Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Müslüman Kimliğini Ibrâz Etmenin Bedeli

-T4LH4- Çevrimdışı

-T4LH4-

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
İSLÂM’IN temel hedefi; insanların can, din, mal, nesil ve akıl emniyetlerini sağlamak, dünyevi ve uhrevi saadetlerine vesile olmaktır. Müslüman olmak; hem Allah’ın (cc) hukukunu, hem insanların haklarını muhafaza etmeyi beraberinde getirir. İman edenler bu yolun güzelliklerini hayatlarının bütün kademe ve karelerinde hisseder, dolu dolu yaşarlar. Müslümanların dünyası, iyilikler ve güzellikler dünyasıdır. Çünkü Müslümanların teslim oldukları İslâm, her yerde ve her zaman iyiliği/güzelliği emreden bir dindir.
Müslüman kimliğini ibraz eden kimselerin bariz vasıfları, muhkem nassla haber verilmiştir.: “Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve: ‘Şüphesiz ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (1) Bu âyet-i Kerime’de Müslüman’ın kimlik ibrazı gündeme gelmiştir. Aynı zamanda Müslüman için Müslüman kimliğini ibraz etmenin bir gereklilik olduğunu da ifade etmektedir. Müslüman’ın kim olduğunu, neye davet ettiğini, davetinin şahidinin kim ve ne olduğunu, Müslüman’ın kimlerden olduğunu açık ve ne bir şekilde öğrenmiş bulunuyoruz. İşte bu Müslüman kimliği ibraz etmenin bir bedeli vardır.
Müslüman olarak siz Müslümanlığınızı izhar etmekle olumlu anlamda hangi vasıfları benimsediğinizi ifade etmiş olursunuz. Akide olarak bağlandığınız ilkeleri ve hayat pratiği için kabul ettiğiniz değer ve müesseseleri; ahlâki ve fıkhî sahada takibini yüklendiğiniz anlayış ve kuralları dile getirmiş bulunursunuz. İslâm’ın çağrıştırdığı her şeyi ve din olarak neleri gerektiriyorsa onların bütününü, “olması gereken”leri göstermek üzere öne sürmüş olursunuz. Bu, sizin davanızın (iddia ve önerinizin) icabî yönüdür. Bir de aynı şeyin selbî yönden ifadesi veya negatif veçhesi vardır. Siz dininizi izhar etmekle aynı zamanda ne olmadığınızı ve olamayacağınızı da belirtmiş olursunuz. Bu belki örtülü bir mesajdır. Fakat sizin davanızda zımnen işaret edilmiştir ve hayatın içinde de filhâl var olan bir vakıadır.
Müslümanlığımız “Lâ ilahe İlâllah Muhammedu’r Rasûlüllah” ile başlar. Firavunlaşmaya, Nemrudlaşmaya, Tağutlaşmaya, Sahte ilahlara, Allah’tan gelmeyen ve Allah’ın dinine dayanmayan her şeye “Lâ” diyerek Müslümanlığımızı ibraz ediyoruz. Bu anlamda Müslüman olmak, evvela küfür ve nifaka karşı olmak demektir. Bozgunculuğa (fesada) ve isyana cephe almak; fısk ve fücurun her çeşidine set çekme azmi içine girmek demektir. Yani siz Müslüman olmakla aynı zamanda küfrü (inkârcılık ve nankörlüğün her türünü) nifak ve fesadı (münafıklık ve bozgunculuk hallerini) ve insanın selameti ve kurtuluşuna engel oluşturan her tür kötülüğü de belirlemiş ve tarif etmiş olursunuz. Sonra da bunlara ve bunların sosyal planda taşıyıcısı olan unsurlara karşı; onları uygun yöntemlerle ıslaha, kabil olamıyorsa da tesirsiz hale getirmeye yönelik bir tavır geliştirirsiniz. Kuran-ı Kerim bu vurguyu ortaya koyan örneklerle doludur ve onda baştan sona küfür ve kâfirden teberriyi terennüm eden müstakil bir sûre; Kâfirûn sûresi vardır. Kâfirun Sûresi, Müslümanlara Müslüman kimliğini ibraz etmeyi öğreten bir sûredir. Rabbimiz buyuruyor:
“De ki: Kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmıyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”(2)
Kur’ân-ı Kerim’in bu sûresinin tefsirinde Şehid Seyyid (Rh.a.) şunları söylüyor: “Bu reddetmenin üzerine red etme kesinlik üzerine kesinlik, pekiştirme üzerine pekiştirmedir. Reddetmenin, kesinliğin ve pekiştirmenin tüm üslupları burada kullanılmıştır.
“De ki: ‘Bu yüce Allah’ın kesin emridir.” Bu inanç sisteminin dizgininin yalnız Allah’ın elinde olduğunu ortaya koymaktadır. Hz. Muhammed’in bu İşte bir fonksiyonu yoktur. İşi doğrudan yönlendiren Allah’tır. Ki O, emir verdiğinde asla reddedilmeyecek, hükmüne karşı çıkılmayacak, tek Allah’tır.
“De ki: Ey kafirler!” Onlara gerçek kimlikleri ile seslenmekte ve onları kendi sıfatları ile nitelendirmektedir. Onların hiçbir dini yoktur. Hiçbir dine bağlı değillerdir. Onlar inanmış da değiller. Sadece kafirdir onlar. Dolayısıyla herhangi bir yolda senin ve onların buluşması mümkün değildir.
Böylece sûrenin girişi ve sözün açılış bölümü, hiçbir şekilde birlik umudu olmayan, ayrılık gerçeğini ortaya koymaktadır!
“Ben sizin taptıklarınıza tapmam.” Benim ibadetim sizin ibadetinizden farklıdır. Benim ilahım sizin ilahınızdan başkadır.
“Sizde benim taptığıma tapmazsınız.” Sizin ibadetiniz başka, benim ibadetim başkadır. Sizin ilahınız başka benim ilahım başkadır.
“Ben sizin taptıklarınıza tapacak değilim.” Bu, birinci maddenin isim cümlesi kalıbı içinde pekiştirilmesidir. Bu ifade sözkonusu sıfatın sürekliliğini ve değişmezliğini daha anlamlı bir biçimde dile getirmektedir.
“Benim taptığıma da sizler tapacak değilsiniz.” Bu da ikinci maddenin pekiştirilmesi için gelen bir tekrardır. Zanna ve şüpheye yer kalmasın diye. Tekrarın ve pekiştirmenin tüm vasıtalarının kullanıldığı bu pekiştirme ve tekrardan sonra zanna ve şüpheye yer kalmaz.
Burada buluşma imkanı bulunmayan ayrılık, benzerlik tarafı bulunmayan çelişki, beraberlik imkanı bulunmayan ayrılık, karışma imkanı bulunmayan farklılık gerçeği özet biçimde veriliyor.
“Sizin dininiz size, benim dinim bana.” Ben buradayım siz ise oradasınız. Aramızda ne geçit ne köprü, ne de yol var!! Bu tam ve kapsamlı bir ayrılıktır. En ince noktalarına varılıncaya kadar bir farklılıktır.
Özdeki bütün farklılığın boyutlarını açıklamak için böyle bir ayrılık zorunlu idi. Çünkü bu, yolun ortasında herhangi bir şekilde buluşmayı imkansız kılan bir ayrılıktı. İnanç sisteminin özünde, düşüncenin temelinde metodun gerçeğinde ve yolun yapısında meydana gelen bir farklılıktır.
Hiç şüphesiz tevhid bir sistem, şirk ayrı bir sistemdir. Bunlar asla buluşup birleşemez. Tevhid insanı bütün bir varlıkla birlikte ortağı olmayan tek Allah’a yöneltir. İnsanların inanç sistemlerini ve hukuklarını, değerlerini ve ölçülerini, eğitim ve ahlâkını, hayat ve varlıkla ilgili tüm düşüncelerini kendisinden alacağı kaynağı belirler. Mü’minin kendisinden alacağı bu kaynak Allah’tır, sadece Allah, ortaksız olarak Allah. Bu nedenle müminin hayatı bütünüyle bu ilke üzerinde kuruludur. Gizli ve açık hiçbir şekilde şirkle karışamaz. Yolunun tüm aşamalarında böyledir. Böyle net bir ayrılık hem davet edenler için bir zorunluluk, hem de davet edilenler için bir zorunluluktur.
Hiç şüphesiz insanlar cahiliye düşünceleri ile iman kaynaklı düşünceleri birbirine karıştırabilirler. Özellikle daha önce doğru inanç sistemine tabi olan ve ondan sonra sapan topluluklarda bu tür karıştırmalar sözkonusu olduğu gibi İşte bu topluluklar, sapmak, döneklik ve karışıklıktan uzak yalın bir iman gerçeği karşısında en fazla direnen topluluklardır. Bunlar gerçek inanç sistemini hiç tanımamış olan topluluklardan daha da katıdırlar. Çünkü bunlar sapıklıklarının ve dönekliklerinin kördüğüm haline geldiği durumlarda bile kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler. İnançlarında, uygulamalarında görülen doğru yanlış karışımı, iyi ile kötünün karışıklığı davetçiyi dahi aldatabilir. Bu durumlarda davetçiler onların iyi taraflarını kabul etme, kötü taraflarını da düzeltmeye çalışma cazibesine kendisini kaptırdığında büyük bir yanılgıya düşerler. Bu yanılgı son derece tehlikelidir.
Hiç şüphesiz cahiliyye cahiliyyedir, İslam da İslâm. Aralarında derin farklar vardır. Tek çare bütünüyle cahiliyeden sıyrılmak ve yine bütünüyle İslâm’a girmektir. Tek yol, içindeki bütün özellikleri ile cahiliyyeden ayrılmak ve bütün özellikleri ile İslâm’a göç etmektir.
Bu konuda atılacak ilk adım davetçinin cahiliyye sisteminden farklı olduğunu ortaya koyması ve ondan tamamen ayrı olduğunun bilincinde olmasıdır. Düşüncede, sistemde ve uygulamada tamamen ayrı. Bu ortak noktalarda buluşmaya asla müsaade etmeyen bir ayrılıktır. Yardımlaşmayı imkansız kılan bir farklılıktır. Ne zaman cahiliyye taraftarları bütünü ile cahiliyyeden İslâm’a geçerlerse o zaman sona erer.
Yama yapmak yok. Orta yolda çözüm arama yok. Yolun ortasında buluşma yok. Cahiliyye istediği kadar İslâm kılığına bürünsün. İstediği kadar İslâmın adını kullansın.
Bu düşüncenin davètçinin bilincinde netlik kazanması, davanın temel taşıdır. İlk adım davetçinin kendisini cahiliye mensuplarından farklı bir insan olduğunun bilincine varması, onların kendilerine göre dinleri, kendisinde kendine göre dini, onların kendilerine göre yolları, kendisinin ise kendisine has yolu olduğunun bilincine varması. Onların yollarında onlarla birlikte tek adım dahi atamayacağını kavraması, görevinin kendi yolunda yürümesi olduğunu anlamasıdır. Hiç barışmadan ve dininden az veya çok taviz vermeden.
Öyle ise bu tam bir uzaklaşma, kesin bir ayrılık ve apaçık bir karşı tavırdır. “Sizin dininiz size benim dinim bana.”
Bugün İslâm’a davet eden insanlar böyle bir uzaklaşmaya, ayrılığa ve böyle bir kesinliğe o kadar muhtaçtırlar ki. İslâm’a çağıranlar, keşke sapık bir cahiliye ortamında ve yine İslâm inancını daha önce tanımış, sonra üzerinden uzun zaman geçmesi ile “kalpleri katılaşan ve çoklarının dinden saptığı”(3) insanların yaşadığı bir ortamda İslâmı yeniden kurmaya çalıştıklarının bilincinde olsalardı! Ortak bir çözümün bulunmadığını, ortak noktalarda buluşulmayacağını, yanlışları düzeltmenin ve sistemleri birbirine yamamanın mümkün olmadığını bilselerdi. Bunun yerine asrı saadet döneminde olduğu gibi İslâm’a yeniden davet etmenin gerektiğini cahili bir ortamda davet yaptıklarını ve kendilerinin bu cahili ortamdan tamamen farklı olması gerektiğini keşke anlasalardı. “Sizin dininiz size benim dinim bana.” İşte benim dinim budur: Düşüncelerini, değerlerini, inancını ve hukukunu bütünü ile Allah’tan alan, O’na ortak koşmayan yalın tevhid dini.“(4)
İman eden insan, küfre karşı tavır alan ve bu vadide asla kayıtsız olamayan insandır. Onun kendini Müslüman olarak isimlendirmeye nasıl hakkı varsa; küfrü teşhis etmeye, onu tesirsiz hale getirmek için izlemeye ve özellikle elebaşları başta olmak üzere küfr içinde olanları bu vasıflarıyla isimlendirmeye de hakkı vardır. Fakat bu, ağır sorumluluk gerektiren çok hassas bir konudur. Herhalde uluorta başvurulan bir yol olmamalıdır. Çünkü insanların hidayete kavuşma ve salâh bulma ihtimalini sonuna kadar mahfuz tutan bir anlayışla hareket edilmesi asıldır. Bu yolda muhatabın psikolojisi titizlikle gözetilmeli; insanların tenkit edilmekten, suçlanmaktan ve dışlanmaktan hoşlanmadıkları dikkate alınmalı ve zaruret noktasına gelmedikçe, en ağır isnad telaffuz edilmekten sakınılmalıdır. Hidayet yollarını sonuna kadar açık tutmak üzere incitici bir üslûba girmekten kesinlikle sakınılmalı; kişileri tezyife ve tahkire varan kışkırtıcı tonda cidale ve saldırgan bir tavra asla fırsat tanınmamalıdır. İnanan insan için din en yüksek ilkedir; onun önem ve önceliğini gölgeleyecek hiçbir şey olamaz ve bu yüzden de insanlar arasında -eşyanın tabiatine uygun olarak- bir fark gözetilecekse, bunun herhalde dini meşruiyete dayandırılması asıldır.
Müslümanlık ve küfür açık ve net bilgi ile ortaya konulmuştur. Vahiy bu konuyu tam olarak aydınlatmış; tereddütlü bir husus bırakmamıştır. Böylece, iman sahibi insanlar Müslüman sıfatıyla kimlik izhar ederken aynı zamanda küfrün tarifini de ortaya koymuş ve o yolda bulunanı da isimlendirmiş olurlar. Burada hiç de muğlak olmayan kaçınılmaz bir ayırım söz konusudur. Prensip olarak Müslüman kimliğinin izharı ayırımın da ortaya konulması demektir. Kelime-i tevhidi ve şehâdet sözünü kalpten inanarak ikrar ve telaffuz eden, amentüyü kabul ile İslâmı bütünüyle, ilke ve şiarlarını sahiplenerek benimseyen herkes Müslümandır; İslâm ümmetine (toplumuna) katılır. Bu net çizginin haricinde kalanlar ayrılmayı ve dışlanmayı bizzat istemiştir. Bu konuma bilerek kendileri girmiştir. Oysa Müslümanlar elbette onların da hidayetini arzu ederdi. Yoksa inananların, dinlerini; şahsi, zümrevi veya toplumlara has bir imtiyaz haline getirip, tekelci ve infiratçı (içe dönük, dışa kapalı) bir eğilimle başkalarından kıskandığı mı sanılıyor? Ne böyle bir yaklaşımın, ne de böyle bir zihniyetle yapılan bir ayırımcılığın İslâm’la uzaktan yakından alakası olamayacağı bellidir.
İslâm, insanın kimlik ve aidiyetinde kavminin ve ailesinin yerini inkâr etmiyor, bu unsurları silmek, ortadan kaldırmaya çalışmak gibi fıtrat ve tabiata aykırı bir yol da tutmuyor, ancak unsurlar arasında denge kuruyor ve bu dengede ağırlığı, belirleyiciliği dine, dinî mensubiyete veriyor. Kur’an-ı Kerim, Hz. Nuh’un, dininden ve yolundan ayrılan ailesini onun ailesi saymıyor, “O senin ailen değil” diyor,(5) buna karşı aynı imanı paylaşan akrabaya, etnik ilişki içinde bulunan kişilere yardım ve alâkada öncelik veriyor. Sıra insanın kendini tanıtmasına ve kimliğini ortaya koymasına gelince kavim ve aile bağlarını, din ve ahlak bağlarının hakimiyeti altına sokuyor, gölgeliyor ve şöyle diyor: “Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve: ‘Şüphesiz ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” Şu halde müslüman kimliğini ortaya koymada, onu tanımlamada en güzel, en mükemmel formül onun dinini ve ahlakını temel unsur olarak ihtiva eden formüldür.
Aidiyet konusunda İslâm, din unsurunun belirleyici olmasında ısrar ediyor. Bütün insanları Hz. Adem’in ve Havva’nın (aynı ana-babanın) çocukları olarak takdim ediyor, dini ve ırkı ne olursa olsun insana insanca muamele edilmesini, haksız ve adaletsiz davranılmamasını, hatta iyilik edilmesini, ihsanda bulunulmasını istiyor, fakat aidiyete gelindiğinde Müslüman olanla olmayanı birbirinden kesin olarak ayırıyor ve Müslümanların başka dinden olanlarla aidiyet rabıtasını kuramıyacaklarını söylüyor. Müslüman kimliği, Kitap ve Sünnet bağlısı, vahiy öncelikli düşünce sahibi, nas bulunmayan konularda ictihad yanlısı, müslümanları kucaklayan, insanlığa derin şefkat duyan ve tüm insanlığın İslâm ile tanışmasını arzulayan ve bunun için çalışan, düşünce yöntemini, değer yargılarını, hayat modelini Sünnet’ten alan, konjoktürü değil, evrensel gerçekleri kollayan, hakka taraf, mu’tedil, muvahhid, müstakim, müstekarr, muhsin, muhlis, kısaca Hz. Peygamber ve ashâbının gidişâtına uygun yaşamayı amaç edinmiş bir kimliktir. Bunun dışındaki anlayışları, kabulleri ve uygulamaları dışlamak, kimlikte karşıtlık ilkesi uyarınca, Müslüman kimliğinin gereğidir.
Allah Teâlâ, Yasin Sûresi’nde, bir davet olayını bize anlatmaktadır. Bu olayda kavmi tarafından öldürülen davetçinin, ölüm anında bile kavminin iyiliğini ve hidayete ermelerini istediği vurgulanmaktadır. Öldüğü anda gördüklerini kavminin bilmesini ve doğru yola girmelerini temenni etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bu olay şöyle anlatılır:
“Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: “Ey kavmim, elçilere uyun” dedi. Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir. “Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? Siz O’na döndürüleceksiniz. Ben, O’ndan başka ilahlar edinir miyim ki, Rahman (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler. O durumda ise, gerçekten ben apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum. Şüphesiz ben, sizin Rabbinize iman ettim; işte beni işitin. Ona: “Cennete gir” denildi. O da: “Keşke benim kavmim de bir bilseydi” dedi. Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını.”(6)
İbn Kesir (Rh.a.), bu ayetleri tefsir ederken şunları söyler: İbn İshak, kendisine İbn Abbas’tan gelen bir habere dayanarak der ki: Davetçi: “Şüphesiz ben, sizin Rabbinize iman ettim.” dediğinde, kavmi topluca üzerine atlayarak onu öldürdüler. Bunun üzerine o da: “Ona: “Cennete gir” denildi. O da: “Keşke benim kavmim de bir bilseydi” dedi.” Katade der ki: Mü’min daima insanların iyiliğini ister. Onları yanlışlıklara sürüklemekten şiddetle kaçınır. O, ölüm anında bile Allah’ın kendisine yaptığı ikramı gördüğünde der ki: “Keşke kavmim bilseydi, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını.”(7)
Gerçekten her mü’min, sadece insanların değil bütün varlıkların iyiliğini ister. Karşılaştığı sıkıntı ve eziyetler ne olursa olsun, bu isteğinden asla vazgeçmez. Daima fazilet, erdem ve iyiliklerin yayılmasını arzular. İşkenceler, baskılar ve tehditler Müslüman’ı “Müslüman Kimliği”ninin gereğini yapmaktan vazgeçiremez. Bizler Müslümanlar olarak Müslümanlığın yanında başkaca sıfatlar, kisveler arama ihtiyacı hissediyorsak, işte o zaman iman noktasında kendimizi gözden geçirmeliyiz. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle İslâm için söylenen “sağlam kulpu” yetersiz görüp de onun yanına başka sıfatlar, başka kulplar kulublar arayanın hali kimliksizlik ve kişisizlikten başka bir şeyle ifade edilemez. “Şucu” veya “bucu” olmakla değil, “Müslüman” olmakla iftihar ediyorsak, Müslümanlığımızı ibraz etmeli, İslâm’la yetinerek, Müslümanlardan olduğumuzu haykırarak İslâm ümmetine olan aidiyetimizin bedelini ödemeyi göze almalıyız. Bakınız sahâbe neslinden Habbab bin Eret radıyallahu anh rivayet ediyor:
“Rasûlullah Kâbe’nin gölgesinde bir bürdeye yaslanmış otururken, gelip (müşriklerin yaptıklarından) şikâyette bulunduk: ‘Bize yardım etmiyor musun, bize dua etmiyor musun?’ dedik. Şu cevabı verdi: ‘Sizden önce öyleleri vardı ki, kişi yakalanıyor, onun için hazırlanan çukura konuyor, sonra getirilen bir testere ile başının ortasından ikiye bölünüyordu. Bazısı vardı, demir taraklarla taranıyor, vücudunda sadece et ve kemik kalıyordu. Bu yapılanlar onları dininden çeviremiyordu. Allah’a kasem olsun Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyle ki, bir yolcu devesine bindi mi San’a’dan kalkıp Hadramût’e kadar gidecek, Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacak, koyunu için de sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.!’(8)
Mekke’de Müslümanların yaşadığı sıkıntılar düşünüldüğünde Allah’ın ve Rasûlü’nün muradı daha iyi anlaşılacaktır. Özellikle bu hadisi bizlere nakleden Habbab bin Eret radıyallahu anh kızgın demirler üzerine yatırılıyor, sırtından akan yağlar ateşin hararetini söndürünceye dek bu işkence hali devam ediyordu. O ve arkadaşları Allah Rasûlü’ne bu gibi durumları şikayet ediyorlardı. Buna rağmen Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onları uyarıyor ve müntesibi oldukları İslam cemaatinin hallerini hatırlatıp, onları sabra davet ediyordu. Bugünün İslam cemaatleri ve Müslümanları bu hitaptan vareste değildir. İnsanlığın ve İslam iddiasının kaçınılmaz neticesi olan bela ve imtihanlarda vahye dayalı fıkıh geliştirmeyenler, birey ve toplum olarak saf dışı kalırlar. Zafere ve temkine beş kala, akide ve menheclerini sorgulamaya başlar, bulundukları hattı değiştirirler. Oysa sıkıntıların bitmesine ramak kalmış, Allah’ın vaadi neredeyse tecelli edecektir. Yahut içinde bulundukları rahat ve imkanları hayra alamet kabul edenler ve ait oldukları evrensel İslam cemaatiyle benzemeyen siretlerini türlü tevillerle uyuşturmaya çalışanlar, kendi etbaları tarafından suçlanmaya mahkumdurlar. İnsanlıklarının gereği olarak başlarına gelecek musibetlerde yenilgi ve başarısızlıkla suçlanacaklardır. Oysa İslâm’ın zafer ve başarı anlayışı, bela ve imtihanla orantılıdır. Müslüman olmak, Müslümanlığını ilan etmek, Müslüman olmanın gereği İslâm ile yetinmek bedelsiz değildir. Hayatta Müslüman kalanlar ve Müslüman’ca ölenler, ibraz ettikleri Müslüman kimliklerinin bedelini ödeyenlerdir. Müslüman’ım diyorsan, sulhu salaha da, cengü cidale de hazır olmalısın.
____________________
(1) Fussilet Sûresi/ 33
(2) Kâfirun Sûresi/ 1-6
(3) Hadid Sûresi/ 16
(4) Fizilali’l Kur’ân (Şehid Seyyid Kutub) C:6, Sh: 3990-3993, Beyrut/ 1982
(5) Hud Sûresi/46
(6) Yasin Sûresi/ 20-27
(7) Tefsiru’l Kur’ân’il Azîm (İbn-i Kesir) C:3, Sh: 578-579, Beyrut/1969
(8) Sahih-i Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 29, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvud, Cihad 107, hadis no: 2649; Nesâî, Zînet 98, 8/204

Mustafa Çelik
Misakdergisi
 
Üst Ana Sayfa Alt