Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Menzil'e Tevbe Etmek İçin Gitmek ?

A Çevrimdışı

anti-şirk

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Selamun Aleykum Kardeşlerim,

Öncelikle hakkınızı helal etmenizi rica ediyorum başta ABDULHAK Kardeşimden. Zamanınızı bana ayırdığınız için. Geçenlerde yeni tanıştığım bir arkadaşım İslam'a yönelmeye başladı ( başta namaz olmak üzere İslam'ı yaşamaya karar verdi ) ancak dayısının ısrarlı tavsiyeleri üzerine Menzil'e tevbe etmeye gideceğini söyledi. Ben bunun şirk olduğunu söyledim ve tevbe için belli bir mekan ve zaman yoktur dedim ve ona bu konuda doyurucu bir cevap getireceğimi söyledim ( arkadaşım körü körüne itaat eden birisi değil bunun için delilli bir cevap verirsem faydası olacak inşallah ). Bunun için yine değerli vaktinizi alarak bu konuya yönelmenizi rica edeceğim. Allah'ın Rahmeti ve Bereketi Üzerimize Olsun.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
TÖVBE (EL) ALMAYA MENZİLE GİTMEK




Aleykum selam we rahmetullah
Kardeşim sizin de çok iyi bildiğiniz gibi günahları yegane avf edecek merci el Avf olan Allah (c.c.)dır.
_Ve onlar çirkin bir günah işledikleri, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allah'tan başka günahları kim bağışlayabilir? Bir de onlar, bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmezler. (Al-i İmran 135)

İslamda günahların avf olunması için birilerine gitme diye bir şey yoktur. Bu istisna Rasulullah (s.a.v.) in vefatıyla son bulmuştur.
_Biz hangi peygamberi gönderdikse, sırf Allah'ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Rasul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı. (Nisa 64)

"Sabret, Allah'ın vaadi gerçektir. Günahlarının affedilmesini dile. Akşam-sabah Rabbini överek noksanlıklardan tenzih et." (Mumin, 55)

Kişilerin birilerine tevbe almaya gitmeleri, onu kendinden ve diğerlerinden üstün görüp onda bir mubareklik durumu olmasındandır. Bir kimsenin tevbeleri kabul eden veya avf edilmesinde garantici veya torpilli salih kul mesabesinde görebilmek kalabalıkların nufusuna göre değil sahih naslara göredir.

Tasavvuf kültürünün ağırlıkta olduğu bölgelerde bu tür sülük tıyniyetli beleş cennetçilerin, kısa yoldan motor sıfırlama teknikleri hayli gelişmiştir.
Tevbe alma işi tarikatların adab ve usulünden olmuştur. Dikkat ediniz İslam'ın demiyorum tarikatların.

El almak ve el vermek hadisesi tarikatlar ile ilgili bir deyimdir. Pratik olarak; bir semtte tarikatın bir kolunu temsil eden bir şeyh veya efendi (vekil) olur.
Bu zata intisap edip takip etmek ve ondan ve tarikatın sözde feyizlerinden (!) istifade etmek kastıyla bu kişiler, şeyhin elini tutup hem tarikat alma hem de günahlarından tevbe - istiğfar etme ve bir daha günah işlememeye niyet ederler.
Bu durumda şeyhin kuvvet ve dirayeti ne kadarsa, kendi müritlerine tasarruf eder. Mûritte “beni nezaret (görüp) ve takib ediyor” diye şeyhden (Allah demedim) çekindiği için günah işlememeye özen gösterir.
Yukarıda bahsi geçen konudaki niyet ve düşünce İslamla bir bağı yoktur.

Bildiğimiz gibi Kurayşli Muşrikler de Allah'a inanıyor , Allah c.c. rabliğini kabul ediyordu.
"Andolsun ki onlara, "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?" diye sorsan "Allah" derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar? (Ankebut 61 ; Lukman 25)
Fakat dinlerinin tahrif olması neticesinde farklı da olsa Hac yapıyor, hacer'ul esved taşını yerine koyma sevabına erişebilmek için sırayı kimseye kaptırmıyor , bu sebebten dolayı neredeyse kavga ediyorlardı.
Dualarının kabulu ve günahlarının avffı için, daha önceden (Hz. Nuh (a.s.) zamanında) Salih kimseler ola kimselerin ölmeleri üzerine onları anıp hatırlamak kastıyla heykellerini edinmişlerdi. Zamanla bu heykeller - putlar Kabe'ye - Mekke'ye getirildi ve uzun zaman geçmesinden dolayı sonraki nesillerin o putların ne amaçla yapıldığını unuttuklarından onları dua etmede, avf dilemede ve Allaha yaklaşmada Allah ile aralarında aracılar edindiler.
Bununla ilgili Rabbim şöyle buyurmuştur:
"İyi bil ki, halis din ancak Allah'ındır. O'ndan başka birtakım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler:
"Biz onlara sadece bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."
Şüphe yok ki Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyde hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz." (Zumer 3)

"Muşrikler Allah'ı bir yana bırakarak hiçbir şey yaratmayan , kendileri birer yaratık olan, kendilerine ne zarar ve ne fayda dokunduramayan, öldürmeye, yaşatmaya ve yeniden diriltmeye güçleri yetmeyen ilâhlar edindiler." (Furkan, 3)

Kureyşli muşrikleri Allahın yaratıcılığını kabul etmelerine rağmen cehennemlik muşrik olmalarına sebeb olan anlayış; duada ve ülkenin yönetiminde uyulması gereken kanunlarda ibadeti yalnızca ve yalnızca Allaha vermemekti.
"Sizin Allah'ı bırakıp da o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız için Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (Yusuf 40)

Bu kişilerden yaptıkları icraatlere karşılık delil istemeyiniz getiremeyeceklerinden size vereceği cevap bunların formulleridir:
"Bu kadar insan (hoca) bilmiyor mu?"

Kaide gereği bir iş yapan bunun delilini sunmalıdır ki, doğru veya yanlış yaptığını hem kendi bilsin kalbi mutmain olsun , hemde yanlış ise batıla başlamadan bitirsin.
Buna rağmen bu konunun batıllığı hakkında biz yine de Rabbimizin lutfettiği kadar konuşmaya çalışalım.
Bir nesne, zaman veya kimsenin mubarekliği ;
1_ Bir şeyin mubarak oluşu ancak, Kitab ve sünnetten bir nass ile kat’iyet bulur.

2_ Teberruk ancak ve ancak, mubarakliği sabit olan şeyle ve yine ancak İslama uygun biçimde, şekilde yapılabilir.

Mubârak zamanlara örnek :
Ramazan ayı (Bakara 185 , Duhan 2-6, Kadir 1-5) , Zilhicce ayının ilk 10 günü (Ahmed b. Hanbel 1/346 ; Buhari 969 ; Ebu Davud 2438; Tirmizi 757; İbn Mace 1727; Darimi 1814) gibi.

Mubârak mekanlara örnek :
Mekke-i Mukerreme (Al-i İmran 96-97; Kasas 57; Ankebut 67), Medine-i Munevvere (Ahmed b. Hanbel 4/40 ; Buhari 2129 ; Muslim 1360; Abdullah b. Zeyd r.anh’den)gibi mubarek mekanlar.

Abdullah İbn Ömer (r.a.)’dan, peygamber’e Zul Huleyfe’de vadinin içinde gecelerken rüya gösterilmiş ve kendisine “sen mubarek bir vadide bulunuyorsun.” denilmiştir. (Buhari, Muslim)

Rasulullah (s.a.v.) : “ Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.” (Buhari-Muslim)

Mubarek amellere örnek :
Salih ameller (Kehf 110; Meryem 60; Fatır 10; Ğafir 40), ana babaya iyilik (Nisa 36; İsra 14-23-24-32 ; Ankebut 8; Lukman 14), Kur’an-ı Kerim okumak (Buhari, 5020, 5059, 5427, 7560; Muslim 797; Ebu Musa el Eş’ari r.a.’dan) gibi mubarak ameller.

Mubârak kılınan çeşitli şeyler :
Peygamberler , sıddiklar- şehidler (Nisa 69), bal (Nahl 69; Buhari 5684, 5716; Muslim 2217; Ebu Said el Hudri r.a.’den; Buhari 5683, 5697, 5702, 5704; Muslim 2005/71 ; Cabir b. Abdullah r.anh’dan), çörek otu (Buhari 5688; Muslim 2215; Ebu Hurayra r.anh'den; Buhari 5687, Aişe r.anha'dan) vs. gibi mubarak kılınmış bazı şeyler.

Buna misal verecek olursak , Mekke-i Mukerreme’yi ele alalım.
Allah c.c. şöyle buyurmuştur:
Şubhesiz insanlar için kurulan ilk mabed, Mekke'deki çok mubarek ve bütün âlemlere hidayet kaynağı olan Beyt (Kabe)dir.” (Al-i İmran 96)

Rasulullah (s.a.v.) : “Benim şu mescidimdeki bir namaz, (Mescidi Haram) dışında diğer mescidlerdeki bir namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Haram’daki herhangi bir namaz diğer mescidlerdeki bir namazdan yüz bin kat daha faziletlidir.” (İbn Mace, Ahmed b. Hanbel ; Musned)

Mekke’nin mubarek olduğu sabittir. Bu da orada kazanılan ecirlerin kat kat olmasındandır. Dolayısıyla Mekke-i Mukerreme ile teberrukte bulunmanın yolu, tavaf, namaz vs. ibadetlerin orada bol bol eda edilmesiyle olur. Kabe’ye ya da örtüsüne kedi gibi sürtünmek meşru bir teberruk değildir.

Bir başka misal olarak Salih kimseleri ele alalım.

Bu kimseler imanları ve ibadetleri-amelleri dolayısıyla mubarek kimselerdir. Yapılacak olan teberruk onların izinden gitmek, ilimlerinden, amellerinden faydalanmak ve hayr konularında kendileriyle yarışmak şeklinde olmalıdır.
Bunlar mubarek zatlar diye kendilerine dokunan, sürünen kimse ise şeriata aykırı davranış yapmış olur. Hiçbir kimse bundan istisna değildir.
(Cübbeli bayraklı Ahmed bile. Ki bu şahısa sürünenleri ve sürünülen şahsın buna ses çıkarmayarak onayladığını gözlerimle görmüşümdür)

Yalnızca peygamberler bundan istisnadır. Çünkü peygamberlerin saçları, elbiseleri gibi şeylerin mubarek olduğu konusunda nass mevcuttur.
Peygamber Allah’ın en sevgili kulu, rasulu, son elçisidir. Allah onu yeryüzüne rahmet olması için göndermiş ve güzel ahlakla onu övmüştür. Allah bu şerefli elçiye bazı meziyetler vermiş diğer kullardan onu ayırmıştır. Rasulullah’ın zatıyla teberruk etmek şeri delille sabit olduğu için ashab teberrük ediyordu.
Rasulullah’ın zatını kıyas ederek başka insanları da teberrük etmek caiz değildir. Zira Sahabiler, Rasulullah’dan sonra en faziletli insanları olan Ebu Bekir Sıddık ve Ömer İbn Hattab gibilerini teberruk etmemişlerdir. Bu durum Allahın peygamberine verdiği bir özelliktir. Peygamberlerin sıfatlarının diğer insanlarda olmaması gibi.
Ehl-i Sünnet vel Cemaat Akidesinde bu hususta hiçbir alimden delil bulunmamaktadır. İmam Azam Ebu Hanife de eserlerinde asla böyle bir şeyin caizliğini yazmış değildir.

Son bir misal daha Kur’an-ı Kerim hakkında olsun.
Allah’u teala c.c. O’nun hakkında “ Sana indirdiğimiz Mubarek bir kitab…” (Sad 29) buyurmaktadır.
Kur’an ile teberruk , O’nu okumak, içindekileri pratik hayatta uygulamak, emir ve nehiylerine ittiba ile olur. Kur’an-ı üzerinde taşıyarak , arabaya koyarak, yastık altında veya yüksek bir yere asarak teberrukte bulunmanın İslam ile bir bağı yoktur.

Günümüzde bazı müslümanların(!) çeşitli mekanları, (Konya’da Mevlana - İstanbul’da Oruç baba -Diyarbakır’a yakın Zeynel Abidin - Gaziantep’e yakın Ökkeşiye -Gaziantep merkezde bulunan Yuşa türbesini -Adıyaman’a yakın menzil ilçesini ve şeyhini…) bereketli sayarak oralardan bereket ummaktalar ve ibadetin oralarda daha makbul olduğuna inandıkları bilinmektedir.
Bu şehirlerin, ilçelerin, menzillerin, türbelerin, şeyhlerin, yatan ölülerin bereket verdiğine inanmak büyük şirktir.
Allah korusun buna inanmak kişiyi dinden çıkarmaya kadar götürür. Zira insana fayda, zarar veren ancak Allah’tır.
Bu yerlerde namaz, dua, zikir daha üstün ve sevabı çoktur diye inanmakta bidattir.
Yine bu yerlerin hakkında Kur'an ve sünnetten kutsal mekanlar olduklarına dair deliller yoktur.

Kuran ve sünnetten sahih deliller olduğu muddetçe teberruk etmek caizdir. Rasulullah’ın, Sahabilerin ve günümüz müslümanlarının Kabe önünde Haceru’l Esved’i öpmeleri sabittir.
Bu amel meşrudur. Çünkü Rasulullah öpmüştür ve ardından gelen ashab da Rasulullah’ın hedyini (sünnetini) eda etmek için öpmüşlerdir.
Rasulullah ve Ashabının yaptıkları bizler için şeri huccettir. Onlar öperken ondan hayır, bereket, fayda getirdiğine inanarak öpmezlerdi.

Ömer İbn Hattab : “ Vallahi muhakkak biliyorum ki sen öyle bir taşsın ki ne zarar ne de fayda verirsin. Eğer Rasulullah’ın seni öptüğünü görmemiş olsaydım seni öpmezdim
(Buhari ve Muslim)

Ömer İbn Hattab’ın sözü Haceru’l Esved’i öptüğünü, öperken de ondan zarar ve fayda beklemeden sünneti eda etmek istediğini çok açık bir şekilde isbat eder.

Mubârak zamanlara değinirsek ; Kur'an ve sünnetten gelen delillerle değişik zamanlarda ibadet ve dua etmeler faziletlidir. Rasulullah (s.a.v.) ramazan ayını, Aşura ayını, pazartesi ve perşembe oruçlarını, Cuma gününde özel bir saatte dua etmeyi ve sayamayacağımız bir çok günlere has duaları faziletli saymıştır.

"Kim ramazanı ihlaslı ve sevabını Allah’dan bekleyerek geçirirse Allah onun geçmiş günahlarını affeder. (Buhari-Muslim)

Rasulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki : “ Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek kadir gecesini ihya ederse kendisinin geçmiş günahı bağışlanır.” (Buhari-Muslim)

Kuran ve sünnetten deliller olmadığı müddetçe özel günler ilan etmek, o günleri kutlamak, bu günlerin faziletli olduğunu söylemek caiz değildir.
Ölünün kırkıncı gününü, bir zatın ölüm gününü, nevruz gününü kutlamalar, aşura günü yemek yapma gibi kutlamalar bid'attir.

Allah’ın değil de vesile edindiği zatın, eşyanın, mekanın bereket-hayır-fayda-zarar verdiğine inanarak teberrukte bulunulması durumunda şirke düşülür.
Bir zatın, eşyanın, mekanın bereket, hayır, fayda, zarar verdiğine inanması büyük şirktir. Zira teberruk eden bu insan, Allah’ın hakkını bir kula, eşyaya, mekana vermiş olur ki bunun şirk olduğunda şüphe yoktur.
Allah bereket, hayır, fayda ve zarar verendir. Kim bunları bir kula, bir eşyaya, bir mekana verirse (Allah korusun) İslam dininden çıkar ve kafir olur.



Mesela , biri şöyle demiş olsa, Benim çocuğum rahatsızdı, bana filan şıhın- yanına gidersen ve onun tükürüğünü çocuğunun rahatsızlığı olan yere sürtersen şifayı bulursun, zira şıhımız bereketli, faziletli bir insan" demiş olsa bu insan şifayı verenin o şıh olduğuna inansa bu inanç şirktir.

Yine diyelim ki, "filan şeyhin köyüne gidersen ondan tevbe alırsan ve onun elini öpersen o elden bereket alırsın" demek veya "filan efendinin köyüne gider ve onun huzurunda bir tavuk keser ve onun duasını alırsan o kazancın, arkın, malın artar" derse şirk koşmuş olur.

فَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ فَتَكُونَ مِنَ الْمُعَذَّبِينَ
Allah ile birlikte başka bir İlah dua etme. O takdirde azab edilenlerden olursun.” (Şuara, 213)

İslam’da Teberruğun meşru olma şartlarını gördükten sonra meşru teberruk ile meşru olmayan teberrukleri birbirine karıştırıp harman edenlerin, karıştırdıkları meseleleri izah edelim.

Ashab-ı Kiramın Rasulullah’ın (s.a.v.) saçı (Buhari 6281; Muslim 2325; Enes b. Malik r.a.’dan ; Buhari 5896; Ummu Seleme r.anh’dan) ,teri (Buhari 6281; Muslim 2331 ,2332; Enes B. Malik r.a.’dan) , balgamı (Ahmed b. Hanbel 4/329-330; Buhari 2731 -2732; El Misver b. Mahreme ve Mervan b. El Hakem r.anh’dan) , ve elbiselerini (Buhari 6036 , 1277, 5810; Sehl b. Sa’d r.anh’dan) alıp onlarla teberrukte bulunmuş olmaları, tevhid yetimi tasavvufcuların ve onların sampatizanları olan cahil avam halk için; bazı şeyhlerin ve Salih kimselere ait bazı nesnelerle de teberrukte bulunabileceğine sanma hatasına düşürmüştür.

Bu sapkın hatayı 2 madde halinde izah edecek olursak :

A) Şahısların eserleri ile teberrukte bulunmak sadece Peygambere özgüdür.
Diğer muslumanlar ne kadar yuksek konumlarasahip olurlarsa olsunlar böyle bir iltimasa sahip değildirler.
Peygamber olmayan birisinin, Peygambere kıyas edilmesi ne kadar büyük bir curumdur.
Sahabeerden sabit olan, yalnızca Rasulullahın (s.a.v.) eserleri ile teberrukte bulunmalarıdır!
Bazı sahabiler de Rasulullah (s.a.v.)’in birer parçası olan teri , saçı , kokusu (Buhari 6281; Muslim 2331-2332; Enes b. Malik r.a.’dan) , elbisesi v.b. ile teberrukte bulunmuşlardır.

B) Salih insanların eserleri ile teberrukte bulunulması; ne ashabın, ne tabiinin ve ne de onların ardından gelen neslin uygulaması değildir. Bununla ilgili olarak dinde öncü imamlardan da hiçbir emir ve uygulama aktarılmamıştır.
Bazı alimlerden konuya ilişkin olarak gelen rivayetler, batıl rivayetler olup onlardan sahih bir isnadla gelmemiştir. Bu uydurmala misal verecek olursak İmam Şafii’nin İmam Ahmed’in giysisi ile teberrukte bulunduğu anlatılmaktadır. (Bu iftira ve yanıtı için İbn Asakir’in “Tarihu Dimaşk” 5 /311 ; İbnu’l Cevzi “Menakibu’l İmam Ahmed b. Hanbel” s.551-553; İbn Kesir “el Bidaye ve’n-Nihaye” 14/395; İbn Muflih “el Adabu’ş-Şer’iyye” 1/463-464)
Şayet böyle bir tutum caiz ya da hoş görülen bir davranış olsaydı , Ebu Bekr (r.anh), diğer halifeler, aşere-i mubeşşera ve diğer büyük sahabiler gibi faziletli, cennetle müjdelenmiş mumin olduğu nassla sabit olan kimselerle sahabe-i kiram teberrukte bulunurlardı.
Onlardan hiç birisinden Peygamber dışındaki kimselere yönelik olarak böyle bir uygulamada bulundukları olmadığına göre, bu tür davranışların çirkin bir bid’at olması bir yana şirke açılan bir kapı olduğu ortadadır!



Salih Kimseler Hakkında Aşırı Gitmek
31747.jpg

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ev kitab ehli! Dininizde aşırı gidip ölçüyü aşmayın." (Nisa: 171)

"De ki, ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o affedici ve merhametlidir. Rabbinize yönelin." (Zumer, 54)

"Dediler ki: 'Sakın ilahlarınızı bırakmayın. Hele Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nasr'ı asla terketmeyin." (Nuh: 23)
Bu ayeti kerime ile ilgili olarak İbn Abbas(r.a.) diyor ki:
"Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nasr, Nuh kavminde yaşıyan salih kişilerin adları idi. Bunlar ölünce şeytan, insanlara bunların hatıralarını devam ettirmek için yaşadıkları yerlere heykellerini dikmelerini ilham etti. Onlar da bunu yaptılar ve diktikleri heykellere onların isimlerini verdiler. Önceleri bunlara tapan yoktu; fakat onları dikenler öldükten sonra zamanla haklarındaki bilgiler ve heykellerin dikiliş gayeleri unutuldu ve insanlar bunlara tapmaya başladılar." (Buhari Tefsir: 71/3)

İbni Kayyım sahabenin pek çoğunun bunlar hakkında:
"Bu salih kişiler öldükten sonra insanlar bunların kabirlerinde ibadet etmeye başladılar. Sonra unutulmasın diye heykellerini diktiler, resimlerini yaptılar. Bir süre sonra bunlara tapmaya başladılar." dediklerini naklediyor.
"Ey iman edenler! Allah'a öyle tevbe edin ki gayet ciddi, samimi bir tevbe olsun, gerek ki Rabb'iniz sizden kabahatlerinizi örter de sizleri altından ırmaklar akan cennetlere koyar, o gün ki Allah peygamberlerini ve onunla beraber iman etmiş olanları utandırmayarak, nurları önlerinde ve sağlarında koşacak, şöyle diyecekler: Ey Rabbimiz! Bizim nurumuzu tamamla ve bizim için mağfiret buyur, şubhesiz ki sen her şeye kadirsin." (Tahrim 8)

Ömer (r.anh)'den, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Hristiyanların İbni Meryem'i batıl üzere övdükleri gibi siz de beni övmekte aşırı gitmeyin. Şubhesiz ki ben bir kulum. Öyleyse benim için Allah'ın kulu ve Rasulu deyin."
(Buhari Enbiya: 48. Darımi Rıkak: 6S. Ahmed: 1/21-24. 47.)

İbni Mesud'un rivayet ettiği hadiste Rasulullah (s.a.v.):
"Aşırı gidenler mahvoldular" buyurmuş ve bunu üç defa tekrar etmiştir.
(Nesai Menasık: 217. İbn Mace Menasik: 63. Ahmed Musned: 1/215. 347. İbn Hıbban Mevarid. 1011. Hakim Mustedrak: 1/466. Elbani Ahadisussahiha: 1283.)

İbni Abbas'ın rivayet ettiği hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Sakın aşırı gitmeyin. Sizden öncekilerin helak olmalarının sebebi aşırı gitmeleri olmuştur." (Muslim İlim: 7. Ahmed: 1 386. Ebu Davud Sunnet: 5.)

Ebu Hurayra (r.anh)'den, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Evlerinizi kabir yapmayınız. Benim kabrimi de merasim yeri haline getirmeyiniz. Siz bana salat ve selam gönderiniz, nerede olursanız olun, sizin salatınız bana erişir." (Ebu Davud Menasik: 96, Ahmed: 2/367)
Tasavvufta Günah Çıkarma Ayini ve Kökeni

164477_498908550173033_840073100_n.jpg

Şeyhulİslam İbn Teymiyye şöyle buyurmuştur:
“…İçlerinden birisi şöyle demişti: “bizler insanları tevbe ettiriyoruz
Dedim ki: onları neyden tövbe ettiriyorsunuz?
Dedi ki; "yol kesmekten, hırsızlıktan ve benzeri şeylerden."
Dedim ki; sizin onları tevbe ettirmenizden önceki halleri tevbe ettirmenizden sonraki hallerinden daha hayırlıdır. Çünkü onlar üzerinde oldukları şeyin haram olduğuna inanan, Allah'ın rahmetini uman, O’na tevbe eden ya da tevbe etmeye niyet eden fâsıklar idiler.. Sizler tevbe ettirmenizle onları Allah’ın buğzettiğini (bidatleri) seven, sevdiğine buğzeden (sünnetleri) , İslam Şeriatından çıkmış sapıklara çevirdiniz.. Ve onlara kendilerinin ve başkalarının üzerinde oldukları bu bidatlerin masiyetlerden daha şerli olduğunu açıkladım…”
(İmam İbni Teymiyye, Mecmu-ul Fetava, C. 11, S. 472)

Seyda Günah Çıkarıyor : Menzile yeni gelen günahkar (!) sofi adayları, Bir ucu şeyhin elinde halkaya bağlı olan ipleri tutar, şeyhin mırıldandığı sözleri tekrar ederek motoru sıfırlamanın şevki ile, kendilerine verilen talimatlarla mutlulukla evlerine dönerler!


[GULYARASI]8393[/GULYARASI]
Bayram Ali Öztürk : Muhammed eşittir Allah
Tasavvufçulara göre Muhammed (s.a.v.) ; Allahın ete kemiğe bürünmüş dünyadaki halidir.

[GULYARASI]7138[/GULYARASI]


HUMEYNSON.jpg

Şii Humeyni'nin TEBERRUKe kurban gitmesi !!

2-Ziyaret.jpg




İlgili Link :

GÜNAHTAN TEVBENİN ŞARTLARI

https://www.islam-tr.org/konu/gunahtan-tevbenin-sartlari-soruya-cevap.7931/

TÖVBE (EL) ALMAYA MENZİLE GİTMEK

https://www.islam-tr.org/konu/tovbe-el-almaya-menzile-vb-gitmek.12116/
 
fatih0073231 Çevrimdışı

fatih0073231

Üyeliği İptal Edildi
Banned
arkadaşın islama zaten girmemiş ki onun için üzülesin ona önce tevhidi öğret.....
 
A Çevrimdışı

arowona

Üye
İslam-TR Üyesi
Bir Veli kulun yanında Tevbe etmesi Güzeldir...

Kendiside edebilir tabiki...

Ashabdan sahabelerde, bir suç işlediklerinde Hemen RasulAllah s.a.v koşar;

-Ey Allahın Rasulü, Biz Şöyle Şöyle Hata işledik..bizim için Allaha Dua ette Mağfiret indirsin derlerdi..
(Sahih-i Buhari,Müslim Aff_44,Kütübi sitte)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İslamda günahların avf olunması için birilerine gitme diye bir şey yoktur. Bu istisna rasulullah (s.a.v.) in vefatıyla son bulmuştur.
_Biz hangi peygamberi gönderdikse, sırf Allah'ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Rasul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı. (Nisa 64)

Rasulullahın vefatından sonra Hz. Ebubekirin yanına tevbe etmeye kim gitmiştir?
 
A Çevrimdışı

arowona

Üye
İslam-TR Üyesi
İslamda günahların avf olunması için birilerine gitme diye bir şey yoktur. Bu istisna rasulullah (s.a.v.) in vefatıyla son bulmuştur.
_Biz hangi peygamberi gönderdikse, sırf Allah'ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Rasul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı. (Nisa 64)

Rasulullahın vefatından sonra Hz. Ebubekirin yanına tevbe etmeye kim gitmiştir?


Selman-ı Farisi r.a gitmiştir... (Siyer-ün Nebi)

Bakın şu farkı iyi ayıralım insaAllah....

Orda Tevbe vermeye şahsa değil , Allaha yapılıyor c.c...

Sadece, Ya Rabbi c.c Bu kulun hatırına benide bağışla deniliyor...

Bunda ne şirk nede Bid'at vardır...
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Hala boş konuşuyorsun. Utanmadan bide
Selman-i Farisi'ye iftira atıyorsun. Hikaye, menkıbe ve uydurma hadisleri kendine din edinenlerin batıl sözlerini buraya aktarma. Burası Kuran ve sünnetten olmayan uydurmaları din edinenlerin sitesi değildir.


Orda Tevbe vermeye şahsa değil , Allaha yapılıyor c.c...

Sadece, Ya Rabbi c.c Bu kulun hatırına benide bağışla deniliyor
Bu tarzdaki ve daha pek çok sapkın sebeblere yukarıdaki İslama uygun olmadığı açıklanmıştır. Gittiği şahıs zaten İslamı biliyor olsa öyle bir kapı açmaz, o gelenleri bundan men edip kovardı.
Tevhid ve şirki öğrenmemiş , teberruğun mahiyetini kavrayamamış olanlara ne kadar delil desek anlayacağı kapasitesi kadardır. Hidayet Rabbimin elindedir. Buna rağmen giden kendi bilir.

İkaz :
Kuran ve sünnet kaynaksız hurafeleri din ediniyorsun.
Bir daha karşı olduğun konularda karşı çıkmak , yazmış olmak için yazma!. Önce aktaracağına bir bak sözlerini Kuran ve sahih sünnet ile destekleyebiliyormusun, sonra aktar.
 
A Çevrimdışı

arowona

Üye
İslam-TR Üyesi
Tamam hocam, herkes İtikadı üzere olsun o zaman..

Ben Asla Tartışma niyetinde değilim, sadece Kaynak ve delille konuş dedin bende getirdim..

Eee onuda kabul etmiyorsanız o zaman benim yapabileceğim bişey yok...

Bir çeçen olarak beni insaAllah nefsinize göre banlamassınızda , sitedeki vatanımdan olan haberleri okurum insaAllah...

Selam ile.....
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tamam hocam, herkes İtikadı üzere olsun o zaman..

Ben Asla Tartışma niyetinde değilim, sadece Kaynak ve delille konuş dedin bende getirdim..

Eee onuda kabul etmiyorsanız o zaman benim yapabileceğim bişey yok...

Bir çeçen olarak beni insaAllah nefsinize göre banlamassınızda , sitedeki vatanımdan olan haberleri okurum insaAllah...

Selam ile.....
Bir kaynak getirdiğin yok.
Senden ve senin gibi ehli tasavvuftan, Kuran ve sünnet ile yazmanızı istedik ki Hak ortaya çıksın.
Selmani farisi (r.a.) iftira dolu sözleri tasavvufçuların menkıbelerinden bulup ekleyince kaynak mı verdiğini sanıyorsun?
Evvela siyeri nebi nedir?, yazarı , yayınevi ve sayfa nosu nedir?
Bir yazında hem biz görelim hem de buradaki herkes görmüş olsun. Bu sayede belki bir yanlışımızı düzeltmiş oluruz (!)
 
M Çevrimdışı

MUEVBU

Üye
İslam-TR Üyesi
var sayalımki többe etmeye başka zata gidilir eyvallah diyelimki allahtan tövbe diledi onada eyvallah amaaaaaaaaa unutmayalımki Allah 48 yerde basir olduğunu 56 yerde semi olduğun diyor yani samimi bir dua veya tövvbe her yerde yapılır yazık o yol parasına hani diyelimki şeh efendi bunlara tehvidi anlatıtor oda yok tağuttan bahsediyor yok kurandan bahsediyor yok. peki bir müslüman tehvid mücadelesi verecek tağut ona irtica demiyecek onlarında bukadar elamanı olacak bunlar tağututun tehvidi sindirme projeleri onlarda desdekliyiçileri halk aldanıyor Allah bi ayeti kerimede Allah ortak ko ştuklarınızda Allah kavuşmak için bahane arıyorlar.bunlarsa Allahın hakkında hiçbir delil indirmedikleri şehlerini kendilerine şefeatci etmiş bakalım Aallahın ayetlerini bukadar düşüncesizce saklayanların hali ne olacak biz nahşilerle cok oturmuşuz inanın şeh düşümmek ve rabıtadan başka hiçbirşey bilmiyor tağutu reddetmeden iman olmaz diyoruz tağut ne diyorlar bunlarda 10 15 yıllık elemanları şirk koştukları konularıda inş ayetlerle acıkarız zaten şehimiz demişse bi hikmet var demek bile şirktir yanılma ve hata ihtimali sıfır işim olmasa bisayfa bunları yazarım ha unutnadan rabita tam bi sapık bidat.
 
inşirahİSLAM Çevrimdışı

inşirahİSLAM

Üye
İslam-TR Üyesi
Rabıtayı ve Nakşibendiliği derinlemesine kavramak bakımından tasavvufu az çok tanımak gerekir. Çünkü tasavvufa evrim süreci içinde hemen her ruhaniye göre epeyce kişisel ve yöresel özellikler taşıyan mistik kurumlar peydahlanmıştır. İşte Nakşibendi Tarikatı bunlardan biridir. Elbetteki bu kurumlardan her birinin diğerlerinden farkı, onu güncelleştirmek için zamanla düzenlenmiş olan çeşitli disiplinlerdir. Ve işte rabıta bu disiplinlerdendir.
Görüldüğü üzere bu üç şey arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Bu ilişki ise biri düşey, diğeri de dikey olmak üzere iki farklı açıklama ile ancak anlaşılabilir.

Birincisi: Tasavvuf, tarikat adı altında sayılmayacak kadar çok türemiş ve türeyebilecek olan çeşitli mistik kurumların bir ilham kaynağıdır. Bu nedenle tasavvufun hiç bir sınırı yoktur. Nakşibendilik de bu kaynaktan türemiş bir tarikattır. Rabıta ise bu tarikatın sürekliliğinde büyük önemi olan dinamiklerden biridir.
İkincisi: Rabıta Nakşiliğin bir disiplinidir. Nakşilik ise mistik felsefeye dayanan ruhani bir kurumdur.
Şu halde Rabıta bir tarikat disiplinidir. Ve yaklaşık iki yüz yıl kadar önce tanımlanmıştır. Rabıtanın ait olduğu tarikat yalnızca Nakşibendiliktir. Nakşibendilik ise yaklaşık yedi yüz yıl önce Türkistan’da kurulmaya başlamış ve çeşitli din ve felsefelerden tasavvufi yollardan beslenerek o çağdan bu güne kadar bir evrim süreci içinde türlü şekiller almış olan bir tarikattır. Dolayısıyla konunun bir bütün olarak anlaşılabilmesi için önce tasavvuftan başlamak üzere bu üç kavrama ilişkin ayrıntıları belli ölçüde ortaya koymak gerekir.

Tasavvuf
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim, ALLAH-u Teâla’nın hiç bir şeye benzemediğini bununla birlikte bütün varlıkların dışında ve onların yaratıcısı olduğunu ifade etmektedir.
“O'nun benzeri hiç bir şey yoktur“ (Şura 11)
Oysa tasavvuf, esas itibari ile ALLAH (cc)’ın her şeyin öz kaynağı olduğunu savunan bir düşüncedir. Dolayısıyla tasavvufa göre kainatta ne varsa her şey (haşa) onun bir parçasıdır. Tasavvufun temel taşı budur.
Kur’an-ı Kerime göre insan sırf ALLAH (cc)’a kulluk etmek için yaratılmıştır. İnsan yaratıktır ve ALLAH (cc)’ın kuludur.
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 56)
Tasavvufa göre insan ise, ALLAH (cc)’ın tecellisidir. Onun bir suretidir. Hatta onun bir parçasıdır. Binaenaleyh ona aşık olmalı, yeniden ona dönmeli, onda eriyip bütünleşmeli ve onunla birlikte ölümsüzleşmelidir. İşte özetle tasavvuf budur. Tasavvufçular bu inanç biçimini özet olarak Farsça “Heme ost / Her şey odur” deyimi ile açıklarlar. Tevhidi savunanların karşısında zaman zaman düştükleri sıkıntılardan kurtula bilmek için bu deyimi “hemez ost / her şey ondandır.” şeklinde değiştirirler. Tabi ki bu, spekülasyondan başka bir şey değildir.
Nitekim Hallacı Mansur, Ömer Hayyam, Şihabuddin Suhereverdi, İbn. Ataillah el iskenderi, feridudi Attor, İbnu’l farid, Muhiddini Arabi, Molla Cami ve Abdulkerim el Ciyli gibi mutasavvıflar tasavvufu, böyle anlamış ve açıkça böyle işlemişlerdir.

Tasavvufu pembe bir alem olarak reklam yapmak yerine onun gerçekten ne olduğunu ortaya koymak, Müslüman için bu konudaki bilgilenme yolunu daha kolaylaştırmak olur ki, esasen alim kişiye yakışan da budur. Nitekim övgü mahiyetinde tasavvufun bir iç aydınlanma (Illumination) olduğunu, bu nedenle tasavvufçuların objeler ve boyutlarla uğraşmadığını, aksine, gerçekleri ilhama dayalı olarak kaynaklardan aldıklarını ileri sürenlerin kendileri de acaba ilhamla mı bu gerçeği saptayabilmişlerdir. Peki bu ilhamcılığın sınırlarını belirlemek eğer mümkün değilse (ki mümkün olmadığı gayet açıktır) insanın zaten sınır tanımayan hayal ve hırsı karşısında kitap ve sünnetin ölçülerini korumaktan artık kim söz edebilir. Son zamanlarda bazı entelektüeller tasavvuf için engin duygular, üstün zevkler, ilahi aşklar, pembe duygular, içsel aydınlanma ve ilham edebiyatıyla öveyim derken aslında onun Kuran ve Sünnet ışığında çok daha kolay deşifre olmasını sağlamaktadır. Aslında Hz. Peygamber (sav) yaşamında en ufak bir tasavvufi eğilim yoktur. Resulullah (sav) her şeyden önce yaşamı, ruhani ve seküler (dünyasal) olmak üzere birbirinden kesin şekilde ikiye ayrılmamıştır. O (sav), bütün hayatında rabbani bir çizgi izlemiştir. Yani, üzerine inen vahyin derin coşkularını içinde yaşarken ibadetlerini Kur’an’ın belirlediği ölçülerde sınırlamış ve bu ibadetler yine Kur’an’ın emirleri doğrultusunda hayatın her tarafına serpilmiş biçimde sosyal dinamikler olarak icra etmiş ve ettirmiştir.

Çok kişisel olan nafileler ve dualar hariç namaz, oruç ve zekat gibi ibadetler, gerek Hz. Peygamber (sav), gerekse ilk Müslümanların hayatında askerlik yapmaktan, atış eğitimi görmekten, düşmana karşı savaşmaktan, hatta ticaret yapmaktan, tarlada pazarda evde çalışmaktan, yada kitap okumaktan ve ders vermekten farksız bir ruh ve anlayış içinde uygulanmıştır. Dolayısıyla İslam’da manevi yada ruhî cephe denebilecek yaşam tarzı işte budur ve bu kadar doğaldır. Aksine Resulullah (sav) hayatında çileler, ayinler, semanlar, zikir halkaları, “hu” çekmeler, enstrüman ve rakslar, rabıta ve meditasyonlar asla yoktur. Halbuki sofilerin hepsi bu anlayışın tam tersine büsbütün ruhani bir yaşam sürdürmüşlerdir.

Onlara göre insan için biri dinsel (mistik) diğeri ise, dünyasal (seküler) olmak üzere birbirinden çok farklı iki yaşam tarzı vardır yada olmalıdır. Bütün hayatları boyunca biri dini, diğeri ise dünyevi olmak üzere adeta kalın bir duvarla ayrılmış, birbirine tamamen yabancı iki dünya arasında bocalayıp durmuşlardır.
Oysa Resulullah (sav), toplum içinde ve halktan biri olarak sosyal bir yaşam biçimi sürmüş, vahye dayalı misyonu tanrısal bir kimlik içinde asla sunmamış, tam tersine onu bir insan olarak, çok doğal ve açık bir şekilde ortaya koymuştur. Örneğin; sevinmiş, üzülmüş, öfkelenmiş, danışmış, verdiği karadan vazgeçmiş ve özetle mahrem olmayan hiçbir beşeri niteliğini gizlememiştir. Ayrıca ALLAH (cc)’un en son elçisi olmanın yanında devlet kurmuş ve bizzat devlet başkanlığı yapmış, onbinlerce kişilik ordulara komuta etmiş, ceza onaylamış ve infazlar sırasında hazır bulunmuş, devrinin imparatorlarına ve devlet başkanlarına mesajlar ve elçiler göndermiştir. İşte gerçek anlamda İslam budur.Devam edecek İnşeALLAH.
 
inşirahİSLAM Çevrimdışı

inşirahİSLAM

Üye
İslam-TR Üyesi
Tasavvufçulara gelince; onların hiç biri böyle bir yaşam tarzını asla benimsememişlerdir. Kılık ve kıyafetlerine varıncaya kadar hemen bütün yönleriyle, herkesten çok farklı olmaya çalışmış, dünyadan el etek çekmiş yada öyle görünmüşlerdir. İçinde yaşadıkları toplumun hiçbir derdine asla ortak olmaya yanaşmamışlardır. İşte ruhanilerin, İslam adına tarih boyunca dünya hayatına karşı gösterdikleri bu küskünlüğün arkasındaki temel neden, hiç kuşkusuz yine tasavvuftur.

Tasavvuf yerine, Nakşibendi şeyhleri tarafından mistisizm teriminin hiç kullanılmaması kültürel yetersizlikten kaynaklanmaktadır ki bu da, tasavvufla uğraşanların başka bir çelişkisidir. Çünkü tasavvufta aynen felsefe gibi hem söz hem anlam bakımından Yunan kaynaklıdır. Nasıl ki, felsefenin aslı filosofi (philosophy) ise, tasavvufun da aslı teozofi (theosophy)’dir. Her ikisi de eski yunancadır. Ama başta Nakşibendiler olmak üzere tasavvufla uğraşan insanların tamamı bu gerçeği anlayabilecek kültür ve bilgiden daima yoksun bulunmuştur.

Tasavvuf sözcüğünün Arapça “suf”, “safa”, yada “suffe”’den geldiğini ileri sürenlerin tümü yanılmışlardır. Bu yanılgının en büyük nedeni ise, M. 850 yılından sonra başlayan ve 1850 yıllarına kadar süren İslam tarihindeki taklit ruhudur. Dolayısıyla tasavvufla uğraşanlar kötü niyetli ve maksatlı olmakla suçlanmasalar bile en azından kültürel yetersizlikleri, sınırsız hayale dayanan ütopik anlayışla birleşince onların, şirk dinlerinden (Hint-İran-Yunan) tahmin edilmeyecek ayrılıktaki düşünce ve inanış biçimlerini alıp İslam’a mal etmiş olabileceklerini ihtimali güçlenmektedir.

Tasavvufun amacını ve çizdiği yolunu bir nebze açıklığa kavuşturmak gerekirse onu şu üç başlık altında özetlemek mümkündür.
“Seyr-u sülük”, “Marifetullah”, ”kemal“
1- Seyr-u Sülük: Bu kavramla mistik bir eğitim sistemi amaçlanmaktadır. Tasavvuf yolcusu sözde bu aşamalardan sırası ile geçerek olgunlaşır.
Biat, tövbe, tarikat, çile, mucahede, halvet, uzlet, masivaden istiğna, zühet, kanaat, tevekkül, teslimiyet, tefviz, tefeyyüz, telekkun, tefekkür, murakabe, rabıta, ruhaniyetten istimdat, zikir. Bunları başarıyla yapan yolcu, sonunda bir vecd (kendinden geçme) hali yaşar.

2- Marifetullah: Yukarıda anlatılan eğitim sisteminin temel amacı (İslam’ınkinden farklı olarak) marifetullahtır. Yani ALLAH (cc)’ı, zatı ve sıfatlarıyla keşfetmek ve sonunda O’nunla birleşip bütünleşmektir. İslam’ın amacı ise, ibadetullahtır. Yani kişinin ALLAH (cc)’a inanması zatı hakkında düşünmesi, buna mukabil ayetleri (eserleri) üzerinde düşünmesi, sıfatlarını bilmesi emir ve yasaklarına uymasıdır.

Tasavvuf yolcusunun yukarıda anlatılan amaç uğruna yaşadığı mistik haller ve sözde ulaştığı mertebeler ise şu isimler altında ve çok geniş şekilde işlenir.
ALLAH (cc) aşkı (tarikat, marifet, hakikat) vecd, sekr, sahv, vahdet, vucud, şühud, fena, beka, vuslat ve mahv bu noktada “ALLAH (cc)’ta eriyip gitmek” yani “ittihat” ve “hulul” söz konusudur.

3- Kemal: Bu aşamada sözde “vuslat” mertebesidir. Yani sofininin tırmanabildiği en uç noktadır. “Seyr-u Sülük” denen eğitim sisteminden sonra bu seviyeye ulaşan yolcu, güya sonunda “insan-ı kâmil” olur. Eksiksiz tanrılaşmış bir kimlik kazanır. Bu derece olgunlaşmış insana ise (evliya) veli denir. O artık “Veddün-i” bir ilme sahiptir. Gayp alemine vakıftır, kalpleri okur, zihinlerde geçenleri keşfeder, gizli dünyaları ve uzak meçhulleri ayan beyan bilir, orduları ön saflarda düşman ile savaşır, dua ederse nimet, beddua ederse musibetler yağar, deniz üzerinde batmadan ıslanmadan gezebilir, bulutların üstünde uçabilir. Zaman ve mekan onun için katlanır aynı zamanda iki mekanda birden bulunabilir.Devam edecek İnşeALLAH..
 
inşirahİSLAM Çevrimdışı

inşirahİSLAM

Üye
İslam-TR Üyesi
Nakşibendilik
Nakşibendiler, Hz. Peygamber (sav)’den başlamak üzere sayıları otuzu geçen (azizler)’in sözde birbirlerine devretmesiyle bu tarikatın günümüze kadar geldiğine inanmakta ve bunları “Sadat” (pirlerimiz, efendilerimiz) diye anmaktadırlar. Onların meydana getirdiği bu hiyerarşik zincirde “Silsie-i Sadat” ismini vermektedir. Ayrıca nakşiler arasında bu zincire “silsile-i tuz-zeheb” (yani altın gerdanlık) da denir.
Nakşibendilerin Silsile-i Sadat’ı:

1- Hz. Ebu Bekir-ü Sıddık (ra): Fil olayından sonra M. 573 yılında doğdu. İlk Müslüman olanlardandır. Büyük olayların hemen hepsinde Resulullah (sav) yanında yerini aldı. İki yıldan fazla Hilafet makamında kaldı. M. 634 tarihinde 63 yaşında vefat etti. Ancak onun zamanında Nakşibendilik ve rabıta şöyle dursun tasavvuf ve tarikat kavramlarının esamisi bile yoktu. Bu nedenle Hz. Ebu Bekir (ra)’ın haşa rabıta yapmış olduğunu ileri sürmek bunu kanıtlamaya kalkışmaktan daha korkunç bir çelişkidir.

2- Selman Faris-i (ra): Pers kökenlidir ve ilk adı Möbeh’dir. Mecusi bir ailenin çocuğu olarak İstihan’da dünyaya geldi. Doğum tarihi bilinmemektedir. M. 856 yılında Hz. Ömer (ra) döneminde Medain valiliğine tayin edilen Selman (ra) burada vefat etti.
Büyüyünce Hıristiyanlığı seçti, hayatında bir dizi olaylar yaşadıktan sonra zulme uğrayacak Mekke’de köle olarak birine satıldı. Daha sonra Medine’ye satıldı. Orada Resulullah (sav) ile tanıştı ve Müslüman oldu. İlerlemiş yaşına rağmen çok kısa sürede mükemmel Arapça öğrendi. Hz. Peygamberden 82 hadis rivayet etti. Ne var ki, o da Hz. Ebu Bekir (ra)’ın çağdaşıdır ve dolayısıyla en az onun kadar rabıtadan münezzeh biridir.

3- Kasım b. Muhammed (ra): Hz. Ebu Bekir (ra)’ın torunu “Tabiin” ulularından ve yedi hukukçulardan biridir. Hz. Osman döneminde M. 653 tarihinde doğdu. M. 721 veya M. 725 yılında Mekke ve Medine arasında El-Hudeyd denilen yerde vefat etti. Onun zamanında tasavvuf sözcüğü ile Arap sözlüğüne girmiş değildir. Bütün hayatıyla ilgili en ince ayrıntılar kayıtlara geçmiştir ve onun mistik bir yaşam sürdüğüne dair elimizde bir kayıt yoktur.

4- İmam Cafer’ul sadık (ra): Hz. Alinin oğlu Hz. Hüseyin, onun oğlu İmam Zeynel Abidin, onun oğlu İmam Muhammed Bopir’in oğludur. M. 702 iki yılında doğdu M. 765 yılında Medine’de vefat etti. Şiilerin 6. imamıdır. Ebu Hanife ile haşır neşir olmuş, Kur’an ve Sünnet çizgisinden sapmamış, dolayısıyla onunda tasavvufla yada tarikatla herhangi bir ilişkisinin olmayacağı gayet açıktır.

5- Ebu Yezid-i (Beyazıt) Bestami: Ebu Yezid M. 803 yılında Bestam’da doğdu. Burası Hazar denizi sahillerinde bir yerdir. Ölüm tarihi M. 874’tür.
Nakşibendiler bu şahsın “Üveysi” olduğunu, yani, İmam Cafer’ul Sadık’ın ruhaniyetinden feyiz alarak velilik makamına yükseldiğini ileri sürmekte ve onun ruhaniler zincirinde 5. halkayı oluşturduğuna inanmaktadır. Halbuki Bestami İmam cafer’ul Sadık (ra)’dan 40 yıl sonra dünyaya gelmiştir. Bestami’nin Ebu Ali es Sindi ile haşır neşir olduktan sonra fıkhı bırakıp ve Budizm’den etkilenerek patanjolist bir inanca saptığı sanılmaktadır. Kendisinden 40 yıl sonra doğduğu bir kişiden feyiz aldığını ileri süren mitolojik hikayeye bakılacak olursa ta baştan sapma gösterilmiş olmasına rağmen bu zatın da bugünkü nakşilerin yaptığı rabıtaya benzer bir ibadet yaptığına dair bir kanıt yoktur.

6- Eb’ul Hasan el Kharagan: Bu zat da Bestam’lıdır. Nakşibendiler, bu zatın Beyazıt Bestami’nin çağında yaşamadığı halde onun ruhaniyetinden feyiz olarak velilik makamına eriştiğine inanmaktadırlar. Onunla rabıta yaptığına dair bir kanıt yoktur.

7- Eb’ul Ali Fermandi: 1085 yılında Tus kentinde ölen Fermandi, Horasan’da yetiştiği için Hint-İran’dan etkilenmiştir. Onun tasavvuf eğiliminden Gazali de etkilenmiştir.

8- Yusuf Hemedani: İran’ın Heme’den halkındandır. Pers kökenlidir. 1140 tarihinde ölmüştür. Rabıta yaptığına dair bir kanıt yoktur.

9- Abdulhalıg-i Gonjduvoni: Türk asıllıdır. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1179 yılında Gonjduvani’de öldü. Nitekim “Kelimat-ı Semaniye” adı altında bilinen tarikatın kuralları olarak Nakşibendiler tarafından benimsenmiş bulunan Farsça on bir kavramdan sekizinin bizzat bu şahıs tarafından öngörüldüğü söylenmektedir. Nakşibendiler de bunu itiraf etmektedir. Ne yazık ki, rabıta hakkında bir şey bilmiş yada söylemiş olsaydı, tıpkı Kelimat-ı Semaniye gibi kuşaktan kuşağa bir birlerine nakledecek ve davalarını kanıtlamada kullanacaklardı.

10-Arifi Rivegeri: Buharal’ı bir Türk’tür. 1209’da öldü. Hayatı hakkında herhangi bir malumat yoktur.Devam edecek İnşeALLAH..
 
inşirahİSLAM Çevrimdışı

inşirahİSLAM

Üye
İslam-TR Üyesi
11-Mahmud-i İnjirfağnevi: Buhara’lıdır. 1315 tarihinde ölen Fağnevi sesli zikir yaptığı için sorgulanmıştır.

12-Aliy’yi Ramiteni: Buhara’nın Ramiten köyünde doğdu. Türk asıllıdır. Yazmış olduğu bir kitapta Kuran çizgisinden sapmadığı görülmektedir. Ama nakşiler onu da halkadan sayarlar. Rabıta yaptığına dair bir delile rastlanmaktadır.

13-Muhammed Baba Semasi: Buhara’lıdır. Türk asıllıdır. Romata, onu kendi yerine şehy tayin ettiği söylenmektedir. 1354 yılında Buhara’nın Semmas köyünde öldü. Semmas’inin rabıtadan söz ettiğine dair nakşilerin de elinde delil yoktur.

14-Emir Kullol: 1370 tarihinde Buhara’nın Suhari kasabasında öldü.

15-Muhammed Bahauddin Buhari: 1318-1389 Nakşibendi tarikatının kurucusudur. Türk asıllıdır. O da Buhara’da doğmuş büyümüştür. Nakşibendiliğe “üveysilik” anlayışının bu şahıstan itibaren yerleştiği sanılmaktadır. Üveysilik; bir şeyhin kendinden önce yaşamış ve ölmüş olan bir ruhaniden “feyiz alarak” yani metafizik bir ilişkiyle ondan bir takım bilgiler edinerek yetişmesi ve ermesidir.
Şahı Nakşibend ünvanıyla anılan Muhammed Buhari’den sonra tarikat bu kez “Nakşibendiye” adını aldı. Daha önce “Huvaceganiyye” olarak anılıyordu.

16-Alauddin-i Atar: O da Buhara’lı bir Türk’tür. Nakşibendinin öğrencisi ve damadıdır. Ölüm tarihi 1400’tür.
Dikkat edilecek olursa Şahı Nakşibendi’ye kadarki 15 kişi, birbirlerini hiç görmemişlerdir. Bu zamana kadar tarikatın belli bir kuralı yoktur. Hele hele rabıtadan söz eden dahi olmamıştır.

7-Yakub-i Çarkhi: Afganistan’ın Gozne civarında dünyaya geldi. Türk kökenlidir. İslam diyarlarını dolaştıktan sonra Buhara’ya dönerek Alauddin Attar’la haşır neşir oldu. Nakşi ruhanileri arasında rabıtadan ilk söz eden bu şahıstır. 1447 yılında ölmüştür.

18-Nasirüddin Ubeydullah Ahrar: 1403’de Taşkent’te doğdu. O da konuşma yazmada hocası gibi Fars dilini kullandı. Türk kökenli olma ihtimali yüksektir. 1490 yılında Semerkand’ta öldü. Siyasiler üzerinde çok büyük bir nüfuzu vardı. Onun öğrencilerden olan Haydar Baba, Kanuni döneminde Eyüp camiine adeta yerleşerek halkın vicdanını mistik doğrultuda yönlendirmeye çalışmış, Hint-İran kaynaklı Türkistan tasavvufun Osmanlı toplumuna yerleşmesinde büyük rol oynamıştır.

19-Kadı Muhammed Zahid Bedakhski: Semerkand’lıdır. Ve Türk asıllıdır. 1529 tarihinde Semerkand’ın Hisar yakınlarında 1529 tarihinde öldü.

20-Derviş Muhammed Semer-kand-i: Bu da Semerkand’lıdır. Rabıtaya ilişkin bir şey söylenmemiştir.

21-Muhammed Khuvajegiyi Ekmenegi: 1512 Buhara’nın İmkene kasabasında doğdu, 1599’da öldü. Nakşibendiliğin Hindistan’da yayılmasında büyük etkisi oldu.

22-Muhammed Bagıy Billah: 1563 tarihinde Kabil’de doğdu. Türk kökenli olma ihtimali büyüktür. Rabbani’yi yetiştirendir ve de 1603’de ölmüştür.

23-Ahmed Farugıy: Hint kökenlidir. 1563 yılında Serhend’te doğan bu zat, 1624 yılında yine serhend’te öldü.
Bütün Nakşibendiler tarafından “İmamı Rabbani” olarak anılır ve onun ikinci binin Müceddidi (yenileyicisi) olduğuna inanılır. Nakşilerin piri sayılan Muhammed Buhari’den onun zamanına kadar “Ahraniye” olarak isim alan nakşilik, Ahmed Farugıy’den sonra “Muceddidiye” adını aldı, ta ki, yaklaşık iki yüzyıl sonra Halid Bağdadi ile birlikte “Halidiyye” olarak yeni bir isim aldı. Rabbani 187 sayılı mektubunda rabıtaya çok kısa olarak şu sözlerle dokunmaktadır.Devam edecek İnşeALLAH..
 
inşirahİSLAM Çevrimdışı

inşirahİSLAM

Üye
İslam-TR Üyesi
Hace Eşrefi Kabiliye. Bu mektup, ulaştırıcı yolların en kısası olan rabıtanın açıklanmasına ve Müridi için rabıtanın zikirden daha üstün olduğuna ilişkindir.
Bu ifadeye göre:

a) ALLAH (cc)’a ulaşmak için izlenecek yolların en kısa olanı rabıtadır.

b) Rabıta yapmak (yani şeyhin şeklini zihninde canlandırmak) ALLAH (cc)’ı anmaktan daha üstündür.

Mektubun devamında Rabbani rabıta ile ilgili olarak üç şey daha söylemektedir.
Şeyh ile Mürid arasında fayda vermek ve faydalanmak için rabıta bir araçtır.

Mürid bir öncü tarafından en büyük mutluluğa eriştirilinceye kadar, rabıtadan başka onun izleyebileceği daha kısa bir yolu yoktur.

“Pirin gölgesinin bile ALLAH (cc)’ı zikretmekten daha üstün olduğu” ifade edilmektedir.

24-Muhammed Ma’sum Farugıly: Rabbani’nin oğludur. 1599-1688 tarihleri arasında yaşamıştır.

25-Seyfuddin Farugiy: 1630-1696 İmam Rabbani’nin torunudur. O da babası gibi rabıta üzerinde durmadı.

26-Nur Muhammed Bedevani: Hintlidir. 1722 yılında öldü. Rabıtaya önem verdiğine dair bir kanıt yoktur.

27-Şesuddin Habidullah Mirza Mahzar Coni-Conan: 1699-1781 yıllarında yaşadı. Hint kökenlidir. Et yemeği ve bitkilerle yaşadığı söylenir. Yaşantısı Hz. Peygamberden çok Buda’nınkine benzerdi. Buna rağmen o da rabıtaya önem vermedi.

28-Gullam Ali Abdullah-ı Dehlevi: 1745-1824 yıllarında Hindistan’ın Pencap kentinde doğdu. Cihanabad (Yeni Delhi)’de öldü.

29-Halid Bağdadi: 1778-1826 yıllarında Bağdat ve civarında yaşadı. Bütün medrese ilimlerini öğrendi bir ara Bağdat ve Süleymaniye’de ders verdi ise de Osmanlı İslam Devletinin en buhranlı olduğu dönemde 1810 yılında Yeni Delhiy’e gitti. Abdullah-ı Dehlevi’den ders aldı. Daha sonra Bağdat’ta ünlü divanını bu seyahatten sonra yazmıştır. Rabıta ve yapılışı bu ruhani ile Müslümanların gündemine girdiği kanaati kesindir. Osmanlı İslam devletinin o gün içinde bulunduğu buhranlı durumdan kurtarmak için çalışacağına o kötü durumdan istifade ederek nüfusunu ve yeni getirdiği mistik ruhani din anlayışını yaymaya çalıştı. Çünkü Osmanlı İslam devleti hem içerde hem dışarıda düşmanlarla ve isyancılarla boğuşuyordu.Devam edecek İnşeALLAH..
 
inşirahİSLAM Çevrimdışı

inşirahİSLAM

Üye
İslam-TR Üyesi
1812 Mehmet Ali Paşa Vahhabilerle, 1813’de Hurşit Paşa Korayorgi’ye karşı Belgrad üzerine gönderilmişti. Mora isyanının ardından Fener patriğinin idam edilmesi, 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılması, Nevarin’de Osmanlı ve Mısır donanmalarının 1827’de yakılışı, Osmanlı Rus savaşı ve Edirne’nin 1829’da Ruslar tarafından işgali, Fransızların 1830’da Cezayir’e girmesi ve Mısır valisi Mehmed Ali Paşa ordularının 1832 de Kütahya’ya kadar ilerlemesi ile devletin temelleri adeta çatırdıyordu. İşte tam bu sırada siyasi hiçbir amacı olmayan Halidi Bağdadi’nin Hindistan’dan getirdiği patonjolist fantezileri vahhabiliğin yayılmaması ve halka bir nevi huzur vermesi için yönetim tarafından desteklendi ve 10 yıl gibi kısa bir zamanda ülkenin her tarafına yayıldı.

30-Taha-i Hakkâri (Nehrili Seyyid Taha): Ölümü 1853 Şemdinli kasabasındandır. 11. Abdülhamit zamanında Mebusun Meclisinde bulundu. Oğlu Ubeydullah da önemli mevkilere geldi.

31-Sıbğatullah Arvasi: 1870 yılında öldü. Bitlis millet vekili Kamnon İnan’ın dedesidir.

32-Abdülhakim Arvasi: Taha’nın halifelerinden olan büyük babası Fehim’den el alarak şeyhlik postuna oturmuştur. Soyadı kanunu çıkınca Uçışık soyadını aldı.
 
inşirahİSLAM Çevrimdışı

inşirahİSLAM

Üye
İslam-TR Üyesi
Ayrıca aynı dönemde Ahmed Ziyauddin Gümüşhane’yi ve onun müridi Mehmed Zahid Kokt’u, Süleymancılar, Oflular, Menzilciler, Holdingci Modernistler ayrıca Mahmud Sami Ramazanoğlu gibi nakşi gruplar mevcuttur.
Nakşiliğin gerek doktrini ve kurallarıyla gerek ruhanilerin yaşam tarzıyla İslam’dan çok farklı bir çizgide olduğunu anlamak hiç de zor değildir. Bunun için tarikatın temel dinamiklerini kısaca incelemek yeterlidir.
Bunlar başlıca üçtür: “Biat”, “Kelimat-ı Semaniye” ve “zikir”. Bu dinamikler “Seyr-u Sülüh” adı altında sistematize edilmiştir.

I-BİATŞeyhin verdiği mistik eğitime emir ve talimatlara müridin kesin şekilde boyun eğmesini amaçlayan tarikattaki bu biat her bakımdan İslam’daki biattan farklıdır. Oysa İslam’daki biat Müslüman kişinin Şer-î yeterliliğine sahip adaylar arasından birisine biat edip Halifeyi seçmiştir. Bundan amaç İslam kardeşliği, birliği ve İslam ahkamının uygulanmasıdır. Biat bu anlamda tarikatçının tam tersine evrensel bir din taşımaktadır.

II- KELİMAT_I SEMANİYE
Sekiz kelime diye adlandırılan bu kelimelerin hepside Farsça bileşik kelimedir. Çünkü Nakşibendi tarikatının dili Fars’çadır. Şahı Nakşibendi’nin de bunlara eklediği 3 kavramla toplam 11 ilkeden oluşur.

1- Hûş Der Dem: Solunumu kontrol etmek, gafletle solumamak, her saniye ALLAH’ın zatı üzerinde düşünmeyi yoğunlaştırmak ve bu suretle bir konsantrasyon sağlamaktır.

2- Nazar Ber Kadem: Hiçbir yöne yüz çevirmemek gözleri yalnızca öne dikmektir. Amaç yine dikkatin dağılmasını önlemektir. Ayrıca belirtmek gerekir ki tıpkı rabıta gibi İslam’a mal edinmek istenen bu yabancı kavramın esasen amaçladığı şey düşünmeyi kısıtlamak ve bilinci dondurmaktır.

3- Sefer Der Vatan : Sözlük olarak vatandan ayrılmak demektir. Bununla sözde melek düzeyine ulaşabilmek için insanın eksik yalanlarını gidermesi amaçlanmaktadır. Çünkü bu ilkenin kaynağını aldığını Budizm de iç temizliğe ulaşmak için çile yöntemini öngörmektedir. Müslüman emir ve yasaklara titizlikle uyarak ALLAH katında en yüksek mertebeye ulaşır ama insan olarak.

4- Halvet Der Encümen: İnsanlar arasında iken dikkati onların üzerinden yoğunlaştırmamak.

Tarikattaki Halvet Der Encümen ilkesinden asıl amaç ise kişinin kendini zihinsel açıdan otomatik olarak denetlemesidir. Bu eğer başarılırsa insan kendini fizyolojik olarak da düzenleme olanağını elde edebilir. Bu esasen yoga mesleğinin temel amaçlarından biridir. Nitekim bazı kimselerin yoğun telkinde bünyelerini denetim altına alabildikleri hatta bu yöntemle kalp atışlarını dakikada 300 defa vuruş yaptırabildiği saptanmış bir gerçektir. Keza Hint fakirlerin vücutlarına şiş saplamaları ateş üzerinde gezmeleri cam para ve anahtar gibi sert ve kesici cisimler yutmaları gibi olağanüstü sandığımız bütün eylemler yine Fizyolojik konsantrasyonla yapılmaktadır. İtiraf etmek gerekir ki, Nakşiliğin ta yüzyıllar önce Hint kaynaklı din ve felsefelerden elde ettiği transandantal, mistik, ve hipnotik yönlendirme usulleri bugün birkaç Nakşi şeyhinin elinde sihirli değnek gibi kullanılmaktadır. Esasen bu usullerin gerek psikosomatik tıp, gerek psikanaliz, gerekse fakirizm açısından çağımızda hiçbir yanı kalmamıştır. Hatta dünyanın bir çok ülkelerinde adeta evliyacılık oynar gibi bu yöntemler sıradan insanlar tarafından ya bir şov yapmak için ya bir hobi olarak yada nadiren bir alternatif tıp yöntemi olarak terapi amacıyla uygulanmaktadır. Aslında bu konudaki uygulamaların temeli insan bilincinin çeşitli yollarla şartlandırılmasına dayanmaktadır. Bu ise belli bir kelimenin binlerce kez tekrara ettirilmesiyle olur. Buna yoga dilinde “MANTRA” denir. Şartlandırma ayrıca belli bir cismin yada hafızada canlandırılacak herhangi bir şeklin sürekli olarak zihinde tutulmasıyla da olur ki, buna da yine yoga dilinde “YONTRA” denir. Bütün bunlardan kademeli olarak iki amaç güdülür.

a) Dıştan gelen her türlü uyarımları engelleyerek yada onları en aza indirerek insanın bilincini belli bir noktada yoğunlaştırmasıdır.

b) Merkezi sinir sisteminin etkinliğini mümkün olduğunca etkileyecek şartlı refleksi gerçekleştirmektedir. Mürid bu durum da artık bir robottan farksızdır. Bütün varlığıyla şeyhin emrine amadedir.

5- Yâd Gerd: ALLAH’ı anmaya aralıksız devam etmek. İlk bakışta masumane görünüyor ama derinlemesine incelendiğinde hiç de İslam’ın özüne uymadığı anlaşılıyor.
“Yâd Gerd” kapsamında yapılan zikrin üç önemli özelliği vardır.

a- Zikir sırasında gözler ve ağız kapalı dil damağa yapışıktır.

b- Burundan nefes alınarak ciğerler iyice hava doldurulduktan sonra Kelime-i Tevhid ya da Lafza-i Celal sadece zihinden tekrarlanır. Üç, beş, yedi, dokuz, on bir, on üç, on beş, en çok yirmi bir kez bu şekilde yapılacak tekrardan sonra nefes salıverilir ve yeniden nefes alınarak bu şekilde zikre devam edilir.

c- Tarikat teorisyenleri tarafından “leteif” diye adlandırılan ve vücudun belirli noktalarında bulunduğu ileri sürülen spitüel merkezlere iletimde bulunur. Bunların hepsinden amaç yine konsantrasyonu sağlamaktır. Bazen bu nefes alma durumlarında kana fazla oksijen gittiğinden bir çeşit uyuşma olarak kendini gösteren durumlar meydana gelir. Buna hemen bir isim bulmuşlardır. SEKR: “Sarhoşluk” veya “Gaybet kendinden geçme”.

6- Baz Geşt: Dönüş demektir. Yogada “doğrusal zaman” kavramının aşamalara bölünerek koordine edilmesi kuralı vardır. Bu kural Nakşiliğe “Baz Geşt” olarak yansımıştır. Mürit zikrini tamamladıktan sonra normal solunuma geçer bu sırada şu tekmili verir: “ALLAH’ım amacım sensin ve istediğim senin hoşnutluğundur.”

7- Nigâh Daşt: Müridin kalbini vesveselerden koruması demektir. Aslında burada müridin “Masiva” diye hiçbir şey görmediğine ve bu arada kendisinde “Masivadan” olmadığına inanması ve bu inancı zedeleyecek herhangi bir vesveseye gönül kapısını açmamasıdır.

8- Yâd Daşt: Yani hatırlamak. Sözlerin soyut anlamlarından vaz geçip ALLAH’ın bizzat kendisine yönelmek. Bu halin ise ancak “Fena” ve “Beka” mertebelerine eriştikten sonra mürid için söz konusu olabileceğini açıklamaktadır. bu ilkeye ulaşan mürid Nakşiliğe göre artık kendisinin “masiva” dan sayılmadığına kesinlikle inanan kimsedir.
“Masiva” ALLAH’tan başka her şey demek olan bir terimdir.
Şahı Nakşibendi tarafından 3 ilke daha eklemiştir ki bunlar (9, 10, 11):

9- Vukùf-u Zamânî: İki ya da üç saatte bir nefis ve vicdan muhasebesi yapmak yine konsantrasyon için.

10-Vukùf-u Adedi: Zikirde belli sayısal limitler üzerinde duraksamasıdır. Örneğin Kelime-i Tevhid’i zikrederken her dokuz tekrardan sonra küçük bir mola vermek gibi. İlginçtir ki, yoga türlerinde birinde aynen böyle bir uygulama vardır. “montra” diye adlandırılan özel ve daha çok kutsal sözcükler belli sayıda tekrarlanarak ona da kısa molacıklar verilir. Dolayısıyla Vukùf-u Adedi kavramının da tarikata yine yoga da alındığı ihtimali güçlenmektedir. Çünkü İslam’da ne böyle limitle sınırlı bir zikir şekli vardır ne böyle bir kavram ne de Kuran ve Sünnet’le belirlenmiş olan ibadetlerden başka bu kadar basamaklı bir “Seyr-u Sülüh” vardır.

11- Vukùf-u Kalbî: Kalbi hem söz hem de anlamıyla meşgul bulundurmak. Aslında bu yoga dilinde konsantrasyondur. Hipnotik Trans’a hazırlayıcı aşamaların sonucudur. Tarikatta da en son aşama olan “vecd” haline müridin ulaşabilmesi için geçtiği mistik uygulamaların en ileri basamağıdır. Fiziksel tüm iz ve izlenimlerin zihinden silindiği bir nokta olan “vecd” haline işte bu “Vukùf-u Kalbî” ile ancak ulaşılabilir.
Sonuç olarak bunun da İslam’ın öğretileriyle bir bağlantısı yoktur
 
inşirahİSLAM Çevrimdışı

inşirahİSLAM

Üye
İslam-TR Üyesi
RABITA
Arapça “rabt” kökünde türetilmiş bir kelimedir. Sözlükte birleştirmek, iliştirmek, ve bağlamak anlamına gelir. Bir tasavvuf terimi olarak (daha doğrusu) Nakşibendi tarikatının kurallarından biri olarak Rabıta: Müridin kendini mürşidi ile yüz yüze gelmiş varsayarak ondan feyiz aldığını (ondan metafizik olarak güç aldığını) ya da nurlandığını zihninde canlandırmasıdır. Nakşibendi tarikatının öncüleri tarafından rabıtanın ayrıntılı olarak değişik açıklamaları vardır. Ama özellikle daha güncel olması bakımından Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirmiş ve Abdülhakim Arussiye ait olan tanım çok ilginçtir:

“Rabıta ilahi - zati sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahedede makamına varmış bir kamil ve mükemmele kalp bağlayıp huzur ve gıyabında o zatın suretini hayal hazinesinde muhafaza etmekten ibarettir”.

“Pirin kıyafet ve heyetine aynen bürünmek, kendini mürşid şekline görmek ve hayal etmek. Bu vaziyette meydanda olan sanki pirdir, kendisi değil. Bu kısım rabıta ibadetlere mahsustur. Mesela, Kuran dinlerken gözlerini yumar ve kendini pirin vücut ve kıyafetinde görür. O an sanki pirdir, kendisi değil. Keza Kuran okurken, vaaz ve ders dinlerken, namaz kılarken, kendisini mürşidin kıyafet ve heyetinde hayal eder. Namazda kıyam ve kıraat fiillerini yerine getiren sanki pirdir, kendisi değil.

Genelde “Hatm-i huveceğan” adı altında uygulanan zikir merasimi sırasında halka şeklinde oturan mürideler şeyhin “veta vekilmin” komutu ile rabıtaya başlarlar. Toplu yapıldığı gibi tek başına yapılabiliyor. Genelde aşağıdaki gibi uygulanır:

a- Abdestli olmak: Genelde sabah, ikindi ve yatsı sonra düzenlendiği için halakaya katılan müridlerin hepsi zaten abdestlidir.

b- İnabeli olmak: Yani müridin mürşit olarak kabul ettiği şeyhe el vermesidir. El verme olayı gerçekleşmemişse Hatm-i Huvaceğan halkasına kabul edilmezler. Hatta şeyhi olmayanın şeyhi şeytanlarda denir.

c- Kapıyı kilitlemek : Aslında kapının içerden kilitlenmesi sırf rabıtaya bağlı bir kural değildir. Nakşibendilere göre Hatm-i Huvaceğanayının bir ayrıntısıdır.

d- Ortamı karartmak: Vakit gece ise ışıkları söndürmek gündüz ise pencerelere perde germek suretiyle ortam karartmak.

e- “Ters Teverruk” Oturuşu ile oturmak: Sol ayak dik tutulur, sağ ayağın parmak uçları da köprü gibi duran sol bacağın altından biraz dışarı çıkartılır.

f- Gözleri yummak: Gerek toplu olarak gerek yalnız yapılan zikir sırasında muhakkak gözler kapalı olmak durumundadır.

g- Nefesi kontrol altına almak: Rabıta yaparken ağız kapalıdır. Soluk burundan alınır. Nakşibendi tarikatında başlıca iki çeşit zikir vardır. Bunlardan biri sözlü zikir olan “ vird” dir, diğeri ise zihinsel zikir olan “rabıta” dır ki, her ikisinde nefes kontrol altındadır.

h- Sabit ve hareketsiz durmak: Tamamen sabit durmak ve en ufak bir ilinti dahi mırıldanmamak.

i- Mürşidin şeklini zihinde canlandırmak: Bu kural rabıtanın özünü oluşturur. Süleymancılar ve Menzilciler gibi bazı kollarında şeyhin fotoğrafına bakmak suretiyle de rabıta yapılır
 
inşirahİSLAM Çevrimdışı

inşirahİSLAM

Üye
İslam-TR Üyesi
Abdulhakim Arvasi n. Fazıl Kısaküreğin tercümesiyle aynen şöyle der: “Kendinizi vakıa halinde ölü ve teneşir tahtası üzerinde kefene sarılmış tasavvur edeceksin”.

Mezarda olduğunuz halde, Mürşidi, Piri ALLAH ile aranızda vesile ve vasıta mevkiinde zatı düşünerek, onu yanınızda ve karşınızda farz ederek ve onun yüce alnına, yani iki kaşı arasına gözlerinizi dikeceksiniz, o zatın simasına hayal hazinesinde yer verecek onu kalbinizde hayal yoluyla durduracaksınız.

j- Mürşidin Ruhaniyetten yardım dilemek: (ruhaniyetten istimdat) Müridin şeyhinden himmet, bereket, ve yardım dilemesidir. Bunun için şeyhin genç, yaşlı, sağ ve ölmüş olması arasında hiçbir fark yoktur.

Ne gariptir ki, Rabıta yapmak bir ibadet midir sorusuna hiçbir Nakşibendi doğru dürüst cevap verememiştir. Özellikle iki ayeti kerimeyi delil olarak getirirler.
“Ey iman edenler Allaha (itaatsizlikten) sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe 119)
“Ey iman edenler Allaha (itaatsizlik) den sakının ve ona (sizden hoşnut olacak) vesileler arayınız.” (Maide 35)

Bu iki ayeti kerimenin rabıtaya delil olduğunu ileri sürmekte kendilerini ne kadarda küçük düşüyorlar.
Aslında olayı derinlemesine incelediğimizde Budizimden etkilenmiş olan Nakşibendi tarikatının konusu toplum ve hayat değil, kişinin iç dünyasıdır. Budistler bunu uzun uzun düşünmek ve çile çekmekle bu işi yaparlar. Nakşiler ise rabıtayla. Budizmin temelini meditasyon oluşturmaktadır. Meditasyon ise belli kurallara bağlı ve bilinçli bir düşünme ve davranma biçimleridir. Budistler maditasyonu orijinal adı “yoga” terimi olan ve özel bazı kurallar neticesinde yapılabilen psikolojik bir ayindir. Tıpkı rabıta gibi.
YOGA
Ruhu zat-ı ilahiye ile birleştirme amacına yönelik bir nefis terbiyesi ve tefekkürden ibaret bir dinsel Hint felsefesidir. Tanımlama aynen böyle tarikatçıların Rabıta tarifine ne kadarda uyuyor.

SONUÇ: Yaklaşık bin yıldır bir nevi evrim sürecinden geçerek, zaman dilimleri içinde bazen de siyasi otorite tarafından beslenerek şimdiki hale gelen ve ümmetin içinde bir hastalık olarak yerini alan Tarikatçılığı bir kalemde düzeltmemiz mümkün değildir. Düşünen insanları etkilemek kolaydır. Ne yazık ki bu insanlar düşünme melekesini kaybetmiş tabiri caiz ise bir nevi uyur gezer insanlardır. Sonuç ne olursa olsun onlarda var olan bu hastalığı tedavi etmek için çalışmalı gayret sarf etmeliyiz. Bunu yaparken de üslup ve konuşma şeklimize yeterince önem vermeli, bu Müslümanlara gerçeği anlatmak için mücadele etmeliyiz. En azından daha tam anlamıyla entegre olmamış Müslümanlar olabilir düşüncesindeyiz.
Ümmetin içindeki bu durumdan yalnız ve yalnız islam ümmetinin birleşerek İslam Devleti’nin kurulmasıyla gerçek kalkınmanın sağlanacağını hepimiz biliyoruz. Bu birliğin ve devletin bir an önce kurulması için bize yardım et Ya Rabbi.

“Ey Rabbimiz; Bizi doğru yola erdirmişken gönüllerimizi artık saptırma ve kendi tarafından bize bir rahmet bağışla gerçek şu ki sen sınırsız bağışlayansın.” (Ali İmran 8
Ya Rabbi duamızı kabul et.
AMİN.
 
Üst Ana Sayfa Alt