Yaptığımız Gıybet mi?
'Ölünün arkasından hayırla konuşun, ayıp ve kusurlarının gizleyin' manasında zikredilen rivayetlerde öldükten sonra olumsuz yönleri konuşulmaması istenmektedir. Fakat bu (konuşulmaması istenen) mutlak olarak her ölen için değildir. Aksi taktirde müslümanların maslahatı gereği toplumun önünde meşhur olmuş şahısların zararlı, akidevi meselelerdeki bid'at ve fısk olan mefsedetlerini ortaya koyarak müslüamanları aynı dalâlete düşülmesinden sakındırmak ve hayra davet etmek maksadıyla kişinin şahsından ziyâde fikri ve akidevi yapısını ortaya koymakta sakınca yoktur. Zira hadiste, "Ölülerinize" diyor, yani sizden olan, bizim gibi şeriatçı olan ölülere diyor! Her ne kadar kendisini muayyen olarak tekfir etmesek de akide konusunda Allah'ın Hâkimiyetinin muşrikçe tatbikatından sakınmayan, teşvik eden kişileri (tekfirin manilerinden dolayı) ihtiyaten tekfir etmesek de fısk ve bidatından dolayı zararlı akidesini ifşa etmemiz, müslümanları sakındırmamız câizdir. Yoksa biz ölünün şahsi ve dünyevi hata ve kusurlarını saymıyoruz, zikretmiyoruz. Hele ki bu şahıs normal, sıradan bir kimse değildir. Aksine bir cemaat önderi veya meşhur bir kimse olması hasebiyle hastalıklı olan fitnesinden insanları sakındırmamız zarûridir.
Bizim yaptığımız; “Haram olmayan (Caiz) Gıybet”tir
Gıybet, bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek, başka bir deyimle, kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir şeyi, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmamız anlamına gelir. Halk arasında dedikodu, gıybet ile aynı anlamda kullanılır.
Fakat istisnalar vardır…
Şuralarda gıybet câizdir:
İslam uleması gıybet ve ifşanın hangi durumlarda caiz veya gerekli olduğu konusunda önemli açıklamalar yapmışlar, hatta kitaplar yazmışlardır. Bu açıklamalarda caiz olan durumlar şöyle sıralanmıştır:
1 – Haksızlığa uğrayan bir kimse, hakkını alabileceğini, zulmu engelleyebileceğini umduğu şahıslara durumu anlatabilir.
2 – Dine ve ahlaka aykırı bir davranışını gördüğü kimsenin bu durumunu gören ve bilenler, düzeltmesi muhtemel olan kimselere aktarabilirler.
3 – Dince yanlış davrandığına inandığı bir kimsenin davranışını, dini bilen bir kimseye (mesela müftüye) anlatarak doğru bilgi (fetva) alma teşebbüsünde bulunabilir.
4 – Halkı korumak, onlar için hayırlı olacağı kanaatiyle ilgililere bildirmek için ayıplar ve günahlar açıklanabilir; bazı durumlarda bu caiz değil, gerekli (farz) olur. Mahkemede şahitlik edecek şahısların da “yalan söylemekten çekinmeyeceklerini gösteren” kusurları hakime bildirilir.
5 – Bir kimse diğeri ile evlenmek, ortak veya komşu olmak, ona bir şeyi emanet etmek, onunla bir iş yapmak, ondan din ilmi öğrenmek… istediğinde kendini korumak isteyen taraf, karşı tarafı tanıyan birisine “onun nasıl bir kimse olduğunu” sorarsa, bildiği kusurlarını açıklaması gerekir.
6 – Kamu görevinde istihdam edilen bir kimse ya buna ehil değilse veya görevini kötüye kullanmaktan çekinmeyeceğini gösteren bir günahı ve ahlaki kusuru varsa, bunları bilen kimse, o şahsın amirine –kamuyu korumak maksadıyla- durumu bildirmekle yükümlüdür.
7 – Günahını ve kusurunu gizlemeyen, açıkça yapan ve gösteren kimsenin bu davranışlarını konuşmak, haram olan gıybete girmez.
8 – Bir kimsenin “topal, kel, kör, köse” gibi bir lakabı varsa ve o kimseyi anlatmak (tarif etmek, tanıtmak) için bunları zikretmek gerekiyorsa mesela “Topal Osman” denir ve bu haram olan gıybete girmez.
Bütün bu istisnaların ayetlerde ve hadislerde dayanakları vardır.
Örneğin bu hususta bir Hadis-i Şerif şöyle;
Açıktan günah işleyenleri anlatmaktan niçin çekiniyorsunuz? İnsanlar onları ne zaman tanıyacak? Onların kötü eylemlerini anlatın ki, insanlar onlardan sakınsınlar, zarar görmekten korunsunlar. (Beyhaki)
***
Başka bir misal;
Muşriklerin ileri gelenleri, Ebû Talib’e gelerek;
Ey Ebû Talib; yeğenin putlarımıza ve dinî inançlarımızı kötüledi, akılsız olduğumuzu, babalarımızın, dedelerimizin yanlış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu. Şimdi sen, ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten alıkoy veya aradan çekil.” dediler.
Bu ve diğer haberler Peygamberimize (sallallahu aleyhi sesellem) ulaşınca:
“Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm.” demiştir.
(Sîretu İbn Hişam, 1/266; İbnu Seyyid’n-nas,Uyunu’l-eser, 1/132; İbn Kesir, es-Sîretu’n-Nebeviye, 1/474; Beyhakî, Delail’u’n-Nübüvve-şamile- 2/63; Taberî, 2/218-220)
MUBAH OLAN GIYBET
Bilesin ki gıybet ancak, kendisine başka yolla ulaşmak mümkün olmayan sahih, şer'î bir sebeble mubah olur.
Gıybeti mubah kılan sebebler altıdır:
1. Tezallum. Zulme uğramış bir kimsenin, hükümdar veya hâkim gibi, zâlime karşı kendisine yardımcı olabilecek yetki ve kudrete sahib birine gidip "Falan bana şöyle şöyle haksızlık etti" demesi câizdir.
2. Bir kötülüğün önlenmesi veya bir asînin yola getirilmesini temin için yardım istemek.
Kişinin, güçlü olduğunu sandığı bir kimseye gidip sırf bir kötülüğü ortadan kaldırmak niyetiyle, "Falanca şu kötü işleri yapıyor, onu bundan alıkoy" demesi câizdir. Böyle bir niyet taşımazsa, bu yaptığı haramdır.
3. Fetvâ almak.
Bir kişinin mufti'ye gidip "Babam, kardeşim, kocam veya falan adam bana zulmetti. Bunları yapmaya hakları var mıdır? Bundan kurtulmamın, hakkımı almamın ve haksızlığı önlememin yolu nedir?" gibi sözler söylemesi, ihtiyaçtan dolayı câizdir.
Ancak, "Şöyle şöyle yapan bir kimse veya bir eş hakkında ne dersiniz?" diye üstü kapalı olarak durumu arzetmesi ihtiyata daha uygun ve fazilete daha muvafık olur.
Nitekim böyle bir uslubla da maksad hasıl olur. Bununla beraber, inşeAllah aşağıda zikredeceğimiz Hind'in rivayet ettiği hadiste olduğu gibi haksızlık eden şahsın açıkça söylenmesi de câizdir.
4. Müslümanları şerden sakındırmak ve iyiliklerini istemek (nasihat). Bunun çok çeşitli uygulaması vardır:
a) Hadis râvilerinden ve şâhidlerden kusurlu olanları cerhetmek. Bu, müslümanların icmâı ile câizdir. Hatta yerine göre vâcib bile olur.
b) Bir kimse ile dünürlük, ortaklık, komşuluk, alış-veriş vs. yapılmak, emânet bırakmak istenildiği zaman ve benzeri durumlarda kendisine danışılan kişinin bildiğini gizlememesi, aksine, büyük bir hayırhahlıkla bildiklerini olduğu gibi söylemesi gerekir.
c) Dini ve din bilimlerini öğrenmek isteyen birinin, bid'atçı veya günahkâr (fâsık) bir hocadan ders aldığına şâhid olup zarar göreceği endişesine kapılan kimsenin, o öğrenciye öğüt verip hocasının halini açıklaması gerekir. Bu da yine sırf öğüt vermek maksadına yönelik olmalıdır. Bu iş tehlikeli ve yanılgıya açıktır. Çünkü uyarıda bulunan kişi çekememezlik duygusuna kapılmış olabilir. Şeytan onu yanıltabilir. Bu noktada çok uyanık ve dikkatli olmak gerekir.
d) İster ehli olmadığı için, ister günahkâr olduğu için isterse başkaları tarafından yanıltıldığı için yahud daha başka bir sebebten dolayı üstlendiği görevi gerektiği şekilde yapmayan bir yetkilinin durumunu daha üst bir yetkiliye bildirmek suretiyle o görevlinin dürüst hareket etmesini sağlamasını veya onu görevden uzaklaştırarak lâyık olan bir başka kişiyi görevlendirmesini sağlamaya çalışmak, onu buna teşvik etmek câiz ve gereklidir.
5. Fıskı ve bid'atçılığı âşikar olan kimsenin, meselâ açıkta şarap içmek, insanların malına el koymak, haksız öşür almak, haraç kesmek, zorla baş olmaya, başa geçmeye çalışmak, kötü ve gayri meşrû işlere yönelmek gibi tavırlar gösteren kimsenin hakkında konuşmak câizdir. Çünkü kendisi kötülüğünü açığa vurmuştur. Ancak onun açığa vurduklarının dışındaki başka ayıplarının anılması -onların da söylenmesini gerektiren daha başka sebeb veya sebebler yoksa- haramdır.
6. Târif etmek. Bir insan şaşı, topal, sağır, kör ve buna benzer başka lakablarla biliniyorsa, onu sırf tarif edebilmek için bu lakabları kullanmak caizdir. Ancak bu lakabların, kişinin değerini düşürme amacıyla takılması haramdır. Böyle lakablarla bilinen kişilerin bu lakaplar söylenmeden târif ve tanıtımı mümkün olduğu sürece bunları kullanmamak daha doğrudur.
Gıybetin câiz olduğu yerler konusunda bu altı sebebi âlimler ortaya koymuşlardır. Bunların çoğunda da ulemanın görüş birliği vardır. Bu husustaki deliller, sahih ve meşhur hadislerdir.
Şimdi onlardan bazılarını görelim.
Hadisler
عَنْ عَائِشَةَ رضي اللَّه عَنْهَا أن رَجُلاً استأْذَن عَلى النبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم فقَالَ : « ائذَنُوا لهُ، بئس أخو العشِيرَةِ ؟
متفقٌ عليه . احْتَجَّ بهِ البخاري في جَوازِ غيبةِ أهلِ الفسادِ وأهلِ الرِّيبِ
Âişe radıyallahu anhâ'dan rivayet edildiğine göre bir adam, Peygamber'in yanına girmek için izin istedi. متفقٌ عليه . احْتَجَّ بهِ البخاري في جَوازِ غيبةِ أهلِ الفسادِ وأهلِ الرِّيبِ
Bunun üzerine Peygamber: - "Kabilesinin kötü adamıdır ama, izin verin O'na" buyurdu.
(Buhârî, Edeb 38, 48; Muslim, Birr 73; Ebu Dâvûd, Edeb 5)
İzâhat
Hadisimize ait rivayetin tamamı, olayı iyice kavramamızı sağlayacak niteliktedir. Olayla ilgili anlatım özetle şöyledir:
Uyeyne İbni Hısn veya Mahreme İbni Nevfel olduğu tahmin edilen şahıs, Efendimiz'in huzuruna girmek için izin ister. Gelenin kimliği kendisine bildirilince Efendimiz, "Kabilesinin kötü adamıdır ama, izin verin ona, gelsin bakalım" anlamındaki sözünü söyler:
Efendimiz gelen kişi hakkında böyle bir beyanda bulunduktan sonra adamı huzuruna kabul eder ve kendisine yumuşak davranır, konuşur-görüşür ve adam memnun olarak ayrılır.
Efendimiz'in, gıyabında kötü olduğunu söylediği kişi ile normal birisiymiş gibi görüşüp konuşması Âişe'nin dikkatini çeker ve bunun hikmetini sorar.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: - "Ey Âişe! Kıyamet günü Allah katında en kötü durumda kalacak kişi, insanların şerrinden çekindikleri için kendisini terk ettikleri kimsedir."
Sahîhayn'daki bir rivayette de "sözle veya fiille haddi aşmasından, bir kötülük yapmasından korkulduğu için kendisinden uzak durulan kimsenin en kötü kişi olduğu" belirtilmektedir.
Efendimiz, Âişe'ye verdiği bu cevabla, bir taraftan, kendisini ziyaret eden kişinin zararını önlemek maksadıyla onu idare ettiğini ortaya koyarken, bir taraftan da "Ben ona yumuşak davrandım, eğer gıyâbında söylediğimi yüzüne karşı söyleseydim, benim kendisini inciteceğim endişesiyle beni terk ederdi, o takdirde ben de kötülerden olurdum" demek istemiş olabilir.
Önce Peygamber Efendimiz'in bu şahıs hakkındaki değerlendirmesinin tamamen doğru olduğunu bilmemiz gerekir. Nitekim Uyeyne İbni Hısn Ebu Bekir'in halifeliği döneminde irtidad etmiş, yani dinden dönmüş, müslümanlara karşı savaşmış, sonra tekrar müslüman olmuştur. Sert, katı ve cahil bir kişi olduğu, halifeliği döneminde Ömer'e gelip çok kaba davranmasından anlaşılmaktadır (358 numaralı hadis).
Efendimiz'in, kötülüğü âşikâr olan bir kişinin durumunu bildirmek suretiyle mûminleri ondan korumak istediği açıktır. Binaenaleyh onun böyle konuşması asla gıybet değildir. Öte yandan Peygamber Efendimiz'in, o kişiyi huzuruna kabul buyurduktan sonra ona yumuşak davranması yani mudârâ etmesi, asla bir mudâhane değildir. Mudârâ, dünyanın veya dinin veya her ikisinin birden ıslahı için dünyaya ait değerleri kullanmaktır. Mudâhane (yağcılık) ise, dünya ve dünyalıklar için dinden ve dinî esaslardan vazgeçmek demektir.
Hadisten Alınması Gereken Dersler:
1. Kötülüğü açık olan kimsenin durumunu söylemek gıybet değildir. Böyle bir kişinin henüz açığa çıkmamış yönlerini söylemek ise gıybettir. Bu inceliğe dikkat etmek gerekir.
2. Zararı önlemek maksadıyla mudârâ edilebilir. Bu konuda ruhsat vardır. Mudârâ mubahdır ama mudâhane aslâ câiz değildir. Yani dünya ve dünyalıklar hatırına din ve dince kutsal sayılan değerler kimseye peşkeş çekilemez.
3. Peygamber Efendimiz, müslümanları uyarmak için onlara olan şefkat ve merhametinin gereği olarak bazı kimselerin durumlarını açıklamıştır.
وعنْهَا قَالَتْ : قَالَ رسُولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « مَا أَظُن فُلاناً وفُلاناً يعرِفَانِ مِنْ ديننا شَيْئاً
رواه البخاريُّ . قال الليثُ بنُ سعْدٍ أحدُ رُواةِ هذا الحَدِيثِ : هذَانِ الرَّجُلانِ كَانَا مِنَ المُنَافِقِينَ
Yine Âişe radıyallahu anhâ'dan rivayet edildiğine göre;رواه البخاريُّ . قال الليثُ بنُ سعْدٍ أحدُ رُواةِ هذا الحَدِيثِ : هذَانِ الرَّجُلانِ كَانَا مِنَ المُنَافِقِينَ
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Falan ve falanın dinimizden bir şey bildiklerini sanmam."
(Buhârî, Edeb 59)
Açıklamalar
Kutub-i Sitte içinde sadece Buhârî'nin Sahîh'inde yer alan bu hadisin ravilerinden Leys İbni Sa'd, hadiste kendilerinden bahsedilen bu iki kişinin munâfıklardan olduğunu bildirir. Onun bu görüşü sonraki âlimlerce tartışılmıştır.
Buhârî'deki ikinci rivayette de Efendimiz, "Falan ve falanın bizim üzerinde bulunduğumuz şu dinimizi bildiklerini sanmıyorum" buyuruyor.
Efendimiz'in bu beyanları, söz konusu iki kişi hakkında bir sûizan ve kötüleme değil, başkalarının onlara bakıp yanılmamaları için mevcud durumlarını bildirmekten ibarettir. Hadiste her ne kadar zan ifadesi geçiyorsa da zannın, bir çok yerde olduğu gibi burada da "kesin bilgi ve kanaat (ilm-i yakîn)" anlamına geldiğine işaret edilmiştir.
Nitekim dilimizde de "herhalde" kelimesi, bazan "şubhe" bazan da "mutlaka, şubhesiz" anlamında kullanılmaktadır. Böylece Efendimiz, "Falan ve falan'ın bizim şu dinimizi bilmediklerini, ondan bir şey öğrenmediklerini biliyorum" buyurmuş olmaktadır. Bu da onların sebeb olabilecekleri yanılgıları önlemek için gerekli bir açıklamadır. Buradan hareketle, günümüzde çokça rastladığımız gibi, yeterli bilgisi olmadığı halde din hakkında görüş açıklayan, ahkâm kesen kimselerin bu durumlarının kamuya açıklanmasının gıybet olmadığı, hatta onların müslümanlara verecekleri zararı önlemek için gerekli olduğu anlaşılır. Nitekim, Nevevî merhum da bu kanaatte olduğu için hadisi, mubah olan gıybet konusunda zikretmiş bulunmaktadır.
Her iki hadiste kendilerine işaret edilen şahısların kimler olduğu tesbit edilememiştir. Efendimiz'in kimleri kasdettiği zamanında anlaşılmış olmasına rağmen, sonraki dönemlerde açıklanmamış ve kaynaklarda isimleri yer almamıştır. Böylece o kişilerin sonraki dönemlerde çekiştirilmeleri önlenmiştir.
Hadisten Alınması Gereken Dersler:
1. Müslümanları uyarmak ve uğramaları muhtemel zararlardan korumak maksadıyla bazı kişiler hakkındaki bilgileri açıklamak gıybet değildir.
2. Peygamber Efendimiz, din hakkında bilgisi olmayanların halkı yanıltmalarını önleyici açıklamalarda bulunmuştur.
وعنْ فَاطِمةَ بنْتِ قَيْسٍ رضي اللَّه عَنْها قَالَتْ : أَتيْتُ النبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، فقلت : إنَّ أبا الجَهْمِ ومُعاوِيةَ خَطباني ؟ فقال رسول اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم :
أمَّا مُعَاوِيةُ ، فَصُعْلُوكٌ لا مالَ له وأمَّا أبو الجَهْمِ فلا يضَعُ العَصا عنْ عاتِقِهِ
متفقٌ عليه
وفي روايةٍ لمسلمٍ : « وأمَّا أبُو الجَهْمِ فضَرَّابُ للنِّساءِ » وهو تفسير لرواية : « لا يَضَعُ العَصا عَنْ عاتِقِهِ » وقيل : معناه : كثيرُ الأسفارِ
Fâtıma Binti Kays (radıyallahu anhâ) şöyle dedi:أمَّا مُعَاوِيةُ ، فَصُعْلُوكٌ لا مالَ له وأمَّا أبو الجَهْمِ فلا يضَعُ العَصا عنْ عاتِقِهِ
متفقٌ عليه
وفي روايةٍ لمسلمٍ : « وأمَّا أبُو الجَهْمِ فضَرَّابُ للنِّساءِ » وهو تفسير لرواية : « لا يَضَعُ العَصا عَنْ عاتِقِهِ » وقيل : معناه : كثيرُ الأسفارِ
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e geldim ve: - Ebu'l-Cehm ve Muâviye İbni Ebu Sufyân beni istiyorlar (ne dersiniz) dedim.
Bunun üzerine Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem):- "Muâviye malı olmayan fakirin biridir. Ebu'l-Cehm ise, sopasını omuzundan indirmez" buyurdu.
(Muslim, Talâk 36; Ebu Dâvud, Talâk 39; Tirmizî, Nikâh 38; Nesâî, Nikâh 22)
Muslim’in bir rivâyetinde “Ebu’l-Cehm, kadınları çokca döven biridir” ifadesi bulunmaktadır.
Fâtıma Binti Kays
İlk muhâcir sahâbi hanımlardan olan Fâtıma Binti Kays, zekâsı, güzelliği ve olgunluğu ile tanınır. Kûfe emirlerinden Dahhâk İbni Kays'ın ablasıdır. Ömer'in şehid edilmesinden sonra şûra heyeti onun evinde toplanmıştır.
Eşi Ebu Hafs İbnu’l-Muğîre kendisini boşadıktan sonra Efendimiz'in emriyle âmâ sahâbi İbni Ummu Mektum'un evinde iddetini bekledi ve daha sonra da yine Efendimiz'in tavsiyesiyle Usâme İbni Zeyd ile evlendi. Peygamber'den 34 hadis rivâyet etti. Kendisinden de başta Şâbî olmak üzere Tâbiun neslinin büyüklerinden bazıları hadis rivayet etmiştir.
Allah ondan radı olsun.
Açıklamalar
Nevevî, bu hadisi Buhârî'nin de rivayet ettiğini belirtmektedir. Ancak hadis Buhârî'de rivayet olarak geçmemekte, sadece olaya atıfta bulunulmaktadır (Buhârî,Talak 41, 42)
Hadisimiz kısaca hayat hikayesini anlattığımız Fâtıma Binti Kays'ın kocası tarafından boşanması, iddet beklemesi için Peygamber'in kendisine yer tayin etmesi ve sonra da evlenmesi ile ilgili bir dizi olayın anlatıldığı uzunca bir rivayetin sadece bir kısmını bize yansıtmaktadır. Nevevî merhum konumuzla ilgili olduğu için dünürlük yapan kişiler hakkında bilinenlerin söylenmesi gerektiğini ve bunun asla gıybet sayılmayacağını gösteren kısmını buraya almış bulunmaktadır.
Peygamber Efendimiz, görüldüğü gibi Fâtıma Binti Kays ile evlenmek isteyen Muâviye ve Ebu'l-Cehm hakkında bildiklerini Fâtıma'ya açıkca söylüyor. Birincisi için "malı olmayan fakirin teki", diğeri için de "omuzundan sopasını eksik etmeyen yani kadınları çokça döven biri" olduğunu belirtiyor.
İşte Efendimiz'in bu sözleri, kurulacak bir yuva öncesinde fikri sorulan kişinin adaylar hakkında bildiklerini herhangi bir karalama gayesi gütmeksizin söylemesinin gıybet sayılmayacağını göstermektedir. Aksi halde kendisine bu konuda fikir danışan kimseye yalan söylemiş olmak veya ondan gerçeği gizlemek gibi iki durum söz konusu olur ki, her ikisi de haramdır.
Efendimiz, Fâtıma ile evlenmek isteyen bu iki kişi hakkında görüşlerini böylece açıkladıktan sonra ona Usâme İbni Zeyd ile evlenmesini tavsiye etmiştir. Fâtıma önce istememiş ama sonunda Efendimiz'in ısrarı üzerine evlenmeyi kabul etmiştir. Neticede kendisi, bu evlilikten çok memnun olduğunu ve hatta Usâme İbni Zeyd'in olgunluğuna hayran kaldığını itiraf etmiştir. Doğrudan konumuzla ilgili olmamakla beraber, hadiste geçtiği için dikkatimizi çeken bir hususa işaret etmek yerinde olacaktır. Efendimiz, Muâviye için "malı olmayan fakirin teki" derken onun durumunu belirtmiştir. Bu sözleriyle Efendimiz, fakirlerle evlenmemek gerektiğini söylemek istememiştir. Elbette fakirlik evliliğe mani olmamalıdır. Ancak erkeğin, alacağı hanımı, yöre şartlarına göre geçindirecek bir gelire sahib olması da ailenin huzuru bakımından ihmal edilmemesi gereken önemli bir husustur. Hadisimizde bu noktaya dikkat çekilmiş olmaktadır.
Ebu'l-Cehm'in kadınları çok dövmesi de yine kadın hakları ve aile saadeti noktasından önemli bir kusurdur. Efendimiz, önce böyle bir âdeti olan erkekleri sonra da onlarla evlenecek olan hanımları uyarmış olmaktadır.
Hadisten Alınması Gereken Dersler:
1. Evlenmek söz konusu olduğu zaman, fikrine muracaat edilen kişinin bildiklerini olduğu gibi söylemesi gıybet değildir.
2. İstişâre ve nasihat niyetiyle bir kimseyi kusuru ile anmak câizdir.
3. Peygamber'i dinleyip onun tavsiyelerine uymak insanı mutlu eder.
4. Fazilet ve tecrube sahibi kimselerin tavsiyelerini dinlemek daima iyidir.
5. Fetvâ verecek olan kimsenin, fetvâ isteyen kadının sesini duyması, onunla konuşması câizdir.
وعن زيْد بنِ أرْقَمَ رضي اللَّه عنهُ قال : خَرجْنَا مع رسولِ اللِّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم في سفَرٍ أصاب النَّاس فيهِ شِدةٌ ، فقال عبدُ اللَّه بنُ أبي : لا تُنْفِقُوا على منْ عِنْد رسُولِ اللَّه حتى ينْفَضُّوا وقال : لَئِنْ رجعْنَا إلى المدِينَةِ ليُخرِجنَّ الأعزُّ مِنْها الأذَلَّ ، فَأَتَيْتُ رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم، فَأَخْبرْتُهُ بِذلكَ ، فأرسلَ إلى عبد اللَّه بن أبي فَاجْتَهَد يمِينَهُ : ما فَعَل ، فقالوا : كَذَب زيدٌ رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، فَوقَع في نَفْسِي مِمَّا قالوهُ شِدَّةٌ حتى أنْزَل اللَّه تعالى تَصْدِيقي: { إذا جاءَك المُنَافِقُون } ثم دعاهم النبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، لِيَسْتغْفِرَ لهم فلَوَّوْا رُؤُوسَهُمْ
متفقٌ عليه
Zeyd İbni Erkam radıyallahu anh şöyle dedi:متفقٌ عليه
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in maiyyetinde bir sefere çıkmıştık. Müslümanlar büyük bir yokluk ve sıkıntı içindeydi. Asker arasında bulunan Abdullah İbni Ubey, yandaşlarına:
- Allah'ın elçisinin çevresindekilere sakın bir şey vermeyin ki, onu terk etsinler. Eğer Medine'ye dönersek, güçlü olanlar güçsüzleri oradan mutlaka çıkarıp atacaktır, dedi.
Ben de gidip bu olayı Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'e haber verdim. Peygamber aleyhisselâm Abdullah'a adam gönderip durumu soruşturdu. O böyle bir söz söylemediğine dair yemin üstüne yemin etti. Bunun üzerine sahâbîlerden bazıları "Zeyd, Peygamber'e yalan söyledi" dediler.
Allah Teâlâ, benim doğru söylediğimi tasdik eden "Munâfıklar sana geldikleri zaman..." diye başlayan Munâfıkun suresi'ni Nebî sallallahu aleyhi ve selleme indirinceye kadar, onların bu sözlerinden dolayı son derece üzüldüm. Daha sonra, Peygamber kendilerine istiğfar etmek için onları davet etti, fakat onlar buna da yanaşmadılar.
(Buhârî, Tefsîru sûre (63),1; Muslim, Sıfâtu'l-munâfıkîn 1; Tirmizî, Tefsîru sûre (63)
Açıklamalar
Değişik anlatımlarıyla kaynaklara intikal etmiş bulunan olay, Munâfıkun suresinin nuzul sebebidir. Zeyd İbni Erkam radıyallahu anh'ın açıkça söylemediği sefer, meğâzî müelliflerinin büyük çoğunluğunun kabul ettiğine göre Mustalıkoğulları Gazvesi'dir.
Müslümanların bu gazvede çektikleri yiyecek sıkıntısı karşısında, Medineli münâfıkların reisi Abdullah İbni Ubey, kendi yandaşlarına ellerindeki imkânlardan müslümanlara vermemelerini tenbih etmiş, onların bu sıkıntıları bahâne ederek Peygamber'in etrafından dağılacaklarını hayal etmiş veya böyle bir sonucu hazırlamaya çalışmıştır.
Yandaşlarını cesaretlendirmek için de, Medine'ye dönüldüğü zaman güçlü olan kendilerinin, zayıf gördükleri müslümanları Medine'den çıkaracakları vâdinde bulunmuştur. Bu sözleri duyan Zeyd İbni Erkam, durumu Peygambere ulaştırmıştır. Aslında hadisin bizim konumuzu ilgilendiren yeri burasıdır. Munâfık olduğu hemen hemen herkes tarafından bilinen İbni Ubey'in sözlerini ve geliştirmeye çalıştığı müslümanlar aleyhindeki planlarını gidip müslümanları koruma amacıyla Peygamber'e haber vermek asla gıybet değildir. Zaten Efendimiz de Zeyd'i bu davranışından dolayı ikaz etmemiştir. Durumu tahkik etmiş, munâfıkların yemin ederek olayı inkar etmeleri üzerine, Zeyd'in yanılmış olabileceği kabul edilmiştir. Zeyd ise, bu duruma düşmüş olmaktan dolayı çok üzülmüştür. Hatta bazı rivayetlerde çadırına kapandığı ve kimse ile görüşmek istemediği anlatılmaktadır. Yine başka bazı rivâyetlerde Peygamber'in Zeyd'e kulağının yanılmış olabileceğini söylediği, Zeyd'in bundan çok muteessir olduğu da yer almaktadır.
Zeyd'i tasdik eden ve munâfıkların kesin yalan söylediklerini ve Zeyd'in haber verdiği niyet ve sözlerini de aynen nakleden Munâfıkûn sûresi inzal buyurulunca, Peygamber Zeyd'i çağırıp mubârak elleriyle kulaklarını okşayarak, "Allah Teâlâ, kulağını doğruladı" buyurmuştur.
Bu sebeble daha sonraları olayı bilenler arasında Zeyd İbni Erkam, "kulağı Allah Teâlâ tarafından tasdik edilmiş kişi" diye anılmıştır.
Burada yeri gelmişken her ikisi de iki yüzlülük demek olan iki terimin, nifak ile riyânın farkına işâret edelim. Riyâ ibâdette, nifak itikadda iki yüzlülük demektir. Buna göre her munafık aynı zamanda murâîdir. Ancak her murâî, munâfık değildir. Çünkü imanı sağlam olanlar da amellerinde herhangi bir sebeble riyâ (gösteriş) yapabilir. Çünkü riyâ Allah'a yaptığı ibâdette halka dönük niyetler taşımaktır. Nifak ise, özünde iman bulunmadığı halde, sözde mûmin görünmektir.
Hadisten Alınması Gereken Dersler:
1. Nifâkı ve fıskı belli kişilerin sözlerini yetkililere ulaştırmak onların gıybetini yapmak demek değildir.
2. Zeyd İbni Erkam faziletli ve haklılığı vahiyle ortaya konulmuş bir sahâbîdir.
3. Cebhede İslâm ordusu aleyhindeki sözleri ve faaliyetleri komutana haber vermek gerekir.
وعنْ عائشةَ رضي اللَّه عنها قالتْ : قالت هِنْدُ امْرأَةُ أبي سُفْيانَ للنبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : إنَّ أبا سُفيانَ رجُلٌ شَحِيحُ ولَيْس يُعْطِيني ما يَكْفِيني وولَدِي إلاَّ ما أخَذْتُ مِنه ، وهَو لا يعْلَمُ ؟ قال : « خُذِي ما يكْفِيكِ ووَلَدَكِ بالمعْرُوفِ
متفقٌ عليه
Âişe (radıyallahu anhâ) şöyle dedi:متفقٌ عليه
Ebu Sufyân'ın hanımı Hind, Nebî (sallallahu aleyhi ve sellem)'e: - Ey Allah'ın Rasulu! Ebu Sufyân çok cimri bir adam. Onun haberi olmadan benim aldığım dışında bana ve çocuğuma yetecek derecede bir şey vermiyor. (Benim bu yaptığım doğru mu?) dedi.
Peygamber de: - "Örfe göre kendine ve çocuğuna yetecek kadar al!" buyurdu.
(Buhârî, Buyû' 95, Nafakât 4, Menâkıbu'l-ensâr 23; Muslim, Akdiye 7,8,9; Nesâî, Kuzât 31; İbni Mâce, Cihâd 13)
Açıklamalar
Kocası Ebu Sufyan'ın Mekke fethi öncesinde müslüman olmasının hemen ardından kendisi de müslüman olan Hind Binti Utbe İbni Rebîa, müslüman olduğu güne kadar azılı bir İslâm düşmanı idi. Bedir gazvesi'nde babası Utbe'nin Hamza tarafından öldürülmesi, yine aynı savaşta amcası Şeybe ve kardeşi Velid'in öldürülmüş olmaları onun müslümanlara diş bilemesine sebeb olmuştu.
Uhud harbinde Vahşi'yi özel olarak tutub Hamza'yı şehid etmesini sağlamış ve intikam almak için Hamza'nın ciğerini ağzına alıp çiğnemiştir.
Müslüman olduktan sonra kendisi de müslümanlara karşı duyduğu düşmanlığı itiraf etmiş ve Peygamber'e gelerek: - Ey Allah'ın Rasulu! Allah'a yemin ederim ki şu dünyada senin hane halkın kadar zelîl ve perişan olmasını istediğim halk yoktu. Bugün ise, şu dünyada senin hane halkın kadar aziz ve mutlu olmasını istediğim kimse yoktur, demiştir.
Hind, bazı rivayetlere göre bu görüşme esnasında bazılarına göre de bir başka zaman Efendimiz'e kocası Ebu Sufyân'ın, son derece eli sıkı, cimri bir kişi olduğunu, kendisine ve çocuklarına yetecek derecede harcama yapmadığını şikayet etmiş, kendisinin ondan habersiz olarak malından bir şeyler alıp harcadığını, bunun kendisi için bir vebâli olup olmadığını sormuştur.
Hadisin bizi ilgilendiren yeri Hind'in, kocasını çok cimri, eli pek sıkı gibi vasıflarla zikretmesidir. Fetvâ almak için kişileri vasıflarıyla anmak gıybet değildir. Durumun belirlenebilmesi için zarûrîdir. Nitekim bu olayda da Peygamber, Hind'i böyle konuşmasından dolayı ikaz etmemiş, sorduğu soruya örfe uygun şekilde kocasının malından kendisi ve çocukları için harcama yapabileceği, bunun bir sakıncası olmadığı cevabını vermiştir.
Hadisten Alınması Gereken Dersler:
1. Fetvâ almak ve resmen şikâyette bulunmak için kişileri hoşlanmadıkları vasıflarıyla anmak câizdir. Bu gıybet değildir.
2. Koca, mahallin örfüne göre hanımının ve çocuklarının nafakasını temin etmekle yükümlüdür.
3. Ailesine karşı yükümlülüğünü yerine getirmeyen kocanın malından eşi, geçimlerini sağlamak için kocasının bilgisi dışında harcama yapabilir.
4. Dinen bir hükme bağlanmamış olan konularda örfe uyulur.
5. Gâib yani orada bulunmayan kimse hakkında fetvâ verilebilir. Hüküm verilip verilemeyeceği ise tartışmalıdır. Kazâ ile fetvâ bu noktada birbirinden ayrılır. Fetvâ kişilerin dindarlığına hitab eder. Kazâ ise, kanun gücüyle icrâ ve infâz edilir.
Mubah Olan Gıybet
Çözüldü - Kafirleri Gıybet Etmek Câiz mi?
Müslüman olmayan kişilerin arkasından konuşmak gıybet olur mu?
islam-tr.org