Mealizmin İmandan Ettiği Gençler
Mealcilerin Şüphelerle İmanını Çaldığı Dindarlar
Bugün öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, hemen her açıdan tarihin en kritik eşiklerinden birisi olduğunu söylersek, hiç abartı olmaz. Bir taraftan madde esaslı Batı medeniyeti ve buradan ithal edilen ideolojiler ile zorba rejimler, nesil ile ekini ifsad etti. Diğer taraftan İslam âlemi, kopan tespih misali imamesiz dağıldı ve önemli bir kesimin zihnine Allah’a iman yerine ırkperestlik yerleştirildi. Bunların paralelinde bilim perdesi arkasından inançsal değerler hedefe konuldu. Bütün bu yıkımların üstüne bir de inançsal / fikri sapmalar olabildiğince körüklendi. Bilim adı altında ithal edilen materyalist fikirler her şeyi maddeye hapsederken, İslam âlemi içerisinde, modernizden mealizme kadar inançsal fikri cereyan anlamında envai çeşit kanal açıldı.
Söz konusu akımların her birisinin ayrı bir hikâyesi ve farklı argümanları vardır. Üstelik her birisi samimiyet iddiasında olup, ıslah ve iyilik yapmak istediğini, dinin doğru anlaşılması için çabaladığını ve Müslümanların ancak bu şekilde problemlerinin üstesinden gelebileceğini ileri sürmektedir. Müslümanların çağlar boyu yaptığı ilmi çalışmaların büyük oranda göz ardı edilerek din adına yeni bir dünya keşfine çıkma edası, hemen hepsinin ortak noktalarındandır. Tabi her bir cereyanın keşfedilmesini önerdiği dünya da farklıdır. Buradan hareketle gerek ümmetin ilmi kaynakları olsun ve gerekse âlimleri olsun, önemli ölçüde hepsinin eleştiri ve saldırılarının odağındadır. İşte bu cereyanlardan bir tanesi de mealizm dediğimiz hadis - Sünnet inkârcılığıdır.
Bu makalede, söz konusu cereyanın nesli ifsad etmesi, diğer bir ifadeyle müslüman evlatlarını saptırması açısından, bazı somut örneklerle olumsuz etkilerine değineceğiz. Ondan önce şunu belirtelim ki mealist mantık, gerçek tevhid iddiasındadır. Bunu biraz daha açarsak; bir tartı ve ölçüt olarak Kur’an’ı merkeze alıp, Peygamber ﷺ’in hadisleri de dâhil, din adına her şeyi Kur’an ile tarttığını ve böylece Allah’ı yegâne hidayet kaynağı ve tek rehber olarak kabul ettiğini ileri sürmektedir. Çünkü Allah Teâlâ’nın kelamı olması hasebiyle Kur’an’ın tek kaynak kabul edilmesi, Allah’ı yegâne hidayet kaynağı olarak kabul etmek demektir. Çağdaş beşeri düzenlerin insan hakları veya kadına eşitlik gibi dışı parlak ve çekici ancak içi son derece çirkef ve saptırıcı olan jargonlar gibi, bu söylem de dışı itibariyle son derece haklı, yerinde ve hiçbir Müslümanın karşı duramayacağı kadar çekicidir.
Ne var ki mealist mantığın bu süslü sloganı, dışarıdan göründüğü gibi masum ve içi, söylemsel ifadesi gibi hak değildir. Daha da önemlisi, ümmet kaynaklı değildir. Kur’an’ı öne çıkarma söylemi üzerinden İslam’ı yeni bir formata sokmak isteyen bu mantığın zihni arka planı, aslında düşmandan gelmektedir. Bu makalede söz konusu zihniyetin zihin kodlarını anlatma imkânımız yok, zaten amacımız da bu değildir. Bizim “Peygamber ﷺ’in Dindeki Konumu Sünnet ve Yarı Mealciler” adlı çalışmamız, temel kodları açısından bu zihniyeti özetlemektedir. Dileyen ondan veya konuyla alakalı başka kaynaklardan detaylı bilgi edinebilir. Ancak son birkaç yıldır mealist fraksiyonun başını çekenlerden birisinin yıllar önce yazdığı ve bugün vardığı nokta itibariyle kendisini anlatmış olması açısından çok manidar olan makalesinden bazı kesitler vermek isterim.
“18. Yüzyıldan itibaren Batılılar İslam’ın referansları üzerine ciddi bir biçimde eğildiler... Bu iş “tanıma” noktasında kalmayıp “tanımlama” biçimine çok kısa zamanda dönüşüverdi. Maksadınız tanımak değil de tanımlamaksa, çoğunlukla bu iş için “imaj değiştirme”, “manipüle etme” ve “kurgulama” gibi zihni araçlara ihtiyaç duyarsınız… İşbu sömürgeciliğin keşif kolu, İslam'ın temel referansları olan Kur'an ve Sünnet'e karşı Mekke Müşrikleri ya da günümüzdeki Türk ateistleri gibi cepheden değil, içerden savaş açtılar… Sözün burasında, hemen belirtmeliyim ki, oryantalistlerin üzerinde en çok yoğunlaştıkları alan Sünnet ve hadis alanıdır… Bunlardan iki isim hadislerin kahir çoğunluğu üzerine bir çizgi çekerken, son isim sünnet ve hadisin tamamının üzerini çiziyor. Hz. Peygamber'in Kur’an dışında sünnet ve hadis diye hiçbir şey bırakmadığını söylüyordu. Oryantalistlerin hadis alanına bu kadar çok eğilmelerinin nedenlerinin başında, bu alanda işlerine yarayacak bir “maden” bulmuş olmaları olsa gerek. Kur’an üzerinde bu kadar durmalarının nedeni budur. Ne dersiniz; yerli “yersiz” oryantalist ruhlular, akıl hocaları olan yabancı oryantalistlerden daha mı acımasız ve dahi insafsız oluyorlar?” [M.İ. Kur'an ve oryantalist bakış açısı, Yeni Şafak, 17 Temmuz 1999]
Nihayetinde sorduğu sorunun öznesi, bugün tam da kendisi. Anlatmak istediğimiz hususa gelirsek, mealist zihniyet ve hadis konusunda kendileriyle paralel yürüyen diğer bidat fraksiyonlar, hadis ve Sünnet konusunu her yerde olumsuz manada gündem etmeye başladılar. Bu alanın kritik bilimsel yönü olan ve ciddi uzmanlık gerektirdiğinden, ancak alanın âlimleri tarafından konuşulabilecek konularını ulu orta konuşup yazmaya yeltendiler. Üstelik bunu yaparken de, ilmi emanete hıyanet ederek çarpıttılar. Bununla da kalmayıp hadis kaynakları ile uleması hakkında şüpheler oluşturdular. Dahası kendilerini kamufle etmek için bazı İslam alimlerinin arkasına gizlendiler. Bazı âlimlerin farklı mecralarda söyledikleri bir takım sözlerini bağlamından koparıp çarpıtarak, ileri sürdükleri iddialara dayanak olarak gösterdiler.
Kısacası Peygamber ﷺ’in Sünneti hakkında şüphe oluşturacak hiçbir argümanı kullanmaktan çekinmediler. Bunun propagandasını yapmak için başta video yayını yapılan ağlar, internet siteleri ve diğer sosyal ağlar olmak üzere ve bunların yanı sıra konferanslar, TV programları vs. her yeri çok aktif bir şekilde kullandılar, kullanıyorlar. En katı İslam karşıtı laiklerin TV programlarına bile çıkarak, onların elinde topaç gibi dönüp İslami kaynaklar ile İslam ulemasını hedef aldılar ve ümmetin sabite düzeyinde kabul ettiği değerlerle alay ettiler. Tabi önleri açıldı ve her yerde onlara imkânlar sağlandı. Bu kadar yoğun dezenformasyonun neticesinde, çoğu avam insanın aklı karıştı, zihni bulandı ve dolayısıyla tarih boyunca ümmetin Kur’an’dan sonra en sağlam kitap kabul ettiği hadis kaynağı hakkında bile kafalarında ciddi şüpheler oluştu.
Tabi bu şüpheler oluşturulurken, doğru din adına Kur’an, tevhid, Kur’an ışığında Peygamber ﷺ’i anlamak gibi dışı süslü ama içi aldatıcı argümanların arkasına sığındılar. Konuşurlarken ellerinde Kur’an vardı, yapraklarını çevirerek konuştular, konuşuyorlar. Özetle Kur’an’ın Lokman Suresi 31/33, Fatır Suresi 35/5 ve Hadid Suresi 57/14. ayet gibi farklı yerlerde defaatle dikkat çektiği üzere Allah ile, Kur’an ile kandırdılar, kandırıyorlar. Netice itibariyle Peygamber ﷺ’in Sünnetine ve dahi şahsına karşı saygıyı yok ettiler. Bütün bu propagandalara maruz kalan gençler, bilgi düzeylerini çok aşan hadis ve hadis ilimleri hakkında konuşmaya başladılar. İslam âlimlerini itham ettiler, ümmetin ilmi müktesebatı güvenilmez oldu ve sonuçta karanlık bir kuyunun dibine düşmüş hale geldiler.
Mealistler başta hadis kaynakları olmak üzere İslami ilim kaynakları hakkında şüphe oluştururken, İslam düşmanları da paralellerinde Kur’an ve temelden İslam hakkında şüpheler üretiyorlar. Hatta kendileriyle paralel yürüyen diğer bir bidat fraksiyon olan tarihselci fırkadan bazı tefsir profesörleri (!) dahi Kur’an’ın Allah’ın kelamı olmadığını söylüyor eleştiriyor. Dolayısıyla akılcı, sorgulayıcı, özgür düşünme havasında olan müslüman evladı avam gençler, bir yerde yolları Kur’an eleştirileriyle kesişiyor. Zira hadis hakkında ileri sürülen iddiaların benzerleri Kur’an için de var olduğunu fark ediyorlar. Kur’an hakkında oluşturulan şüpheleri bulmak da hiç zor değildir. Çünkü İslam düşmanları da mealistler gibi, müslüman evlatlarını avlamak için her fırsatı değerlendiriyorlar. Hatta biraz zeki olup Kur’an üzerinde kafa yoran bir genç, hadis hakkında oluşturulan şüphelerin Kur’an’da da olabileceğini fark etmesi pek zor olmaz.
Bu gençler Kur’an ve Sünnet hakkında oluşturulan şüphelerin içinden çıkabilecek ilmi kapasiteye sahip değildir. İşte özetlemeye çalıştığım bu olgunun sonucunda birçok müslüman evladı dindar genç, dinden oldular, oluyorlar. Maalesef ki sosyal ağlarda da bunların çok feci örneklerini görüyoruz. Ancak ben size yakın dava arkadaşlarından dinlediğim birkaç örnek kıssa anlatacağım. Üstelik bu örnekler, Anadolu’nun saf ve sade gençleridir. Dahası iyice sapıtıp raydan çıkanlar değil, hala ciddi muhafazakâr diyebileceğimiz ve tevhid söylemleriyle beşeri ideolojilere karşı bir duruş sergilemeye çalışan mealistlerin peşinden giden gençlerdir bunlar. Diğerlerinin peşinden gidenleri de siz hayal edin artık.
Yakın arkadaşlarından kıssasını dinlediğim ve her hatırladığımda acı hissettiğim bir genç ile başlayalım. Dini değerlere daha saygılı ve daha dindar, en azından yaşadığımız ülke ortalamasına göre öyle kabul edilen Kürt illerinden, dininde çok hassas bir delikanlı. Bu kardeşimiz beş vakit namazını cemaatle kılmaya özen gösterir ve mümkün mertebe camide kılarmış. Teheccüd yani gece namazlarına çok önem verir ve gece ışıkları söndürerek teheccüd kılarmış. Dava arkadaşları, sadece ibadetlere değil, genel itibariyle inancına bağlı ve takvalı bir müslümandı dediler onun için.
Ancak zaman geldi piyasada tevhid vs. söylemlerle dolaşan kişilerden dinlediği hadis ve Sünnet hakkındaki tartışmalarla ilgilenmeye başladı. Tartışılan bu hususlar onun bilgi düzeyini aşıyordu ve ilmi seviyesi bu konuları anlamasına müsait değildi. Velhasıl dinlediği kişiler kafasını karıştırdı ve bunlardan duyduğu, başta Buhari olmak üzere hadis kaynaklarında geçen bir takım hadisleri tenkit etmeye yeltendi. Sonra camiyi, cemaatle namaz kılmayı terk etti ve namazı üç vakit olarak kılmaya başladı. Bir süre sonra Kur’an’ı sorgular hale geldi. Bütün bunların normal bir sonucu olarak birlikle İslami çalışmalar yaptığı arkadaşlarını da terk eden bu son derece dindar genç için, duyduğumuz kadarıyla artık ateist olmuş dediler!...
Yine İslami çalışma yapan arkadaşlarından hikâyesini üzüntüyle dinlediğim doğunun diğer bir saf ve sade genci. On yedi, on sekiz yaşlarında zeki ve yetenekli bir arkadaşımız vardı dediler. Bir ara sosyal ağlarda hadis ve Sünnet hakkında konuşulan konulara daldı. Önemli bir ilmi ve metodolojik bilgisi yoktu ve hem bilgisini, hem yaşını, hem de tecrübesini çok aşan sözler sarf etmeye başladı. Zamanla -o da bir önceki gibi- önce namazları üç vakte indirdi. Ardından hadis hakkında ileri sürülen şüphelerle başlayan serüveni, daha farklı mecralara kaydı ve Allah yeryüzüne müdahale etmiyor (deizm) demeye başladı. Dolayısıyla namaz, oruç gibi ibadetlerin olmadığını söyleyerek temelden terk etti. Nihayetinde haşa Allah yoktur deme (ateizm) noktasına geldi ve arkadaşlarını, yaşadığı ili terk edip gitti dediler.
Anadolu’dan başka bir gencin daha hüzünlü hikâyesini teessürle dinledim. Yakın dava arkadaşlarının anlattığına göre bu delikanlı çok zekiymiş. Okulları hep birincilikle bitirmiş. Lise öğreniminden sonra bir miktar medrese tedrisatı da görmüş. Ardından üniversite öğrenimi için İstanbul’a gidiyor ve bu esnada hadis hakkındaki olumsuz fikirlerle tanışıyor. Tabi onun da macerası hadislerle sınırlı kalmıyor. Bir defa caddeyi ıskaladın mı, şarampol kaçınılmaz son oluyor. Bu avam gençlerin aklını bulandıran allame (!) akıl hocaları bile her gün yeni bir sapkınlıkla arz-i endam ederken, onların imansızlık şarampolüne yuvarlanmaları şaşırtıcı olmuyor artık. Nihayetinde bu genç eşcinsel evlilik yapıyor. Bu evreden sonra hala Allah inancı var mı, onu da Allah bilir artık. Tabi bu hale geldikten sonra soyut bir Allah inancının anlamı kalır mı, o da ayrı bir konu!...
Daha fazla uzatmadan son bir kıssa daha anlatarak bitirelim bu acı hikâyeleri. Yine arkadaşlarından dinlediğim bir genç; kendisi dindar olmakla birlikte bilgi düzeyine göre İslami davası olan bir genç. Öyle ki, evliliğini bile İslam davası zemininde yapmış. Ne var ki o da tevhid ehli (!) mealcilerle tanışıp, bilgi düzeyini ve ilmi kapasitesini aştığı halde Sünnet – hadis hakkında ileri geri konuşmaya başlıyor. Nihayetinde, Allah yolunda mücadele vermek üzere evlendiği eşinden ayrılıp gidiyor. Sonrasında nerede ne yaptığı bilinmiyor.
Esasen ben de bu sonuncusunun örneğine benzer birisini yakın çevremden biliyorum. Kendilerince dindar olan ve yine kendilerince sıkı dindar bir ortamı olan ailenin kadın tarafı, piyasada tevhid - tağut söylemleriyle dolanan hadis inkârcısı birilerinden etkileniyor. Nihayetinde Sünneti inkâr etmeye başlıyor ve ayrılıyorlar. Sonuç itibariyle hem kadın, hem erkek ve hem de çocukları heba oldular.
Dikkat edilirse örnek olarak kıssalarını anlattığım bu gençlerin hepsi, öyle kimliklerinde Müslüman yazan gençler değildi. Her birisi hem dindar ve hem de İslami bir davası olan, Allah için bir şeyler yapmak isteyen müslüman evlatlarıydı. Şimdi insan haykırarak sormak ister; ey tağutu ve beşeri ideolojileri reddeden muvahhid (!) mealci arkadaşlar! Siz Anadolu’nun bu saf, sade, inancında samimi ve dinin emirlerine bağlı gençlerine hangi tevhidi anlattınız da imandan ettiniz? Bu nasıl bir tevhidmiş, nasıl Allah’ı birlemekmiş ki en dindar gençleri bile dinden, imandan ediyormuş?!...
İşte Kur’an’ın, Bakara Suresi 2/129, Tevbe Suresi 9/103, Cuma Suresi 62/2. ayet gibi birçok yerde tekrarlayarak Peygamber ﷺ’e ve dolayısıyla Sünnetine yüklediği tezkiye ve arındırma misyonunu insanların nefsinden sökerseniz, gece namazlarını kaçırmayan gençleri bile imandan edersiniz. Tabi hesabını da Allah’a verirsiniz!...
Tesirinden çıkamadığım bu örnek kıssaları bana anlatan Müslümanlara serzenişte bulunarak, içinde yaşadığınız toplum medrese doludur. Neden onlardan istifade etmek yerine, arkadaşlarınızı dinden eden ve belki sizin de kafanızda türlü şüpheler bırakan hadis inkârcılarıyla iş tuttunuz dedim. Bunlar tevhid ehlidir, beşeri ideoloji ve düzenlere karşı bir duruşları var diyorduk. Ayrıca hadis ve Sünnet de çok önemli değildir, en azından bugünün konusu değildir ve bunlar da zamanla düzelir diye düşünüyorduk… dediler.
Hepsi de pişman olmuştu ama artık çok geçti, en azından imandan olmuş arkadaşları açısından geçti. Hala bu kendince tevhidçi mealistlerle iş tutan, ümmeti bir birliktelik ile kıyaslandığında, Sünnetin (hadislerin) daha önemsiz kaldığını veya bugün gündem edilmemesi gerektiğini sanan Müslümanlar vardır! Hâlbuki Sünnet olmazsa, ümmet hiç olmaz. Çünkü Kur’an’ın soyut hükümlerini hayatta somutlaştırarak ümmet kitlesinin oluşmasını sağlayan Sünnettir. Nitekim mealciler Sünnetten uzaklaştıkça her birisi kendine göre bir din üretiyor ve neticede iki kişiyi bir araya getiremeyen bireyselci bir dini algı ve yaşantı ortaya çıkıyor.
Üstelik sen bugün yeri değildir, daha önemli hususlar vardır sanıyla Sünneti arka plana attığın halde, birlikte yol tuttuğun mealist arkadaşların hiçbir zaman Sünnete, hadis kaynaklarına, İslami ilim müktesebatına ve İslam ulemasına saldırıyı hiç ihmal etmediler. Daha da önemlisi bu adamlar kendini ümmetten görmüyor ki, sen onlarla ümmet namına bir dava gütmeye kalkışıyorsun. Bu adamların nazarında ümmetin ana gövdesi ve sevad-ı azamı olan Ehli Sünnet ile diğer herhangi bir sapkın fırka aynıdır ve biz sadece müslümanız, hepsinden de beriyiz diyorlar. Hatta Resûlullah ﷺ’ın kendi ifadesiyle raşid halifelere bile dil uzatabiliyorlar. İslam düşmanlarının iddialarını rahatlıkla ileri sürerek, bir rahmet dahi okumadan Ebu Bekir şöyle yaptı, Ömer böyle etti, Osman kayırdı, Ali yanlıştı, Hasan rüşvet aldı diyebiliyorlar! Tabi bunları ulu orta söylemezler ancak hususi meclislerde pervasızlıklarını da gizlemezler. Hasılı Kur’an’dan yola çıktığını iddia ederek kendine göre bir ümmet tasavvuru olan bu adamlarla hangi ümmet için, nasıl bir dava güdüyorsun ki?!...
Bu adamlardan bazıları -belki de açıktan demek daha isabetli olabilir, çünkü diğerleri de daha iyi değildirler- ümmetten öyle nefret ediyorlar ki, bu nefretin sonucu olarak haşa Kur’an’ı deizm ve ateizmle bile bağdaştırabiliyorlar. Örneğin akıl veren ve hoca muamelesi görenlerinden birisi sosyal ağlardaki hesabında şöyle bir yazı yazabiliyor: “Sunnî ve Şii Paradigmaya iman etmektense Ateist ve Deist paradigmaya iman etmek Kur’an’a daha yakın bir duruştur. Sunnîlik ve Şiilik dininden olmaktansa Ateist ve Deist olmayı tercih ederim. Zira Şirk en büyük zulüm ve en büyük küfürdür.”
Bu adamların kendisi bile ümmet ile müslüman olmaktansa, tevhid adına (!) dinsizliği ve Allah tanımazlığı tercih edeceğini açıkça ve çekinmeden söyleyebiliyor. Üstelik bu küfür sözleri yüzlerce takipçileri tarafından beğenilip, onlarcası tarafından da kendi sayfalarında paylaşılıyor. Dahası bu ve buna benzer paylaşımları, kendisiyle arkadaş olan en katı tevhitçi, büyük hoca ve müfessir (!) kabul edilen akıl babaları tarafından itiraz veya eleştiri görmüyor. Bunları dinleyen gençlerin deist veya ateist olması, tabi ki kaçınılmaz olur. Neticede adamlara göre bütün ümmet Peygamber ﷺ’in Sünnetine ittiba etmekle müşrik olmuştur. Şirk ise, en büyük zulüm olarak Peygamber ﷺ’i, vahyi ve nihayetinde Allah’ı inkar etmekten da kötüdür!...
Son olarak İslami hassasiyetleri olan ve kimlik Müslümanlığıyla kalmayan gençlere; ilmi yetkinliği olmayan Müslüman evladı kardeşlerime içten ve acı hissederek bir nasihatte bulunalım. Kardeşlerim! Allah muhafaza, verdiğim örnekler ile daha nice benzerlerinin akıbetine maruz kalmak istemiyorsanız, Peygamber ﷺ’in Sünnetini eleştiriye açan, kendine göre kısır bir sünnet ileri süren, ümmetin ilmi usullerini cahilce hedefe koyan adamlardan uzak durun. Çünkü ümmetin ilmi müktesebatı ile bilimsel usulleri ışığında size Kur’an ve Sünnetten bilgi aktaracak âlim ve ilim talebelerinden öğrenemeyip bu adamlardan alacağız bir şey olmaz. Bunlar on doğru anlatabilirler ancak içine bir tane imandan eden yanlış sıkıştırdıklarında, onu ayıklayamazsınız. Hatta mantığınıza gayet makul ve nefsinize son derece hoş gelebilir. İşte o zaman, Allah korusun küfrün karanlığına doğru bir dönemece girebilirsiniz ki, yukarıda somut örneklerini gördünüz.
Bu adamlar özelde hadise, hadis kaynaklarına, hadis ilimlerine ve hadisçilere, genelde de ümmetin ilmi mirası ile âlimlerine saldırıp itibarsızlaştırmaya çalışırken, hiçbir argümanı kullanmaktan geri durmazlar. Örneğin âlimler arasında, özellikle hadis ve râvileri hakkında farklı tecrübe ve görüşlerin olmasını çok büyük bir problemmiş gibi lanse ederler. Hâlbuki ilmi açıklamalarının olması bir tarafa, en basitinden hiçbir bilimsel alanda tek görüşlülük yoktur, olamaz. Tecrübeye dayalı hususlar da dâhil olmak üzere, 2+2=4 şeklinde kesinlik kazanmış mevzular haricindeki hiçbir bilimsel alanda tek görüş olmaz. Zaten öyle olsa bilim olmaz. Aynı hastalıktan dolayı farklı doktorlara gittiğinde, aynı reçeteyi alman neredeyse imkânsızdır. İslami ilimler de birer bilim olduğuna göre, farklı yaklaşım, yöntem, tecrübe, görüş ve içtihatların olması kaçınılmazdır.
Dahası Kur’an’ın kendisi bile çoğu zaman ihtimalli ifadeler kullanarak farklılığa zemin hazırlamıştır. Yoksa tek tekleri dizmek beşeri düzenlerin işidir, ilimde tek tipçilik olmaz. Farklılıkları Allah’ın kevni bir yasası olarak kabul eden İslami ilimlerde hiç olmaz. Önemli olan, Kur’an ve Sünnetin kati şekilde ortaya koyduğu ve ümmetin de tarih boyunca icma ettiği sınırlar içerisinde kalmaktır. Bu sınırlar çerçevesinde ilmi farklılıkların olması, zaten ilmin gereğidir. İlmi usuller ışığında Kur’an ve Sünnetin koyduğu ölçütlerle tartma kapasitesi olduktan sonra, herkesten istifade edilebilir. Ancak ilmi farklılıkları birer eleştiri malzemesi olarak ileri sürüp, ilmi yetkinliği olmayan ve farklılıkların şüphelere sürükleyeceği avam insanlara servis etmek, en basit tabirle art niyetliliktir. Tıbbi eğitimi olmayan insanlara tıbbın inceliklerini anlatmanın anlamı var mı?!..
Bu adamlar kendi hemfikirleriyle Kur’an’ın ayetlerinde bile tek görüşte olmazlarken, İslami ilimlerde tep tipçiliğin olması gerektiğini lanse ediyorlar. İlmi yetkinliği olmayan kardeşim de demiyor ki; ehil olmayan insanlara fizik biliminin inceliklerini anlatmak saçma olduğuna göre, bu adamlar hadis ilimlerinin ciddi bilimsel yönü bulunan inceliklerini avama servis ederek neyi amaçlıyor? İlmi ehliyeti olmayan insanların iyiliğini istiyor olsalardı, ilim meclislerinin özelinde konuşulması gereken bilimsel detayları ulu orta yerlerde gündem edip kafalarını karıştırmaz ve neticede dinden etmezlerdi. O zaman ben bu adamları niye dinliyorum ki?!...
Mealcilerin Şüphelerle İmanını Çaldığı Dindarlar
Bugün öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, hemen her açıdan tarihin en kritik eşiklerinden birisi olduğunu söylersek, hiç abartı olmaz. Bir taraftan madde esaslı Batı medeniyeti ve buradan ithal edilen ideolojiler ile zorba rejimler, nesil ile ekini ifsad etti. Diğer taraftan İslam âlemi, kopan tespih misali imamesiz dağıldı ve önemli bir kesimin zihnine Allah’a iman yerine ırkperestlik yerleştirildi. Bunların paralelinde bilim perdesi arkasından inançsal değerler hedefe konuldu. Bütün bu yıkımların üstüne bir de inançsal / fikri sapmalar olabildiğince körüklendi. Bilim adı altında ithal edilen materyalist fikirler her şeyi maddeye hapsederken, İslam âlemi içerisinde, modernizden mealizme kadar inançsal fikri cereyan anlamında envai çeşit kanal açıldı.
Söz konusu akımların her birisinin ayrı bir hikâyesi ve farklı argümanları vardır. Üstelik her birisi samimiyet iddiasında olup, ıslah ve iyilik yapmak istediğini, dinin doğru anlaşılması için çabaladığını ve Müslümanların ancak bu şekilde problemlerinin üstesinden gelebileceğini ileri sürmektedir. Müslümanların çağlar boyu yaptığı ilmi çalışmaların büyük oranda göz ardı edilerek din adına yeni bir dünya keşfine çıkma edası, hemen hepsinin ortak noktalarındandır. Tabi her bir cereyanın keşfedilmesini önerdiği dünya da farklıdır. Buradan hareketle gerek ümmetin ilmi kaynakları olsun ve gerekse âlimleri olsun, önemli ölçüde hepsinin eleştiri ve saldırılarının odağındadır. İşte bu cereyanlardan bir tanesi de mealizm dediğimiz hadis - Sünnet inkârcılığıdır.
Bu makalede, söz konusu cereyanın nesli ifsad etmesi, diğer bir ifadeyle müslüman evlatlarını saptırması açısından, bazı somut örneklerle olumsuz etkilerine değineceğiz. Ondan önce şunu belirtelim ki mealist mantık, gerçek tevhid iddiasındadır. Bunu biraz daha açarsak; bir tartı ve ölçüt olarak Kur’an’ı merkeze alıp, Peygamber ﷺ’in hadisleri de dâhil, din adına her şeyi Kur’an ile tarttığını ve böylece Allah’ı yegâne hidayet kaynağı ve tek rehber olarak kabul ettiğini ileri sürmektedir. Çünkü Allah Teâlâ’nın kelamı olması hasebiyle Kur’an’ın tek kaynak kabul edilmesi, Allah’ı yegâne hidayet kaynağı olarak kabul etmek demektir. Çağdaş beşeri düzenlerin insan hakları veya kadına eşitlik gibi dışı parlak ve çekici ancak içi son derece çirkef ve saptırıcı olan jargonlar gibi, bu söylem de dışı itibariyle son derece haklı, yerinde ve hiçbir Müslümanın karşı duramayacağı kadar çekicidir.
Ne var ki mealist mantığın bu süslü sloganı, dışarıdan göründüğü gibi masum ve içi, söylemsel ifadesi gibi hak değildir. Daha da önemlisi, ümmet kaynaklı değildir. Kur’an’ı öne çıkarma söylemi üzerinden İslam’ı yeni bir formata sokmak isteyen bu mantığın zihni arka planı, aslında düşmandan gelmektedir. Bu makalede söz konusu zihniyetin zihin kodlarını anlatma imkânımız yok, zaten amacımız da bu değildir. Bizim “Peygamber ﷺ’in Dindeki Konumu Sünnet ve Yarı Mealciler” adlı çalışmamız, temel kodları açısından bu zihniyeti özetlemektedir. Dileyen ondan veya konuyla alakalı başka kaynaklardan detaylı bilgi edinebilir. Ancak son birkaç yıldır mealist fraksiyonun başını çekenlerden birisinin yıllar önce yazdığı ve bugün vardığı nokta itibariyle kendisini anlatmış olması açısından çok manidar olan makalesinden bazı kesitler vermek isterim.
“18. Yüzyıldan itibaren Batılılar İslam’ın referansları üzerine ciddi bir biçimde eğildiler... Bu iş “tanıma” noktasında kalmayıp “tanımlama” biçimine çok kısa zamanda dönüşüverdi. Maksadınız tanımak değil de tanımlamaksa, çoğunlukla bu iş için “imaj değiştirme”, “manipüle etme” ve “kurgulama” gibi zihni araçlara ihtiyaç duyarsınız… İşbu sömürgeciliğin keşif kolu, İslam'ın temel referansları olan Kur'an ve Sünnet'e karşı Mekke Müşrikleri ya da günümüzdeki Türk ateistleri gibi cepheden değil, içerden savaş açtılar… Sözün burasında, hemen belirtmeliyim ki, oryantalistlerin üzerinde en çok yoğunlaştıkları alan Sünnet ve hadis alanıdır… Bunlardan iki isim hadislerin kahir çoğunluğu üzerine bir çizgi çekerken, son isim sünnet ve hadisin tamamının üzerini çiziyor. Hz. Peygamber'in Kur’an dışında sünnet ve hadis diye hiçbir şey bırakmadığını söylüyordu. Oryantalistlerin hadis alanına bu kadar çok eğilmelerinin nedenlerinin başında, bu alanda işlerine yarayacak bir “maden” bulmuş olmaları olsa gerek. Kur’an üzerinde bu kadar durmalarının nedeni budur. Ne dersiniz; yerli “yersiz” oryantalist ruhlular, akıl hocaları olan yabancı oryantalistlerden daha mı acımasız ve dahi insafsız oluyorlar?” [M.İ. Kur'an ve oryantalist bakış açısı, Yeni Şafak, 17 Temmuz 1999]
Nihayetinde sorduğu sorunun öznesi, bugün tam da kendisi. Anlatmak istediğimiz hususa gelirsek, mealist zihniyet ve hadis konusunda kendileriyle paralel yürüyen diğer bidat fraksiyonlar, hadis ve Sünnet konusunu her yerde olumsuz manada gündem etmeye başladılar. Bu alanın kritik bilimsel yönü olan ve ciddi uzmanlık gerektirdiğinden, ancak alanın âlimleri tarafından konuşulabilecek konularını ulu orta konuşup yazmaya yeltendiler. Üstelik bunu yaparken de, ilmi emanete hıyanet ederek çarpıttılar. Bununla da kalmayıp hadis kaynakları ile uleması hakkında şüpheler oluşturdular. Dahası kendilerini kamufle etmek için bazı İslam alimlerinin arkasına gizlendiler. Bazı âlimlerin farklı mecralarda söyledikleri bir takım sözlerini bağlamından koparıp çarpıtarak, ileri sürdükleri iddialara dayanak olarak gösterdiler.
Kısacası Peygamber ﷺ’in Sünneti hakkında şüphe oluşturacak hiçbir argümanı kullanmaktan çekinmediler. Bunun propagandasını yapmak için başta video yayını yapılan ağlar, internet siteleri ve diğer sosyal ağlar olmak üzere ve bunların yanı sıra konferanslar, TV programları vs. her yeri çok aktif bir şekilde kullandılar, kullanıyorlar. En katı İslam karşıtı laiklerin TV programlarına bile çıkarak, onların elinde topaç gibi dönüp İslami kaynaklar ile İslam ulemasını hedef aldılar ve ümmetin sabite düzeyinde kabul ettiği değerlerle alay ettiler. Tabi önleri açıldı ve her yerde onlara imkânlar sağlandı. Bu kadar yoğun dezenformasyonun neticesinde, çoğu avam insanın aklı karıştı, zihni bulandı ve dolayısıyla tarih boyunca ümmetin Kur’an’dan sonra en sağlam kitap kabul ettiği hadis kaynağı hakkında bile kafalarında ciddi şüpheler oluştu.
Tabi bu şüpheler oluşturulurken, doğru din adına Kur’an, tevhid, Kur’an ışığında Peygamber ﷺ’i anlamak gibi dışı süslü ama içi aldatıcı argümanların arkasına sığındılar. Konuşurlarken ellerinde Kur’an vardı, yapraklarını çevirerek konuştular, konuşuyorlar. Özetle Kur’an’ın Lokman Suresi 31/33, Fatır Suresi 35/5 ve Hadid Suresi 57/14. ayet gibi farklı yerlerde defaatle dikkat çektiği üzere Allah ile, Kur’an ile kandırdılar, kandırıyorlar. Netice itibariyle Peygamber ﷺ’in Sünnetine ve dahi şahsına karşı saygıyı yok ettiler. Bütün bu propagandalara maruz kalan gençler, bilgi düzeylerini çok aşan hadis ve hadis ilimleri hakkında konuşmaya başladılar. İslam âlimlerini itham ettiler, ümmetin ilmi müktesebatı güvenilmez oldu ve sonuçta karanlık bir kuyunun dibine düşmüş hale geldiler.
Mealistler başta hadis kaynakları olmak üzere İslami ilim kaynakları hakkında şüphe oluştururken, İslam düşmanları da paralellerinde Kur’an ve temelden İslam hakkında şüpheler üretiyorlar. Hatta kendileriyle paralel yürüyen diğer bir bidat fraksiyon olan tarihselci fırkadan bazı tefsir profesörleri (!) dahi Kur’an’ın Allah’ın kelamı olmadığını söylüyor eleştiriyor. Dolayısıyla akılcı, sorgulayıcı, özgür düşünme havasında olan müslüman evladı avam gençler, bir yerde yolları Kur’an eleştirileriyle kesişiyor. Zira hadis hakkında ileri sürülen iddiaların benzerleri Kur’an için de var olduğunu fark ediyorlar. Kur’an hakkında oluşturulan şüpheleri bulmak da hiç zor değildir. Çünkü İslam düşmanları da mealistler gibi, müslüman evlatlarını avlamak için her fırsatı değerlendiriyorlar. Hatta biraz zeki olup Kur’an üzerinde kafa yoran bir genç, hadis hakkında oluşturulan şüphelerin Kur’an’da da olabileceğini fark etmesi pek zor olmaz.
Bu gençler Kur’an ve Sünnet hakkında oluşturulan şüphelerin içinden çıkabilecek ilmi kapasiteye sahip değildir. İşte özetlemeye çalıştığım bu olgunun sonucunda birçok müslüman evladı dindar genç, dinden oldular, oluyorlar. Maalesef ki sosyal ağlarda da bunların çok feci örneklerini görüyoruz. Ancak ben size yakın dava arkadaşlarından dinlediğim birkaç örnek kıssa anlatacağım. Üstelik bu örnekler, Anadolu’nun saf ve sade gençleridir. Dahası iyice sapıtıp raydan çıkanlar değil, hala ciddi muhafazakâr diyebileceğimiz ve tevhid söylemleriyle beşeri ideolojilere karşı bir duruş sergilemeye çalışan mealistlerin peşinden giden gençlerdir bunlar. Diğerlerinin peşinden gidenleri de siz hayal edin artık.
Yakın arkadaşlarından kıssasını dinlediğim ve her hatırladığımda acı hissettiğim bir genç ile başlayalım. Dini değerlere daha saygılı ve daha dindar, en azından yaşadığımız ülke ortalamasına göre öyle kabul edilen Kürt illerinden, dininde çok hassas bir delikanlı. Bu kardeşimiz beş vakit namazını cemaatle kılmaya özen gösterir ve mümkün mertebe camide kılarmış. Teheccüd yani gece namazlarına çok önem verir ve gece ışıkları söndürerek teheccüd kılarmış. Dava arkadaşları, sadece ibadetlere değil, genel itibariyle inancına bağlı ve takvalı bir müslümandı dediler onun için.
Ancak zaman geldi piyasada tevhid vs. söylemlerle dolaşan kişilerden dinlediği hadis ve Sünnet hakkındaki tartışmalarla ilgilenmeye başladı. Tartışılan bu hususlar onun bilgi düzeyini aşıyordu ve ilmi seviyesi bu konuları anlamasına müsait değildi. Velhasıl dinlediği kişiler kafasını karıştırdı ve bunlardan duyduğu, başta Buhari olmak üzere hadis kaynaklarında geçen bir takım hadisleri tenkit etmeye yeltendi. Sonra camiyi, cemaatle namaz kılmayı terk etti ve namazı üç vakit olarak kılmaya başladı. Bir süre sonra Kur’an’ı sorgular hale geldi. Bütün bunların normal bir sonucu olarak birlikle İslami çalışmalar yaptığı arkadaşlarını da terk eden bu son derece dindar genç için, duyduğumuz kadarıyla artık ateist olmuş dediler!...
Yine İslami çalışma yapan arkadaşlarından hikâyesini üzüntüyle dinlediğim doğunun diğer bir saf ve sade genci. On yedi, on sekiz yaşlarında zeki ve yetenekli bir arkadaşımız vardı dediler. Bir ara sosyal ağlarda hadis ve Sünnet hakkında konuşulan konulara daldı. Önemli bir ilmi ve metodolojik bilgisi yoktu ve hem bilgisini, hem yaşını, hem de tecrübesini çok aşan sözler sarf etmeye başladı. Zamanla -o da bir önceki gibi- önce namazları üç vakte indirdi. Ardından hadis hakkında ileri sürülen şüphelerle başlayan serüveni, daha farklı mecralara kaydı ve Allah yeryüzüne müdahale etmiyor (deizm) demeye başladı. Dolayısıyla namaz, oruç gibi ibadetlerin olmadığını söyleyerek temelden terk etti. Nihayetinde haşa Allah yoktur deme (ateizm) noktasına geldi ve arkadaşlarını, yaşadığı ili terk edip gitti dediler.
Anadolu’dan başka bir gencin daha hüzünlü hikâyesini teessürle dinledim. Yakın dava arkadaşlarının anlattığına göre bu delikanlı çok zekiymiş. Okulları hep birincilikle bitirmiş. Lise öğreniminden sonra bir miktar medrese tedrisatı da görmüş. Ardından üniversite öğrenimi için İstanbul’a gidiyor ve bu esnada hadis hakkındaki olumsuz fikirlerle tanışıyor. Tabi onun da macerası hadislerle sınırlı kalmıyor. Bir defa caddeyi ıskaladın mı, şarampol kaçınılmaz son oluyor. Bu avam gençlerin aklını bulandıran allame (!) akıl hocaları bile her gün yeni bir sapkınlıkla arz-i endam ederken, onların imansızlık şarampolüne yuvarlanmaları şaşırtıcı olmuyor artık. Nihayetinde bu genç eşcinsel evlilik yapıyor. Bu evreden sonra hala Allah inancı var mı, onu da Allah bilir artık. Tabi bu hale geldikten sonra soyut bir Allah inancının anlamı kalır mı, o da ayrı bir konu!...
Daha fazla uzatmadan son bir kıssa daha anlatarak bitirelim bu acı hikâyeleri. Yine arkadaşlarından dinlediğim bir genç; kendisi dindar olmakla birlikte bilgi düzeyine göre İslami davası olan bir genç. Öyle ki, evliliğini bile İslam davası zemininde yapmış. Ne var ki o da tevhid ehli (!) mealcilerle tanışıp, bilgi düzeyini ve ilmi kapasitesini aştığı halde Sünnet – hadis hakkında ileri geri konuşmaya başlıyor. Nihayetinde, Allah yolunda mücadele vermek üzere evlendiği eşinden ayrılıp gidiyor. Sonrasında nerede ne yaptığı bilinmiyor.
Esasen ben de bu sonuncusunun örneğine benzer birisini yakın çevremden biliyorum. Kendilerince dindar olan ve yine kendilerince sıkı dindar bir ortamı olan ailenin kadın tarafı, piyasada tevhid - tağut söylemleriyle dolanan hadis inkârcısı birilerinden etkileniyor. Nihayetinde Sünneti inkâr etmeye başlıyor ve ayrılıyorlar. Sonuç itibariyle hem kadın, hem erkek ve hem de çocukları heba oldular.
Dikkat edilirse örnek olarak kıssalarını anlattığım bu gençlerin hepsi, öyle kimliklerinde Müslüman yazan gençler değildi. Her birisi hem dindar ve hem de İslami bir davası olan, Allah için bir şeyler yapmak isteyen müslüman evlatlarıydı. Şimdi insan haykırarak sormak ister; ey tağutu ve beşeri ideolojileri reddeden muvahhid (!) mealci arkadaşlar! Siz Anadolu’nun bu saf, sade, inancında samimi ve dinin emirlerine bağlı gençlerine hangi tevhidi anlattınız da imandan ettiniz? Bu nasıl bir tevhidmiş, nasıl Allah’ı birlemekmiş ki en dindar gençleri bile dinden, imandan ediyormuş?!...
İşte Kur’an’ın, Bakara Suresi 2/129, Tevbe Suresi 9/103, Cuma Suresi 62/2. ayet gibi birçok yerde tekrarlayarak Peygamber ﷺ’e ve dolayısıyla Sünnetine yüklediği tezkiye ve arındırma misyonunu insanların nefsinden sökerseniz, gece namazlarını kaçırmayan gençleri bile imandan edersiniz. Tabi hesabını da Allah’a verirsiniz!...
Tesirinden çıkamadığım bu örnek kıssaları bana anlatan Müslümanlara serzenişte bulunarak, içinde yaşadığınız toplum medrese doludur. Neden onlardan istifade etmek yerine, arkadaşlarınızı dinden eden ve belki sizin de kafanızda türlü şüpheler bırakan hadis inkârcılarıyla iş tuttunuz dedim. Bunlar tevhid ehlidir, beşeri ideoloji ve düzenlere karşı bir duruşları var diyorduk. Ayrıca hadis ve Sünnet de çok önemli değildir, en azından bugünün konusu değildir ve bunlar da zamanla düzelir diye düşünüyorduk… dediler.
Hepsi de pişman olmuştu ama artık çok geçti, en azından imandan olmuş arkadaşları açısından geçti. Hala bu kendince tevhidçi mealistlerle iş tutan, ümmeti bir birliktelik ile kıyaslandığında, Sünnetin (hadislerin) daha önemsiz kaldığını veya bugün gündem edilmemesi gerektiğini sanan Müslümanlar vardır! Hâlbuki Sünnet olmazsa, ümmet hiç olmaz. Çünkü Kur’an’ın soyut hükümlerini hayatta somutlaştırarak ümmet kitlesinin oluşmasını sağlayan Sünnettir. Nitekim mealciler Sünnetten uzaklaştıkça her birisi kendine göre bir din üretiyor ve neticede iki kişiyi bir araya getiremeyen bireyselci bir dini algı ve yaşantı ortaya çıkıyor.
Üstelik sen bugün yeri değildir, daha önemli hususlar vardır sanıyla Sünneti arka plana attığın halde, birlikte yol tuttuğun mealist arkadaşların hiçbir zaman Sünnete, hadis kaynaklarına, İslami ilim müktesebatına ve İslam ulemasına saldırıyı hiç ihmal etmediler. Daha da önemlisi bu adamlar kendini ümmetten görmüyor ki, sen onlarla ümmet namına bir dava gütmeye kalkışıyorsun. Bu adamların nazarında ümmetin ana gövdesi ve sevad-ı azamı olan Ehli Sünnet ile diğer herhangi bir sapkın fırka aynıdır ve biz sadece müslümanız, hepsinden de beriyiz diyorlar. Hatta Resûlullah ﷺ’ın kendi ifadesiyle raşid halifelere bile dil uzatabiliyorlar. İslam düşmanlarının iddialarını rahatlıkla ileri sürerek, bir rahmet dahi okumadan Ebu Bekir şöyle yaptı, Ömer böyle etti, Osman kayırdı, Ali yanlıştı, Hasan rüşvet aldı diyebiliyorlar! Tabi bunları ulu orta söylemezler ancak hususi meclislerde pervasızlıklarını da gizlemezler. Hasılı Kur’an’dan yola çıktığını iddia ederek kendine göre bir ümmet tasavvuru olan bu adamlarla hangi ümmet için, nasıl bir dava güdüyorsun ki?!...
Bu adamlardan bazıları -belki de açıktan demek daha isabetli olabilir, çünkü diğerleri de daha iyi değildirler- ümmetten öyle nefret ediyorlar ki, bu nefretin sonucu olarak haşa Kur’an’ı deizm ve ateizmle bile bağdaştırabiliyorlar. Örneğin akıl veren ve hoca muamelesi görenlerinden birisi sosyal ağlardaki hesabında şöyle bir yazı yazabiliyor: “Sunnî ve Şii Paradigmaya iman etmektense Ateist ve Deist paradigmaya iman etmek Kur’an’a daha yakın bir duruştur. Sunnîlik ve Şiilik dininden olmaktansa Ateist ve Deist olmayı tercih ederim. Zira Şirk en büyük zulüm ve en büyük küfürdür.”
Bu adamların kendisi bile ümmet ile müslüman olmaktansa, tevhid adına (!) dinsizliği ve Allah tanımazlığı tercih edeceğini açıkça ve çekinmeden söyleyebiliyor. Üstelik bu küfür sözleri yüzlerce takipçileri tarafından beğenilip, onlarcası tarafından da kendi sayfalarında paylaşılıyor. Dahası bu ve buna benzer paylaşımları, kendisiyle arkadaş olan en katı tevhitçi, büyük hoca ve müfessir (!) kabul edilen akıl babaları tarafından itiraz veya eleştiri görmüyor. Bunları dinleyen gençlerin deist veya ateist olması, tabi ki kaçınılmaz olur. Neticede adamlara göre bütün ümmet Peygamber ﷺ’in Sünnetine ittiba etmekle müşrik olmuştur. Şirk ise, en büyük zulüm olarak Peygamber ﷺ’i, vahyi ve nihayetinde Allah’ı inkar etmekten da kötüdür!...
Son olarak İslami hassasiyetleri olan ve kimlik Müslümanlığıyla kalmayan gençlere; ilmi yetkinliği olmayan Müslüman evladı kardeşlerime içten ve acı hissederek bir nasihatte bulunalım. Kardeşlerim! Allah muhafaza, verdiğim örnekler ile daha nice benzerlerinin akıbetine maruz kalmak istemiyorsanız, Peygamber ﷺ’in Sünnetini eleştiriye açan, kendine göre kısır bir sünnet ileri süren, ümmetin ilmi usullerini cahilce hedefe koyan adamlardan uzak durun. Çünkü ümmetin ilmi müktesebatı ile bilimsel usulleri ışığında size Kur’an ve Sünnetten bilgi aktaracak âlim ve ilim talebelerinden öğrenemeyip bu adamlardan alacağız bir şey olmaz. Bunlar on doğru anlatabilirler ancak içine bir tane imandan eden yanlış sıkıştırdıklarında, onu ayıklayamazsınız. Hatta mantığınıza gayet makul ve nefsinize son derece hoş gelebilir. İşte o zaman, Allah korusun küfrün karanlığına doğru bir dönemece girebilirsiniz ki, yukarıda somut örneklerini gördünüz.
Bu adamlar özelde hadise, hadis kaynaklarına, hadis ilimlerine ve hadisçilere, genelde de ümmetin ilmi mirası ile âlimlerine saldırıp itibarsızlaştırmaya çalışırken, hiçbir argümanı kullanmaktan geri durmazlar. Örneğin âlimler arasında, özellikle hadis ve râvileri hakkında farklı tecrübe ve görüşlerin olmasını çok büyük bir problemmiş gibi lanse ederler. Hâlbuki ilmi açıklamalarının olması bir tarafa, en basitinden hiçbir bilimsel alanda tek görüşlülük yoktur, olamaz. Tecrübeye dayalı hususlar da dâhil olmak üzere, 2+2=4 şeklinde kesinlik kazanmış mevzular haricindeki hiçbir bilimsel alanda tek görüş olmaz. Zaten öyle olsa bilim olmaz. Aynı hastalıktan dolayı farklı doktorlara gittiğinde, aynı reçeteyi alman neredeyse imkânsızdır. İslami ilimler de birer bilim olduğuna göre, farklı yaklaşım, yöntem, tecrübe, görüş ve içtihatların olması kaçınılmazdır.
Dahası Kur’an’ın kendisi bile çoğu zaman ihtimalli ifadeler kullanarak farklılığa zemin hazırlamıştır. Yoksa tek tekleri dizmek beşeri düzenlerin işidir, ilimde tek tipçilik olmaz. Farklılıkları Allah’ın kevni bir yasası olarak kabul eden İslami ilimlerde hiç olmaz. Önemli olan, Kur’an ve Sünnetin kati şekilde ortaya koyduğu ve ümmetin de tarih boyunca icma ettiği sınırlar içerisinde kalmaktır. Bu sınırlar çerçevesinde ilmi farklılıkların olması, zaten ilmin gereğidir. İlmi usuller ışığında Kur’an ve Sünnetin koyduğu ölçütlerle tartma kapasitesi olduktan sonra, herkesten istifade edilebilir. Ancak ilmi farklılıkları birer eleştiri malzemesi olarak ileri sürüp, ilmi yetkinliği olmayan ve farklılıkların şüphelere sürükleyeceği avam insanlara servis etmek, en basit tabirle art niyetliliktir. Tıbbi eğitimi olmayan insanlara tıbbın inceliklerini anlatmanın anlamı var mı?!..
Bu adamlar kendi hemfikirleriyle Kur’an’ın ayetlerinde bile tek görüşte olmazlarken, İslami ilimlerde tep tipçiliğin olması gerektiğini lanse ediyorlar. İlmi yetkinliği olmayan kardeşim de demiyor ki; ehil olmayan insanlara fizik biliminin inceliklerini anlatmak saçma olduğuna göre, bu adamlar hadis ilimlerinin ciddi bilimsel yönü bulunan inceliklerini avama servis ederek neyi amaçlıyor? İlmi ehliyeti olmayan insanların iyiliğini istiyor olsalardı, ilim meclislerinin özelinde konuşulması gereken bilimsel detayları ulu orta yerlerde gündem edip kafalarını karıştırmaz ve neticede dinden etmezlerdi. O zaman ben bu adamları niye dinliyorum ki?!...
Son düzenleme: