetildiklerini belirlemek, bu düzenlerin yönetim biçimlerinde sadece Allah'a mı itaat edildiğine yoksa Allah'la beraber başka ilahlara, tağutlara, rablere mi itaat edildiğine bakmak gerekir. Dilleri ile "Allah'tan başka ibadete layık ilah olmadığını ve Muhammed (s.a.v)'ın Allah'ın kulu ve Rasulu" olduğunu söyleyip bireysel davranışlarda arınma, evlenme, boşanma ve miras gibi konularda Allah'ın vahyine tabii oldukları için kendilerini Müslüman diye isimlendirenler, bununla beraber bunun dışındaki konularda Allah'ın vahyine göre şekillenmemiş kanun ve nizamlara itaat edenler... Allah'ın şeriatinde izin vermediği halde Allah'ın şeriatına karşı olan yasalara tabii olanlar... İsteyerek veya istemeyerek bu çağdaş sistemlerin kendilerinden istedikleri görevleri yerine getirme konusunda tüm değerlerini -mal, can, namus, ahlâk gibi- feda edenler... Bu kutsal değerleri ile, çağdaş tağutların istedikleri çeliştiği zaman Allah'ın emirlerini kulak arkası yapıp liderlerinin veya sistemlerinin emirlerini yerine getirenler... Evet, kendilerini Müslüman ve Allah'ın dinine mensup zannedip de tüm bu fiilleri yapanlar, kafalarını yastıklarından kaldırıp bir an önce uyanmak ve ne kadar büyük bir şirk bataklığının içinde olduklarını görmek zorundadırlar.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Bu böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O'ndan başka taptıkları ise şüphesiz batılın ta kendisidir. Gerçekten Allah yücedir, büyüktür." (Hac 62)
Herhangi bir ibadetin Allah (c.c.)'tan başkasının rızası için yapılması batıldır ve sahibine, tevbe edilmediği takdirde bağışlanmayacak olan şirkten başka bir şey kazandırmayacaktır.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Sonra onlara: "Sizin şirk koştuklarınız nerede?" denilecektir." (Mü'min 73)
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler edindiler ve Meryemoğlu Mesih'i de... Oysa onlar, tek olan Allah'a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı. O'ndan başka ibadete layık ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir." (Tevbe 31)
Bu ayette geçen "ahbar" kelimesi "âlimler " demektir, "ruhban" kelimesi ise "abitler" anlamındadır.
Büyük İslam alimi Süddi der ki:
"Onlar insanlara öğüt vermek istediler, fakat bunu yaparken Allah'ın (c.c.) Kitabını arkalarına attılar. Bunun için Allah (c.c.) Tevbe 31 ayetini indirdi."
Ayetin muhatap aldığı kimseler, alim ve abit kabul ettikleri insanların söylediklerine kayıtsız-şartsız uydukları ve bu konuda:
"Allah (c.c.) ne diyor?" diye hiç önemsemedikleri için Allah'tan (c.c.) başkasına ibadet etmiş oldular. Çünkü onlar Allah'ın (c.c.) helal kıldığını haram, haram kıldığını da helal kılma konusunda onlara itaat ediyor ve onları Allah'tan (c.c.) başka rabler ediniyorlardı. Oysaki insanlar üzerine kanun koymak, helal ve haram ölçülerini belirlemek, sadece Allah'a (c.c.) aittir. İbadette sadece Rab olmaya layık olan Allah'a (c.c.) yapılır.
Helal, Allah'ın (c.c.) helal kıldığı,
Haram da Allah'ın (c.c.) haram kıldığıdır.
Din ise, Allah'ın (c.c.) şeriat olarak gönderdiğidir.
İbn Teymiyye (r.a), bu ayetle ilgili olarak der ki:
"Ayette, âlimler ini ve rahiplerini rabler edindikleri bildirilen kimseler, Allah'ın (c.c.) haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kıldıklarında onlara itaat ettiler. Bu iki şekilde olmuştur:
1. Âlim ve rahiplerin Allah'ın (c.c.) dinini değiştirdiklerini bilerek, onların din adına yaptıkları değişikliklerde onlara tabi oldular. Böylece Allah'ın (c.c.) haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram bildiler. "Büyükler ne derse doğrudur" gibi mantıklarla bu ölçüleri belirleme yetkisini alim ve rahiplerine verdiler. Hâlbuki aslında gerçeğin böyle olmadığını çok iyi biliyorlardı. Onlar böyle yapmakla rasullerin getirdiği dine aykırı davranmış oldular. Bile bile böyle yaptıklarından dolayı da küfre girdiler. Gerçi bunlar alim ve rahiplerine yönelerek, onlara doğru namaz kılıp secde etmiyorlardı ama, yine de bu yaptıklarıyla müşrik olmuşlardı. Çünkü bir kimse bile bile Allah'ın (c.c.) dinine aykırı olan bir hususta bir başkasına uyarsa müşrik olur.
2. Harama haram ve helale helal olarak inanmadaki itikatları sabit olmasına rağmen günah ve isyan konusunda başkalarına uydular. Bunlar da tıpkı kendilerine uydukları kimseler gibi günahkârdırlar.
Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"İtaat ancak maruftadır." (Buhari-Müslim)
Bu ayet açıkça şunu göstermektedir ki:
Her kim haramı helal, helali de haram kılma konusunda Kitap ve Sünnete sırt çevirir, bu konuda Allah (c.c.) ve Rasulünden (s.a.v.) başkasına itaat ederse, bu şekilde Allah (c.c.)'ın kendilerine izin vermediği konularda onlara uyarsa, onları rab ve ilah edinerek Allah (c.c.)'a ortak kılmış olur. Bu da Allah (c.c.)'ın indirdiği tevhid dinine aykırı, tevhid kelimesinin içeriğine zıttır. Çünkü ilah; kendisine kulluk edilen varlık anlamındadır. Allah'tan (c.c.) başkalarına itaat ve kulluk etmek ise şirktir, kendisine itaat ve kulluk edilen varlıkları Allah'tan (c.c.) başka rabler edinmek demektir.
Görüldüğü gibi, bir kişinin Allah'tan (c.c.) başkalarına itaat etmesi Allah'tan (c.c.) başkasına ibadet olarak kabul edilmiş, kendilerine itaat edilen kimselerin de rab edinilmiş olacağı açıklanmıştır. Ne acıdır ki, bu ümmet içerisinde de böyleleri vardır. Bu en büyük şirk olup, tevhidle çelişmektedir ve "La ilahe illallah" kelimesinin içeriğine terstir.
Bu ayet bize; şehadet kelimesinin, Allah'tan (c.c.) başkalarını rab edinme gibi bir eğilimi tümüyle reddetmeyi gerektirdiğini gösteriyor. Çünkü "La ilahe illallah" kelimesi, şirki red ve bunun zıttı olan tevhidi kabul etmek anlamını taşımaktadır.
Gelin günümüzde ki namaz kıldırma memurlarının durumlarına bir bakalım; bir namaz kıldırma memuru, kendisine gönderilen hütbenin haricinde başka bir şey anlatabilir mi? ya da namazdan önce veya sonra veya herhangi bir vakitte; ben Allahın kitabını anlatacağım ve Allaha karşı gelmenin onun kanunları ile yönetmemenin küfür olduğunu insanlara anlatacağım dese acaba buna izin verilir mi? siz okuyucularımız! Eminim ki, bu soru karşısında gülmüşünüz ve hangi İmam bunu yapabilir ki demişsinizdir. Bir taraftan Allahü Teâlâ Rasülune hitab ederek bizlere; Ey şanlı Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O'nun peygamberlik görevini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah, kâfirler toplumunu doğru yola iletmez. (Maide 67)buyurarak uyarmış ve bizlerin, Allahın dinini olduğu gibi anlatma konusunda gevşek davranmamızı hatırlatmıştır. Hani mescitler Allahın evi idi! neden Allahın evinde Allahın sözü geçerli değil? Allahın evinin dışında Allahın sözlerinin, kanunlarının ve yasalarının geçerli olmadığı gibi Allaha ait evlerde de geçerli değil, maalesef küfrün sözü geçerli. Neden Allahın emirleri namaz kıldırma memurları tarafından olduğu gibi anlatılmıyor da aynı zamanda küfrün emirleri ve sözü geçerli olmasına göz yumuluyor? Oysa rabbimiz yukarda zikrettiğimiz ayette, her bir müminin yapması gereken şeyin, Allahın dinini olduğu gibi tebliğ etmesini haber vermekte ve bu konuda hiçbir kimsenin kıvırtmaması gerektiğinin altını çizmektedir. Hangi imam Allahın dinini olduğu gibi tebliğ ediyor? Ancak tebliğ ettiği şeyler; ahlak, terbiye, kötü şeylerin yapılmaması, cami haftası, orman haftası vs. İslam’ın sadece ahlaki ve terbevi boyutu ele alarak diğer büyük bir kısmı es geçiliyor ve anlatılmayarak insanlardan gizleniyor. Vallahi bu görevin aynısını kilisedeki rahipler ve havralardaki hahamlar da yapıyorlar. Onlarda insanlara iyilikten, kardeşlikten, kötülük yapmamaktan, günah işlememekten vs. şeylerden bahsediyorlar. Onlarda, günümüz namaz kıldırma memurları gibi mabetlerine girip- gerçi bizimkilerin girip çıkması bir oluyor böylece kıyaslamakta onlara haksızlık olur- günlerce aylarca ibadet ederek rablerine ibadet ettiklerini sanıyorlar. Hayata, sisteme, insanların yaşantısına karışmayarak sadece belirli günlerde kilise ve havralarında insanlara bir kısım ahlaki ve terbevi nasihatler ediyorlar. Aynı bizim namaz kıldırma memurlarının yaptığı görevi yapmıyorlarmı!. Namaz kıldırma memurları da aylıklarını alıyor ve sadece Cuma günü beş dakikayı bile bulmayan kısa öz hutbelerini okuyarak; orman haftası, ağaç sevgisi, camii temizliği, vergi vermenin önemi, sosyal dayanışma, yardımlaşma, beraberlik gibi eften püften meselelerle halkı ve kendilerini aldatıyorlar. Vallahi bu devlet, kendinin bakası ve muhafazası için başkalarının yapamadığını, bu namaz kıldırma memurları vasıtasıyla çok güzel gerçekleştiriyor. Bunların yaptığını ve devlete vermiş oldukları destek ve yardımı, katkıyı bir asker, polis yerine getiremiyor. Birlik, beraberlik, dayanışma, kaynaşma, hakiki İslamı anlayışı ve hareketleri engelleme, devlete itaat, vergi ödeme, hakiki islami hareketlerin önüne geçme ve kısacası; bu devlete, emniyet sibobu görevini yerine getiriyorlar. Tabii ki devlet öyle olduğu zaman maaşlarını, ikramiyelerini, yol harcırahlarını, yurt dışı turlarını vs giderlerini hemen karşılıyor. Acaba Resülullahın haber verdiği gibi bizler Yahudi ve Hıristiyanları karış karış takip mi ediyoruz!
Bu namaz kıldırma memurları bu sorumluluktan acaba nasıl kurtulacaklarını zannediyorlar? Ahirette bunun hesabını nasıl verecekler acaba? Zaten bir namaz kıldırma memuru dini olduğu gibi tebliğ etmiş olsa onu orada bulundurmazlar. Hemen memuru görevinden alırlar veya üç, beş haneli, bir ya da iki cemaati olan küçük bir köye tayinin verirler. O halde böyle zalim ve kâfir bir devlet var iken daha halen bunlara kulluk etmek, itaat etmek ve onların kılıçlarını sallamak ve onların ekmeğine yağ sürmek niye acaba?
4-KÜFRÜ KABUL ETME

Mevcut T.C deki anayasa ve kanunlar yani bu sistem bizatihi tağuttur. Dolayısıyla her şeyden önce üzerimize vacip olan, bu tağutu (anayasa ve kanunları) inkar etmek, onlara buğz etmek, düşmanlık etmek, onlardan uzaklaşmak ve sadece Allahü Teâlâ’nın hükmüne razı olup, ona teslim olmaktır. “La İlahe İllallah” şehadetinin anlamını gerçekleştirmiş olmak buna bağlıdır. Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
“Her kim tağutu inkar eder ve Allah’a iman ederse, muhakkak o kopması olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur. Allah Semi’dir, Alimdir. Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır.”( Bakara 256-257)
Allahü Teâlâ Hanif olan İbrahim Aleyhisselam hakkında şöyle buyurur: “Dedi ki: Gördünüz mü şu sizin ve önceki atalarınızın ibadet ettiklerini? Onlar (alemlerin Rabbi müstesna) benim düşmanımdır.”(Şuara 75-77)
“Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden tamamen uzağım.”( En’am/78)
“Hani İbrahim babasına ve kavmine: Muhakkak ben sizin ibadet etmekte olduğunuz şeylerden uzağım, demişti. Ancak beni yaratan müstesna. Gerçekten O, beni hidayete kavuşturacaktır.”( Zuhruf 26-27)
Allahü Teâlâ, bize ve nebimiz Muhammed’e (s.a.v), İbrahim’in Milleti’ne (dinine) tabi olmamızı emretmiştir. Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
“De ki: Allah doğru buyurmuştur. O halde Hanif olarak İbrahim’in dinine uyun. O, müşriklerden değildi.” (Al-i İmran/95)
Nebi (s.a.v) İbrahim’in Milleti’ne sıkıca bağlı kalmış ve en güzel şekilde tabi olmuştur. Ashabından da bu Millet üzere beyat alıyor ve şöyle diyordu: “Yalnız Allahü Teâlâ’ya ibadet etmen ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmaman, namazı kılman, zekatı vermen, Müslüman’a nasihatte bulunman ve müşrikten uzak olman üzere senden bey’atını kabul ediyorum..” (İmam Ahmed)
Bu hadis başından sonuna kadar, buraya kadar söylediklerimize delil niteliğindedir.
İslam’a göre dostluk; itikadi ve ameli bir eylemdir. Kişi kalben sevdiğini amelen ispatlar. Küfür üzere karar kılmış kâfirleri sevip dost edinmek, kalbî ve fiilî olarak kâfirlere teslim olmak demektir. Esasen müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmek, kâfirliktir. Allahü Teâlâ değişmez hayat mektebimiz Kuran-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa artık Allah’tan ilişiği kesilmiş olur. Meğerki onlardan gelecek bir tehlikeden dolayı takiyyede bulunasınız. Allah size kendinden korkmanızı emrediyor. Nihayet dönüş Allah’adır.” (Ali İmran 28)
“De ki: İçindekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kadirdir.” (Ali İmran 29)
Müfessirin ulemadan Allame Kadı Beyzavî (r.a) bu ayet-i kerimenin tefsirinde şöyle diyor: “Eğer kalplerinizde kâfirlere karşı bir sevgi ve dostluk meyli varsa, onu saklasanız da, açığa vursanız da Allah bilir. Zira göklerde ve yerde olan herşeyi bilen Allah, elbette, sizin gizlinizi de aşikârınızı da bilir. Ayrıca o, kafırlere dost olmanızı yasaklamamıza rağmen, yine de siz bundan vazgeçmezseniz, sizi cezalandırmaya da kadirdir.” (Envaru’t Tenzil ve Esraru’t Te’vil (Kadı Beyzavi)
Evet, kâfirleri dost edinmek; hem dünyevî ve hem de uhrevî cezaya çarpılmaya sebebtir. Çünkü kâfirlerin dostluğu, imanı beraberinde götüren bir felaket ve helakettir.
Kâfirlerin karaltısını, ordusunu, techizat ve kuvvetini çoğaltan ve kabul eden kişi kâfirlerdendir. Velev ki, bu kişi alnını secdeden kaldırmayan birisi olsun. Bilerek ve inararak kâfirleri dost edinip kuvvetlendirenler, daire-i İslamdan çıkıp kâfir olanlardır.
Kâfirleri dost edinmek, tevhid akidesiyle çatışan ve çelişen bir durumdur. Müminleri bırakıp başkalarını dost edinenler, Allahü Teâlâ’nın hududlarını ihmal edip emir ve nehylerini hiçe saydıkları için İslam halkasını kendi boyunlarından çıkaran kâfirlerdir. (Feyzu’l Kadir Şerhu Camiu’s Sağir (Menavi)
Şunu unutmayalım ki; kâfirlerin dostluğu, mümin ile küfür arasındaki riddet köprüsüdür. Yani mürtedlik köprüsüdür. Dolayısıyla diyoruz ki; kâfirleri itikaden ve amelen dost edinenler, küfrü sevip kabul edenler riddet köprüsü üzerinden küfre intikal edenlerdir. Allahü Teâlâ hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dostlar edinmeyin. Siz, onlara sevgi yolluyorsunuz; hâlbuki onlar, Kur’an’dan size geleni inkar ettiler. Rabbiniz olan Allah’a iman ediyorsunuz diye, sizi ve peygamberi (Mekke’den) çıkarıyorlardı. Eğer sizler, benim yolumda ve rızam uğrunda cihad için çıktınızsa, (düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dost edinmeyin.) Siz, sevgi göstererek, onlara sır veriyorsunuz; hâlbuki ben, sizin gizlediklerinizi de, açıkladıklarnızı da hep bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, artık hak yolun ortasından sapmıştır.” (Mümtehine 5/1)
Müfessirin ulemadan Konyalı M. Vehbi (r.a) bu ayeti kerimenin tefsirinde şöyle diyor: “Bu ayette Hak ile murad; Kur’an ve din-i İslamdır. Yahut Rasûlüllah ’tır. Kâfirler bunların hepsine küfretmişler ve küfr-ü dalali terkle hak olan peygamberin getirdiği Kur’an’a iman edenleri imanlarından dolayı düşman saymışlar ve yurtlarından çıkarmışlardır. Küfürle iman pençe pençe daima çarpışmaktan hiçbir zaman hali kalmamış ve ila yevmilkıyam da çarpışacaklardır. Binaenaleyh; kâfirler müslümanlara husumet ederek yurtlarından çıkarırlar ve her zaman da çıkarmak isterler. Müslümanların da dinlerini, ırz ve namuslarını ve memleketlerini muhafaza için onları düşman bilerek daima mukabele-i bilmisilde bulunmaları vazife-i diniyeleri icabındandır. Allah yolunda mücahede; ibadet olup kâfirlere muhabbet ise kabahat olduğundan ikisinin bir yerde bulunması caiz olamaz.” (Hulasatü’1 Beyan Fi Tefsiri’l Kur’an (Mehmed Vehbi)
Esasen kâfirlere kalbî muhabbet; hem imanı ve hem de imanın meyvesi olan cihadı bozan bir pisliktir. Kâfirlerin muhabbetinin girdiği bir kalbde iman duramaz.
Allahü Teâlâ değişmez hayat düsturumuz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Yahudilerle Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar, birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları (yahudi ve hıristiyanları) dost edinirse, 0 da onlardandır. allah, zâlimler kavmini hidayete erdirmez.” (Maide 51) Bu ayet-i kerime bize açıkça göstermektedir ki; kâfirleri dost edinen kâfirlerdendir. Yani laikleri dost edinenler laiklerden ve demokratik kâfirleri de dost edineneler demokratik kâfirlerdendir.
Bu dünyada kalben kâfirleri sevenler, kâfirlerdendirler ve ahirette de ceza ve azab yönünde onlarla beraberdirler. Çünkü müslümanın kâfiri dost edinmesi küfürdür. (Fethu’l Kadir )
Her kim kâfirleri dost edinme küfrünü bilerek ve inanarak işlerse şüphesiz kâfirlerdendir. Her müslüman şunu çok iyi bilmelidir: Ayıdan post, kâfirden de dost olmaz. 0 kâfirlerin dostluğunu müminlerin dostluğuna tercih edenler, müslümanlardan değil, kâfirlerden kendilerini saymalıdırlar.
Bu namaz kıldırma memurları, bunca olup bitene sessiz kalmaları, meşru kılmaları, şirke ve küfre itaat etmeleri ayrıca sanki her şey güllük gülistanlık gibi hayatlarına devam etmeleri ve aybaşı geldiğinde aylıklarını cebe atmaları, onların ne derece bu kâfir devleti kabul ettiklerini göstermektedir.
5-ALLAHIN DİNİNİ GİZLEME/ANLATMAMA
Şüphesiz yegâne otorite sahibi ve tek kanun koyucu olan Allahü Teâlâ buyuruyor Ki:
“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan âyetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra gizle*yenler var ya mutlaka onlara Allah lanet eder. Lanet edebi*lecek olanlar da lanet ederler.” (Bakara 159)
İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti, biz, insanlara kitapta açıkladıktan sonra gizleyenlere, işte onlara Allah lanet eder. Hem de bü*tün lanet edenler lanet eder.
İndirdiğimiz delilleri ve hidayeti. Tevrat ve İncil'de insanlara açıklayıp izah ettikten sonra, Muhamed'i ve getirdiği dini hakkındaki bilgileri gizleyenleri Allah rahmetinden uzaklaştırır. Melekler ve müminler da onlara lanet eder.
Bu gerçeği gizleyenler'den maksat, Yahudi ve Hıristiyan âlimleridir.
Çünkü bu kişiler, Allah Teâlâmn, tevrat ve İncil'de açıkladığı, H.z Muhammed'in(s.a.v)geleceği, Peygamberliğini ve diğer sıfatlarını gizlemişler ve ona iman etmemişlerdi. Bu yüzden Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmışlar ve lanete uğratılmışlardır.
İmam Taberi diyor ki: "Âyet, her ne kadar bu özel kişilere işaret etmekte ise de hükmü, Allah'ın insanlara açıklanmasını farz kıldığı bilgileri saklayan herkesi içine almaktadır."
İslam dini, Allah'ın insanlara gönderdiği bilgileri onlardan gizlemeyi ya*saklamış ve bunu yapanların lanetleneceklerini beyan etmiştir. Bu hususta Rasûlüllah (s.a.v) efendimiz de bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor:
"Kimden bir ilim sorulur da o da ilmi gizleyecek olursa Allah o gizle*yen kişiye kıyamet gününde ateşten gem vuracaktır. (Ebu Davud-Tirmizi-İbn-i Mace)Yine bu hususta Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir:
"İnsanlar "Ebu Hureyre çok hadis rivayet ediyor" diyorlar. Şayet, Allah Teâlâmn kitabındaki şu iki âyet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim. "Ebu Hureyre bu ayeti ve bundan sonra gelen ayeti okumuş ve devamla şöyle demiş*tir: "Muhacir kardeşlerimizi çarşılardaki alış veriş meşgul ediyordu. Ensardan olan kardeşlerimizi ise mallan üzerindeki çalışmaları meşgul ediyordu. Ebu Hu*reyre ise karın tokluğuna Rasûlüllah 'tan ayrılmıyordu. O, onların hazır bulunmadığı yerlerde hazır bulunuyor ve onların ezberlemediklerini ezberliyor-du.(Buhari-Müslim)
Âyeti kerimenin sonunda "İşte onlara Allah lanet eder, hem de bütün lanet edenler lanet eder." buyrulmaktadır. Bundan maksat, Allah'ın indirdi*ğini gizleyenleri Allah rahmetinden uzaklaştırır ve lanet edenler de onun, Al*lah'ın rahmetinden uzaklaştırılmasını Allah'tan dilerler. Zira lanetin lügat mânâsı "Uzaklaştırmak ve kovmak" demektir.
Âyette zikredilen "Lanet edenler" den maksat, Mücahid ve İkrimeye gö*re, yeryüzündeki canlılar ve haşerattır. Zira bu yaratıklar: "Âdcmoğlunun gü*nahları yüzünden, bizden yağmur kesildi." derler ve günah işleyenlere, Al*lah'ın lanet etmesini dilerler. Bu hususta İkrime diyor ki: "Bütün lanet edenler lanet eder. Hatta gübre böcekleri ve akrepler dahi. Onlar, "Âdemoğiunun gü*nahları yüzünden biz yağmurdan mahrum olduk." derler.
Katade ve Rebi' b. Enes'e göre ise "Lanet edenler" den maksat. Melekler ve müminlerdir. Süddi ve Dehhak'a göre ise "Lanet edenler"den maksat, Kabir*de azap gören "kâfirlerin seslerini işiten ve insan ve cinlerin de dışındaki bütün yaratıklardır. Bu hususta Bera b. Âzibin şöyle dediği rivayet edilir: "Kâfir kabi-re konulduğu zaman yanına bir yaratık gelir. Onun gözleri sanki bakırdan iki kazandır. Elinde demirden bir direk bulunmaktadır. Onunla kâfirin iki omuzu arasına Öyle bir vurur ki kâfir çığlık koparır. Onun sesini işiten her yaratık ona lanet okur. Onun sesini işitmeyen hiçbir kimse kalmaz. Ancak cinler ve insanlar işitmezler.
Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden doğru olanı, lanet edenlerin, melekler ve müminler olduğunu söyleyen görüştür. Zira Allah Teâlâ, başka bir âyet-i keri*mede, kâfirlere lanet okuyanları saymış ve buyurmuştur ki: "İnkâr edenler ve kâfir olarak ölenler var ya. Şüphesiz ki Allah'ın, meleklerin ve bütün in*sanların laneti işte bunların üzerinedir. (Taberi Tefsiri)

“Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de bu*nunla biraz para alanlar, gerçekten karınları dolusu ateşten başka birşey yemezler. Kıyamet günü Allah onlara ne söz söyler, ne de kendilerini temize çıkarır. Onlara sadece acı veren bir azab vardır. İşte onlar, hidayeti verip sapıklığı, affedilmeyi bırakıp azabı satın alan kimselerdir. Bunlar, ateşe karşı ne kadar da sabırlıdırlar!” (Bakara 174-175)
Allah’ın dini adına bildiğini konuşma*yan, söy*lemeyen, içinde tutan, konuşması gereken yerde susan bu insanlar, bunun karşılığında ne kadar alsalar yine de azdır. Meselâ böyle yaptıkları için tüm dünya kendilerine verilse bile yine de azdır. "Dünya metaı gâyet azdır."(Nisâ 77) Tüm dünyayı alsalar bile karşılığında ne veriyorlar? Cen*net bununla mukayese edildiği zaman her şey azdır değil mi?
Ayetteki sıralamaya bakılırsa önce gizlemeden söz ediliyor, sonra da az bir pahaya satmadan söz ediliyor. Bunda da anlıyo*ruz ki Allah’ın ayetlerini gizlemek, onları az bir paraya satmaktan daha bü*yük bir suçtur.
Demek ki bu Allah bilgisi adamların karınlarında kalırsa, in*san*lara ulaştırılmazsa sonunda bu bilgi ateşe dönüşüyor. Ya da bunun sonunda, bu gizlemenin karşılığında dünyalık alıyorlar ya, işte aldık*ları bu dünyalıklar ateşe dönüşüyor ve yedikleri de ateş oluyor.

Nisâ suresinde yetim mallarını zulüm üzere yiyen kişiler de yine karınlarına ateş dolduruyorlar deniyordu ya, demek ki insan kendi ateşini kendisi götürüyor dünyadan.

Bu Allah’ın ayetlerini, Allah’ın dinini gizleme işini bazen resmi otorite yapar. Okumayı yasaklar, okutmayı yasaklar, ko*nuşmayı, an*latmayı yasaklar. Veya bazen öyle bir program yapar ki; on beş yıl onun programında okuyan insanlar bile kitabı anla*yamaz. İşte böyle ister bilenlerden gizleyenler olsun, ister resmi otorite olsun kim bildiği Allah bilgisini gizlerse, onların gideceği yer cehennemdir ve de Allah onlarla konuşmayacak, onların yüzüne bakılmayacak, onlar temize çıkarılmayacaklar ve çok elem verici bir azap onların olacaktır.(Basa-ir El-Kuran)
“Bir zaman Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz." diye söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler ve onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları bu alış-veriş ne kadar kötüdür.” (Ali İmran 187)
“Allah'ın âyetlerini az bir çıkara değiştirdiler de Allah yolundan engellediler. Gerçekten de bunlar ne fena şeyler yapageldiler.” (Tevbe 9)
Onlar Allah’ın âyetlerini az bir menfaat karşılığında değiştiler. Bu azıcık menfaatleri sebebiyle de Onun yoluna engel oldular. Burada onların tercihleri gündeme getiriliyor. Onlar değerli olanı değersiz olana, kalıcı olanı geçici olana, pahalı olanı ucuz olana, bâkî olanı fânî olana tercih ettiler. Dünyanın azıcık menfaatlerini âhiretin sonsuz menfaatlerine tercih ettiler. Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini az bir değere sattılar. Allah’ın kitabına karşılık çok az bir değer aldılar. İmanla, hidâyetle dünya ikballerini tarttılar da dünya ağır geldi onlar için. Allah’ın dinini, Allah’ın kitabını, Allah’ın elçisini bıraktılar da hevâ ve heveslerine tâbi oldular. Böyle bir tercihin karşılığında tüm dünyayı almış olsalar bile az değil midir? Tüm dünya kendilerine verilmiş olsa bile âhiretin sonsuzluğu yanında ne ifade eder? Yok, pahasına Allah’ın âyetlerini sattılar. İtibarlarının sarsılmaması pahasına Allah’ın dinini sattılar. Hurafelere sattılar Allah’ın dinini. Bidatlere sattılar. Sosyal statülerine sattılar. Makamlarına, koltuklarına sattılar. Dükkânlarına, diplomalarına, doktoralarına sattılar.

Kendileri böylece Allah’ın yolundan ayrılıp uzaklaştıkları gibi, çevrelerindeki insanları da Allah yolundan uzaklaştırdılar. Allah’ın âyetlerini yamulttular. Allah’ın kitabıyla, Allah’ın diniyle insanların ara-sına girdiler. Dinle insanlar arasına engeller koydular ve kendileri saptıkları gibi insanları da saptırdılar. Şu anda da insanları Allah’ın kitabından engelleyenlere de, insanların engellemesi sebebiyle kitaptan uzak kalanlara da Rabbim izan versin, basiret versin ve bu işten uzaklaştırsın. Çünkü ne adına olursa olsun, karşılığında ne alırlarsa alsınlar Kur’an’ı satıp yerine başka şeyleri alanlar ebedîyen kaybetmişlerdir. Ne kötü bir şey yapmışlardır onlar? Kendileri Allah’ın dinini sattıkları gibi, başkalarını da Allah’ın dininden engelleyenler ne kötü bir iş yapmışlardır? (Basa-ir El-Kuran)

“Onlar ebedi olarak onun altında kalırlar. Ne azabları hafifletilir, ne de kendilerine göz açtırılır.” (Bakara Suresi 162)
“Ancak tevbe edip halini düzelterek gerçeği söyle*yenler başka. İşte onları ben bağışlarım. Ben çok merhamet ediciyim, tevbeleri çokça kabul ederim.” (Bakara Suresi 160)
Yukarıda ele almaya çalıştığımız ayetler ve açıklamaları ışığı altında gelin, şu namaz kıldırma memurlarının anlattıklarına bir kulak verelim. Acaba bunların anlattıkları, Allahın dinini yüzde kaçını oluştur sizce! Herhalde bu namaz kıldırma memurları rabbimizin buyurduğu gibi; "…Yoksa siz kitabın bir bölümüne ina*nıp da bir kıs*mını inkâr mı ediyorsunuz? Böyle yapanların cezası ancak dünyada rüsva*lık*tır. Dünyada rezil, rüsva olacaklardır bunlar. Kıya*met gününde ise azabın en kötü*süne, en şiddetlisine iti*leceklerdir. Allah yaptıklarınızdan asla gafil değildir."(Bakara 85)
Bu namaz kıldırma memurları dinin sadece ahlak ve terbiye, temizlik, kardeşlik beraberlik ayetlerini ve bununla ilgili olan hadisleri alıyorlar nitekim anlatmadıkları ve yaşamadıkları için diğer geri kalan dinin büyük bir kısmını oluşturan; hâkimiyet, egemenlik, kâfiri dost edinmeme, Allahın dinini yeryüzünde hâkim kılmanın gerekliliği, tağutu inkâr etme, küfre düşman olma, ondan beri olma ve ayrıca küfrün yok olması için mücadele, kâfirlerle cihad etmenin farz olduğu ve sayamayacağımız kadar birçok ayet ve hadislere galiba inanmıyorlar! Yâda biliyorlar ve gizliyorlar, insanlara anlatmıyorlar!
Zira kıldırgaçların anlattıkları genel olarak ahlak, terbiye, haram yememe, temizlik, kardeşlik gibi, küfrü ve efendilerini rahatsız etmeyecek hususlardır. Fakat günümüzde en çok üzerinde durulması gereken meselelere; dünyanın birçok köşesinde zulüm ve işkence gören esir Müslümanların durumunu hiç dile getirmezler, Allahın hükümlerinin tanınmadığını onun yerine beşeri hükümlerin geçtiğini ve bunun şirk ve küfür olduğunu asla dile getirmezler. Bu devletlerin kâfir devletler olduğunu bunlara karşı Müslümanların cephe alması gerektiğini, sevmemeleri gerektiğini ve bilakis bu devletlerin yıkılması ve yerine İslami bir devletin kurulması gerekliliğinden hiçbir zaman söz etmezler. Genel evlerin devletin izni ve desteğiyle açık olduğunu ve buralardan alınan vergilerle memurların maaşlarının ödendiğini, bankalarda faizlerin başını alıp gittiğini, miras hukukundaki çarpıklıkları evlilik ve boşanma hususlarının tamamen İslam dinine aykırı olduğunu, bu devletin terörle mücadele adı altında Allahın dinini yeryüzünde hâkim kılmak için uğraşan ve cihad eden muvahhit Müslümanları yakalayıp hapse attığını ve kâfirlere teslim ettiğini asla anlatmazlar. Müslüman bir kadının başını örtmesinin Allahın bir farzı olduğunu, erkek ve kızların karışık olarak eğitim görmelerinin caiz olmadığını ve bunun haram olduğunu, bu eğitim sisteminin içindeki küfür ve şirklerle dolu eğitim programlarını acaba hiç görmüyorlar ve duymuyorlar mı? Bir mümin yavrucağın melun bir şahsın kellesinin veya putunun karşısına geçip; ben senin ilklerine bağlı kalacağım ve açmış olduğun küfür ilkelerinin peşinden gideceğim… Demenin aynı kendilerinin gülmüş ve dalga geçmiş oldukları cahiliye insanlarının hubet, lat, menat gibi putların karşısında duran cahiliye insanlarından hiçbir farkının olmadığını, islama ne kadar ters olduğunu ve bunun kişiyi İslam dininden çıkartabilecek bir unsur olduğunu bilmiyorlar mı? Allahın, haramlarının helal kılındığını helallerinin ise haram kılındığı, küfrün ayyuka çıktığını ve her yeri kapladığını, insanların Hıristiyanlaştığını hiç fark etmiyorlar mı?

6-KÜFÜR KANUNUN(657) İMZA ATMA

Namaz kıldırma memurları T.C nde daha ilk göreve başlayacakları zaman 657. maddedeki şu yemini ikrar ederek göreve başlarlar:

“Türkiye Cumhuriyeti anayasasına, Atatürk ilke ve inkılaplarına, anayasada ifadesi bulunan Türk milliyetçiliğine, sadakatle bağlı kalacağıma, Türkiye Cumhuriyeti’nin kanunlarına milletin hizmetinde olarak tarafsız ve eşitlik ilkesine bağlı kalarak uygulayacağıma, Türk milletinin milli ahlakını, manevi ve kültürel değerlerini koruyup bunları geliştirmek için çalışacağıma, insan haklarına ve anayasanın temel ilkelerine dayanan milli, demokratik, laik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarımı bilerek, bunları davranış halinde göstereceğime namus ve şerefim üzerine and içerim.”


Her aklı başında ve dininin üzerine yüklemiş olduğu sorumlulukları bilen bir müminin yukarıdaki; içinde küfür, şirk, küfre destek, meşrulaştırma ve dost edinme manalarını içeren bu yazılı metne imza atması düşünülemez.
Bu konu ile ilgili olarak büyük İslam âlimi İbn-i Hacer el-Askalanî şöyle demiştir:
“Kim putlara tapınırsa, secde ederse İslam’a inansa bile küfre girer. İmam Sübki bu konuda icma olduğunu söylemiştir.” [1]
Allame İbnu-l Arabî şöyle der: “İster şaka isterse ciddi olsun fark etmeksizin küfür lafzını söyleyen kimse küfre girer. Ümmet arasında bu konuda hiçbir görüş ayrılığı yoktur.” [2]
Ebu Bekir el-Cessas ise şöyle der: İkrah hali olmaksızın küfür lafzını şaka ya da ciddi olarak ikrar eden bir kimse kâfir olur.” [3]
Yine Allame Keşmirî şöyle der: “Sonuç olarak kim ciddi ya da şaka olarak küfür kelimesini söylerse kâfir olur. O kişinin inancına bakılmaz.” [4]
Tüm bu nakillerden anlaşılmaktadır ki, ikrah hali olmaksızın küfür kelimelerini telaffuz eden bir kimse kâfir olur. Bu konuda ümmet arasında nerdeyse icma vardır. Dolayısı ile Müslüman bir kimsenin birkaç kuruşluk dünya menfaati uğruna küfre girmesi düşünülemez. Bununla beraber küfür lafzını diliyle söylemeksizin bu maddelerin yazılı olduğu bir metne imza atmak meselesine gelince bu konuda bir ayrıntı mevcuttur. Şöyle ki; İslam âlimlerinden bir kısmına göre yazı söz gibi iken bir kısmına göre ise yazı söz gibi değil bilakis sözden kinayedir. Yazı söze benzemez ve burada kişinin niyetine itibar edilir. Buna göre “Yazı söz gibidir” diyen âlimlere göre küfür ilke ve inkılaplarının altına imza atan kimse kâfir olurken “Yazı söz gibi değildir bilakis kinayedir” diyen âlimler e göre ise bu şekilde bir imza atan kimse kâfir olmaz. Ancak büyük tehlike altındadır. Abdurrahman el-Cezerî yazının söz gibi olup olmadığı konusunda şöyle demektedir:
Hanefiler yazının iki şart dâhilinde söz gibi sayılabileceğini söylemişlerdir. Bunlardan ilki yazının sabit olmasıdır. Yani yazı kâğıt ya da tahta gibi bir şey üzerine yazılmalıdır ve okunaklı olmalıdır. Aksi takdirde o yazıya itibar edilmez. Diğer şart ise adresinin belli olması lazımdır. Yani kime yazıldığı açık bir şekilde olması gereklidir demişler ve bunu şu kadına yazıyorum şeklinde yazının kime yazıldığı bilinmelidir. Aksi takdirde talak vaki olmaz. Malikiler yazı talaka sebeptir. Kim “Ben karımı boşadım” diye yazarsa boşanmış olur demişlerdir.
Böyle bir metni imzalamak ancak alternatif olmadığı zaman zaruret halinde söz konusu olabilir. (İstismar edilen kavramlar)
Fakat bu namaz kıldırma memurlarının önlerinde zarureti gerektirecek bir şey söz konusu değildir. İstedikleri vakit bu görevi bırakabilirler ve istifa edebilirler. Ayrıca onları namaz kıldırma memurları olması noktasında kimse kendilerini zorlamış da değildir. Namaz kıldırma memurlarının durumunu yukarıdaki mezhep âlimlerinin açıklamaları çerçevesinde değerlendirelim; bu memurlar acaba ikrah altındalar mı? Yoksa yapmış oldukları iş bir zaruret meselesi midir? Yoksa başka alternatifleri yok mu dur?

7-BATILI HAK GÖSTERME
Yüce rabbimiz anayasamızda:
"Hakla bâtılı karıştırıp da bile bile hakkı gizle*me*yin!"(Bakara 43)
Veya hakla bâtılı bulaştırmayın birbirine! Hakla bâtılı birbi*rine karıştırmak. Bu:
a- Hakla bâtılı birlikte yaşamayın! demektir. Yâni biraz hakkı, bi*raz bâtılı yaşamayın! demektir. Hakla bâtılı sarmaş dolaş yapmayın! demektir. Meselâ ekonomik hayatta Yahudileri, sosyal hayatta Hıristiyanları, geriye kalan dinsel hayatınızda da Müslümanlığı, böyle çorba edip karıştırmayın! demektir.
b- Hak mı, bâtıl mı yaşıyorsunuz? Bunu bilmiyorsunuz! Al*lah-tan mı aldınız? Başkalarından mı aldınız? bilmiyorsunuz? Allah mı bu-yurdu? Yoksa Zerdüşt mü buyurdu? bilmiyorsanız. İşte bu hakkı bâtıla karıştırmak demektir.
İnsanlar hakkı bâtıla dosdoğru karıştırmıyorlar gördüğümüz ka*darıyla. Müslümanım diyen kesim için söylüyorum: Bu kesim hakkı hak bili*yorlar, bâtılı da bâtıl biliyorlar da, hakkın ve bâtılın bilgisine sa*hipler de, ama öyle bir hayat yaşıyorlar, öyle bir hayat programı yapıyorlar ki, ya da öyle bir ameli program düzenliyorlar ki, sanki o program hakkı yaşamaya elverişli değil. Program, hakkı yaşamaya elverişli ol*madığından bâtılı mecburen böyle destek çıkıveriyorlar veya sanki her şeylerini Allah’a soracaklarken tutup Allah’a sormaktan sakını*yorlar. İki sebepten bunu yapıyorlar:

1- Ya soracakları o konuda Allah’ın ne diyeceğini az buçuk ön*ceden kestiriyorlar. Yâni o konuda Allah’ın diyecekleri hoşlarına git*meyeceği için, huzurlarını kaçıracağı için, iyisi mi hiç sormayalım di*yorlar. Sorduğumuz zaman Allah’ın ne diyeceği belli, dinlesek olmaz, dinlemesek olmaz; iyisi mi hiç sormayalım, deyip Allah’a sormuyorlar. Meselâ bazı akrabalarım kimi konuları bana hiç sormazlar. Çoğu za*man o işi yaparlar bitirirler, ondan sonra duyarım ben. Bana hiç haber etmezler. Niye? E, o konuda benim ne diyeceğimi önceden bildikleri için onu bana hiç sormazlar. Şimdi sorarsak; dinlesek olmaz, dinle*mesek hiç olmaz, iyisi mi onun haberi olmadan yapalım bunu diyorlar. Galiba kimi insanların yapacakları işleri Al*lah’a sormamasının altında yatan birinci sebep de budur. Yâni ki*tap ve sünnete sormadan iş yapmalarının sebebi budur. Sordukları zaman hoşlarına gitmeyecek cevaplar alacaklarını önceden kestirdikleri için iştahları kaçmasın diye sormuyorlar Allah ve Rasûlüne.

2- İkincisi de, yahu bu da Allah’a sorulur mu? diyorlar ve onun da Allah’a sorulacağının farkında olmadıkları için Allah’a sormuyorlar. O konunun da İslâm’da ve Kur’an’da sergilendiğinin farkında olma*dıkları için Allah’a sormuyorlar.
"Bile bile hakkı da gizlemeyin!"

Bir de bile bile hakkı gizlemeyin! Çünkü siz, hakkı biliyorsu*nuz. Hakkı biliyorsunuz siz! Siz Tevrat ehlisiniz! Siz Kur’an ehlisiniz! Siz bu işi biliyorsunuz! Öyleyse siz bu karıştırma işini, bu gizleme işini yapmayın! Her amelde, her eylemde, her fi*kirde ama. Bu kitap Fur-kân’dır. Bu kitapta hak da bellidir, bâtıl da bellidir. Sizler bu kita*bın, size bildirdiği hak bilgisine sahip ola ola, hakkı bile bile dünya men-faatleri sebebiyle bu kitabın hak ve bâ*tıllarını insanlara açıkla*mamak durumunda olmayın. Ketmetmek, gizlemek, örtmek, örtbas etmek konumunda olmayın.
Yapmayın bunu! Karıştırmayın hakkı bâtıla! Ya da: "Elbese" bir de örtmek, giydirmek demektir ya, o zaman şöyle diye*ceğiz: Bile bile, bâtılı hakkın üzerine örtüp de hakkı bakışlardan gizlemeyin! İn*sanların gözünden hakkı saklamayın! Hakkı kamufle etmeyin!

1- Bâtıla hak elbisesi giydirip onu insanlara hakmış gibi sun*ma*yın. Bâtılı hakmış gibi insanlara yutturmaya çalışmayın. Bâtıla hak hüviyeti kazandırmaya kalkışmayın.
2- Hakkı bâtılla örterek insanların bakışlarından gizlemeyin.
3- Veya kendinizi, kendi fikirlerinizi, kendi yazdıklarınızı hak*mış gibi, Allah öyle diyormuş gibi insanlara sunup hakla bâtılı anla*şılmaz hale getirmeyin!
Adam kendisi bir düşünce ortaya koyuyor, sonra da insanlar bunu Allah’tan zannetsinler diye arada bir âyet hadis okuyarak vahiyle desteklemeye çalışıyor. Tanrı da böyle buyuruyor! İslâm da bunu emrediyor diyerek hakkı bâtıla karıştırıyor. "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (Muhammed’i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar."(Bakara 146)
Demek ki kitap ehli olanlar, kitaptan nasibi olanlar, mürek*kep yalayanlar, İslâm’ı, imanı, dini tanıyanlar, Kur’an kursunda okuyanlar, imam Hatipliler İlâhîyatlılar, medrese görmüşler, hoca çocukları, hacı çocukları, babası müftü olanlar, Allah ve Peygam*beri adına birazcık bilgisi olanlar var ya, onlar da Rasûlüllah ’ı avuçlarının içi gibi bilirler, tanırlar. Rasûlüllah ’ın hak Peygamber olduğunu, onun peşinden gi*dilmesi gerektiğini, Kuran ve sünnet*siz kurtuluşun olamayacağını bu*günün biz ehl-i kitapları da bilirler. Adım gibi, avucumuzun içi gibi bili*yoruz, ama zevklerimiz ağır bastığı için, menfaatlerimiz galip geldiği için, evimize engel olur, işimizi etkiler, doktoramız yarıda kalır, do*çentliğimiz iptal edilir, ta*yinimiz çıkarılır, müşterilerimizi kaybederiz, okuldan atılırız korku*suyla bugün bizler de gizlemeye çalışıyoruz hakkı.(Basa-ir El-Kuran)

Yukarıda anlatılan ayette ve tefsirinde günümüz namaz kıldırma memurları ne kadar da güzel anlatılmakta ve uyarılmaktadırlar. Namaz kıldırma memurları, hakkı batılla gizleme de; günümüz T.C meşru bir devlet olduğu, bu devlete itaatin sanki İslam devletine itaat gibi olduğu, sanki bu devlet bir küfür devleti değilmiş gibi göstermeleri, küfre itaate özenti, küfre, şirke ve zulme sessiz kalma vs. tabii ki en önemlisi hayat nizamımız olan kuranın sadece kıraat olarak okunması fakat bu kuranın hayat sistemi olması gerekliliğinden hiç söz edilmemesi ve sayamayacağımız onlarca husus…
Ey namaz kıldırma memurları:
Bu devletin kâfir bir devlet olduğunu, bu devlete yardım ve destek çakmanın muhafaza etmenin küfür olabileceğini, bu devlet kâfir olduğu için(küfür ve haramlarda) itaat etmenin caiz olmadığını, kuran ve sünnetin anayasamızın tek kaynak olması gerektiğini, Allahın dışında hiç kimsenin kanun koyma yetkisine sahip olmadığını, koyan kimsenin kâfir olacağını, Allahın haramlarının helal kılınmasının ve helallerinin de haram kılınmasının bir şirk olduğunu, beşeri sistemlere savaş açılması gerektiğini, faize, zinaya, içki içmeyi serbest bırakma veya bunları bir şekilde kısıtlamanın bunları helal kılma olduğunu ve bunları yapanların Allaha savaş açmış olacağını vs… neden anlatmazsınız ve gizlersiniz?
8-KÜFRE DESTEK/YARDIMCI OLMA
Kuşkusuz günümüz T.C her yönüyle küfrün içinde yüzmektedir. Bu durumda göstermektedir ki, bu devlet tağutun ta kendisidir. Ayrıca bugün türkiyede ve yeryüzü devletlerinin yönetiminde sözde halkı Müslüman olan ülkelerde Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmeden mürted yöneticiler ve yardımcılarıdır. Bunlar tâğutları indirmek isteyen mücahid Müslümanlara karşı onları koruyan, savunan ve destekleyenler, sözlü olarak ya da silahla savaşarak onları müdafaa edenlerdir. Ayrıca bu ülkelerde küfür hükümlerinin devamlılığını sağlayanlar bunlardır. Bu sıfatlar ise tağutun sıfatlarıdır.
Tâğutlara yardım edenlerin hükmü, tâğutlar hakkındaki hükmün bir parçasıdır. Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmeden bu yöneticilerin hükmü ise mürted olduklarıdır.
Tâğutları desteklemek kişiyi İslam dininden çıkaran unsurların başında yer alır. Bu konudaki delileri şöyle sıralayabiliriz:
Birinci Delil: Allahü Teâlâ’nın şu ayet-i kerimesi:
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, küfredenler ise tâğut yolunda savaşırlar. Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Muhakkak ki şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa/76)
Allah’ın dışında kendisinden hüküm alınan her şey tâğuttur. Kâfir olan yöneticiyi ya da küfür anayasa ve kanunlarını savunmak ve korumak için savaşan herkes tâğut yolunda savaşmış olur. Tâğut yolunda savaşan herkes ise, kâfirdir ve bunun içerisine söz veya fiil ile savaşmak da dahildir.

İkinci Delil: Allahü Teâlâ’nın şu ayet-i kerimesi:
“Her kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cibrîl’e ve Mîkâil’e düşmansa; artık şüphesiz Allah da kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara 98)
Bu âyetin nüzul sebebi hakkında müfessirler şöyle derler: “Yahudiler Cibrîl’in, Nebi’ye (s.a.v) vahyi indirdiğini öğrendiklerinde şöyle dediler: “Cibrîl azabı ve gazabı indirmektedir. O bizim düşmanımızdır.” Bunun üzerine Allahü Teâlâ rasullerinden birisine düşmanlık edenin meleklerden ve insanlardan olan tüm rasullerine düşmanlık etmiş olacağını açıklayıcı bu ve önceki âyetleri indirdi. Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah meleklerden rasuller seçer ve insanlardan da.” (Hacc 75)
Kim de Rasulü’ne düşmanlık ederse Allah’a düşmanlık etmiştir ve kâfirlerden olur.” (Tefsîru İbn-i Kesîr, 1/131-133)
Allah’a, Rasulü’ne ve dinine olan hangi düşmanlık O’nun şeriatının hükümlerini terk etmek ve bu şeriatı küfür kanunlarıyla değiştirmekten daha büyük olabilir?
Allah’a, Rasulü’ne ve dinine yapılan hangi düşmanlık bu tâğutların medyasının yaptığı gibi, sakal, örtü ve buna benzer dinin şiarı olan şeylerle alay etmekten daha büyük olabilir?
Allah’a, Rasulü’ne ve dinine yapılan hangi düşmanlık dinlerine sarılan Allah’ın dostlarına düşmanlık etmek, onları hapsetmek, işkence etmek, öldürmek ve rızık konusunda onlar için her türlü engeli koymaktan daha büyüktür?
Ve hangi düşmanlık kâfir laik düzenlere söz ve fiil ile yardımdan, bu düzenlerin devamı, bekası ve bu düzenlere hükmeden küfrün liderlerini korumak için savaşmaktan daha büyüktür?
Tüm bunlar mürted olan yöneticilerin, onların yardımcılarının ve askerlerinin yaptığı şeyler değil midir? Onların bu yaptıkları Allah’a, Rasulü’ne ve dinine düşmanlığı apaçık göstermek değil midir? Kim Allah’a, Rasulü’ne ve dinine düşman olursa o kâfirdir. “Allah da kâfirlerin düşmanıdır.”
Üçüncü Delil: Allahü Teâlâ’nın şu ayet-i kerimesi:
“Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanları dostlar edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o onlardandır. Şüphesiz Allah zâlimler topluluğuna hidâyet vermez.
İşte kalplerinde hastalık olanların: “Felaketlerin başımıza gelmesinden korkuyoruz” diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün. Umulur ki Allah bir fetih ya da katından bir emir getirecek de, onlar nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklardır.
İman edenler de; “Olanca yeminleriyle elbette sizlerle birlik olduklarına ilişkin Allah’a yemin edenler bunlar mıdır? Onların bütün yapıp ettikleri boşa çıkmıştır, böylece hüsrana uğrayanlar olmuşlardır” derler.
Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri dönerse Allah, yerine kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah bol verendir, bilendir.”( Maide/51-54)
Taberi, âyetin delalet ettiği genel anlamı şu sözleriyle açıklar: “Allahü Teâlâ âyette müminlerin hepsinin, Yahudi ve Hristiyanları müminlere karşı yardımcı ve dost edinmelerini yasaklamış ve kim onları Allah’ın, Rasulü’nün ve müminlerin dışında yardımcı ve dost edinirse; Allah’a, Rasulü’ne ve müminlere karşı taraftarlıkta onlardan olmuş olur. Allah ve Rasul’ü onlardan beridirler... Kim onları dost edinir ve müminlere karşı onlara yardım ederse, o onların dinindendir. Bir kimseyi dost edinen ancak ondan, dininden ve onun üzerinde bulunduğu şeyden razı ise dost edinir. Ondan ve dininden razı olduğunda da, onun muhaliflerine ve onu öfkelendiren şeye düşman olur. Böylece hükmü de onun hükmü gibi olmuştur.” (Tefsîru’t-Taberî, 6/276-277)
İbn-i Teymiye şöyle der: “Yahudi ve Hristiyanlarla dostluktan nehiy ile muhatap olanlar, riddetle ilgili âyetle muhatap olanların kendileridir. Ve bu, ümmetin her dönemini kapsar.” (Mecmuu’l-Fetâvâ, 18/300 ve Bkz: 28/193)
Bu âyetler, genel olarak tüm kâfirlerle dostluğu yasaklama hakkındadır. Yalnızca Yahudi ve Hristiyanlarla dostluk kurmayı yasaklayıcı değildir. Çünkü, Yahudi ve Hristiyan kelimeleri lakaptır. Dostluğu yasaklama Yahudi ve Hristiyanlarda olduğu gibi diğer kâfirler için de geçerlidir. Şu âyetlerde geçtiği gibi:
“Müminler müminlerin dışında kâfirleri dostlar edinmesinler.” (Âli İmran/28)
“Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dostlar edinmeyiniz.” (Mümtehine/1)
Maide Suresi’ndeki bu âyetler, küfür hükmünün genel olduğunu ifade ederler. Kâfirleri dost edinen her Müslüman için geçerlidir. Çünkü bu hükmü kapsayan âyet geneli ifade eden siğalardandır. Şart edatı olan “men” ile başlamaktadır.
Allahü Teâlâ müminler üzerine kâfirlere düşmanlık etmeyi, onlara buğz etmeyi ve güç yetirebildikleri kadarıyla onlarla savaşmayı vacip kılmıştır. Kim bunun aksine bir şey yapar, kâfirlere itaat eder veya onları sever ya da onlara yardımda bulunursa onları dost edinmiş olur. Kim de onları dost edinirse delil olarak yukarıda verdiğimiz “sizden kim onları dost edinirse muhakkak o, onlardandır” âyetine göre kâfir olmuştur.
Böylece açıkça anlaşılmaktadır ki bu hüküm, söz ve fiilleri ile mürted yöneticilere yardım eden kimseler için geçerlidir. Çünkü bunun kâfirlerle dostluk olduğu şüphe götürmez. Onlar bu nassın genel olan hükmüne girmektedirler ve kesinlikle kâfirdirler.
Dördüncü Delil: Nebi’nin (s.a.v), Bedir günü kâfirlerle birlikte savaşa çıktığı için amcası Abbas bin Abdulmuttalib’e kâfirlerin hükmünü uygulamasıdır.
Hadisin aslı Buharî’de, Enes’ten RadıyAllahü Anhu şöyle rivâyet edilmiştir: “Ensar’dan bazı şahıslar Rasûlüllah ’tan (s.a.v) izin isteyerek şöyle dediler: “Bize izin ver, kız kardeşimizin oğlu Abbas’tan fidye almayalım. Rasûlüllah (s.a.v) şöyle dedi: “Vallahi bir dirhem bile eksik olmaz.”( Buharî; Kitabu’l-Meğâzî)
Ensar’ın kız kardeşimizin oğlu demelerinin sebebi, Abbas’ın büyük annesinin yani Abdulmuttalib’in annesinin Yesrib’li olması idi.
İbn-i Hacer şöyle der: “İbn-i İshak, İbn-i Abbas’ın rivâyet ettiği hadiste Nebi’nin (s.a.v) şöyle dediğini rivâyet eder: “Ey Abbas, kendin, kardeşinin oğlu Ukayl bin Ebi Talib, Nevfel bin Haris ve dostun Utbe bin Amr için fidye ver. Sen mal sahibi birisin.” Abbas RadıyAllahü Anhu dedi ki: “Muhakkak ki ben Müslüman idim. Ancak topluluk beni zorlamıştı (ikrahta bulunmuşlardı).” Rasûlüllah (s.a.v) şöyle cevap verdi: “Söylediğin şeyi Allah daha iyi bilir. Eğer söylediğin doğruysa, Allah karşılığını verecektir. Ancak görünürdeki durumun bize karşı olduğundur.”( Fethu’l-Bârî, 7/322)
Hadis, Nebi’nin (s.a.v) esirlerden fidye alma hususunda kâfirlerin saflarında Müslümanlara karşı savaşa çıktığı için Abbas’a kâfirlerin hükümlerini uyguladığına, zahiri hükümde onu kâfir saydığına ve onun ikrah altında bulunduğu iddiasını, hakkında kâfirlerin hükmünün uygulanmasına engel olarak kabul etmediğine delildir.
Hadis ve delalet ettiği hüküm tartışmayı sona erdirir. Ve yine mürted ve kâfir olan yöneticilerin yardımcılarının, zahiri hükme göre her birinin kâfir oldukları sözümüze de delil oluşturmaktadır. Verdiğimiz ilk delilde, sahabenin bu hükümde icması olduğunu aktarmıştık.
“Deki Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir kavmin keyiflerine uymayın.” ( Maide 77)
İslam uleması bu hususu şöyle dile getiriler; kim ikrah şartları haricinde dinin aslından olan konularda tevhidi bozan bir amel işlerse ümmetin ittifakı ile kâfir olur. Saptırıcıların onu Allah adı ile saptırması kendisi için bir mazeret değildir. Tarih boyunca nice saptırıcılar olmuştur ve bundan sonra da olacaktır.

İbni Hazm şöyle diyor:
”Allahü Teâlâ Kur’an’ı Kerim’de kendilerine ilerde bir zarar gelmesinden korktukları için kâfirlere yardım eden, onlara doğru hızla koşan bir topluluktan haber veriyor ve mü’minlerin kâfirlere şöyle dediklerini haber veriyor:
“İman edenler derler ki: “Sizinle beraber olduklarına dair bütün güçleriyle Allah’a yemin edenler bunlar mıdır?” (Maide: 53)
Bu ayette mü’minlerin kasdettikleri kişiler, kâfirlere doğru hızla koşanlardır. Onlar hakkında Allahü Teâlâ devamla şöyle buyuruyor:
“Onların amelleri boşa çıkmış ve hüsrana uğrayanlardan olmuşlardır.” (Maide 53)
Bu ayet ancak kâfirlere karşı meyleden kimseler hakkında nazil olmuştur. Böylece bu kimseler yaptıkları bu amelleri sebebiyle kâfirlerden olmuş ve amelleri boşa çıkmıştır.” (El-Muhalla c:11 s: 204)
Bir başka yerde; kendi isteğiyle müslümanlardan ayrılan ve daru’l harbe geçen kimsenin ya da müslümanlara karşı kâfirleri destekleyen fakat İslam diyarından ayrılmayan kimsenin mürted olup olmadığı meselesi hakkında şöyle dedi:
“Her kim kendi isteğiyle daru’l harbe geçer ve müslümanlara karşı savaşırsa işte o kimse bu fiiliyle mürted olmuştur. Bu kimse mürtedin hükmünü tamamıyla haketmiştir. Bu durumda öldürülme imkanı olduğu anda hemen öldürülür. Ayrıca bu kimsenin malı helal olmuş, nikahı bozulmuştur. Bununla birlikte bu kimse mürtedlerle ilgili diğer hükümleri de hakketmiştir. Çünkü Rasûlüllah (s.a.v) asla hiç bir müslümandan beri olmamıştır…”
Sözlerinin devamında şöyle dedi:
“….Müslüman toprağına geçme imkanı olduğu halde müslümanlara karşı kâfirlere hizmetle veya yazıyla yardımcı olursa, velev ki dar’ul harpte ikamet sebebi dünya metaını kazanmak olsun, yine de kâfir olur. Böyle bir durumda o kimse, kâfirlere nisbetle zımmi gibidir. Küfürden de uzak değildir. Zira bir özre sahip olduğunu görmüyoruz. Allahü Teâlâ bu durumdan bizi korusun.” (El-Muhalla c: 12 s: 126)
Bir başka yerde şöyle diyor:
“Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır” (Maide 51) ayetinin manası zahire göredir. Yani kim kâfirleri dost edinirse onlar gibi kâfir olur. Bu mana hak olan bir manadır. İki Müslüman bu konuda ihtilaf etmez.” (El-Muhalla c: 11 s: 138)
İbni Cerir et-Taberi (İctihad seviyesine çıkmış bir alimdir. Diğer müctehid imanları gibi onun da tabiileri vardır. Onlara el-Ceririye ismi verilir.)
Allahü Teâlâ’nın:
“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’la arasında bir bağlantısı kalmamıştır. Ancak onlara (karşı) takiyye uygulamanız müstesnadır. Allah kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş Allah’adır.” (Ali-imran 28) ayetinin manası hakkında şöyle dedi:
“Bu ayetin manası şöyledir:
“Ey müminler! Kâfirlere dinleri konusunda yardımcı olmayın; mü’minleri bırakıp da müslümanlara karşı kâfirlere destek olmayın; mü’minlerin gizli hallerini onlara anlatmayın! Sizden her kim böyle yapacak olursa Allahü Teâlâ’dan bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Çünkü o Allahü Teâlâ’dan, Allahü Teâlâ da ondan beri olmuştur. Böylece dininden irtidat etmiş ve küfre girmiştir.
“Ancak onlara (karşı) takiyye uygulamanız müstesnadır.” (Al-i İmran 28)
Yani; kâfirlerin hükmü altında bulunduğunuzda onlardan size bir zarar gelmesinden korkarsanız, kalbinizin onlara karşı düşmanlıkla dolu olması şartıyla dilinizle zahiren onlara dostluk gösterisi yapabilirsiniz. Fakat böyle bir durumda onların küfürlerine destekçi olunmamalı ve hiçbir fiille müslümanlara karşı onlara yardım edilmemelidir.” (İbni Cerir Tefsiri c:3 s: 228)
”Allahü Teâlâ’nın:
“Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır.” (Maide 51) ayetinin manası şöyledir:
“Her kim mü’minleri bırakıp yahudi ve hrıstiyanları dost edinirse o kimse onlardan olur. Müminlere karşı hrıstiyan ve Yahudilere yardımcı ve dost olursa bu kişi artık Yahudi ve hrıstiyanların dinlerine ve milletlerine tabi olmuştur. Çünkü bir kişinin bir kişiye dost olması ve ona yardım etmesi; ona, dinine ve içinde bulunduğu duruma razı olduğunu gösterir ki böylece ona muhalif olan dine düşman olmuştur. Bu kimsenin hükmü bun-dan böyle dost olduğu kişinin hükmü gibidir.” (Taberi Tefsiri c:6 s: 277)
Allahü Teâlâ ayetin devamında şöyle buyuruyor:
“Muhakkak ki Allah, zalim bir kavme hidayet etmez.” (Maide 51)
Ayette geçen “zulüm” büyük zulüm, yani büyük küfürdür. Tıpkı Allahü Teâlâ’nın:
“Kâfirler, zâlimler in ta kendileridir” (Bakara 254) ayetinde buyurduğu gibi…
İbni Cerir ayetin bu bölümü hakkında şöyle diyor:
“Ayetin bu bölümünün manası şöyledir:
“Her kim dostluğu, velayeti gerçek keyfiyetiyle yerine getirmez, Allahü Teâlâ’ya, rasulüne ve mü’minlere düşman oldukları halde yahudi ve hrıstiyanlara mü’minler aleyhinde yardım ve destek yaparlarsa Allahü Teâlâ bu kişiyi asla muvaffak kılmaz, ona hidayet yolunu göstermez. Çünkü yahudi ve hrıstiyanlara dost olan, onlara yardımcı olan kişi Allahü Teâlâ’ya, rasulüne ve mü’minlere savaş açmıştır.” (Taberi Tefsiri c: 6 s: 278)
İbni Cerir yine bu ayet hakkında şöyle dedi:
“Bu ayetin doğru manası bize göre şudur:
“Allahü Teâlâ bu ayette bütün müminlere yahudi ve hristiyanları dost edinmeyi, Allahü Teâlâ’ya ve rasulüne iman edenler aleyhine onlara yardım etmeyi, onlara karşı anlaşma yapmayı yasakladığını; Allahü Teâlâ’yı, rasulünü ve mü’ minleri bırakıp yahudi ve hristiyanlara yardım eden, destek olan, onları dost edinen kimsenin Allahü Teâlâ’ya, Rasûlüllah (s.a.v)’e ve mü’minlere karşı cephe alanlardan olduğunu ve bu kimseden Allahü Teâlâ ve rasulünün beri olduğunu haber verdi.” (Taberi Tefsiri c: 6 s: 276)
9-KÂFİRLERE DOSTLUK VE SEVGİ
Dostluk; sevgi, muhabbettir. Karşılık beklemeden, muhabbetinden dolayı tarafını tuttuğun kimseye “velî” (velâ) denir. Bir başka ifâdeyle dostluk, başkasını kendine yakın hissetmendir. Dostluk, düşmanlığın karşıtı, zıt anlamlısıdır. Açık bir tanımlamayla dostluk; “birini severek mutlak olarak ona uymak, tâbi olmak” demektir. Nitekim Allahü Teâlâ Kitabında: "Şeytanın nüfuzu, sadece onu dost edinenler ve onun vesvesesiyle Allah’a ortak koşanlaradır." (Nahl 100) buyurmuştur.

Dostluk (velâ) aynı zamanda “yardım” manasına da gelir. Mümtehine Sûresi 9. âyette Allahü Teâlâ:

"Allah, ancak sizinle din hususunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onları dost edinirse, işte onlar, zâlimlerdir" buyurmaktadır.

Düşmanlık; “bir kimseyi sevmemek, ona karşı tavır almak” demektir. İntikam almak, zarar vermek için kalpte yerleşmiş olan bir duygu, dostluğun karşıtıdır.


Allahı tek otorite ve rab olarak kabul eden kimse Allah için olmayan bütün dostluk ve düşmanlıklardan uzaktır. Bu, müminlerin ayrılmaz bir niteliğidir. Müminler bu vasıf ile bilinir ve diğer topluluklardan ayırt edilirler. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir toplumun (babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa) Allah’a ve Rasulü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” (Mücadele 22)
Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a iman edinceye kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” (Mümtahine 4)
Bu ve benzeri birçok ayet ve hadisler vardır.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah'tan başka varlıkları O'na eş tutarlar ve onları Allah'ı sever gibi severler, iman sahiplerinin Allah'a olan sevgileri ise daha kuvvetlidir. Zulmedenler azabı gördüklerinde tüm kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu anlayacaklarını keşke bilselerdi." (Bakara 165)
Bu ayette Allah (c.c.)'tan başkasına tapınan ve onları yüce Allah'a (c.c.) eş ve denk tutan müşriklerin, kendi ilahlarını tıpkı Allah'ı (c.c.) severcesine yoğun bir sevgi ve bağlılıkla sevdikleri ifade edilmektedir.
Onlar Allah'tan (c.c.) başkalarına dua ve rağbet ediyor, Allah'tan (c.c.) başkalarına umut bağlıyor, bir şey isteyecekleri zaman bunu O'ndan (c.c.) başkalarından istiyorlar. İhtiyaçlarının giderilmesini, sıkıntılarının ortadan kaldırılmasını güçsüz ve fani yaratıklardan bekliyorlar. Türbelere, kabirlere, tağutlara ve pis putlara tapanların durumu işte böyledir. Bunlar Allah (c.c.)'ı seviyor olsalar ve böyle görünseler bile, bununla birlikte Allah'a (c.c.) eş koştukları ortaklara olan sevgilerinden de vazgeçmiyorlar, onları adeta Allah'ı (c.c.) severcesine seviyorlar.
Gerçek şu ki; bunlar aslında Allah'ı (c.c.) sevmiyorlar. Çünkü Allah'ı (c.c.) sevmek, ancak O'nu isim ve sıfatları ile tanımaya bağlıdır. Gerçekten Allah'ı (c.c.) seven bir kimsenin, Allah'tan (c.c.) başkasını O'na ortak kabul etmesi mümkün değildir.
Müşriklerin Allah'a (c.c.) koştukları ortakları sevmeleri, Allah'a (c.c.) karşı duymaları gereken sevgi gibidir. Allah'a (c.c.) olan sevgileri, aslında yüceltmeden ve korkudan kaynaklanan bir sevgidir.
Bu kimseler Allah (c.c.)'a koştukları ortaklardan korktukları kadar Allah (c.c.)'tan korkmamakta ve o ortaklardan beklenti içinde oldukları kadar Allah (c.c.)'tan beklememektedirler.
Her kim tevhid kelimesini bu anlamda öğrenirse, ihlaslı davranır ve şirk ile alakasını keserse, o zaman gerçekleri görebilir. Çünkü her şey zıttıyla öğrenilir. Şirkin küçüğünün öğrenilmesi, tevhide aykırı olan en büyük şirkin öğrenilmesinden geçer. Küçük şirk, tevhidin kemaline aykırıdır.
Şirkten sakınan bir kimse gerçekten muvahhit olmuştur. Ayrıca insanları şirke götüren yolların da tespit edilip kapatılması gerekir. Ancak bu şekilde şirkten korunmak mümkün olur. Şirkten sakınmak tevhidin ve İhlasın bir gereğidir.
Aynı zamanda tevhidin delillerinin bilinmesi, Allah (c.c.)'ın isim ve sıfatlarının ispatı, yüce Allah (c.c.)'ın layık olmadığı şeylerden tenzih edilmesi de şarttır. Allah (c.c.)'ın kemal sıfatlarını ve Rububiyetinin delillerini gereğince bilerek onlara iman eden bir kimse gerçekten kurtulmuştur. İbadet yalnızca O'na yapılır. İşte tevhid ve şehadet kelimesinin anlamı ve içeriği budur.
Buna ibadet sevgisi de denir. Çünkü aşırı sevgi, aşırı saygıyı ve boyun eğmeyi gerektirir. İşte bu öylesi bir sevgidir ki, dua, sığınma ve yakarış bundan doğar, sıkıntıların ve dertlerin yok edilme isteği bundan kaynaklanır. Müminlerin, tüm sevgilerini bu anlamda Allah'a (c.c.) vermeleri ve O'na karşı aşırı bir sevgiyle bağlılık göstermeleri gerekir. Oysa ki müşrikler bu sevgiyi sadece yüce Allah'a (c.c.) ortak koştukları velilere gösterirler. Ne yazık ve ne acıdır ki, onlar Allah'tan (c.c.) korkmazlar.
Kurratü'l-Uyun'da deniliyor ki:
"Ayette geçen "endad" kelimesi; emsal ve denkler, nezirler, eşler anlamına gelmektedir. İbn Kesir ve başka müfessirlerin söyledikleri budur.
Her kim ki, sadece Allah'a (c.c.) yapılması gereken herhangi bir ibadet çeşidini Allah'tan (c.c.) başkası için yaparsa, ona rağbet eder ve ondan korkarsa, o kimse onu Allah'a (c.c.) eş kılmış, denk tutmuş olur. Çünkü sadece Allah'ın (c.c.) layık olduğu bir şeye bir başkasını ortak kılmıştır."
İbn Kayyım (r.a) der ki:
"Allah'a (c.c.) ibadette, Allah'tan (c.c.) başka hiç kimseye pay yoktur. Sevenin tevhidi; kalbinde bulunan sevginin tümünü, sevgisinin hiçbir parçasını asla bir başkasına ayırmaksızın, sevdiği varlığa vermesidir. İşte bu sevgi, o kulun salih amel sahibi bir kimse olduğunu, Allah'ın (c.c.) kendisine sunduğu nimetlere ehil olduğunu ve gözbebeği konumunda bulunduğunu gösterir. Böyle bir kimsenin gönlünde sadece Allah (c.c.) ve Rasulünün (s.a.v) sevgisi olur. Allah (c.c.) ve Rasulü (s.a.v) o kimse için herkesten ve her şeyden daha fazla sevimli olur ki, işte bu kimse imanın tadını tatmış bir kimsedir.
Bir kimse hiç kimseyi Allah'ı (c.c.) sevdiği gibi sevmemeli, yalnızca Allah'ı (c.c.) sevmelidir.
Allah'tan (c.c.) başkalarını Allah (c.c.) gibi sevenler, "La ilahe illallah" deyip, namaz kılsalar, oruç tutsalar da Allah'tan (c.c.) başkalarına olan sevgi ve ibadetleri sebebiyle Allah (c.c.)'a ortak koşmuş ve müşrik olmuşlardır. Onların Allah'a (c.c.) ortaklar edinmeleri ve onları adeta Allah'ı (c.c.) sever gibi sevmeleri, kendilerinin bütün salih amellerini geçersiz ve anlamsız kılar. Çünkü müşrik olan bir kimsenin yaptığı amel makbul değildir. Bu gibi kimseler "La ilahe illallah" deseler bile, bu kelimenin kapsadığı diğer iman ve amel esaslarını terk etmiş olduklarından dolayı müşrik sayılırlar.
Müşrik olan olan bir kimse, "La ilahe illallah" kelimesinin gerçek anlamını bilmemekte ya da bildiği halde bu kelimenin anlam ve içeriğini kabul etmemekte direnen bir kimsedir. Bu kelimenin anlamını bilmeyen ya da bildiği halde kabul etmemekte direnen bir kimsenin sevgide bir başkasını Allah'a (c.c.) ortak koşması kaçınılmazdır. İşte bu, bildiğiyle bağdaşmayan cehalettir. Bu kişi söylediği bu kelime ile, şirk olma özelliği taşıyan davranışları terk etmemekte, bu kelimenin içeriği olarak kabul etmesi gereken şeyleri kabul etmemektedir. Eğer bu müşrik, bu kelimenin anlamını gereği gibi bilseydi ve bu kelimenin neleri ifade ettiğini kavrayabilseydi, kesinlikle şirk ve küfür olma özelliği taşıyan söz ve davranışları reddederdi.
Ebu Cafer b. Cerir:
"O'nun için ortaklar ediniyorlar" ayetinde bildirilen, insanların Allah'a (c.c.) karşı koştukları bu ortakların, Allah'a (c.c.) karşı gelme konusunda kendilerine itaat olunan ve O'na denk tutulan kimseler olduklarını söylemektedir.
Mücahid (r.h.) şöyle diyor:
"Onları Allah'ı sever gibi severler" ayetindeki ifade; "İsim, sıfat ve fiillerinde Allah'a (c.c.) "benzer eşler ve denkler edinirler" anlamındadır. Yani iman edenlerin Allah'a (c.c.) karşı olan sevgileri ne kadar fazla ise, kâfirlerin de putlarına olan sevgileri o derece fazladır."
Tevhid ve şehadet kelimesinin tefsiri mahiyetinde olan aşağıdaki ayeti kerimede yüce Allah kâfirlerle ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"Onlar ateşten çıkacak değillerdir." (Bakara 167)
Onlar Allah'a (c.c.) ortak edindikleri şeyleri tıpkı Allah'ı (c.c.) sever gibi severler. Bu da gösteriyor ki, bunlar Allah'ı (c.c.) büyük bir saygıyla seviyorlar, fakat yine de İslama girmiş olmuyorlar. Peki, durum böyle olduğuna göre, Allah'a (c.c.) denk tuttuklarını Allah'tan (c.c.) daha çok sevenler için ne buyrulur?
Başka bir varlığı sevgi konusunda Allah'a (c.c.) ortak koşan bir kimsenin bu yaptığı, ibadette Allah'a (c.c.) şirk koşmaktır. İşte bu, Allah'ın (c.c.) bağışlamadığı bir şirk çeşididir.
Çünkü Allah (c.c.) bunlar için:
"Onlar ateşten çıkacak değillerdir." (Bakara167) buyurmuştur.
Kim sadece Allah'ı (c.c.) sever ve sevdiğini de Allah (c.c.) için severse bu kimse muhlistir, samimidir. Allah'ı (c.c.) severken Allah (c.c.) ile birlikte başkasını da severse bu da müşriktir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki sakınasınız. O, sizin için yeryüzünü bir döşek, gökyüzünü de bir bina kıldı ve gökten su indirerek onunla sizin için ürünler çıkardı. Öyleyse bile bile Allah'a eşler koşmayın." (Bakara 21–22)
Tevhid ve şehadet kelimeleri şirki bütün çeşitleriyle reddederek, bütün ibadetlerin yalnız Allah'a (c.c.) yaplıması gerektiğini ikrar eder.
"La ilahe illallah" kelimesi şirkin her çeşidini reddetmekte, sevgi ve muhabbetin yalnızca Allah (c.c) için olması gerektiğini bildirmektedir. İşte bu, tevhid kelimesinin mutabakat anlamında ifade ettiği manadır. Bu kelimenin ne manaya geldiğinin kesinlikle bilinmesi, buna inanılması, zahir ve batın anlamda bu kelimenin gereklerine göre amel edilmesi gerekir.
Şeyhülislam İbni Teymiyye (r.a) şöyle der:
"Kim ihtiyaç ve sıkıntılarını Allah'tan (c.c.) başkasına arzederse, bir süre sonra ihtiyaçlarını arz ettiği o kimseyi sevmeye başlar. Bu da, o kimsenin, aslında ihtiyaçlarını kendisine arz ettiği kimseyi sevdiğini gösterir."
İbni Kayyım (r.a) der ki:
"Sevgilinin tevhidi, onu bir kaç sevgili sahibi kılmamalıdır. Yani Allah'a (c.c.) ibadette başkasını ortak etmemelidir.
Sevgide tevhid, kalpten Allah'tan (c.c.) başkalarına duyulan tüm sevgileri çıkarıp atmak, sevgiyi sadece Allah'a (c.c.) tahsis etmek ve Allah'tan (c.c.) başka hiçbir varlığın sevgisine yer vermemekle sağlanır. Bu tür sevgi çeşidi, aşk diye de adlandırılabilir. Artık kul bundan böyle kalbinde bir başka sevgiye yer vermez. Bu durumda Allah (c.c.) ve Rasulü (s.a.v) kişinin kendisine her şeyden daha önde gelir. Böyle bir kişinin başkalarını sevmedeki ölçüsü, öncelikle Allah (c.c.) sevgisi ile bağlantılıdır. O yalnızca Allah'ı (c.c.) sever, başkalarını da sadece ve sadece Allah (c.c.) için sever.
Nitekim Rasûlüllah (s.a.v) bir hadiste şöyle buyurmuştur:
"Kimde şu üç özellik bulunursa, imanın tadını tatmış olur.
- Allah ve Rasulünün kendisi için her şeyden daha sevgili olması,
- Sevdiğini yalnızca Allah için sevmesi, kızdığına yalnızca Allah için kızması.
- Ateşe atılmaktan hoşlanmadığı gibi, Allah kendisini kurtardıktan sonra tekrar küfre girmekten öylece sakınması." (Buhari)
Allah'ın Rasulünü sevmek, Allah'ı (c.c.) sevmektir. Kişinin sevgisi eğer Allah (c.c.) içinse, bu meşru olan sevgidir. Eğer muhabbeti Allah'tan (c.c.) başkası içinse, bu, kişinin Allah'a (c.c.) olan sevgisini eksiltir ve başkasına olan sevgisini artırır. Böyle bir sevgi de, kişinin sevgilisine karşı olan tüm olumsuz hallere göz-yummasını beraberinde getirir. İşte bu da küfürdür. Küfür adeta ateşe atılmak kadar veya ondan daha çok kendisinden rahatsız olunması gereken bir şeydir. Bir kimsedeki sevgi, en yüce sevgi olan Allah (c.c.) sevgisi ise, o kişi buna göre değer kazanır. Bir kimse, Allah'a (c.c.) imanı kendi nefsine tercih etme noktasında küfürle ateşe atılma arasında tercih yapmak zorunda bırakılsa, ateşe atılmaya razı olmalı da yine de küfrü tercih etmemelidir. Çünkü Allah'a (c.c.) iman, o kişinin nefsinden, canından, malından ve kısacası her şeyden önce gelir. İşte bu türden bir sevgi, âşıkların sevgililerine karşı beslediklerinden de öte, çok üstün ye çok yüce bir sevgidir. Bunun bir benzeri yoktur. Bu sevgi sınırsız bir şekilde yüceltmeyi, bağlılığı ve itaati gerektirir. Onun bir yaratığa karşı beslenen sevgiyle kıyaslanması bile düşünülemez. Bir kul böylesi bir özel sevgiyle birlikte, bir başkasına da Allah (c.c.) sevgisinin önüne geçecek bir sevgi gösterirse, bu kimse müşriktir ve bağışlanmayan bir şirkin içindedir.
Allah (c.c.) böylelerinden yücedir, münezzehtir. Böyle kimseler cezalandırılmaya ve rahmetten uzaklaştırılmaya elbette layıktırlar."
Küfre davet edenler, Ademoğullarının liderleri ve davetcileridir. Bunlar insanları aldatarak yoldan çıkarırlar.
İslâm’da dost ve düşman kavramının ayrı bir önemi vardır.

1- “La ilâhe illAllah” şehâdetinden bir parçadır. Yâni Allah’tan başka kendisine kulluk edilen her şeyden uzaklaşma, beri olmaktır.
2- İmanın sağlam bir kulpudur. ِAllah Resulü (s.a.v): “İmanın en sağlam kulpu Allah için dostluk, Allah için düşmanlıktır. Allah için sevmek, Allah için nefret etmektir” (Es’sil’siletü’s-Sahiha) buyurmuştur.
3- İmanın tadını almak için bir sebeptir. Zira Allah Resulü (s.a.v) : “Şu üç haslet kimde bulunursa o imanın tadını almıştır: Allah ve Resulü’nü herkesten daha çok sevmek, başkasını ancak Allah rızası için sevmek,
clip_image001.gif
kendisini küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi korkunç bulmak” (Buhari, Müslim) buyurmuştur.
4- Dost-düşman bilincinin kişide oluşmasıyla iman kâmil noktaya ulaşır. Resûl-i Ekrem (s.a.v) bunu bizlere: “Kim Allah için sever, Allah için nefret ederse ve Allah için verir, Allah için yasaklarsa, imanı kemâle ermiştir” (Buhari, Müslim) diyerek açıklamaktadır.
5- Her kim Allah celle celalühü’den başkasını sever, O’ nun dini’nden başka bir yol edinirse, alemlerin Rabb’ini, Allah ’ı celle Celalühü inkâr etmiş, kâfir olmuştur. Çünkü Allahü Teâlâ: Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur...(Mâide 51) buyurmuştur.


(BERÂ) DÜŞMANLIĞIN GEREKTİRDİKLERİ

1- Şirk ve küfür ehlinden nefret etmek, onlara dâimi bir düşmanlık üzere olmak. İbrahim aleyhisselâm’ın çağlar ötesinden tüm küffâra karşı evrensel haykırışı gibi”..Beni yaratan hariç, sizin tapmakta olduğunuz ilâhlardan kesinlikle uzağım. O yaratan, beni hidâyete ulaştıra caktır”.. (zuhruf 26-27) demektir, hissetmektir!..
2- Kâfirleri sevmemek, onları dost edinmemek. Allahü Teâlâ: "Ey iman edenler! Benim düşmanımı da sizin düşmanınızı da dostlar edinmeyin..." (Mümtehine, 1) buyurmaktadır.
3- Küfür toplumunu herhangi bir zaruret olmadıkça, dinin emirlerini açıkça yapma imkânı bulunmadığı sürece yurt edinmeyip, terk etmek ve oraya gitmemek. Resûlullah (s.a.v) : “Müşrikler arasında ikâmet eden müslümanlardan berîyim” (Sahihu’l-Cami, 146) buyurmuşlardır.
4- Kâfirlere yardım etmemek. Müslümanlara karşı onlara yardım etmemek, herhangi bir övgüde bulunmamak. Onlardan yardım almayıp sırdaş da edinmemek ve önemli işlerin başına onları geçirmemek.
5- Onların ölülerine rahmet dilememek ve istiğfarda bulunmamak. Allahü te Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde:" Ne Peygamberin, ne de mü’minlerin, Cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın akrabaları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla -doğru- olmaz" (Tevbe 113) buyurmaktadır.
6- Onlara şirin görünüp, dalkavukluk yapmamak ve din adına onları idâre etmemek. Allah azze ve celle, "Onlar isterler ki, sen onlara yumuşak davranasın, onlar da sana yumuşak davransınlar" (Kalem 9) buyurmaktadır.
Onların sohbetlerini ve meclislerini de terk etmek gerekir.
"Zâlimlere asla meyletmeyin. Aksi takdirde Cehennem ateşi size dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur. Sonra yardım görmezsiniz" (Hud 113)
7- Onların kanunlarıyla yargıya gitmemek, Allah ve Resûlü’nün hükmünü terk ederek o yasalara rıza göstermemek: "... Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse; işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir" (Mâide, 44)
Bir başka âyet-i celilede Allahü Teâlâ: "Sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Onlar, bâtıl yolda olanların (tâğutların) önünde muhakeme olunmak (yargılanmak) istiyorlar. Hâlbuki o bâtılı inkâr etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor" (Nisâ 60) buyurmaktadır.
8- Kâfirlerin emirlerine itaât etmemek: "Ey iman edenler! Eğer kâfirlere itaât ederseniz sizi gerisin geri küfre çevirirler de hüsrana uğrayanlar olursunuz" (Âli İmran 149)
9- Selamda ilk başlayan olmamak. Rasûlüllah (s.a.v) “Yahudi Ve Hıristiyanlara ilk önce selâm veren siz olmayınız. İçlerinden biriyle yolda karşılaştığınız zaman onu, yolun dar olan tarafına doğru sıkıştırınız”(Müslim) buyurmaktadır.
10- Dini ve dünyevi konularda onların âdetlerine uymamak, onlara benzememek. Onların dinî sembollerini alma ya da yeme, içme, giysi ve benzeri âdetlerini uygulama gibi şeylerden kaçınmak gerekir.
Resulü (s.a.v) : “Bir kavme benzeyen kimse onlardandır” (Sahihtir. Ebu Dâvud) buyurmuştur.
11- Onların düğün ve bayramlarına katılmamak, onları tebrik etmemek. Bazı âlimler: "..Ve yine Rahman olan Allah’ın kulları, yalan yere şehâdet etmezler (tanık olmazlar). Boş söz ve çirkin bir davranışla karşılaştıkları zaman vakarla oradan geçip giderler" (Furkan, 72) ayet-i celilesini tefsir ederlerken “yalan yere”den maksadın kâfirlerin bayramlarına katılmak şeklinde olduğunu vurgularlar.
Şu yukarıda anlattıklarımızla, şu günümüz namaz kıldırma memurlarını gelin bir değerlendirelim;
- Kâfirlerin bayramlarını(29 ekim, 19 mayıs, 23 nisan, Nevruz vs.) kutlamak ve tebrik etmek
- Kâfirlere benzemek(kıravat takarak- sakal keserek vs.)
- Yahudi, Hıristiyan ve gayri Müslimleri eşit tutmak( herkesin kardeş olduğu ve beraberce kardeşçe yaşamanın gerekliği, inanç ve düşünce hürriyetini savunma, özgürlük vs.
- Kâfirlere itaat etmek(göndermiş oldukları hutbeleri olduğu gibi okumak, bildiri ve kutlamalara katılmak, talimatlara bire bir uyma vs.)
- İnsanlara ve kendi aralarındaki anlaşmazlıkları Allah ve resulünün dışındaki tağutlara götürmek ve insanları buna teşvik etmek)
- Daha rahat ve makamı, gösterişi yüksek olan camilere, makamlara gelmek için baştaki amirlerine yalakalık ve dalkavukluk yapmak ve ayrıca onlara şirin gözükmek için kendini rezil etmek
- Kâfir, zındık gebermiş olan ve cehennem yolcusu olan hain ve mürtetlerin ayırmaksızın herkesin namazını kıldırmak, onlara yıkamak, rahmet ve istiğfar dilemek
- T.C övmek, korumak, muhafaza etmek
- T.C buğuz etmemek ve dost edinmek
Mezhep Âlimlerinin Bu Konudaki Görüşleri:
-Hanefi Âlimlerinin Görüşleri;
Ahmet b. Ali Er-Razi Ebu Bekir el-Cessas şöyle dedi:
“Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor:“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi dostlar edinmeyiniz. Sizden her kim onları dost edinirse işte onlar zâlimler in ta kendileridir.” (Tevbe 23)
Allahü Teâlâ, bu ayetle kâfirleri dost edinmelerini, onlardan yardım istemelerini, kontrolü onların eline vermelerini mü’minlere yasaklamış, hatta babaları veya kardeşleri olsalar bile onlardan beri olmalarını, onları yüceltmemelerini, onlara saygı göstermemelerini kendilerine farz kılmıştır.
Allahü Teâlâ’nın müminlere böyle emirler vermesi, onları münafıklardan ayırmak içindir. Çünkü münafıklar kâfirleri dost edinir, onları yüceltir, onlarla karşılaşmalarında kendilerine saygı gösterir, velayeti onlara verir ve onların görüşlerine itibar ederler.
İşte bu sebeple Allahü Teâlâ mü’minlere emrettiği amellerle, onları münafıklardan ayıracak bir fark kıldı ve her kim kâfirlere destek olur, onları dost edinir, onlardan beri olmaz, onları yüceltmeyi terketmezse o kimsenin kendi nefsine zulmettiğini ve Allahü Teâlâ’nın cezasını hakettiğini bildirdi.” (Ahkamu’l Kur’an c: 3 s: 130)
Abdullah Ebu’l Bereket En-Nesefi şöyle dedi: Din düşmanlarına dostluk göstermeyi yasaklayan şu ayet indi:
“Ey iman edenler Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin!” (Maide 51)
Yani onlara yardım ederek, onlardan yardım isteyerek onları kendinize kardeş edinmeyin!
Mü’minlerle haşir neşir olduğunuz gibi onlarla haşir neşir olmayın, onlara dostluk göstermeyin!
Allahü Teâlâ sonra bu yasağın sebebini bildirerek şöyle buyurdu:“Onlar birbirlerinin dostudurlar.” (Maide 51)
Yani onlar birbirlerinin dostudurlar ve hepsi mü’minlere düşmandırlar.Bu ayet küfrün tek millet olduğuna bir delildir. Allahü Teâlâ ayetin devamında şöyle buyuruyor:“Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır.” (Maide 51)
Yani onların toplumundan olur ve onların hükmünü alır.
Bu ayet İslam dinine tabi olmayanlardan uzak durulması gerektiğini ısrarla ve şiddetle emrediyor.
Allahü Teâlâ bu ayeti şöyle bitiriyor:“Muhakkak ki Allah, zalim kavme hidayet etmez”
Yani kâfirleri dost edinerek nefsine zulmedenlere doğru yolu göstermez.” (Nesefi Tefsiri c:1 s:287)
- Maliki Âlimler inin Görüşleri; Ebu Abdullah el-Kurtubi şöyle dedi:“Allahü Teâlâ’nın:“Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır.” (Maide: 51) ayetinin manası şudur:
Kim müslümanlara karşı kâfirleri desteklerse hükmü onların hükmü gibidir, yani mürdet olmuştur. Bir müslüman mürted olduğunda, diğer müslümana mirasçı olamaz. Kâfirleri destekleyen ise İbni Ubey b. Selül idi. Bu ayetin hükümü kıyamete kadar bakidir ve kâfirlere dostluğu kesen kesin bir hükümdür.” (Kurtubi Tefsiri c: 6 s: 217)
“Ey iman edenler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz, iman üzerine küfrü tercih edip seviyorlarsa, onları dostlar edinmeyiniz. Sizden kim, onları veli edinirse, işte onlar, zâlimler in tâ kendileridir.” (Tevbe Suresi 23)
Bu ayet-i kerimenin tefsirinde İmam-ı Kurtubî (r.a) şöyle diyor:
“Herkim şirke razı olursa, o müşriktir.” (El-Cami-u Li Ahkami’l Kur’an (İmam-ı Kurtubî) C: 8, Sh: 94, Mısır/1967)
Ebu el-Hasan Ali b. Abdusselam et-Tesavvuli; Fas âlimlerinden olan Ebu el-Hasan Ali b. Abdusselam et-Tesavvuli’ye (Hicri 1311 yılında vefat etmiştir.) cihat çağrısına icabet etmeyip Fransızlara müslümanların haberini veren, bazen hristiyanlarla birlikte müslümanlara karşı savaşa katılan Cezayir’deki bazı kabilelerin hükmü hakkında soruldu. O şöyle cevap verdi:
“Vasfettiğiniz kişilerle aynen kâfirlerle şavaşıldığı gibi savaşılır. Çünkü kâfirlerle dost olan kimseler aynen onlar gibi kâfir olurlar. Zira Allahü Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Yahudi ve hristiyanları dostlar edinmeyin! Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır. Muhakkak ki Allah, zalim kavme hidayet etmez.” (Maide 51)
Kâfirlere meyletmemeleri, müslümanlara karşı onları desteklememeleri ve müslümanların haberini onlara ulaştırmamaları şartıyla cihad çağrısına icabet etmeyecek olurlarsa bu durumda onlara sadece bagiye taifesi gibi savaş açılır.” (Ecvibet et-Tesevvuli Ala Meseil el-Emir Abdulkadir el-Cezairi s: 21)
-Şafi Âlimler i; Abdullah b. Ömer el-Beydavi (Hicri 685 yılında vefat etmiştir.) şöyle demiştir: ”Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır.” (Maide: 51) ayetinin manası şöyledir:“Sizden kim onlarla dost olursa o kişi onların toplumundan olmuş olur.”
Bu ayet kâfirlerden uzak durmayı şiddetle emrediyor. Tıpkı Rasûlüllah (s.a.v)’in:“Müslümanlar ile kâfirlerin ateşi birleşmez” dediği gibi….
Kâfirlere, ancak münafık olanlar dostluk gösterirler. Allahü Teâlâ bu konu hakkında şöyle buyuruyor:“Muhakkak ki Allah, zalim kavme hidayet etmez.” (Maide 51)
Burada kâfirleri dost edinmeleri veya müslümanların düşmanlarına dostluk gösterebileceklerine inanmaları sebebiyle nefislerine zulmedenler kastedilmektedir.” (Beydavi Tefsiri c: 2 s: 334)
Hafız İbni Kesir (Hicri 774 yılında vefat etmiştir.) şöyle dedi:“Allahü Teâlâ, müslümanları bırakıp kâfirlere sevgi göstermeleri suretiyle onları dost edinmelerini mü’min kullarına yasaklamış, daha sonra böyle yapan kimseleri şöyle tehdit etmiştir:
“Kim böyle yaparsa Allah’la arasında bir bağlantısı kalmamıştır…” (Ali İmran: 28) Yani Allahü Teâlâ yasakladığı halde yine de mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinenler Allahü Teâlâ’dan beri olmuş olurlar.” (İbni Kesir Tefsiri c: 1 s: 358)
Allahü Teâlâ Maide 51 ayetinden sonra şöyle buyuruyor:“Kalplerinde hastalık olanların: “Bize bir kötülük isabet etmesinden korkuyoruz” diyerek onlara koştuklarını görürsün. Umulur ki Allah, katından bir fetih veya bir emir getirir de onlar nefislerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olurlar.” (Maide 52)
Allahü Teâlâ bu ayette kâfirleri dost edinmenin ancak kalplerinde hastalık olan (münafık)ların sıfatı olduğunu haber veriyor.
İbni Kesir (r.a) bu ayeti şöyle açıklamıştır:“Kalplerinde hastalık olanların: “Bize bir kötülük isabet etmesinden korkuyoruz” diyerek onlara koştuklarını görürsün.”
Bu ayetteki; “kalplerinde hastalık olanlar” dan kasıt; kalplerinde şek, şüphe ve nifak olanlar demektir.
“Onlara koştukların” dan kasıt; kâfirleri hem zahiren hem batınen dost edinmeye, onları sevmeye gayret etmeleridir.
“Bize bir kötülük isabet etmesinden korkuyoruz” dan kasıt; onların yahudi ve hrıstiyanları hem zahiren hem batınen dost edinmelerinin, onlara sevgi göstermelerinin sebebinin; yahudi ve hrıstiyanlar müslümanlara karşı muzaffer olmaları halinde onlara gösterdikleri dostluğun kendilerine fayda vereceğini sanıyor olmalarıdır.” (İbni Kesir Tefsiri c:2 s:69)
İbni Hacer El-Askalani; İbni Ömerin (r.a) aşağıdaki hadisini şöyle açıklamıştır:
“İbni Ömer radiyAllahü anh’den Rasûlüllah (s.a.v)’in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Eğer bir kavme bir azab isabet edecek olursa bu azab onların hepsine isabet eder. Sonra da kıyamet gününde her biri yaptığı amellere göre hesap verirler”
Bu hadisten şöyle bir hüküm çıkar: Kâfirlerin ve zâlimler in bulunduğu yerden uzaklaşmak gerekir. Zira onların arasında ikamet etmek nefsi tehlikeye atmak demektir. Tabi ki bu, onlara yardım edilmediği ve onların amellerine rıza gösterilmediği takdirde böyledir. Onlara yardım edildiği veya amellerine rıza gösterildiği takdirde onlardan olunur.” (Feth’ul Bari c: 13 s: 61)

10-BİDAT İŞLEME
Belirtmek gerekir ki, sözlerin en doğrusu Allâh’ın kitâbıdır. Yolların en hayırlısı da Muhammed (s.a.v)’in yoludur. (Dinde) en şerli işler sonradan ortaya çıkarılan yeniliklerdir, sonradan ortaya çıkarılan her yenilik bid’at’tir, her bid’at dalâlet ve her dalâlet de ateştedir.
Günümüzde İslâm toplumunun başına gelen en büyük belâlardan birisi de, İslâm dünyasının dört bir yanına yayılan bid’atlerdir. Bid’atler o kadar yaygınlaşmıştır ki, neredeyse hiçbir bölge ve hiçbir insan bundan kendini kurtaramamıştır.
Bidat kelimesinin tarifini dini kavramları ele alan kitaplar şöylece tanımlar; örneksiz bir şey yapmak, yepyeni bir iş ortaya koymak, daha evvel benzeri olmayan bir şeyi icat etmek gibi anlamlara gelir. Sonradan ihdas edilen her türlü yeniliklere bid’at denilmesi caiz olmakla birlikte, bu kavramın zamanla dinî konularda fazlalık veya noksanlık olarak telakki edilen davranışlar için kullanılmasının teâmül haline geldiği görülmektedir.
Istılah bakımından bid’at; dinin aslından olmayan ve şer’î delillere istinad etmeden sünnete aykırı olarak icad edilen şeylerdir. Başka bir ifadeyle; dinî emirlerin ikmalinden sonra, insanların ortaya koyduğu şeylerdir. Bu iki tanımdan da anlaşıldığı gibi, sonradan ortaya çıkan bir olay veya davranışın bid’at olabilmesi için dinin muhtevasına zıt olması gerekir.
Yaygın olan kanaata göre; bid’atların asıl doğuş sebebi, toplumlardaki kültür değişmeleridir. Bid’atların doğuşuna ve yaygınlaşmasına sebep olan hususlar şunlardır: 1- Bid’atın, bilinçli olarak üretilmesi, 2- cehalet, 3- kültür etkileşimi, 4- İslâm öncesinden kalan gelenek ve görenekler, 5- eski dinlerden kalan alışkanlıklar, 6- çok sevap kazanmak veya dinî vecibeleri fazlasıyla ifa etmek düşüncesi. (F.K.)
Bid’at, (dini hayat açısından) son derece kötü ve tehlikeli bir olaydır. Zira sonuçları itibarıyla küfre götürebilecek bir yapısı vardır.
Bid’atçı, Allâh’ın hükümlerine karşı çıkan kişidir, dolayısıyla tövbe etmeye muvaffak kılınmayacaktır.
Abdullâh b. Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: "Allah nezdinde en çirkin işler (sonradan ortaya çıkarılmış) bid’atlerdir "
Süfyan-ı Sevrî ise, şöyle der:
" Bid’at iblis’e, günahtan daha sevimlidir, zira günahtan tevbe edilir, ama bid’at’ten tevbe edilmez " .
Bid’atlerin İslâm dünyasında yayılmasının en önemli sebeplerinden birisi de, insanların çoğu, bid’atlardan kimisinin câiz ve makbul olduğuna inanmalarıdır ki bu iftiraya “ bid’at-ı hasene ” adını vermektedirler. Bid’atler konusunda böyle düşünen bu kimseyle tartıştığınızda hemen bunun bid’at-ı hasene olduğunu söyler.
Bu kimse, söz konusu şeyin bid’at olduğunu kabul eder, ancak bu onun nazarında hasen (güzel) bir bid’at hükmündedir. Böyle düşünmesinin sebebi de, bid’atlerin “hasene” ve “seyyie” olarak ikiye ayrıldığına inanmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bid’atlerin tamamının sapıklık olduğunu, güzel bid’at diye bir şeyin olmadığını açıklamak istedim.
Bu konuda eski âlimler konuşmuş ve günümüzdeki İslâm âlimler i de bu konuda iyi ve faydalı şeyler yazmışlardır. Ben bu çalışmada o eserlerden de istifade ettim. Ancak bu çalışmamın, anlaşılır, kolay ve daha kapsamlı olmasını arzuladım.
Bid’at konusunda yazılan kitapların bir kısmı uzun ve detaylı olarak meseleyi ele aldıkları için, okuyucuların geneline hitap etmekten uzaktır. Diğer kısmı ise, kısa ve özet olarak yazıldığından dolayı, okuyucu açısından istenen şeyi yerine getirememektedir. Kaldı ki, bu eserlerin çoğu, bid’at ve onunla ilgili hükümler hakkında yazılan eserlerdir. Bu mesele özel olarak ele alınmamıştır. Bununla beraber eski âlimler in konuyu ele almada bir öncelik fazileti vardır.
Onlar öncelikleriyle fazilete erdiler
Böylelikle güzel övgüyü hak ettiler
Allah hem beni hem de onları
Ahiretin derecelerinde bolca hibelendirsin
Çünkü O, iman ehline ve bizlere
İhsanın tümünü verendir.
Bütün Bid’at’lerin Kötü Olduğu ve Güzel Olan Bir Yönü Bulunmadığına Dair Deliller
1- Allâh Teâlâ Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
"Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim "
Mâlik b. Enes şöyle demiştir: " Kim İslâm dininde bir bid’at (yeni şey, ilâve) çıkarır ve bunun güzel olduğunu iddia ederse, Muhammed (s.a.v.)’in risâlete ihanet ettiğini iddia etmiş olur. Zira Allah, “ bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a râzı oldum " buyurmaktadır. O gün dinden olmayan şey, bugün de dinden değildir ” .
Eş-Şevkânî de şöyle demiştir: “ Madem ki Allâh, Peygamber (s.a.v.)’in vefatından önce bu dini kemale erdirdiğini (tamamladığını) ifade ediyorsa, o halde bid’atçıların Allah Teâlâ’nın dinini kemâle erdirdikten sonra ihdas ettikleri bu görüşler nedir? Şayet ortaya attıkları bu görüşlerin dinden olduğuna inanıyorlarsa bu onların, dinin onların görüşleriyle tamamlanmadığını gösterir ki, bu da Kur’an-ı reddetmektir. Şayet ortaya attıkları bu şeyler dinden değilse, (o halde) dinden olmayan şeylerle uğraşmanın ne faydası vardır?
Bu söz çok güçlü ve büyük bir delildir. Bid’at ehlinin buna hiç bir şekilde itiraz etmesine mahal yoktur. Öyleyse söz konusu bu âyeti daha başta, bu görüş sahibini susturmak, fikirlerini çürütmek ve onların burunlarını yere sürmek için yüzlerine çarpmalısın.”
2- Cabir b. Abdullah Peygamberin (s.a.v.) hutbede şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
“ Sözlerin en güzeli Allâh’ın kelâmı, yolların en hayırlısı da Muhammed (s.a.v.)’in yoludur. En şerli işler (din açısından) sonradan ortaya çıkarılan yeniliklerdir ve her bid’at (sonradan ortaya çıkarılan şey) dalâlettir » .
3- İrbad b. Sariye şöyle rivâyet etmektedir: Peygamber (s.a.v.) kalbleri ürperten, gözleri yaşartan, bir vaaz verdi. Biz; “ ey Allâh’ın Rasulü! Bu bir veda vaazına benziyor, dolayısıyla bize tavsiyede bulun! » dedik, O da;
“ Sizlere Allah’tan korkmanızı ve başınızdaki yöneticilere itaat etmenizi emrediyorum, velev ki başınıza bir köle getirilse bile. Benden sonra hayatta kalanlar bir çok ihtilaflara şahit olacaklardır. Bu durumda, benim ve hidâyet üzere olan Râşid halifelerin sünnetine sımsıkı sarılınız. Sonradan ortaya çıkmış şeylerden sakınınız. Zira her bid’at dalâlettir » .
İbn Receb şöyle der : “ Peygamber (s.a.v.)’in “ Her bid’at dalâlettir » sözü cevâmiu’l-kelim türünden bir ifade olup, İslâm dininin temel prensiplerinden biridir ve bu söz hiç bir bid’atı istisna etmez ” .
İbn Hacer’de şunları söyler: “ “ Her bid’at dalâlettir » sözü, hem lafız hem de manâ açısından önemli şer’î bir kaidedir. Lafız yönüne gelince, şöyle demekle olur: ‘Şunun hükmü bid’attir ve her bid’at dalâlettir. Dolayısıyla bu, dinden olamaz; zira dine ait her şey hidayettir’. O halde sözü edilen hükmün bid’at olduğu sabit olursa, o iki mukkadime (lafız ve manâ) geçerli olur. Bundan istenilen her iki yön hasıl olur.”
Muhammed b. Salih el-Useymîn ise şöyle demektedir: “ Her bid’at dalâlettir » şeklindeki ifade külli, câmi bir ifadedir. Zira “kull” kelimesi umumiliği, genel geçerliliği ifade eden en güçlü edattır.”
Şöyle devam eder: “ Bid’at-ı hasene olduğu iddia edilen her şeyin cevabı bununla verilir. Binaenaleyh, bid’atçıların hiçbir konu hakkında bu bid’at-ı hasenedir demeye hakları yoktur. Zira Peygamber (s.a.v.)’in ‘her bid’at dalâlettir’ sözü elimizde keskin bir kılıç gibidir.
Bu keskin kılıç, düzensiz bir atölyede değil, nübüvvet ve risâlet atölyesinde imâl edilmiş olup, ifade şeklini de Nebi (s.a.v.) oluşturmuştur. Bunu elinde tutanın karşısında hiç kimsenin ‘güzel bid’at’ kavramından bahsetmeye imkânı yoktur. Zira ‘ her bid’at dalâlettir ’ diyen Allâh rasûlü (s.a.v.) ’di r” .
4- Aişe (r.anha), Peygamber (s.a.v.)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir :
“ Kim bu işimizde (dinimizde) onda olmayan şeyleri icad ederse, o şey reddedilir » .
Eş-Şevkânî bu konuda şöyle demektedir: “ Bu hadis, dinin esaslarındandır. Zira bu hadis, sayılamayacak kadar hükümler ihtiva eder. Bu hadis aynı zamanda aklî ve naklî hiçbir tahsis olmaksızın bid’atleri, hasene ve seyyie diye iki kısma ayıran fukahaya yönelik açık bir delildir ” .
5- Abdullah b. Ukeym, Ömer (r.a)’in şöyle dediğini rivayet etmektedir: “ Sözlerin en güzeli Allâh’ın kelâmıdır, yolların en hayırlısı da Muhammed (s.a.v.)’in yoludur. İşlerin en şerlisi sonradan icat edilen şeylerdir. Her yeni şey bid’attir, her bid’at dalâlettir ve her dalâlet de ateştedir » .
6- Abdullah b. Mesud (r.a.) da şöyle der: “ Sizden öncekilere tâbi olun, (dinde) yeni şeyler icad etmeyin, bu size yeter. Zira her bid’at dalâlettir » .
7- Abdullah b. Ömer (r.a.) ise; “ İnsanlar güzel görseler bile (aslında) her bid’at dalâlettir » demektedir.
Bütün bid’atlerin kötü ve çirkinliğine dair deliller zikredildikten sonra buna göre, bidat-ı hasene teriminin batıl olup nas ve rivayetlere tamamen muhalif olduğu açıkça görülür.
Bu bağlamda konu ile ilgili olarak sonuç kısmında on vecih zikredeceğim. Bu vecihlerden herhangi birisi bid’at-ı hasene iddialarını iptal etmeye yeterlidir. Hele bu deliller bir araya getirilip, önceki delillere eklendiğinde iptal gücü daha da artar. Öyleyse, bid’atçının bu konuda hiç bir şüphe ve sözü kalmayacaktır. Bu vecihler sırasıyla şöyledir:
1. Bid’atlerin men edilmesi (yerilmesi) ile ilgili deliller çok sayıda olmasına rağmen, mutlak umumiyet ifade eder şekilde gelmiştir. Bu rivayetlerde bid’atler genel olarak yerilmiş ve herhangi bir istisna zikredilmemiştir. Yine bu rivayetlerde bid’atlerin bir kısmının hidayet vesilesi olduğu veya “ şu konular dışında her bid’at dalâlettir ” şeklinde bir sınırlama söz konusu olmadığı gibi, bu manâya yakın ifadeler de gelmemiştir. Şayet bid’atler içerisinde şer’î bakış açısıyla güzel sayılabilecek örnekler olsaydı bir âyet veya hadisle buna işaret edilirdi. Ancak böyle bir şey yoktur.
Bütün bu deliller, zahirî hakikati üzere olup, hiçbir ferdi istisna etmeksizin umumi anlamlara delâlet etmektedir.
2. İlmî bir esas olarak kabul edilmiştir ki; küllî kaideler veya küllî şer’i kaideler farklı yer, zaman ve durumlarda tekrarlandığı ve bunları sınırlayan, hususileştiren bir şey bulunmadığı zaman, bu, onların lafzı üzere ve umumen, mutlak manasıyla geçerli olduğu anlamına gelir.
Bid’atleri yeren ve insanları onlardan sakındıran hadisler, bu türdendir. Peygamber (s.a.v.) minberden farklı zamanlarda ve muhtelif durumlarda ashabını uyarıyor, « her bid’at dalâlettir » diye tekrarlıyordu.
Hiçbir âyet veya hadiste, ne bir tahsis (sınırlama) ne bir takyid (kısıtlama) ne de umumiyeti farklı anlamaya vesile olacak bir ifade gelmiştir. Bu da bütün açıklığıyla bu nasların umumi ve mutlak anlamda kullanıldığına delâlet eder.
3. Sahabe, tabiin ve daha sonra gelenlerin yâni selefin, bid’atlerin zemmi, bid’at ve bid’atın bulaştığı insanlardan sakındırma konusundaki icma’ıdır. Onlardan bu konuda hiçbir istisna ve tereddüt varit olmamıştır. Araştırma neticesinde sabit olan bu icma, bid’atlerin tamamının kötü ve zararlı olduğuna, bid’at-ı hasene gibi bir şeyin bulunmadığına açıkça delâlet eder.
4. Bid’atın taalluk ettiği şeyin de bid’at sayılması gerekir. Bu da şeriatın karşı çıktığı ve dışladığı türden bir çeşittir. Bu türden her şeyin güzel ve çirkin, övülen ve yerilen şeklinde ayrılması imkânsızdır. Zira aklen ve naklen, şeriat’a muhalif olan bir şeyi güzel görmek doğru değildir.
5. Bid’at-ı hasene tabirini kabul etmek, bid’atte yarışanlara kapıyı sonuna kadar açar. Bu durumda herhangi bir bid’ate karşı çıkmak da mümkün olmaz. Zira her bid’at sahibi kendi bid’atının “ hasene ” olduğunu savunacaktır. Rafızîler, Mutezile, Cehmiyye, Hariciler ve diğerleri hep kendi bid’atlerinin hasene olduğunu iddia edeceklerdir. Bu nedenle, bizim onların hepsine birden «her bid’at dalâlettir» diye karşı çıkmamız gerekmektedir.
6. Bid’atleri güzel göstermenin ölçüsü nedir? Bu konuda kime müracaat edilecektir?
Şayet ‘bu konuda ölçü dine mutabık olmasıdır’ denilirse, biz de, ‘şeriata mutabık olan zaten bid’at değildir’ deriz.
Şayet ‘bu konudaki kaynağımız akıldır’ derlerse, biz de, ‘akıllar birbirinden farklıdır, hangisi bu konuda kaynak olacaktır, hangisinin hükmü kabul edilecektir?’ deriz. Zaten bid’at ihdas eden herkes kendi bid’atinin akıl yönünden güzel olduğunu iddia etmektedir.
7. Bid’atleri hoş görenlere şunu söylemek gerekiyor: “Şayet bid’at-ı hasene adı altında dine bir takım şeyler ilâve etmek câizse, birilerinin de çıkıp aynı gerekçeyle dinden bir şeyi kaldırması veya eksiltmesi câiz olur. Dine bir şey ilâve etmekle dinden bir şey çıkarmak aynı şeydir. Zira bid’at ya bir şeyi fiilen yapmak ya da terk etmek şeklinde olur. Her iki durumda da din ortadan kalkar; bu da bu işe vesile olana sapıklık olarak yeter.
SAHİH SÜNNETTE OLMAMASINA RAĞMEN; CAMİLERDE İŞLENEN BAZI BİDATLER VE NAMAZ KILDIRMA MEMURLARININ BU BİDATLERE GÖZ YUMMASI
- Toplu halde tesbih çekmek
- Cuma namazından önce ve Perşembe geceleri sala verme
- Vefat eden kimsenin arkasından sala verme
- Mevlit okuma
- Bazı mübarek- zayıf hadislerden delil alındığı için sabit olmayan- gündüz ve gece olduğunu iddia ettikleri günleri kutlama
- Cenazede, definde işlenen bir kısım bidatler
- Nikâh tazeleme
- Ezanın merkezi sistem okunması
- Camilerin süslenmesi aşırı masrafların yapılması
- Hızlı ve gereği gibi namaz kılmama
- Teravih namazlarında rekât aralarında salâvat getirilmesi
- Tesbihatta ve zikirde sünnete varid olmayan şeylerin yapılması
- Ezanların sünnete göre okunmaması ve aşırı uzatılması
Bidat Ehlinin Arkasında Namaz

Kuşkusuz bizim burada ele almak istediğimiz husus bidat ehlinin arkasında namaz kılmanın caiz olmadığını göstermektir. Biz burada konuyu ele alırken bir namaz kıldırma memurunun diğer saymış olduğumuz yönleri olmasa dahi sadece bu yönü olmuş olsa bile, yani sadece bidat işlese ve diğer saymaya çalıştığımız küfre, şirke ve ya günahkâr olmasına sebep olabilecek söz ve filler den uzak olmuş ve yapmamış olsa, sırf onun biat ehli olmasıyla o kişinin arkasında namaz kılmanın doğru olmadığıdır.
Aşağıda da örneklerini vereceğimiz gibi, selef âlimler i bidatçi kimselerin arkasında namaz kılmazlardı. Bilmeden arkalarında namaz kılarlarsa cuma ve bayram namazı hariç, kıldıkları namazları tekrar iade ediyorlardı. Ancak devlet, İslam devleti ve bidatçi olan imam, Müslümanların halifesi ise ona sabretmek sünnettir derlerdi. Buna rağmen bazı âlimler yine de namazlarını iade etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel, Ali b. el-Medinî ve Yahya b. Maîn, halife Me'mun'un ardında kıldıkları namazları iade etmişlerdir.
Rasûlullah (s.a.v), kıbleye tüküren bir imamı imamlıktan azletmiş, onun arkasında namaz kılınmasını yasaklamıştır. Ebu Davudda geçen hadisin metni şu şekildedir:
Bir şahıs bir cemaate imam oldu ve kıbleye karşı tükürdü. Rasûlüllah (s.a.v) de bakıyordu. İmam namazı bitirince Rasûlüllah (s.a.v) cemaate şöyle buyurdu:
“Şu şahıs size namaz kıldırmasın.” Bu defadan sonra aynı şahıs o cemaate imam olmak istedi, cemaat ona mani oldu ve Rasûlüllah (s.a.v)’in sözünü ona haber verdiler. O kimse Rasûlüllah (s.a.v):
— Öyle mi buyurdunuz? dedi. Rasûlüllah (s.a.v):
“Evet,” buyurdu. Zannediyorum ki Rasûlüllah (s.a.v) ona:“Çünkü sen Allah’a ve Resulüne eza ettin,” buyurdu. (Ebu Davud-İbni Hibban-Taberani)
Zaten bizim namaz kılınmaz veya sakıncalıdır dememizin sebebi namaz kıldırma memurlarının sadece bidat ehli veya fasık olmalarından dolayı değildir. Bilakis bunlarla birlikte anlatmaya çalıştığımız diğer maddeleri de yapmaları onların arkasında namaz kılmanın caiz olmadığını gösterir. Nitekim Mesela Tevbe suresi 115. ayetinde Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: "Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra sakınacakları şeyi kendilerine açıklayıncaya kadar onları saptıracak değildir." Allah Teâlâ bu ayette "anlayıncaya kadar" demedi, bilakis "açıklayıncaya kadar" buyurdu. Bu, delilin getirilmiş olması demektir. Kıbleye tüküren imam hadisine dönecek olursak, Peygamber (s.a.v), mezkûr şahsı mazur görmemiş, imamlığa devam etmesine musaade etmemiştir.
Cuma ve bayram namazları gibi İslam devletinde halifenin ardında kılınan namazlarda, halife bidatçi ve zalim olsa da ardında namaz kılınır. İbni Ömer (r.a) Haccac’ın arkasında namaz kılmıştır. (El-İrva-İbni Ebi Şeybe Hasen el Basri) “Namazı kıl, onun bidati kendisinedir” demiştir. (Buhari) Kâfir olduğu bilinen kimsenin arkasında ise namaz caiz olmaz. Şeyhulislam İbn Teymiyye der ki; “Başkasının ardında kılma imkânı varken, bidatçilerin ve heva ehlinin ardında namaz sahih olmaz. Bu konuda İslam devletin de Müslümanların halifesi ile başka imamların hükmü farklıdır. Müslümanların halifesinin ardında namazı – halife bidatçi de olsa – ancak bidat ehli terk eder. Eğer bidatinden dolayı tekfir ediliyorsa ardında namaz kılınmaz.”(Tecridul İhtiyarat)
Bidat Ehlinin Arkasında Namaz Kılma Hususunda Selefi salihinin Tavrı:
1- İbrahim b. el-Mugira şöyle dedi: Sufyan es-Sevrî'ye "iman sadece sözdür, amel değildir" diyen bir kimsenin arkasında namaz kılayım mı?" diye sordum, o da: "Hayır! bu kimsenin bir değeri yoktur" diye cevap verdi. (el-Hilye 7/27)
2- İmam Şafii şöyle demiştir: "Rafizi'nin, Kaderiye mensubunun ve Mürcie'den olan kimselerin arkasında namaz kılma!" (Siyeru A'lam 10/31)
3- Yahya b. Main, Halife Me'mun bidat çıkardıktan sonra onun arkasında kıldığı namazları iade etmiştir. (Abdullah b. Ahmed b. Hanbel; es-Sunne (1/130) isnadı sahihtir.)
4- Ahmed b. Hanbel dedi ki: "Ben Cehmî (Allah'ın sıfatlarını tahrif eden ve Allah'ın heryerde olduğunu söyleyen) bir kişinin arkasında kıldığım namazları iade ediyorum." (Ebu Davud; Mesailu Ahmed (43)
5- Malik b. Enes dedi ki: "Bidat ehlinin arkasında namaz kılınmaz" (el-Mudevvene 1/84)
6- Ali b. Abdullah b. Abbas şöyle dedi: "İmam heva (bidat) sahibi biriyse arkasında namaz kılınmaz" (El-Lalkai; Şerhu İtikadi Ehli's-Sunne (1344)
7- İbn Uyeyne dedi ki: "Rafızi, Kaderî ve Mürciî kimsenin arkasında namaz kılma!" (el-Lalkai a.g.e. (1344)
8- Muaz b. Muaz şöyle dedi: Sa'd oğullarından bir adamın arkasında namaz kıldım ve o adamın kaderi inkar eden birisi olduğunu öğrendim. Bunun üzerine kıldığım o namazı otuz yada kırk sene sonra da olsa tekrar iade ettim." (Abdullah b. Ahmed; es-Sunne (2/386)
9- Ebu Süleyman ed-Daranî'ye, Abdulvehhab b. el-Haffaf'ın kaderi inkar eden bir söz söylediği aktarıldı. Ebu Süleyman ed-Darani onun mescidinde namaz kılmayı bıraktı ve başka bir mescide gitti." (Hatib; Tarihu Bağdad (10/249)
10- Muhammed Bin İsmail el-Buharî dedi ki; "Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin sözlerine baktım, küfür bakımından Cehmiye fırkasından (Allah'ın heryerde olduğunu söyleyerek istiva sıfatını ve Kur'an mahluktur diyerek kelam gibi sıfatlarını inkar eden fırka) daha sapık bir kavim görmedim. Onları tekfir etmeyenleri, ancak onların küfrünü bilmediklerinden ötürü mazur görürüm." Yine dedi ki; "Benim için ha cehmî ve rafızinin arkasında, ha Yahudi veya Hıristiyanın arkasında namaz kılmışım fark etmez."(Halku Ef'ali'l-İbad (no:35 ve 53) Beyhaki el-Esma ve's-Sıfat (s.253) Begavi Şerhu's-Sünne (1/228)
11- Abdullah Bin Ahmed, babasından naklen "Kuran mahluktur" diyen kimse için diyor ki; "Böyle diyenin arkasında ne Cuma namazı ne de başka bir namaz kılınmaz. Ancak cemaate gitmek terk edilmez. Onlarla namaz kılındıysa iade edilir."(Abdullah b. Ahmed es-Sünne (1/129) İbn Hani; Mesailul-İmam Ahmed (295) Begavi Şerhu's-Sünne (1/229)
12- Abdullah b. İdris'e bidatçilerin arkasında namaz kılmak hakkında soruldu. Dedi ki: "İnsanlar kendilerinden razı oldukları ve (fasık olmayan) adil kimselerin arkasında namaz kılmaktan geri kalmamışlardır." Denildi ki: "Peki cehmiye?" Şöyle dedi: "Hayır, bunlar savaşılacak insanlardır. Ne onların arkasında namaz kılınır, ne de nikâhlanılır. Onlara ancak tevbe etmek düşer." (Buhari; Halku Ef'alil İbad (No:78)
Bu hususta rivayetler bol ve meşhurdur. el-Hasen el-Basrî rahimehullah dedi ki; "Allah bidat sahibinin ne orucunu, ne namazını, ne haccını ve ne de umresini bidatini terk edinceye kadar kabul etmez."(Lalkai (1/138) Acurri Şeriat (s.64) İbn Vaddah el-Bid'a (s.27) Ebu Şame el-Bais (s.14) Şatıbi el-İtisam (1/134) bu sözün merfu olarak rivayeti ise münkerdir. Bkz.: Elbani Daife (1493)
el-Begavî dedi ki; "Sahabe, Tabiin, onlara tabi olanlar ve Sünnet âlimlerinin adetleri, bidat ehlinden uzaklaşmak şeklinde olmuştur." (Begavi Şerhu's-Sünne (1/227)


11-KÂFİRLERDEN GÖREV ALMA
Bütün mahlûkatın rızkını ayrı ayrı veren yüce rabbimiz şöyle buyurur:
“Musa, Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere and olsun ki, artık suçlulara asla arka olmayacağım, dedi.” (Kasas 17)
İmam Alusi bu ayetin tefsirinde şöyle der: “İlim ehli bu ayete dayanarak zâlimler e yardım ve hizmet etmeyi caiz görmemişlerdir. İbn Ebi Hatim, Cabir bin Hanzala’dan şöyle dediğini nakletmiştir:
Birisi Amr’a “Ben bir kâtibim. Gireni çıkanı yazarım. Bunun karşılığında da mahrum kalmamak için maaş alırım. Siz bu konuda ne dersiniz?” dedi.
Ebu Amr, “Dökülen kanı da yazar mısın?’ deyince adam “hayır” dedi. “Zorla alınan malı da yazar mısın?” deyince adam “hayır” dedi. Ebu Amr adama “Acaba sen Musa (aleyhisselam)’ın şu sözünü işitmedin mi? diyerek "Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere and olsun ki, artık suçlulara asla arka olmayacağım" ayetini okudu. Ayeti dinleyen bu kişi Ebu Amr’a “Vallahi çok güzel tebliğ ettin ya Ebu Amr! Bundan böyle ben bu kişilere bir satır bile yazmam” dedi. Ebu Amr’da “Vallahi Allah (Subhanehu ve Tealâ) seni rızıksız bırakmaz” dedi. Görüleceği üzere selef âlimleri zâlimler in hizmetlerinden kaçıyorlardı.
Yukarda bahsedilen rivayetlerde cereyan eden olaylar genel olarak şeriatın hâkim olduğu, İslam fetihlerinin devam ettiği, İslam adaletinin hükmettiği dönemlerdeki olan olaylardır. Günümüz T.C sinde yapılan zulümleri geçmiş âlimler görselerdi ne derlerdi acaba? Zira tamamen küfür kanunlarının icra edildiği, haramın helal, helalin ise haram kılındığı, İslam dinine irtica ve gericilik dendiği, başörtülülerin resmi daire ve okullara alınmadığı tamamen islamdan uzak bir yönetimin hüküm sürdüğü şu günümüzde acaba bu sisteme yağ sürenler ve bunca haksızlık ve küfrü dile getirmeyen bu dilsiz ve vurdumduymaz namaz kıldırma memurları acaba bu mesuliyetten nasıl kurtulacaklarını düşünüyorlar?

Bir hadiste şöyle geçer: “Kıyamet gününde zâlimler ve yardımcıları hatta onların kalemini açanlar çağırılır ve demirden tabutlara konularak cehenneme atılırlar.” bu rivayet ne de tehdidt vari ve korkutucu bir uyarıdır. Nihayet zâlimler in yardımcıları korksunlar. Ölmeden evvel uyansınlar. Aslen en tehlikeli olan da budur. Allah bizleri cehennem ateşinden korusun. Âmin…
Terzinin biri âlime “Ben zâlimler in elbisesini dikiyorum. Acaba ben Kasas Suresi’nin 17. ayeti gereği zâlimler e yardım edenlerden olur muyum?” diye sorar. Âlim şöyle cevap verir: “Hayır sen zâlimler e yardım eden değilsin. Bilakis sana iğne satanlar zâlimler e yardım edenlerdir. Sen ize bizzat zalim olmuşsun” diye cevap verir. [5]
Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurur:
“Ahir zamanda zalim emirler, fasık bakanlar, hain kadılar, yalancı âlimler olacaktır. Kim onlara yetişirse onlara başkan, vergi toplama memuru, bekçi, polis olmasın.” [6]
Kuşkusuz bu hadisi şerifinde mesajı çok açık ve nettir; bu mevcut sistem zalim değil kâfirin ta kendisi olduğu için bu hadiste bahsedilenden de öte bir durum söz konusudur. Pekâlâ, hadisi şerifte zalimden görev alınmaması gerektiğini bildirirken bu namaz kıldırma memurlarının durumları ne olur acaba?
Yine bir başka hadiste ise şöyle buyrulur:
“Bir takım zalim emirler gelecektir. Kim bunlara muhalefet ederse kurtulur. Kim bu emirler ile içli-dışlı olursa helak olur.”

Şüphesiz namaz kıldırma memurları tağuttan görev alarak onu meşru gösterdiklerinden, küfre sessiz kaldıklarından, dini bütün ve kâmil olarak anlatmadıklarından, gizlediklerinden, destekçi ve taraf olduklarından dolayı büyük bir tehlike ve küfür içinde olabilecekleri kaçınılmazdır.
Allame Takiyyuddin çok değerli eseri Kifayetu-l Ahyar’da bu konu hakkında çok güzel tespitlerde bulunarak şöyle demiştir:
“Çağımızdaki bazı âlimler şöyle bir tahkikte bulunmuşlardır. Kim bir haram iş yaparak bu işin toplumda meşrulaştırılmasına sebeb olursa Kuran’ı pisliğe atanlar gibi kâfir olurlar. Ben Müslümanım demesi bu kişiye bir fayda sağlamaz. Zira bu yaptıkları İslam şeriatının yok olmasına neden olur. Aslen bu tür kişilerin tekfiri daha çok gereklidir. Çünkü bunların halini avam bilmez. Fakat Kur’an’ı pisliğe atan kişi böyle değildir. Şüphesiz bu hareketin küfür olduğu herkes tarafından bilinir. Zira bu konu oldukça açıktır.” [7]
Zâlimler den görev almayı mutlak olarak haram gören âlimlerin bazıları şunlardır:
Yusuf Erdebili, el-Envar, Hibe Babı (1/663).
İmam Gazali, İhyau Ulumuddin, (2/139-150).
Ebu-l Ferec İbn-i Cevzi, Telbisul İblis (sy: 118).
Hatta İmam Kurtubi tefsirinde şunu nakletmektedir: “İslam âlimleri şöyle demişlerdir: Kim zâlimler den imamlık görevini alırsa arkasında namaz kılınmaz. Ancak özrünü beyan etmesi veya tevbe etmesi durumu müstesnadır.” [8]
Dikkat ettiyseniz buraya kadar aktardığım fetvalarda âlimler kişinin haram bir fiili meşrulaştırması hakkında fetva vermişlerdi. Maalesef zamanımızda, özellikle diyanet işlerinde görev alan namaz kıldırma memurları, haramı değil mutlak küfrü meşrulaştırmaktadırlar.
Şüphesiz bu nokta çok önemlidir zira günümüzdeki namaz kıldırma memurları denilen kişiler mekruhu haramı değil, mutlak küfrü meşru göstermektedirler. İslam’a yaptıkları zarar bununla da bitmez. 657 sayılı kanunun tüm maddelerini kabul edip imzaladıktan sonra, yaşantılarını tağuti düzenin emirlerine göre tanzim ederler. Onların emirlerine göre oturup kalkarlar, onların istediği şekilde fetva verip, onların istedikleri (emrettikleri) hutbeleri okurlar. Tağutu meşru gösterip itaat ederler ve halka da tağuta itaat etmeleri için telkinde bulunurlar. Acaba Allame Takiyuddin’in bahsettiği âlimler zamanımızdaki bu kişileri görseydiler ne derlerdi? Bu namaz kıldırma memurlarının küfründe icma etmezler miydi?
Ebul Ala el-Mevdudi’ye müşriklerden görev alınıp alınamayacağı sorulduğunda cevaben şöyle demiştir:
“Bireysel muameleler ile ilgili olarak bir Müslüman’ın, herhangi bir gayri Müslim ile ücret ya da maaş karşılığında hizmette bulunmak üzere anlaşması durumunda herhangi bir sakınca yoktur. Ancak burada yapılacak olan hizmetin herhangi bir haram ile doğrudan ilişkisinin olmaması durumu aranır. Üzülerek belirtmeliyim ki bir kısım ulemanın bireysel muameleler ile ilgili bu fetvaya dayanarak küfür hükümetlerinde memurluk yapmayı caiz göstermeye kalkışmaları doğru değildir. Bu cevazı veren âlimler gayri Müslim birisinin şahsi işi ile gayri İslami bir rejimin toplumsal işi arasındaki temel farkı göz ardı etmektedirler. Gayri İslami rejim İslam yerine İslam dışı olanı, itaat yerine masiyeti, ilahi adalet yerine insan yaşamında Allah’a isyanı amaçlamakta ve icra ettiği tüm işlerde bu amaç saklı olmaktadır. Böyle bir şeyin haram olduğu ve hatta diğer bütün haramlardan daha da şiddetli bir haram olduğu açıktır. Bu yüzden böyle özelliklere sahip bir zulüm düzenini ayakta tutan ve yürüten bölümler arasında ‘falan bölümde iş yapmak caizdir. Falan bölümde iş yapmak caiz değildir’ gibi bir ayrım yapılamaz. Çünkü bütün bu bölümler birleşerek büyük bir masiyeti ortaya çıkarmaktadır. Bu meseleyi daha güzel bir şekilde anlamak için şu misal kâfi gelecektir. Herhangi bir kuruluşun kamuoyunda küfrün yayılması ve Müslümanların irtidadının sağlanması amacıyla kurulmuş olduğunu düşünelim. Bu kuruluşta haddi zatında helal olan ama bu kuruluşun güçlenmesi ve gelişmesine katkısı behemehal kaçınılmaz olan bir işte çalışmak hiçbir Müslüman’a caiz olmaz. [9]
İbni Hacer’in Feth’ül Bari’de “İşçi Babı”nda şöyle nakleder;
“Âlimler , müşriklerin yanında çalışmayı, zaruret olmaksızın ve şu iki şart dışında caiz görmediler:
1 - Yapılan iş Müslümanlara helal olmalıdır.
2 - Müslümanlara zarar verecek konularda müşrike yardımcı olunmamalıdır. (Fethül Bari c: 4 s: 452)
Başka âlimler bu iki şarta şu üçüncü şartı eklemişlerdir:
- Müslümanların, müşriklerin yanında yapacağı iş Müslüman’ı zelil duruma düşürmemelidir.
Bütün bu anlatılanlardan, muvahhid bir Müslüman’ın kâfir hükümetlerin bünyesindeki her tür görevden uzak durmasının imanını muhafazası için gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Şayet kâfir bir devletteki herhangi bir işte çalışmaya mecbur kalırsa, yaptığı işte zulme, batıla, harama yardımcı olmamalı, kâfir kanunlarını korumamalı, kâfir kanunlarına saygılı, ihlaslı olacağı, onu muhafaza edeceği ve bunlar gibi başka meseleleri yapacağı konusunda yemin etmemelidir. Herkes kendisinden sorumludur. Yardımcı olan Allah (c.c)’tır.
Bu namaz kıldırma memurları Allah (c.c)’ın şu ayetlerini de hatırlasınlar:
“Elif, lam, mim. İnsanlar “iman ettik” demekle imtihan edilmeyip hemen bırakılacaklarını mı sanırlar. Biz onlardan öncekileri de imtihan ettik. Allah sözünde duranları bilir ve elbette yalancıları da bilir. Yoksa kötülükleri işleyenler, bizden kaçabileceklerini mi sanıyorlar? Ne kötü hüküm vermektedirler. Allah’a kavuşmayı uman kimse, bilsinki Allah’ın belirlediği süre işte gelmektedir. Allah herşeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir. Her kim (gerek düşmana ve gerekse nefsine karşı) savaşırsa, sadece kendisi için savaşmış olur. Zira Allah, alemlerden müstağnidir.” (Ankebut 1-6)
“İnsanlardan bazıları “Allah’a iman ettik” derler. Fakat Allah yolunda bir eziyet görürlerse, insanların fitnesini Allah’ın azabı gibi görürler.” (Ankebut 10)
Şeyh Hamed b. Atik şöyle diyor:
“Allah (c.c) dünyayı kaybetme bahanesini ileri sürerek küfre girmeyi kendilerine mazeret sayanları, mazeretli saymamış ve onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
“(Ey Muhammed!) De ki: “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız evler, eğer size Allah’tan, rasulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimliyse Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Şüphe yok ki Allah, fasık olan bir kavme hidayet etmez.” (Tevbe 24)
“Kim ahiret sevabını isterse onun sevabını arttırırız. Fakat her kim dünya nimetlerini isterse ona da o istediğinden veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi yoktur.” (Şura 20)
“Kim dünyayı isterse, biz de orada ona, dilediğimizi dilediğimiz kimse için acele edip veririz. Sonra da ona cehennemi hazırlarız. Yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Her kim de mümin olarak ahireti ister ve çalışmasını oraya uygun bir şekilde yaparsa, işte böylelelerin çalışmaları (Allah katında) mükafatlandırılmaya değer bulunur.” (İsra 18-19)
Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Ruhu’l Kudüs (Cibril) kalbime şöyle vahyetti: Hiçbir nefis rızkını tam olarak almadan ölmeyecektir. Şeytan, rızkınızın gecikeceği konusunda sizi kandırarak sakın rızkınızı haram yoldan almaya sevk etmesin.” (İbni Mace, Taberani, Hakim)
12- ZÜLUM VE HARAB

Tek hüküm koyma yetkisine sahip olan yüce rabbimiz, anayasamızda şöyle buyurur:

"Allah’ın mescidlerinde, O’nun adının anılma*sını engelleyen ve bu mescidlerin yıkılmasına sa'yeden, çaba harcayanlardan daha zâlim kim vardır? Böyleleri o mescidlere ancak korka, korka girebi*lirler. Dünyada onlar için rüsvalık var, âhirette de elim bir azap beklemektedir onları."(Bakara 114)
İslam’ın istemiş olduğu ve tarih boyunca tatbik edilmiş olan; siyasi, askeri, ilmi, ictimai, meşvere, meva gibi birçok görevi üstlenmiş mescidlerin görevini ortadan kaldırarak sadece mabedler haline getirenlerden daha zalim kim olabilir. Ya da buna maşa ve vesile olanlardan daha zalim kim olabilir.
Herkesin de bildiği gibi bugün bir kişi ben camide ders yapmak, siyasi meseleler konuşmak ve ya ictima-i bazı meseleleri dile getirmek istiyorum dese, buna kesinlikle müsaade edilmez. Zira din bu güruha göre sadece vicdanlarda hapsolunmuş kişinin kalbi ile Allah arasında bir meseledir. Din onlara göre; abdest, namaz, hac, oruç bir kısım ibadetten meydana gelmiş manevi değerlerdir. Bunun ötesine geçmez. Dinin, Allah ve resulünün hayata müdahale etmesi gibi, sisteme müdahale etmesi, Allahın hâkimiyeti, sözünün geçerli kılınması, hâkimiyetin Allaha verilmesi, resulünün(s.a.v)önder kabul edilmesi böyle şeyler konuşmak zaten abestir… Diyerek günümüz mescitlerinde, İslam’ın istemiş ve emretmiş olduğu böyle bir şeyler yapılması yasaktır. Ders yapmak ilim halkaları oluşturmak bu zaten düşünülemez. Sadece mescide gelmek istersen, gel namazını kıl hemen kaç…bunun dışında sakın ola mescitlerde başka şeyler yapma!.. Allahın evinde dünya kelamı konuşmak olur mu hiç!

Herhalde bunların önderleri peygamberimizin dışında başka kimseler olduğu için Rasülullahın bütün dünya ve ahiret işlerini camide yaptığını ya bilmiyorlar veya bu konuda cahiller... Biz burada yeri gelmişken böyle cahil namaz kıldırma memurlarına seslenerek, camilerin Rasûlüllah (s.a.v)dönemindeki fonksyonuna kavuşturulmasını ve islamın camiye yüklemiş olduğu bütün görevlerin yüklenmesi gerektiğini dile getirmek istiyoruz. Aksi takdirde bunu yerine getirmezlerse bu yukarıdaki ayetin muhatabı direkt olarak sizler olacaksızınız… Ve sizlerden daha zalim kim olacak ki?
"Allah'ın mescitlerinde sadece namaz vakitlerinde açan ve hemen akabinde kapatan ve islama, Müslümanlara açmayanlardan ve islamın hizmetine sunmayanlardan, Allah'ın adının anılmasını engelleyenlerden... daha zalim kim olabilir?" Hiç kimse olamaz.

Genel olarak mescidlerde islamın istemiş olduğu, mescid vazifesinin yerine getirilmesini engelleyen, namaz kılmanın ve orada İslâm'ın şiarlarının açıkça ortaya konulmasının engellenmesi ve islam tarihi boyunca mescidlerin üstlenmiş oldukları görevleri üstlendirtmeyip günümüz mescidleri gibi sadece kuru bir ibadet haneye çevirenler işte mescidleri tahrip edenler ve yıkanlar bunlardır.
Bu ayetle ilgili olarak basair el- kuran tefsirinde şunlar yer almaktadır; Yeryüzünde zulümlerin en çirkini Allah’ın arzında, Allah’ın mescidlerinde, Allah’ın adının anılmasını engellemektir. Mescidlerde Allah’ın adının anılmasını engellemek; öncelikle Al*lah’ın hukukuna müdahale, sonra da müslümanların ibâdet öz*gürlüklerine kısıtlama anlamına gelir ki, bundan daha büyük bir zulüm düşünmek mümkün değildir. Evet, Mescid-i Aksa’yı, Mescid-i Haram’ı ve topyekün dünya mescidlerini bu hale getirenlerden daha zâlim kim olabilir? Yeryüzü*nün en büyük zâlimleri bunlardır.

Bu adamlar ki, kendilerini hâlâ cennetlik zannediyorlar. Ken*dile*rinden başka kimseye de cenneti vermek istemiyorlar. Ama bakın ki beri tarafta, Allah’ın bu mescidlerini ve yeryüzünün her mekânı olan mescidlerinde, Rabbim Allah diyenlere hayat hakkı tanımıyorlar. Alla-hu Ekber demelerine tahammül edemiyor*lar. Namaz kılmalarına tahammül edemiyorlar. Allah’tan başka herkesin büyütülmesine, Al*lah’-tan başka herkesin hamd edilme*sine razı oluyor adamlar da Al*lah’ın hamd edilmesine razı olmu*yorlar. Allah’tan başka herkesin dü*şüncelerini sergilemesine izin veriyorlar da Allah’ın ahkâmının uygulanmasına tahammül edemi*yorlar.

Allah’ın kitabının okunmasına, Allah’ın ayetlerinin anlatıl*ma*sına izin vermiyorlar. Allah kullarına, Allah’ın mülkünde, Allah’ın iste*diği hayatı yaşamalarına izin vermiyorlar. Allah’ın kullarının şu yer*yüzü mescidinde, şu arzda, Allah’ı hamd etmelerine yani Al*lah’ın iste*diği biçimde giyinmelerine, Allah’ın istediği biçimde bir hayat sürmele*rine izin vermiyorlar. Öylece Allah’ı övmelerine, Al*lah’a hamd etmele*rine izin vermiyorlar. Şimdi acaba bundan daha büyük zulüm olur mu? Onun mülkünde ona hayat hakkı tanımı*yorlar. Bu halleriyle nasıl olu*yor da bu adamlar, hâlâ cennetlik ol*duklarını söyleyebiliyorlar? Hâlbuki Allah, onlar için zâlimler in en kötüsü ifadesini kullanıyor.

Şu anda da tüm yeryüzü mescidlerinde Allah’ın ayetlerinin açık açık gündeme getirilmesine, dünya Müslümanlarına rahat rahat Allah’ın ayetlerinin duyurulmasına ve tüm dünya Müslümanlarının bu ayetlerle eğitilmesine imkân vermeyerek, sa*dece kendilerinin izin ver*diği kadar ayetlerin duyurulmasına ve bunun dışındaki ayetlerin ya*saklanmasına çalışanlar, bunlar mı cennetliktir? Ya da bunlardan daha zâlim kim olabilir? Bu adamla*rın da kendilerini cennetlik görme*lerine hayret etmemek mümkün değildir.

Nereden alıyorlar bu adamlar bu garantiyi? Nereden alıyor*lar bu müjdeyi? Hem Allah’ın arzında Allah’ın adının anılmasına müsa*ade etmiyorlar, Allah’ın ve onun sisteminin gündeme getirile*rek yücel*tilmesine tahammül edemiyorlar, mescidlerde Allah’ın ayetlerinin açık açık okunmasına, anlatılmasına tahammül ede*miyorlar, böylece mescidleri harap ediyorlar, mescidleri aslî fonk*siyonlarının dışına çı*karıyorlar, hem de kendilerini cennetlik görü*yorlar. Gerçekten tuhaf bir şey.

Peki, acaba mescidlerde Allah’ın adının anılması ne demek*tir? Mescidlerde Allah’ın adının anılması demek; gündem maddesi olarak Allah’ın ve Allah’ın ayetlerinin açık açık konuşul*ması, gündeme geti*rilmesi demektir. Allah’ın ayetlerinin, Allah’ın kitabının mücerret okunmasına ses çıkarmayanlar, bu ayetlerin muhtevalarının gündeme getirilmesine, ayetlerinaçıklanmasına tahammül edemiyorlar. Ayetlerin mânâlarının net bir biçimde or*taya konulmasına tahammül edemi*yorlar. Kendi kanunlarıyla, kendi arzularıyla Allah’ınkiler çatışınca Al*lah’ınkilere izin verme*meye çalışıyorlar. En iyisi mi Allah’ın arzularını duyurmayalım. Eğer insanlar Allah’ın ayetlerini, Allah’ın arzularını du*yarlarsa o zaman onunkilerle bizimkiler çatışacak, insanlar bizimkileri mi dinleyecekler, Allah’ınkileri mi? Bu kaostan kurtulmak için ne pa*hasına olursa olsun Allah’ınkilere geçit vermeyelim diyorlar.

Kâbe’de, Allah’ın arzında, Allah’ın mescidinde, Mescid-i Aksa’-da yine Allah’ın mescidinde, Allah’tan başka ne kadar tan*rıça, tanrı taslağı varsa bunların hepsinin adının anılmasına mü*saade etti*ler, ama Allahü Teâlâ’nın adının zikredilmesine müsaade etmediler. Oralarda herkesin arzularının, isteklerinin, emir ve ya*salarının duyurul*ma-sına izin verdiler de Allah’ın yasalarının açıkça ilânına ya*saklar koydular. Müslümanları oraya sokmamaya, orada namaz kıl*malarına engel olmaya çalıştılar.

Şu anda da dünyada herkesin adının zikredilmesine evet, ama Allah’ın adının zikredilmesine hayır dedikleri gibi. Gündem maddesi olarak her şeyin alınmasına evet ama Allah’ın adının anılmasına hayır dedikleri gibi. Halbuki Allah’ın adının anılmasına engel koymaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Tüm dünya günde*minde zikredilecek tek isim, tek sistem Allah’ın ismidir, Allah’ın sistemidir. Ve Rabbimizin gündemi olan bu kitap, bize neleri gün*deme alın diyorsa, onları gündeme al*mak zorundayız. Başkalarının gündem maddelerini konuşmak zo*runda değiliz. Bunu yapınca gündem maddesi olarak sadece Allah’ın ayetlerini kabul edince, o zaman mescidleri harap olmaktan kurtarmış oluruz.

Esasen mescidleri imar etmek demek, o mescidlerin fonksi*yo*nunu ve misyonunu imar etmek demektir. Mescidleri yık*mak da sa*dece onların yapılarını, duvarlarını yıkmak değil, mescidlerin fonksi*yonlarını yıkmak demektir. Mescidleri aslî fonk*siyonlarından çıkarıp, başka maksatlar için kullanmaya başlamak demektir. Mescidleri ha*rap etmek demek, onları asr-ı saâdet’teki işlevlerinden uzaklaştırmak mescidleri cemaatsız bırakmak, mescidlerle insan*lar arasına barikat*lar koyarak, insanların mescidlere gitmesine im*kân bırakmamak de*mektir. Mescidleri ha*rap etmek; demek mescidlerin hayatı düzenleme fonksiyonunu öl*dürmek demektir. Mescidleri harap etmek demek; orada Allah’ın sesinin üzerinde baş*kalarının seslerini yükseltmek de*mektir. Zira mescidlerde en gür seda Allah’ın sedası olmalıdır.

Mescidlerde Allah’ın sedası kesilmiş, Rasûlullah’ın sedası kı*sıl*mış ve onların yerine birilerinin sesi, sedası, talimatları yüksel*til*me-ye başlanmışsa bilelim ki, o mescidler harap olmuş demektir. Mes-cidlerde birilerinin arzuları ve tâlimatları Allah’ın arzularının ve tâ*li-matlarının önüne geçirilmişse, işte o zaman mescidler harap olmuş demektir. Zahiren süslü ve görkemli olsalar da onlar yıkıl*mış demek*tir.

Müfessirler demişler ki; bir dönem müşrikler Allah’ın Rasûlünü ve beraberindeki müslümanları Hudeybiye denen yerde tutup Kâbe’ye, Allah’ın mescidine sokmamışlardı da bunun üze*rine bu ayet nazil olmuştur. Gerçi bugün de müslümanlar Kâbeden engelleniyorlar.

Kâbe ile, o mescitle müslümanların arasına barikatlar koy*maya ve Allah’ın kulları hacdan engellenmeye çalışılıyor. Müslü*man*lar da bu engeller karşısında boyun büküyorlar, çaresizliklerini ortaya koyuyorlar. Eh ne yapalım izin yok, gidemiyoruz diyerek bo*yun bükü*yorlar. Meselâ bizim işyerimizle evimizin arasına engeller koyup, kendi evimize gitmemizi engelleseler ne yaparız? Eh ne ya*palım engel var, biz de evimize gitmeyiverelim der misiniz? De*meyiz değil mi? Ya-hu bu ev bizim evimiz, ne yapıp yapıp bu en*gelleri kaldırıp mutlaka evimize ulaşmalıyız deriz değil mi? Her türlü engelin bertaraf edilmesi için bu uğurda savaş veririz değil mi? Neden? Çünkü orası bizim evi*miz. Orayı da kendi evimiz bile*bilsek, Kâbe’nin de kendi evimiz oldu*ğunu bir anlayabilsek, eminim bunun çaresini de düşüneceğiz. Bizi bi*rilerinin kendi evimizden menetmesi, engellemesi karşısında boyun büküp teslim olmaya*cağız, bunun çarelerini araştıracağız demektir. Ama galiba orasını kendi evimiz bilmediğimizden engel varmış diye boyun büküyor ve bunu kabulleniveriyoruz.

Ama burada anlatılan sadece Kâbe değil, tüm arz mesci*dinde Allah’ın adının anılmasının, Allah’ın ayetlerinin, Allah’ın sis*teminin gündeme getirilmesinin yasaklanması söz konusudur. Hani Allah’ın Rasûlü buyurur ya:

"Tüm arz benim için mescid kılındı."

Öyleyse tüm arzda Allah’ın adının anılmasını engelleyen*den daha zâlim kim vardır? Her yerde, mektepte, adliyede, iş ye*rinde, dükkânda, okulda, pazarda, panayırda, evde, sokakta, Al*lah’a sec*deyi engellemek istiyorlar. Arzın her bir makamında Allah kullarının Rablerine secdesine izin verememeye çalışıyorlar. Peki, secde neydi? Secde, o konumda, her bir konumda Allah’ın emirle*rini yerine getir*mektir. Her yerde Allah’ı ve Allah’ın emirlerini gün*deme getirmek, her bir makamda Allah’a kulluğu gerçekleştirmek zorundayız. Kimse bizi bundan engelleyemez. Kimsenin buna hakkı yoktur. Bunu engellemek şöyle dursun, Allah düşmanları, Allah’ın adının zikrine ve Allah’ın ayetlerinin gündeme getirilme*sine tahammülü olmayanlar:
"Böyleleri o mescidlere ancak korka korka girebi*lir*ler."

Tüm arz mescidinde ancak korkarak dolaşmaya mahkûmdurlar. Bunlar, bu zâlimler pek kısa bir zaman sonra bu mescidlere ancak korka korka girebileceklerdir. Yakında bunların tüm arz mescidin-de güvenleri kalmayacak, tüm yeryüzünde ancak korka korka dolaşabi*leceklerdir. Bu ayetleringelişinden hemen üç beş yıl sonra Mekke putlardan temizleniyor, Kâbe’de, Allah’ın mesci*dinde Allah’ın büyük*lüğü ilan ediliyor, tekbir getiriliyor. Kısa bir süre sonra da Kudüs fet*hediliyor Mescid-i Aksa’da da Allah’ın hâ*kimiyeti gerçekleştiriliyordu.

Bununla Rabbimiz Müslümanlara şunu anlatıyor: Ey Müslümanlar, düşünün ki o gün Müslümanlar bir avuçtu. Allah’ın mescidi olan Kâbe ve Mescid-i Aksa güçlü kuvvetli kâfirlerin elin*deydi. Bu ayetler geldiği dönemde tüm dünya bunun hayal oldu*ğunu, bu ayetleringerçekleşip Kâbe’nin ve Kudüs’ün müslümanların hâkimiyetine geçmesinin mümkün olmadığını zan*nediyordu. Ama bakın ki, çok kısa bir zaman içinde oldu bu iş.

Ey müslümanlar! Şu anda da Kudüs ve tüm arz mescidlerinde güçlü kâfirler var. A.B.D' si var, A.E.T' si var, Siyonistleri var, bunların uşakları var, güçleri var, orduları var, imkânları var. Ama ne gam, beri tarafta da Allah var. Bilesiniz ki çok yakın bir gelecekte tüm arzda Al*lah’ın ayetlerinin pratik uygulanması hayal gibi görülebilir. Mümkün değil gibi görülebilir. Ama bilesiniz ki, çok yakın bir zamanda Allah’ın yardımıyla tüm yeryüzünde, tüm yer*yüzü mescidlerinde yine Allah’ın adı yükselecek, yine Allahü Ekber diyenler yeryüzüne hakim olacak, buna yine bu ihtiyar dünya şahit olacaktır Allah’ın izniyle. Çok yakın bir gelecekte müslümanlar yine Azîz ve şerefli olacaktır Allah’ın iz*niyle. Evet bu ayet bugünün müslümanlarına bu müjdeyi veriyor.

Rabbimiz bu ayetiyle bu zulme ve zâlimlere karşı mü'minlerin sağlam durmalarını ve onlarla savaşılarak toplumda, onların güçleri*nin kırılmasını emretmektedir.
Bu zâlimler topluma hakim konumda olmamalıdırlar buyur-mak*tadır. Çünkü çok kısa bir dönem sonra İslâm’ın egemenliği söz konusu olacak, Müslümanlar hayata egemen olacaklar, Al*lah’ın yer-yüzüne müslümanlar hakim olacak, bu sefer de onlar tüm arz mescidinde korka korka dolaşmak zorunda kalacaklar. Çok kısa bir süre sonra. Çünkü bakıyoruz bu ayetler hicretten bir yıl sonra filan nazil olmuş ve hicretten bir altı yıl sonra Mekke fet*hedilmiş, Kâbe Rabbimizin adının anılması üzerine tekrar dü*zenlenmiş ve Mekke’nin fethinden bir sekiz on sene sonra da Kudüs fethedilmiş ve artık yer*yüzünde sadece Allah’ın adının yü*celtilmesine zemin hazırlanmıştır. Bu ayetlerin gelişinden beş on yıl sonra o bölgelerde bir tek müşrik, bir tek kâfir kalmamış, kimisi Müslüman olmuş, kimileri de dış dün*ya-da cizye vermek zorunda kalmışlar, Müslümanların varlığına Al*lah’ın adının anılmasına korka korka razı olmak zorunda kalmışlardır.

Eğer gerçekten bu ayetler bizlere de nazil olmaya devam ederse, sahabeyi dirilten bu ayetler bize de konuşmaya devam eder*lerse, biz de bu ayetlerle amel edip cennete gidebilmenin yolunu bu*labilirsek, hiç şüpheniz olmasın ki, kısa bir dönem sonra yeryüzünün kâfirleri acaba bizim bunlara yaptığımız gibi bu Müslümanlar da bize mukabelede bulunarak yaptıklarımızın he*sabını soracaklar mı diye korku içine düşecekler. Zaten şu anda tüm yeryüzü kâfirlerinin kor*kulu rüyası da budur. Hafakanlar geçi*riyorlar, uykularını kaybediyorlar acaba hesaplaşma zamanı geldi mi diye adamlar. Hâlbuki korkma*ları da gereksizdir. Çünkü biz müslümanız. Bizim onlar gibi zulmet*memiz mümkün değildir. Biz*ler onlar gibi asla zâlimler olamayız. Biz*ler asla onların bize yap*tıklarını onlara yapamayız. Aksine bizim on*lara davetiyemiz şöyle olacaktır: Gelin ey kâfirler siz de müslüman olun. Müslüman olun da dünyanın da âhiretin de nîmetleri sizin olsun. Gelin müslüman olun da sizin de bizim de Rabbimizin arzuları yeryü*zünde hakim olsun, kulun kullara kulluğu bitsin bu dünyada, diyece*ğiz. Gelin bi*rinin diğerine zulmü bitsin diyeceğiz. Gelin birimizin diğe*rine üs*tün-lüğü, alçaklığı söz konusu olmadan, birimizin diğerine hük*met*mesi, itaat etmesi söz konusu olmadan hepimiz eşit kullar olarak Rabbimize boyun bükelim. Hepimiz Rabbimize kul olalım. Hepimi*zin üzerinde Allah egemen olsun. Aksi takdirde siz bilirsiniz:
"Dünyada onlar için rüsvalık var, âhirette de elim bir azap beklemektedir onları."

Dünyada rüsva olacaktır bunlar. Yahudiler için, hıristiyan*lar için ve de Allah’ın arzularına geçit vermeyen, kendi sistemleri*nin uy*gulanabilmesi için Allah’ın sistemine geçit vermeyen tüm müşrikler için dünyada rezillik ve rüsvalık vardır. Dünyada rezil ve perişan ola*caklardır onlar.

Bu ayetleringelmesinden hemen kısa bir süre sonra Mekke’nin fethiyle müşrikler, Yermük’te hıristiyanlar, Kadisiye’de mecu-siler, Kureyza savaşlarıyla veya Kudüs’ün fethiyle yahudiler, Mı*sır’ın fethiyle Kıptiler, Ermeniler, Anadolu’nun fethiyle Rumlar, Hıristi*yanlar, hepsi dünyada rezil ve perişan oldular. Unutmayın ki pek ya*kında yine aynısı olacaktır. İman edenler kurtulacak, iman etmeyenler de rezil ve perişan olacaklardır. Bu dünyada rezil ol*malarının yanında, öbür tarafta da onları elim bir azap beklemek*tedir.

Öyleyse tüm dünya zâlimlerine haber veriyoruz bunu. Hazır*lan*sınlar dünyadaki rüsvalıklarına. Hazırlansınlar âhiretteki en büyük azaplara. Geçen her saniye, attıkları her adım, aldıkları her nefes onları bu korkunç sona, rüsvalığa ve de âhiretteki korkunç azaba gö*türüyor. (Basair Kuran Tefsiri)

13- ALLAHIN DIŞINDA BAŞKA BİR ŞEYE YEMİN ETME
Kuşkusuz dinimizde yeminin nasıl edileceği ve nelere yemin edilmeyeceği açıkca belirtilmiştir. Üzerine Yemin Edilmesi Yasaklananlar şeylerin bazıları şöyledir: (Peygamber, Kâbe, Melekler, Gökyüzü, Ecdat, Hayat, Ruh, Başkan, Sultanın Hayatı, Sultanın Nimeti, namus ve şeref, anayasa ayrıca bir Kimsenin türbesi ve emanete yemin etmek yasaktır. Bu tür şeylerin üzerine yemin edilmesini yasaklayan sahih hadislerde şöyle haber verilmektedir:
İbni Ömer radıyAllahü anhümâ'dan rivayet edildiğine göre Nebî (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki Allah Teâlâ sizin babalarınızın adı ile yemin etmenizi yasakladı. Yemin etmek isteyen kimse Allah'ın adı ile yemin etsin veya sussun."
Abdurrahman İbni Semüre radıyAllahü anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Putlara ve babalarınıza yemin etmeyiniz."

Büreyde radıyAllahü anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Emanete yemin eden kimse bizden değildir."
Burada namaz kıldırma memurlarınınve T.C bütün memurların nasıl yemin ettiğine gelin yakından bir bakalım;
ASLÎ DEVLET MEMURLUĞUNA ATANANLARIN YEMİN MERASİMİ YÖNETMELİĞİ
Resmî Gazete'de Yayım Tarihi ve Sayısı: 30.11.1982–17884
Amaç ve Kapsam
Madde 1- Bu Yönetmelik 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tâbi tüm kamu kurum ve kuruluşları ile bunların personelinden, Aslî Devlet Memurluğuna atanan personelin, 657 sayılı Kanunun 2670 sayılı Kanunla değişik 6. maddesi gereğince yemin etmeleri için kurum veya kuruluşlarınca düzenlenecek yemin, merasiminin usul ve esaslarını belirlemek amacıyla düzenlenmiştir.

Özel Hükümler
Madde 2- Devlet Memurları Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına ve kanunlarına sadakatla bağlı kalmak ve bu kanunları sadakatle uygulamak zorundadırlar. Devlet Memurları bu hususu aslî Devlet Memurluğuna atandıktan sonra en geç bir ay içinde kurumlarınca düzenlenecek me*rasimde yapacakları yeminle belirlerler.
Yemin Metni Aşağıdadır:
“Türkiye Cumhuriyeti anayasasına, Atatürk ilke ve inkılâplarına, anayasada ifadesi bulunan Türk milliyetçiliğine, sadakatle bağlı kalacağıma, Türkiye Cumhuriyeti’nin kanunlarına milletin hizmetinde olarak tarafsız ve eşitlik ilkesine bağlı kalarak uygulayacağıma, Türk milletinin milli ahlakını, manevi ve kültürel değerlerini koruyup bunları geliştirmek için çalışacağıma, insan haklarına ve anayasanın temel ilkelerine dayanan milli, demokratik, laik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarımı bilerek, bunları davranış halinde göstereceğime namus ve şerefim üzerine and içerim.”
Bu madde de, üzerine yemin edilerek bağlı kalınacağına dair; Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlılık, milliyetçilik, eşitlik, anayasanın temel ilklerine, laikliğe, demokrasiye, cumhuriyete vs. şeyler üzerine bağlı kalınacağına namus ve şeref üzerine yemin edilir.
T.C anayasasındaki bu maddenin İslama göre bu söylenen sözlerin ne manaya geldiğini iyi anlamak için yeminin ne manaya geldiğini kavramak gerekir. Yemin; Verilen bir haberin veya söylenen bir sözün doğru olduğuna yemin edilen şeyle kuvvetlendirilmesidir. Bu da sadece Allah'ın adı anılarak yapılır. Vallahi, Billahi, Tallahi gibi. Allah'ın dışında hiçbir şeyin adı ve sıfatı anılarak yemin edilmez. Yüceltilmeye layık sadece Allah'tır. Dolayısıyla yemin edecek kimse; ya Allah adına yemin etsin veya sussun buyrulmaktadır.
Hadiste buyrulan, tek olarak "emanete yemin eden" ise “Bizden değildir” denerek bizim yolumuzda değildir, yani Müslüman olma yolunda değildir anlamında kullanılmıştır.
Yine Büreyde radıyAllahü anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Ben İslâm'dan uzağım diye yemin eden kimse, eğer bu sözünde yalancı ise, söylediği gibidir. Eğer sözünde doğru ise, o kişi inancından bir şey kaybetmeden İslâm'a dönemez."
İbni Ömer radıyAllahü anhümâ, hayır, Kâbe hakkı için, diye yemin eden bir adamı işitmişti. Bunun üzerine o, adama şöyle dedi:
Allah'tan başkasının adına yemin etme. Çünkü ben Resûlullah (s.a.v)'i şöyle buyururken işittim:
"Allah'tan başkası adına yemin eden kimse küfre veya şirke düşmüş olur."
Bir kimse her hangi bir şeye yemin ediyorsa; ona saygı ve sevgi beslediğinden ve onu tazim ettiğinden dolayıdır. Bu da dinen sakıncalı ve tehlikelidir.
Dinimizde Allah'tan başkası büyük tanınmaz, tanınamaz. Allah'tan başkası kanun koyucu tanınmaz. Allah'tan başkası rızık verici tanınmaz, eğer birileri böyle tanıyacak olurlarsa Allah'tan başka birisini veya birilerini Allah'a ortak kılmış olacaklarından dolayı şirke düşerler, Allah'tan başkası adına yemin eden kimse de başkalarını büyük tanımış olacağından dolayı kişiyi küfre ve şirke götürebilir. O kimseyi ve kimseleri Allah'a eş tutmasından ve Allah'ı büyük saymak gibi büyük görmeleri sebebiyle sakındırılmıştır.Bir diğer hadisi şerifte; kim Allahın dışında başka bir şeye yemin ederse şirk koşmuş olur. Buyrulmaktadır. Bu hadisin diğer lafzında ise; küfre girer denmektedir.
Bir müslümanın ise Allahın dışında her hangi bir şeye ve özellikle de tağuti düzen ve sistemlere, ya da kâfir olan, islam hilafetini ilga eden ve büyük bir toplumun âlimler i ve davetcilerini istiklal mahkemeleri adı altında idam ederek cahilleştiren ve batılılaştıran bir kimse üzerine yemin etmesi nasıl düşünülebilir? Bu cahillik ve umursamazlıktır.
Böyle kimseler ve rejimler ise İslam’ın nazarında, inkar edilmesi ve kendisinden, yardımcılarından, dostlarından ve ona tabi olanlardan kaçınılması gereken büyük bir tağuttur.
Allah buyurur ki: “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğut’a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tâğut’un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” (Nisa 60)
Allah, onların imanlarını, kalpte ve vücutta olmayan, bir iddia ve yalan olarak kabul etmiştir. Bunun delili ve işareti, vahiyle onları inkar etmeleri ve onlardan uzaklaşmaları kendilerine emrolunduğu halde, onların -din veya dünya işlerinden birinde- tağuta hüküm için başvurmalarıdır!
Tağutun hükümlerini ve kanunlarını korumaya çalışacağına dair ağır yeminde bulunan bir kimsenin, küfür ve nifaka yemin ettiğinde, hayatlarının herhangi bir işinde tağuta hüküm için başvurmayı isteyen o kimselerden olup, iman iddiasını yalanladığında şüphe yoktur…
Allah’a ve tağuta imanın bir kişinin kalbinde bir arada bulunması imkansızdır. Allah buyurur ki: “O halde kim tâğutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.” (Bakara 256)
Allahü Teâlâ, tağuta imanın, Allahü Teâlâ’ya imanla birlikte bir yerde bulunmasının imkansız olduğundan, tağutu inkarı, Allah’a imandan ya da Allah’a imanı tağutu inkardan önce belirtti… Bu sözün aksi, bir şeyin zıddıyla birlikte bir anda olmasını gerektirir. Bunun örneği, bir kişiyi muvahhid ve müşrik, yaşıyor ve ölü, var ve yok olarak nitelemendir… Akıl ve şeriat bunu kabul etmez.
Allah buyurur ki: “Tâğut’a kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır.” (Zümer 17)
Bu ayet-i kerime, tağutu inkâr anlamlarını ifade etmektedir. Bu, ondan kaçınmak ve uzaklaşmak, tağuttan, onun kullarından ve ona yaklaşan herkesten uzaklaşmaktır. Onlar, tağuttan uzaklaşırlar, ondan kaçınırlar, herhangi bir şeyde ona yaklaşmazlar. Sonra Allah’a iman ederler ve onu bir’lerler. Kıyamet gününde Rıdvan ve naim cennetleri müjde olarak -sadece- onlaradır.
Bunun benzeri, Allah’ın şu sözüdür: “And olsun ki, her ümmete: “Allah’a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının” diyen peygamber göndermişizdir.” (Nahl 36) Bu nedenle peygamberlerin -tarih boyunca-, tevhidi gerçekleştirme, tağutu ve ona yaklaştıran her şeyi inkar dışında bir görevleri olmamıştır.
Tağut, Allahü Teâlâ dışında -ya da beraberinde- ilah kabul edilen, ibadet edilen ve itaat edilendir. İsterse bu, ibadet ve kulluk yönlerinden bir yönle gerçekleşsin. Ta ki, ayrıntılı yönüyle tağutun anlamını anlayalım. Müslüman ülkelerde hakim olan, sonradan konulmuş olan cahili anayasalar, kendisinden kaçınılması ve inkar edilmesi gereken tağut kapsamına girer mi? İbni Kayyim’in (Allah rahmet etsin) tağutu tarifinde ve bu ismin içerdiği anlamda duralım. İbni Kayyim, İ’lam’da 1/50 der ki: “Tağut, kulun, sınırını aşmadığı mabud, ibadet ettiği, tâbi olduğu ya da itaat ettiği her şeydir. Allah ve Rasulü (sav) dışında bir topluluğun hüküm için başvurduğu, Allah dışında kulluk yaptığı ya da Allah’tan bir bilgisi olmadığı halde boyun eğdiği, Allah’a itaat olduğunu bilmeyip itaat ettiği her şeydir. Onlar dünya tağutlarıdır. Onları ve insanların onlarla ilgili durumlarını düşünürsen, insanların büyük bir çoğunluğunun Allah’a kulluktan tağuta kulluk yapmaya geçtiğini, Allah ve Rasulü’ne (sav) hükümde başvurmak yerine tağuta başvurduğunu, Allah’a ve Rasulü’ne (sav) boyun eğmekten, tağuta boyun eğmeye, Allah’a taat ve Rasul’e bağlılıktan tağuta itaat ve ona bağlılığa geçtiğini görürsün.”
Der ki: Kim Rasul’ün (sav) getirdiği dışında bir şeyle hükmeder ya da böyle bir şeye başvurursa, kuşkusuz o tağutla hükmetmiş ve tağuta başvurmuştur.
14-BELAMLIK
Yüce Mevla’mız anayasamızın Araf suresi 175-176-ayetlerinde;" Ey Muhammed, onlara şu adamın halini anlat: "Biz ona ayetlerimizi vermiştik. O, onlardan sıyrılıp çıktı. Şeytan onu peşine taktı. Nihayet azgınlardan oldu."Eğer dileseydik onu ayetlerimizle yüceltirdik. Fakat o, ebedî kala*cakmış gibi dünyaya sarıldı. Ve arzularına uydu. Onun hali şu köpeğin du*rumuna benzer ki, üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. Ayetlerimizi yalanlayan kavmin sıfatı işte budur. Ey Muhammed, bu kıssayı anlat. Gerekir ki düşünürler.
Ey Muhammed, sen, ümmetine, kendisine deliller verdiğimiz o kişinin hikâyesini anlat. O kişi, kendisine verdiğimiz ayetlerden uzaklaştı. Şeytan onu aldattı. Allah'ın emrine karşı geldiği için helak oldu. Eğer biz dileseydik, ona verdiğimiz alâmetler vasıtasıyla onun şanını yüceltirdik. Fakat o, dünyanın lez*zetlerini ve şehvanî arzularını âhirete tercih etti. Kendi nefsine uydu. Ve rabbine itaati terk etti. Bu gibi insanlar âdeta köpeğe benzerler. Onu kovsan da dilini sar*kıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. Çünkü onun huyu böyledir."

Aslında sık, sık, soluma, bir gayretli çalışmanın veya bir sıkıntının so*nucudur. Fakat köpekte durum böyle değildir. Sıkıntı sebebiyle de böyle solur.
Normal zamanlarda da böyle solur. Yani bu tür insanlar, yöneticilere yaranmaya çalışırken, bunu bir ihtiyaç sebebiyle değil huyları böyle olduğu için yaparlar. Şüphesiz ki ilim sahibi bir kişinin, ilmini kullanarak dünya malını veya mevkii*ni elde etmeye çalışması, aynen dilini sarkıtarak soluyan köpeğe benzer. Müfessirler, bu ayette, Rasûlüllah 'a kıssası anlatılan kişinin kim olduğu hususunda çe*şitli görüşler zikredilmiştir.
a- Abdullah b. Mes'uda göre bu kişi, İsrailoğullanndan Bel'am b. Ebur isimli bir kimsedir.
b- Abdullah b. Abbas, Mücahid ve İkrimeye göre bu kişi, İsrailoğullann*dan, Bel'am b. Bâûra ismli bir kişidir.
c- Ali b. Abi Talha'nın Abdullah b. Abbas'tan rivayetine göre bu kişi, "Zorbalar" diye vasfılandınlan Ken'anîler'den Bel'am isimli biridir.
d- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen başka bir görüşe göre bu kişi Yemen halkından, Bel'am isimli biridir.
e- Abdullah b. Amr ve Kelbiye göre ise bu kişi Ümeyye b. Ebi es-Salt isimli kişidir.
Bel'am'ın kıssası, Seyyar tarafından şöyle anlatılmıştır: Bel'am, kendisine peygamberlik verilmiş olan ve duası kabul edilen bir kişiydi. Hz. Musa İsrail oğullarıyla birlikte Belamın yaşadığı topraklara veya Şam'a gitmek isteyince insanlar, Hz. Musa'nın gelmesinden dolayı büyük bir korkuya kapılmışlar ve Bel'ama giderek: "Sen bu kişinin ve ordusunun aleyhinde Allah'a dua et." de*mişler Bel'am da: "Ben, rabbimle istişare edeyim ondan sonra." demiştir. Bel'am İsrail oğulları aleyhine dua etmesi hususunda istişare edince ona "Onla*rın aleyhine dua etme. Onlar benim kullanırımdır. İçlerinde de kendilerinden peygamberleri bulunmaktadır." denilmiştir. Bel'am da kavmine İsrail oğullarına beddua etmesinin kendisine yasaklandığını bildirmiştir. Bel'amın adamları Bel'ama bir hediye vermişler o da kabul etmiştir. Sonra tekrar Bel'ama gelip İsrail oğulları aleyhine dua etmesini istemişler yine Bel'am: "Ben, rabbimle istişa*re edeyim ve ona göre davranayım." demiştir. Tekrar istişare etmiş bu defa ken*disine herhangi bir şey emredilmemiştir. Bunun üzerine Bel'am: "Ben istişare ettim ama bana bir şey emredilmedi." demiştir. Bu defa kavmi: "Şayet rabbin, onların aleyhine dua etmeni istememiş olsaydı ilk istişarende yasakladığı gibi bu istişarende de yasaklardı." demişlerdir. Bunun üzerine Bel'am İsrail oğullarının aleyhine dua etmeye başlamış fakat onların aleyhine her dua ettikçe dili ter*sini söyleyerek kendi kavmi aleyhine dua etmiş, kavminin muzaffer olması için dua ettiğinde de, Musa (a.s.) ve ordusunun galip gelmesi için dua etmiştir. Bu*nun üzerine Belamın adamları: "Görüyoruz ki sen bizim aleyhimize dua ediyor*sun" demişler. Bel'am da: "Dilim buna dönüyor. Musa'nın aleyhine dua etsem de duam kabul edilmiyor. Fakat ben size, onların helak olacakları ümidini veren bir hususu öğreteyim. O da şudur, Allah, zinaya buğuz eder. Eğer onlar zinaya düşecek olurlarsa umarım ki Allah onları helak eder. Kadınlarınızı gönderin on*ları karşılasınlar. Onlar, sefer halindeki insanlardır. Umulur ki zinaya düşer he*lak olurlar." dedi. Bel'am'ın adamları, onun söylediklerini yapılar. Kadınları gönderip onları karşıladılar. İsrail oğulları zinaya düştüler. Bunun üzerine Allah onlara taun hastalığını musallat etti. Onlardan yetmiş bin kişi öldü. Bel'am, eşe*ğine binerek onlara doğru gitmek istedi. Eşek gitmiyordu. Bel'am onu ağır şe*kilde dövünce eşek: "Önümde olanı görmüyor musun? Niçin beni dövüyorsun?" dedi. Eşeğin önünde şeytan bulunuyordu. Bel'am eşeğinden inip ona sec*de etti. Bu sebeple Allah Teâlâ onun hakkında "Şeytan onun peşine taktı." bu*yurdu.
Salim b. Ebinnadr ise, Bel'amın kıssası hakkında şunları anlatmıştır. "Musa, Şam'daki Ken'an oğulları topraklarına ulaşınca Belam'ın kavmi ona gitmiş demişlerdir ki: "Ey Bel'am, İmran oğlu Musa, İsrail oğullarıyla birlikte buraya geldi. Bizi, memleketimizden çıkarıp öldürecek, buraya İsrail oğullarını yerleştirecek. Biz senin kavminiz. Bizim gideceğimiz başka yerimiz yok. Sen, duası makbul bir zatsın. Git de onların aleyhine dua et." Bel'am da dediki: "Vay halinize o, Allah'ın peygamberidir. Onunla birlikte melekler ve müminler bulunmaktadır. Ben onlara nasıl beddua edebilirim. Ben Allah'ın ne yapacağını bi*liyorum." Bel'amm kavmi: "Bizim gideceğimiz hiçbir yerimiz yok" dediler. Bel'am'ı övmeye ve ona yalvarmaya devam ettiler. Nihayet onu baştan çıkardılar. Bel'am İsrail oğullarının ordusunu takip etmek üzere eşeğine binip Cebel-i Hassan'a doğru gitti fazla ilerlemeden eşeği çöktü. Bel'am inip onu dövdü. Eşek kalkıp yürüdü. Sonra yine çöktü. Bel'am onu yine dövdü. Eşek tekrar kalkıp yü*rüdü. Bel'am onu yine dövünce eşek konuştu ve "Vay haline Bel'am nereye gi*diyorsun, meleklerin beni geri çevirdiklerini görmüyor musun? Sen, Allah'ın peygamberine ve müminlerin aleyhine dua etmeye mi gidiyorsun?" dedi. Bel'am yolundan dönmedi ve eşeği yine dövdü. Bunun üzerine Allah onun yolu*nu serbest bıraktı. Bel'am yürüyüp Cebel-i Hassan'ın üzerine çıktı. Orda Musa ve İsrailoğullannı askerleri aleyhine dua etmeye başladı. Fakat yaptığı her dua*da dili tersine dönüyor, İsrailoğullan aleyhine dua edecekken kendi kavminin aleyhine dua ediyor, kendi kavminin lehine dua etmek isterken de İsrail oğullarının lehine dua ediyordu. Kavmi ona: "Ey Bel'am ne yaptığının farkında mısın? Onların lehine, bizim aleyhimize dua ediyorsun." dediler. Bel'am "Bu, benim elimde olmayan ve gücümün yetmediği bir şeydir..." dedi. Dili uzayıp göğsünün üzerine kadar sarktı. Bel'am dedi ki: "Şu anda ben dünyamı da kaybettim, ahiretimi de. Benim aldatmada bulunmak ve tuzak kurmaktan başa çarem kalmadı. Size şu hileyi öğreteceğim. Kadınları süsleyin. Onlara bir kısım eşyalar verip, satmaları için İsrail oğullarının askerleri içine gönderin. Her hangi bir askerin onlardan biriyle zina etmek istemesi halinde karşı koymamalarını tembih edin. O askerlerden bir tanesinin bile bu kadınlardan birisiyle zina etmesi sizin yeterli*dir. Onlardan kurtulmuş olursunuz."
Belam'ın kavmi bu tavsiyeyi tuttu. Kadınlar ordunun içine içine girince, torunlardan (on iki fırkadan) birinin lideri, Hz. Musa'nın karşı çakmasına rağmen, kadınlardan biriyle zina etti. Bunun üzerine Allah, İsrail oğullarına taun hastalığını musallat etti. Hz. Harun'un torunu Fenhas b. îzar ise Hz. Musa'nın komutanı idi. zina eden erkekle kadının çadırına girdi. Onların ikisini de mızra*ğına geçirerek yukarı doğru kaldırdı ve "Ey Allah'ım, sana isyan edenleri böyle yaparız." dedi. Bunun üzerine Allah, İsrail oğullarından taun hastalığını kaldırdı. Fakat taun hastalığından bir gün içinde onlardan yetmiş bin kişi ölmüştü. İşte bu Bel'am b. Bâûra hakkında, Allah Teâlâ, Muhammed (s.a.v.)'e buyurdu ki: "Ey Muhammed, onlara şu adamın halini anlat. Biz ona, ayetlerimizi vermiştik. O, onlardan sıyrılıp çıktı. Şeytan onu peşine taktı. Nihayet azgınlardan oldu.(Taberi tefsiri)
İslam anayasasında şöyle buyrulur; “İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan ayetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya mutlaka onlara Allah lanet eder. Lanet edebilecek olanlar da lanet ederler. (Bakara 159)
İşte günümüz belamlarının işledikleri cürüm, bu ayetin gereğince çok büyük bir günahtır. Çünkü din adına toplumu kandırmak hırsızlık yapmaktan daha beter bir durumdur. Bununla beraber bu kimselere hoca, imam demek de büyük bir sorumluluktur. Zira gerçek hoca ve imamlar her daim zâlimlere ve küfre karşı başkaldıran ve günümüzde olduğu gibi Müslümanların dinini yaşamaları hususunda engeller koyan ve Allahın dinini tanımayıp, kendi kafalarından sistemler üreten kişi ve yönetimlere karşı elinden gelen bütün mücadeleyi veren kimselerdir. İmam Ebu Hanife,(r.a)döneminde şeriatın hâkim olması ve İslam fetihlerinin son surat devam etmesine rağmen yöneticilerin bazı haksız ve hataları dolayısıyla zâlimler den görev almadığı için şehid edilmiştir. Kendisi zalim bir yönetici olan Yezid bin Hubeyre’ye “Bırak size imamlık yapmayı şu şehrin camilerinin kapılarını say deseniz bile saymam” demiştir. Abdullah İbn-i Mübarek (r.a), İmam Ebu Hanife’yi anlatırken şöyle demiştir:
Birisi ona “Şu kalemimin ucunu açar mısın?” dedi. İmam “Bununla ne yapacaksın?” diye sordu. O adam “Zalim hakimin bazı kararlarını yazacağım” dedi. Bunun üzerine İmam Ebu Hanife (r.a) “Şayet ben senin kaleminin ucunu açacak olursam zâlimler e yardım etmiş olurum ve bundan dolayı da onlarla beraber haşr olurum” diye cevap verdi.
Şüphesiz insanları yanlışa sürükleyen belamlar her devirde mevcuttur. Bu saptırıcıların olması imtihanın bir gereğidir. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
“De ki: “Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir kavmin keyiflerine uymayın.” (Maide/77)
“Onlar: “Siz bize sağdan gelir dururdunuz” derler. (İleri gelenler de) derler ki: “Hayır, siz inanmamıştınız. Bizim de size karşı bir gücümüz yoktu. Fakat siz azmış bir kavimdiniz. Onun için üzerimize Rabbimizin azab sözü hak oldu. Şüphesiz azabımızı tadacağız.” (Saffat 28-31)
Şayet saptırıcıların saptırması özür sayılsaydı Tevbe Suresi’nin 31. ayetinde geçen ahbar ve ruhbanların peşinde giden Yahudi ve Hıristiyanların da mazur sayılmaları gerekirdi. Oysa tefsirlerde de belirtildiği üzere insanların haham ve rahiplerine itaat etmeleri onlara ibadet olarak açıklanmıştır.
Nitekim bütün tefsirlerde hemen hemen benzer rivayetlerle karşılaşacaksınız, acaba bu tarihte geçmiş olan belamın yapmış olduğunu, şu günümüz namaz kıldırma memurlarının yaptığının aynısı değilmidir;
kâfirlere dua etme; (ulu önder Atatürk ve silah arkadaşları- devlete(tamamen islam dışı olan bu devlete)- ordumuzu(şeriat aleyhtarı ve düşmanı olan, irtica diye nitelendiren)- kâfirlerin kurmuş olduğu cumhuriyeti ve onların bayramını ayrıca vs.. islamın koymamış ve bilakis küfrün koymuş olduğu bayramları kutlamaları ve bu düzenin ayakta kalması için katkıda bulunmaları ve sessiz kalmaları ve küfrü onaylamaları ve münkeri inkar etmemeleri…
15-GÜNAHKÂR, HUŞUSUZ VE MANEVİYATTAN YOKSUN OLMA
Huşu kelimesi; Sözlükte “sâkin olmak, gözünü ve boynunu eğmek”, sesini kısmak ve tevâzu göstermek anlamına gelen huşû, din ıstılahında, mütevâzi, sâkin, saygılı, ihlaslı ve itâatkâr olmak, boyun eğmek ve söz dinlemek, Allah’a yönelmek ve ibâdet etmek demektir. Huşû’ sahibine hâşi’ denir. Çoğulu, hâşiûn ve hâşiîndir. Huşû kavramı Kur’ân’da; mü’minleri, dağları ve yeryüzünü övme, âhirette kâfirlerin durumunu bildirme bağlamında kullanılmıştır.
Zekeriya ve Yahya Peygamberler, (Enbiyâ, 21/90) îmân eden kitap ehli (Âl-i İmrân 99) hâşiîn vasfı ile övülmüşlerdir. Kur’ân’da bu vasıf ile, îmân edip itâat eden, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı saygılı olan, asla kibirlenmeyen, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve korkan, Allah’ın va’d ve vaîdini doğrulayan mü’minler kastedilmiştir.
Huşû’un aslı, kalpte; tezâhürü, bedende olur. Kalp Allah’a boyun eğerse azalar da boyun eğer. Hadîd sûresinin 16. âyetinde “kalbin huşûu”, Mü’minûn sûresinin 2. âyetinde “namazda huşû” söz konusu edilmiştir. Kalbin huşûu, imân edip Allah’a saygı duyması, onu övmesi, anması ve ona karşı gelmekten sakınmasıdır. Zıddı katı kalplilik yani dinî değerler karşısında duyarsız, dinî öğütler karşısında vurdumduymaz olması ve İslâmî inanç ve düşünceyi savunmamasıdır. Namazda huşûu, namazı Peygamberin bildirdiği şekilde, farz, vacip, sünnet ve adabına uyarak, kemal-i edep, huzuru kalp ve ihlâsla kılmaktır. “Dağ ve arzın huşûu” (Haşr, 59/21; Fussilet, 41/39); ilâhî yasalara uymasıdır. Dünyada kibirlenip Allah’a boyun eğmeyen, ilâhî emir ve yasaklara uymayan, Allah ve Peygamber’e baş kaldıran kâfirlerin; suçluluğun göstergesi olarak âhirette zilletten boyunlarını ve gözlerini öne eğecekleri ve seslerini kısacakları “huşû” kavramı ile ifade edilmiştir (Kamer, 57/7-8; Kalem, 68/43; Me’âric, 70/44; Tâ-hâ, 20/108; Şûrâ, 42/45). (İ.K.)
Dinimiz kişinin ibadetlerinde huşulu olmasına büyük önem vermiştir. Huşu; kişinin Yapmış olduğu işi sırf Allah rızası için yapması ve onun emirlerine ve yasaklarına boyun eğmesi ile tezahür eder. Fakat etrafımıza şöylece bir baktığımızda bu namaz kıldırma memurlarının bazen; Pazar günü tatil istediklerini, bazen sabah namazı için ek ücret istediklerini, namaza koşa koşa gelip, koşa koşa namaz kılıp, koşa koşa da gittiklerini görürsün. Arkadaşımın bir tanesi anlatmıştı, amcası imammış. Her zaman şöyle dermiş; “vallahi emekliliğim bir gelse, secde anında gelse dahi bırakır giderim” işte maalesef böyle tipler hiçte eksik değildir namaz kıldırma memurları arasında. Namaz kıldırma memurları arasında islamdan uzak, imandan uzak, tevhidden uzak ve huşudan yoksun maneviyatsız günahkâr kimseler hiçte az değildir. Zira bunların arasında; sigara içen, kahveye giden, müzik dinleyen, rahip ve hahamlarla maçlara çıkan, müzik korosu kuran, folklor ekibi çalıştıran, vaaz dan sonra o mübarek makamda sanki Allahın dini ile dalga geçiyor gibi, spor takımlarına destek duası yapan, Hıristiyan ve Yahudilerle, mübarek iftar sofralarına oturan, boş işlerle uğraşan ve sayamayacağımız şekilde fıska fücura dalmış insanlar bulmak hiçte zor değildir. Bundan dolayı halkın içinde en değersiz, aşağılanan, haklarında fıkralar anlatılan, filmlerde kendileri ile dalga geçilen; deli imam, jet imam, entel imam gibi birçok lakaplarla anılan insanların maalesef namaz kıldırma memurları olduğunu görürüz.
Huzeyfe (r.a) şöyle buyurdu : “Münafıkça bir huşudan sakının. Bir kişi: ‘Münafıkça huşu nedir?’diye sorunca: “Bedende huşu gözüktüğü halde kalpte huşu olmamasıdır.’’ Buyurdu.
Fudayl İbn-u Iyad (r.a) şöyle demiştir: ‘’ Kişinin kalbinde olandan daha fazla huşulu gözükmesi hoş olmayan bir davranıştır.’’ İlim sahibi bir zat, bir adamın omuzlarını yere eğmiş bir halde namaz kıldığın görünce göğsüne doğru işarette bulunup: Ey filan! Huşu işte buradadır, omuzlarını yere eğmekte değil, demiştir. (İbn Kayyım. Medaricussalikin)
İbnul Kayyım el Cevziyye imandan kaynaklanan huşu ile nifaktan kaynaklanan huşu arasındaki farkı şöyle beyan etmiştir: İmani huşu; Allah’ın huzurunda olmadan ötürü kalpte korku, onun azamet ve celaline karşı vakar, heybet ve hayâ duymasıdır. Kalpte korku, utanma ve muhabbet bulunur ve kalp Allah’ın nimetleri karşısında kendi hata ve kusurlarını hatırlarsa huşu meydana gelir. Kalpte oluşan huşu ise vücudun azalarından görülür.
Münafık hane huşu ise vücut azalarında huşu görüldüğü halde kalpte bulunmamasıdır. Sahabelerin bazılarından şöyle söyledikleri sabit olmuştur: ‘’ Münafıkça huşudan Allah’a sığınırım’’Münafıkça huşudan maksat nedir diye sorulunca da: ‘’Bedende huşu görüldüğü halde kalbin huşudan boş olmasıdır.’’ Gerçek anlamda huşu sahibinin arzularının ateşi sönmüş, hatta kalpten dumanı bile çıkmış olur. Allah korkusu onun sinesini sarmıştır. Nefsanî istek ve arzuları da ölmüştür…
Abdullah ibn-i Zubeyr (r.a) namazda öylesine huşuya bürünürdü ki onu gören dikilmiş bir ağaç parçası zannederdi… Bir gün seleften İbn-u Beşar (r.a) mescitte namaz kılıyordu. Ansızın mescidin bir kısmı yıkıldı ve insanlar kaçışmaya başladılar. O ise halen namaz kılıyordu. Haberi bile olmamıştı… Yine bazıları namazda atılmış bir elbiseye dönerlerdi. Bazılarının da Allah’ın önünde durma dehşetinden yüzünün rengi değişirdi… Seleften bazıları namazlarında sağlarında ve sollarında kimlerin durduğunu unuturdu… Seleften birinin namaz için abdest almaya başladığında rengi değişirdi. Birisi ona : ‘sana ne oluyor? Abdest almaya başladığında halin değişiyor’ deyince şöyle cevapladı : ‘’ Ben kimin karşısında durmaya gittiğimi çok iyi biliyorum’’
Ali İbn-u Ebi Talip (r.a) namaz için kalktığında yüzünün rengi değişir ve ayağı sendelerdi. Ona : ‘Sana ne oluyor?’’ diye sordular.’’ Vallahi! Çok ağır bir emaneti eda vakti gelmiştir. Onu, Allah göklere ve dağlara teklif etti de onlar kabul etmediler. Ben ise bu emaneti yüklendim.
Evet… Bu şekilde namaz kıldıran, imamların sayısı ne kadardır acaba? Bu kıldırgaçların namazları, o güzide sahabelerin namazlarının neresinde?
‘ İşte (böyle) namaz kılanların vay haline ki, onlar namazlarda gaflet içindedirler;
Onlar, hem riyakârlık yapanların ta kendileridirler.’ (Maun 4-6)
Evet… Kıldıkları namaz gaflet ve riya mikrobunu öldürmediğinden ‘ vay haline ki’ ithamına maruz kalıyorlar… Bir namazın günah mikrobunu yok edememesinin Allah katındaki anlamı ne acaba?
Hadisi şerifte : (İmam olan, Allah’tan korksun, imamlık ettiklerinin sorumluluğunu yüklendiğini bilsin! Eğer imam namazı eksiksiz kıldırırsa, cemaatin sevabı kadar da imama sevap verilir. Eğer eksik kıldırırsa, günahı yalnız imama olur.) Taberani


Ebü-s Süud efendi fetvasında, (Salih ve facir)günahkâr, fitneci, arkasında namaz kılınız) hadis-i şerifi açıklanırken, (Bu hadis-i şerif cami imamları için değil, İslam devletinde Cuma kıldıran emirler içindir. Bunlara uymak, itaat etmek gerektiğinden, fitne çıkarmamak için fasık olan (açıktan günah işleyen) emirler arkasında namaz kılınır buyuruyor.
Bu husus, yukarıdaki fetvada da bildirildiği gibi emirlere itaat içindir.

İtikadı bozuk veya bid’at ehli olan, İslam bilincinden uzak tevhidden bihaber olan bir namaz kıldırma memurunun arkasında namaz nasıl sahih olabilir?


16-EMANETE İHANET ETME
“Doğrusu Biz, sorumluluğu göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zalim ve çok cahil olan insan ise onu yüklenmiştir.”(Ahzab 72)
Muhakkak ki biz emaneti göklere, yere, dağlara sunduk, ar-zettik, teklif ettik. Onlar, o gökler, yerler, dağlar onu yüklenmekten, onu kabulden yüz çevirdiler. Ondan tedirgin oldular. Ondan korkup titrediler. Nasıl olur da biz bu ağır yükü, bu zor yükü yüklenebiliriz, nasıl olur da biz bu yükün altından kalkabiliriz, dediler. Ama insanoğlu onu yükleniverdi.
Ey insanoğlu dikkat et! Ey insan cinsi iyi anlayın! Bakın göklerin, yerin ve dağların yüklenemediği, korkup kaçındığı bir yükü, bir sorumluluğu sen yüklenmişsin. Sen almışsın, sen kabullenmişsin. Peki, insanoğlunun sırtına aldığı bu yük, bu sorumluluk nedir? Bu emanet iradedir, sorumluluktur, özgür bir şekilde hakla batıl arasından, imanla küfür arasından, kullukla, itaatle isyan arasından birini seçmektir. Müslüman ya da kâfirlikten birini tercih etmektir. Allah’a itaat ya da isyandan birini seçmektir. Zaten bu dünyanın, dünyadaki bu hayatın temeli de bunun üzerine bina edilmiştir.
Eğer bizler de bunu kabul etmemiş olsaydık, bizler de tıpkı şu kabul etmekten çekinen varlıklar gibi iradesiz olurduk, sorumluluğumuz olmazdı, yükümüz olmazdı. Allah bizi niçin yaratmışsa, bize nasıl bir görev yüklemişse sadece onu bilir, sadece onu yapardık ve ondan başkasını tercih yetkimiz olmazdı. Secde halinde olurduk hep Rabbimize. Ama şimdi öyle bir sorumluluk almışız ki, bu ya bizi göklerin, yerlerin, dağların, taşların ulaşamayacağı cennetlere götürecek, ya da bizi meleklerin bile bize secde etmelerine kadar götürecek. Tüm bu varlıkların bizi efendi bilip bize teslim olmasına kadar götürecek, ya da bu emanet bizi hayvanlardan, dağlardan, taşlardan daha aşağı mahlûklar yaparak cehennemin dibine kadar götürecektir.
Unutmayalım ki bu durumu kendimiz seçtik, kabullendik. Herkese arz edilen bu yükü, bu sorumluluğu sadece insan kabul etmiş. Tabiî Allah bizi bunu kabul edecek şekilde yarattı, büyük irade O’dur ve biz de işte bu büyük iradenin doğrultusunda bu sorumluluğu yüklenmeyi kabul ettik. Evet ya Rabbi, bu yükü biz kabul ettik, İslâm yükünü, kulluk yükünü, risâlet yükünü, yeryüzünde senin halîfen olma yükünü ver bize, dedik.
Eğer biz kendi irademizle kabullendiğimiz bu emanete riâyet edersek, irademizi, seçimimizi kulluktan yana, itaatten yana, İslâmdan yana kullanır, Allah ve Resûlü’nün istediği bir hayatı, kendi irademizle aldığımız bu yükün bilincinde bir hayat yaşarsak, kesinlikle kazananlardan olacağız, dünyanın en şerefli, en akıllı konumunda olacağız ve sonuç dünyada güzel bir hayat, âhirette de cennet olacaktır. Ama Allah’ın göklere, yerlere, dağlara teklif ettiği bu emâneti yüklenmekle birlikte, bu sorumluluğun altına girmekle birlikte hain olur, emânete hıyanette bulunur, Allah’a isyanı tercih eder, Allah’ın verdiği bu iradelerimizle Allah’a savaş açar, yeryüzündeki hiçbir insana bile kafa tutmaya gücümüz yetmezken Allah’a kafa tutmaya kalkışırsak, o zaman da zalim, cahil oluruz ve kendi belâmızı kendimiz buluruz Allah korusun. (Basa-ir El-kuran)
“Ey inananlar! Allah'a ve Peygambere karşı hainlik etmeyin, size güvenilen şeylere, bile bile ihanet etmiş olursunuz.”(Enfal 27)
Ey mü’minler, Allah ve Resulüne sakın ihanette bulunmayın. Allah ve Resulüne hainlik yapmayın. Allah’ın size verdiği emânetlere karşı hain davranmayın. Değil mi ki siz bu emânetleri yüklendiniz. Dağların, taşların, semavat ve arzın yüklenmekten kaçındığı bu emanetleri siz kabul dediniz...
Nedir bu emânet? Bu emânet en genel anlamıyla Rabbimizin insan fıtratına koyduğu, ya da insan fıtratına uygun olarak indirdiği kitabı ve Resulünün sünnetidir. Yâni insan fıtratıyla, Allah’ın indirdiği kitap ve sünnet tam bir uygunluk içindedir. Kitap ve sünnet bize Allah’ın emânetidir. Ezelde, ya da Müslüman olduğumuz gün Rabbimize verdiğimiz söz bize emânettir. Din emânettir, Kur’an emânettir, peygamber emânettir, hidâyet emânettir, akıl emânettir, bilgi emânettir, zaman emânettir, çocuklarımız emânettir, emânettir. Tüm bu emâ-netlerle ilişkimizi emânetin sahibinin istediği gibi ayarlamak zorundayız. Rabbimiz bunları bize ne için vermişse onları o istikâmette kullanmak zorundayız. Bu emânetlerle Allah’ın istemediği bir ilişki içine girer, emânetlere hıyanet edersek Allah’a hain olmuş oluruz.
Rabbimiz buruyor ki ey Müslümanlar, bunu bile bile böyle yapmayın. Allah’ın emânetlerini, Allah’ın yasalarını bile bile onlara hain davranmayın. Eğer Allah ve Resulüne karşı onların emir ve nehiylerine, size hayat verecek dâvetlerine ihanette bulunursanız, Allah ve Resulünün isteklerine saygısızlık yaparsanız, kitap ve sünnete karşı ilgisiz bir tavır takınırsanız kesinlikle bilesiniz ki Rabbinizin size: Ey Müslümanlar! Şeklindeki hitabının muhatabı olma şerefinden mahrum kalırsınız.
Bu hususta merhum Seyit Kutup(r.a) ise şunları söyler: Müslüman kitlenin yükümlülüklerini üstlenmekten kaçınmak Allah'a ve Peygamber'e ihanettir. Bu dinin ele aldığı ilk problem de "Lailâhe illallah Muhammedun Rasûlüllah = Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın Peygamberidir" problemidir. İlah olarak Allah'ı birleme ve bu konuda sadece Peygamberimiz Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bildirdiklerine uyma sorunudur. Bütün tarih boyunca insanlık, Allah'ı hiçbir zaman kesin olarak inkâra yeltenmemiştir. Sadece sahte tanrıları O'na ortak koşma yönüne gitmişlerdir. Bu şirk kimi zaman daha az olmak üzere, inanç ve ibadet noktasında, kimi zaman da ve çoğunlukla, hâkimiyet ve otorite noktasında belirmiştir. İnsanlık hayatında çoğunlukla işlenen en büyük şirk, ikincisi olmuştur. Bu yüzden bu dinin ele aldığı ilk problem, insanları Allah'ın ilahlığına inandırmadan çok, ilahlık noktasında O'nu birlemeyi kabul etmeye çağırmak olmuştur. Allah'dan başka ilah olmadığına şahitlik etmeye, yani evrenin düzeni üzerindeki hâkimiyetini kabul ettikleri gibi, yeryüzündeki hayatlarının üzerindeki hâkimiyet açısından da O'nun tek ve ortaksız olduğunu ilan etmeye çağrı olmuştur. Bu dinin ele aldığı ilk sorun: "O gökte de ilah olandır, yerde de ilah olandır." (Zuhruf, 84)
Bu dinin ele aldığı problem aynı zamanda, Allah'ın direktiflerini duyuranın sadece Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- olduğunu bu yüzden onun duyurduğu her şeye uymayı kabul etmek olmuştur.
Bu dinin vicdanda inanç, hayatta hareket olarak yer etmesi için ele aldığı başlıca sorun budur. Bu yüzden bu problemi göz ardı etmek Allah'a ve peygamber'e ihanet etmektir. Yüce Allah, kendisine inanan ve bu inancını ilan eden müslüman kitleyi böylece bir ihanetten sakındırıyor. Bunun sonucu olarak müslüman kitlenin inancının pratik anlamını gerçekleştirmesi bu cihadın can, mal ve evlât konusundaki yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiği anlaşılmış oluyor.
Aynı şekilde yüce Allah, müslüman kitleyi islâm üzerine Peygamber'e (S.A.V.) biat ettiği -bağlılığını ifade ettiği- günden itibaren yüklendiği emanete ihanet etmekten de sakındırıyor. Çünkü islâm dille söylenen bir söz değildir. Sadece birtakım lâflar ve iddialardan ibaret değildir. İslâm, çeşitli zorluklar ve engellerle karşılaşan eksiksiz ve kapsamlı bir hayat sistemidir. Hayatın pratiğini "Lailâhe illallah = Allah'tan başka ilah yoktur" temelinin üzerinde kurma metodudur. Bu da, insanları gerçek Rabblerine kulluk yapmaya, toplumları O'nun hâkimiyetine ve şeriatına boyun eğmeye yöneltmek, Allah'ın ilahlığını ve iktidarını gaspeden tağutları azgınlık ve haksızlıktan alıkoymak, tüm insanlık düzeyinde hak ve adaleti gerçekleştirmek, değişmez bir ölçü uyarınca insanlar arasında denge sağlamak, Allah'ın sistemi uyarınca da yeryüzünü kalkındırma görevini ve Allah'ın halifesi olma sorumluluğunu yerine getirmektir.
Tüm bu görev ve sorumluluklar birer emanettirler, bu emanetleri yerine getirmemiş olanlar emanete ihanet etmiş, Allah'a verdikleri sözü tutmamış O'nun peygamberine gösterdikleri bağlılığı -biatı- ihlâl etmiş olurlar.
Kuşkusuz bunlar fedakârlığı, sabır ve dayanıklılığı, mal ve evlât imtihanını aşmayı ve yüce Allah'ın emaneti yerine getiren sabırlı, neyi seçeceklerini iyi bilen ve fedakâr kullarına ayırdığı mükâfatı tercih etmeyi gerektiren sorumluluklardır.
"Biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız sizin için aslında birer sınav konusudur ve büyük ödül Allah katındadır."
Bu Kur'an, insanın özüne hitap eder. Çünkü insanın yaratıcısı onun gizli bileşimini bilir. Onun gizlisini, açığını, iç dünyasının dönemeçlerini, gediklerini, eğilimlerini bilir.
Yüce Allah, insanın yapısındaki zaaf noktalarını bilir. Mal ve evlât tutkusunun insanın en derin zaafı olduğunu da bilir. Bu yüzden insanın dikkatini, mal ve evlât bağışının altında yatan gerçeğe yöneltiyor. Yüce Allah insanları denemek ve imtihana tabi tutmak için onlara mal ve evlât vermiştir. Çünkü bunlar, imtihan ve sınanma aracı olan dünya hayatının süsleridirler. Yüce Allah kulun yaptıklarını ve tasarrufunu görmek için bunları imtihana tabi tutar: Bunlara karşılık olarak şükrediyorlar mı, nimetin hakkını veriyorlar mı? Yoksa onlarla oyalanıp Allah'ın hakkını mı unutuyorlar? "Biz sizi iyilik ve kötülükle imtihana tabi tutarız. (Enbiya, 35) İmtihan sadece zorluk ve yoklukla olmaz. Rahatlık ve bollukla da olur. Mal ve evlât da rahatlık ve bolluğun kapsamına girer.(Fi Zilal Kuran)
Yukarıda tefsirlerden alıntılar yaparak aktarmaya çalıştığımız, emanete ihanet; meselesinin özü şudur: emanet, İslam dini, kuran ve sünnet, fıtrat üzere İslam, bütün sorumlulukları yerine getirme, Lailahe İllallah kelimesinin gerektiği bütün şartları yerine getirmektir.
Genel olarak Müslümanlar bu saymış olduğumuz emanetlerin hepsinin yerine getirmekle emrolunmuşlardır. Ama özellikle de toplumumuzun içinde insanların önüne geçmiş, peygamberlik makamı olan imamlık mevkini işgal etmiş namaz kıldırma memurları bu emaneti yüklenmiş insanlardır. Vazifeleri ve yüklenmiş oldukları sorumluluk çok büyük olmasına rağmen bu emanete ihanet ederek Allah ve Rasülune sırt dönmüşlerdir. Oysa insanlar namaz kıldırma memurlarını kendilerine örnek almakta ve dinin en yüce makamında bunları görmekte ve bu makama onları oturtmaktadırlar. Bu nedenle en büyük sorumluluk onların boyunları üzerindedir. Fakat maalesef birçoğu bu sorumluluğunun farkında değillerdir. Ya da cahil insanlar olduklarından dolayı üstlenmiş oldukları sorumluluğun şuurunda değillerdir. Yani Allahın üzerlerine yüklemiş olduğu dini islamı insanlara olduğu gibi anlatmayarak, gizleyerek, kıvırtarak, İslam dinini T.C dinine uydurarak, küfrü meşrulaştırarak ve ayakta kalmasına katkıda bulunarak en büyük ihaneti işlemiş olurlar. Şurası muhakkak ki, diyanet teşkilatının kuruluş amacı, İslam dininin apaçık bir şekilde anlatmak değil, bu ilahi dini resmi ideolojinin küfür nizamlarına göre ifade etmek, barıştırmak için vardır. Nitekim bu hedefini de namaz kıldırma memurları sayesinde gerçekleştirmektedir.
Namaz kıldırma memurları, tamamen diyanetin kontrolünde olup Allahın ve Rasülunun istemiş ve emretmiş olduğu şeyleri insanlara anlatmazlar ve anlatamazlar. Zira boyunlarındaki yular, teslim etmiş oldukları firavuni tağutların ellerindedir. Böylece küfür sistemi içerisinde dünyevi ihtiraslarından dolayı “imamet” gibi kutsal bir vazifeyi “bel’am”lık gibi kepazeliğe çevirmişlerdir.
İslam dini, Allah’ın hükümlerini reddeden beşeri ideolojiler ile pek çok konuda açık bir çatışma içerisindedir. Allah’ın haram dediğine helal, helal dediğine haram diyebilen resmi ideoloji ve yetkilileri, siyasi manevra gereği İslam ile barışık olduklarını ileri sürseler de, İslam böylesi müstekbirlerle ve kurumlarla barışık değildir. Toplumun dini inançlarını kontrolleri altında tutabilmek ve izin verdiği ve istediği şekilde dinin uygulanmasına ve öğretilmesine çalışılmak için kurulmuştur. İslam adına resmi ideolojinin maslahatını gözeten, İslam’ın değil, resmi ideoloji ile çelişmekten sakınan bu misyon, bu anlayışı ve uygulamasıyla hiç kuşkusuz ki bu çizgisiyle İslam’a ihanet eden bir misyondur. Diyanet ya da işlevi itibariyle hıyanet teşkilatı, laikliği temel ilke olarak benimsedikten sonra, iftarı üzümle mi, yoksa hurma ile mi açılmasının daha eftal olduğunu tartışabilecek kadar lüzumsuz konuları tartışabilirken (!) , ancak İslam’ın toplum ve yönetimle ilgili pek çok hükmünü kesinlikle gündeme getirmeyen bu teşkilat, bazı toplumsal hükümleri resmi ideolojinin çıkarlarına uygun bir yorumla gündeme getirmektedir.
Mesela yıllardır Türkiye’de bir başörtüsü sorunu vardır. Bu sebepten dolayı pek çok başörtülü hanımefendi okullarından ve görevlerinden atılmış ya da ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu sorun dönemin Hıyanet işleri başkanı Mehmet Nuri Yılmaz‘a sorulduğunda ise , “başörtüsü sorunu bizi ilgilendiren bir mesele değil, resmi ideolojinin meselesidir, bizi siyasete çekmeyiniz” gibi ne dediğini bilmez, tutarsız, alakasız, saçma sapan harf yığını ağzından klozete dökülmüştür!
Yine aynı başkan, ramazanda sahurda içki içip oruç tutmaya cevaz vererek; hadis-i şerif’lerde iğreti saç (peruk) takmanın haram olmasına rağmen tesettürlü hanımlara :”başınızı açın, peruk takın okuyun ,”Y.Ö.K.” ile sorun çıkartmayın” diyecek kadar soysuzlaşmıştır. Şimdi, gel bu bel’amların arkasında ya da onda icazet alan imamların arkasında “uydum bu kıldırgaça“ diyerek namaz kıl, sonra da bana ne ondan, ben namaz kıldım çıktım, imam kötüyse, yanlışsa beni ilgilendirmez benim namazım sahihtir de.
Bu aynen abdestsiz bir imamın arkasında namaz kılan abdestli kimsenin haline benzer. Benim abdestim vardı. Benim namazım geçerlidir. Bu iddialarında ne kadar isabetli iseler o kadar dine yakındırlar.

Bir diğer konu da cenaze namazı konusudur. Herkesin de bildiği gibi önlerine konulan cenazenin hayatta iken mümin ya da kâfir olduğunu araştırmadan herkesin namazını kılar ve kıldırırlar. Yakın zaman da İzmir’de ölen Türk Mason locasının büyük üstadı azamının bile cenazesi (leşi) camide imam kıldırmıştı. Çünkü bunlar artık İslam’ın istediği İmam’lar değil; küfrün istediği “Kıldırgaç”lar olmuşlardır. Önlerine getirilen ister homoseksüel, Yahudi, ateist, komunist, İslam’a düşmanlığı herkes tarafından bilinen bir kâfir bile olsa, Allah’ın haramını helal kabul eden bir müşrik bile olsa, müslümanları aldatan bir münafık dahi olsa, Tevhidi kavrayamamış bu imamlar pek çok dünyevi menfaatlerden dolayı herkesi mümin statüsüne koyarak cenaze namazlarını kılma bedbahtlığına girişirler. Oysaki Allah c.c. habibini bile uyarmıştı bu konuda :“Onlardan ölen birinin namazını hiç bir zaman kılma. Çünkü onlar, Allah’a ve elçisine (karşı) inkâra saptılar ve fasık olarak öldüler.” (Tevbe 84)

Nitekim rabbe kullukla ilgili en önemli amelimiz olan namaz, İslami şuurdan yoksun, tevhid fukarası, rızık budalası, makam soytarısı, şarlatan kimselere emanet edebileceğimiz bir amel değildir.
Müminleri ilgilendiren çok önemli olaylar ertesinde hiç alakası olmayan konuları hutbede okuyarak insanların beyinlerini büzme görevini ifa ederler. Hutbelerin konusu ise şöyledir: “Ormanı sev yeşili koru, vergi mukaddestir, milliyetçilik ve önemi, devlet sevgisi, kurtuluş savaşımız ve M. Kemal Atatürk, fitre-zekât ve kurban derilerini Diyanet vakfına veriniz, kan bağışı, devlete karşı vatandaşlık görevlerimiz, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vs.“ dikkat edecek olursanız bu hutbelerin birçoğunun başlığı mü’minleri küfre düşürecek kavramlardır! Son Hilâfet Devleti’nin yıkılışını, Halife’sinin sürgüne gönderilmesini, Allah’ın hükümlerinin yürürlükten kaldırılıp, beşerî kanunların yürürlüğe girdiği tarihi ulusal egemenlik bayramı adı altında (cumhuriyet bayramı), sanki bir dinî vecibeymiş gibi tüm camilerde onun adına hutbe okunur. İşte namaz kıldırma memurlarının düşmüş olduğu hal budur.
Burada ayrıca bir diğer önemli husuda gözden kaçmaması gerekir. İslama göre herhangi bir İslâm toprağı, kâfirlerin veya mürtedlerin istilâsı altına düşerse, cihad her mü'min üzerine farz-ı ayn olur. Müstevli kâfirlerin tayinleri (Velev ki tayin ettikleri kimse Müslüman bile olsa) meşrû sayılmaz. Hele hele mescid imamı ve kadı tayinleri hileli birer tuzaktır. Mümin feraset ve hikmet sahibi kimsedir. Müminler bu konuda uyanık olmaları ve böyle kâfirler tarafından atanmış kimselerin arkasında namaz hususunda dikkatli olmalı ve hazırlanmış tuzaklara düşmemelidirler.
17-EMRİ BİL-MARUF VE NEHYİ AN EL-MÜNKERİ TERK ETME

Dinimizin hayatiyetini koruyan mühim bir müessese olan iyiliği emretme, kötülüğün yasaklanması meselesidir. Dinimizin unutulmuş, unutturulmuş ve dile getirilmez ve getirtilmez olmuş olan, onlarca emirlerinden bir tanesi de budur.

Târık İbnu Şihâb anlatıyor: "Bayram hutbesini okuma işini namazdan öne alanın ilki Mervan'dır. O, bu işe tevessül edince cemaatten birisi ayağa kalkarak:
"Yanlış iş yapıyorsun, namazın hutbeden önce kılınması gerekir" dedi. Mervan:
"Artık o usül terkedildi" diyerek devam etmek istedi. Ebu Saîdu'l-Hudrî ortaya atılarak:
"Bu adam, üzerine düşen uyarma vazifesini yaptı. Zira ben Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle söylediğini işittim:
"Sizden kim (sünnetimize uymayan) bir münker görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı imanın en zayıf mertebesidir." (Buhari-Müslim)

Emredilecek olan ma'ruf, aklın ve şeriatın güzel kabul ettiği her şeydir. Yasaklanacak olan Münker de yine aklın ve şeriatın çirkin bulup reddettiği her şeydir.
Gerek Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetleri ve gerekse Hz. Peygamber (s.a.v)'in pek çok hadisleri mü'minleri bu meselede teşvik eder. Emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünker yapmayan milletlerin tarihte çöktükleri ve gelecekte de musîbet ve belalara mâruz kalacakları, çökecekleri belirtilir. Bir hadis şöyle:"İçerisinde iyilerin daha mümtaz, daha güçlü bulunduğu bir kavimde kötülükler işlendiği halde, iyiler müdahale edip ıslahda bulunmazlarsa -bir başka rivayette: Müdâhale edecek güçte bir kimsenin bulunduğu bir kavimde kötülükler işlenir ve fakat o kimse müdâhalede bulunmazsa- Allah (celle şânuhu), herkese ulaşacak umumî bir ceza gönderir."
Şu hadis emr-i bi'lma'ruf, zamanında yapılmadığı takdirde cemiyetin mâruz kalacağı ızdırabın sonradan çok zor telâfi edileceğini ifade eder: "Ey mü'minler, yalvar yakar olmanıza rağmen dualarınız kabul olmayacak durumlara düşmezden önce iyiliği (ma'ruf'u) emir ve kötülükten de men ediniz." (Müslim)

- İbnu Mes'ud (r.a) anlatıyor: Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Benden önce Allah'ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden havarîleri ve arkadaşları olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler emirlerini de yerine getirirlerdi. sonra, bu peygamberlerin ardından öylesi kötüler zuhûr etmişti ki, yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyeni de yapmışlardır. Kim bu güruhla eliyle mücahede ederse mü'mindir. Kim onunla diliyle mücahede ederse o da mü'mindir. Kim de onlarla kalbiyle mücahede ederse o da mı' mindir. Bunun gerisine, artık zerre miktar iman yoktur."

İşlenen bir kötülük münker karşısında, mü'min, şartlara göre mutlaka bir tavır alacaktır. Eliyle müdâhale ettiği takdirde halledebileceği, müessir olabileceği bir durumsa eliyle, sözle faydalı olabilecekse diliyle müdâhale edecektir. Her ikisi de fayda vermeyecek bir durumda ise kalben buğzederek taraftar olmadığını belirtecektir. Bunu da yapmazsa o münkeri hoş görüyor demektir. Bu elbette imanla bağdaşmaz.
-Yine İbnu Mes'ud (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "İsrailoğulları bir kısım günahlar işlemeye başlayınca âlimleri onları bu işlerden menettiler. Ancak onlar dinlemediler, vazgeçmediler. Zamanla âlimler de onlarla oturmaya, dayanışmaya ve beraber içmeye başladılar. Allah da bunun üzerine, berikinin dalâletini öbürüne katarak, biriyle diğerinin küfrünü artırdı. "Dâvud'un ve Meryem oğlu İsâ'nın diliyle onları lânetledi..." (Maide 78). Sonra, ayakta bulunan Resûlullah (s.a.v) oturarak sözünü tamamladı: "Hayır, nefsimi kudret elinde tutan Zat'a yemin ederim, onları hak adına kötülüklerden men etmezseniz (siz de rızaya eremezsiniz)." (Ebu Dâvud-Tirmizî- İbni Mâce)

Acaba bu namaz kıldırma memurları bu tür hadisleri hiç mi görmüyorlar? Bununla birlikte halkın içinde olan bunca münkerlere nasıl sessiz kalıyorlar; içki içme/içki satış yerleri/ kumarhaneler/genel evleri/genel evlere dönüşmüş üniversiteler ve liseler/karışık, küfür ve şirk içeren eğitim sistemi/dini mübine irtica diyen ve daha sonra ona savaş açan emniyet ve askeriye/Allahın dışında kanunların konması/tatbik edilmesi/Allahın sözünün geçersiz kılınması/haramlarının helal, helallerinin haram kılınması/hurafe ve bidatlerin başını alıp gitmesi/Allahın kadınlar için farz kılmış olduğu başörtüsünün hayatın bir bölümünde yasaklanması/İslami bir sisteme ve rejime susamış garip Müslümanların terörist diye tutuklanmaları! Şu T.C manzarasını acaba hiç mi görmüyorlar ki! Herhalde bunlar Türkiye de yaşamıyorlar! Ve herhalde İslami bir devlette yaşıyorlar! Öyleyse diyecek bir sözümüz yok tabii ki!

- Kays İbnu Ebî Hâzım anlatıyor: "Hz. Ebu Bekir (r.a) Cenâb-ı Hakk'a hamd ve senadan sonra buyurdu ki: "Ey insanlar! Sizler şu âyeti okuyor ve fakat yanlış anlıyorsunuz: "Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez" (Maide 105) Biz Hz. Peygamber (s.a.v)'in: "İnsanlar, zâlimi görüp elinden tutmazlarsa, Allah'n, hepsine ulaşacak umumî bir belâ göndermesi yakındır" dediğini işittik." Keza ben, Resûlullah (s.a.v)'ın: "İçlerinde kötülükler işlenen bir cemiyet, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde, seyirci kalır, müdâhale etmezse, Allah'ın hepsini saran umumî bir belâ göndermesi yakındır" dediğini işittim. (Ebu Dâvud-Tirmizî- İbni Mâce)
Bu hadisi şerifte; kötülüğe seyirci kalındığı ve müdahale edilmediği takdirde bir belanın gelmesinden bahsedilir. En büyük bela bu kadar münkere, fiska, fücura ve şirke sessiz kalan ve seslerini çıkarmayan şu namaz kıldırma memurlarından başka kim olabilir!
- Huzeyfe (r.a) anlatıyor: Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki:
"Nefsimi kudret elinde tutan Zat'a kasem olsun, ya ma'rufu emreder ve münkerden de yasaklarsınız veya Allah'ın katından umumî bir belâ göndermesi yakındır. O zaman yalvar yakar olursunuz da duanız kabul edilmez." (Tirmizî, Fiten)

- Urs İbnu Amîre el-Kindî (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdular ki:
"Yeryüzünde bir kötülük işlendiği vakit, ona şâhid olan bunu takbîh ederse (kötü olduğunu te'yîd ederse), o kötülüğü görmemiş gibi zararından kurtulur. O kötülüğe şâhid olmadığı halde, işittiği zaman memnun kalan kimse, sanki şâhid olmuş gibi mânen zarar görür." (Tirmizî, Fiten)

- Ebu Saîd (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki:
"Zâlim sultanın yanında gerçeği söylemek en büyük cihaddandır." (Tirmizî, Fiten)
Bu hadiste beyan edilen, zalim ve fasık bir yöneticinin yanında yapılması gerekeni dile getirmektedir. Fakat günümüzde islamın tanınmadığı, Allahın sisteminin yerine beşeri sistemin hâkim olduğu bir devlet ve bu devleti yöneten yöneticiler vardır. Bunların yanlarında hakkın söylenmesi ne kadar da elzemdir. Nerede bu hakkı haykıracak namaz kıldırma memurları!

"Fitneyi, daha çıkmadan, önlemek maksadıyla İslâm'ın emrettiği en mühim tedbirlerden birini, emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünker müessesesi teşkil eder. Ma'rûf, aklın ve şerîatın güzel gördüğü, münker de yine aklın ve şeriatın çirkinliğine hükmettiği fiil olunca, bu müessese iyi fiillerin duyurulması, yaygınlaştırılması, kötü olan fiillerin de yasaklanması, önlenmesi demektir. Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de ve gerekse Hz. Peygamber (s.a.v)'in sözleri arasında emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'l-münker üzerinde fazlaca durulur. Bu işin ihmal edilmemesi için tekrar tekrar dikkat çekilir, yapıldığı takdirde elde edilecek mükâfatın büyüklüğü, terk edildiği takdirde de gelecek felâketin, uğranılacak zararın büyüklüğü, son derece vâzıh, herkesin anlayacağı bir şekilde ifade edilir.
Meselenin şâyân-ı dikkat olan yönü, emr-i bi'lma'rufun terkinden gelecek zararın bütün cemiyeti sarsacağı bir fitne olarak ifade edilmiş olmasıdır.
Şu halde bu bahiste emr-i bi'l-ma'rufun ehemmiyetini, buna olan teşvîkleri, onu terketmenin neticelerini âyet ve hadislerden vereceğimiz misâllerle belirtmeye çalışacağız. Bu tâbirin uzunluğu sebebiyle, bâzan bu mânada olmak üzere irşâd kelimesini kullanacağız.

İrşadda Ashâbın Yeri: Hz. Peygamber (s.a.v)'ın ortaya çıkacak münkerlere karşı yaptığı bu uyarıların tesiriyle Ashâb'ın Resûlullah (s.a.v) devrinde -bilâhare kaybolan- ileri bir hassasiyeti devamlı canlı tuttukları anlaşılmaktadır. Huzeyfe (r.a) şöyle yakınır: "Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında kişi, ağzından çıkan bazı kelimeler sebebiyle münâfık addedilirdi. Ben şimdi o kelimeleri bir sohbet esnasında tek kişiden dört defa işitiyorum. Olmaz böyle iş, ya ma'rufu emir, münkeri de nehyeder ve hayrı kucaklarsınız, ya da Allah hepinizi toptan azâbıyla zelîl ve hor kılar, yahut da sizin en şerirleriniz tepenizde müstebid olurlar. Sonra hayırlılarınız bundan halâs olmak için dua ederler de duaları müstecâb olmaz (kabul edilmez)."
Hz. Ebû Bekir (r.a) de bir âyetin yanlış anlaşılarak irşad işinin ihmâl edilebileceğinden endişe ederek şu uyarıda bulunur: "Ey insanlar, siz Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyetini okuyorsunuz: "Ey îmân edenler, siz kendinize bakın, kendiniz doğru yolu bulunca sapanlar size zarar vermez." (Mâide: 5/105) Siz bu âyete münâsib olmayan bir mâ'na veriyorsunuz (ve irşad vazîfesini terkediyorsunuz). Hâlbuki biz, Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini işittik: "İnsanlar bir münker görür de müdâhele edip önlemezse Allah'ın hepsine ulaşacak umumî bir ceza göndermesi yakındır."
İbnu Kesir, bu âyette yapma imkânı olduğu takdirde irşadın terkedileceğine dâir bir delil bulunmadığını belirtir. İbnu Kesir "imkân" kaydını koymuştur, zira -ayrıca belirteceğimiz üzere- irşad fitneye sebeb olacaksa bırakılması evlâdır.
Râzî de, âyetten çıkarılabilecek muhtelif te'villeri kaydederken Abdullah İbnu'l-Mübârek'in anladığı şu mânayı daha uygun bulur: "Burada emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker emreden âyet te'kid edilmektedir. Zira âyet "Kendinize bakın" tâbiriyle din kardeşliğinize bakın, kâfirlerin dalâleti size zarar vermez... Birbirinize va'z, iyiliğe, hayrâta teşvik, kötülükten, günahlardan men sûretiyle birbirinizi koruyun, gözetin... demek istenmiştir... "Kendinize bakın" tâbiri kendinizi koruyun mânasına da gelir, hakiki koruma ise emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'l-münkerle olur.
İrşâd Ederken Korkmamak, Yılmamak: Hz. Peygamber (s.a.v), cemiyetin kaderini, yarınını alâkadar eden emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'lmünker (irşad) hizmetini ifâ etmek gerektiğini, yâni dinin yasakladığı bir şey yapılmaya, emrettiği bir şey de terkedilmeye başlandığı zaman hakkı teblîğ ederken yılmamak gerektiğini ifade eder. Hak, sultâna karşı da, halka karşı da çekinilmeden söylenmelidir: "Cihâdların en efdali, değerce en kıymetlisi, zâlim sultana karşı hakkı söylemektir." "Aman dikkat edin, halk korkusu, hakkı söylemekten alıkoymasın."
Hakkı tebliğe mâni olacak dereceyi bulan halk korkusunu, Hz. Peygamber (s.a.v), bir başka rivayette "nefsini hakir görmek" olarak vasıflandırır ve bunun kıyamet günü mucib-i mes'ûliyet olduğunu bildirir:
- Sizden kimse nefsini hakir görmesin.
- Ey Allah'ın Resûlü; kişi nefsini nasıl hakir görür?
- Allah için, üzerine söz terettüp eden (fena) bir durum görür, fakat hiç ağzını açmaz. Cenâb-ı Hakk kıyamet günü kendisine sorar:
"Şu falanca şey hakkında gerçeği söylemekten seni ne alıkoydu?" O kul cevap verir:
"Halk korkusu (insanlardan korktuğum için sesimi çıkarmadım)." Allah o zaman şöyle der:
"Asıl benden korkman gerekirdi."
Allah rızası için yapılan çalışmalarda, gerek mârufun emir ve tebliğinde ve gerekse münkerin nehiy ve yasaklanmasında, çeşitli şekillerde zuhûr edecek olan halk korkusuna ehemmiyet verilmesi, İslâm dininde mühim bir esas yapılmıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm, "Allah yolunda cihad yaparken hiç bir kınayanın kınamasından çekinip korkmayanları" övmüştür. Hz. Peygamber (s.a.v) de, bu noktanın ehemmiyetine binaen, ilk defa Müslüman olanlarla biat akdini yaparken koyduğu şartlar meyânında "Allah yolundaki çalışmalarda kınayanın kınamasından (levmete lâim) korkmamak" şartını da koymuştur.
Bu noktaya dikkat edilmediği takdirde, tebliğ emri sözde kalacağı gibi, zâlimlerin daha çok cesaret bularak, zulümlerini artıracakları da açıktır. Zulme seyirci kalan Müslüman ferd ve cemiyetin Müslümanlığının haysiyetini Hz. Peygamber (s.a.v) şu hadislerinde dile getirirler: "Eğer ümmetimi, zâlime "sen zâlimsin" demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir."

Gemiyi Delenler:
Hz. Peygamber (s.a.v) fenalıklar karşısında, iyilerin seyirci kalmaması, kötüler yüzünden gelecek (fitne, fesad, şer vs. her çeşitten) içtimâî ızdırabların, iyiler de dâhil bütün cemiyetin varlığını tehdid edeceğini ifade ederek fenâlıklar karşısında nemelâzımcılığı önlemek için zihinden çıkması zor olan bir de teşbîhte bulunur:
"Allah'ın hudûduna (emir ve yasaklarına) giren meseleleri tatbîk eden -ve yağcılık yaparak müsâmaha ve gevşeklik göstermeyen iyi- kimse ile yasakları işleyen kimselerin durumları, bir gemiye binip kur'a çekerek, geminin alt ve üst katlarına yerleşen yolculara benzer. Öyle ki, alt katta oturanlar, su ihtiyaçlarını giderirken üsttekilerin yanından geçip onları rahatsız ediyorlardı. (Alttakiler bu duruma son vermek için) bir balta alarak geminin dibini delmeye başlasalar, üsttekiler hemen gelip:
"Yâhu ne yapıyorsunuz?" diye sorunca alttakiler:
"Biz su ihtiyacımızı görürken sizi rahatsız ediyorduk, hâlbuki suya muhtacız, şimdi sizi rahatsız etmeden yerimizi delerek bu şekilde elde edeceğiz" deseler ve üsttekiler bu işte onlara mâni olsalar hem kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış olurlar. Eğer yaptıkları işte serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem de kendilerini helâk ederler. "

Netice olarak bu hususla ilgili olarak şunu söyleyebiliriz; Şüphesiz emri bil maruf ve nehyi an el münker görevini üstlenmek her Müslüman’ın yapması gereken bir vazife ve emirdir. Fakat bu sorumluluk tabii ki öncelikle insanların beş vakit namazını kıldıran ve bunun karşılığında maaş alan ve bunun dışında başka hiçbir iş yapmayan namaz kıldırma memurlarının en büyük sorumluluğu ve görevi değil midir? İmam ve hoca diye insanların önüne geçen bu güruh yukarıda sunmaya çalışlığımız ayetlerin ve hadislerin tehditlerin den acaba nasıl kurtulacaklar? Bu hususta en büyük sorumluluk acaba halkın önüne dini lider ve önder sıfatıyla, peygamberlik makamına geçmiş olan bu insanların değil midir? Beş vakit namaz kıldırarak bunca sorumluluktan nasıl kurtulacaklarını sanıyorlar acaba! Ahiret gününde Allahın ve Resulünün(s.a.v)yüzüne nasıl bakabilecekler ki?

18- TAĞUTU İNKÂR ETMEME
Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurdu:“Kim “La ilahe illallah” derse ve Allah’tan başka tapılanları reddederse malı ve kanı haram olur. Onun hesabı Allah’a aittir.” (Müslim)
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile batıl birbirinden ayrılmıştır. Tağutu tekfir edip, Allah'a iman eden bir kimse kopmak bilmeyen sağlam kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir." (Bakara 256)
İşte bu ayet, tevhid kelimesini çok güzel şekilde açıklayan bir ayettir. Sadece tevhidin manasını bilmek ya da dille ikrar etmek yeterli değildir. İnsanları sadece Allah'a (c.c.) çağırmakla da iş bitmez. Bunun yanında Allah'tan (c.c.) başkalarına tapınmayı ve kulluğu reddetmek de gerekir. Bir kimse ancak bu şekilde can ve mal güvenliğini elde etmiş olur. Eğer bir kimse bu kelimenin içeriği konusunda kuşku duyar ya da anlamı konusunda tereddüt ederse ve onun bu tereddüt ve şüpheleri insanlar tarafından açık bir şekilde bilinirse, malı ve canı helal olur. İşte tevhidin aslına ilişkin bu hükümlerin iyice bilinmesi gerekir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Bunlar, tağuta ve cibte inanıyorlar ve diğer inkar edenler için: "Bunlar iman edenlerden daha doğru bir yoldadır" diyorlar." (Nisa 51)
Vesen: İbadet çeşitlerinden biriyle Allah'tan başkasına; mesela kabir ve türbelere veya başka şeylere yönelmektir. Nitekim İbrahim Halil'in (a.s.) kavli de böyledir:
"Dedi ki: "Yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" (Saffat 95)
Vesen, Allah'tan başka tapınılan tüm putların ve şeylerin genel adıdır. Hadiste de böyle geçmektedir.
"Cibt ve Tağut'a inanıyorlar."
İkrime diyor ki:
"Huyey b. Ahtab ve Ka'b b. Eşref Mekke halkına geldiler, Mekke'liler onlara dediler ki:
"Siz kitap ve ilim ehlisiniz. Bize Muhammed hakkında bilgi verin." Bunlar da:
"Sizler kimlersiniz, Muhammed kimdir?" diye sordular. Onlar da şöyle dediler:
"Biz sılai rahim yapar, develeri kurban eder, hacılara süt ve su dağıtır, esirleri serbest bırakırız. Muhammed ise, nesli kesik, ocağı sönük biridir, akrabalık bağlarımızı kesip kopardı. Ğıfar kabilesinden hacı soyguncuları onu izler oldu. Şimdi söyleyin bakalım biz mi daha hayırlıyız yoksa o mu?"
Huyey b. Ahtab ve Ka'b b. Eşref bunlara şöyle dediler:
"Sizler daha hayırlısınız ve yolca daha hidayet üzeresiniz."
İşte Allah (c.c.) bunun üzerine (Nisa 51) ayetini indirdi. (İbn Ebu Hatim, Ahmed)
Hafız İbn Kesir diyor ki:
"Bu, İbn Abbas'tan ve Seleften bir cemaatten başka şekilde de rivayet olunmuştur.
İmam Ahmed, İkrime yoluyla İbn Abbas'tan rivayet ederek demiştir ki:
"Ka'b b. Eşref Mekke'ye geldiğinde, Kureyş kendisine sordu:
"Şu kavminden ayrılan ve kendisinin bizden hayırlı olduğunu ileri süren ocağı sönük hakkında ne dersiniz? Çünkü biz Hacca gelenlere hizmet eden, perdedarlık ve hizmet görevini sürdüren, onların su ihtiyaçlarını karşılayanlarız." dediler.
Ka'b b. Eşref de:
"Siz daha hayırlısınız." dedi.
Ravi devamla diyor ki:
"İşte bunun üzerine, onlar hakkında Kevser Suresinin son ayeti indi.
"Doğrusu, asıl ebter (soyu kesik) olan, sana kin duyandır." (Kevser 3)
(Nisa 51) ayeti de bu olay üzerine nazil oldu."
Ömer b. Hattab (r.a.) diyor ki:
"Cibt; sihir, tağut da şeytan demektir."
Nitekim İbn Abbas, Ebul Aliye, Mücahid, Hasan ve başkalarının görüşleri de bu şekildedir.
İbn Abbas, İkrime ve Ebu Malik şöyle demişlerdir:
"Cibt, şeytan demektir."
İbn Abbas, buna "Bu Habeşçe'de böyledir" ilavesini yapmıştır.
Yine İbn Abbas:
"Cibt, şirktir" "Cibt, putlar demektir, Huyey b. Ahtab'tır" türünden yorumlar da yapmıştır.
Şeyh Muhammed Et Temimi der ki:
"Ayeti kerimede geçen "Cibt ve Tağuta inanmak" tan kasıt; sadece bunlara inandığını dille itiraf etmek değildir. Kalben tağutları reddettiğini, onlara buğzettiğini, onlardan uzak olduğunu iddia ettiği halde; Allah'ın kanunlarına muhalif konularda onlara itaat eden, onları destekleyen, onları seven, onların müminlerden daha doğru bir yolda olduklarına inanan ve onlar için çalışan kimselere destek olanlar da tağuta inanıyor ve ona ibadet ediyorlar demektir."
-Şüphesiz Tağut’u inkar, kopması mümkün olmayan sağlam kulpa tutunmuş olmanın iki şartından biridir. Yani Lailahe illallahın küfrü red ve inkar etmenin ve sadece yasa koyan ve hüküm verme yetkisine sahip olanın yüce rabbimiz olduğunun haykırılmasıdır. Bu şartı ihlal eden kişi asla sağlam kulpa tutunmuş olamaz. Tağut’u tanımak, onu inkâr etmenin, ondan uzaklaşmanın ve ona karşı mücadele etmenin başıdır. Tağut kimi zaman bir taş, kimi zaman bir kitap, kimi zaman bir şahıs ve kimi zaman da bir yönetim olabilir. Tağut’un belli vasıfları bulunmaktadır. Bu vasıfları taşıyan herşey tağut hükmünü alır. Şüphesiz müminler tağutlardan uzak oldukları gibi, tağutların destekçilerinden de uzaktırlar. Zira kendisi de bir tağut olan Firavun, Musa’ya karşı en büyük destekçileri olan sihirbazlarını kullanmak istemiştir.
Tek ve Kahhar olan âlemlerin Rabbi Allahü Teâlâ, bizleri kendisine ibadet etmemiz için yaratmıştır. Tağutlar ise bu ibadete başkaldırdıkları gibi, kendilerinden başkalarını da Allahü Teâlâ’ya ibadet etmekten alıkoymak isterler. Bu isteklerini gerçekleştirme konusunda kendilerinin en büyük yardımcıları ise etrafındaki dostlarıdır.
Şüphesiz Firavun ile birlikte, tağut Firavun’un destekçilerini de su da boğan Allahü Teâlâ, her dönemdeki tağut ve onların destekçilerini de su da boğmaya kadirdir. Buna kadir olan Rabbimiz bizlere tağut ve tağutların destekçilerine karşı Musa Aleyhisselam ve beraberindeki müminlerin durumlarını aktarmıştır. Şüphesiz bu kıssada nice ibretler bulunmaktadır. Bu ibretlerin belki de en önemlisi, tağutlara uygulanan muamelenin aynısının, o tağutların destekçilerine de uygulanmış olmasıdır.
Tağut’u tanımak, onu inkâr etmenin ve ona karşı durmanın olmazsa olmaz şartlarındandır.
Allahü Teâlânın bir Müslüman’dan istediği küfrü inkar etmesi ve red etmesidir. Bu inkâr ise öncelikle dili ile söylemlerinde ve fiili olarak ta eylemlerinde vuku bulması gerekir. Yani kendisini şirke ve küfre sokabilecek eylemlerden uzak kalması, küfürü fiili olarak red etmesi manasına gelir. Bununla birlikte kalbiyle de bu tağuta karşı nefret ve buğuz içinde olmalı ve asla sevmemeli ona meyletmemelidir. Bu dil, kalp ve azalarla küfrü inkâr ise tevhidin vaz geçilmez şartlarındandır.
Nitekim bakara suresindeki ayeti kerimede Allah’ı Subhanehu ve Teâlâ, ehemmiyetine binaen iman rüknünden daha önce zikrettiği tağutu inkar rüknü bulunmaktadır.
Tağutları inkâr etmeden Allah’a iman etmeleri, Kureyş’in kendi tağutlarını inkar etmeden Allah’a iman etmeleri gibidir. Bilindiği gibi bu iman Kureyş’e fayda etmemiş, kanlarını ve mallarını korumamıştır. Ta ki tağutlarından uzaklaşıp onları inkâr edinceye kadar. Onların apaçık şirk ile iç içe olan imanları onlara ne dünyada ne de ahirette fayda sağlamamıştır. Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurur:
“Onların çoğu ancak ortak koşarak Allah’a iman ederler.” Yusuf 106
Şirk; imanı bozan hallerdendir ve amelleri de boşa çıkarır. Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
“Andolsun ki (bilfarz) Allah’a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.” Zümer 65
Şüphesiz tağutu; dil ile ve amellerle ve kalple inkâr etmek imanın gereğidir. Bir kimsenin Allaha inanması ve onu kabul etmesi ve aynı zamanda Allah ile birlikte Allahın vasıflarına sahip olduğunu iddia eden birisinin ya da bir meclisin veya devletin bulunması ve bunun inkâr edilmemesi nasıl düşünülebilire ki? Yani bunun manası şudur; Allahü Teâlânın insanoğluna çizmiş olduğu sınırları aşması tağutluktur. Her bir müminin buna cephe açması ve bununla savaşması insanın yaratılış gayesidir. Mesela; bir kimse ben insanlara şifa verebilirim, ben insanlara gaipten yardım edebilirim, rızık verebilirim, kanun koyabilirim der ise, o, kişi tağutun ta kendisidr. İşte bu tür iddialarda bulunanlardan uzak kalmak imanın gereğidir.
Namaz kıldırma memurları; isimlerinden de anlaşıldığı üzere memur; emir alan demektir. Bu namaz kıldırma memurları acaba kimden emir almaktadırlar? T.C yukarıda anlamını anlatmaya çalıştığımız; kanun koyma, küfre itaat etme, kendinin yasalarına itaat ettirme ve birçok yönleriyle tağuttur. Dolayısıyla bu tağuta karşı durmak, bu küfür kanunlarını tanımamak ve reddetmek, ona buğuz etmek ve bu Allahın sevmediği ve razı olmadığı beşeri sistemlerin yıkılması için elinden gelen gayreti sarf etmek, tağuta karşı tutulması gereken tavır, imanın gereği ve müminin takınması gereken imanı bir olgudur. Fakat kimde bu tağutu ayakta durması için ona destekçi olur, onu savunur, muhafaza ve müdafaa ederse o kişide o tağutun yardımcılığını yaptığı için, tağut hükmü alır. Bu namaz kıldırma memurları, Onların göndermiş oldukları hutbeleri okuyarak, onların küfrüne sessiz kalarak, islama ve Müslümanlara karşı saldırılarına seyirci kalarak, bu T.C den görev alıp meşrulaştırarak, onun küfrünü ve şirkini gizleyerek, anlatmayarak, ayakta durmasına vesile olarak daha sayamayacağımız hata ve küfürlerle acaba tağutu nasıl reddediyorlar ki?

GÜNÜMÜZDE PARA KAZANMAK ZOR BİR HAL ALMIŞTIR O NEDENLE NAMAZ KILDIRARAK RIZKIMI TEMİN EDİYORUM:
Resul şöyle buyurmuştur:
"Paranın kulu yüzüstü sürünsün, helak olsun! Dinar'ların kulu yüzüstü sürünüp helak olsun. Şatafatlı, gösterişli elbiselerin kulu yüzüstü sürünsün. Midesinin kulu yüzüstü sürünsün ve helak olsun! Yıkılıp başı aşağı gelsin. Bir kötülüğe uğrarsa kurtulmasın ki o, kendisine verildiği zaman razı olur, verilmezse kızar ve gazablanır." (İbni Mace ve Buharî)
Allah'tan başkalarına kul olanları Allah'ın Resulü böyle vasıflandırıyor ve onlara acı ihtarlarda bulunuyor. Tarif edilenler mal ve midelerine kul olmuşlardır. Ayrıca bu tiplere, verildiği zaman iyisindir, vermediğin zaman kötüsündür. Sana kızar ve kinlenirler. Hem de sadece kul oldukları şeyi onlara vermediğiniz için yaparlar bunu. Yüce Allah da şöyle buyuruyor: "Onlardan bir kısım münafıklar ganimetlerin bölünmeleri hususunda sana şikâyette bulunurlar, baskı yaparlar, seni adaletsizlikle ithama kalkışırlar. Çünkü onlar ancak o ganimetlerden istediklerini elde ederlerse razı olurlar, verilmezse de işte böyle kızar kinlenirler." (Tevbe: 58)
Onların kızmaları da, rızaları da Allah'tan başka mabutlar içindir. Nefsinin arkasından koşanlar, hükmetmek için sultaya talip olanlar da aynen beyledirler. Eğer onlar nefsî arzuları tatmin edilirlerse ancak tatmin olurlar, edilmezse kızıp kinlenirler. Bu kimseler hangi nefsî arzularına bağlı iseler, bağlı olduklarına kuldurlar ve köledirler. Bu istekleri uğruna feda etmeyecekleri hiçbir şey yoktur. Gerçek kulluk, kalbin herhangi bir şeye aşırı bağlanmasıdır. Bir insanın kâlbi neye çok meyletmiş, kalbi neyi en çok sevmişse, işte insan o şeylerin kulu olur. Bundan dolayıdır ki, şairin biri "Köle, kanaat ettiği sürece hür, tama ettikçe de köledir." demiştir. Yine şairin biri: "Nefsimin istekleri arkasına koştum, beni köleleştirdi bu koşmalar. Şayet nefsimin arzularına bu kadar bağlı olmasaydım. Elbette ki köle olmayıp hür bir insan olacaktım!"
Denilir ki, insanın normal sınırı geçen nefsî arzulan boynunda bir esaret zinciri, ayaklarında prangadır. Zincir boyundan çözülünce, ayaktaki pranga kendiliğinden açılır. Hattab oğlu Hz. Ömer demiştir ki: "Aşırı nefsî arzular umutsuzluk, umutsuzluk ise fakirliktir. Zira sizden biriniz bir şeyden umudunu kestiği zaman, ondan kurtulmuş olur.
Bunu insan bizzat kendi nefsinde bulur. Umudunu kestiği bir şeyi artık istemez olur insan. Artık ona karşı büyük bir tutku ile bağlanmaz ister istemez. Ona karşı ihtiyacı ölür gider. Ama herhangi bir şeye karşı umut besliyorsa insan, onu elde etmek için büyük tamah gösterir, kalbini gitgide artan bir şiddetle ona bağlar. Malda, makamda, çeşitli şekil ve sürelerdeki sevgiler, bağlılıklar, istekler hep böyledir. Elde etme umudu taşıdığı şeyi elde etmek için kendisini öldüresiye hırpalar, elde edinceye kadar rahat huzur görmez.
Allah'ın Resulü buyurmuştur ki: "Rızkı sadece Allah'tan isteyiniz! Yalnız Allah'a kulluk ediniz. Çünkü sonunda götürebileceğiniz huzur O'nun huzurudur. Onun için sadece O'na şükür ediniz."
Kula mutlaka rızk lâzımdır yaşaması için. Yaşamak için ihtiyacı vardır. Şayet rızkını Allah'tan isterse, insanoğlu Allah'a muhtaç, yani kul olur. Şayet mahlûktan isterse rızkını, istediği kimseye muhtaç olarak kul durumuna düşer. Onun için herhangi bir kimseden bir rızık istemek, dünyalıklar talep etmek haram kılınmış, ancak ihtiyaçları, zaruri maddeleri istemek mubah kılınmıştır. Rızkı kuldan istemeyi, dilenmeyi, yasaklayan ve bu konuda bizleri uyaran birçok hadisi şerif söylemiştir Allah'ın Resulü. Meselâ şu hadisi şerifleri: "Başkasından talep etmeye devam eden sizden herhangi biriniz, kıyamette Allah'ın huzuruna, yüzünde bir parçacık olsun et bulamayarak gelir." (Müslim ve Buharî)
Bir başka hadis: "Kendisinde yeteri miktar ihtiyaç maddesi olduğu halde bir kimse insanlardan bir şeyler isterse, kıyamette yüzü kaşıntılı yara ile Allah huzuruna çıkar." (Taberani)
Bir başka Hadisi Şerif: "Şu üç kimseden başkasına dilenmek haramdır: Rezil edici borç sahibi, çok ızdırap verici hastalık sahibi, yahut, halsiz ve mecalsiz bırakan dehşetli yoksulluk hali içinde olan kimse." (Ebu Davut ve Beyhaki) Bir başkası: "Sizden birinizin ipini alıp, odun toplayıp satması veya buna benzer işler yaparak maişetini temin etmesi, halktan bir şeyler istemesinden çok daha hayırlıdır. İstediklerini halk ya verir veya vermez refuze eder zaten." (Buhari) Bir tanesi daha: "Sen istediğin, kalbin tamah etmediği hallerde sana verileni al, şayet böyle değilse alma. Nefsini almaya yöneltme!" (Buhari, Müslim). Demek Allah Resulü, kalbin arzuladığı şeyi dille istemeyi, bedavadan elde etmeyi hoş görmemiştir. Hatta çirkin bulmuştur.
Allah'ın Resulü bir sahih hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Kim tok gözlü olursa, Allah onu bolluk içinde tutar. Tok gözlü olanı Allah, doyurur. Bir kimse iffetini korumak isterse, Allah onun iffetini korumak hususunda destekler ve iffetini korur. Her kim sabır etmeyi isterse, Allah onu sabırlı kılar. Hiç kimseye sabırdan daha büyük bir nimet, ondan daha büyük bir ihsan yoktur." (Buhari ve Müslim)
Allah'ın son Resulü, ashabının ileri gelenlerinden insanlardan bir şeyler istemelerini, menetti ve vasiyet etti. Öyle ki, Hz. Ebu Bekir'in elinden bastonu düşerdi de hiç kimseye şunu bana verir misin?" demezdi. Kendisine niye böyle yaptığı sorulduğu zaman "Sevgili efendim Muhammed Mustafa, bana insanlardan hiçbir şey isteme buyurmuştu." (Buhari ve Müslim)
Malik oğlu Avf bir toplulukla birlikte Allah'ın Resulüne biat ederken, Allah'ın Resulü onlara bir gizli kelime vasiyet etti: "insanlardan hiçbir şey istemeyiniz!" Bu cemaatten bazıları sonradan, ellerinden herhangi bir şeyleri düşecek olsa "o düşeni bana verir misin" dememişlerdi hiçbir kula. (Buhari ve Müslim)
Dinin hükümleri, sadece Allah'tan isteminin emredildiğini yaratıktan istemenin ise yasaklandığını bize göstermektedir. Konuyla ilgili Allah'u Teâla buyuruyor ki: "O halde memur olduğun işi bitirip görevini yerine getirdin, ve yükten kurtuldun mu, yine kalk bir başka iş için kolları sıva çalış ve yorul ve sadece Rabbine yönel ve yalnız O'ndan iste." (İnşirah: 7-8)
Allah Resulü İbni Abbas'a buyurdu: "İstediğin zaman mutlaka Allah'tan iste! İstiane ve yardım istersen sadece Allah'tan dile yardımı." İbni Abbas'ın yukarıda rivayet ettiği hadisi şerifte "Rızkı yalnız Allah'tan isteyiniz" buyrulmaktadır. "Allah'tan rızk isteyin" buyrulmamıştır. "Zira rızkı yalnız Allah'tan isteyiniz" dendiği zaman, böyle bir cümle, "başkasından istemeyiniz" anlamını da içinde taşımaktadır. Bir âyette de böyle denilmektedir: "Yalnız Allah'ın Fazl-ı kereminden isteyiniz" (Nisa: 32) İnsanın muhtaç olduğu rızk ve diğer şeyler mutlaka yerine gelmelidir, devreye girmelidir. İnsana zarar veren şeyler de ondan uzak olmalıdır. Bunlar insan hayatı için kaçınılmaz bir şeydir. Ama bütün ihtiyaçların Allah'tan istenmesi. Bütün zararlılardan, Allah'ın korunması altına girilmesi de şarttır. Kul ihtiyaçlarını ancak Allah'tan isteyecek ve şikâyetini sadece Allah'a yapacaktır. Kur'an-ı Kerimde Yakup (a.s)'la ilgili bir âyette:
"Yakup dedi ki: Ben büyük kederimi ve üzüntümü sadece Allah'a havale ederim, O'na şikâyet ederim." (Yusuf: 86)
Yüce Allah Kur'an-ı Keriminde; Hicr-i Cemil, Safh-u cemil ve Sabr-ı cemil gibi deyimler kullanmıştır. Bu deyimler için denildi ki; Hicr-i cemil eziyetsiz ayrılık; Safh-u cemil sitem edilmeksizin dönüş; Sabr-ı cemil ise, mahlûka şikâyet etmeksizin sabretmektir, işte bu sebepledir ki, hastalığı zamanında Ahmed bin Hanbel'e; "Tavus hastanın inlemesini çirkin bulmakta ve inlemenin şikâyet olduğunu söylemektedir" dediler. Bu sözü duyduktan sonra Ahmed bin Hanbel ölünceye kadar asla inlemedi. Ancak Allah'a şikâyet etmek sabrı cemile aykırı değildir. Nitekim, Hz. Yakub Sabr-ı cemil dediği halde "ben kederimi hüzünümü ancak Allah'a şikâyet ederim" demişti.
Hattaboğlu Ömer sabah namazında; Yusuf, Yunus ve Nahl sûrelerini okuyor, Hz. Yakub'un "Ben kederimi ve hüznümü ancak Allah'a şikâyet ederim" âyetini okuduğu zaman da ağlıyordu.
Hz. Musa'nın duasında da şu cümleler geçmektedir: "Allah'ım! Hamd ancak sanadır; şikâyetler ancak sanadır. Sensin ancak yardım istenecek, istimdad edilecek kudret. Dönüş ancak sanadır. Hayra ve şerre kudret ancak sendedir."

DİYANET İŞLERİNİN KURULUŞ AMACI
-Hakkı gizleme
-Batılı hak gösterme
-Kâfir devleti ayakta tutma
-Müslüman ve gayri Müslimlerin beraberce ve birlikte yaşamalarını sağlama
-Allahın ve Resulünün(s.a.v) emirlerini, manevi değerler adet ve örf deyip çarpıtma
-İslami çalışmaların ve hareketlerin önüne geçme
-Müslümanları aldatma, uyutma, kandırma
-Küfrü meşrulaştırma, meşru görme ve gösterme
-Küfre emniyet sibobu, görevi yapma
-Kâfir ve mürtetlerin namazlarını kılarak, onları Müslüman gösterme
-Müslümanları Hıristiyanlaştırma
-Kâfirlere karşı yalakalık ve onların dinini meşrulaştırma
-Kâfirlere itaat etme ve boyun eğme
-Kâfirleri dost edinme
-Kâfir bir devlete karşı itaat ettirme ayrıca muhafaza ve müdafaa etmeye teşvik
-Kâfirleri ve Müslümanları eşit tutma(Allah; kafirlerle, müminleri ne bu dünya da ve ne de ahirtette asla eşit tutmaz)
-Kâfirleri ve Müslümanları kardeş ilan etme(ancak müminler kardeştir)
ŞEYTAN’IN RESMİ HİZMETE MAHSUS DOSTLARI
Allahü Teâlâ Buyuruyor Ki:
T.C. batı hukuku ile idare edilen, demokratik, laik, bir ülke*dir. İslâmi esaslarla hiçbir ilgisi olmadığı gibi, İslâm’dan ve İslâmi değerlerden oldukça rahatsız olan, bunun için ta cumhuri*yetin ilk kuruluşundan bu yana, İslâmi görülen tüm değerlere sa*vaş açan bir yapıya sahiptir.
T.C. kuruluşundan beri, kimi zaman gerçek İslâm âlimlerini darağaçlarında sallandırmış, kimi zaman da Kur’an’ı Kerimleri toplatıp eşeklere yükleterek dağlarda yaktırmış; samanlıklarda, kuytu köşelerde, Kur’an öğreten âlimler i jandarma dipçikleri altında işkenceye tabi tutmuş, Kur’an ve İslâmi değerlerin yasakladığına dair kanunlar, tüzükler çıkarmıştır. Yani laik, demokratik T.C. için İslâmi değerler, yıllar boyunca, en büyük düşman olarak görülmüştür. Bu düşmanlık sonucunda laik sistem, Yüce Allah’ın haram kıldığını serbest, Allah’ın helal kıldığını da yasaklamıştır. Bunlardan birkaç örnek; İs*lâm’da zina, en büyük günahlardan biri olduğundan dolayı haram edilmiş iken, laik sistem kendi eliyle kadınların birçoğunu, ruhsatlı fahişeler olarak piyasaya sürmüş, genelev ve pavyonlarda pazarlayarak zi*nayı serbest bırakmıştır. Hatta bu sektörden vergi alarak onları teşvik etmiş, vergi rekortmenlerini bu sektörden çıkartmıştır. Faizle iştigal etmenin Allah’a ve Resulüne savaş ilan etmek olduğunu ve faizcilerin çok günahkâr kâfirler olarak ebediyen cehennemde kalacaklarını bildiren Kur’ani gerçeğe rağmen, de*mokratik T.C. laiklik adına, Allah’ın haram ettiği bu çirkin ve sömürüye dayalı fiili serbest bırakmış, teşvik etmiş ve ekonominin temeli olarak kabul etmiştir. Yine şeytanın (aleyhillane) pisliği olarak bildiren ku*mar ve içki, laik sistem tarafından genç beyinlerin iğfali için üretilmiş, cazip hale getirilerek piyasaya sü*rülmüştür. Tesettürün İslâm’da çok önemli bir yeri vardır, kadına kişilik kazandıran, zinaya giden yolları kapatan, çıplaklık kültürüne ve kadını teşhire engel olan, en önemlisi de Yüce Allah’ın emri olan bir fiildir. Laik rejim, laiklik adına Allah’ın emrettiği bu fiile de savaş açmış, okullara, iş yerlerine tesettürlüleri al*mamıştır. Her fırsatta tesettürü kötüleyerek kadının mahrem yerlerini, daha doğrusu kadının bizzat ken*disini; tv, radyo, basın yayın organlarında, sokakta, teşhir etmiş, eski cahiliyye dönemlerinde olduğu gibi pazarlamıştır.
Evet, laiklik adına, bir taraftan İslâmi esaslara savaş açan demokratik T.C. diğer taraftan bir diya*net işleri başkanlığı oluşturarak bu kurum vasıtasıyla kiraladığı vaiz, müftü ve namaz kıldırma me*murlarını görevlendirmiştir. Acaba İslâm’ın can düşmanı olan laik sistem neden din adamı kisvesi altında kiralık görevliler ta*yin ediyor? Neden bir zamanlar toplatıp eşeklere yükleterek dağlarda yaktırdığı Kur’an’ı Kerimleri, şimdi Kur’an kurslarında, daha önce jandarmaya dipçiklettiği kişilerin çocuklarına, torunlarına öğretiyor? Acaba sistemin mi mantığında ya da sistemin kendisinde bir değişiklik mi meydana geldi? Yoksa Allah’ın indir*diği hükümlerle hükmeden İslâmi hükümetler mi kuruldu? Aslında bütün bu soruların cevabını yine laik sistemin kurucuları ve düşünürleri, çok açık bir şekilde veriyorlar. Hem de yazılı olarak, hiç kimseden çe*kinmeden, baskı altında kalmadan…
Allah’ın dinine verdiği zararla öğünen, İslâm dinine düşmanlığı ile meşhur olan Cemal Bayar, “Ben de yazdım” adlı eserinde; İmam Hatip Okullarını, Kur’an Kurslarını niçin açtıklarını, ezanı neden Arapça okuttuklarını çok açık bir ifade ile ortaya koyuyor. Bayar, İsmet İnönü’nün düştüğü hataya düş*meyerek, İslâmi değerlere sahip olduklarını zanneden halka, açıktan açığa düşmanlık yapmıyor, Kur’an’ı Kerimleri toplatıp yaktırmıyor, ezanı Türkçe okutmuyordu. Bilakis tam aksine İmam Hatip okulları açtırı*yor, Kur’an Kurslarına izin veriyor, ezanı Arapça okutuyordu. Adı geçen eserinde bütün bu yaptıkları iş*lerle devrim bahçesini suladığını ifade ediyordu:
“Bir barajın önünde biriken sular alt kanallardan tahliye edilmezse nasıl ki bendini yıka*caksa, İslâmi birikimin de bu küçük işlerle deşarj edilmemesi halinde Atatürk devrimlerini yerle bir edecektir.”
Özet olarak yukarıda ifade edildiği gibi, Bayar ve D.P. (Demokrat Parti) İslâm’ın ya da halkın yara*rına değil, Atatürk devrimleri yararına ezanı Arapça okutuyor, İmam Hatip okulları açtırıyordu. Bu yapılanlara, inandığını söyleyen halkın, laik sisteme itaat ve sadakatini artırmaya çalışıyorlardı. Yoksa İslâmi esaslar toplum tarafından daha iyi anlaşılsın diye yapılmıyordu. Çünkü aynı mantık diğer taraftan da 163. maddeyi çıkartarak Allah demeyi suç sayıp, faillerini cezalandırıyordu.
Laik sistemin tebaası olan halk, İslâmi esasları net olarak bilmediğinden, yapılanları kendi yararına zannediyor, bu yapılanların niçin yapıldığını, kimlerin bundan yararlandığını bilmiyordu. Bu yapılanların ve halkın inancı üze*rinde döndürülen dolapların farkında olanlardan biri de Süleyman Hilmi Tunahan isimli Kur’an öğreticisi şahıs, öğrencilerine, İmam Hatip okul*larından çıkacak namaz memurlarının arkasında namaz kılmamalarını öğütlüyordu. Çünkü Tunahan, İslâmi değerlere düşman laik sistemin temsilcileri olan namaz kılma memurlarının re*jime hizmet ettiklerini biliyordu.
Bugün İmam Hatip okullarından mezun olduktan sonra Diyanetin emrine giren namaz memurlarının, müftü ve vaizlerin İslâmi bilgilerine ve kişiliklerine bakıldığında, bunların İslâm’dan ne derece uzakta oldukları ve İslâm’dan çok laik sistem tarafından beslenmekte, yaptıkları görev*leri dolayısıyla, rejimden maaş alarak ayakta kalmakta oldukları açıkca görülecektir.
Laik sistem, kendi emniyeti için kurduğu ve emniyet sübobluğu yap*tırdığı Diyanet örgütüne yalnızca eleman yetiştir*mekle kalmamış, aynı zamanda da bu yetiştir*diği elemanlarına işleye*cekleri dini cinayetleri karşılığında, bütçenin her yıl düzenli olarak ve miktarı laik rejimin çok önemli bakanlıklarının bütçelerinin 10,15 katı parayı bütçesinden rüşvet olarak vermiştir.
Diyanet teşkilatı, kendisine yükletilen, dini vicdanlara hapsetme görevini, hiç şüphesiz, laik*liğin esaslarına ve prensiplerine uygun bir şekilde yerine getirmiş ve halen hiç aksatmadan bu gö*revini yerine getirmektedir. Bunun için İslâmi esaslardan birçoğunu örtbas etmiş, gizlemiş, birçoğunu da çaptırarak asıl anlamlarından saptır*mıştır. Yani diyanet işleri teşkilatı, Yüce Allah’ın dinini, kiraladığı müftü, vaiz ve namaz kıldırma memurları vasıtasıyla açıkça katletmiştir. Bunun için toplumun Kur’ani düşünenleri, bu teşkilata cinayet işleri teşkilatı adını vermiş, bu teşkilatın atadığı namaz memuru, müftü ve vaizlere itibar etmemiştir.
Laik sistem tarafından kurulan diyanet iş*leri teşkilatı, felsefesine uygun kişileri, ücret karşılığında, müftü, vaiz ve namaz kıldırma me*muru olarak kiralamış, bunlara görevlerini bildi*rerek halkın önüne çıkartmıştır. Bu görevlilerde kendilerine verilen görev gereği, Kur’an’ın bütü*nünü Arapça okudukları halde, bir kısmını gizle*yerek diğer kısımlarının anlamlarını halka ulaş*tırmaya çalışmışlardır. Yani bu görevliler Kur’ani gerçeklerin bir kısmını aldıkları ücret karşılığında bile bile gizlemişler, halka ulaştırmamışlardır.
Bu ücretli görevlilerin, dinin bu kadarını bildikleri söylenemez. Çünkü, bir üst ayeti okuyup onun altındaki ayetleri görmemek mümkün değildir. Kur’an’ı Kerim’deki iyilik, güzellik, yar*dımseverlik ayetlerini sürekli okuyarak, içki, kumar, zina ve faizin kesin haram oldu*ğunu, bunları serbest hale getirenlerin hiç şüphesiz kâfir olduklarını, hakimiyetin Allah’a ait olduğu gerçeğini toplumdan gizleyen Diyanet görevlileri, ancak bu şekilde kendilerine verilen görevleri ifa etmektedirler. Bu görevlilerin böyle yapmasını isteyen, diyanet teşkilatını kuran laik sistemin ta kendisidir. Ancak şu unutulmamalıdır ki, Yüce Allah (c.c.), indirdiği açık delillerin tü*münü açıklanmasını istemekte ve bir kısmını giz*leyenlere, lanet edileceğini bildirmektedir.
“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hida*yetin kendisi olan âyetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya mutlaka onlara Allah lanet eder. La*net edebilecek olanlar da lanet ederler.” (Bakara 159)
Diyanetin bu görevli müftü, vaiz, namaz kıldırma memurları, laik rejimden aldıkları birkaç kuruş maaş uğruna, Yüce Allah’ın açıkça indirdiği delilleri ve hidayeti gizleyerek, ebedi ve küçük düşürücü cezaya hak kazanmışlardır. İşte bunlar için öngörülen ceza:
“Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de bununla biraz para alanlar ger*çekten karınları dolusu ateşten başka birşey yemezler. Kıyamet günü Allah onlara ne söz söyler, ne de kendilerini temize çıkarır. On*lara sadece acı veren bir azab vardır. İşte onlar, hidayeti verip sapıklığı, affedilmeyi bırakıp azabı satın alan kimselerdir. Bunlar, ateşe karşı ne kadar da sabırlıdırlar!” (Ba*kara 174-175)
Oysa kitaba varis olanlar, kitabı açıp oku*yanlar onu açıklamakla mükellef tutulmuşlar*dır. Diyanetin maaşlı elemanları ise, aldıkları bir*kaç kuruş için, onu gizlemişler, hükümlerini sap*tırmışlar ve böylece Kitab’ın hükümlerini arkala*rına atmışlardır.
“Bir zaman Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açık*layacaksınız, onu gizlemiyeceksiniz." diye söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler ve onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları bu alışveriş ne kadar kötüdür.” (Ali İmran 187)
Böyle yapmakla Allah’ın yoluna engel ol*dular ve O’nun hükümlerini toplum tarafından anlaşılarak hayata hakim olmasına engel oldular. Aldıkları az bir ücret için, din ve devlet bütünlü*ğünü bünyesinde barındıran İslâmi esasları, vic*danlara hapsettiler. Vicdanlara hapsedilen bir din de hiçbir zaman hayata hâkim olamaz. Zaten laik Kemalist sistemin de istediği bu değil miydi? Na*maz memurları, müftü ve vaizler, dinin toplum tarafından anlaşılmasını engellemekle, kötülükle*rin toplum hayatına egemen olmasına destek ol*dular.
Diyanetin görevlileri kötülüklerin toplum hayatına egemen olması için, elbette ki kötülüğü övüp yüceltmediler; zaten ollara bu görev de ve*rilmiş değildi. Kötülükleri, başkaları, bizzat reji*min kendisi toplumun önüne çıkarıldı. Fakat top*lumdaki dini inanç bu kötülüklerin yayılmasına engel oluyordu. Bu dini inanç, toplumdan kaldı*rılmadıkça bu kötülükler topluma hakim olamaya*caktı. Öyleyse dini inançlar ya toplumun hayatın*dan tamamen kaldırılmalıydı yahut ta, vicdanlara hapsedilmeliydi ki, kötülükler meydana açılabil*sin. Ve dini vicdanlara hapsetme işi, toplumun içerisinde güvenilir kişilere verilmeliydi veya bu iş din adına yapılmalıydı ki toplum bunun sonu*cunda laik Kemalist sisteme karşı cephe almasın. İşte bu görev yani dini siyasetten, yönetimden, hayatın bizzat kendisinden ayrı tutarak vicdanlara hapsetme işi bu diyanetin paralı uşaklarına ve*rildi. Hatta yukarıda da belirttiğimiz gibi bunun için devlet kasasından en büyük pay diyanete ay*rıldı. Bakınız bu diyanetin paralı uşaklarının en eskilerinden olan Ahmet Hamdi Akseki isimli şa*hıs, laik sistemin dini siyasetten çekip vicdanlara hapsetme felsefesine canı gönülden katılmış, yazdığı yazılarda İslâm’dan ve İslâm’ın siyasi görüşünden ne kadar gafil olduğunu ortaya koy*muştur. Aşağıdaki yazısı da bunun bariz örneği*dir.
“Din bir devlet işi değil, bir vicdan işidir. Nerede devlet, fertlerin din işleriyle meşgul olmuş ve bunu nizamlamaya kalkmış ise orada bir hu*zursuzluk başlamıştır. Çünkü öyle yerlerde za*manla din siyasete, netice itibari ile de şahsi menfaate alet edilmiş, taassub hâkim olmuş, İs*lâm dininin esas vasıflarından biri olan şefkat ve müsamaha ortadan silinerek, yerini zulüm ve ceburruta bırakmıştır.” (İslâm fıtri, tabii, umumi bir dindir, 1/576 )
İşte bu şekilde diyanet yetkililerinin en te*pesinde bulunan diyanet işleri başkanından tu*tunda en alt kademesindeki namaz kıldırma me*muruna kadar hepsi dini vicdanlara hapsederek gizlemişler, hakkın toplum tarafından anlaşılma*sına engel olmuşlardır. Bu ise yapabilecekleri en kötü işlerdendi.
Şu soruların cevaplarını kendi kendimize vermeye çalışırsak meseleyi daha net anlamış oluruz. Acaba bugüne kadar hiçbir diyanet yetki*lisinin hakimiyet ve egemenlik hakkının sadece Yüce Allah’a ait olduğunu, Allah’ın indirdiği hü*kümler dışında kanun ve yasa vaazdenlerin ke*sinlikle kâfir olacaklarını, bu sahte rablere kesin*likle itaat edilmemesi gerektiğini, itaat edenlerin aynı onlar gibi dinden çıkmış müşrikler sınıfına katılacaklarını anlattığına şahit olduk mu? Yaşadı*ğımız coğrafya üzerinde hüküm süren tağutlara karşı zerre kadar dahi olsa bir sevgi beslememe*miz gerektiğini, onlara ve yandaşlarına buğzedip düşmanlık göstermemiz gerektiğini, demokrasinin bir put demokratların ise bir putperest olduğunu, her üç-beş yılda bu demokratik dine taze kan pompalamak adına yapılan yeni rabler ve yeni ilahlar seçme girişiminden “ben müslümanım” di*yen bir ferdin uzak durması gerektiğini, bunun zıddına bir hareketin şirki ve küfrü gerektiren bir amel olacağını, hiç bu paralı kölelerden işittik mi acaba? Hayır kesinlikle işitmedik.
Aslında İslâmın tarih boyunca üzerinde durduğu ve bunca mücadele verdiği temel mesele hâkimiyet ve idarenin sadece Allah’a tahsis edil*mesidir. Tarih boyunca tevhid-şirk kavgasının yegâne sebebi budur. Toplumun gözünde İslâmı temsil eden bir kimsenin insanlara ilk ulaştırması gereken temel meselenin “Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır” ilkesi olmalıdır. Ama bu temel meseleden öncelikle bu bel’amlar bihaberdir. Ha*beri olanlar ise rızk endişesi içine girmekteler. Demokratik diktatörlüğün idari mekanizmasına oluşturan rablerine itaatten bir an bile geri dur*mamaktadırlar. Ayrıca bugün bu ülkede yaşanan hâkimiyet ve idarenin Allah’dan gasbedilmesi sorunu bu samiri soylu bel’amların görevleri de değildir. Onlara rableri bu görevi vermemiştir ki. Bilakis onlara verilen görev dinin özünü oluşturan bu meseleleri kesinlikle halktan gizlemek, bunun yerine laik Kemalist sistemin belirlediği meseleleri halka anlatmaktır.
“Allah'ın âyetlerini az bir çıkara de*ğiştirdiler de Allah yolundan engellediler. Gerçekten de bunlar ne fena şeyler yapageldiler.” (Tevbe 9)
Diyanetin ücretli uşaklarının, ister bilerek ister bilmeden hangi nedenle olursa olsun hakkı gizleyerek laik sistemin belirlediği meseleleri, onların Kur’an’ı böldüklerinin, parça parça ettik*lerinin, O’nun hükümlerini gizlediklerinin açık de*lilidir. Bunun hesabı elbette sorulacak, elbette hak ettikleri cezaya çarptırılacaklardır.
“Onlar, Kur'ân'ın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayarak onu kısım kısım böldüler. Rabbin hakkı için biz, mutlaka on*ların hepsini yaptıklarından dolayı hesaba çekeceğiz. Şimdi sen emrolunduğunu açıkça tebliğ et. Müşriklerden yüz çevir. Muhakkak ki alay edenlere karşı biz sana yeteriz.” (Hicr 91-95)
Kur’an’ı bölük bölük ederek bir bölümü ile hareket edenler için Kur’an’ın öngördüğü ceza; dünya hayatında laik sistemin isteklerine göre hareket ettiklerinden dolayı rezillik, rezillerin ahiret cezası ise, azabın en şiddetlisine itilmektir.
“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu halde içinizden böyle yapanlar, netice olarak dünya hayatında perişanlıktan başka ne ka*zanırlar, kıyamet gününde de en şiddetli azaba uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara Suresi 85)
Diyanetin ücretli memurları, diyanetin emir ve yasaklarını Allah ve Resulü’nün emir ve yasaklarının üstüne çıkarmışlardır. İşte bugün camilerin ibadeti karşı mesai saatleri dışında ki*litlenmesi bunun en açık örne*ğidir. Mesai saatleri dışında in*sanların nasıl ibadet edecekleri onların hiçbir zaman dertleri olmamıştır. Bu ücretli bel’am-ların yaptıkları tek şey Allah’tan başka rablerinin emirlerine harfiyen uymaktır. Acaba mesailerinin dışında ibadet yerlerini kapalı tatmayı onlara Yüce Allah mı emret*miştir, yoksa Allah’tan başka rab edindikleri efendileri mi emretmiştir?
Bu paralı namaz me*murlarının, Allah’tan başka rablerinin emirlerini Allah ve Resulü’nün emir ve yasaklarından üstün tutmaları sonucunda Kur’ani emirler onlar için hiçbir şey ifade etmemektedir. Bunun diğer bir örneği ise; cenaze namazları ile ilgili tutumlarıdır. Kur’an’ı Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayan, fasıkların ve münafıkların namazlarının kılınma*masını, mezarları başında durulmamasını ister*ken, bu namaz memurları, bırakın münafık ve kâfirleri, Allah’ın dinine, Kur’an’a, Resule ve Müslümanlara düşman olan dinsizlerin bile na*mazlarını kıldırmakta, onlar için dua etmektedir*ler. Namazdan sonda da bu dinsizlerin ölüsünü almaya gelenler “kahrolsun şeriat” diyerek İslâma saldırmaktadırlar.
“Ve onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabirinin başına gidip durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Resulünü tanımadılar. Ve fasık olarak can verdiler.” (Tevbe Suresi 84)
Şimdi bir tarafta Yüce Allah’ın emri, di*ğer tarafta Diyanet ve Laik sistemin emri var. Namaz memurları tüm bu tutumlarıyla Allah’tan başka rablere yani laik sistemin yöneticilerine ta*bii olduklarını ortaya koyarak, Yüce Allah’ın emirlerinin tersine hareket et-mektedirler. Bu davranışlarıyla da kitabın hü*kümlerini arkalarına at-mış ol*maktadırlar.
Diyanete, daha doğ*rusu laik sisteme, hizmeti iba*det kabul eden müftü, vaiz ve namaz kıl-dırma memurlarından oluşan bu gurup içinde bulun*dukları bu teş-kilattan tevbe ederek Allah’a ve O’nun Yüce Kitabına teslim olma-dıkları ve Kur’ani gerçekleri insanlara ol*duğu gibi anlatmadıkları sürece ne Müslümanlarla beraber olabilirler ne de Yüce Allah tarafından bağışlanabilirler.
“Ancak tevbe edip halini düzelterek gerçeği söyleyenler başka. İşte onları ben bağışlarım. Ben çok merhamet ediciyim, tevbeleri çokça kabul ederim.” (Bakara Su*resi 160)
İşte tüm bu Kur’ani gerçeklerden sonra bu paralı namaz memurlarını ve diyanete bağlı tüm bel’amları İslâmi gerçekleri saptırmaktan vazgeçmeye ve tevbeye davet ediyoruz. Aksi halde:
“Onlar ebedi olarak onun altında ka*lırlar. Ne azabları hafifletilir, ne de kendile*rine göz açtırılır.” (Bakara Suresi 162)( bu konunun tamamı alıntıdır.)
SONUÇ
Ya rabbi! Bizleri; nefislerimizle ve şeytanlarla başbaşa bırakma…
Ya Rabbi! Senin ayetlerin ve Rasulunun(s.a.v)emirleri karşısında duyduk ve itaat ettik diyenlerden eyle bizleri…
Ya Rabbi! Kınayanların kınamasından etkilenmeden dosdoğru sıratı müstekiminden ayrılmadan yürüyenlerden kıl bizleri...
Ya Rabbi! Atalarımızın ve adetlerimizin, örflerimizin bizlere gösterdiği şekilde değil, senin bizlere öğrettiğin ve gösterdiğin şekilde bizleri, dinimize tabii kıl...
Ya Rabbi! Cahiller, kendilerine sataştığında; sizlere selam olsun deyip hedeflerinden hiç sapmadan dosdoğru hedefine yürüyen kullarından eyle bizleri…
Bütün nasihatlarimiz, uyarılarımız önce kendi nefislerimize daha sonra diğer insanlara ve Müslüman kardeşlerimizedir.
ELHAMDÜLİLLAHİ RABBİL ÂLEMİN…

YAZAN:ABDULLAH EL ENSAR
(İSVİÇRE/BASEL)
1430 HİCRİ





[1] Fethu-l Bari, 12/299.

[2] Bunu İmam Kurtubi tefsirinde Tevbe Suresi’nin 65. ayetinin tefsirinde nakletmektedir.

[3] Ahkamu-l Kur’an, 4/348.

[4] İkrafu-l Mulhidin, 59.

[5] Alusi, Ruhl Meanî (20/49).

[6] Ebu Hureyre’den, Mecmuus Sağir, 398.

[7] Kifayetu-l Ahyar, sy: 455.

[8] Kurtubi, Tevbe Suresi 108. ayetinin tefsiri.

[9] Fetvalar, 1/439.
 
Üst Ana Sayfa Alt