Mutlak Zengin Sadece Allah'tır Kullar İse Fakir ve O'na Muhtaçtır

E Çevrimdışı

ebuhasanelmakdisi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Mutlak Zengin Sadece Allah'tır Kullar İse Fakir ve O'na Muhtaçtır

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:


يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَنتُمُ الْفُقَرَاء إِلَى اللَّهِ وَاللَّهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ

"Ey insanlar, siz Allah'a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganiy (hiç bir şeye muhtaç, ihtiyacı olmayan) dır, Hamîd (övülmeye, hamde layık) tır." (Fatir, 15)
Allah'ü teala bu ayet'i kerimeyle, kulların kendisine olan ihtiyacının onların mahiyetlerinden kaynaklandığını ve onlardan hiç ayrılmayacağını açıklamaktadır. Aynen bunun gibi Allah'ın zenginliği ve hiçbir şeye muhtaç olmamasıda O'nun zatından kaynaklanmaktadır.
Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp hamde layık olması; bunları gerektiren başka bir sebepten dolayı olmayıp sadece O'nun zatından dolayı O'na sabittir.
Allah'ın dışındaki varlıkların O'na muhtaç olmasıda, başka bir sebepten dolayı değilde sadece onların mahiyetlerinden kaynaklanmaktadır. Bu ihtiyaç; sonradan yaratılmış olmaları (hudus) veya imkan dairesinde olmalarıyla illetlendirilemez. Bilakis muhtacın ihtiyacı onun mahiyetinden / zatından kaynaklanmaktadır.
Kulun Rabbine olan ihtiyacı zatı olup bunu gerektiren başka bir sebepten kaynaklanmadığı gibi; noksanlıklardan münezzeh olan Rabbin zenginliğide zatidir; zenginliğini gerektiren başka bir sebepten kaynaklanmaz.
Bunu ifade için Şeyh'ül İslam İbni Teymiye şöyle demektedir:
"Benim için ihtiyaç gerekli, ebedi ve zati bir sıfattır; nasıl ki Allah için zenginlik-hiçbir şeye ihtiyaç duymaması-ebedi ve zati sıfattır."
(Bu hususta Şeyhülislam İbni Teymiyye'de (r.a) müşahede etmiş olduğum davranışları hiç kimsede müşahede etmemişimdir. Kendisi şu sözü sık sık söylerdi:
"Benim hiç bir şeyim yoktur. Benden sadır olan, bende mevcut olan hiçbir şey yoktur."
Çok kere de şu beyti misal verirdi:
"Ben fakir ve başarısızım ve böyle birinin oğluyum.
Benim babam ve dedem de böyle idiler."
Kendisi yüzüne karşı övüldüğünde şöyle derdi:
"Vallahi, ben bugüne kadar daima müslümanlığımı yenilerim
Ömrünün son demlerinde bir defasında bana kendi el yazısıyla bir tefsir kaidesi yazıp göndermişti. Kağıdın arkasına ise kendisine ait olan şu beyitler yazılıydı:
"Ben mahlukatın rabbine muhtacım.
Ben her halinde miskin olanım.
Ben nefsine çok zulmedenim.
Nefsim de bana zulmeder.
Eğer bize bir hayır gelirse O'ndan gelir.
Ben kendime bir yarar temin edemem.
Ve kendimden bir zararı da def edemem.
O'ndan başka beni idare edecek bir efendi yoktur.
Günahlarım kaplayınca şefaatçim de yoktur.
Meğer ki halikımız olan Rahman'dan ayetlerde geçtiği gibi
Şefaatçıya bir izin çıksın.
Ben O'nun katında ebediyyen hiçbir şeye malik olamam
Hiç bir zerreye de ortak değilim.
Bazı idarecilerin etrafında olduğu gibi,
Kendisinden yardım aldığı bir yardımcısı da değilim.
Fakr benim, benden hiç ayrılmayan asli vasfımdır.
Nitekim zenginlik de O'nun ebedi ve zati sıfatıdır.
Bu hal bütün mahlukatın halidir.
Hepsi O'nun katında, O'nun kölesidir.
Kim yaratıcısından başka birini gaye yaparsa,
O çok cahil, zalim, müşrik ve asidir." ( İbni Kayyim el-Cevziyye Medaricu’s- Salikin c.1 )
Bütün mahlukatın Rablerine olan ihtiyaçları zati olup başka bir sebebe dayanmaz. Fakirlik ve ihtiyacın sebepleri olarak takrir edilip zikredilen her şeyi; fakirlik ve ihtiyacın illetli değil sadece bunların var olduğunun delilleri / işaretleridir. Çünkü zati olan bir şeyin illeti / sebebi olmaz. Bizatihi muhtaç olan bizatihi zengin olana ihtiyaç duyar. Tesbit edilen sonradan yaratılma, imkan dairesinde olma ve ihtiyaç gibi şeyler; fakirliğin sebepleri değil delilleri / işaretleridir.
İşte bütün bunlardan dolayı yaratıkların, noksanlıklardan münezzeh olan Allah'a muhtaç olmalarının illeti konusundaki doğru görüş; filozof ve kelamcıların belirttiği görüşler değildir.
Felsefeciler şöyle derler: varlıkların muhtaç olmalarının illeti "İmkan dairesinde" olmalarıdır.
Kelamcılar ise şöyle derler: Muhtaç olmanın sebebi sonradan yaratılmadır.
Doğru olan ise; mümkün olma ve hadis olmanın biri diğerini gerektirdiği ve her ikisinde ihtiyaç ve fakirliğin delili/işareti olduğudur.
Alemin Allah'a muhtaç olması; zati bir şey olup illetlendirilemez. Âlem, bizatihi zengin olan Rabbine bizatihi muhtaçtır. Bu böyle bilindikten sonra "imkan" "hudus" vesair delillerle bu ihtiyaca delil getirilebilir. Bu anlatılanlardan kasdımız şudur:
Allah sübhanehü ve teala, kulların zat ve mahiyetlerinden kendisine ihtiyaç duydukları ile; kendisinin mukaddes zatı ve hakikatinden ise; zengin olup her hamde layık olduğu şeklinde haber vermiştir.
Her açıdan mutlak ihtiyaç, kulların zat ve mahiyetleri için sabit olduğu gibi; her açıdan mutlak zenginlikde Allah'ın zat ve hakikati için sabittir. Bu durumda; kulun fakir olmaması ve Rabbin de zengin olmaması -kulun kul olmaması ve Rabbin de Rab olmaması gibi- imkansızdır.
Bu böyle bilindikten sonra şöyle deriz ki: fakirlik ve ihtiyaç iki kısma ayrılır:
Birincisi: Zorunlu bir ihtiyaç olup iyi ve kötü herkesi kapsar. Bu fakirlik ve ihtiyaç; övülmeyi, kötülenmeyi, sevabı ve cezayı gerektirmeyerek kulun yaratılmış olması gibi bir ihtiyaçtır.
İkincisi: İhtiyari bir fakirlik ve ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç iki şerefli ilmin neticesidir:
- Biri; kulun Rabbini tanıması;
- diğeri ise kulun kendi nefsini tanımasıdır.
İnsan bu ilmi elde edince; zenginliğinin ta kendisi olan bir fakirliği, kurtuluş ve saadetin simgesini elde etmiş olur.
Bu fakirlik ve ihtiyaçta İnsanlar; bu iki ilimdeki farklılıkları ile ayrı ayrı derecelere ayrılırlar.
Kim Rabbini mutlak zenginlikle tanırsa kendisini de mutlak fakirlikle tanır.
Kimde Rabbini mükemmel bir kudret ile tanırsa kendisinide tam bir acizlik ile tanır.
Her kimde Rabbini tam bir izzet sahibi olarak tanırsa kendinide tam bir zillet ve meskenet sahibi olarak bilir.
Kimde Rabbini kemal derecedeki ilim ve hikmet ile bilirse kendisini de cehalet ile tanımış olur.
Allah'ü teala insanı, hiçbir şey bilmediği, hiçbir şeye kadir olmadığı vermeye, vermemeye, zarara, faydaya ve hiçbir şeye gücünün yetmediği bir halde anasının karnından çıkartmıştır.
Bu halde iken onun, kendisiyle yükseleceği kemal bulacağı şeylere muhtaç olduğu herkesin hissedebildiği, görebildiği bir şeydir.
Bu ihtiyacın, onun zatının gereklerinden olduğu ise bilinen bir şeydir. Zatının gereklerinden olan bir şey ise; zatının devam etmesiyle devam eder. O, bu mertebeden hiçbir zaman rububiyet ve zenginlik mertebesine intikal etmedi ve etmeyecektir. Bilakis o; zatının gereği olarak devamlı yaratıcısına muhtaç olmuştur. Onun durumu bu iken:
- Allah ona nimetlerini bol bol verince,
- Rahmetini onun üstüne yayınca,
- Açık ve gizli olarak onun mükemmelleşme sebeplerini ona sevkedince,
- Kendi nimet elbiselerini ona giydirip ona kulak, göz ve kalp yaratınca,
- Ona; hemcinslerini hizmetinde kullanma imkanı verince,
- Atı ve deveyi ona musahhar kılıp su hayvanlarına onu musallat edince,
- Havadaki kuşu indirip vahşi hayvanları kahretmeye onu musallat edip nehirleri kazma, ağaçları dikme, yeri yarma, binaları yükseltme, maslahatlarını inceleme ve kendisine eziyet verecek şeylerden sakınıp korunma imkanını ona verince;
- Miskin ve fakir zannettiği onunda mülkte bir payı var ve Allah sübhanehü ve teala ile beraber kendisinin de mülkünün olduğunu iddia etmeye başladı.
Kendisine ilk bakışının dışındaki bir bakışla bakmaya başlayıp daha önce içerisinde bulunduğu yokluk, fakirlik ve ihtiyaç duyma durumunu unutuverdi. Hatta; sanki daha önce muhtaç ve fakir olan kendisi değilde başka biriydi.
İmam Ahmed, müsnedinde Büsr b. Cihaş el-kûreyşi den şöyle rivayet ediyor:
Râsûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün avucuna tükürüp parmağını tükrüğünün üstüne koyduktan sonra şöyle buyurdular:
"Allah Teâlâ şöyle dedi:
"Ey insanoğlu! Sen nasıl beni aciz bırakabileceksinki; halbuki ben seni şunun (meni) gibi bir şeyden yarattım. Öyle ki; ben seni düzgün bir şekle sokup dengeli bir yapıda yaratınca sen iki elbise arasında yürüdün ve yer senden feryat ediyordu. Böylece sen (mal) topladın ve vermedin. Fakat ruh boğaza dayanınca dedin ki: tasadduk edeceğim! Şimdi tasadduk etme zamanı mı?" (Ahmet, 4/210,211. İbni mace, 2707.)
İşte saptırılanlar bu noktadan saptırılmış ve muvaffak kılınanlar da bu noktadan muvaffak kılınmışlardır.
Saptırılanlar, kendi hakikatlerini tanımaktan mahrum bırakılarak kendi nefislerini unutmuş ve Rablerine olan ihtiyaçlarını, fakr'u zaruretlerini hatırlarına bile getirmez olmuşlardır. Böylece azgınlaşmış ve haddi aşmış olup bedbahlığı / şakaveti hak etmişlerdir.
Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Sakın! Çünkü însan, gerçekten azar; kendisini müstağni gördü diye." (el-Alak, 6-7) ve şöyle buyuruyor:
"Artık kim (infâk edip) verir ve sakınırsa, o el-Hüsnâ'yı da doğrularsa; Biz de ona kolay olanı kolaylaştırırız; Amma kim cimrilik eder ve kendisini müstağni görür, o el-Hüsnâ'yı da yalanlarsa; Biz de ona en zor olanı (isyanı) kolaylaştırırız." (el-Leyl, 5-10)
Yaratıkların en mükemmeli; kulluğu en mükemmel olan Rabbine olan ihtiyacını, fakr'u zaruretini en çok gören, bir an bile O'ndan müstağni olmadığını en çok bilendir.
İşte bundan dolayı Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) dualarından biri de şöyleydi:
"(Allahım!) Benim bütün işlerimi ıslah eyle. Beni bir an bile ne nefsime ne de başka bir kuluna havale etme." (Ahmet, 5742; Ebu Davud, 5090; en-Nesai, 22)
Ve şöyle dua ederdi:
"Ey kalpleri evirip çeviren (Allahım)! Benim kalbimi dinin üzerinde sabit kıl." (Müslim. 2654; Tirmizi, 2140)
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) çok iyi biliyorduki onun kalbi Rahman'ın elinde ve o, kalbi hakkında hiçbir şeye malik değildir. Allah'ü Teâlâ dilediği gibi onun kalbini evirip çeviriyor. Nasıl bilmesin ki; Allah'ü Teâlâ'nın şu sözünü devamlı okuyordu:
"Ve eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, onlara az kalsın biraz meyledecektin." (el-İsra, 74)
Efendimizin Allah'a olan ihtiyacı ve fakr'u zarureti; Allah'ı tanıması, O'na yakınlığı ve O'nun katındaki mertebesi nisbetindeydi.
Bu öyle bir şeydir ki; onun dışındakiler için, bundan sadece kabın dışından süzülen miktarı görülebilir.
Bundan dolayı o; derece olarak yaratıkların Allah'a en yakını, makam ve mevki bakımından en büyüğü ve mertebesi en yüksek olanıydı.
Bunun sebebi; "ubudiyet" ve "fakr" makamının kemal derecesinde bulunmasıydı. Ashabına şöyle diyordu:
"Ey insanlar! Beni, (bulunmanı gereken) mertebemin üstüne çıkarmanızı hiç mi hiç istemem; şüphe yok ki Ben ancak bir kulum." Ve şöyle diyordu:
"Hristiyanların Meryem oğlu İsa'yı yücelttikleri gibi sakın siz de beni yüceltmeyin. Ben ancak bir kulum. O halde siz de: "Allah'ın kulu ve Rasûlü" deyin."(el-Buhari-Fethülbari,- 12/144.)
Allah'ü Teâlâ onu, en şerefli makamlarında dahi kulluğu özelliğiyle zikretmektedir; isra, davet ve meydan okuma makamlarında. Şöyle buyuruyor:
"Kulunu geceleyin mescid'i Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız mescid'i Aksâ'ya götüren (Allah) münezzehtir." (el-İsra, 1) ve şöyle buyurmakta:
"Şu da bir gerçek ki; Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığında..." (el-Cinn,19) ve yine şöyle diyor:
"Eğer kulumuza kısım kısım indirdiğimizden şüphe içindeyseniz.." (el-Bakara,23) şefaat hakkındaki hadiste şöyle deniyor:
"Mesih onlara: Allah'ın önceki ve sonraki günahlarını bağışladığı bir kul olan Muhammed'e gidin diyecek." (el-Buhari-Fethül bari, 13/392; Müslim. 193)
O bu makamı, mükemmel ubudiyetiyle ve Allah'ın onu tamamen affetmesiyle elde etmiştir. Allah'ü Teâlâ'nın:
"Ey insanlar, Allah'a muhtaç olan sizlersiniz." (el-Fatır,15) âyetin de Rab ismini değil de Allah ismini belirtmesini iyi bir düşün! Bunun sebebi; ihtiyacın iki çeşidini de belirtmektir.
Daha önceden geçtiği üzere ihtiyaç iki çeşittir:
1 - Allah'ın Rububiyetine olan ihtiyaç ki; bu bütün mahlukatın ihtiyacıdır.
2 - Allah'ın Ulûhiyetine olan ihtiyaçki; bu da peygamber, Rasûl ve Allah'ın Salih kullarının ihtiyacıdır. İşte faydalı olan ihtiyaç da budur. İlim erbabı ariflerin işaret edip hakkında konuştukları ihtiyaç da, herkesi kapsayan genel ihtiyaç değil de sadece bunları kapsayan bu özel ihtiyaçtır.
Bu konuda onların ibareleri ve nitelemeleri farklı farklıdır; her biri kendi zevki ve tabir etmeye olan gücü nisbetinde haber vermişlerdir.
Şeyh'ül İslam el-Ensari şöyle demektedir:
"Fakr / muhtaç olma; kendini herhangi bir şeye malik ve o şeyi kendi mülkü olarak görmekten teberi etmenin ismidir. Bu da üç derecedir:
Birinci derece: zahidlerin muhtaç olma halidir kî; hem talep etme hem de alıp koruma bakımından dünyadan elleri silkmektir.
Hem övme hem de kötüleme açılarından dilin dünya hakkında susması ve talep edip terk etme şekillerinin ikisinde de ondan selamette kalmaktır. İşte bu; onların yüceliği hakkında konuştuğu fakr / ihtiyaçtır.
İkinci derece: Allah'ın fazl'ü keremini düşünmekle öne geçmeye dönmektir.
Bu ise: kendi amellerini görmekten kurtulmayı netice verip güzel durumlarını müşahede etmeyi keser ve -maddi manevi-makamları düşünme kirlerinden insanı arındırır.
Üçüncü derece ise: Tam bir ihtiyaç duyma, benliğinden kopma ve her şeyin mülkünü Allah'a verme prangasında hapsolmak fakr ve ihtiyacıdır ki; bu da sofilerin muhtaç olma halidir."
Şeyh'ül İslam şu sözüyle:
"Fakr / muhtaç olma; kendini herhangi bir şeye malik ve o şeyi kendi mülkü olarak görmekten teberri etmektir"
Şunu kastetmektir;
Fakir, muhtaç olan kimse; mülkü, hak olan malikine verir ve kendi nefsini de Allah'ın mülkünü bilir. Nefsini hiçbir şekilde hiçbir şeye malik görmez.
Amellerini ise: mevlasının emrettiklerini yapmakta kullanılan bir köle O'nun mülkü olması gereğince yapmak zorunda olduğu görevleri olarak telakki eder. Böylece nefsi mevlasının mülkü ve amelleri köle olması gereğince yapması gerekli olan görevleri olur. Dolayısıyla o, ne kendi nefsine, ne zerrelerinden herhangi birine ve ne de amellerine malik değildir. Fakat bunlar; kendi mülkiyetine emaneten verilmiş ve yapması gereken görevleridir.
Bunun örneği:
"Kendi öz malından bir köle satın alan, daha sonra ona çeşitli sanatları öğreten biri gibidir. Kölesi o sanatları öğrenince ona şöyle dedi:
"Çalış ve gelirini bana ver; senin, kendi nefsinde ve kazancında hiçbir hakkın yoktur."
 
E Çevrimdışı

ebuhasanelmakdisi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Şayet bu kölenin eline mal ve kazanç vesilelerinden bir miktar geçse; onlarda kendisi için hiçbir hak görmez. Bilakis onları; kendi elinde emanet olarak telakki eder ve onları kendi hocasının mal ve hazineleri, kölesi elindeki nimetleri olarak görür. Kendisi ise, o malların emanetçisi ve kendi adına değil de seyidi adına o malda tasarruf eden biridir."
Nasıl ki Allah'ın kulu, Rasûlü ve yaratıkları arasından seçip çıkardığı nebisi (a.s.) şöyle buyuruyor:
"Allah'a kasem ederim ki; Ben hiç kimseye vermiyor ve hiç kimseden alıkoymuyorum. Ben ancak emredildiğim yerlere taksim ediyorum." (el-Buhari-Fethül bari,6/217; Müslim, 2133: Ebû Davud, 2949; Ahmed 2/314.)
Böylelikle o, görevi sadece seyyidinin emirlerini uygulamak olan saf / katıksız bir kölenin tasarrufu gibi bu hazinelerde katıksız bir emirle tasarruf etmektedir.
Hak olan malik sadece Allah'tır. Kulların elinde olan her şey ise; verip vermemekte onları imtihan etmek için Allah'ın onlara vermiş olduğu mal, mülk ve hazineleridir. İnfak edip alıkoymalarını, Allah'a olan kulluklarını gözeterek mi yapacaklar; böylece onlardan biri, Allah'ın sevabına rağbet edip cezasından korkarak ve Allah'a yaklaşıp rızasını dileyerek mi mal harcar, infak eder?
Yoksa onların harcayıp tutmaları; nefsin isteğinden, hevanın galebesinden ve tabiatları gereği mi olur; böylece o; kendi nefsi için vermiş olur ve kendi nefsi için alıkoymuş olur?
Böyle birisi, tasarruf ederken köle gibi değil de malın asıl sahibi gibi tasarrufta bulunur; dolayısıyla onun bu tasarrufu; nefsinin arzu ve isteklerinden doğmuş olup bundan hedeflenen gaye ise; yaratıkların yanında bulunan makam, yücelik, mertebe ve nefsin herhangi bir hazzına rağbet etmek veya bunlardan herhangi birinin elden çıkmasından korkmaktır.
Şayet tasarrufun kaynağı ve gayesi bu rağbet ve korku olursa; hiç şüphesiz ki o; kendi nefsini malik ve malın asıl sahibi olarak görür, kendi nefsi için mülk iddia ederek ubudiyet, kulluk sınırından çıkar ve kendi fakirliğini, ihtiyacını unutur.
Şayet o; kendi nefsini gerçek bir şekilde tanımış olsaydı,malda tasarruf eden malın sahibi suretin de imtihan edilen bir köle olduğunu anlardı. Allah'ü Teâlâ'nın buyurduğu gibi:
"(onlardan) sonra nasıl işler yapacağınızı görmek için, sizi arkalarından halifeler yaptık." (Yunus,14)
İmtihan edilen bu kul, gerçek ve hak malik olan Allah Sübhanehü ve tealâ ile beraber kendi nefsi için iddia ettiği mülklere ve kendi nefsine devrettiği şeylere havale edilmeye müstahaktır. Kim Allah ile beraber kendi nefsi için de bir şeyler iddia ederse, iddia ettiği şeylere havale edilir. Kim de Allah'ın dışında bir şeye havale edilirse ona helak ve yokluk kapısı açılmış, kurtuluş ve saadet kapısı ona kapanmış olur. Çünkü Allah'ın dışındaki her şey yok olacaktır/ batıldır; herkim yok olan bir şeye havale edilirse, onun ameli batıl olup çalışması boşa çıkar ve mahrumiyetinden başka bir şey elde etmez. Allah'ın dışındaki bir şeye bağlanan herkes; o şeye en çok muhtaç olduğu bir anda ondan kopar.
Allah'ü sübhanehü ve tealâ şöyle buyuruyor:
"O zaman kendilerine uyulanlar, uyanlardan hızla uzaklaşırlar. O azabı görmüş, aralarındaki bütün bağlar da kopup gitmiş olacaktır." (el-Bakara, 166) aralarında kopan bağlar; Allah'ın dışındaki şeyler için Allah'tan başkalarıyla olan bağlardır. En çok muhtaç oldukları bir anda bu bağları kopmuştur. Çünkü bu ilişki ve bağlardan gözetilen maksat ve hedefleri batıl olup yok olunca bu maksatların sebebi olan o bağlarda yok oldu ve ortadan kalktı. Hiç şüphesiz ki ilişki ve bağlar; gayelerinin batıl ve yok olmasıyla batıl ve yok olurlar. Allah sübhanehü dışındaki her şey yok olacak. Allah'ın rızası gözetilen ameller dışındaki her amel batıl olup O'nun dışındakiler için yapılan her iş yok olacaktır. İşte bu; insanların dünyada dahi müşahade ettiği gibi bir kölenin, valiye, Emire, mal veya makam sahibine yaptığı hizmet, yorgunluk, iş ve çalışmanın yok olmasına benzer. Kendisi için çalıştığı o kişi yok olunca yaptığı işi ve çalışması da yok olur ve bundan onun elinde mahrumiyetten başka hiçbir şey kalmaz. İşte bundan dolayıdır ki kıyamet gününde Allah'ü tealâ şöyle buyurur:
"Benim, sizden her birini dünyada iken dost olduğu şeylerle dost yapman adalet değil midir?"(el-Buhari-Fethül bari, 13/419-420.)
Böylece put ve heykellere ibadet edenler onlarla dost olup beraberce ateşe girecekler; Güneş, ay ve yıldızlara tapanlar taptıkları ilanlarıyla dost olacak ve güneş durulduğu, yıldızlar döküldüğü zaman bu ibadetleri yok ve batıl olacak, zarar ve ziyan olarak kendilerine dönecek.
"Böylece Allah amellerini aleyhlerindeki hasretler halinde kendilerine gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak da değillerdir."(el-Bakara,167)
Bundan dolayı; alışverişi en zararlı çıkan ve kıyamet gününde en çok aldandığı ortaya çıkan kimse şirk koşan kimse olacaktır.
Çünkü o; tamamiyle iflas etmiş olan birine hatta yok olana havale edilecektir.
Muvahhid ise: Cömert ve zengin birine havale edilmiş olur. Bu iki havale arasındaki mesafe ne kadar da uzaktır!
Şeyh'ül İslam el-Ensari'nin:
"Herhangi bir şeyi kendi mülkiyeti altında görmekten teberri etmek" sözü ise: burada "mülk sahibi olmaktan teberri etmek" demedi; Çünkü bazen insan fakir olur, zahiren mülkü olmaz fakat; ehli övülen fakirlik/muhtaç olma sıfatından da uzak olur. Bu övülen fakirler, mülk ve melekut sahibi olan hak malik dışında hiçbir şeye hiçbir şeyin mülkiyetini vermezler, o şeyi ona malik kabul etmezler.
Bazen de bir kula bir kısım mal verilir ve o kul bu mal hakkın da hazinedar gibi kabul edilir. Dâvud oğlu Süleyman da olduğu gibi; ona, kendisinden sonra hiç kimseye verilmeyecek bir mülk verilmişti, İbrahim, Şûâyb ve zengin olan diğer peygamberler de böyleydiler.
Sahabenin zengin olanları da, işte bunlar, zahiren mülk sahibi olmaktan beri değildiler; fakat onlar, bir şeyi kendi nefislerinin mülkü görmekten beri idiler. Kendi nefisleri için hakiki bir mülkiyet tanımazlardı.
Bilakis; kendi ellerinde olan her şeyin Allah'a ait olduğunu, kendilerine ödünç ve emanet bırakıldığını biliyorlardı. Allah'ın bu şekil de onları; köle ve kul olan birinin tasarrufu gibi mi tasarruf edecekler?
Yoksa; kendi arzularına göre veren ve yine arzularına göre alıkoyan, malın gerçek sahipleri olduklarını düşünenler gibi mi?
Tasarruf edecekleri konusun da imtihana tabi tuttuğunu gayet iyi biliyorlardı. Fakir'in elinde malın bulunması onun fakirliğine zarar vermez; onun fakirliğine zarar veren, kendini mülkün sahibi görmesidir.
Her kim, herhangi bir şeyi kendi mülkü olarak görme hastalığından kurtulursa onun iç âlemi, malın kirleri, zorlukları, düzenlenmesi ve sevilmesi / tercih edilmesi gibi şeylerle kirlenmez. Böyle biri; mevlasının emirlerini uygulayıp onun malına hazine darlık eden bir köle gibi olur. İşte böyle birinin, dünyadaki bütün dağlar kadar malı da olsa yine de ona hiçbir zarar vermez.
Her kim de bu hastalıktan afiyet bulmazsa; kendi nefsi için mülkiyet iddia edip nefsi o mala, sevilen ve arzulanan bir şeye tutulduğu gibi yapışır. Artık mal, onun en büyük endişesi ve ilminin ulaştığı tek şey oluverir. Şayet kendisine mal verilirse razı olur, verilmez ise kızar. O böylece dinar ve dirhemin / paranın kulu olur. Üzüntülü bir şekilde sabahlar ve aynı şekilde akşamlar, mal ile beraber uzanarak/malı düşünerek geceyi geçirir. Malı arttığında sevinir ve ondan herhangi bir şeyi kaybettiğinde üzülüp perişan olur. Hatta öyle zamanlar olur ki; fakirliği düşündüğünde neredeyse telef olup ölümü fakirliğe tercih eder.
Birincisi ise: yerin ve göklerin hazineleri elinde olan, her şeyin hâk maliki bulunan mevlası ile zenginleşip elin de bulunan mala bir musibet dokunduğu zaman; bu mala belayı ve musibeti getirenin bu malın hâk sahibi olduğu, dolayısıyla kulun üzülüp sıkıntıya kapılmasının boş ve anlamsız olduğunu bilir.
Çünkü malın sahibi, kendi kölesinin yanında emanet olan malında tasarruf etmekte olup malı konusundaki hüküm tamamen O'na aittir. Dilerse onu bırakır; dilerse de yok edip ortadan kaldırır. Kendisi ise; mevlasının kendi mülkünde yaptığı tasarruf hususunda O'nu itham edemez ve mevlasının tedbirini, düzenlemesini hikmetinin bir gereği olarak görür. Kalbinin mal ile hiçbir bağı olmayıp mala hiç önem vermez; çünkü onun himmeti, maldan çok fazla yükseklere çıkıp malın asıl sahibine bağlanmıştır. O; malın asıl sahibiyle, O'na olan sevgisiyle, O'nu tanıması ve O'na yakınlığıyla O'nun dışındaki her şeyden müstağni olmuştur. O sadece O'na muhtaç olup O'nun dışındakilere ihtiyaç duymaz. İşte; insanın azgınlaşmasına sebep olan, insanın herhangi bir şeyi kendi mülkü görmesi hastalığından teberri eden / beri olan böyle bir kimsedir. Allah'ü teala'nın buyurduğu gibi:
"Sakın! Çünkü insan, gerçekten azar; kendisini müstağni gördü diye." (el-Alak, 6-7)
Burada "şayet müstağni olursa" demeyip azmayı, insanın nefsini müstağni görmesinin neticesi saymaktadır. El-Leyl sûresinde ise; bu "görme" fiilini zikretmeyip şöyle buyurur:
"Amma kim cimrilik eder ve müstağni olursa; o el-Hüsnâ'yı da yalanlarsa; Biz de ona en zor olanı (İsyanı) kolaylaştırırız." (el-Leyl, 8-10)
Bunun sebebi ise; -Allah daha iyisini bilir- el-Alak sûresin de onun azmasının sebebini belirtti ki; o da onun kendini zengin görmesidir.
El-Leyl sûresin de ise, onun helak olmasının ve en kolay olanın ona kolaylaştırılmasının sebebini belirtmekte ki; bu da onun, Rabbine itaat edip kulluk etmeyi terk etmekle O'ndan müstağni olmasıdır. Çünkü eğer o; Rabbine ihtiyaç hissetseydi Rabbinin ona emrettiği "itaat etmekle" O'na yaklaşırdı. Aynen mevlasına muhtaç olan ve onun emirlerine uymaktan başka çaresi olmayan bir kölenin yapağı gibi...
Bundan dolayı el-Leyl sûresin de "müstağni" olmakla beraber "cimri" olmayı zikrettik ki; üzerinde vacip olan söz, amel ve malı vermemesi anlamına gelir. Bununla beraber onun, iyilere Allah'ü Teâlâ'nın:
"iyilik yapanlara el-Hüsnâ ve bir de ziyade vardır" sözüyle vaat edilen Hüsnâ'yı yalanladığını vurgulamaktadır. Bu Hüsnâ'yı; "Lâ ilâhe illallah - Allah'tan başka ibadete layık hiç bir ilah yoktur" şehadeti ile açıklayanlar; iyilik yapmanın esası ve el-Hüsnâ'yı/cenneti elde etmenin sebebi bu şehadet olduğu için böyle tefsir ediyorlar.
Bunu, infak edilen malın yerinin dolması ile tefsir edenler ise: bunun manasına hakkını vermemiş olurlar ki; bu kelimenin manası-her ne kadar infâk edilen malın-yerinin dolması da el-Hüsnâ'nın bir cüz'ü ise de-bundan çok daha büyüktür.
Bu anlattıklarımızdan maksadımız ise şudur:
Kulun Allah'tan müstağni kalması; kulun helak olmasının ve her türlü zorluğun ona kolaylaştırılmasının sebebidir. Kulun kendi nefsinin zengin ve muhtaç olmadığını görmesi ise; onun azmasının sebebidir ki; Her ikisi de; muhtaç olma ve kul olmaya münafi şeylerdir.
Şeyh'ül İslam'ın:
"Birinci derece: zahidlerin muhtaç olma / fakr halidir ki; hem talep etme hem de alıp koruma bakımından dünyadan elleri silkmektir. Hem övme hem de kötüleme açılarından dilin dünya hakkın da susması/ondan bahsetmemesi ve isteyip terk etme şekillerinin ikisinde de ondan selamette kalmaktır. İşte bu; onların yüceliği hakkın da konuştuğu fakr / ihtiyaçtır." Sözlerine gelince:
-Şöyle deriz - Bu derecenin özeti şudur:
El ve kalbin dünyadan boş olması, dünya da olan fakirliği düşünmeme ve dünya da zahid olmaktır.
İstemek veya alıp korumak bakımlarından dünyadan elleri silkelemenin alameti / belirtisi şudur ki; Böyle bir kişi, dünya malının varlığı esnasında cimrilik ederek elini sıkı tutmadığı gibi dünya malının yokluğu durumunda da hırs ve ısrarla onun peşine düşüp onu İstemez.
Bu şekilde dünyadan elleri silkeleyip ondan yüz çevirmek; bu kişinin kalbin de dünyanın yerinin olmadığını gösterir. Çünkü eğer bu kişinin kalbin de dünyanın saygın bir yeri olsaydı; durumu anlattığımızın tam tersi olurdu. Yani onun durumu şöyle olurdu:
Malın varlığı esnasında -onunla zenginleştiği için onu korur ve malın yokluğu anında da- ona muhtaç olduğu için onun peşine takılıp giderdi.
Elin ve kalbin dünyâdan boş olmasının bir bölümü de; hem övme hem de kötüleme açılarından dilin dünya hakkın da susması ondan hiç mi hiç bahsetmemesidir.
Çünkü bir şeye önem veren ve kalbin de o şeyin yeri olan bir kimse: o şey hakkın da kalbinden taşan övgü ve yergi ile dilini meşgul eder. Böyle bir kişi şayet dünyayı över ve yermezse; bu kişinin dünyayı övmesi de yermesi de dünyanın onun kalbin de mühim bir yer tuttuğunun alameti / belirtisidir...
Şayet bu kişinin dili dünyayı kötülemekle meşgul ise; dünya onun kalbinde önemli ve tehlikeli bir yer tutmuş demektir. Çünkü herhangi bir şeyi ancak kendisiyle ilgilenildiği miktar da kötülenebilir. O şeye önem verip onunla ilgilenmek; o şeyi kötülemekle ondan intikam almanın şifasıdır.
Bir kişinin dünya da zahit olduğunu-överek-büyütmesi de dünyanın onun kalbinde önemli bir yer tuttuğunu gösterir; Çünkü eğer dünya onun kalbinde önemli bir yer tutmamış olsaydı; dünya da zahid olduğunu belirtmesinin de bir anlamı olmazdı.
Yine bir kişinin dünya'yı övmesi de; dünyanın onun kalbin de mühim bir yer tuttuğunun delilidir. Çünkü bir şeyi seven birisi; o şeyi çokça anar.
Bu derecenin sahibi ise; varlığıyla beraber dünyayı alıp korumaz ve yokluğu anın da onu isteyip arzulamaz, kalbinden diline, dünyayı sevdiğini gösteren övgüler ve dünyanın kalbin de önemli ve tehlikeli bir yer tuttuğunu gösteren kötülemeler taşmaz. Çünkü -kişinin gözünde-bir şey küçülüp değersiz olunca kalbi; hem övme hem de kötüleme açılarından o şeyden yüz çevirir / onunla hiç ilgilenmez. Ve yine bu derecenin sahibi; dünya'yı terk ettiğini de düşünmez. Daha önce dünya da zahid olduğunu düşünmesinin tehlikesini belirtmiştik. Çünkü kulun, dünya'yı terk ettiğini, dünya da zahid olduğunu düşünmesi; nefsini dünyayı terk etmekle büyüklenmeye / kendini şeref sahibi saymaya itebilir.
İşte zahidliğini düşünmesinin tehlikesi de budur. Şayet gerçekten onun kalbin de dünya değersiz bir şey olmuş olsaydı; o zaman dünya'yı terk edip onda zahid olmasının da-onun gözün de- pek önemi olmazdı. Eğer onun kalbi; Ruh ve kalp erbabının zevklerinden olan talep edilen önemli bir şeyle meşgul olsaydı; dünya'yı terk edip zahid olması sıfatından dolayı kendi nefsine bakma fırsatı bulmazdı. İşte bu derece'ye ulaşan kimse, bütün bu hastalıklardan; dünya'yı alıp koruma talep etme, kötüleme, övme ve terk etme hastalıklarından kurtulur. Bu hastalıkların tümü -her ne kadar bazıları, bilmek bakımından övülen ve onları tahkiki olarak bilen kimselerin övgü ve sevabı hak edeceği şeyler olsa bile- onlara sahib olan kimsenin, dünya'dan vazgeçip ondan tamamen içini / batınını soyutlama mertebesini tatmadığını gösterirler. Bu dereceye sahib olan kimselerin kendisi İçin yarıştıkları ve onlar için oluşması beklenen / umulan hakikatleri tam olarak bilmekten uzak olduğunu gösterirler.
İşte bu mertebenin sahibi; dünya'ya tamamiyle dalan, ona meyleden, ona mutmain olan, onu vatan edinen ve onda mesken tutan kimsenin mertebesiyle; kalbinden ve dilinden dünya'yı tamamiyle silkip atan, dünya'nın kayıtlarından, uygunsuz işlerinden ve izlerinden kurtulup kalbe sevinç ve neşe veren, onu dirilten, ferahlandıran ve rahatlatan izzet cezbeleri mertebesine yükselen kimsenin derecesi arasında bulunmaktadır. Bu kimse; doğumu iyice yaklaşan bebek gibi ara yerde / berzah'ta olup sabah akşam ruh ve kalbinin doğmasını beklemektedir. Çünkü nefsinin mizacından çıkmamış, ruhu ve kalbi doğmamış, irade, arzu ve yapısının karanlıklarından kurtulmamış olan kimse; dünya ve içindekilerini görmemiş olan anne karnındaki cenin gibidir. İşte nefsinin mizacında olan ve üç karanlık olan nefsin karanlığı, tabiatının / yapısının karanlığı ve hevasının karanlığı içerisinde bulunan kimse de tıpkı bu cenin gibidir. O halde iki defa doğmak gerekir. Mesih İsa (a.s.)'ın havarilere dediği gibi:
"Sizler iki defa doğana kadar semanın melekutuna / manevi alemine giremezsiniz."
İşte bundan dolayı Übeyy'in kıraatin da olduğu gibi peygamber efendimiz (a.s.) mü'minlerin babası olmuştu:
"Peygamber mü'minlere, kendi nefislerinden daha yakındır ve O onların babasıdır." ("Ve o, onların babasıdır" kısmı; sadece Übeyy'in kıraatin da vardır. (mü)
Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hanımlarının onların anneleri olmaları da bu babalıktan doğmaktadır. Çünkü onların ruh ve kalbleri, kendi annelerinden doğma haricinde bir de onun vasıtasıyla doğdu; O, onların ruhlarını ve kalblerini, sapıklık, dalalet ve cehalet karanlıklarından çıkarıp ilim ve iman aydınlığına, ma'rifet ve tevhid fezasına çıkarmıştır.
Böylelikle onların ruhları ve kalbleri; bundan önce hissetmediği ve bilmediği bazı hakikatleri müşahede etmiştir.
Allah'ü teâla şöyle buyurmaktadır:
"Elif, Lam, Râ. Bu insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan nura, yegane galip, hamde layık olan (Allah'ın) yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır. " (İbrahim,1) ve şöyle buyurmakta:
"O, ümmiler arasında kendilerinden, onlara karşı O'nun âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Halbuki daha önceden apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Cuma, 2) ve yine şöyle buyurmakta:
"Andolsun ki Allah mü'minlere, içlerinde kendilerinden âyetlerini okuyan, onları tertemiz eden, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idiler."(Âl-i İmran, 164)
Bütün bu anlatılanlardan maksat şudur:
Bu doğum hususunda kalbler üç kısma ayrılmaktadır:
Birincisi: Daha doğmamış ve doğma vakti yaklaşmamış olan kalblerdir. Bilakis bu kalbler, daha dalalet, cehalet, sapıklık ve arzuların karnında cenin olarak durmaktadır.
İkincisi: Doğmuş, tevhid ve ma'rifet fezasına çıkmış ve heva ile nefsin karanlıklardan, yapısının mizacından kurtulmuş olan kalblerdir. Böylece onun gözü Allah ile aydın olmuş ve bazı göz ile kalblerde onunla aydın olmuştur. Onun yakınlığıyla ruhlar ünsiyet bulmuş ve onun görülmesi Allah'ı hatırlatmaktadır. Allah ile mutmain olmuş, O'nunla sükûnete kavuşmuş, himmetiyle Allah'a ibadete devam etmiş ve niyet ile maksadı "Refik'i a'la" ya göçmüştür. Allah'ın dışında hiçbir şeyle mutlu olmuyor, O'nun dışındaki hiçbir şeyin yanında sükûnet bulmuyor ve O'nun haricindeki hiçbir şeye mutmain olmuyor. Allah'ın dışındaki her şeyin alternatifini bulabiliyor; fakat Allah'ın alternatifini ebediyen bulamaz. Allah'ı zikretmek onun kalbinin hayatı, Allah'ın rızası onun en büyük isteği, Allah'ın sevgisi onun gücü ve Allah'ı tanımak / Ma'rifet onun arkadaşıdır. Onun kalbini Allah'tan alıp kendine çeken şeyi en yakını olsa dahi onun düşmanı ve onu Allah'a çeviren, kalbini Allah'a yönelten şeyi ondan en çok uzak olan bir şey olsa dahi onun dostudur. İşte bu ikisi birbirinden tamamen farklı ve birbirine zıt olan kalblerdir.
Üçüncüsü: "Berzah" ta bulunup sabah akşam doğmayı bekleyen bir kalbtir. Bu kalp, kendini her şeyden soyutlama fezasında bulunmakta ve yurtların arasından tevhid parıltılarını görmektedir. Saadetin/mutluluğun tamamiyle ancak yakınlığıyla olabileceği ve payın tümünün itaat ve sevgisinde bulunduğu zata yaklaşmaktan başka tüm arzulama ve sevme faktörlerini reddetmekte ve o zatı'ın cezp etmesi, durdurması ve engellemesi dışındaki yapısında bulunan etkenlerin tümünü kabul etmemektedir.
Bazen o; bu faktör ve etkenlerin arasında bulunur bazen birçok engel ve afeti aşmış olurken önünde daha birçok çöl bulunur.
Bütün bu anlatılanlardan maksadımız şudur ki; bu makamın sahibi zahiren ve batınen bu makamı elde edip nefsini kontrol ettiğinden dolayı makamına bakmaz, onunla meşgul olmaz ve onun üzerinde durmazsa hakiki bir fakir / muhtaç olur. Fakr ve ihtiyaç mertebesinden onu düşünerek birer ayıp ve noksanlık onda bulunmamış olur.
Şunu bil ki; dünya'yı kötülemek için dili kullanmak iki yerde güzeldir:
Biri: Dünya'ya rağbet eden birini dünya konusunda zahid etme hususudur.
İkincisi ise; nefis ve mizacı dünya'yı talep etmeye onu yöneltir; o da bu faktöre icabet edeceğinden korkarsa dünya'nın vefasızlığını, cefasının ve ortaklarının alçaklığını düşünebilir. Bu şekilde aklı kemale erip olgunluğunu elde edince dünya hakkında zahid olması kaçınılmaz olur.

Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye
 
Geri
Üst Ana Sayfa Alt