Rabıtayı ve Nakşibendiliği derinlemesine kavramak bakımından tasavvufu az çok tanımak gerekir. Çünkü tasavvufa evrim süreci içinde hemen her ruhaniye göre epeyce kişisel ve yöresel özellikler taşıyan mistik kurumlar peydahlanmıştır. İşte Nakşibendi Tarikatı bunlardan biridir. Elbetteki bu kurumlardan her birinin diğerlerinden farkı, onu güncelleştirmek için zamanla düzenlenmiş olan çeşitli disiplinlerdir. Ve işte rabıta bu disiplinlerdendir.
Görüldüğü üzere bu üç şey arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Bu ilişki ise biri düşey, diğeri de dikey olmak üzere iki farklı açıklama ile ancak anlaşılabilir.
Birincisi: Tasavvuf, tarikat adı altında sayılmayacak kadar çok türemiş ve türeyebilecek olan çeşitli mistik kurumların bir ilham kaynağıdır. Bu nedenle tasavvufun hiç bir sınırı yoktur. Nakşibendilik de bu kaynaktan türemiş bir tarikattır. Rabıta ise bu tarikatın sürekliliğinde büyük önemi olan dinamiklerden biridir.
İkincisi: Rabıta Nakşiliğin bir disiplinidir. Nakşilik ise mistik felsefeye dayanan ruhani bir kurumdur.
Şu halde Rabıta bir tarikat disiplinidir. Ve yaklaşık iki yüz yıl kadar önce tanımlanmıştır. Rabıtanın ait olduğu tarikat yalnızca Nakşibendiliktir. Nakşibendilik ise yaklaşık yedi yüz yıl önce Türkistan’da kurulmaya başlamış ve çeşitli din ve felsefelerden tasavvufi yollardan beslenerek o çağdan bu güne kadar bir evrim süreci içinde türlü şekiller almış olan bir tarikattır. Dolayısıyla konunun bir bütün olarak anlaşılabilmesi için önce tasavvuftan başlamak üzere bu üç kavrama ilişkin ayrıntıları belli ölçüde ortaya koymak gerekir.
Tasavvuf
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim, ALLAH-u Teâla’nın hiç bir şeye benzemediğini bununla birlikte bütün varlıkların dışında ve onların yaratıcısı olduğunu ifade etmektedir.
“O'nun benzeri hiç bir şey yoktur“ (Şura 11)
Oysa tasavvuf, esas itibari ile ALLAH (cc)’ın her şeyin öz kaynağı olduğunu savunan bir düşüncedir. Dolayısıyla tasavvufa göre kainatta ne varsa her şey (haşa) onun bir parçasıdır. Tasavvufun temel taşı budur.
Kur’an-ı Kerime göre insan sırf ALLAH (cc)’a kulluk etmek için yaratılmıştır. İnsan yaratıktır ve ALLAH (cc)’ın kuludur.
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 56)
Tasavvufa göre insan ise, ALLAH (cc)’ın tecellisidir. Onun bir suretidir. Hatta onun bir parçasıdır. Binaenaleyh ona aşık olmalı, yeniden ona dönmeli, onda eriyip bütünleşmeli ve onunla birlikte ölümsüzleşmelidir. İşte özetle tasavvuf budur. Tasavvufçular bu inanç biçimini özet olarak Farsça “Heme ost / Her şey odur” deyimi ile açıklarlar. Tevhidi savunanların karşısında zaman zaman düştükleri sıkıntılardan kurtula bilmek için bu deyimi “hemez ost / her şey ondandır.” şeklinde değiştirirler. Tabi ki bu, spekülasyondan başka bir şey değildir.
Nitekim Hallacı Mansur, Ömer Hayyam, Şihabuddin Suhereverdi, İbn. Ataillah el iskenderi, feridudi Attor, İbnu’l farid, Muhiddini Arabi, Molla Cami ve Abdulkerim el Ciyli gibi mutasavvıflar tasavvufu, böyle anlamış ve açıkça böyle işlemişlerdir.
Tasavvufu pembe bir alem olarak reklam yapmak yerine onun gerçekten ne olduğunu ortaya koymak, Müslüman için bu konudaki bilgilenme yolunu daha kolaylaştırmak olur ki, esasen alim kişiye yakışan da budur. Nitekim övgü mahiyetinde tasavvufun bir iç aydınlanma (Illumination) olduğunu, bu nedenle tasavvufçuların objeler ve boyutlarla uğraşmadığını, aksine, gerçekleri ilhama dayalı olarak kaynaklardan aldıklarını ileri sürenlerin kendileri de acaba ilhamla mı bu gerçeği saptayabilmişlerdir. Peki bu ilhamcılığın sınırlarını belirlemek eğer mümkün değilse (ki mümkün olmadığı gayet açıktır) insanın zaten sınır tanımayan hayal ve hırsı karşısında kitap ve sünnetin ölçülerini korumaktan artık kim söz edebilir. Son zamanlarda bazı entelektüeller tasavvuf için engin duygular, üstün zevkler, ilahi aşklar, pembe duygular, içsel aydınlanma ve ilham edebiyatıyla öveyim derken aslında onun Kuran ve Sünnet ışığında çok daha kolay deşifre olmasını sağlamaktadır. Aslında Hz. Peygamber (sav) yaşamında en ufak bir tasavvufi eğilim yoktur. Resulullah (sav) her şeyden önce yaşamı, ruhani ve seküler (dünyasal) olmak üzere birbirinden kesin şekilde ikiye ayrılmamıştır. O (sav), bütün hayatında rabbani bir çizgi izlemiştir. Yani, üzerine inen vahyin derin coşkularını içinde yaşarken ibadetlerini Kur’an’ın belirlediği ölçülerde sınırlamış ve bu ibadetler yine Kur’an’ın emirleri doğrultusunda hayatın her tarafına serpilmiş biçimde sosyal dinamikler olarak icra etmiş ve ettirmiştir.
Çok kişisel olan nafileler ve dualar hariç namaz, oruç ve zekat gibi ibadetler, gerek Hz. Peygamber (sav), gerekse ilk Müslümanların hayatında askerlik yapmaktan, atış eğitimi görmekten, düşmana karşı savaşmaktan, hatta ticaret yapmaktan, tarlada pazarda evde çalışmaktan, yada kitap okumaktan ve ders vermekten farksız bir ruh ve anlayış içinde uygulanmıştır. Dolayısıyla İslam’da manevi yada ruhî cephe denebilecek yaşam tarzı işte budur ve bu kadar doğaldır. Aksine Resulullah (sav) hayatında çileler, ayinler, semanlar, zikir halkaları, “hu” çekmeler, enstrüman ve rakslar, rabıta ve meditasyonlar asla yoktur. Halbuki sofilerin hepsi bu anlayışın tam tersine büsbütün ruhani bir yaşam sürdürmüşlerdir.
Onlara göre insan için biri dinsel (mistik) diğeri ise, dünyasal (seküler) olmak üzere birbirinden çok farklı iki yaşam tarzı vardır yada olmalıdır. Bütün hayatları boyunca biri dini, diğeri ise dünyevi olmak üzere adeta kalın bir duvarla ayrılmış, birbirine tamamen yabancı iki dünya arasında bocalayıp durmuşlardır.
Oysa Resulullah (sav), toplum içinde ve halktan biri olarak sosyal bir yaşam biçimi sürmüş, vahye dayalı misyonu tanrısal bir kimlik içinde asla sunmamış, tam tersine onu bir insan olarak, çok doğal ve açık bir şekilde ortaya koymuştur. Örneğin; sevinmiş, üzülmüş, öfkelenmiş, danışmış, verdiği karadan vazgeçmiş ve özetle mahrem olmayan hiçbir beşeri niteliğini gizlememiştir. Ayrıca ALLAH (cc)’un en son elçisi olmanın yanında devlet kurmuş ve bizzat devlet başkanlığı yapmış, onbinlerce kişilik ordulara komuta etmiş, ceza onaylamış ve infazlar sırasında hazır bulunmuş, devrinin imparatorlarına ve devlet başkanlarına mesajlar ve elçiler göndermiştir. İşte gerçek anlamda İslam budur.Devam edecek İnşeALLAH.