E
Çevrimdışı
Mutlak Zengin Sadece Allah'tır Kullar İse Fakir ve O'na Muhtaçtır
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَنتُمُ الْفُقَرَاء إِلَى اللَّهِ وَاللَّهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ
"Ey insanlar, siz Allah'a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganiy (hiç bir şeye muhtaç, ihtiyacı olmayan) dır, Hamîd (övülmeye, hamde layık) tır." (Fatir, 15)
Allah'ü teala bu ayet'i kerimeyle, kulların kendisine olan ihtiyacının onların mahiyetlerinden kaynaklandığını ve onlardan hiç ayrılmayacağını açıklamaktadır. Aynen bunun gibi Allah'ın zenginliği ve hiçbir şeye muhtaç olmamasıda O'nun zatından kaynaklanmaktadır.
Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp hamde layık olması; bunları gerektiren başka bir sebepten dolayı olmayıp sadece O'nun zatından dolayı O'na sabittir.
Allah'ın dışındaki varlıkların O'na muhtaç olmasıda, başka bir sebepten dolayı değilde sadece onların mahiyetlerinden kaynaklanmaktadır. Bu ihtiyaç; sonradan yaratılmış olmaları (hudus) veya imkan dairesinde olmalarıyla illetlendirilemez. Bilakis muhtacın ihtiyacı onun mahiyetinden / zatından kaynaklanmaktadır.
Kulun Rabbine olan ihtiyacı zatı olup bunu gerektiren başka bir sebepten kaynaklanmadığı gibi; noksanlıklardan münezzeh olan Rabbin zenginliğide zatidir; zenginliğini gerektiren başka bir sebepten kaynaklanmaz.
Bunu ifade için Şeyh'ül İslam İbni Teymiye şöyle demektedir:
"Benim için ihtiyaç gerekli, ebedi ve zati bir sıfattır; nasıl ki Allah için zenginlik-hiçbir şeye ihtiyaç duymaması-ebedi ve zati sıfattır."
(Bu hususta Şeyhülislam İbni Teymiyye'de (r.a) müşahede etmiş olduğum davranışları hiç kimsede müşahede etmemişimdir. Kendisi şu sözü sık sık söylerdi:
"Benim hiç bir şeyim yoktur. Benden sadır olan, bende mevcut olan hiçbir şey yoktur."
Çok kere de şu beyti misal verirdi:
"Ben fakir ve başarısızım ve böyle birinin oğluyum.
Benim babam ve dedem de böyle idiler."
Kendisi yüzüne karşı övüldüğünde şöyle derdi:
"Vallahi, ben bugüne kadar daima müslümanlığımı yenilerim
Ömrünün son demlerinde bir defasında bana kendi el yazısıyla bir tefsir kaidesi yazıp göndermişti. Kağıdın arkasına ise kendisine ait olan şu beyitler yazılıydı:
"Ben mahlukatın rabbine muhtacım.
Ben her halinde miskin olanım.
Ben nefsine çok zulmedenim.
Nefsim de bana zulmeder.
Eğer bize bir hayır gelirse O'ndan gelir.
Ben kendime bir yarar temin edemem.
Ve kendimden bir zararı da def edemem.
O'ndan başka beni idare edecek bir efendi yoktur.
Günahlarım kaplayınca şefaatçim de yoktur.
Meğer ki halikımız olan Rahman'dan ayetlerde geçtiği gibi
Şefaatçıya bir izin çıksın.
Ben O'nun katında ebediyyen hiçbir şeye malik olamam
Hiç bir zerreye de ortak değilim.
Bazı idarecilerin etrafında olduğu gibi,
Kendisinden yardım aldığı bir yardımcısı da değilim.
Fakr benim, benden hiç ayrılmayan asli vasfımdır.
Nitekim zenginlik de O'nun ebedi ve zati sıfatıdır.
Bu hal bütün mahlukatın halidir.
Hepsi O'nun katında, O'nun kölesidir.
Kim yaratıcısından başka birini gaye yaparsa,
O çok cahil, zalim, müşrik ve asidir." ( İbni Kayyim el-Cevziyye Medaricu’s- Salikin c.1 )
Bütün mahlukatın Rablerine olan ihtiyaçları zati olup başka bir sebebe dayanmaz. Fakirlik ve ihtiyacın sebepleri olarak takrir edilip zikredilen her şeyi; fakirlik ve ihtiyacın illetli değil sadece bunların var olduğunun delilleri / işaretleridir. Çünkü zati olan bir şeyin illeti / sebebi olmaz. Bizatihi muhtaç olan bizatihi zengin olana ihtiyaç duyar. Tesbit edilen sonradan yaratılma, imkan dairesinde olma ve ihtiyaç gibi şeyler; fakirliğin sebepleri değil delilleri / işaretleridir.
İşte bütün bunlardan dolayı yaratıkların, noksanlıklardan münezzeh olan Allah'a muhtaç olmalarının illeti konusundaki doğru görüş; filozof ve kelamcıların belirttiği görüşler değildir.
Felsefeciler şöyle derler: varlıkların muhtaç olmalarının illeti "İmkan dairesinde" olmalarıdır.
Kelamcılar ise şöyle derler: Muhtaç olmanın sebebi sonradan yaratılmadır.
Doğru olan ise; mümkün olma ve hadis olmanın biri diğerini gerektirdiği ve her ikisinde ihtiyaç ve fakirliğin delili/işareti olduğudur.
Alemin Allah'a muhtaç olması; zati bir şey olup illetlendirilemez. Âlem, bizatihi zengin olan Rabbine bizatihi muhtaçtır. Bu böyle bilindikten sonra "imkan" "hudus" vesair delillerle bu ihtiyaca delil getirilebilir. Bu anlatılanlardan kasdımız şudur:
Allah sübhanehü ve teala, kulların zat ve mahiyetlerinden kendisine ihtiyaç duydukları ile; kendisinin mukaddes zatı ve hakikatinden ise; zengin olup her hamde layık olduğu şeklinde haber vermiştir.
Her açıdan mutlak ihtiyaç, kulların zat ve mahiyetleri için sabit olduğu gibi; her açıdan mutlak zenginlikde Allah'ın zat ve hakikati için sabittir. Bu durumda; kulun fakir olmaması ve Rabbin de zengin olmaması -kulun kul olmaması ve Rabbin de Rab olmaması gibi- imkansızdır.
Bu böyle bilindikten sonra şöyle deriz ki: fakirlik ve ihtiyaç iki kısma ayrılır:
Birincisi: Zorunlu bir ihtiyaç olup iyi ve kötü herkesi kapsar. Bu fakirlik ve ihtiyaç; övülmeyi, kötülenmeyi, sevabı ve cezayı gerektirmeyerek kulun yaratılmış olması gibi bir ihtiyaçtır.
İkincisi: İhtiyari bir fakirlik ve ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç iki şerefli ilmin neticesidir:
- Biri; kulun Rabbini tanıması;
- diğeri ise kulun kendi nefsini tanımasıdır.
İnsan bu ilmi elde edince; zenginliğinin ta kendisi olan bir fakirliği, kurtuluş ve saadetin simgesini elde etmiş olur.
Bu fakirlik ve ihtiyaçta İnsanlar; bu iki ilimdeki farklılıkları ile ayrı ayrı derecelere ayrılırlar.
Kim Rabbini mutlak zenginlikle tanırsa kendisini de mutlak fakirlikle tanır.
Kimde Rabbini mükemmel bir kudret ile tanırsa kendisinide tam bir acizlik ile tanır.
Her kimde Rabbini tam bir izzet sahibi olarak tanırsa kendinide tam bir zillet ve meskenet sahibi olarak bilir.
Kimde Rabbini kemal derecedeki ilim ve hikmet ile bilirse kendisini de cehalet ile tanımış olur.
Allah'ü teala insanı, hiçbir şey bilmediği, hiçbir şeye kadir olmadığı vermeye, vermemeye, zarara, faydaya ve hiçbir şeye gücünün yetmediği bir halde anasının karnından çıkartmıştır.
Bu halde iken onun, kendisiyle yükseleceği kemal bulacağı şeylere muhtaç olduğu herkesin hissedebildiği, görebildiği bir şeydir.
Bu ihtiyacın, onun zatının gereklerinden olduğu ise bilinen bir şeydir. Zatının gereklerinden olan bir şey ise; zatının devam etmesiyle devam eder. O, bu mertebeden hiçbir zaman rububiyet ve zenginlik mertebesine intikal etmedi ve etmeyecektir. Bilakis o; zatının gereği olarak devamlı yaratıcısına muhtaç olmuştur. Onun durumu bu iken:
- Allah ona nimetlerini bol bol verince,
- Rahmetini onun üstüne yayınca,
- Açık ve gizli olarak onun mükemmelleşme sebeplerini ona sevkedince,
- Kendi nimet elbiselerini ona giydirip ona kulak, göz ve kalp yaratınca,
- Ona; hemcinslerini hizmetinde kullanma imkanı verince,
- Atı ve deveyi ona musahhar kılıp su hayvanlarına onu musallat edince,
- Havadaki kuşu indirip vahşi hayvanları kahretmeye onu musallat edip nehirleri kazma, ağaçları dikme, yeri yarma, binaları yükseltme, maslahatlarını inceleme ve kendisine eziyet verecek şeylerden sakınıp korunma imkanını ona verince;
- Miskin ve fakir zannettiği onunda mülkte bir payı var ve Allah sübhanehü ve teala ile beraber kendisinin de mülkünün olduğunu iddia etmeye başladı.
Kendisine ilk bakışının dışındaki bir bakışla bakmaya başlayıp daha önce içerisinde bulunduğu yokluk, fakirlik ve ihtiyaç duyma durumunu unutuverdi. Hatta; sanki daha önce muhtaç ve fakir olan kendisi değilde başka biriydi.
İmam Ahmed, müsnedinde Büsr b. Cihaş el-kûreyşi den şöyle rivayet ediyor:
Râsûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün avucuna tükürüp parmağını tükrüğünün üstüne koyduktan sonra şöyle buyurdular:
"Allah Teâlâ şöyle dedi:
"Ey insanoğlu! Sen nasıl beni aciz bırakabileceksinki; halbuki ben seni şunun (meni) gibi bir şeyden yarattım. Öyle ki; ben seni düzgün bir şekle sokup dengeli bir yapıda yaratınca sen iki elbise arasında yürüdün ve yer senden feryat ediyordu. Böylece sen (mal) topladın ve vermedin. Fakat ruh boğaza dayanınca dedin ki: tasadduk edeceğim! Şimdi tasadduk etme zamanı mı?" (Ahmet, 4/210,211. İbni mace, 2707.)
İşte saptırılanlar bu noktadan saptırılmış ve muvaffak kılınanlar da bu noktadan muvaffak kılınmışlardır.
Saptırılanlar, kendi hakikatlerini tanımaktan mahrum bırakılarak kendi nefislerini unutmuş ve Rablerine olan ihtiyaçlarını, fakr'u zaruretlerini hatırlarına bile getirmez olmuşlardır. Böylece azgınlaşmış ve haddi aşmış olup bedbahlığı / şakaveti hak etmişlerdir.
Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Sakın! Çünkü însan, gerçekten azar; kendisini müstağni gördü diye." (el-Alak, 6-7) ve şöyle buyuruyor:
"Artık kim (infâk edip) verir ve sakınırsa, o el-Hüsnâ'yı da doğrularsa; Biz de ona kolay olanı kolaylaştırırız; Amma kim cimrilik eder ve kendisini müstağni görür, o el-Hüsnâ'yı da yalanlarsa; Biz de ona en zor olanı (isyanı) kolaylaştırırız." (el-Leyl, 5-10)
Yaratıkların en mükemmeli; kulluğu en mükemmel olan Rabbine olan ihtiyacını, fakr'u zaruretini en çok gören, bir an bile O'ndan müstağni olmadığını en çok bilendir.
İşte bundan dolayı Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) dualarından biri de şöyleydi:
"(Allahım!) Benim bütün işlerimi ıslah eyle. Beni bir an bile ne nefsime ne de başka bir kuluna havale etme." (Ahmet, 5742; Ebu Davud, 5090; en-Nesai, 22)
Ve şöyle dua ederdi:
"Ey kalpleri evirip çeviren (Allahım)! Benim kalbimi dinin üzerinde sabit kıl." (Müslim. 2654; Tirmizi, 2140)
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) çok iyi biliyorduki onun kalbi Rahman'ın elinde ve o, kalbi hakkında hiçbir şeye malik değildir. Allah'ü Teâlâ dilediği gibi onun kalbini evirip çeviriyor. Nasıl bilmesin ki; Allah'ü Teâlâ'nın şu sözünü devamlı okuyordu:
"Ve eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, onlara az kalsın biraz meyledecektin." (el-İsra, 74)
Efendimizin Allah'a olan ihtiyacı ve fakr'u zarureti; Allah'ı tanıması, O'na yakınlığı ve O'nun katındaki mertebesi nisbetindeydi.
Bu öyle bir şeydir ki; onun dışındakiler için, bundan sadece kabın dışından süzülen miktarı görülebilir.
Bundan dolayı o; derece olarak yaratıkların Allah'a en yakını, makam ve mevki bakımından en büyüğü ve mertebesi en yüksek olanıydı.
Bunun sebebi; "ubudiyet" ve "fakr" makamının kemal derecesinde bulunmasıydı. Ashabına şöyle diyordu:
"Ey insanlar! Beni, (bulunmanı gereken) mertebemin üstüne çıkarmanızı hiç mi hiç istemem; şüphe yok ki Ben ancak bir kulum." Ve şöyle diyordu:
"Hristiyanların Meryem oğlu İsa'yı yücelttikleri gibi sakın siz de beni yüceltmeyin. Ben ancak bir kulum. O halde siz de: "Allah'ın kulu ve Rasûlü" deyin."(el-Buhari-Fethülbari,- 12/144.)
Allah'ü Teâlâ onu, en şerefli makamlarında dahi kulluğu özelliğiyle zikretmektedir; isra, davet ve meydan okuma makamlarında. Şöyle buyuruyor:
"Kulunu geceleyin mescid'i Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız mescid'i Aksâ'ya götüren (Allah) münezzehtir." (el-İsra, 1) ve şöyle buyurmakta:
"Şu da bir gerçek ki; Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığında..." (el-Cinn,19) ve yine şöyle diyor:
"Eğer kulumuza kısım kısım indirdiğimizden şüphe içindeyseniz.." (el-Bakara,23) şefaat hakkındaki hadiste şöyle deniyor:
"Mesih onlara: Allah'ın önceki ve sonraki günahlarını bağışladığı bir kul olan Muhammed'e gidin diyecek." (el-Buhari-Fethül bari, 13/392; Müslim. 193)
O bu makamı, mükemmel ubudiyetiyle ve Allah'ın onu tamamen affetmesiyle elde etmiştir. Allah'ü Teâlâ'nın:
"Ey insanlar, Allah'a muhtaç olan sizlersiniz." (el-Fatır,15) âyetin de Rab ismini değil de Allah ismini belirtmesini iyi bir düşün! Bunun sebebi; ihtiyacın iki çeşidini de belirtmektir.
Daha önceden geçtiği üzere ihtiyaç iki çeşittir:
1 - Allah'ın Rububiyetine olan ihtiyaç ki; bu bütün mahlukatın ihtiyacıdır.
2 - Allah'ın Ulûhiyetine olan ihtiyaçki; bu da peygamber, Rasûl ve Allah'ın Salih kullarının ihtiyacıdır. İşte faydalı olan ihtiyaç da budur. İlim erbabı ariflerin işaret edip hakkında konuştukları ihtiyaç da, herkesi kapsayan genel ihtiyaç değil de sadece bunları kapsayan bu özel ihtiyaçtır.
Bu konuda onların ibareleri ve nitelemeleri farklı farklıdır; her biri kendi zevki ve tabir etmeye olan gücü nisbetinde haber vermişlerdir.
Şeyh'ül İslam el-Ensari şöyle demektedir:
"Fakr / muhtaç olma; kendini herhangi bir şeye malik ve o şeyi kendi mülkü olarak görmekten teberi etmenin ismidir. Bu da üç derecedir:
Birinci derece: zahidlerin muhtaç olma halidir kî; hem talep etme hem de alıp koruma bakımından dünyadan elleri silkmektir.
Hem övme hem de kötüleme açılarından dilin dünya hakkında susması ve talep edip terk etme şekillerinin ikisinde de ondan selamette kalmaktır. İşte bu; onların yüceliği hakkında konuştuğu fakr / ihtiyaçtır.
İkinci derece: Allah'ın fazl'ü keremini düşünmekle öne geçmeye dönmektir.
Bu ise: kendi amellerini görmekten kurtulmayı netice verip güzel durumlarını müşahede etmeyi keser ve -maddi manevi-makamları düşünme kirlerinden insanı arındırır.
Üçüncü derece ise: Tam bir ihtiyaç duyma, benliğinden kopma ve her şeyin mülkünü Allah'a verme prangasında hapsolmak fakr ve ihtiyacıdır ki; bu da sofilerin muhtaç olma halidir."
Şeyh'ül İslam şu sözüyle:
"Fakr / muhtaç olma; kendini herhangi bir şeye malik ve o şeyi kendi mülkü olarak görmekten teberri etmektir"
Şunu kastetmektir;
Fakir, muhtaç olan kimse; mülkü, hak olan malikine verir ve kendi nefsini de Allah'ın mülkünü bilir. Nefsini hiçbir şekilde hiçbir şeye malik görmez.
Amellerini ise: mevlasının emrettiklerini yapmakta kullanılan bir köle O'nun mülkü olması gereğince yapmak zorunda olduğu görevleri olarak telakki eder. Böylece nefsi mevlasının mülkü ve amelleri köle olması gereğince yapması gerekli olan görevleri olur. Dolayısıyla o, ne kendi nefsine, ne zerrelerinden herhangi birine ve ne de amellerine malik değildir. Fakat bunlar; kendi mülkiyetine emaneten verilmiş ve yapması gereken görevleridir.
Bunun örneği:
"Kendi öz malından bir köle satın alan, daha sonra ona çeşitli sanatları öğreten biri gibidir. Kölesi o sanatları öğrenince ona şöyle dedi:
"Çalış ve gelirini bana ver; senin, kendi nefsinde ve kazancında hiçbir hakkın yoktur."
Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَنتُمُ الْفُقَرَاء إِلَى اللَّهِ وَاللَّهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ
"Ey insanlar, siz Allah'a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganiy (hiç bir şeye muhtaç, ihtiyacı olmayan) dır, Hamîd (övülmeye, hamde layık) tır." (Fatir, 15)
Allah'ü teala bu ayet'i kerimeyle, kulların kendisine olan ihtiyacının onların mahiyetlerinden kaynaklandığını ve onlardan hiç ayrılmayacağını açıklamaktadır. Aynen bunun gibi Allah'ın zenginliği ve hiçbir şeye muhtaç olmamasıda O'nun zatından kaynaklanmaktadır.
Allah'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp hamde layık olması; bunları gerektiren başka bir sebepten dolayı olmayıp sadece O'nun zatından dolayı O'na sabittir.
Allah'ın dışındaki varlıkların O'na muhtaç olmasıda, başka bir sebepten dolayı değilde sadece onların mahiyetlerinden kaynaklanmaktadır. Bu ihtiyaç; sonradan yaratılmış olmaları (hudus) veya imkan dairesinde olmalarıyla illetlendirilemez. Bilakis muhtacın ihtiyacı onun mahiyetinden / zatından kaynaklanmaktadır.
Kulun Rabbine olan ihtiyacı zatı olup bunu gerektiren başka bir sebepten kaynaklanmadığı gibi; noksanlıklardan münezzeh olan Rabbin zenginliğide zatidir; zenginliğini gerektiren başka bir sebepten kaynaklanmaz.
Bunu ifade için Şeyh'ül İslam İbni Teymiye şöyle demektedir:
"Benim için ihtiyaç gerekli, ebedi ve zati bir sıfattır; nasıl ki Allah için zenginlik-hiçbir şeye ihtiyaç duymaması-ebedi ve zati sıfattır."
(Bu hususta Şeyhülislam İbni Teymiyye'de (r.a) müşahede etmiş olduğum davranışları hiç kimsede müşahede etmemişimdir. Kendisi şu sözü sık sık söylerdi:
"Benim hiç bir şeyim yoktur. Benden sadır olan, bende mevcut olan hiçbir şey yoktur."
Çok kere de şu beyti misal verirdi:
"Ben fakir ve başarısızım ve böyle birinin oğluyum.
Benim babam ve dedem de böyle idiler."
Kendisi yüzüne karşı övüldüğünde şöyle derdi:
"Vallahi, ben bugüne kadar daima müslümanlığımı yenilerim
Ömrünün son demlerinde bir defasında bana kendi el yazısıyla bir tefsir kaidesi yazıp göndermişti. Kağıdın arkasına ise kendisine ait olan şu beyitler yazılıydı:
"Ben mahlukatın rabbine muhtacım.
Ben her halinde miskin olanım.
Ben nefsine çok zulmedenim.
Nefsim de bana zulmeder.
Eğer bize bir hayır gelirse O'ndan gelir.
Ben kendime bir yarar temin edemem.
Ve kendimden bir zararı da def edemem.
O'ndan başka beni idare edecek bir efendi yoktur.
Günahlarım kaplayınca şefaatçim de yoktur.
Meğer ki halikımız olan Rahman'dan ayetlerde geçtiği gibi
Şefaatçıya bir izin çıksın.
Ben O'nun katında ebediyyen hiçbir şeye malik olamam
Hiç bir zerreye de ortak değilim.
Bazı idarecilerin etrafında olduğu gibi,
Kendisinden yardım aldığı bir yardımcısı da değilim.
Fakr benim, benden hiç ayrılmayan asli vasfımdır.
Nitekim zenginlik de O'nun ebedi ve zati sıfatıdır.
Bu hal bütün mahlukatın halidir.
Hepsi O'nun katında, O'nun kölesidir.
Kim yaratıcısından başka birini gaye yaparsa,
O çok cahil, zalim, müşrik ve asidir." ( İbni Kayyim el-Cevziyye Medaricu’s- Salikin c.1 )
Bütün mahlukatın Rablerine olan ihtiyaçları zati olup başka bir sebebe dayanmaz. Fakirlik ve ihtiyacın sebepleri olarak takrir edilip zikredilen her şeyi; fakirlik ve ihtiyacın illetli değil sadece bunların var olduğunun delilleri / işaretleridir. Çünkü zati olan bir şeyin illeti / sebebi olmaz. Bizatihi muhtaç olan bizatihi zengin olana ihtiyaç duyar. Tesbit edilen sonradan yaratılma, imkan dairesinde olma ve ihtiyaç gibi şeyler; fakirliğin sebepleri değil delilleri / işaretleridir.
İşte bütün bunlardan dolayı yaratıkların, noksanlıklardan münezzeh olan Allah'a muhtaç olmalarının illeti konusundaki doğru görüş; filozof ve kelamcıların belirttiği görüşler değildir.
Felsefeciler şöyle derler: varlıkların muhtaç olmalarının illeti "İmkan dairesinde" olmalarıdır.
Kelamcılar ise şöyle derler: Muhtaç olmanın sebebi sonradan yaratılmadır.
Doğru olan ise; mümkün olma ve hadis olmanın biri diğerini gerektirdiği ve her ikisinde ihtiyaç ve fakirliğin delili/işareti olduğudur.
Alemin Allah'a muhtaç olması; zati bir şey olup illetlendirilemez. Âlem, bizatihi zengin olan Rabbine bizatihi muhtaçtır. Bu böyle bilindikten sonra "imkan" "hudus" vesair delillerle bu ihtiyaca delil getirilebilir. Bu anlatılanlardan kasdımız şudur:
Allah sübhanehü ve teala, kulların zat ve mahiyetlerinden kendisine ihtiyaç duydukları ile; kendisinin mukaddes zatı ve hakikatinden ise; zengin olup her hamde layık olduğu şeklinde haber vermiştir.
Her açıdan mutlak ihtiyaç, kulların zat ve mahiyetleri için sabit olduğu gibi; her açıdan mutlak zenginlikde Allah'ın zat ve hakikati için sabittir. Bu durumda; kulun fakir olmaması ve Rabbin de zengin olmaması -kulun kul olmaması ve Rabbin de Rab olmaması gibi- imkansızdır.
Bu böyle bilindikten sonra şöyle deriz ki: fakirlik ve ihtiyaç iki kısma ayrılır:
Birincisi: Zorunlu bir ihtiyaç olup iyi ve kötü herkesi kapsar. Bu fakirlik ve ihtiyaç; övülmeyi, kötülenmeyi, sevabı ve cezayı gerektirmeyerek kulun yaratılmış olması gibi bir ihtiyaçtır.
İkincisi: İhtiyari bir fakirlik ve ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç iki şerefli ilmin neticesidir:
- Biri; kulun Rabbini tanıması;
- diğeri ise kulun kendi nefsini tanımasıdır.
İnsan bu ilmi elde edince; zenginliğinin ta kendisi olan bir fakirliği, kurtuluş ve saadetin simgesini elde etmiş olur.
Bu fakirlik ve ihtiyaçta İnsanlar; bu iki ilimdeki farklılıkları ile ayrı ayrı derecelere ayrılırlar.
Kim Rabbini mutlak zenginlikle tanırsa kendisini de mutlak fakirlikle tanır.
Kimde Rabbini mükemmel bir kudret ile tanırsa kendisinide tam bir acizlik ile tanır.
Her kimde Rabbini tam bir izzet sahibi olarak tanırsa kendinide tam bir zillet ve meskenet sahibi olarak bilir.
Kimde Rabbini kemal derecedeki ilim ve hikmet ile bilirse kendisini de cehalet ile tanımış olur.
Allah'ü teala insanı, hiçbir şey bilmediği, hiçbir şeye kadir olmadığı vermeye, vermemeye, zarara, faydaya ve hiçbir şeye gücünün yetmediği bir halde anasının karnından çıkartmıştır.
Bu halde iken onun, kendisiyle yükseleceği kemal bulacağı şeylere muhtaç olduğu herkesin hissedebildiği, görebildiği bir şeydir.
Bu ihtiyacın, onun zatının gereklerinden olduğu ise bilinen bir şeydir. Zatının gereklerinden olan bir şey ise; zatının devam etmesiyle devam eder. O, bu mertebeden hiçbir zaman rububiyet ve zenginlik mertebesine intikal etmedi ve etmeyecektir. Bilakis o; zatının gereği olarak devamlı yaratıcısına muhtaç olmuştur. Onun durumu bu iken:
- Allah ona nimetlerini bol bol verince,
- Rahmetini onun üstüne yayınca,
- Açık ve gizli olarak onun mükemmelleşme sebeplerini ona sevkedince,
- Kendi nimet elbiselerini ona giydirip ona kulak, göz ve kalp yaratınca,
- Ona; hemcinslerini hizmetinde kullanma imkanı verince,
- Atı ve deveyi ona musahhar kılıp su hayvanlarına onu musallat edince,
- Havadaki kuşu indirip vahşi hayvanları kahretmeye onu musallat edip nehirleri kazma, ağaçları dikme, yeri yarma, binaları yükseltme, maslahatlarını inceleme ve kendisine eziyet verecek şeylerden sakınıp korunma imkanını ona verince;
- Miskin ve fakir zannettiği onunda mülkte bir payı var ve Allah sübhanehü ve teala ile beraber kendisinin de mülkünün olduğunu iddia etmeye başladı.
Kendisine ilk bakışının dışındaki bir bakışla bakmaya başlayıp daha önce içerisinde bulunduğu yokluk, fakirlik ve ihtiyaç duyma durumunu unutuverdi. Hatta; sanki daha önce muhtaç ve fakir olan kendisi değilde başka biriydi.
İmam Ahmed, müsnedinde Büsr b. Cihaş el-kûreyşi den şöyle rivayet ediyor:
Râsûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün avucuna tükürüp parmağını tükrüğünün üstüne koyduktan sonra şöyle buyurdular:
"Allah Teâlâ şöyle dedi:
"Ey insanoğlu! Sen nasıl beni aciz bırakabileceksinki; halbuki ben seni şunun (meni) gibi bir şeyden yarattım. Öyle ki; ben seni düzgün bir şekle sokup dengeli bir yapıda yaratınca sen iki elbise arasında yürüdün ve yer senden feryat ediyordu. Böylece sen (mal) topladın ve vermedin. Fakat ruh boğaza dayanınca dedin ki: tasadduk edeceğim! Şimdi tasadduk etme zamanı mı?" (Ahmet, 4/210,211. İbni mace, 2707.)
İşte saptırılanlar bu noktadan saptırılmış ve muvaffak kılınanlar da bu noktadan muvaffak kılınmışlardır.
Saptırılanlar, kendi hakikatlerini tanımaktan mahrum bırakılarak kendi nefislerini unutmuş ve Rablerine olan ihtiyaçlarını, fakr'u zaruretlerini hatırlarına bile getirmez olmuşlardır. Böylece azgınlaşmış ve haddi aşmış olup bedbahlığı / şakaveti hak etmişlerdir.
Allah'ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Sakın! Çünkü însan, gerçekten azar; kendisini müstağni gördü diye." (el-Alak, 6-7) ve şöyle buyuruyor:
"Artık kim (infâk edip) verir ve sakınırsa, o el-Hüsnâ'yı da doğrularsa; Biz de ona kolay olanı kolaylaştırırız; Amma kim cimrilik eder ve kendisini müstağni görür, o el-Hüsnâ'yı da yalanlarsa; Biz de ona en zor olanı (isyanı) kolaylaştırırız." (el-Leyl, 5-10)
Yaratıkların en mükemmeli; kulluğu en mükemmel olan Rabbine olan ihtiyacını, fakr'u zaruretini en çok gören, bir an bile O'ndan müstağni olmadığını en çok bilendir.
İşte bundan dolayı Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) dualarından biri de şöyleydi:
"(Allahım!) Benim bütün işlerimi ıslah eyle. Beni bir an bile ne nefsime ne de başka bir kuluna havale etme." (Ahmet, 5742; Ebu Davud, 5090; en-Nesai, 22)
Ve şöyle dua ederdi:
"Ey kalpleri evirip çeviren (Allahım)! Benim kalbimi dinin üzerinde sabit kıl." (Müslim. 2654; Tirmizi, 2140)
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) çok iyi biliyorduki onun kalbi Rahman'ın elinde ve o, kalbi hakkında hiçbir şeye malik değildir. Allah'ü Teâlâ dilediği gibi onun kalbini evirip çeviriyor. Nasıl bilmesin ki; Allah'ü Teâlâ'nın şu sözünü devamlı okuyordu:
"Ve eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, onlara az kalsın biraz meyledecektin." (el-İsra, 74)
Efendimizin Allah'a olan ihtiyacı ve fakr'u zarureti; Allah'ı tanıması, O'na yakınlığı ve O'nun katındaki mertebesi nisbetindeydi.
Bu öyle bir şeydir ki; onun dışındakiler için, bundan sadece kabın dışından süzülen miktarı görülebilir.
Bundan dolayı o; derece olarak yaratıkların Allah'a en yakını, makam ve mevki bakımından en büyüğü ve mertebesi en yüksek olanıydı.
Bunun sebebi; "ubudiyet" ve "fakr" makamının kemal derecesinde bulunmasıydı. Ashabına şöyle diyordu:
"Ey insanlar! Beni, (bulunmanı gereken) mertebemin üstüne çıkarmanızı hiç mi hiç istemem; şüphe yok ki Ben ancak bir kulum." Ve şöyle diyordu:
"Hristiyanların Meryem oğlu İsa'yı yücelttikleri gibi sakın siz de beni yüceltmeyin. Ben ancak bir kulum. O halde siz de: "Allah'ın kulu ve Rasûlü" deyin."(el-Buhari-Fethülbari,- 12/144.)
Allah'ü Teâlâ onu, en şerefli makamlarında dahi kulluğu özelliğiyle zikretmektedir; isra, davet ve meydan okuma makamlarında. Şöyle buyuruyor:
"Kulunu geceleyin mescid'i Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız mescid'i Aksâ'ya götüren (Allah) münezzehtir." (el-İsra, 1) ve şöyle buyurmakta:
"Şu da bir gerçek ki; Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığında..." (el-Cinn,19) ve yine şöyle diyor:
"Eğer kulumuza kısım kısım indirdiğimizden şüphe içindeyseniz.." (el-Bakara,23) şefaat hakkındaki hadiste şöyle deniyor:
"Mesih onlara: Allah'ın önceki ve sonraki günahlarını bağışladığı bir kul olan Muhammed'e gidin diyecek." (el-Buhari-Fethül bari, 13/392; Müslim. 193)
O bu makamı, mükemmel ubudiyetiyle ve Allah'ın onu tamamen affetmesiyle elde etmiştir. Allah'ü Teâlâ'nın:
"Ey insanlar, Allah'a muhtaç olan sizlersiniz." (el-Fatır,15) âyetin de Rab ismini değil de Allah ismini belirtmesini iyi bir düşün! Bunun sebebi; ihtiyacın iki çeşidini de belirtmektir.
Daha önceden geçtiği üzere ihtiyaç iki çeşittir:
1 - Allah'ın Rububiyetine olan ihtiyaç ki; bu bütün mahlukatın ihtiyacıdır.
2 - Allah'ın Ulûhiyetine olan ihtiyaçki; bu da peygamber, Rasûl ve Allah'ın Salih kullarının ihtiyacıdır. İşte faydalı olan ihtiyaç da budur. İlim erbabı ariflerin işaret edip hakkında konuştukları ihtiyaç da, herkesi kapsayan genel ihtiyaç değil de sadece bunları kapsayan bu özel ihtiyaçtır.
Bu konuda onların ibareleri ve nitelemeleri farklı farklıdır; her biri kendi zevki ve tabir etmeye olan gücü nisbetinde haber vermişlerdir.
Şeyh'ül İslam el-Ensari şöyle demektedir:
"Fakr / muhtaç olma; kendini herhangi bir şeye malik ve o şeyi kendi mülkü olarak görmekten teberi etmenin ismidir. Bu da üç derecedir:
Birinci derece: zahidlerin muhtaç olma halidir kî; hem talep etme hem de alıp koruma bakımından dünyadan elleri silkmektir.
Hem övme hem de kötüleme açılarından dilin dünya hakkında susması ve talep edip terk etme şekillerinin ikisinde de ondan selamette kalmaktır. İşte bu; onların yüceliği hakkında konuştuğu fakr / ihtiyaçtır.
İkinci derece: Allah'ın fazl'ü keremini düşünmekle öne geçmeye dönmektir.
Bu ise: kendi amellerini görmekten kurtulmayı netice verip güzel durumlarını müşahede etmeyi keser ve -maddi manevi-makamları düşünme kirlerinden insanı arındırır.
Üçüncü derece ise: Tam bir ihtiyaç duyma, benliğinden kopma ve her şeyin mülkünü Allah'a verme prangasında hapsolmak fakr ve ihtiyacıdır ki; bu da sofilerin muhtaç olma halidir."
Şeyh'ül İslam şu sözüyle:
"Fakr / muhtaç olma; kendini herhangi bir şeye malik ve o şeyi kendi mülkü olarak görmekten teberri etmektir"
Şunu kastetmektir;
Fakir, muhtaç olan kimse; mülkü, hak olan malikine verir ve kendi nefsini de Allah'ın mülkünü bilir. Nefsini hiçbir şekilde hiçbir şeye malik görmez.
Amellerini ise: mevlasının emrettiklerini yapmakta kullanılan bir köle O'nun mülkü olması gereğince yapmak zorunda olduğu görevleri olarak telakki eder. Böylece nefsi mevlasının mülkü ve amelleri köle olması gereğince yapması gerekli olan görevleri olur. Dolayısıyla o, ne kendi nefsine, ne zerrelerinden herhangi birine ve ne de amellerine malik değildir. Fakat bunlar; kendi mülkiyetine emaneten verilmiş ve yapması gereken görevleridir.
Bunun örneği:
"Kendi öz malından bir köle satın alan, daha sonra ona çeşitli sanatları öğreten biri gibidir. Kölesi o sanatları öğrenince ona şöyle dedi:
"Çalış ve gelirini bana ver; senin, kendi nefsinde ve kazancında hiçbir hakkın yoktur."