11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletlerinde, ikiz kulelere ve Pentagon’a yapılan terör saldırısından sonra ABD Başkanı George W. Bush, saldırının Afganistan’ı kontrol eden Taliban’ın himayesindeki Suudi Arabistan asıllı Usame Bin Ladin’in işi olduğunu söyledi. Başkan Bush ayrıca, Afganistan’ın bir terör yuvasına döndüğünü, Ladin ve Afganistan Devlet Başkanı Taliban lideri Molla Ömer’in de en büyük terörist olduğunu söyledi. Bush bu süreçten sonra da hiçbir uluslar arası hukuka uymadan, bu ülkeye hiç zaman da tanımayarak “crusader” (Haçlı Savaşı) ilan etti. 7 Ekim 2001 tarihinde başlayan işgal 10. Yılına girmek üzeredir.
Sovyetler’in Afganistan’ı İşgali, ABD ve Ladin’in Doğuşu
BM raporlarına göre, Rus birliklerinin ülkeye girdiği 27 Aralık 1979’dan, ülkeden son Rus askerin çekildiği Şubat 1989’a kadar süren savaşta, yaklaşık iki milyon insan ölmüş ve iki milyonu da yaralanmıştır. Beş milyon insan göçmen durumuna düşmüş ve 400 bin kadın da dul kalmıştır. Ayrıca Rusların ülkeye yerleştirdikleri 10 milyon mayın yüzünden de işgalden sonra da 400.000 insan ölmüştür. İşgalden sonra Afganistan kaderine terk edilir. Ve ülke savaş lordları, dış güçler ve uyuşturucu tüccarları arasında paylaştırılır. Bu nedenle Afganistan konusundaki önemli uzmanlardan Amerikalı Barnett R. Rubin 1995 yılında şöyle der: “Afganistan’daki başarısızlığın nedeni yalnızca Afgan Devletinin kendisi değil, bu devleti önce destekleyen, sonra da yöneticilerini bir kenara atan Uluslararası Sistemdir.”
Huzur ve düzen vadeden Taliban da bu süreçte ortaya çıkmış ve onu başta ABD, Pakistan ve Suudi Arabistan desteklemiştir. ABD’nin Taliban’ı desteklemesinde esas iki amacı vardı. İran’ı sıkıştırmak ve Orta Asya’nın Enerji kaynaklarını kontrol etmekti. Taliban’ın askeri olarak çıkışı ise tamamen Pakistan’a bilgi ve desteğinde (Pakistan Dış İstihbarat Örgütü, ISI) olmuştur.
Taliban’ın 1996‘da Kabil’i ve Afganistan’ın dörtte üçünü ele geçirmesi üzerine Taliban, Ladin ve Molla Ömer; ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan tarafından Afganistan’ın resmi hakimi olarak tanınmıştır. Böylece Başta ABD olmak üzere Suudi Arabistan, Pakistan, İran ve Taliban’ın Afganistan’daki faaliyetleri yeni bir Büyük Oyun hatırlatıyordu.
Ladin, Taliban ve Petrol Şirketleri
1986 yılında CIA başkanı Willam Casey, Sovyetler Birliğine karşı savaşı şiddetlendirmek için şu kararları alır[1].
a) Mücahitlere Stinger füzeleri de dâhil gelişmiş silahların verilmesi,
b) CIA’nın ISI ile birlikte Mücahitlere eğitim vermesi,
c) Dünyanın her yerinden radikal Müslümanları getirip Pakistan üzerinden Afganistan’a sokma.
İslam dünyasından 35.000 kişi bu davete icabet etmiş hatta Çin’den bile gelenler olmuştur. Bu davete katılanlardan biri de Suudi Hanedanına çok yakın bir aileden gelen Usame Bin Ladin, ilk kez 1980 yılında babasının parasal yardım yaptığı Afgan cihadına bizzat katılmıştı. Çok sayıda inşaat şirketine sahip olan Ladin, bizzat CIA’nın eğitiminden de geçirilerek fiilen ve parasal olarak katılmıştı. İnşaatçı, Yemenli, Bush ortağı ve sayısı bilinmeyen evlada sahip bir babanın, sıradan bir oğlu olan Usame Bin Ladin, bir süre sonra Arap olmayan kişilerin de içinde yer aldığı “Arap-Afganlar” olarak nitelendirilen bu grubun başı olarak Host Tünel kompleksinin de içinde yer aldığı kendi eğitim kampında çalışıyordu. Bu dönemde Ladin şöyle demişti: “Bu ateist Ruslara karşı Suudiler beni Afganistan’daki temsilcileri olarak seçtiler. Silahlar Amerika’dan paralar da Suudilerden gelmektedir.”
Ladin’in üstadım dediği Filistinli Abdullah Azzam’ın Peşaver’de 1989 yılında organize bir CIA işi olduğu genel kabul gören, Ladin’in önünü açmak için de olabilir, arabada öldürülmesi üzerine Azzam’a bağlı Arap Afganlardan oluşan El Kaide terör örgütünün başına Ladin geçti.
Ladin, 1990 yılında Mücahitler arası çatışmalardan usandığı için ülkesine geri döner. Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine ülkesine gelen ABD askerinin geri gitmemesi üzerine kraliyet ailesine karşı durmuş ve muhalefetinin dozajını artınca da, önce Sudan Devlet Başkanı Hasan Turabi’nin yanına, ardından 1996 yılında Suudi vatandaşlığından çıkarılarak Pakistan’a gelir.
Burada Molla Ömer’le tanışan Ladin, aynı zamanda ABD’ye karşı cihad ilan eder. Bunun üzerine CIA da Ladin’i dünyadaki aşırı İslamcı faaliyetlerin “en önemli para kaynaklarından biri” olarak nitelendirir ve 1997 yılında ise onu yakalamak için “Peşaver’e bir tim gönderir. Ancak dönemin ABD Güney Asya Sorumlusu, “hedeflerini daraltacağından” Ladin’in yakalanmasına şimdilik gerek olmadığını belirtir.
Ladin de buna karşı bir fetva daha çıkararak; “Dünyadaki Amerikalıların öldürülmesinin her Müslüman’ın farz görevi olduğunu” belirtiyordu. Tam da bu sırada Ağustos 1998 yılında ABD’nin Kenya ve Tanzanya büyükelçilikleri bombalanıyor ve 220 kişi ölüyordu. ABD buna karşı başta Afrika’nın en büyük ilaç fabrikası olan Şifa’yı ve Sudan’daki birçok yer olmak üzere; Ladin’in Host ve Celalabad kamplarına 70 tane akıllı füze atarak buna karşılık verdi. Ve Ladin’in başına da 5 milyon dolarlık ödül koydu.
Tüm bunlar sürerken; aynı zamanda başka bir çatışma da Kandehar’ın tozlu sokaklarında Arjantin Bridas petrol şirketi ile Amerikan Unocal şirketi arasında Orta Asya’dan gelip Afganistan’dan geçecek boru hattı için kıyasıya bir mücadele veriliyordu. Zaten ISI, bu hattın bir an önce gerçekleşmesi için en iyi seçeneğin Taliban’ın Afganistan’a hakim olması gerektiğine dair ABD’ye hem söz hem de güvence verdiği için Taliban ABD’de zımnen de olsa 1996 yılından beri tanınıyordu.
İtalyan asıllı Bulgheroni, Türkmenistan’da imtiyaz aldığı bir çok noktada petrol ve doğalgaz bulduktan ve bunları mevcut Rus hatlarının dışında bir hattan taşımayı düşünmeye başladığı zaman en kestirme yol olarak Afganistan kalıyordu. Ancak burası da Rusların çekilmesinden sonra tamamen savaş beylerine bağlı mahalli idareler ve devletin olmadığı güvensiz bir yerdi.
Bulgheroni ile Pakistan Başbakanı Benazir Butto ve Türkmenistan Devlet başkanı Saparmurat Niyazov arasında 16 Mart 1995 yılında Afganistan üzerinden geçecek bir boru hattının fizibilite çalışmasının hazırlanmasına izin veren momerandum imzalanmıştı. Pakistan Başbakanı Benazir Butto’nun eşi Asıf Ali Zerdari, şimdi Pakistan Cumhurbaşkanı, “Bu boru hattı Pakistan’ın Orta Asya’ya açılan kapısı olacak ve ona muazzam fırsatlar sunuyor” diyordu.
Nisan ve Ağustos 1996 ‘da Pakistan ve Afganistan’a yapılan iki gezi sırasında ABD Dışişleri Bakanı’nın Güney Asya’dan sorumlu yardımcısı Robin Raphel de Unocal projesi lehinde konuşmalar yapmıştı. “Türkmenistan’dan Pakistan’a boru hattı inşa etmek isteyen Amerikalı bir şirketimiz var.” diyordu Raphel, 21 Nisan 1996’da İslamabad’ta düzenlediği basın toplantısında, “Bu boru hattı projesi Türkmenistan, Pakistan ve Afganistan için, sadece istihdam yaratmak açısından da çok yararlı olacak.” Raphel, Ağustos ayında Orta Asya başkentleriyle Moskova’ya yaptığı ziyaretlerde de aynı mesajı tekrarlamıştı.
ABD’li Unocal ise 25 trilyon feet-küplük doğalgaz rezervine sahip Dolatabad’tan (Türkmenistan) Pakistan’ın merkezindeki Multan’a bir boru hattı yapılmasın öneriyordu. Unocal bu doğrultuda CentGas Konsorsiyumunu kurarken, hisselerin yüzde 70’ini kendi elinde tutup, Delta’ya yüzde 15, Rusya’nın devlet mülkiyetindeki doğalgaz şirketi Gazprom’a yüzde 10 ve Türkmen şirketine de yüzde 5 pay veriyordu. Unocal bunlarla kalmayacak, bütün bölgeyi kapsayan çok daha iddialı ikinci bir anlaşmayı da imzalayacaktı. Unocal’ın Orta Asya Petrol Boru Hattı Projesi (OAPBHP), Türkmenistan’daki Çardju’dan Pakistan kıyısındaki bir petrol terminaline günde 1 milyon varil petrol ihraç edecek, yaklaşık 1.700 km’lik bir boru hattı yapımını kapsamaktaydı. Sovyet Döneminden kalan (Rusya’nın Sibirya alanlarındaki Surgut ve Omsk’tan, Kazakistan’da Çimkent’e ve Özbekistan’da Buhara’ya kadar uzanan) petrol boru hatları OAPBHP’yle birleştirilebilir ve böylece petrol Orta Asya’nın bütün bölgelerinden Karaçi’ye taşınabilirdi.
Unocal Müdürü Robert Tudor bunun üzerine şöyle demişti.”Bizim Rusya Problemimiz yok, sadece Afganistan problemimiz var. Anlaşma iki taraf için de kar’lıdır.” Çünkü Unocal daha önce Kazakistan ile yaşadığı tecrübelerden bu sefer ders alarak öncelikle Rusya’ya, rüşvetini vermişti.
Washington yönetimi bu dönemde ISI’nın de telkinleriyle; Rusya ve İran’ın tepkisine rağmen Taliban’ın zaferleri için adeta dua etmekteydi. Bridas ve Unocal Afganistan Büyük Oyun’una yeni katılan oyuncular olmasına rağmen çok etkili bir şekilde bölgenin yeniden şekillendirilmesinde rol alıyorlardı. Bridas, proje fikrini çaldığı gerekçesiyle Delta ve Unocal’ı mahkemeye verdiyse de mahkeme masraflarından ödemekten başka bir şey kazanmamıştır.
Unocal projesinin ABD tarafından açıkça desteklenmesi, CIA’nin Taliban’ı kolladığına çok daha fazla inanmaya başlayan zaten kuşku içindeki Rusya ve İran’ı hareket geçirmişti. Ve ikisi de CIA ve Suudilerin Taliban’a 2 milyar $ yardım yaptıklarını söylemişti. Unocal’ın üst düzey yöneticilerinden Chris Taggert, ajanslara, Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesinden yana olduklarını söylemişti. Ve öyle de olmuştu. Şehrin, Eylül 1996 da alınmasından birkaç hafta önce de savaş beylerine insani yardım adı altında hatırı sayılır miktarda rüşvetler dağıtmıştı Unocal.
İran, Orta Asya Cumhuriyetleri, Taliban Karşıtları, Pakistan, Petrol şirketleri, Suudiler, Rusya, ABD ve Taliban arasında yaşanan curcuna öyle bir hale gelmişti ki, II.Dünya savaşında Ankara’da yaşanan casuslar savaşını hatırlatıyordu.
Unocal ABD ve Pakistan’ın desteğiyle Kabil’de bir büro bile açmıştı. Tüm bu oyunun içinde aslında Taliban’ın rolü cephede savaşan bir “Talip”in (Öğrenci) karar mekanizmasındaki rolü kadar dahi yoktu. O, sadece cepheye sürülüyordu.
Taliban’ın 1997 yılındaki Mezar-ı Şerif yenilgisi ve kesin zaferinin belirsizliği, 1998-99 yıllarındaki Ladin’in kamplarına ABD’nin yaptığı karşı saldırılar, uyuşturucu ve Taliban’ın uygulamaya koyduğu kadınlarla ilgili yasaklar ABD’deki Feministleri harekete geçirince ABD, 1999 yılından yavaş yavaş Taliban’ı Pakistan ile baş başa bırakmaya başladı.
Aslında ABD, Afganistan da Suudi türü bir şeriata ve ARAMCO’ya razıydı. Ancak ülkede bir türlü birlik sağlanamaması ve Taliban’ın –Ladin’le beraber ABD karşıtı ABD’yi 2000 yılından itibaren politika değişikliğine götürür.
11 Eylül, Ladin ve ABD
11 Eylül’de ABD’ye saldırılar yapılınca ABD Başkanı Bush eline verilen metne göre bunun mutlaka Ladin’in dolayısıyla Taliban’ın işi olduğunu söyledi. Derhal hazırlıklara girişmeye başlayarak sanki yıllar önceden hesapları varmış gibi Afganistan’ı yeniden içinden çıkılmaz bir hale soktu.
Zülfü Livaneli şöyle diyordu Sabah’taki köşesinde: “Ahmet Şah Mesut Öldürüldü, iki gün sonra Amerika vuruldu. Amaç Amerika’yı Afganistan’a saldırtmak ve global bir Hıristiyan ve Müslüman çatışmasının fitilini ateşlemek.[2]” Daha düşündürücüsü olan ise ABD’nin Afganistan’a saldırıları ile birlikte Şarbon vakalarının ABD’de eş zamanlı olarak başlamasıydı. Çünkü Taliban’ı bu savaşa sürükleyen aktörler olduğu gibi ABD’yi de bu savaşa sürükleyen süren ABD’nin arkasındaki Küresel Kraliyetçi Aktörler (petrol ve silah şirketleri gibi) vardı.
11 Eylül 2001 tarihinde ne I.Dünya savaşında ne de II. Dünya savaşında ülkesinde savaş yaşamamış olan ABD ilk defa kendi evinde ülkesinin ve kapitalizmin sembolleri olan Dünya Ticaret Merkezinin ikiz kuleleri ve Pentagon ağır bir saldırıya maruz kaldı. İkiz kulelere tüm Dünyanın gözleri önünde kameralar kurulmuş vaziyette Uçaklar çarptı ve binalar korkunç görüntüler eşliğinde yıkıldı. Belli bir mesafeden sonra otomatik olarak ateşlenen füzelerle korunun ABD savunma merkezi olan Pentagon da tam kalbinden vurulmuştu. Ve ilginçtir ki otomatik ateşlemeli füzelerin de basireti bağlanmıştı.
Beyaz Saraya da yönelen uçaklardan biri içindeki yolcularına rağmen ABD hava kuvvetlerine mensup uçaklarca düşürüldü. Air Force One’da bulunan ABD Başkanı Bush’a da “Beyaz Saray’a yaklaşma vurulursun” tehdidi iletildikten sonra Başkan havada tutuldu ve 6 saat sonra ancak Nebraska Nükleer Hava Kuvvetleri üssünde ortaya çıkıp dedi ki; “Bu işi Usame Bin Ladin yaptığından, ben de onlara karşı yani Müslümanlara karşı yeni bir haçlı seferi “Crusader” ilan ettim.”
Saldırıdan sonra o kadar çok asılsız ihbar yapıldı ki ABD halkı büyük korku ve endiler arasında günlerce evinde TV’leri seyretti. Örneğin; CBS-2 televizyonu 6.24’te bomba yüklü bir kamyonun Washington köprüsünü üzerinde durdurulduğunu, 13 Eylül günü Empra State binasına da saldırı yapıldığı, ABD Senato binasında şüpheli bir paketin bunduğu, Washington Dış ilişkiler binası önünde bomba yüklü bir kamyonun infılak ettiği, Fox Tv kaçırılan bir uçağın daha Pentagon’a yöneldiğini de söyledikten sonra Amerikan halkı tabiri caiz ise neredeyse küçük dilini yutacaktı. Çünkü Ülkeleri Dünyanın en büyük gücü olduklarına rağmen eli kolu bağlı bir şekilde saldırıya uğruyordu. On binlerce insan ölüyordu. CNN televizyonu saat 00.34’te, İki Amerikalı yetkiliye dayanarak saldırının Usame Bin Ladin’in işi olduğunu tekrarladı. Aynı zamanda Kabil’de meydana gelen patlamalar dikkatleri ABD’ye çevirdi[3].
ABD ve yandaşları (özellikle kendi medyası tarafından Fino köpeği olarak tanımlanan başta İngiltere olma üzere) kesin teşhisi koymuştu. Eylemin planlamacısı Usame Bin Ladin idi. Bazı terör ve istihbarat uzmanları Almanya’nın bu eylemin arkasında olabileceği söylüyordu. (Japon Kızıl Tugayının olayı üstlendiğini söyleyenler de olmuştu) Hatta olayın ABD’nin kendi iç bünyesindeki bazı devlet istihbarat kurumlarınca organize edildiğini söyleyenler vardı. Tabii MOSSAD’ı hatırlayanlar da vardı. Bunlardan biri Taliban’ı ve Afganistan’ı avucunun içi gibi bildiği söylenen Peştun asıllı Pakistan istihbaratı (ISI)’ın eski Başkanı olan General Hamid Gül; Bu tarz bir organizasyonu sadece MOSSAD’ın yapabileceğini söyledi. Hamid Gül röportajı sırasında daha ilginç olarak “Birinci uçağın düşmesi ile Pentagon arasında 75 dakikalık bir mesafe vardır. Bu zaman zarfında Pentagon uyudu mu? ABD içinden yapılan bir saldırı…” önemli bir tespitte bulunmuştu.
Günah keçisi ve Afganistan’a saldırmak için bahane olarak gösterilen Usame Bin Ladin ise “ABD parmağı beni gösteriyor ama ben yapmadım, yapanlar kendi çıkarları için yaptılar. Ben Afganistan’da yaşıyorum ve bu tür eylemlere izin vermeyen Molla Ömer’e bağlıyım ama yapanları da tebrik ediyorum” diyordu.
Amerika Ladin’in yaptığına dair kesin olarak somut hiçbir delil bulamadı. Afgan dağlarında yaşayan bir adamın böyle bir şeyi yapması da zaten mümkün değildir. ABD de bu konuda Dünya kamuoyuna inandırıcı bir kanıt sunamadı. Ancak ABD sürekli ve ilk olarak El Kaide ve Ladin’i suçluyordu. MİT eski mensubu Mahir Kaynak ise “Bu operasyonu bilse bilse bir tek Kissinger bile bilirdi…” dedi. Aynı doğrultuda Los Angeles eski Polis şeflerinden Mike Robert eylemin ardında bizzat Kissinger ve ekibinin olduğunu ileri sürdü[4].
Bu süreçte ise Taliban huysuzluk yapıyor ve hiç kimsenin kuklası olmaya yanaşmıyordu. Taliban, Ladin ve Pakistan ilişkileri yumurta tavuk misalini hatırlatır. Bunun üzerine ABD’nin çıkarları bu durumla çakışacak ve sonunda ABD ikisinden birini ya da ikisini saf dışı etmeye çalışacaktı. Nihayet sonunda, “Taş çağına çevrilmekle tehdit edilen Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşşeref’in dediği gibi Afganistan, Taliban ve bugün de Ladin feda edildi[5].
Çünkü Taliban, Pakistan’daki devlet kurumları (Ajanların bazıları Taliban’dan daha Taliban’dı ve başta ISI’nın başkanı Hamid Gül olmak üzere önemli yerlerde taraftarları vardı) siyasal partiler, İslami gruplar, Medrese ağı, Uyuşturucu mafyası, işadamları çevresi, nakliyecilerle olan derin bağların ve Pakistan’ın devlet yapısının dağınık olduğu bir zamana denk geldiğinde kurulmuş olması ona kimseye vefa borcunu ödeme zorluluğunu getirmiyordu. Ahmet Raşid; Pakistan’ın Taliban’ın efendisi olmak yerine onun kurbanı olduğunu savunuyordu.
Görüldüğü gibi ne ABD ne de diğerleri Taliban’ı çıkarları doğrultusunda kullanamamaktadır. Artık her gün haberlerde Kör İmam, sokaklarda infaz, sopalanınca üzerinden bir ton toz kalkan sopalamalar… Burkalı kadınlar ve yüzlerce propaganda haberleri yayılmaya başlamıştı. Amerika psikolojik harp mekanizması devreye girmişti.
ABD’nin Afganistan’ı İşgali
Fransız iki istihbaratçı Jean-Charles Brisord ve Guillaume Daspuie, “Bin Ladin ve Yasaklanan Gerçekler” isimli kitapta, şöyle diyorlar:” ABD’nin A ve B planları vardı. A planına göre Taliban’ın ABD’nin çıkarlarına göre ayartılması gerekiyordu. Bunu yapamazlarsa Taliban’ı devirecek ve yerine dost bir rejimi ikame edeceklerdi[6].
Taliban’ın 1996 yılında Kabil’i ele geçirmesinden sonra, iki yıl boyunca ABD’nin bu rejimi ayartmaya ve emellerine alet etmeye çalıştığı ve konuda pazarlıkların aralıksız sürdüğü anlaşılıyor. Ancak objektif şartlar nedeniyle Taliban ile ABD’nin uyuşamadığı da gelişen olaylarla anlaşılmış oldu. Bunun üzerine 1998 yılından itibaren plan değiştirildi. Taliban’ın devrilmesi olarak belirlendi. Bunu için de gerekçeler doğmuştu; Nairobi ve Dar-u Selam‘a yapılan saldırılara Usame Bin Ladin sorumlu tutuluyordu. İşte bu tarihten itibaren Taliban ve ABD ilişkilerinde dönüm noktası başlar. Bu tarihe kadar Taliban’la anlaşmayı savunan CIA ve Rand Coorperation’a yakın isimlerden ve yeni dönemde Bush’un Afganistan özel temsilcisi Zalmay Halilzad( Yahudi asıllı bu adam bir ara Kürt sorununda Bush’un danışmanlığın yaptı) da ayakları üzerine çark ederek 1998 yılından sonra Taliban’ın devrilmesini savunmaya başlamıştır. 11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan Operasyonu başladığında bunun önceden planlandığını Taliban ile ABD görüşmelerine refakat eden Pakistan Hariciyesinden kıdemli Diplomat Naif Nik Fransız basınına anlatmıştır. Önce Afganistan, Irak, Libya ve şu anda Suriye üzerinde tek aktörlü olarak davranıyor. ABD’ye sağlayacağı stratejik üstünlüklerini kısaca şöyle belirtebiliriz[7]
1.Orta Asya Petrol ve Doğalgaz hatlarının kontrolünün ABD’nin eline geçmesi,
2.İran’ın kuzeyden kuşatılması,
3. Müstakbel güç Rusya, Çin ve Hindistan’ı kontrol etme imkânı,
4.Afganistan’da ekilen Uyuşturucu alanlarının denetim altına alınması,
5.Bağımsızlığın yeni kazanmış Orta Asya ülkelerini kontrol etmek ve bunların İran’a ya da başka ülkelere kaymasını önlemektir.
Sonuç
Coğrafyanın bir milletin kaderini nasıl etkilediğini görmek isteyene Afganistan’ı en iyi örnektir. Afganistan’ın başına gelen hemen hemen her şey coğrafyasından kaynaklanmaktadır. Öyle bir coğrafya ki; Dünya hâkim oymak isteyen her Devletin yolu mutlaka buradan geçmektedir. Yani bugün ABD nasıl ki, Orta Asya‘daki kaynaklara ulaşıp Asya Kıtasını İngilizlerden sonra ikinci kez güneyden ikiye bölüyorsa, Ruslar da, İngilizler de, İskender de hatta Pers hükümdarı Daru da aynı amaç için aynı yola girmişti. Bu nedenle Afganistan stratejik konumundan dolayı yaklaşık 2500 yıldır sürekli müdahalelere uğramaktadır. Çünkü Afganistan, coğrafi konumu itibariyle Türkistan, Çin, Hindistan ve İran’ı birbirine bağlayan tarihi ve tabii yolların kesiştiği, stratejik bir coğrafyada yer almaktadır. Günümüzde Afganistan’ın stratejik önemi, petrolün ve doğalgazın Orta Asya’dan Hint okyanusuna indirilmesi projesiyle (OAPBHP) daha da önem kazanmıştır.
Bu durum aynı zamanda Afganistan’ın devlet-millet homojenliğini engellemiş ve kurumsallaşma sürecini engellemiştir. İngiltere ve Rusya arasında, 19. yüzyılda yaşanan ve diplomasi tarihine “Büyük Oyun” olarak geçen olay, Asya Kıtasının kontrolü için Afganistan toprakları üzerinde askeri ve diplomatik alanlarda yaşanmıştır. Bu durum günümüzde de aynen sürmektedir.
Afganistan’ın stratejik konumunun öneminden dolayı, buraya yapılan bir müdahale, aynı zamanda uluslararası ilişkilerde ve dengelerde domino etkisi yapmaktadır.
1979 yılında SSCB’nin müdahalesi, İslam ve Batı’nın tepkisini doğururken; ABD önderliğindeki Batı’nın 2001 yılından itibaren Afganistan’ı işgali ise Rusya ve Çin’in başını çektiği Şangay Üyelerinin ve İslam dünyasının tepkisine yol açmıştır. Bu nedenle Batı’nın işgali II. Rus işgaline dönüşme potansiyeli taşımaktadır. ABD’nin Osmanlı II. Viyana’sı olmaya adaydır.
11 Eylül’den sonra Afganistan’a müdahale eden ABD’ye karşı Rusya, Çin ve İran’ın tepkisi ve Orta Asya’nın durumu “II. Büyük Oyun’un’ yaşandığını göstermektedir. Bu süreç yeni ittifaklara ve düşmanlıklara yol açmıştır. Gerek İngiltere İmparatorluğunun zayıflaması ve gerekse Rus İmparatorluğunun (Çar ve SSCB) dağılmasında Afganistan, önemli bir rol oynamıştır.
ABD, yaklaşık on yıldır Afganistan’ı NATO ve ISAF ile işgal etmiş bulunmaktadır. Bu zaman zarfında Pakistan’da başta Benazir Butto’nun öldürülmesi olmak üzere bölgede söz hakkı sahibi olmuştur. Ladin’in öldürülmesi ise Batı da sadece psikolojik üstünlük sağlar ancak bunun karşısında tüm Müslümanlar bir “crusader” haçlı seferi, Sarkozy de aynı şeyi Bush gibi Libya için söyledi, altında olduğunu düşünebileceğinden tepkiler daha geniş bir alana, Arap Dünyası’na ve Müslüman zihinlere yerleşecektir.