Ledün Ilmi Nedir? Alimler Peygamber Varisi Değil Midir?

S Çevrimdışı

selefi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Ledün ilmi diye bir şey var mıdır? Allah dostları batın ilmine varis değil midir?
Cevap: Batın ilmini iddia edenler, hiçbir güvenilir kaynakta geçmeyen şu uydurmayı dillerine dolamışlardır; “Kur’an’ın her kelimesinin bir zahiri, bir batını, bir haddi ve bir de matla’ı vardır.”[1] Aslı olmayan böylesine bir rivayetin bu denli etkiye sahip olması tasavvufun etkisiyle olmuştur. Tasavvufu öven alimler bile tasavvufun ortaya attığı bazı meselelere karşı çıkmışlardır. Mesela mutasavvıf olan Gazalî, İslam dinine yabancı fikirlerin daha çok tasavvuf kanalıyla Müslümanların kültürlerine girdiğini itiraf etmektedir.
Suyuti Baybarsiyye hankahına teftiş için şeyh olarak atanmıştı. Oradaki sufileri yanlışlarından dolayı çok ikaz ettiği için sufiler onu sultana şikayet etmiş, Suyuti de görevinden azledilmiştir.[2]
Alimlerin tasavufun yanlışlığı hakkındaki getirdikleri deliller karşısında bocalayan sufiler kimi zaman kendilerinin nasların batınına vakıf olduklarını iddia etmiş ve söylediklerinin o batına uygun olduğunu ileri sürmüş, kimi zaman kendilerinin ilimlerini gizli kanallardan aldıklarını söylemiş, kimi zaman ledünnî bir ilme sahip olduklarını, kendilerine karşı çıkanların kabuk ehli olarak suçlamışlardır.
Neticede batın iddiası, tasavvuf ehli için tartışmalarda can kurtaran simidi olmuştur. Çünkü ilim ehli ile aralarında bir tartışma çıkıp delil getirme konusunda aciz kaldıklarında iddialarının, nassların batınına uygun olduğunu, kendilerinin ledünnî bir ilme sahip bulunduklarını ve zahir ehlinin bunu anlayamayacağını ileri sürmüşlerdir. Yine tasavvuf ehlinin ilimlerini gizli bir yoldan aldıklarını iddia etmeleri de bu tür endişeden dolayıdır. Tasavvufçuların bir kesimi bu ilmin Ali r.a. kanalıyla, bir kesimi de Ebu Bekir r.a. kanalıyla kendilerine ulaştırıldığını söylerler.
Bu iddia İslam’ın temel prensipleriyle bağdaşmadığı halde her nasılsa İslam kültüründe yaygınlık kazanmıştır. Çünkü bu iddia, Ehli Sünnet dahil diğer fırkaların da Peygamber hakkında kabul ettikleri tebliğ sıfatına aykırıdır. Bu iddiaya göre peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, dini bir ilmi gizlemiş ve onu sadece birkaç sahabeye tebliğ etmiştir. O’nun gizlediği bu ilim dinin özü, insanlara açıkça tebliğ ettiği ise dinin kabuğudur(!) diğer sahabelerden bu ilmi gizlemesinin nedeni de, diğer sahabelerin bu ilmi taşıyacak kapasiteye sahip olmamalarıdır. İster istemez akla şöyle bir soru geliyor; nasıl oluyor da sahabe böyle bir ilmi taşıma kapasitesine sahip değil ama sonraki dönemlerde ve günümüzde milyonlarca kişi, aralarında bu kadar cahiliyle birlikte bu ilmi taşıma kapasitesine sahip olabiliyorlar?
Ayrıca yüce Allah, peygamberine, emredildiği şeyleri açıkça ilan etmesini emrediyor; “Sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve ortak koşanlara aldırma”(Hicr 94)
Şeyhul İslam İbni Teymiye rahimehullah diyor ki; “Rafıziler, Şiiler ve ilimlerini bunlardan alan kimselerin, Ehli Beyt’ten aldıklarını iddia ettikleri ya dini ilimlerle ya da tabii ilimlerle ilgili bir takım sırlar ve hakikatlara muttali olduklarını iddia ettiklerini görürsün. Onlar böyle bir iddiayı, gizlenmesinin öğütlenmesi ve hakikatı bilinemeyen bu sırlara iman edilmesi gerekli bir takım hususlardan dolayı ileri sürmektedirler. Halbuki iddialarının tamamı uydurulmuş bir yalan ve atılmış bir iftiradır.
Bu Rafıziler, çeşitli gruplar içinde en çok yalan uyduran ve en çok gizli ilim iddiasında bulunanlardır. Bu sebeple Batıniler ve karmatiler de Rafızi sayılmışlardır.
Rafıziler, ilk olarak Emirül Mü’minin Ali radıyallahu anh döneminde çıkmışlar ve Ali radıyallahu anhın özel olarak bazı ilimlere ait sırlara ve vasiyete sahip olduğu iddiasında bulunmaya başlamışlardır. Bunun üzerine Ali r.a. ‘ın ileri gelen yakınları ona böyle bir şeyin olup olmadığını sormuşlar, Ali r.a. de, böyle bir şeyin olmadığını bildirmişti. Daha sonra çevrede böyle bir sözün söylendiğini öğrenen Ali r.a. halka bir konuşma yapmış ve kendisinin böyle bir sırra ve vasiyete sahip olmadığını açıklamıştı…[3]
Cafer es Sadık’tan geldiğini iddia ettikleri sırlar ve yalanlara gelince, bunlar en büyük yalanlardır. Hatta şöyle denebilir; Cafer es Sadık r.a.‘a atfen yalan uydurulduğu ve iftira edildiği kadar, başka hiç kimseye iftirada bulunulmamıştır.
Ona nispet edilen hususlardan birisi Kitabul Cefr’dir. Ki bunlar, İmam Cafer’in bu kitapta bazı olayları, olacak şeyleri yazdığını iddia ederler. Cefr, keçi yavrusu, oğlak anlamına gelmektedir. Bunların iddiasına göre İmam Cafer bu hususları bir oğlak derisi üzerine yazmıştır. İmam Cafere atfen uydurulan Kitabul Heft, hilal ile ilgili olan Kitabul Cedvel, Mağrib ülkelerinden İbnul Hılli ve benzerlerinin iddia ettiği Kitabul Bitaka ve Kur’an tefsiriyle ilgili bir çok nakiller ve benzeri hususlarda da durum aynıdır…”[4]
Makrizi diyor ki; “Hattabiye fırkasına mensub olan Şiiler, Caferi Sadık Radıyallahu anh’ın kendilerine “cefr” denilen bir deri bıraktığını, bu deride ihtiyaç duydukları bütün gayb ilimleri ile birlikte Kur’an tefsirinin bulunduğunu iddia etmişlerdir.”[5]
Zehebi der ki; “Yalancılar, İmam Cafer Radıyallahu anh’e, ebced, neseb, sinirsel bozukluklar ve yıldızname ilmini nisbet ettiler. İhvanı Safa’ya ait risalelerin Cafer Radıyallahu anh’den alındığını iddia ettiler. Halbuki bu risaleler ondan 200 sene sonra yazılmıştır.”[6]
Piyasada İmam Cafer Radıyallahu anh’a nisbet edilen “ilm-i Cifr” adında bir risalenin tercemesi mevcuttur. Saçmalıklarla dolu olan bu eserin İmam Cafer Radıyallahu anh’e ait olmadığı malumdur. Bu tür safsatalarla uğraşan, hicri 272 senesinde vefat etmiş olan müneccim, astrolog Ebu Maşer Cafer Bin Muhammed Belhi’ye ait olan eserlerin, isim benzerliğinden dolayı, İmam Cafer Radıyallahu anh’e nisbet edilmiştir. Nitekim İbni Kesir der ki; “.. Şu da var ki, recez ilmi, söz sanatı ve azaların ihtilaclarına dair yazılan ve imam Cafer Radıyallahu anh’e nisbet edilen eserler aslında Cafer Bin Muhammed Ebu Maşer’e aittir. Cafer es Sadık’a ait olduğunu söyleyenler yanılmaktadır. Allahu a’lem.”[7]
İbni Kuteybe der ki; “Talha Bin Musarrif şöyle dedi; “Eğer abdestli olmasaydım Şiilerin cefr’e dair sözlerini size anlatırdım.”[8]
Cefr ilmi ile ilgili rivayetlerin çoğu, meşhur şii alimi el-Kuleyni adlı yalancı yoluyla gelmektedir.[9]
Şii ve Sünni kaynaklarda cefr ilmini Cafer es Sadık Radıyallahu anh’den rivayet eden kişinin Harun Bin Said el İcli olduğu nakledilir. Halbuki döneminde Zeydiye’nin ileri gelenlerinden olan Harun el İcli, Cafer es Sadık Radıyallahu anh’a nisbet edilen cefri tenkid edip bunun asılsız olduğunu bildirmiştir.[10]
İmam Gazali r.a., Batınilere reddiye olarak yazdığı “Fadaihul Batıniye” adlı eserinde, harflerin belli anlamlar ve sayısal değerler ifade ettiği noktasında hiçbir tutarlı ve ilmi bir delil olmadığını belirtmiştir.”[11] Ne var ki imam Gazali bile yalancıların şerrinden kurtulamamış, onun adına bile vefkler ve ebced ile ilgili eserler nisbet etmişlerdir.
Bazı sufiler bâtının geçerli olması için bir takım şartlar ileri sürmüşlerdir. Buna göre; batın anlamın, lafzın zahirine aykırı olmaması, başka bir yerde bu anlamın doğruluğuna delil bulunması, bu manaya şer’î veya aklî bir muarızın bulunmaması, bâtın anlamın tek mana olduğunun ileri sürülmemesi gerekir.
Her nekadar bu şartlar söz konusu edilmişse de, pratikte bu şartların gözetildiğini söyleyemeyiz. Tasavvufçular, bâtın manayı tesbit etme işini kendi inhisarlarında gördükleri müddetçe bu şartların pratikte tam olarak geçerli olacağını söylemek de mümkün değildir. Kaldı ki ileri sürülen şartların gerçekliği de su götürür.
Mesela ileri sürülen ilk şartta batın anlamın lafzın zahirine ters düşmemesi gerektiği belirtilmektedir. Eğer lafzın zahirine ters düşmeyecekse o mananın zahir anlam olmasına ne gibi bir engel vardır? Buna batın denilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur?
Başka bir yerde nassen ve zahiren bu anlamın doğruluğuna bir şahidin bulunmasının şart koşulması da anlamsızdır. Zira batın olarak ileri sürülen sözkonusu mana, başka bir nassın zahir anlamı ise başka bir nassın tefsirinde batın mana olarak zikredilmesine gerek yoktur.
İleri sürülen bu şartların tutarsızlığına rağmen çoğu zaman pratikte hiçbir şart aranmamaktadır. Batın manayı bazen Nur-u Muhammedî’den aldıklarını, bazen keşif yoluyla onu bulduklarını, bazen de kimi ayetlerin kendilerini bağlamadığını söyleyebiliyorlar.
Abdulaziz ed Debbağ; “Allah gaybı bilendir. Gaybına kimseyi muttali kılmaz”(Cin 26) ayetinin cahil Arapları ve başka insanları bağladığını, kendileri gibi veli kimseleri kapsamadığını söyler. Gerekçe olarak ta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in gaybı bildiğini, kendilerinin ise Peygamberin hizmetçileri olduklarını ve hizmetçi efendisiyle birlikte olduğundan efendinin bildiği şeyleri hizmetçilerin de bildiğini savunur.[12]
Sufiye’nin ileri gelenlerinden Muhyiddin İbni Arabi; “Rabbin yalnız kendisine ibadet etmenizi emretti”(İsra 23) ayetinin rüsum alimlerinin dediği gibi emir ifade etmediğini, hüküm ifade ettiğini söylemekte ve bunu keşif yoluyla tespit ettiğini belirtmektedir. Ona göre putlara tapanlar, kendilerini Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara ibadet ettiklerine göre haddizatında Allah’a ibadet ediyorlar. Bu nedenle Allah, puta tapanların dualarını kabul ediyor ve ihtiyaçlarını gideriyor.[13] Bundan dolayıdır ki o, putperestlerin hak üzere, hatta arifibillah muhakkiklerden olduğunu savunur.
Firavn Kurtulanlardan Mıdır?
İbn Arabi Hz. Musa'nın amansız düşmanı tağut Firavn'ın kurtulanlardan olduğuna hükmetmekte ve "Benim de, senin de gözümüzün nurudur" âyetini izah ederken şöyle demektedir:
"Kendisine hasıl olan kemal ile onun (Âsiye'nin) gözü aydın oldu. (Kızıldeniz'e) boğulma anında Allah'ın Firavn'a verdiği iman ile de Firavn'ın gözü aydın oldu. Çünkü kötülükten arınmış ve tertemiz olmuş olarak Allah onun canını aldı."
Yine Firavn hakkında şöyle der: "Allah onun nefsini ahiret azabından kurtardığı gibi bedenini de kurtardı. Böylece maddi ve manevi olarak kurtuluş onu kuşatmış (tamamen kurtulmuş)tur." Fususu'l-Hikem kitabında Hz. Musa bölümünde söylediklerini okursanız Firavn'ın Hz. Musa'dan üstün olduğunu söylediğini göreceksiniz. İbn Arabi’nin kesin ve apaçık Kur'ân âyetlerine aykırı düştüğü ve onların aksini söylediği yerler burada sayılamıyacak kadar çoktur.
Kuşeyri; “Andolsun biz, en yakın göğü lambalarla donattık ve onları, şeytanlar için taşlamalar yaptık. O şeytanlara da çılgın ateş azabını hazırladık”(Mülk 5) ayetini tefsir ederken şöyle demektedir; göğü yıldızlarla ve evliyalarının kalplerini de nurlarla ve yıldızlarla süsledik. Müminlerin kalpleri tasdik, iman ve sonra bürhanı araştırıp üzerinde düşünmekle, tahkik ile, ardından beyanı talep etmek için muvaffak olmakla süsledik. Ariflerin kalpleri tevhid güneşiyle süslüdür…”[14]
Batın mananın varlığına delil olarak Kur’an üzerinde düşünmeyi emreden ayetler zikredilmiştir. Ayetler üzerinde düşünülmesinin emredilmesi, işin başında ayetten anlaşılan mananın ötesinde ayetin bir derinliğinin bulunduğunu gösterdiğini söylemek doğrudur. Her bir ayetin bir zahiri ve bir batınının bulunduğunu bildiren rivayet, delil olabilecek nitelikte olmadığına göre, bu derinliğin bâtın diye isimlendirilmesi için ayrı bir delil bulunması gerekir. Ayrıca buna batın ismini verirsek, Bâtınilik ile bunun arasında kesin bir çizgi çizmek güçleşecektir. Doğru bir anlayışın oluşabilmesi için zahir-batın yerine mantuk-mefhum kelimelerinin kullanılması daha isabetlidir.[15]
Kitaplarında Yazılanların Sırlar Ve Semboller Olduğunu İddia Etmeleri
Tasavvuf kurbanlarından bazıları da bu kitaplarda söylenen şeylerin sırlar ve semboller olduğu, gaybın gizliliklerini kendilerine açtığı ve sırlarını kutsadığı veya Allah'ın kendileri için yüce perdeleri kaldırdığı için arşının altında secdelere kapanarak vahyini dinleyip nesir ve şiirlerinde sırlar ve semboller halinde tescil eden kişilerin ancak bilebildiğini iddia ederler.
Bu kişilere şunu belirtmek lazımdır; Kur'ân'ın sıfatlarından biri de insanlara bir beyan olmasıdır. İnsanlardan da alimler ve cahil olanlar vardır. Kimileri okuma yazma bilmez, kimileri de okur yazardır. Buna rağmen Allah Kur'ân'ı bütün bunlar için bir beyan ve herkesin Rabbine basiret üzere kulluk etmesi için anlaşılır bir şekilde kılmıştır.
Ama tasavvufçular kitaplarının gizlilik perdesiyle örtülü semboller ve gaybın büyüsüne sarılı sırlar olduğunu söylüyorlar. Sormak lazım: Müphemlik ve kapalılık sembolleriyle örtülü ve bir yüzü küfür taşıyan son derece kapalı sırlarla Allah'a nasıl ibadet edilir?
Kişinin tamamen meçhul ve sır küpü şeylerle Allah'a ibadet etmesi caiz midir? Allah'ın Kur'ân'da teşri buyurduğu ve Rasûlüne vahyettiği şeylerin dışında şeylerle Allah'a ibadet olur mu?
Yine onlara soruyoruz: Ey tasavvuf kahinleri ve ey onların uyduları! Samimi olarak söyleyin, bu sembollerin ve sırların delaletlerini anlıyor musunuz, yoksa anlamıyor musunuz? Eğer anlıyorsanız, uydularınıza ve mensuplarınıza da açıklayın ki kalpleri marifetle huzura kavuşsun, biz de sizi belki daha insaflı eleştirmiş oluruz. Anlamıyorsanız, o zaman bu dininiz, anlamadıklarını tekrar eden papağanların dini olmaz mı?
(Abdurrahman el Vekil diyor ki); “Gerçek şu ki İbn Arabi'nin, İbn el-Farid'in ve başkalarının yazdıklarının tamamına yakını okudum. Bağlılarının onlara yazdıkları şerhleri okudum. Bunları savunan ve yorumlamaya çalışanların söylediklerini dinledim. Bütün okuduklarımda ne bir sembol, ne de gizli kapaklı bir sır gördüm. Hepsinde tasavvuf inancının gerçeğini açığa vuran ve kimliğini gözler önüne seren apaçık delaletler ve sözler gördüm.
Mesela İbn Arabi'nin şu sözünde acaba ne gibi bir sembol veya gizli sır bulunur: "Arif, Allah'ı her şeyde görendir, belki her şeyin kendisi olarak görendir."
İbn Arabi bu sözünde mensuplarının "fi" kelimesinde mecazi zarfiyeti yahut Hallac'ın hululculuğun tevehhüm etmekten çekinmiştir. Çünkü Hallac'ın hululculuğunda tekliğe aykırı ikilik mevcuttur. İbn Arabi böyle bir şeyin tevehhüm edilmesinden korktuğu için vahdet-i vücuda olan kesin inancıyla korktuğu vehmi kaldırmıştır. Amacı da tasavvufçuların hiçbir vehim ve şüpheye yer bırakmadan vahdet-i vücuda inanmaları, Allah'ın her şey ve her şeyin Allah olduğuna kesin olarak inanmalarını sağlamaktır. Bilindiği gibi eşya arasında öyle şeyler vardır ki bazısı kokuşmuş leş, bazısı ayaklar altına alınan iffet, bazısı da haksız yere kanın döküldüğü cinayettir.
Şimdi Allah için söyleyin, bunda bir sembol var mıdır? Yoksa utanmayan bir zındıklık ve edepsiz bir gayretkeşlik mi sırıtmaktadır?
Ey tasavvuf kurbanları ve şeyhleri! Şüphe yok ki hak açıktır. Allah rızası için onu açıklayınız, Allah için destekleyiniz. Aksi halde Allah'ın huzurunda ceza çok çetin olacaktır." O zaman kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve o anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır."
[1] rivayetin batıl oluşu hakkında bkz.: Şeyhulislam İbni Teymiye Risaletun Fi İlmiz Zahir vel Batın(1/230)
[2] Elisabeth Sartain Jalaladdin Suyuti(s.70-71)
[3] bkz.: Buhari(cihad 171, Diyat 24,31, Cizye 17, Fadailu Medine 4) Müslim(İman 131, Hacc 464, Itk 20)
[4] İbni Teymiye Mecmuul Fetava(4/80 v.d.)
[5] Makrizi el Hıtat(2/352) bkz. İbnu Kuteybe Te’vil(s.70 v.d.)
[6] Zehebi el Münteka(s.128)
[7] İbni Kesir el Bidaye(11/102)
[8] İbni Kuteybe Uyunul Ahbar(2/145)
[9] bkz.: Kuleyni el Kafi Fil Usul(1/132) Musa Carullah el Veşia(s.99)
[10] İbni Kuteybe Te’vilul Muhtelefil Hadis(s.70) Bağdadi el Fark Beynel Firak(s.252)
[11] Gazali Fadaihul Batıniye(s.66-72)
[12] Debbağ el İbriz(1/518-521)
[13] İbni Arabi Futuhatul Mekkiye(3/117)
[14] Kuşeyri Letaiful İşarat(3/611)
[15] Said Şimşek Günümüz Tefsir Problemleri(s.154 v.d.) biraz tasarrufla naklettik.
 
M Çevrimdışı

Mutedeyyin

Misafir
Ledün ilmi diye bir şey var mıdır?
Allah cc alınan ilme ledüm ilmi deniliyor tabiki biz bu ilme vakıf olanların peygamberler olduğunu biliyoruz gerisi ise sadece sapıkların itikatıdır Allah cc onlardan ümmeti korusun paylaşım için teşekkürler ahi
 
R Çevrimdışı

ruhulkudus

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
Eyliyalara inanmıyorsunuz yani , Allah (C.C) dostu kullarına bu ilmi öğretmez değil mi ???

SAPITMAYIN!...

BENİ ŞİMDİ ENGELLER HATTA ÜYELİĞİMİ İPTAL EDERSİNİZ...EDİN!...
 
Muaz ibni Cebel Çevrimdışı

Muaz ibni Cebel

İslam-tr Mudâvimi
Site Emektarı
Allahu Tealanin (C.C) dost kullarina bu ilmi ogrettigine dair delilin nedir?Seyhinin sana ogrettigi disinda kac tefsir kac sahih hadis biliyorsun?
Seyhleriniz sizi edepten yoksun birakmis edebinle yazmayacaksan usulca kendiliginden git ugrastirma Yonetimi.
 
eL_Muhacir Çevrimdışı

eL_Muhacir

İlimsiz Mucâhid, kâtil; Cihâdsız âlim, belâm olur
Frm. Yöneticisi
Eyliyalara inanmıyorsunuz yani , Allah (C.C) dostu kullarına bu ilmi öğretmez değil mi ???

SAPITMAYIN!...

BENİ ŞİMDİ ENGELLER HATTA ÜYELİĞİMİ İPTAL EDERSİNİZ...EDİN!...


afedersin ama bu senin dediğin büyücülük kahinlik kısmına giriyor.

Hiç bir peygamber Bu ilme vakıf değil RABBİM dilemedikçe.

Şayet böyle bir ilim olsaydı Hz.İbrahim (a.s) Ölüleri nasıl dirilttiğini RABBİME sormazdı.
 
F Çevrimdışı

ferdiosman

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Ledün ilmi diye bir şey var mıdır? Allah dostları batın ilmine varis değil midir?
Cevap: Batın ilmini iddia edenler, hiçbir güvenilir kaynakta geçmeyen şu uydurmayı dillerine dolamışlardır; “Kur’an’ın her kelimesinin bir zahiri, bir batını, bir haddi ve bir de matla’ı vardır.”

Neden hep böyle ilmi olmayan iddialar yapılır anlayamadım neyse.........Şu şüpheci Selefi'nin batıl dediği ve hiçbir güvenilir eserde geçmediği dediği rivayetin tahricini verelim .....





Hüseyin AVNİ tarafından yazıldı.

BİR HADÎS TAHLÎLİ

“Kur'ân’ın Her Bir Ayetinin Bir Zâhiri Bir de bâtını vardır”sözü bir hadîs midir?

اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم

اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ


Bundan sonra…
Hadîs ve Tefsîr Usûlü kitablarında, (انزل القرأن علي سبعة احرف ولكل أية منها ظهر و بطن) Kur'ân’ın her bir ayetinin bir zâhiri bir de bâtını vardır mealinde yer alan ve anlatıla gelen ve bilhassa Tasavvuf erbâbının sıkça söz ettiği rivâyet gerçekten bir hadîs midir? Yoksa kimilerince iddiâ edildiği gibi asılsız ve uydurma mıdır?

----------------------------------------------
Bu Rivâyet’in Sıhhat Derecesi Nedir?
----------------------------------------------

Evet, Kur’ân yedi harf üzerine indirilmiştir. Onlardan her bir âyetin bir zahr’ı/dışı bir de batnı/ içi vardır” hadîsi, hadîs ilimleri ve İslâm’ın ölçülerine göre Sahîh ve sâbit bir hadîstir.
Doğrusu, bu hadîsin Sahîh ve sâbit olmadığını, dolayısıyla Mevdû’/Uydurma olduğunu iddia eden hiçbir ilim adamı yoksa da, bir takım bilim adamları(!) vardır.

Onlar bu iddialarını İbn-i Teymiye’ye dayandırırlarken herhangi bir araştırma yapmayı düşünmeyecek kadar rahat ve bilimsel davranabilmekte ve bunu bilimsellikleriyle bağdaştırabilmektedirler. Yâhud bunu yapabilecek “entelektüel donanımlar”ı yoktur. Vâkı’a kendi anlayışlarına uyduktan sonra artık bir sözün -çok saçma dahî olsa- doğruluğu ya da yanlışlığını araştırmanın onlara göre bir ma'nâsı yoktur. Bilimsel yobazlık onların şânındandır. Her neyse, biz yine de kendi işimize bakarak şu hadîs üzerinde ilim erbâbı olan âlimlerin hüküm ve mülâhazalarını buraya alalım:

Bu hadîsi, Tahâvî[1], Taberânî[2] ve Bezzâr[3], Ebû İshâk’dan, O, Ebû’l-Ahvâs’dan, O, İbn-i Mes'ûd’dan, Ebû İshâk’ın nisbetini göstermeden rivâyet etiler.

Sonra.. Bezzâr, “bunu bu şekilde Hicrî’den başkası rivâyet etmedi” dedi. Böylece Ebû İshâk’ın nisbeti olarak el-Hicrî’yi gösterdi.

İbn-i Hibbân’ın isnâdı ise Ebû İshâk’ın Hemedânî olduğunu gösteriyor.

İbn-i Cerîr de bu haberi İbrâhîm b. Müslim el-Hicrî’den rivâyet etmektedir ki, bu zât künyesi Ebû İshâk olan ve kendinde liyn/ biraz zayıflık bulunan bir râvîdir.

Bu hadîsi yine, Tahâvî[4] ve Ebû Ya'lâ[5], da Müslim’in şartına göre sahîh bir isnâdla rivâyet etmişlerdir.

Hâsılı,

Tahâvî, Taberânî ve Bezzâr, Süleyman b. Hilâl /Muhammed b. Aclân /Ebû İshâk (nisbetsiz olarak) /Ebû’l-Ahvâs, yoluyla,

İbnü Hibbân, Süleyman b. Hilâl /Muhammed b. Aclân /Ebû İshâk el-Hamedânî (nisbetli olarak)/Ebû’l-Ahvâs, yoluyla,

Taberî[6] İbnü Humeyd (zayıf) /Mihran /Süfyân/Ebû İshâk /İbrâhîm b. Müslim el-Hicrî (Hicrî’de liyn var) /Ebû’l-Ahvâs, yoluyla,

İbnü Cerîr, Muhammed b. Humeyd/Cerîr b. Abdil-Hamîd Muğire b. Miksem /Vâsıl b. Hayyan /Birinden /Ebû’l-Ahvâs, yoluyla,

Tahâvî,[7] Fehd b. Süleyman /Yahya b. Abdi’l-Hamîd el Hımmânî, yoluyla, (T) Yahya b. Osman /Mus’ab b. Hârûn el Bûldî /Cerîr b. Abdi’l-Hamîd /Muğire /Vâsıl İbn-i Hayyan /Abdullah b. Ebil Huzeyl Ebû’l-Ahvâs, yoluyla rivâyet etmişlerdir.[8]

Bu (son rivâyet) Müslim’in şartına göre sahîhdir.

Buna göre; İbnü Cerîr’in rivâyeti Zayıf, Bezzâr’ın[9] rivâyeti Hasen, Tahâvî’nin[10], İbn-i Hibbân’ın[11] ve Taberânî’nin[12] rivâyeti Sahîh veya en azından Hasen, Tahâvî’nin[13] ve Ebû Ya'lâ’nın (5149) hadîsleri Müslim’in şartına göre Sahîhdir.

Kısacası; bu son rivâyet hesaba katılmazsa, önceki rivâyetlerin Sahîh mertebesine çıkacağı erbâbına ma'lûmdur.

Hiçbirisi bulunmasa bile son rivâyet tek başına Sahîhdir. Tamamı göz önünde bulundurulduğu takdirde de bu metnin sahihliğine ilim sahibleri hiç bir itirazda bulunamaz.

Bu dediğimiz, ulemânın hepsine göre böyledir. Şâzz görüşler ise Ümmet’i bağlamaz. Artık bundan sonra İbn-i Teymiye ve bilmem daha kim, bunun sâbit olmadığını söyledi demek, akıl ve ilim sâhiblerine göre hiçbir kıymet ifâde etmez.

Bütün bunlara rağmen şu hadîse hâla asılsızdır diyenler, hangi ilmî ölçüye göre bu hükme varabiliyorlar?!...

Sırf akıllarına göre ise bizim aklımıza ve bilgimize göre onların akılları bu işe ermez.

----------------------------------------------
Kur’ân’ın Yedi
Harf Üzerine İnmesi
Ne Demektir?
----------------------------------------------

Hadîsde sözü edilen “yedi harf” ile ne kasdediliyor? Bu bahsi inşâellâh ileriki sayılarımızda açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. O yüzden burada bu bahsi değil de, Sûfiyye-i Sâfiyye olan nezîh insanlara sataşmak ve küfretmek câhillik, edebsizlik, densizlik ve hidâyet nasîbsizliğine vesîle yapılan bir noktayı ele alacağız:

----------------------------------------------
Kur’ân’ın Zahr’ı/Zâhiri,Görünen Yanı ve Batn’ı/Bâtın’ı, İçi Ne Demektir?
----------------------------------------------

Bu husûsda imâmlarımızdan bir çok nakil yapmak mümkin ise de biz bir kaçı ile iktifâ edeceğiz:
Bir: İmâm İbnü Cerîr et-Taberî şöyle diyor: Zahr, tilâvette[14] görünen, Batn da gizli olan te’vîlidir.
İki: İmâm Beğavî Şerhu’s-Sünne’sinde (hulâsa olarak) şöyle diyor: Bunun te’vîlinde (âlimlerce) ihtilâf edilmiştir: Hasan-i Basrî’den rivâyet edilmiştir ki, Zahr, Kur’ân’ın lafzı, Batn da te’vîlidir. Denildiğine göre, Zahr, kendinde bir takım kavimlerden isyân ettikleri ve akabinde günahları yüzünden derhal cezâlandırıldıkları anlatılan sözlerdir. Bu, görünürde haber ise de bâtını, bir kimsenin onlar gibisini yaptığında onların başına gelenlerin onun da başına geleceğine dâir bir nâsîhat ve sakındırmadır. Yine denildiğine göre Zâhir’i, îmân edilmesi gereken tenzîli (indirilen metni), Bâtın’ı da onunla amel edilmesidir…. Denilmiştir ki, Zahr ve Batn’ın ma’nâsı, okunması ve anlaşılmasıdır….[15] (Bitti.)
Üç: Müşkilü’l-Âsâr’ı tahkîk eden Şu’ayb el- Arnaût şöyle dedi: Taberî Tefsîri’nin hadîslerini tahkîk eden Mahmûd Şâkir… (İbnü Cerîr’in) bu sözüne şöyle bir not düştü: Zâhir, Arablar’ın bildikleri sözleri ve hiçbir kimsenin bilmemekte ma’zûr görülmeyeceği helâl ve haramlar, Bâtın da istinbât ve fıkıh âlimlerinin bileceği tefsîrdir. Sûfiyye tâifesi ve benzerleriAllah’ın Kitâbı, Resûlü’nun Sünnet’i ile ve Kur’ân’ın lafızlarının delâletleriyle oynamışlardır; Kur’ânın lafızlarının, İslâm âlimlerinin bilecekleri bir Zâhir’i ve bâtıl iddiâlarına göre Ehl-i Hakîkat olanların da bilecekleri bir Bâtın’ı olduğunu iddiâ etmişlerdir. Taberî, Onların kasdettiklerini murâd etmemiştir.[16] (Bitti.)

Teftâzânînin bir münâsebetle Şerhu’l-Mekâsıd’ında da dediği gibi, [Bu yüzden, kerâmet sâhibi Ehlüllâh’ın derilerini parçalayarak ve etlerini ısırarak aleyhlerine düştüler. Onları ancak, mutasavvıf câhiller diye isimlendirerek, meşhûr olan ben onlara bol bol söğdüm, sövmekten bir şey bırakmadım; ama onlar develeri aldılar götürdüler (malı götürdüler)][17]atasözü altına oturdular. Onları ancak, bid'atçılar arasında olan kişiler sayıyorlar. Bilmediler ki, bu işin binası, akîde berraklığı, sır paklığı, tarîkat izince gitmek ve hakîkati seçmek üzerinde kuruludur.”[18]
Evet, Teftâzânî rahimehullah şu edebsiz câhilleri ne de güzel anlatmış.

----------------------------------------------
Âyetlerin Te’vîl Edilip
Bâtınî Ma’nâlara Yorulması
Câiz midir?
----------------------------------------------

Geriye bir husûs kalıyor;
Süâl: İmâm Nesefî, ’Akâid’inde şöyle diyor: Kitâb ve Sünnet nassları açık ma’nâlarına hamledilirler/yorulurlar.[19] Onları bırakıp, Bâtın ehlinin iddia ettiği ma’nâlara dönmek, kâfir olmakla (hakdan bâtıla) meyletmektir .[20]
Âyetlerde bâtınî ma’nâların da bulunduğu iddiası, şu i’tikadla çakışmaz mı?
Cevâb: Hayır, çakışmaz. Böyle bir iddiâ, ya İmâm Nesefî’nin şu sözünü anlamamış olmaktan, veya O’na kasden iftirâ etmekten doğmuştur. O’nun küfür ve ilhâddır dediği, nasslara ters olan ve onlarla hiçbir alâkası olmayan bâtın iddiâsıdır, onlar istikâmetinde olup onlara ters olmayan değil. Bu dediğimizin en açık bürhânı da, O’nun fıkıh ve usûl-i fıkıh kitâbla-rındaki yazdıklarıdır. O, bir yanda, kitâblarını, nassların ibâre ve mantûk’unun yanında, onların derinliklerinden, işâret, delâlet, iktizâ ve kıyâsla çıkarılan fıkhî hükümlerle doldururken, öte yanda da şu nakledilen sözünü mutlak kullanmaz. Aksi halde, kendisiyle apaçık bir tenâkuza düşerek -hâşâ- şimdikiler gibi maskara hâle gelir ve adam olmaktan düşer. Böyle olmadığına göre, O’nun maksadı, nasslara ters düşen ve onlarla hiçbir şekilde ‘alâkalı olmayan ma’nâlardır, başkası değil.
O halde, nasslara ters düşen ve hiçbir delâlet ve istinbât şekliyle onlarla alâkalı olmayan bâtın manalarını iddiâ etmek bâtıl, nasslar çerçevesinde olup çeperlerini taşmayan derinliğine ma’nâlar demek olan bâtın ise haktır. Bu ma’nâda, nasslar dâiresindeki ictihâdlar ve istinbâtlar birer bâtınî ma’nâlar olduğu gibi, ehlüllahın onlardan keşf ve teferrüs ettiği incelik, işâret ve sırlar da bâtınî ma’nâlardandır.
Sa’düddîn Teftâzânî şöyle diyor:
Ba’z-ı muhakkıkların, nasslar açık ma’nâlarına hamledilir; bununla berâber, onlarda, keşif sâhiblerine açığa çıkacak bir takım inceliklere/sırlara olan gizli işâretler de vardır; ki, şu incelikler ile murâd edilen zâhir ma’nâl-arın arasını bulmak mümkindir sözü ise îmânın kemâlinden ve süzme ‘irfândan doğmuştur.[21] (Teftâzânî’nin sözü bitti.)
Bunlara yakın ifâdeler İmâm Süyûtî’nin el-İtkân’ında da mevcûddur.[22]
Aksini iddiâ etmek, delîlsiz bir iddia olup, ya yanlışta bile bile direnme, veya cehâlet veyâhud da hidâyetten nasîbsizliktir. Nasıl böyle olmasın ki?!.. Ortada Sahîh hadîsler vardır ve Ümmet’in âlimleri bazı nassları te’vîl etmenin cevâz ve vukû’unda icmâ’ etmişlerdir.
Bu dediğimizin en büyük bürhânlarından bir kısmı aşağıdaki nasslardır.
İmâm Buhârî’nin rivâyet ediyor:
İbnü ‘Abbâs radiyellâhu anhu-mâ’dan şöyle dediği rivâyet edildi: Ömer radiyellâhu anhu beni Bedir muhârebesine katılmış ihtiyârların yanına katıyordu. Bu, Onlardan birinin sanki ağırına gitti; “bunu bizim yanımıza neden katıyorsun; bizim onun gibi çocuklarımız var”, dedi. Bunun üzerine, “Onun kim olduğunu biliyor musunuz?” dedi. Bir gün beni çağırdı Onların yanına soktu. Beni, sadece onlara (işin iç yüzünü) göstermek için çağırdığı kanaatinden başka bir kanâatim yoktu. Ömer radiyellâhu anhu, (onlara) “Allahın yardımı ve fetih geldiği zaman..” (Nasr Sûresi) hakkında ne diyorsunuz? dedi. Onlardan birisi, “yardım gördüğümüz ve bize fetih verildiği zaman Allah’a hamdetmek ve ondan bağış dilemekle emrolunduk” dedi. Kimisi sustu; bir şey söylemedi. Bunun üzerine bana, “sen de böyle mi diyorsun, ey İbn-i Abbâs!” dedi. “Hayır” dedim. “Ya ne diyorsun?” dedi. O, Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ecelidir, Allah celle celâlühû onu O’na bildirdi ve “Allahın yardımı ve fetih sana geldiği vakit” işte bu senin ecelinin alâmetidir “artık rabbinin emrini kuşanarak Rabbini tesbîh et ve ondan bağış dile” dedi. Bunun üzerine Ömer radiyellâhu anhu, ben âyetten senin dediğinden başkasını bilmiyorum, dedi.[23] (Bitti.)
Yine İmâm Buhârî rivâyet ediyor:
Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem bir hutbesinde buyurdu: Hiç şübhesiz ki Allah celle celâlühû bir kulu dünyâ ile kendi katındaki arasında serbest bıraktı da O, Allah’ın katındakini seçti. Ebû Bekr radiyellâhu anhu ağladı. -Başka bir rivâyette- “babalarımız analarımız sana fedâ olsun yâ Resûlellâh sallallâhu aleyhi ve sellem” dedi. Ağlamasından dolayı ona taaccüb ettik. Ölünce, serbest bırakılan kulun Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem olduğunu bildik.[24] (Bitti.)
Dört: İmâm Tahâvî de şöyle dedi: Bu hadîsi(in ma’nâsını) iyice düşündük. Zahr’ın ve Batn’ın ne olacağı hakkında gelen muhtemel te’vîllerden en güzeli şudur: Âyet’in Zahr’ı, ma’nâsının açık olanı, Batn’ı da ma’nânın gizli kalanı’dır.[25] (Tahâv’înin sözü bitti.)

--------------------------------------------
Netîce
--------------------------------------------
Hadîs sâbit ve sahîh bir hadîsdir. Âyetlerin Zâhir ma’nâlarının yanında Bâtın ma’nâları da vardır. Bunlar, müctehidlerin çıkardıkları fıkhî ve akıdevî ma’nâlar olabileceği gibi mukarreb velîlerin anlayacakları sırlar ve işâretler de olabilir. Buna hiçbir mâni’ yoktur.
Bir kez daha mühim bir noktaya parmak basalım ki, sözün açık yanını anlayamayacak seviyedeki kimselerden onların derûnlarındaki ma’nâlarını anlamalarını elbette beklemiyoruz. Lâkin, orta bir akılla bilinebilir ki, Nebî olmayan beşerin bile üstün edebî san’at eseri olan fesâhat ve belâğâtın, husûsan i’câzın neredeyse zirvesindeki sözlerinin altında yatan herkesin anlayamayacağı nice gizli ma’nâlar olur; şunlardan hiç olmazsa bu kadarını dahî bilip hakkı teslîm etmelerini de mi beklemeyelim? Evet, bu kadarını da beklemeyin, diyorsanız, eh ne yapalım?.. Beklemeyelim…

Hüseyin AVNİ
[1] Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077
[2] [Taberânî, El-Kebîr: 10090], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu
[3] [Bezzâr: 2312], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu
[4] Müşkil: 8/109, H:95
[5] [Ebû Ya’lâ: 5149], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu
[6] Taberî, Câmiu’l-Beyân: 1/23. H:11 (Mahmûd Muhammed Şâkir Tahkîkı ve Ahmed Muhammed Şâkir Tahrîci)
[7] [Müşkilü’l-Âsâr 1/109 H: 3095, Ebû ya’lâ: 5149], Müşkilü’l-Âsâr dipnotu: 1/88
[8] Müşkilü’l-Âsâr hâmişi: 8/88
[9] [Müsned:2312], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu
[10] Müşkilü’l-Âsâr: 1/87. H:3077.
[11] El-İhsân:1/276 H:75,. Muhakkık el-Arnaut, bir yerde “isnâdı Hasen’dir” (El-İhsân:1/276, dipnotu), başka bir yerde de Müslim’in şartına göre isnâdı Hasen veya Sahîhdir, dedi. (Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H: 3075 dipnotu)
[12] [Taberânî, El-Kebîr: (10090)], Müşkilü’l-Âsâr: 8/87 H:3077 dipnotu
[13] Müşkilü’l-Âsâr: 3095
[14] El-İhsân (dipnotu):1/277
[15] Beğavî, Şerhu’s-Sünne: 1/263-264
[16]El-İhsân (dipnotu) :1/277
[17] “Evsa’tühüm sebben ve evdev bî’l-ibili” “ben onlara bol bol sövdüm, sövmekten bir şey bırakmadım; ama onlar da develeri (malı) aldılar götürdüler” sözü, bir Arab darb-ı meseli/atasözü olup hikâyesi şöyledir: Arablardan adamın birinin develerine baskın yapılmış ve develer alınıp götürülmüş. Gözden kaybolduklarında bir tepeye çıkmış ve onlara sövmeye başlamış. Kavmine döndüğü zaman, ona malını sormuşlar. O da bunun üzerine yukarıda geçen sözü söylemiş. (Meydânî, Mecma’u’l-Emsâl: 3/426, md.4360)
[18]Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd: 5/75 (Âlemü’l-Kütüb)
[19] Onları zâhir ma’nâlarından çevirecek kat’î bir delîl bulunmadıkça- Teftâzânî.
[20] Sa’düddîn Teftâzânî, Şerhu’l-’Akâid (Ketselî Hâşiyesi ile): 189
[21] Aynı yer.
[22] İmâm Süyûtî, el-İtkân: 2/185
[23] [Buhârî, Tirmizî], Sâbûnî, Tibyân:170-171
[24] Aynı yer.
[25] Tahâvî, Müşkilü’
 
F Çevrimdışı

ferdiosman

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
keşke ilmi bir şeyler konuşabilsenizde bizde konuya dahil olsak ........Ama nerde...
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Kur'an ın 7 harf-lehçe üzerine inmesi, Ledun şirkine icazet değildir

“ … İbn Şihâb dedi ki: Bana Urvetu'bnu'z-Zubeyr tahdîs etti. Ona da Mısver ibn Mahrame ile Abdurrahmân ibn Abd el-Kaarî tahdîs etmişlerdir. Onlar da Ömer İbnu'l-Hattâb şöyle derken işitmişlerdir ; Ben Rasûlullah'ın sağlığında Hişâm ibn Hakîm'i el-Furkaan Sûresi'ni okurken işittim. Ve onun okuyuşuna kulak verip dinledim. Bir de baktım ki, Hişâm bu sûreyi Rasûlullah'ın bana okutmadığı birtakım lehçelerle okuyor. Az kaldı namazın içinde onun üzerine atılacaktım. Fakat selâm verinceye kadar güçlükle sabrettim. - Selâm verince kaçırmamak için - hemen ridâsını göğsünün üzerinde toplayıp :
Senden işitmiş olduğum bu sûreyi sana kim okuttu? dedim. Hişâm:
Onu bana Rasûlullah okuttu, dedi.
Yalan söyledin. Çünkü Rasûlullah bu sûreyi bana, senin okuduğundan başka bir lehçe ile okutmuştur, dedim.

Ve onu yakasından tutarak Rasûlullah'a götürdüm.
Yâ Rasûlallah ! Şunun el-Furkaan Sûresi'ni, Sen'in o sûreyi bana okutmadığın birtakım lehçeler üzerine okurken işittim, dedim.

Rasûlullah s.a.v bana :
" Hişâm'ın yakasını bırak " buyurdu. Ona da:

" Yâ Hişâm, oku ! " diye emretti.
O da, kendisini okurken işitmiş olduğum kıraati Rasûlullah'a kar*şı okudu. Bunun üzerine Rasûlullah:
— " Bu sûre böyle indirildi " buyuruldu. Bundan sonra:

— " Yâ Ömer, sen de oku ! " diye emretti.
Ben de vaktiyle bana okutmuş olduğu okuyuşla okudum. Bana da:
— " Bu sûre böyle indirildi. Şübhesiz bu Kur'ân yedi harf - yani yedi lügat ve yedi lehçe - üzerine indirilmiştir. Bunlardan hangisi kolayınıza gelirse, onu okuyunuz, buyurdu.


(Sahih-i Buhari; C:11, S.5088)



İlm-i Ledun (Batıni İlim) Safsatası
Ehl-i tasavvufca gizli hakikatleri konu alan ve bu yolla insanı manevî kurtuluşa ulaştırdığına inanılan ilime verilen addır.

İlm-i ledun, Kendisine Allah tarafından verildiği iddia edilen özel bilgiye denir. İlm-i batın da aynıdır. Kimi sufi şeyhlere böyle bir ilim verildiği uydurulur. Bu iddia onların kutsallaştırılması içindir.

İslâm'da zahir ve bâtın olmak üzere iki bilgi türünün bulunduğu görüşü ilk defa Şiîler tarafından ortaya atılmıştır.
Ali (r.anh) henüz hayatta iken çevresinde toplanan bazı kişiler ondan başka hiç kimsenin bilmediği bir bâtın ilminin varlığından söz etmişlerdi. Fakat Ali bu iddiaları reddederek Allah'ın kendisine lutfettiği zekâ ile naslardan çıkardığı bazı mânalar dışında herkesin bildiğinden farklı bir ilme sahib olmadığını belirtmiştir. (Buhârî, "Cihâd", 171; Tirmizi, "Di*yar, 16)
Buna rağmen Şiîler , Peygamber'den sonra yegâne meşru halife tanıdıkları Ali'nin başka insanların bilmediği bâtın ilmine sahib bulunduğu. onun "ilim şehrinin kapısı" olduğu inancını sürdürmüşler ve kendisine ait olduğunu iddia ettikleri bazı sözler rivayet etmişlerdir. Bir kısmı Sünnî kaynaklara da girmiş olan bu sözlerden birinde Ali (r.anh) göğsünü göstererek, "Burası ilimle dolu", başka bir sözünde de "Aranızdan ayrılmadan bilmediklerinizi bana sorun" demişti.
Cuneyd-i Bağdadî, Musa (a.s.)'nın Hıdır'dan öğrendiği "ledun ilmi" (Kehf 65) ile Ali'nin bildiği bâtın ilminin aynı şey olduğunu söyler.

Tasavvuf, önceleri zuhd hayatı şeklinde algılanırken, sonraları, çevreden aldığı kollarla gittikçe büyüyen bir nehir gibi, alabildiğine yabancı kültürle beslenmiştir. İslami temellere dayandığını göstermek için de kendine Kur'an, Sünnet ve salih selefin hayatından birtakım İslami temeller aramış veya iddia etmiştir. Bunlardan biri Kehf suresinde geçen Musa ile "Salih Kul" kıssasıdır.
Tasavvufçular suredeki salih kulu "Hıdır" adında ermiş bir kişi olarak itelemiş ve anlatılan kıssanın manalarını, hedeflerini ve mesajını tahrif ederek tasavvuf inancının temellerinden biri yapmışlardır. Bu kıssaya dayanarak zahir bir şeriat ve ona muhalif batın bir hakikat bulunduğunu, şeriat alimlerinin hakikat alimlerinin bir takım şeylerini yadırgaması veya eleştirmesinin yanlış olduğunu söylemiş, peygamber değil, bir veli kabul ettikleri Salih Kul"a (Hıdır) Musa'nın itirazının nasıl anlamsız ve tuhaf bir şey ise, şeriat alimlerinin de hakikat alimlerini eleştirmesi veya onlara itiraz etmesinin yersiz ve anlamsız olduğunu iddia etmişlerdir. Yanlış olarak, veli olduğunu söyledikleri Hıdır'ın vahiy ve ilham aldığını, akaid ve şeriat sahibi olduğunu söylemiş, peygamber olduğu kesin olan Musa'yı da onun emrine vermiş, bunu tasavvuf anlayışı için temel kabul etmişlerdir.
Hıdır'ın peygamber değil veli olduğunu, kıyamete kadar yaşayacağını peygamberlere gelen vahiy yolundan ayrı bir yolla kendisine Ledunni ilim dedikleri batini bir ilim geldiğini, bu ilmin Peygamberin peygamberliğinden önce ve sonra her zaman bütün velilere indiğini, bu ilimlerin peygamberlere gelen ilimden daha üstün ve daha büyük olduğunu iddia etmişlerdir. Nitekim, veli olan Hıdır'ın işlediği bazı fiillerin anlamını ve izahını Musa peygamber olduğu halde bilememiş ve veli olan Hıdır'a uymak zorunda kalmıştır. Üstelik Hıdır'dan birtakım bilgiler öğrenmek için onun yanına gitmiştir, diye iddia etmişlerdir.

Yine veli olduğu halde, Hıdır nasıl peygamber olan Musa'dan daha büyük ve daha bilgili ise, ümmetin velilerinin de şeriatın zahirini bilen peygamberden daha büyük ve daha bilgili olduğunu, aynı şekilde hakikat alimleri olan evliya yahut tasavvufçuların şeriat (zahir) alimi olan alimlerden daha büyük olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Musa (a.s.)ın öğrenemediği bu ilme kendilerinin sahib olduklarını söyleyerek, bilerek yada bilmeyerek ulu'l azim peygamberi solladıklarını iddia ederler.


Bunlar şu hadis-i şerife de kendilerinin vakıf olduklarını mesnedsizce iddia ederler:
Ebu Hurayra (r.anh) şöyle demiştir :
Ben Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’den iki kap dolusu ilim aldım. Bunlardan birini size naklettim. Diğerini de nakletmiş olursam benim şu bağazım kesilir.
(Buhari; İlim , 42)


Burada da gördüğümüz gibi Ebu Hurayra (r.anh)'ın anlatmadığı ilme sahib olduklarını söyleyerek yalan söylemektedirler. Aksi taktirde tasavvufculara Ebu Hurayra'nin "boynunu vurmaktan" dolayı kendilerine kısas uygulamamız gerekecektir!
Bu hadisi şerh eden ehli sünnet alimleri, hadisi şöyle anlayıp açıklamışlardır:

120- Ebû Hurayra (r.anh); şöyle demiştir:
"Rasûlullah'tan iki kap ilim ezberledim. Birincisini yaydım, diğerine gelince şayet bunu yayacak olursam benim şu boğazım kesilir".


Açıklama:

"İki kap ilim" yani iki tür ilim.
Âlimler, Ebû Hurayra'nin yaymadığı ilmi, içinde kötü yöneticilerin isimlerinin, durumlarının ve zamanlarının bulunduğu hadisler şeklinde yorumlamışlardır.
Ebû Hurayra başına bir kötülük gelmesinden dolayı bunların bir kısmını üstü kapalı bir biçimde anlatıyor, açıkça söylemiyordu. Nitekim o bir sözünde "Altmışlı yılların şerrinden ve çoluk çocuğun idareci olmasından Allah'a sığınırım" diyerek Muaviye'nin oğlu Yezid'in halifeliğine işaret etmiştir. Çünkü Yezid İbn Muaviye hicretin altmışıncı yılında başa geçmişti. Allah Ebû Hurayra'nin duasını kabul etti, Ebû Hurayra bundan bir yıl önce (h.59'da) vefat etti. "Fitneler" bölümünde bununla ilgili bilgiler gelecektir.

İbnu'l-Muneyyir şöyle demiştir: Bâtınîler kendi batıl inançlarını doğru göstermek için Ebû Hurayra'nin bu sözlerini delil olarak kullanmışlar ve şeriatın bir zahir bir de bâtını olduğuna inanmışlardır. Bu bâtın ise dinden çıkmadır.

Ebû Hurayra (r.anh) "boğazım kesilir" sözü ile; zalim idareciler kendisinin onların uygulamalarını eleştirdiğini ve hareketlerini sapıklıkla nitelediğini duyduklarında başının kesileceğini kasdetmiştir.
Şu husus da bunu destekler: Onun gizleyerek söylemediği hadisler dini hükümlerden olsaydı bunları gizlemesi câiz olmazdı. Nitekim Ebû Hurayra önceki hadiste ilmi gizleyenleri kınayan âyeti (Bakara 159 - 160) okumuştur.

Başka hadis yorumcuları ise Ebû Hurayra'nin gizlediği ilmin; kıyamet alametleri, âhir zamanda durumların değişmesi ve savaşlar ile ilgili hadisler olabileceğini söylemişlerdir. Zira bu tür haberlere alışık olmayanlar bunları inkar edebilir ve bunların hakikatini anlamayanlar buna itiraz edebilirler.
(İbn Hacer el Askalani; Fethu'l Bari, C. 1, İlim bab 42, Hadis no: 120. Sayfa 285 - 286)


Yine, Hıdır'ın evliya ile buluştuğu, bu hakikatleri onlara öğrettiği, kendilerinden tasavvufi ahidler aldığını söylemiş, tasavvuf! hakikatlerin şeriat hakikatinden farklı olduğu ve bundan dolayı her velinin mustakil şeriatı bulunduğu, mesela şeriattaki içki içmek, zina ve benzeri kötülüklerin batını ilimde tasavvufi bir hakikat ve Allah'a yakınlık kazandıran fiiller olabileceğini belirtmişlerdir.
Tasavvufçular, Salih Kul kıssasından öyle hurafeler ve akıl dışı şeyler çıkarmışlardır ki, onlardan kimileri Salih Kul'un (Hıdır'ın) ayrı bir şeriata sahib olduğu için namaz kılmadığını, kimileri de namaz kıldığını ve Hanefi mezhebine göre kıldığını, bazıları da şafii mezhebine göre kıldığını söylemiştir. Kimileri de birtakım zikirleri doğrudan Hıdır'dan aldığını iddia etmiştir.

Tasavvufçular, bununla da yetinmeyerek İslam aleminin değişik yerlerini Hıdır'ın makamı saymış, Hıdır'ın orada ya oturduğunu veya bir tasavvufçu ile orada buluştuğunu iddia etmişlerdir. Onun için birçok yerde ona bir makam veya bir kabir uydurmuşlardır. Orada kurbanlar kesilmiş, taşlar öpülmüş ve eşyası ile teberruk edilmiştir. Ziyaretin kapısına da haraçları toplayan bir bekçi dikmiş ve geçim vasıtası yapmışlardır.
Öyle görülüyor ki Hıdır olayını tasavvufa dayanak yapmaya ve tasavvufa bağlamaya çalışan ilk kişi, Hatemu'l-Evliya nazariyesini ilk defa ortaya atan dedikleri sufi et-Tirmizi'dir. Bilindiği gibi, bu adam hicri 3. asrın sonlarında ölmüştür. Hatmu'l-Velaye adlı kitabında evliyanın alametleri konusunda şöyle demektedir:

Evliya hakkında Hıdır aleyhisselam'ın ilginç bir kıssası bulunmaktadır. Ta başlangıçtan kaderlerin belirlendiği andan, onların durumunu görmüş ve onların yaşadığı zamanda yaşamak istemiştir. Onun için kendisine hayat verilmiştir. Öyle ki artık bu ummetle haşrolma ve Muhammed'e tabi olma özelliğine sahip olmuştur. İbrahim el Halil ve Zulkarneyn zamanından kalma bir adamdır. Zulkarneyn'in ordu kumandanıydı. Zulkarneyn Aynu'l-Hayat'ı istemiş, ama elde edememiş, Hıdır elde etmiştir Bunun hikayesi uzundur. İşte evliyanın alametleri bunlardır.
En belirgin alametleri, kaynağından dile getirdikleri ilimdir. "Nedir bu ilim?" diye sorulduğunda da şöyle cevab vermiştir:
Bidayet (alemin veya varlıkların) ilmi, misak (söz alma) İlmi, kaderler ilmi ve harfler ilmi.

Hikmetin kaynakları (veya temelleri) bunlardır. En üstün hikmet budur. Bu ilim ancak büyük velilerden ortaya çıkar. Onlardan da velayetten nasibi olanlar alır.
(Hakim et-Tirmizi, Hatmu'l-Velaye. 361-362, Beyrut, "1905)


Hıdır hakkında örülen hurafelerden Şafii mezhebine göre namaz kıldığı uydurmasını da isterseniz Mektubatın sahibinden dinleyelim. Ondan sonra Kuran ve Hadis kaynaklarından bu kıssaya bakalım. Mektubat'ın 282. mektubunda olay şöyle anlatılmaktadır:
"Hıdır ve İlyas'ın görüşmeleri ve hallerinden bir nebze bilgi verilmesine dair Molla Bedi'a yazılmış mektubdur: Allah'a hamd ve seçtiği kullarına selam olsun. Hıdır aleyhisselam hakkında arkadaşların soruşu üzerinden epey zaman geçti. Bu fakirin gerektiği kadar onun ahvali hakkında bilgisi olmadığı için cevab vermemiştim. Bugün sabah toplantısında Hıdır ve İlyas'ın ruhaniler suretinde hazır olduğunu gördüm. Hıdır ruhani bir kelam ile şöyle dedi:
Biz ruhlar alemindeniz. Allah ruhlarımıza tam bir kudret vermiştir ki, bu kudretle vücutlar suretinde teşekkul ve temessul eder, vücutlardan sadır olan cismani duruş ve hareketler, bedeni itaat ve İbadetler ondan sadır olur.
O anda kendisine "Siz Şafii mezhebine göre namaz kılıyorsunuz" dedim. Şöyle dedi:
Biz şeriatlarla mukellef değiliz ama ev Kutbu'nun (sahibinin) görevlerinin yerine gelmesi bize bağlı olup kendisi de şafii mezhebinde olduğundan biz de arkasında İmam Şafii'nin mezhebine göre namaz kılıyoruz.
O anda anlaşılmıştır ki, taatlarına mukafaat terettub etmemekte, belki onlardan İbadet ve taat, taat ehline muvafakat ve ibadet suretine (şekline) riayet için sadır olmaktadır. (Yani ibadet edip sevab kazanmak için değil, sadece ibadet edenler gibi oturup kalkmaktadırlar). Yine anlaşılmıştır ki, velayetin kemalatı Şafii fıkhına vafık, nubuvvetin kemalatı da Hanefi fıkhına muvafıktır. (Yani veliler şafii, berlerde hanefidir).
O zaman altı fasılda naklen zikreden Hoca Muhammed Parsa'nın sözlerinin hakikatı da anlaşılmış oldu ki, şöyle diyordu: İsa indikten sonra Ebu Hanife'nin mezhebine göre amel edecektir.
O anda İkisinden medet istemek ve dualarını almayı tâleb etmek aklımıza geldi. Bunun üzerine şöyle dedi: Allah'ın inayeti kişinin halini ihata etmişse, bizim orada bir rolümüz olmaz. Sanki aradan sıyrılıp gittiler. İlyas (a) o zaman hiç konuşmadı. (Mektubat, 282, Hakikat kitabevi, istanbul,
Hıdır'ın, Ebu Hanife'den şeriat dersleri aldığı da şöyle anlatılmaktadır:
"Hıdır, her sabah namazdan sonra Ebu Hanife'nin ders halkasına geliyor ve ondan şeriat ilmini öğreniyordu. Ebu Hanife ölünce, Hıdır şeriat ilmi tahsilini tamamlayabilmek maksadıyla kabrinde diri olması için Allaha dua etti. Her gün Ebu Hanife'nin kabrinin başına geliyor ve kabrinden konuşan Ebu Hanife'den şeriat ilmi tahsilini sürdürüyordu. Hıdır, ölen Ebu Hanife'den şeriat ilmi tahsilini tamamlamak için 15 sene böyle devam elti" -Huseyin İbn Mehdi el-Ğuneymi, Mearicu'l-Elbab fi Menahici'l-Hakki ve's-Savab, 49, Daru'l-Erkam, Birmingham, 1988)


Hıdır'ın Şafii mezhebine göre namaz kıldığını söyleyen tasavvufçular olduğu gibi, Hanefi mezhebine göre kıldığını söyleyenler de vardır. (Abdurrahman Abdulhalik, a. g. e. I37-138)
Kendisine Hıdır adı takılan Salih Kul'un veli veya nebi oluşu meselesine gelelim; Hemen belirtelim ki veli olduğunu söyleyen kimi alimler olmakla beraber cumhur nebi olduğunu söylemektedir. Nebi olduğunu söyleyenlerin delilleri daha açık ve kesin gibidir. Bu konuda bazı görüşleri nakledelim:
Cumhur (alimlerin çoğunluğu), Salih Kulun nebi olduğunu söylemektedir. Bazıları ise Rasul olduğunu söylemiştir. Tasavvuf eğilimli olan birtakım kişiler ise veli olduğunu söylemiş ve keramet gibi tasavvuf! bazı meselelere bu kıssayı dayanak yapmıştır.

Fakih er-Remli "Doğrusu, cumhurun dediği gibi nebi olmasıdır. Çünkü ayette ;
وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ اَمْرٖيؕ "onu kendiliğimden yapmadım" (Kehf, 82) ve
مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا "Yanımızdan Ona bir rahmet verdik" (Kehf, 65) buyurmaktadır ki, bu rahmet, vahiy ve nubuvvettir. (Reşider-Raşid, ed-Dureru'n-Nakiyye fi'l-Metalibi'l-Fıkhiyye, 142, Hicri 1389 baskı) demektedir.
İbnu Salah da "O nebidir, ama rasul olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. (Nevevi, Tehzibu'l-Esma ve'l-Lugat, 1/177) demiştir.
Futuhat-ı Mekkiyye'nin sahibi İbn Arabi bile peygamberlerin hayatından söz ederken Hıdır'ın onlardan ve rasul olduğunu belirtmiştir.ak mufessir Alusi bunun mercuh bir görüş olduğunu ve doğrusunun nebi olduğunu belirtmiştir
. (el-Alusî, Ruhu'l-Meani, 15/120, Daru'l-Fikir, Beyrut 1389)


Nebi (peygamber) oluşunun delillerine gelince:
Bütün mufessirler "yanımızdan ona bir rahmet verdik" ayetindeki "raht" kelimesinin nubuvvet manasında olduğunu söylemişlerdir. (Nesefî, Tefsirıı'n-Nesefi, Kehf 82. ayetin tefsiri, el-Alusi, a.g.e. , 15/320; ez-Zemahşeri, el-Keşşaf, 1/575, Salah Abdulfettah el-Halidi, Maa Kısasi's-Sabıkîn li'l-Kıır'an, 228-230, Daru'l-Kalem, Dımaşk, 1989, birinci baskı)

Nitekim "(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabb'imden açık bir delil üzerinde ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu Size gizli tutulmuş buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde Biz Sizi ona zorlayacak mıız?" (Hud 28)

"Çünkü Biz onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız." (Meryem 21)
"Kafirler de, putperestler de Rabb'inizden Size bir hayır indirilmesini istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir." (Bakara 105)

"Onu (Lut'u) rahmetimize dahil ettik. Çünkü O salihlerden idi". (Enbiya 75)
"Rahmetini dilediğine ayırır. Allah üstün lutuf sahibidir." (Al-i İmran 74)
"
Rabb'inin rahmetini Onlar mı paylaştırıyorlar." (Zuhruf 32)

"Çünkü Biz, Rabb'in katından bir rahmet olarak peygamberler göndericiyizdir. (Duhan 5-6) gibi ayetlerde ve başka yerlerde "Rahmet" kelimesinin nubuvvet manasında olduğunu mufessirler belirtmişlerdir.
Onun için Hıdır olarak adlandırılan Salih Kul ile ilgili bu ayette geçen rahmetin de nubuvvet manasında olduğu ve Hıdır'ın nebi olduğuna delalet ettiği anlaşılmaktadır. (Salah Abdulfettah el-Halidi, a. g. e. 178-180)
Nesefi, "Katımızdan Ona bir ilim öğrettik." (Kehf 65) ayetinin gaybi şeyleri haber vermek anlamında olduğunu belirterek bunun ancak Allah tarafından vahiyle olacağım söyler. Yine "Onu kendimden yapmadım." (Kehf 82) ayetini "kendi içtihadımla yapmadım, bilakis onu Allah'ın emriyle yaptım" diye tefsir eder (Tevsuru'n-Nesefi, Kehf, 82. ayetin tefsiri)
Kurtubi de "Cumhura göre Hıdır nebidir ve ayet buna delâlet etmektedir. Çünkü nebi, kendisinden daha aşağı olan kişiden öğrenmez.
Sonra gizli (batın) olan şey hakkındaki hükme ancak peygamber olanlar muttali olur. (İbn Hacer, Fethu'l-Bari, 6/310) demektedir.
Fahruddin er-Razi, Musa ve Hıdır'la ilgili kıssayı tefsir ederken Hıdır'ın peygamber olduğunu söylemekte ve bunu savunanların delillerini şöyle sıralamaktadır:

a- Yüce Allah
"yanımızdan Ona bir rahmet verdik" buyurmaktadır. Rahmet de nubuvvetin kendisidir. (Yukarıda belirttiğimiz ayetlerden deliller getirir.)


b- Yüce Allah "Katımızdan Ona bir ilim öğrettik" buyurmaktadır. Bu da bir öğretici veya bir murşid aracılığıyla değil, doğrudan doğruya Allah'ın ona öğretmiş olmasını gerektirir. İnsan aracılığı olmadan Yüce Allah'ın öğrettiği kişinin işleri Allah'ın vahyetmesiyle öğrenen bir nebi olması vâcibdir.

c- Musa ona: "Bana öğretmen için Sana tabi olayım mı?" (Kehf 66) buyurmuştur. Biliyoruz ki, öğretimde veya öğrenimde peygamber, peygamber olmayana tabi olmaz.

d- Hıdır, Musa'ya "Bilmediğin bir şeye nasıl sabredersin" (Kehf 68) diyerek ondan farklı olarak başka bilgilere sahib olduğunu göstermiştir. Musa da "Senin hiçbir işine karşı çıkmam." (Kehf 69) diyerek ona karşı tevazu göstermiştir. Bütün bunlar o kişinin bazı konularda Musa'nın üstünde olduğunu ve peygamber olmayan bir kişinin peygamberden üstün olamayacağını göstermektedir.


e- Ebubekir el-Asam: "Onu kendimden yapmadım" ayetinin Hıdır'ın peygamber olduğunu gösterdiğini söylemiştir. Zira bunun anlamı, yaptığım o işi kendi içtihadımla değil, Allah'ın vahyetmesiyle yaptım, demektir.

f- Rivayetlerde Musa'nın, Hıdır'ın yanına geldiğinde "es-Selamu aleykum" dediği, Hıdır'ın da "ve aleyke's-Selam ya nebiyye Beni İsrail" dediği, Musa'nın ona "Bunu kim sana söyledi (Benim Israiloğullarının peygamberi olduğumu nereden biliyorsun?) demesi üzerine Hıdır'ın: "Seni bana gönderen (Allah)" dediği kaydedilmektedir. Bu da Hıdır'ın bunu ancak vahiyle bilmiş olacağını göstermektedir. Vahiy de ancak peygamber olan kişiye gelir. (Salah Abdulfettah el-Halidi, a. g. e. 178-180)

"Onu kendimden yapmadım" ayeti şu anlama geliyordu: "Yani, gördüğün bu işleri kendi görüş ve içtihadımla değil, ancak Allah'ın emri ve vahyi ile açtım. Çünkü insanların mallarını eksiltmeye ve kanlarını akıtmaya kalkışmak ancak kesin vahiy ile olabilir. (Salah Abdulfettah el-Halidi, a. g. e. 230)

Musa'nın karşılaştığı ve görüştüğü salih kişinin, yani Hıdır'ın nebi değil, veli olduğunu söyleyenlerin genellikle tasavvufi meşreb sahibi kişiler olduğunu görüyoruz. Bunlar Hıdır'ın söz konusu bilgilere ilham yolu ile yahut başka bir peygamberin kendisine bildirmesiyle sâhib olmuş olabileceğini ileri sürüyorlar.
Her şeyden önce, ona başka bir peygamberin bildirmiş olması ihtimali uzak bir ihtimaldir. Aksi halde "Katımızdan ona bir rahmet verdik, yanımızdan Ona bir ilim öğrettik" sözlerinin fazla bir anlamı kalmaz. Hatta olağanüstü bazı şeyleri Musa'ya göstermek için onun gibi bir peygambere muhtaç olacaksa, ona Allah tarafından bir ilim öğretilmesinin ne yararı olacaktır?"(Alusi, a. g. e. 16/17)
Kıssada geçen ve görünüşte serî naslara aykırı olan olağanüstü fiilleri Hıdır'ın ilham sonucu işlediği de söylenemez. Çünkü veli bir kişinin sadece aklına gelen veya kendisine yapılan bir ilhama dayanarak suçsuz bir insanı öldürmesi câiz değildir. Zira onun aklı veya kalbi masum değildir. Akıl veya kalbinin hata etmiş olması ittifakla caiz görülmüştür. Kaldı ki, veli olduğunu söyleyen bir insanın kalbine gelen ilham ile insanları öldürmesi caiz olursa, toplumda herkes veli olduğunu ve istediği kişiyi öldürmenin kendisi, ne ilham edildiğini ileri sürerek istediği kişileri öldürmeye kalkışmış olur ki, böyle bir şeyin ne kadar anlamsız olduğu açıktır.
Ama Salih Kul'un, büyüdüğü zaman mûmin ebeveynini küfre ve irtidada götüreceği endişesi ile henüz ergenlik çağına gelmemiş bir çocuğu öldürmesi, elbette yaşadığı taktirde meydana gelecek maslahattan daha önemli bir maslahata dayanmaktadır. Bunların tesbiti de ilhanı veya kalbe damlama ile yapılması mümkün değildir. Olsa olsa yanılmayan ve geleceği bildiren kesin bir vahiy ile olur ki bu da Salih Kulun nubuvvetini göstermektedir. (Alusi, a. a. e. 16/17, ibn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 1/328)

Bilindiği gibi, İslam şeriatına göre ilham şer'i delil olmaz. Serî bir nassa aykırı düştüğü taktirde ilhamla amel etmek câiz değildir. Zaten makbul olabilmesi için bu şartı koşan alimler, ilhamın ancak sâhibi için bir huccet olabileceğini söylemektedir. Tasavvufçuların kendileri de bunu kabul etmektedir. Onun için söz konusu fiilleri Hıdır'ın ilham sonucu işlediğini söylemek mümkün değildir. Bu işleri ancak yanılmayan bir vahiy ile hareket eden bir peygamberin işlemesi söz konusu olur. (Alusi, a- g. e. 16/17. Acaba hanhi sufi öldürmesi için çocuğunu veli dediği kişilere teslim edebiliyor!?)
Bunun aksini savunan varsa, en güvendiği ve veli olduğuna kanaat getirdiği bir insana böyle bir istekle ortaya çıktığı taktirde, acaba öldürmesi için çocuğunu verebilir mi?
İlhamla velilerin böyle bir işi yapabileceklerini savunanlar öldürmeleri için çocuklarını onlara teslim edebilirler mi?

Nitekim bu konuda hukukçu Ebubekir Cassas da şöyle demektedir:
"Yüce Allah'ın Musa ve Hıdır kıssasında belirttiklerinden şu anlaşılmaktadır: Maslahata götürecek hikmete mebni olarak işlenmesi caiz olan bir işi hikmet sahibinin zarar gibi görünen tarzda işlemesi yadırganmaz. Bu konuda hikmet sahibinin işlemesi safinin işlemesinin aksinedir. Tıpkı tedavi edilen veya ilaç içirilen çocuğun zahirde ilaca veya tedaviye tepki gösterip ilacın veya tedavinin kendisine sağlayacağı yarar gerçeğinden habersiz olmasına benzer. Onun için Yüce Allah'ın bütün yaptıklarının veya emrettiklerinin mutlak hikmete ve maslahata mebni olduğu kesin olduğundan emredeceği veya zarar gibi görünen fiillerine itiraz etmek caiz değildir. (Ebubekir el-Cassas, Ahkamu'l Kur'an, 3/215)

Salih Kulun işlediği de Yüce Allah'ın kendisine bildirdiği bilgi ve yaptığı emir sonucu olduğundan mutlaka hikmete mebnidir ve görünüşte zarar gibi görünse bile, gerçekte yararın kendisidir. Zaten böyle bir şeyi ancak Yüce Allah'ın bilgisi ve himayesi altında olan masum bir peygamber yapabilir. Yoksa kişinin derecesi ne olursa olsun, kalbine damlama ile yahud ilham ve keşf ile böyle bir işe kalkışması kesinlikle şeriata aykırı ve yasaktır. (Musa ve Hızır kıssasının geniş bir tefsiri Mııhammed Hayr Ramazan Yusuf, a.g.e. 115-167)

Ayrıca, veli saydıkları Salih Kul'un ledunni bilgiye sahib olduğu ve Allah'tan ilhanı aldığını savunan tasavvufçuların ona bu yetkiyi verirken, Peygamber olan Musa'ya vermemeleri mantık ve insafla açıklanacak bir şey değildir. Her mûmin biliyor ki peygamber veliden büyüktür. Peygamber olan Musa ledunni bilgilere ve ilhama sahi olamıyorsa, veli olarak gördükleri Salih kul nasıl sahib olabilir?
Kur'an'da bu salih kişinin açıkça diğer peygamberler gibi adı geçmemekle beraber ona bir peygamber olarak inanmak gerekir. Ancak bu inanç sarih ve sahih dini bir nassa değil, içtihada dayandığından, yani delaleti açık olmadığından onu veli kabul eden bir insan tekfir edilmez. İcmali olarak bütün peygamberlere iman etmek farzdır. Kur'an-ı Kerimde adı geçen peygamberlere ise, ayrı ayrı iman etmek farzdır. (Salah Abdulfeltah el-Halidi, a. g. e. 180)

Hıdır, günümüzde de yaşıyor mu ve kıyamete kadar yaşayacak mı?

Hemen belirtelim ki bu anlayış sahiblerinin çok büyük bir kısmı yine tasavvufa mensub olanlardan oluşmaktadır. Bunlar arasında Cunevd el-Bağdadi, Seri es-Sakati, Bişr el-Hafı, Muhyiddin ibn Arabi, Ebu Talib el-Mekki, İsmail Hakkı Bursevi, Hakim et-Tirmizi, İbrahim ibn Edhem, Maruf el-Kerhi, -Amr ibn Dinar, el-Yafii gibi tasavvuf meşhurları bulunmaktadır.
Yaşadığına dair delil olarak da Hıdır'ın zaman zaman bu meşhurlardan kimileriyle görüştüğü ve belirli yerlerde onlara göründüğü yolundaki mitolojik iddialardır.

Nevevi, Hıdır'ın hâlâ aramızda yaşadığı, tasavvufcular, salah ve marifet ehli arasında bu konuda ittifak bulunduğu ve kendisini gördükleri, onunla konuştukları, kendisinden birtakım bilgiler aldıkları, ona sorular sorup cevablar aldıklarına dair hikayelerinin çokça bulunduğunu kaydeder. Bulunduğu mubârak yerlerin de sayılamayacak kadar çok ve gizlenemeyecek kadar açık bulunduğunu belirtir. (Nevevî, Tehzibu'l-Esma ve'l-Lugat, 1/176,-177, Sahihi Musliın Şerhi, 15/135-136, Yine bakınız- ibn Hacer, a.g. e.,6/310; el-Alusi, a.g.e. , 15/322)

Bu konuda İsrailiyyat olduğu kabul edilen birçok da rivayet vardır. Nitekim İbn Hâcer de Hıdır'ın Aynu'l-Hayat'tan içip ölümsüzlüğe kavuşması rivayetlerinin Vehb ibn Munebbih ve onun gibi İsrailiyyat nakledenlerden çıktığını kaydetmektedi. (İbn Hacer el-Askalanî, ,a. g. e. , 8/314, israiliyyat hakkında Remzi Nânaave Doç. Dr. Abdullah Aydemir'in "Tefsirde İsrailiyyat" kitablarına bakılabilir)

Zahir naslara dayanmayan islam dışı birçok görüş ve davranışlarını tasavvvufcuların bu nevi esrarengiz ve ilham-keşf gibi şeylere dayandırmaya çalışması da bu işin ne kadar tutarsız olduğunu göstermektedir.
Hıdır'ın şu anda yaşadığı ve kıyamete kadar yaşayacağı anlayışı birçok yönden reddedilmiştir.

el-Alusi ve Salah Abdulfettah el-Hâlidi bunu maddeler halinde şöyle özetlemektedir:

a- Hıdır'ın yaşadığını söyleyenler, onun bizzat Adem'in oğlu olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki bunun ne kadar gülünç olduğu açıktır.
b- Hıdır, Nuh (a.s.)'dan önce olsaydı tufan sırasında o da gemiye binerdi. Buna dair hiçbir haber yoktur. Sonra gemiye binenlerin tümü eceli geldiğinde ölmüştür. Sadece- Nuh'un mûmin oğullarının soyu devam etmiştir. Yüce Allah bunu "Ve onun zurriyetini bâki olanlar kıldık" (Saffat 77) diyerek belirtmiştir.
c- Adem'in zamanından kıyamete kadar bir insan yaşamış olsaydı , bu en büyük alamet ve delil olurdu. Yüce Allah delil olması için uzun sürdürüp dirilttiklerini Kur'an-ı Kerimde belirtmiş ve alamet yahud delil olması için zikretmiştir. Halbuki Hıdır'la ilgili hiç böyle bir şey olmamıştır.

d- Hıdır'ın yaşadığım söylemek Allah'ın takdiri hakkında bilgisizce konuşmaktır ve bu Kur'an ayetleriyle yasaklanmıştır.

e- Yaşadığına dair deliller, tasavvuf meşhurlarının anlattıkları hikayelerden öteye geçmemektedir. Acaba bunlar Hıdır'ın hangi alametini ve özelliğini biliyorlar ki kendilerine görünenin şeytan olmadığına hükmediyorlar?

f- Bilindiği gibi Hıdır, Musa'dan ayrıldı. Musa'dan ayrılmaya radı olan Hıdır, şeriat ölçüsü tanımayan, cuma ve cemaat bilmeyen, ilim tahsil etmeyen ve ruhbanlık hayatı yaşayan birtakım cahillerle bir araya gelmeye nasıl razı olabilir?
Her biri "Hıdır bana tavsiyede bulundu, Hıdır bana söyledi, Hıdır bana göründü" deyip duruyorlar. Musa ile sohbetine son veren Hıdır acaba bunlarla sohbete nasıl razı oldu?

g- Hıdır'la görüştüğünü iddia eden kişiler "Biz Rasulullah'la görüştük, onunla sohbet ettik, ondan dinledik" gibi şeyler söyleyecek olurlarsa reddedilecekleri konusunda bütün ümmet icma etmiştir. Böyle iken "Hıdır'la görüştük, onunla oturduk, ondan aldık" demeleri gibi sözlerine nasıl itibar?

h- Peygamber, "Musa hayatta olsaydı, mutlaka Bana tâbi olacaktı. (Ahmed İbn Hanbel ve Ebu Ya'la rivayet etmiştir. Ayetlerde bu manalı delalel etmekledir. Ayrıca Ali el-Kari, Esraru'l-Merfua fi'l-Ahbari'l-Mevdua, 1/285, Beyrut, 1986) buyurmuştur. Hıdır da hayatta olsaydı elbette Rasulullaha tabi olacaktı. Halbuki buna dair sahih hiçbir şey yoktur. Sadece ashabtan bazı kişilerin ölümü üzerine Hıdır'ın Rasulullah'a taziye için geldiği rivayeti vardır ki, onun da muhaddis alimler doğru olmadığını söylüyorlar.
Nitekim İbn Kesir "Bu konudaki bütün hadisler gerçekten zayıftır. Dinde huccet olmaya elverişli değildir. Hikayelerin çoğunun da senedi zayıftır. Olsa olsa, sahabi ve benzeri masum olmayan ve yanılması mümkün olan kişilere kadar ulaşabilir" demektedir. (İbn Kesir, a. g. e. , 1/334, 1/336-337)
Ebu'l-Ferec ibn el-Cevzi de bu konudaki hadislerin hepsinin uydurma olduğunu belirtmiştir. (Ebu'l-Farac ibn el-Cevzi, Ucaletıı'l-Muntazir fi Şerhi Haleti'l-Hıdr'dan naklen İbn Kesir, a. g. e. , 1/334)

i- Muslim ve diğer kitablarda, Peygamberin bir gün yatsı namazından sonra şöyle buyurduğu Abdullah ibni Ömer'den rivayet edilmiştir:
"Bu gece gördüğünüz mü? Şubhesiz 100 yıl sonra bugün yaşayanlardan kimse hayatta kalmayacaktır". (Muslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Hanbel)

Yine Muslim ve diğer kitapların rivayet ettiği bir şöyle buyurmuştur:
"100 yıl sonra bugün yaşayan hiçbir nefis yaşamayacaktır. (Muslim, Tirmizi, İbn Hanbel)

Bu hadisler de gösteriyor ki, belirtilen, süreden sonra o gün onlardan kimse sağ kalmayacaktır. Hıdır da o gün yaşıyor idiyse, o da "yüz yıl sonra ölecekti, demektir.

Buhari'de, Hıdır ve İlyas'ın bugün de yaşayıp yaşamadıkları sorulmuş ve şöyle demiştir:
"Bu nasıl mümkün olsun ki? Rasulullah vefatına yakın bir zamanda şöyle buyurmuştur: "Bugün yaşayanlardan hiçbir kimse 100 yıl sonra yaşamayçaktır."

Bu ve benzeri bütün deliller Hıdır'ın halen yaşamadığı ve ölümsüz olmasının söz konusu olmadığını göstermektedir. Zaten şu anda ve bundan sonra kıyamete kadar yaşamasının serî ve aklî makul hiçbir gerekçesi yoktur. (el-Alusi, a. g, e. , 15/320-328. Geniş bilgi için bkz. Mııhammed I l,ıyr Ramazan Yusuf, 7-232, Hüseyin ibn Mehdi el-Ğuneymi, Mearicu'l-Elbab fi Menahici'l-Hakki ve's-Savab, 49-50)
"Ledunni ilim"e gelince; Tasavvuf ilimlerinin büyük çoğunluğu bu ilme dayanmaktadır. Şeriatın ölçülerine göre buna ilim demek ne derece doğru olur?
Tasavvufçular bunu Kur'an ve Sünnet ile bildirilenlerin dışında ve gaybten gelen bilgi olarak kabul etmektedir. Doğrudan doğruya Allah tarafından tasavvufcuların kalblerine ilka edilen veya onların kalbinde doğan ilim olarak bilinmektedir.
Buna hakikat ilmi, ledunni ilim, mukaşafe ilmi, mevhibe ilmi, sırlar ilmi, meknun (gizliler) ilmi, veraset ilmi, rabbani ilim de denir. Bu ilme sahip olan kişiye ledunni sır sahibi, Hıdırvari ruh sahibi veya "Hıdır gibi bir makama sahip" adı verilir. eş-Şa'ranî ve benzerleri bu ilme batın ilmi denilmesinin doğru olmadığını savunuyorlarsa da, realite budur ve şeriat olarak gelen açık ilmin zıddı anlamındadır. (Alusî, a.g. e. , 16/330, 15/330, 16/19; eş-Şarani, el-Tabakatu'1-Kubra, 1/170, 2/56, 76, 152)


Kehf 65- Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz Ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.

Tasavvufçular ledunni ilime dayanak olarak "Ve katımızdan (ledunnumuzden) Ona bir ilim öğretik" ayetine sarılmışlardır. Anlamı apaçık olmasına rağmen Onu akla hayale gelmeyen her türlü aklî ve naklî batıl bilgelerin dayanağı yapmışlardır. (İsmail Hakkı Bursevi, Ruhul Beyan, 5 /270 – 272 ; Ali ibn İbrahim el Muhayimi , Tabsirı’r- Rahman ve Teysiru’l Mennan, 1 / 451 – 452)

“Ledunnâ" kelimesinin anlamı, yanımızda demektir."Min ledunnâ'nın anlamı da yanımızdan, demektir. Bilindiği gibi bize verilen bütün bilgiler esas ve kaynak olarak Allah tarafındandır. Peygamberlere verilen ve vahiy yolu ile gelen bilgiler özel anlamda Allah tarafından verilir. Bu bakımdan ayette geçen "min ledunnâ"nın anlamı, Allah tarafından ve vahiy yolu ile verilmiş olması demektir. (Gazali bunu şöyle belirtmekledir: "Gerçi her ilim O'nun nezdindendir. Ancak bazı insanların öğretmesiyle meydana gelmektedir. Buna ledunni ilim denmez. Ledunni ilim, bilinen bir dış Sebeb olmaksızın kalbe üflenen ilimdir. " ihya, 3/23, el-Halebi, 1939)


Salih Kulun nebi olduğunu ve Allah tarafından kendisine Musa'dan farklı olarak bazı bilgilerin verildiğini biliyoruz.
Kurtubî, tasavvufçuların ledunnî ilim iddialarına cevab vererek şöyle demektedir:
"Netice olarak, Allah'ın ahkamını bilmenin risalet yolu dışında bir. yolu olmadığına dair kati ilim ve zaruri yakîn hasıl olmuş, selef ve halef icma etmiştir. (Kurtubî, el-Cami' li Ahkamı'l-Kur'an, 11/40-41, Özel olarak, Daru'l-Kilabi'l-Arabi, Mısır, 1968)

Usulde kesin olarak kabul edilmiştir ki, ilham ile herhangi bir şekilde istidlal etmek caiz değildir. Çünkü insan masum değildir. Tasavvufçuların ilham alan kişinin ilhamla amel etmesinin caiz olduğu yolundaki iddiaları şer'î bir delile dayanmadığı için geçerli değildir. Zira ilham alan kişi masum değildir ve masum olmayanın aklına gelen şeyler güvenilir olamaz. Zira şeytanın ona istediği şeyleri karıştırmış olmasından emin değiliz. Halbuki şeriata uymakla hidayetin olacağı kesindir. Ama ilham, akla gelen şeyler ve benzerlerine uymada hidayet kesin değildir.

Buraya kadar verilen bilgilerden anlaşıldığı üzere Salih Kul (Hıdır), tasavvuf meşrebli kimi şahısların iddia ettiği gibi veli değil, nebi olduğu görüşü tercih edilmiştir. Nubuvveti olmayan, sadece velayeti ile bu olağanüstü şeyleri yapan bir insan olamaz. İnsan ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir zaman bir peygamber seviyesinde olamaz ve bilhassa şerî ahkama taalluk eden konularda peygambere akıl hocalığı yapamaz. Aksine, insan ne kadar mukemmel olursa olsun, mutlaka peygambere uymakla mukelleftir.
Bu Salih kulun peygamber olduğu kabul edilmekle beraber, mantık ve deliller onun melek olabilme ihtimalini de göstermektedir.

Yine anlaşılmıştır ki, Musa ile Salih Kul (Hıdır) kıssasında tasavvufçuların iddia ettiği gibi şeriat-hakikat, batın-zahir gibi şeylere dayanak sayılacak şeyler söz konusu değildir. Sadece Allah'ın peygamberlerinden, birine bildirirken, diğerine bazı şeyleri bildirmemesi söz konusudur. (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 87-98)
Tasavvuf ehlinin, Cafer es Sadık’tan geldiğini iddia ettikleri sırlar ve yalanlara gelince, bunlar en büyük yalanlardır. Hatta şöyle denebilir; Cafer es Sadık (r.anh)‘a atfen yalan uydurulduğu ve iftira edildiği kadar, başka hiç kimseye iftirada bulunulmamıştır.

Ona nisbet edilen hususlardan birisi Kitabu'l Cefr’dir. Ki bunlar, İmam Cafer’in bu kitabda bazı olayları, olacak şeyleri yazdığını iddia ederler. Cefr, keçi yavrusu, oğlak anlamına gelmektedir.
Bunların iddiasına göre İmam Cafer bu hususları bir oğlak derisi üzerine yazmıştır. İmam Cafer'e atfen uydurulan Kitabu'l Heft, hilal ile ilgili olan Kitabul Cedvel, Mağrib ülkelerinden İbnul Hılli ve benzerlerinin iddia ettiği Kitabu'l Bitaka ve Kur’an tefsiriyle ilgili bir çok nakiller ve benzeri hususlarda da durum aynıdır…” (İbni Teymiye Mecmuul Fetava(4/80 v.d.)

Makrizi diyor ki; “Hattabiye fırkasına mensub olan Şiiler, Caferi Sadık (Radıyallahu anh)’ın kendilerine “cefr” denilen bir deri bıraktığını, bu deride ihtiyaç duydukları bütün gayb ilimleri ile birlikte Kur’an tefsirinin bulunduğunu iddia etmişlerdir.” (Makrizi el Hıtat(2/352) bkz. İbnu Kuteybe Te’vil(s.70 v.d.)

Zehebi der ki; “Yalancılar, İmam Cafer (Radıyallahu anh)’e, ebced, neseb, sinirsel bozukluklar ve yıldızname ilmini nisbet ettiler. İhvanı Safa’ya ait risalelerin Cafer (Radıyallahu anh)’den alındığını iddia ettiler. Halbuki bu risaleler ondan 200 sene sonra yazılmıştır.” (Zehebi el Munteka(s.128)

Piyasada İmam Câfer (Radıyallahu anh)’a nisbet edilen “ilm-i Cifr” adında bir risalenin tercemesi mevcuddur. Saçmalıklarla dolu olan bu eserin İmam Câfer (Radıyallahu anh)’e ait olmadığı malumdur. Bu tür safsatalarla uğraşan, hicri 272 senesinde vefat etmiş olan muneccim, astrolog Ebu Maşer Cafer Bin Muhammed Belhi’ye ait olan eserlerin, isim benzerliğinden dolayı, İmam Cafer (Radıyallahu anh)’e nisbet edilmiştir.
Nitekim İbni Kesir der ki; “.. Şu da var ki, recez ilmi, söz sanatı ve azaların ihtilaclarına dair yazılan ve imam Cafer (Radıyallahu anh)’e nisbet edilen eserler aslında Cafer Bin Muhammed Ebu Maşer’e aittir. Cafer es Sadık’a ait olduğunu söyleyenler yanılmaktadır. Allahu âlem.” (İbni Kesir el Bidaye(11/102)
İbni Kuteybe der ki; “Talha Bin Musarrif şöyle dedi; “Eğer abdestli olmasaydım Şii'lerin cefr’e dair sözlerini size anlatırdım.” (İbni Kuteybe Uyunul Ahbar(2/145)

Cefr ilmi ile ilgili rivayetlerin çoğu, meşhur şii alimi el-Kuleyni adlı yalancı yoluyla gelmektedir. (Kuleyni el Kafi Fi'l Usul (1/132) Musa Carullah el Veşia, sf: 99)

Şii ve Sünni kaynaklarda cefr ilmini Cafer es Sadık (Radıyallahu anh)’den rivayet eden kişinin Harun Bin Said el İcli olduğu nakledilir. Halbuki döneminde Zeydiye’nin ileri gelenlerinden olan Harun el İcli, Cafer es Sadık (Radıyallahu anh)’a nisbet edilen cefri tenkid edip bunun asılsız olduğunu bildirmiştir. (İbni Kuteybe Te’vilul Muhtelefil Hadis(s.70) Bağdadi el Fark Beynel Firak(s.252)

İmam Gazali, Batınilere reddiye olarak yazdığı “Fadaihul Batıniye” adlı eserinde, harflerin belli anlamlar ve sayısal değerler ifade ettiği noktasında hiçbir tutarlı ve ilmi bir delil olmadığını belirtmiştir.” (Gazali Fadaihul Batıniye(s.66-72)

Ne var ki imam Gazali bile yalancıların şerrinden kurtulamamış, onun adına bile vefkler ve ebced ile ilgili eserler nisbet etmişlerdir.

Ey tasavvuf kâhinleri ve ey Onların uyduları! Samimi olarak söyleyin, bu sembollerin ve sırların delaletlerini anlıyor musunuz, yoksa anlamıyor musunuz?

Eğer anlıyorsanız, uydularınıza ve mensuplarınıza da açıklayın ki kalbleri marifetle huzura kavuşsun, biz de sizi belki daha insaflı eleştirmiş oluruz. Anlamıyorsanız, o zaman bu dininiz, anlamadıklarını tekrar eden papağanların dini olmaz mı?

Abdurrahman el Vekil diyor ki ; “Gerçek şu ki İbn Arabi'nin, İbn el-Farid'in ve başkalarının yazdıklarının tamamına yakını okudum. Bağlılarının onlara yazdıkları şerhleri okudum. Bunları savunan ve yorumlamaya çalışanların söylediklerini dinledim. Bütün okuduklarımda ne bir sembol, ne de gizli kapaklı bir sır gördüm. Hepsinde tasavvuf inancının gerçeğini açığa vuran ve kimliğini gözler önüne seren apaçık dalaletler ve sözler gördüm.
Mesela İbn Arabi'nin şu sözünde acaba ne gibi bir sembol veya gizli sır bulunur: "Arif, Allah'ı her şeyde görendir, belki her şeyin kendisi olarak görendir."

İbn Arabi bu sözünde mensublarının "fi" kelimesinde mecazi zarfiyeti yahut Hallac'ın hululculuğun tevehhüm etmekten çekinmiştir. Çünkü Hallac'ın hululculuğunda tekliğe aykırı ikilik mevcuttur.
İbn Arabi böyle bir şeyin tevehhüm edilmesinden korktuğu için vahdet-i vücuda olan kesin inancıyla korktuğu vehmi kaldırmıştır. Amacı da tasavvufçuların hiçbir vehim ve şubheye yer bırakmadan vahdet-i vücuda inanmaları, Allah'ın her şey ve her şeyin Allah olduğuna kesin olarak inanmalarını sağlamaktır. Bilindiği gibi eşya arasında öyle şeyler vardır ki bazısı kokuşmuş leş, bazısı ayaklar altına alınan iffet, bazısı da haksız yere kanın döküldüğü cinayettir.

Şimdi Allah için söyleyin, bunda bir sembol var mıdır? Yoksa utanmayan bir zındıklık ve edebsiz bir gayretkeşlik mi sırıtmaktadır?

Ey tasavvuf kurbanları ve şeyhleri!
Şubhe yok ki hak açıktır. Allah rıdası için onu açıklayınız, Allah için destekleyiniz. Aksi halde Allah'ın huzurunda ceza çok çetin olacaktır.

"O zaman kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve o anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır." (Bakara 166)

%C4%B0LM-%C4%B0-LED%C3%9CN-%C4%B0nsan-%C4%B1-Kamil-300x169.jpg


 
Geri
Üst Ana Sayfa Alt