Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Nûh (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği

sehadet_aski Çevrimdışı

sehadet_aski

Üye
İslam-TR Üyesi
NÛH (A. S.)


Nûh (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği


Nûh (a.s.), Allah Teâlâ'ya ibâdeti terkedip, tapınmak için kendilerine putlar edinen ve böylece yeryüzünde ilk defa fesâda uğrayan bir kavmi tevhid akîdesine döndürmek için gönderilen peygamberdir. "Ulul-Azm" peygamberlerin ilki olan Nûh (a.s.)'un, kavmini tevhide döndürmek için verdiği mücâdele, Kur'an-ı Kerim'de uzunca zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh (a.s.)'un kıssası, şu sûrelerde mufassal olarak ele alınmıştır: 7/A'râf, 11/Hûd, 23/Mü’minûn, 26/Şuarâ, 54/Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan 71/Nûh sûresi.
Nûh (a.s.), peygamber olarak gönderilinceye kadar, insanlık genel olarak tevhid üzere hayatlarını sürdürüyordu. İnsanların çoğunluğu tevhid üzere olup Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas (r.a.)'dan şöyle rivâyet edilmektedir: "Âdem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında insanların hepsi İslâm üzere idiler" (İbn Sa'd et-Tabakâtû'l-Kübrâ, Beyrut t.y., I, 42). İbn Abbas (r.a.)'ın sözünde, İslâm üzere on asırdan bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nûh (a.s.) gönderilinceye kadar, insanların sapıklık üzere bulundukları daha başka asırların da olması muhtemeldir.
Ayrıca, İbn Abbas (r.a.)'ın bu sözü, tarihçilerin ve Ehl-i kitab'ın zannettikleri gibi, Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir topluluk olarak varlığının sözkonusu olmadığını da ortaya koymaktadır. Yani, toplum olarak tevhidden ilk sapma, Âdem (a.s.)'den en az bin sene sonra olmuştur.
Allah Teâlâ'ya şirk koşan bu putperest topluluk, âniden ortaya çıkmadı. İdris (a.s.)'dan sonra insanlar, onun şeriatına uyarak ibâdet ediyor ve sâlih âlimlerin çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman sonra insanların sevip uydukları bu sâlih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassâsiyetlerinden istifade ederek, sevdikleri bu sâlih kişileri hatırlamak ve böylece onların nasihatlerini zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her zaman bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi telkin etti. İlk defa put diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak için dikmemiş ve onlara ibâdet edip şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak bunların peşinden gelen nesiller zamanla bu heykellerin birer ilâh olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını vehmetmeye başlamışlardı. Böylece yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden sapılmış ve insanlar Allah'tan başka ilâhlar edinerek O'na şirk koşmaya başlamışlardı. Putları diken bu ilk neslin vebali oldukça büyüktür. Zira onlar, bu putları dikmekle bir sonraki neslin putperest olmasına sebep olan ve Allah'a şirk koşmayı ilk icad edenlerdir. Ayrıca onlar, canlı sûretler yapmakla da Allah Teâlâ'nın azâbına müstahak olmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) canlı bir şeye benzer bir sûret yapan kimse için şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir sûret yaparsa, Allah Teâlâ ona kıyamet günü, yaptığı sûrete ruh verinceye kadar azap edecektir. O kimse ise asla bunu başaramayacaktır", Kıyamet günü en şiddetli azap suret yapanlara olacaktır. Onlara; "yarattıklarınızı diriltin bakalım" denilecektir" (Buhârî, Libâs, 89, 97).
Nûh kavminin tapındığı putların her birinin, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiğine göre bir adı vardı: "...‘Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler" (71/Nûh, 23). Allah Teâlâ, İlâhî rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için sapıtan bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara, şirk ve isyan bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir. Peygamber, Allah Teâlâ'nın kullarına rahmetinin en açık bir delilidir. Allah Teâlâ, elîm Cehennem azâbından sakındırmaları için peygamberlerini göndermiş; bunlardan, inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini istemiştir. Nuh (a.s.) da, kavmine gönderildiği zaman, büyüklenmelerine, bütün aşırılıklarına ve vurdumduymazlıklarına rağmen onlara şefkatle yaklaşarak, kendilerini gelecek can yakıcı azâba karşı korumak istemiştir. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'un, kavmine gönderilişi hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kavmine can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar" diye Nuh'u milletine gönderdik" (71/Nûh, 1).
İyice azıtmış ve korkunç bir helâkle cezalandırılmayı hak etmiş bir topluluk olan Nûh kavmine, bu helâkten kurtulmak için Rahmânî bir el uzatılmıştı. Allah'ın elçisi Nûh (a.s.), şirki bırakıp tevhid akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk tebliğ, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir: “...Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için büyük günün azâbından korkuyorum’ dedi.” (7/A'râf, 59); “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben, hakkınızda can yakıcı bir günün azâbından korkuyorum’ dedi.” (11/Hûd, 25-26); “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Sakınmaz mısınız?’ dedi.” (23/Mü'minûn, 23); “Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!” (71/Nûh, 2-4).
Nûh (a.s.)'ın bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve şımararak Nûh (a.s.)'a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve çeşitli kötülüklerle onu itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında durup toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan mele' (ileri gelenler) Nûh (a.s.)'un da karşısına çıkmış, Kureyş’in ileri gelenlerinin Hz. Muhammed (s.a.s.)'e yaptıklarını andıran bir tarzda, onu sapıklık ve sefihlikle itham etmişlerdi. Nûh (a.s.) onları, Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında; “Kavminin ileri gelenleri: ‘Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz’ dediler. Nûh onlara; ‘Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir vâsıtayla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?’ dedi” (7/A'râf, 61-63).

Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her döneminde Allah Teâlâ'nın, bir elçi gönderdiği zaman, o hangi topluma gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık gerçekleri görmemişlerdir. Nûh kavmi de ona itiraz ederken, Allah Teâlâ'nın elçisinin bir insan değil ancak bir melek olabileceğini ileri sürmüştü: “Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz” (11/Hûd, 27); "Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik" (23/Mü'minûn, 24). Mustaz'af insanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler arayan mele', bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle itham etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: “Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz” (11/Hûd, 27); “Bu adamda nedense biraz delilik var. Bir süreye kadar onu gözetleyin” (23/Mü’minûn, 25); “Bu putperestlerden önce Nûh milleti de yalanlayarak; delidir" demişlerdi, yolu kesilmişti” (54/Kamer, 9).
Zenginlik ve riyâset sahibi bu insanlar üstünlüğün malda ve topluma hâkim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte, kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nûh (a.s.)'a inanan mustaz'afları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı nefislerine bir türlü kabul ettiremiyorlardı. Bunun için Nûh (a.s.)'a mürâcaat etmişler ve bu insanları yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini dinleyebileceklerini bildirmişlerdi. Ancak Nûh (a.s.) onlara kesin bir üslûpla cevap vererek gerçek anlamda üstünlüğün, iman edenlerde olduğunu şu ifâde ile ortaya koymuştu: “Ben iman edenleri kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir uyarıcıyım” (26/Şuarâ, 14-15).
Nûh (a.s.), bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek onları her yerde İslâm'a çağırıyor, Cehennem azâbından kurtulmalarının yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her defasında alaya alıyor; söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı: "Kavminin ileri gelenleri (mele’) yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. Nuh ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de, bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz" (11/Hûd, 38).
Nûh (a.s.), kavmini şirkten dönmeye dâvet ederken, onlara tesir edebilecek her yolu deniyordu. Onlara Allah'a ibâdet etmeyi ve bir peygamber olarak kendisine tâbî olmayı telkin ederken, buna karşılık kendilerinden hiç bir maddî menfaat istemediğini ve beklemediğini; amacının yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından gelecek olan büyük cezâlardan korumak olduğunu bildiriyordu: “Kardeşleri Nûh, onlara şöyle demişti: ‘Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının, ittika edin ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azâbından korkuyorum” (26/Şuarâ, 106-110, 135).
Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona; “İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir’ dediler” (26/Şuarâ, 136). Buna rağmen o, çağrısında ısrar edince, müşrikler tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek artık bu söylediklerini tekrarlamayı terk etmezse kendisini taşlayacaklarını bildirmişlerdi: "Ey Nûh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın’ dediler" (26/Şuarâ, 116).
Nûh (a.s.), dâvetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona ve inananlara eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nûh (a.s.) onların bütün bu tahammül edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak için bir an olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faâliyeti, kavminden çok az bir topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı: "Pek az kimse onunla beraber inanmıştı" (11/Hûd, 40).
Azgınlaşan kavmi, Allah Teâlâ'ya meydan okurcasına Nûh (a.s.)'a şöyle çıkışıyordu: “Ey Nûh! Bizimle cidden tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azâbı başımıza getir’ dediler” (11/Hûd, 32). Onlar, Nûh (a.s.)'ın tebliğine kulaklarını tıkadıkları için, onun ne söylediğini bir türlü idrâk edemiyorlardı. Nûh (a.s.), belki düşünürler diye, azâbın sahibinin Allah olduğunu ve O’nun kudretinin sınırsızlığını bir kez daha onlara tebliğ ediyordu: “Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu âciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz” (11/Hûd, 33-34).
Nûh (a.s.), bu zâlim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı. Kavmi için hiç bir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça artırdılar. Bunun üzerine Nûh (a.s.), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül ettiği zorluklar karşısında hiç kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca, kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya havâle etmekten başka çare bulamadı. Allah Teâlâ, onun bu durumunu Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile getirmektedir: “Nûh; ‘Rabbim! Kavmim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki iman edenleri kurtar’ dedi” (26/Şuarâ, 117-118); “Nûh; ‘Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et’ dedi” (23/Mü'minûn, 26); “O da; ‘Ben yenildim, bana yardım et!’ diye Rabbine yalvarmıştı” (54/Kamer, 10).
Allah Teâlâ da ona, kavmini sularla helâk edeceğini, bunun için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp da, onlar için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi: “Nûh'a; ‘Senin kavminden iman etmiş olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yapageldiklerine üzülme. Nezâretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır’ diye Allah tarafından vahyolundu” (11/Hûd, 36-37).
Nûh (a.s.), Cebrâil (a.s.)'ın gözetimi altında gemiyi yapmaya başladı. Müşrikler yanına geldikleri her defasında onunla alay ediyorlardı: "Gemiyi yaparken kavminin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da; ‘Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azâbın kime geleceğini ve kime sürekli azâbın ineceğini göreceksiniz’ dedi” (11/Hûd, 36-39).
Taberî, Nûh (a.s.)'ın, kavmini İslâm'a dâvet edişi, gemiyi yapmaya başlaması ve kavminin onunla alay edişi hakkında, Âişe (r. anhâ)'dan rivâyetle, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle söylediğini nakletmektedir: “Nûh, kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka dâvet etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü. Sonra onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne yaptığını soruyorlar ve onunla dalga geçerek şöyle diyorlardı: ‘Onu yap; karada gemi yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?’ Nûh (a.s.) da onlara; ‘yakında bileceksiniz!’ diyordu” (Taberî, Târîhu’r-Rasûl vel-Mulûk, Beyrut 1967, I, 180). Ve yine ona; "Nebîliği bırakıp marangozluğa mı başladın?" diyerek eğleniyorlardı (a.g.e., I, 183).
Nûh (a.s.)'ın yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn Abbas (r.a.)'dan şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: "Geminin uzunluğu, Nûh'un babasının dedesinin (yani İdris (a.s.) zirâ'ıyla üç yüz zirâ'; eni elli zirâ'; yüksekliği otuz zirâ'; su seviyesinden yukarısı ise altı zirâ' idi. Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste açılmıştı (Taberî, a.g.e., I, 182). Bu rivâyetin doğruluğunu Allah bilir.
Nûh (a.s.), gemiyi inşâ ederken, tahtaları birbirine mıhlar kullanarak çakmıştı: "Onu, tahtadan yapılmış, mıhla/çiviyle çakılmış bir gemiye bindirdik" (54/Kamer, 13). Nûh (a.s.) bu esnâda, artık tamamen yüz çevirdiği kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya arzediyor ve onları bütün imkânlarını kullanarak şirkten nasıl vazgeçirmeye çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu O'na şikâyet edip yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.
Nûh (a.s.)'ın adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı sûrede bu durum şöyle anlatılır: “Nûh dedi ki: ‘Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben Senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: ‘Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. "Nûh, ‘Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular’ dedi. İnsanlara; ‘sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin!’ dediler. Böylece birçoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zâlimlerin sadece şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki; ‘Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkârcı bırakma. Doğrusu Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler” (71/Nûh, 5-11, 21-24, 26-27).
Allah Teâlâ, bu kavme helâkı umûmî kıldığı gibi, Nûh (a.s.) da bunun umûmî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren dâveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkarcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: "Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; ‘Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir’ diyorlardı" (Taberî, a.g.e., I, 182).
Yeryüzünde ilk defa fesad çıkararak, zâlimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'a Tûfanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)dan suların kaynamasını göstermişti. Tandırdan su kaynamaya başlayınca Allah Teâlâ, ona her cins canlıdan ikişer çifti ve kendisine iman edenleri gemiye bindirmesini vahyetti: “Emrimiz gelip tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten ikişer çifti ve aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve mü’minleri gemiye bindir’ dedik. Zâten onunla beraber pek az kimse iman etmişti.” (11/Hûd, 40).
Onunla beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen kişi arasında değişen rivâyetler vardır (Taberî, a.g.e., I, 187-189). Nûh (a.s.) ile, ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu da gemiye binmişti. (Hz. Nûh’un oğullarının kaç tane olduğu ve isimleri Kur’an’da ve sahih hadislerde geçmez). Ancak dördüncü oğlu Kenan (Yam), ona iman etmediği için gemiye binmemişti. Sular her yeri kaplamaya ve gemi yüzmeye başlayınca Nûh (a.s.) oğluna; "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kâfirlerle birlik olma" diye seslendi. Oğlu; "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır" deyince, Nûh; "Bugün Allah'ın buyruğundan, O'nun acıdıkları dışında kurtularak yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı" (11/Hûd, 42-43).
Nûh (a.s.), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu bilmediği için, Allah Teâlâ'ya; "Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, insanların birbirinden olmalarının yegâne ölçüsünün akîde olduğunu; "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme" âyetiyle Nûh (a.s.)'a bildirerek, ortaya koymuştur.
Tûfan, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ kalmasının mümkün olmadığı bir şekilde her yeri sular altında bırakmıştı. Gök, kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular fışkırtmaya başlamıştı: "Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti" (54/Kamer, 11-12).
Allah'a isyanda direten ve O'nun elçisine olmadık eziyetleri revâ gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zâlim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zâlimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tûfan ile helak edilmişti. Allah Teâlâ, inkârcı zâlimler helâk olduktan sonra, Tûfanı sona erdirmiş ve mü’minlerin bulunduğu gemiyi selâmetle Cûdî dağı üzerine durdurtmuştu; "Yere; ‘Suyunu çek!’ göğe; ‘Ey gök sen de tut!’ denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdîye oturdu. ‘Haksızlık yapan millet Allah'ın rahmetinden uzak olsun!’ denildi" (11/Hûd, 44).
Taberî'nin Resulullah (s.a.s.)'e dayandırılan bir rivâyetine göre Tûfan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan Tûfan, Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cûdî dağının üzerine oturmuştu. Nûh (a.s), şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti (Taberî, a.g.e., I,190). Bu gün, Aşûre günü olarak o zamandan günümüze dek hâtırasını sürdürmüştür.
İnkâr edip yeryüzünde fesad çıkaran topluluk yok edilip sular çekildikten sonra, Allah Teâlâ peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden inebileceğini bildirmişti: "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selâmet ve bereketle gemiden in" (11/Hûd, 48). Nûh (a.s), gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer (Cizre)'in yakınında bulunmaktadır (a.g.e., 189).
Diğer bir rivâyete göre de Nûh (a.s.) gemide yüz elli gün kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekke’ye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cûdi'ye yönelterek orada durdurmuştu (M.Ali Sabûni, en-Nübüvve vel-Enbiyâ, Dımaşk 1985, 154). Geminin kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, insanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir: "And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur" (54/Kamer, 15).
Rivâyete göre Nûh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nûh (a.s) ve oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam, Ham ve Yafes'ten türemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Biz onun soyunu sürekli kıldık” (37/Saffât, 77). Rasûlullah (s.a.s.) bu âyeti okuduğu zaman, sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir (Taberî, a.g.e., I, 192). Tarihçiler; Sam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı, Zenciler ve Habeşlilerin atası ve Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri, Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir kavimlerinin atası olarak kabul etmektedirler (İbnul-Esîr, el-Kâmü fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 78).
Nûh (a.s)'ın tûfana kadar dokuz yüz elli yıl yaşadığı kesindir: "Şüphesiz ki Biz Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı" (29/Ankebût, 14). Ancak, Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas (r.a.)'ın görüşüne göre, Nûh (a.s.) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öldüğünde de Mescid-i Haram'a yakın bir yere defnedilmiştir (Sabûnî, a.g.e., 154).
Nûh (a.s), Ulûl-Azm peygamberlerin ilkidir. Allah Teâlâ onu, "çok şükreden kul (abden şekûrâ)" olarak isimlendirmiş ve kıyâmete kadar gelen nesiller, anıp selâm getirsinler diye onun ismini herkesçe bilinir kılmıştır: "Sonra gelenler içinde, âlemlerde, Nûh'a selâm olsun diye ona iyi bir ün bıraktık. Doğrusu o, Bizim inanmış kullarımızdandı" (37/Sâffât, 81-82). Ve o, sonraki peygamberler için, tâkip edilmesi gereken bir önder kılınmıştır: "İbrahim de şüphesiz, onun yolunda olanlardandı" (37/Sâffât, 83).
Allah Teâlâ, Peygamberimize, kendisine yapılan itiraz ve işkencelere karşı, Nûh (a.s.) ve onun yolunda olan diğer ulul-azm peygamberler gibi sabretmesini emretmektedir. Yani o, Rasûlullah (s.a.s.)'a bir örnek olarak gösterilmektedir: "Rasullerden azim ve sebat sahibi (ulu’l-azm) olanların sabrettiği gibi sen de sabret" (46/Ahkaf, 35). Nûh (a.s), Peygamber (s.a.s.)'e ve inanan tebliğcilere bir numûne olarak gösterildiği gibi; onun inkârcı kavminin helâkı da, müslümanlara zulmetmeyi gelenek haline getiren sapık topluluklara bir örnek olarak sunulmaktadır.[1]
Âdem (a.s.) ile başlayan iman kafilesi, uzun yolda yürümesine devam ediyor. Fakat asırlar geçtikçe insanoğlu yeni şartların dalgaları içinde çalkalanıp rotasını kaybedebiliyor. Zira insan beşer olma hasebiyle kendisine öğretilenleri unutabilirdi, zaafa düşebilirdi ve şeytana mağlûp olabilirdi. Yüce Allah, böyle sapıklığa itilmiş olan insanoğlunu asla yalnız bırakmamış, gerekli zamanlarda elçilerini/peygamberlerini göndermiştir. Çünkü beşeriye elçisiz, lidersiz ve öndersiz olamazdı. Onlara İslâm’ı tebliğ edecek ve İslâm’ı hâkim kılacak birinin olması kaçınılmazdır. O gün böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Bu elçiler veya o elçilerin vârisleri, onların yolunu sürdürenler, dünü bugüne bağlayan, bugünü de yarına bağlayacak olan en önemli etkenlerdir.
Tevhid caddesinde yürürken trafik levhalarına veya yoldaki işaretlere bağlı kalmadan yürümek sağlıklı olamaz. Çünkü fırsatı kollayan (hak yoldaki trafik canavarı) İblis, her an pusudadır. İşte, peygamberlerine kulak verip onlara itaat eden mü’minler tevhid caddesinde tökezlemeden yürümüş, kulak vermeyip itaati reddedenler de tevhid caddesinde tökezlenip kalmışlardır. İdris (a.s.)’den sonra tökezlenip bataklığa saplanmış insanoğluna Yüce Allah, Nuh (a.s.)’u gönderdi.
Azâbı hak eden her toplum gibi onlar da peygamberlerini yalanladılar. Kıskançlık ve gururlarından ötürü kavmi, Nuh’un her dâvetinde ona karşı çıkmış, âlemlerin Rabbine teslim olmaya yanaşmamışlardı. Onlar küfrü yücelik sanıyorlar, atalarının izlemekte olduğu yol hak/doğru sanıyorlardı. Bu yolda öylesine şartlanmışlardı ki., aralarından birinin elçi olarak çıkmasını kibir ve gururlarına yediremiyorlardı. Allah’ın kendilerine gönderdiği peygambere karşı çıkanların başında, kavmin ileri gelenleri, nüfuzlu kişiler ve aşiret reisleri geliyordu. Bu kimselerin karşı çıkışlarının temelinde hükümranlıkları ve basit çıkarları yatıyordu. Eğer onlar, peygamberin getirdiği mesaja kulak verip Allah’a kulluğa yanaşsaydı, dünyevî tüm saltanatları sarsılır ve artık despotluklarını sürdüremezlerdi. Ama bu kavme saltanat, burjuva mantığı ve tuğyan sevdâsı öylesine işlemişti ki, İlâhî mesaj asla fayda vermiyordu. Bu dünyevî egemenlik, onlara Allah’ın dinini unutturmuş, onları haktan uzaklaştırmıştı. Hatta gurur ve kinleri, alaya alma, tehdit etme ve işkence yapmaya kadar kendilerini sürüklemişti.
Hak dâvânın tarihî seyrini tahlil ederken karşılaşacağımız temel espri budur: Allah’ın elçileri mesajlarını kavimlerine sunarlarken hep aynı reddiyeler ile karşılaşmışlardı; sanki karşı çıkan müşrikler tek ağız kullanıyorlardı: “Biz senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz. İçimizde ancak ayak takımının/zayıfların daha başlangıçta düşünmeden sana uydukları gözümüzün önündedir. Sizin bizden üstün bir meziyetini de göremiyioruz! Nuh, bizler gibi alelâde bir insandır. Ona vahiy geldiğini nasıl kabul edebiliriz? Ayak takımı ve aşağı sınıf kimseler, Nuh’u hiç düşünmeden Allah’ın elçisi olarak kabul etmektedir. Halbuki Nuh’un söyledikleri azıcık önemli ve değerli olsaydı, eşrâf ve soylular ona ilk önce iman ederlerdi. (11/Nûd, 27). Eğer Allah dileseydi melek indirirdi (23/Mü’minûn, 24). Eğer bu şahıs, Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, hazinesi olacaktı, gâipten haberi olurdu. Melekler gibi her türlü ihtiyaçtan müstağnî olurdu (11/Hûd, 31). Nuh ve yandaşları hangi üstünlüğe ve fazilete sahiptir ki sözleri dinlensin. Bu adam (Nuh), aslında size hâkim olmak istiyor. Ve bu adam bir “cin”in etkisindedir ki, onu divane haline getirmiştir.” (23/Mü’minûn, 25).
Nuh kavminin elebaşları tıpkı her peygamberin kavminin ileri gelenleri gibi, ulvî hakikatleri görmezlikten geliyorlar. Dünyevî makamlar onların gözlerini kör ediyor da Allah’ın bildirdiği yüce hakikatleri görmek istemiyorlar. Risâlet görevine peygamberlerin neden seçilmiş olacağını farketmiyorlar. Çünkü onların kanaatine göre bu vazife, bir insana verilmez. Eğer verilecek olursa da, bu kimse, mutlaka kendileri gibi kavimlerinin ileri geleni veya yeryüzünde sözünü geçiren birisi olmalıdır.
Nuh (a.s.)’un kavmi, İbrâhim (a.s.)’ın kavmi, Şuayb (a.s.)’in kavmi... ve nihayet Muhammed (s.a.s.)’in kavminin ithamı, “ayaktakımı” ile bir mi olacağız?” Onlara göre fakir ve kimsesizler, güçsüz ve zayıflar ayaktakımıydı. Onlara göre mustaz’aflar bu dâvâya iman etmişlerse, kendilerinin bu dâvâya iman etmeleri asla doğru olmazdı. Bu beyefendiler(!) mustaz’afların inandığı dâvâya mı inanacaklardı? Hayır, bu asla olamazdı. Bu onlar için bir felâketti.
O gün; Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Mûsâ, İsa (a.s.)’nın kavimleri; dün Mekke müşrik toplumu; bugün de dünya müstekbirleri... Hep aynı inanç, aynı söz ve aynı davranış... Sanki bunlar tarihin başlangıcında bir araya gelmiş ve bu konuda yemin edip anlaşmışlardı. Yani küfür ve şirk cephesinde yeni bir şey yok... [2]

[1] Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 117-120


[2] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 28-33

Nûh Sûresi


Nûh Sûresi; Kur'an-ı Kerim'in yetmiş birinci sûresidir. Yirmi sekiz âyet, iki yüz yirmi bir kelime ve yedi yüz elli harften ibârettir. Mekkî sûrelerden olup Nahl Suresinden sonra nâzil olmuştur. Sûre, bütünüyle Nûh (a.s.)'un kıssasından bahsettiği işin bu adı almıştır.
Nûh (as), "Ulûl-Azm" peygamberlerin ilkidir. Kendilerine gönderildiği kavim de, Allah'a kulluğu terkedip kendilerine putlar edinerek yeryüzünde fesad çıkartan ilk inşan topluluğudur. Allah Teâlâ insanlar için birer yol gösterici olan peygamberlerinden biri olan Nûh (a.s.)'ı kavmine gönderdiğinde, onu yalanlamışlar, alaya almışlar ve onunla mücadeleye girişmişlerdi. Allah'a isyan edip, Rasûlünün dâvetine kulak asmayan bu kavim, aynı zamanda yeryüzünde helâk edilerek cezalandırılan ilk kavimdir. Bu cezalandırma daha sonraki kavimler için bir ibret kaynağı kılınmış ve Kur'an-ı Kerim'de teferruatlıca zikredilerek, bununla evvelki kavimlerin helâklerine sebeb olan davranışlardan kaçınılması için somut bir uyarıda bulunulmuştur.
Nûh (a.s.), dokuz yüz elli sene kavminin arasında kalmış ve bu uzun zaman içinde onları Allah'ın gösterdiği yola tabi olmaya çağırmıştı. Onun bitmek tükenmek bilmeyen uzun süreli bu yorucu gayreti, toplumuna kendisini dinletememiş, onları, sürekli uyarısını yaptığı korkunç azaptan kurtaramamıştı. Sure, Nûh (a.s.)'un, mal ve mevki sahibi, sapıtmış liderlerinin peşinde koşan ve inanışlarını onun arzularına göre ayarlayan inatçı kavmiyle yaptığı mücadeleleri anlatıyor.
Sûreye, Nûh (a.s.)'un haber verilen acıklı azap gelmeden kavmini doğru yola dönmeleri için uyaran bir peygamber olarak gönderildiği haber verilerek giriliyor: "Biz Nuh'u; ‘Can yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar’ diye vahyederek, kavmine peygamber olarak gönderdik” (1).
Nûh (a.s.) onları, Allah'a ibâdet, O'nun azabından korkma (takvâ) ve Rasûle itaate çağırmıştı: "Allah'a kulluk edin O'ndan korkun, bana da itaat edin" (3). Bu çağrıya uymak için insanoğlunun zamanı sınırlıdır. Allah'ın ona verdiği mühlet içerisinde tercihini yapmak zorundadır. Çünkü Allah'ın takdir ettiği ve dönüşün mümkün olmadığı an geldiğinde, bunu geciktirmeye hiç kimsenin gücü yetmez! "Muhakkak ki Allah'ın tayin ettiği vakit geldiği zaman, asla ertelenmez. Keşke bunu bir bilseniz" (4). İnsana verilen zamanın kısıtlı olduğu ve bir gün bu hayatın son bulacağı gerçeği, bilinen bir şey olduğu halde; insanoğlu, büyük bir gaflet içerisinde zamanını boş şeylerle ve Allah'a isyanla geçirir. Şeytan bu hayatın sonlu olduğunu, cezalandırma ve hesap gününün çok yakında gelip çatacağını ona unutturur. İşte Allah Teâlâ bunu; "Keşke bilseydiniz" ifadesiyle vurgulamaktadır.
Nûh (a.s), çok uzun bir hayatın tamamını bu gerçekleri kavmine kavratabilmek için, yorucu bir faaliyetle geçirmişti: "Rabbim! Kavmimi gece gündüz yılmadan imana davet ettim " (5). Ama sonuçta küçük bir topluluk hariç, kendini hiç kimseye dinletememişti. Burada, Nûh (a.s.) ve ondan sonra gelen bütün peygamberlerin karşılaştıkları inat, alaya alma ve büyüklenerek direnme olayının küfrün ve câhili düşüncenin geleneksel davranış biçimi olduğu gözler önüne seriliyor. Nûh (a.s.), kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya şikâyet ederken şöyle demektedir: "Doğrusu ben bağışlaman için onları ne zaman imana davet ettimse; onlar, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, beni görmemek için elbiselerine büründüler, inkârlarında ısrar ettiler ve büyüklendikçe büyüklendiler" (7).
Daha sonra, Nûh (a.s.)'un kavmini ne şekilde iman'a dâvet ettiği anlatılmaktadır. Bütün peygamberler getirdikleri ilâhî mesajın hakikatini akıllarda hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir netlikte açıklamış, tebliğ etmişlerdir. Nûh (a.s.) da kavmine, Allah'tan getirdiklerini anlayabilecekleri bir dille, akıllarına hitap eden delillerle tebliğ etmişti. Bu tebliğ esnasında kendisine bir hareket stratejisi de tayin etmişti. Bazı gruplar, Allah'ın birliğine imana çağırırken; maslahata uygun olarak, tebliğ faaliyetini gizlice yürütmüş; açıkça söylenmesi icap eden şeyleri de hiç kimsenin korkutmasından çekinmeden toplumun karşısına geçip haykırmıştı. Nûh (a.s.)'ın böyle bir tebliğ metodu takip ettiği; "Sonra da onlara, bazen açıktan açığa, bazen de gizliden gizliye hakkı tebliğ ettim" (9) ifadesinden açıkça anlaşılmaktadır.
İnkâr edip Allah'a savaş ilan edenler, ahirette şiddetli azaplarla cezalandırılacakları gibi; bu dünyada da büyük belâlarla karşılaşacaklardır. İman eden topluluklar ise, ahirette hesapsız nimetlerle mükâfatlandırılacakları gibi, bu dünyada da üzerlerine Allah Teâlâ'nın nimetleri yağacaktır. Bu gerçek, Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde defalarca zikredilmektedir. Bunun içindir ki Nuh (a.s.), kavmini Allah'ın cezalandırmasından korumaya çalışırken, iman edip af dilemeleri karşılığında, Allah tarafından nimetlerin bollaştırılması ile de ödüllendirileceklerini onlara bildirmekte idi: "Ve şöyle dedim: Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin; şüphesiz o çok bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin. Size çok mallar ve oğullar versin, bahçeler bağışlasın, ırmaklar akıtsın" (10-12).
Nûh (a.s.), tebliğ ettiği şeyin gerçekliğini, insan aklına hayret verecek ve idrakten aciz bırakacak olan evrenin işleyişi ve insanoğlunun yeryüzünde yaradılışı mucizelerini gözler önüne sererek anlatmaya çalışmıştı. Allah'ın varlığına ve birliğine mutlak anlamda delalet eden hilkat olayı, varlığın bütün incelikleri, insan aklına durgunluk verecek ilâhî bir uslûpla bütün peygamberler tarafından gönderildikleri toplumların gözleri önüne serilmiştir.
Kavmini ilâhî rahmete ulaştırmak için her türlü yolu deneyen Nûh (a.s.), dokuz yüz elli yıllık uzun mücadele sonunda kavminin durumundan ümidini kesmiş ve onların artık uydukları tağutî liderlerinin peşinden kesinlikle ayrılmayacaklarını anlamıştı: Nuh, şöyle dedi: "Rabbim! Kavmim bana isyan etti; malı ve evladı kendisine zarardan başka bir şey vermeyen kimseye uydu" (21).
Kâfirlerin her zaman yaptıkları gibi, Nûh (a.s.) kavmi de, onun tebliğinin insanlar üzerindeki etkisini engellemek için çeşitli hileli yollara başvurarak, ona tuzaklar kurdular ve tapındıkları putları ayakta tutabilmek için her türlü yolu denediler ve bunda da başarılı oldular: "Onlar büyük tuzaklar kurdular. Sakın ilâhlarınızı bırakmayın, "Ved", "Suvâ", "Yağus", "Yeûk" ve Nesr" gibi putlarınızdan vazgeçmeyin dediler" (22-23).
İlâhî tebliğe uzun süre kulak tıkayıp, onu yok etmek için zalimce yollara başvuran insanlar, kendileri için açık tutulan rahmet kapısını kaybederler. Artık, onların İslam'ı anlamaları mümkün değildir. Allah Teâlâ onları işledikleri büyük zulümler karşılığında böylece cezalandırmaktadır. Nûh (a.s.), kavminden ümidini kesince Allah Teâlâ'dan onları cezalandırmasını istemiş ve Rabbine şöyle seslenmişti: “Ey Rabbim! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma!” (26). Kurtuluşa erenler ise Peygambere uyan az bir topluluk idi: “Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime mümin olarak gireni mümin erkekleri ve kadınları affet. Zalimlerin ise sadece helâkını artır” (28).
Ve neticede sapıtmış bir topluluğun başına gelecek belalardan biri Nûh (a.s) kavmini yeryüzünden silip götürmüştü. Bunda, sonraki topluluklar için büyük bir ibret vardır.[1]

[1] Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ans. C. 5, s. 120-121
 
sehadet_aski Çevrimdışı

sehadet_aski

Üye
İslam-TR Üyesi
Kur’ân-ı Kerim’de Nûh (a.s.) ve Tevhid Mücâdelesi


Hz. Nûh’un ismi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 43 yerde geçer. Nûh (a.s.)’un kıssası, Kur’an’da detaylı bir şekilde 28 ayrı sûrede anlatılmıştır. Bunlar: 7/A’râf, 59-64; 11/Hûd, 25-48; 23/Mü’minûn, 23-30; 42/Şuarâ, 105-122; 54/Kamer, 9-17; 10/Yûnus, 71-74; 21/Enbiyâ, 72, 77; 25/Furkan, 37; 29/Ankebût, 14-15; 37/Sâffât, 75-82; 40/Mü’min, 5; 51/Zâriyât, 46; 53/Necm, 52; 71/Nûh, 1-28. Kur’ân-ı Kerim’in 71. sûresinin ismi ise Nûh sûresidir. Bu sûrelerin hepsinde, Hz. Nûh (a.s.)’un peygamber olarak gönderilişi, peygamberliği, dâvetini kavminin bile bile inkârına ve ona isyanı, onların eziyetlerine karşı göstermiş olduğu uzun müddet sabredişi, yalanlayıcıların tûfanla boğulup cezâlandırılması anlatılmaktadır.
“Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.” (3/Âl-i İmrân, 33)
“Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik....” (4/Nisâ, 163)
“Andolsun biz Nuh'u kendi kavmine (toplumuna) gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım.’ Kavmimin önde gelenleri: ‘Gerçekte biz seni açıkça bir ‘şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görüyoruz’ dediler. O: ‘Ey kavmim, bende bir şaşırmışlık ve sapmışlık yoktur; ama ben alemlerin Rabbinden bir elçiyim’ dedi. ‘Size Rabbimin risaletini tebliğ ediyorum. (Ayrıca) Size öğüt veriyor ve sizin bilmediklerinizi ben Allah'tan biliyorum. Sakınıp rahmete kavuşmanız için, içinizden sizi uyarıp korkutacak bir adam aracılığı ile bir zikir (Kitap) gelmesine mi şaştınız?’ Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.” (7/A’râf, 59-64)
"Sizi uyarmak için aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden size bir zikr'in gelmesine mi şaşırdınız? (Allah'ın) Nuh kavminden sonra sizi halifeler kıldığını ve sizin yaratılışta gelişiminizi arttırdığını (veya üstün kıldığını) hatırlayın. Öyleyse Allah'ın nimetlerini hatırlayın, ki kurtuluş bulasınız." (7/A’râf, 69)
“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahâlisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara rasulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” (9/Tevbe, 70)
“Onlara Nuh'un haberini oku. Hani kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, benim makamım ve Allah'ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah'a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızla toplanıp yapacağınız işi karara bağlayın da işiniz size örtülü kalmasın (veya tasa konusu olmasın), sonra hakkımdaki hükmünüzü -bana süre tanımaksızın- verin. Eğer yüz çevirecek olursanız, ben sizden bir karşılık istemedim. Benim ecrim, yalnızca Allah'a aittir. Ve ben, Müslümanlardan olmakla emrolundum.’ Fakat onu yalanladılar; biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık ve onları halifeler kıldık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Uyarılanların nasıl bir sonuca uğratıldıklarına bir bak.” (10/Yûnus, 71-73)
“Andolsun, biz Nuh'u kavmine elçi gönderdik. Onlara: ‘Ben (dedi), sizin için apaçık bir uyarıcıyım.” (11/Hûd, 25). “Allah'tan başkasına tapmayın! Ben, size (gelecek) elem verici bir günün azabından korkuyorum." (26). “Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz." (27). “(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından (bildirilen) açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?” (28). “Ey kavmim! Allah'ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, bilgisizce davranan bir topluluk olarak görüyorum.” (29). “Ey kavmim! Ben onları kovarsam, beni Allah'tan (onun azabından) kim korur? Düşünmüyor musunuz?” (30). “Ben size: "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır" demiyorum, gaybı da bilmem. "Ben bir meleğim" de demiyorum, sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, "Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir" diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum." (31). “Dediler ki: Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin ve bize karşı mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen, kendisiyle bizi tehdit ettiğini (azabı) bize getir!” (32). “(Nuh) dedi ki: "Onu size ancak dilerse Allah getirir. Ve siz (Allah'ı) âciz bırakacak değilsiniz.” (33). “Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez. (Çünkü) O sizin Rabbinizdir. Ve (nihayet) O'na döndürüleceksiniz." (34). “(Rasûlüm!) Yoksa, "Bunu uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer onu uydurduysam günahım bana aittir. Fakat ben sizin işlediğiniz günahtan uzağım." (35). “Nuh'a vahyolundu ki: Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık (sana) asla inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte olduklarından (günahlardan) dolayı üzülme.” (36). “Gözlerimizin önünde ve vahyimiz (emrimiz) uyarınca gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme! Onlar mutlaka boğulacaklardır!” (37). “Nuh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: "Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de sizinle alay edeceğiz!” (38). “Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve sürekli bir azabın kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz." (39). “Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca Nuh'a dedik ki: "(Canlı çeşitlerinin) her birinden iki eş ile -(boğulacağına dair) aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında- aileni ve iman edenleri gemiye yükle!" Zaten onunla beraber pek azı iman etmişti.” (40). “(Nuh) dedi ki: "Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir." (41). “Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna: Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi.” (42). “Oğlu: Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım, dedi. (Nuh): "Bugün Allah'ın emrinden (azabından), merhamet sahibi Allah'tan başka koruyacak kimse yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.” (43). “(Nihayet) "Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!" denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve: "O zalimler topluluğunun canı cehenneme!" denildi.” (44). “Nuh Rabbine dua edip dedi ki: "Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vâdin ise elbette haktır. Sen hakimler hakimisin." (45). “Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (46). “Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum!” (47). “Denildi ki: Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selam ve bereketlerle (gemiden) in! Kendilerini (dünyada) faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacağı ümmetler de olacaktır.” (48). “(Rasûlüm!) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret. Çünkü iyi sonuç (sabredip) sakınanlarındır.” (11/Hûd, 25-49)
"Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nuh kavminin ya da Hud kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isâbet ettirmesin. Üstelik Lut kavmi size pek uzak değil." (11/Hûd, 89)
“Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." (14/İbrâhim, 9)
“(Ey) Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın çocukları! Şüphesiz o, şükreden bir kuldu.” (17/İsrâ, 3)
“Biz, Nuh'tan sonra nice kuşakları yıkıma uğrattık. Kullarının günahlarını haber alıcı, görücü olarak Rabbin yeter.” (17/İsrâ, 17)
“İşte bunlar; kendilerine Allah'ın nimet verdiği peygamberlerdendir; Adem'in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımız (insan nesillerin)den, İbrahim ve İsrail (Yakup)in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman'ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar.” (19/Meryem, 58)
“Nuh da; daha önce çağrıda bulunduğu zaman, biz onun çağrısına cevap verdik, onu ve ailesini büyük bir üzüntüden kurtardık. Ve ayetlerimizi yalanlayan kavimden ‘ona yardım edip-öcünü aldık'. Şüphesiz onlar, kötü bir kavimdi, biz de onların tümünü suya batırıp boğduk.” (21/Enbiyâ, 76-77)
“Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Ad, Semud kavmi de yalanlamıştı.” (22/Hacc, 42)
“Andolsun ki, Nuh'u kavmine gönderdik ve o: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka bir tanrı yoktur. Hâla sakınmaz mısınız? dedi.” (23/Mü’minûn, 23). “Bunun üzerine, kavminin inkarcı ileri gelenleri şöyle dediler: "Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık." (24). "Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle ise, bir süreye kadar ona katlanıp bekleyin bakalım." (25). “(Nuh), Rabbim! dedi, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!” (26). “Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde (muhafazamız altında) ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap. Bizim emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca her cinsten eşler halinde iki tane ve bir de, içlerinden, daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma! Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır.” (27). “Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde: ‘Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun’ de.” (28). “Ve de ki: Rabbim! Beni bereketli bir yere indir. Sen, iskân edenlerin en hayırlısısın.” (29). “Şüphesiz bunda (Nuh ve kavminin başından geçenlerde) birtakım ibretler vardır. Hakikaten biz (kullarımızı böyle) deneriz.” (23/Mü’minûn, 23-30)
“Nuh'un kavmi de, elçileri yalanlandıklarında onları suda boğduk ve insanlar için bir ayet kıldık. Biz zulmedenlere acıklı bir azab hazırladık.” (25/Furkan, 37)
“Nuh kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar.” (26/Şuarâ, 105). “Kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?” (106). “Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.” (107). “Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” (108). “Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.” (109). “Onun için, Allah'tan korkun ve bana itaat edin.” (110). “Onlar şöyle cevap verdiler: Sana düşük seviyeli kimseler tâbi olup dururken, biz sana iman eder miyiz hiç!” (111). “Nuh dedi ki: Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur.” (112). “Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Bir düşünseniz!” (113). “Ben iman eden kimseleri kovacak değilim.” (114). “Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” (115). “Dediler ki: Ey Nuh! (Bu dâvâdan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, taşlanmışlardan olacaksın!” (116). “Nuh: Rabbim! dedi, kavmim beni yalancılıkla suçladı.” (117). “Artık benimle onların arasında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki müminleri kurtar.” (118). “Bunun üzerine biz onu ve beraberindekileri, o dolu geminin içinde (taşıyarak) kurtardık.” (119). “Sonra da geri kalanları suda boğduk.” (120). “Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.” (121). “Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir.” (26/Şuarâ, 105-122)
“Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik, içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulme devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi. Böylece biz onu ve gemi halkını kurtardık ve bunu alemlere bir ayet (kendisinden ders çıkarılacak bir olay) kılmış olduk.” (29/Ankebût, 14-15)
“Nitekim, onlardan her birini günahı sebebiyle cezalandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” (29/Ankebût, 40)
“Hani Biz peygamberlerden kesin sözlerini almıştık; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan. Biz onlardan sapasağlam bir söz almıştık.” (33/Ahzâb, 7)
“Andolsun, Nuh bize (dua edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik. Onu ve ailesini, o büyük üzüntüden kurtarmıştık. Ve onun soyunu, (dünyada) onları da baki kıldık. Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık. Alemler içinde selam olsun Nuh'a. Gerçekten Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, bizim mü'min olan kullarımızdandı. Sonra diğerlerini suda boğduk.” (37/Sâffât, 75-82)
“Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanladı ve kendilerinden sonra (sayısı çok) fırkalar da. Her ümmet, kendi elçilerini (susturmak için) yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için, ‘batıla-dayanarak' mücadeleye giriştiler. Ben de onları yakalayıverdim. Artık Benim cezalandırmam nasılmış?” (40/Mü’min, 5)
"Nuh kavmi, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer (bir gün). Allah, kullar için zulüm istemez." (40/Mü’min, 31)
“O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir.” (42/Şûrâ, 13)
“Onlardan önce Nuh kavmi, Ress halkı ve Semud (kavmi) de yalanladı.” (50/Kaf, 12)
“Bundan önce Nuh kavmini de (yıkıma uğrattık). Çünkü onlar da fâsık bir kavim idi.” (51/Zâriyât, 46)
“Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı; böylece kulumuz (Nuh)u yalanladılar ve: "Delidir" dediler. O ‘baskı altına alınıp engellenmişti.' Sonunda Rabbine dua etti: "Gerçekten ben, yenik düşmüş durumdayım. Artık Sen (bu kafir toplumdan) intikam al." Biz de ‘bardaktan boşanırcasına akan' bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de ‘coşkun kaynaklar' halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı (hükmümüzü gerçekleştirmek üzere) birleşti. Ve onu da tahtalar ve çiviler(le inşa edilmiş gemi) üzerinde taşıdık; Gözlerimiz önünde akıp-gitmekteydi. (Kendisi ve getirdikleri) İnkâr edilmiş-nankörlük edilmiş olan (Nuh)a bir mükafaat olmak üzere. Andolsun, Biz bunu bir ayet olarak bıraktık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı? Şu halde Benim azabım ve uyarıp-korkutmam nasılmış?” (54/Kamer, 9-16)
“Andolsun, Biz Nuh'u ve İbrahim'i (elçi olarak) gönderdik, peygamberliği ve kitabı onların soylarında kıldık. Öyle iken, içlerinde hidayeti kabul edenler vardır, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.” (57/Hâdîd, 26)
“Allah, inkâr edenlere, Nuh'un eşini ve Lut'un eşini örnek verdi. İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikâhları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı, (kocaları) kendilerine Allah'tan gelen hiçbir şeyle yarar sağlamadılar. İkisine de: ‘Ateşe diğer girenlerle birlikte girin!’ denildi.” (66/Tahrîm, 10)
“Şüphesiz, su bastığı vakit sizi gemide Biz taşıdık.”. “Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve belleyici kulaklar onu bellesin diye.” (69/Haakka, 11-12)
“Kendilerine yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar, diye Nuh'u kendi kavmine gönderdik. (71/Nûh, 1)
Ey kavmim, dedi, ben sizin için açık bir uyarıcıyım. (2)
Allah'a kulluk edin; O'na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
Ki Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vâdeye kadar tehir etsin (muâheze etmeden yaşatsın). Bilinmeli ki Allah'ın tayin ettiği vâde gelince, artık o ertelenmez. Keşke bilseydiniz!
(Sonra Nuh:) Rabbim! dedi, doğrusu ben kavmimi gece gündüz (imana) davet ettim;
Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı.
Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler.
Sonra, ben kendilerine haykırarak davette bulundum.
Sonra, onlarla hem açıktan açığa hem de gizli gizli konuştum.
Dedim ki : Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır.
(Mağfiret dileyin ki,) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin,
Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.
Size ne oluyor ki, Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?
Oysa, sizi türlü merhalelerden geçirerek O yaratmıştır.
Görmediniz mi, Allah yedi göğü birbiriyle âhenkli olarak nasıl yaratmış!
Onların içinde ayı bir nûr kılmış, güneşi de bir lamba yapmıştır.
Allah, sizi de yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir.
Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır.
Allah,yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır.
Ki, onda geniş yollar edinip dolaşabilesiniz.(diye).
(Öğütlerinin fayda vermemesi üzerine) Nuh: Rabbim! dedi, doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi ziyanını arttırmaktan başka işe yaramayan kimseye uydular.
Bunlar da, büyük hileler, büyük desiseler kurdular!
Ve dediler ki: Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Ved'den, Suvâ'dan, Yeğûs'tan, Ye'ûk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin!
(Böylece) onlar gerçekten birçoklarını saptırdılar. (Rabbim!) Sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını arttır!
Bunlar, günahları yüzünden suda boğuldular, ardından da ateşe sokuldular ve o zaman Allah'a karşı yardımcılar da bulamadılar.
Nuh: ‘Rabbim! dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!
Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler).’
Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla, zâlimlerin de ancak helâkini arttır." (71/Nûh, 1-28)
Nûh (a.s.) ve Tebliğ Mücâdelesiyle İlgili Âyet-i Kerimeler


A- Nûh İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 43 Yerde): 3/Âl-i İimrân, 33; 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 7/A’râf, 59, 69; 9/Tevbe, 70; 10/Yûnus, 71; 11/Hûd, 25, 32, 36, 42, 45, 46, 48, 89; 14/İbrâhim, 9; 17/İsrâ, 3, 17; 19/Meryem, 58; 21/Enbiyâ, 76; 22/Hacc, 42; 23/Mü’minûn, 23; 25/Furkan, 37; 26/Şuarâ, 105, 106, 116; 29/Ankebût, 14; 33/Ahzâb, 7; 37/Sâffât 75, 79; 38/Sâd, 12; 40/Mü’min, 5, 31; 42/Şûrâ, 13; 50/Kaf, 12; 51/Zâriyât, 46; 53/Necm, 52; 54/Kamer, 9; 57/Hadîd, 26; 66/Tahrîm, 10; 71/Nûh, 1, 21, 26.
Nûh (a.s.)’un Kavmiyle Dâvet İlişkisini Anlatan Âyetler: 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73; 11/Hûd, 25-49; 23/Mü’minûn, 23-30; 26/Şuarâ, 105-122; 29/Ankebût, 14-15; 37/Sâffât, 75-82; 54/Kamer, 9-16; 71/Nûh, 1-28.
Nûh (a.s.)’a Peygamberlik Verilmiştir: 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 57/Hadîd, 26.
Nûh (a.s.)’un İnsanlığın İkinci Atası Olması: 17/İsrâ, 3.
(Nûh (a.s.)’un Peygamberlik Süresi: 29/Ankebût, 14.
Nûh (a.s.)’un Neslinden Peygamber Gönderilmesi: 3/Âl-i İmrân, 33-34; 37/Sâffât, 77-81; 57/Hadîd, 26.
Nûh (a.s.) Nûh Kavmine Gönderilmiştir: 23/Mü’minûn, 23; 26/Şuarâ, 105-107; 29/Ankebût, 14; 71/Nûh, 1.
Nûh (a.s.)’un Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73; 11/Hûd, 25-34; 23/Mü’minûn, 23-26; 26/Şuarâ, 105-118; 71/Nûh, 1-20.
Nûh (a.s.)’un Hem Açık, Hem Gizli Dâveti: 71/Nûh, 8-9.
Nûh Kavminin Taptığı Putlar: 71/Nûh, 23.
Nûh (a.s.)’un Kavmine Bedduâsı: 71/Nûh, 5-28.
Nûh (a.s.)’un Karısının İhâneti: 66/Tahrîm, 10.
Nûh (a.s.)’un Kavminin Kötülüğü: 54/Kamer, 9.
Nûh Tûfânı: 54/Kamer, 9-14.
Nûh (a.s.)’un, Gemi Yapmakla Emrolunması: 11/Hûd, 36-40; 23/Mü’minûn, 26-27.
Nûh (a.s.)’un, Gemiye Hayvanlardan İkişer Çift Alması: 23/Mü’minûn, 27.
Nûh (a.s.)’un, Akrabâsının Kurtulması İçin Duâsı ve Aldığı Cevap: 11/Hûd, 45-47; 23/Mü’minûn, 27.
Nûh (a.s.)’un En Yakın Akrabâsının Durumu: 11/Hûd, 40, 42-43.
Nûh Kavminin Yok Oluşu: 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73; 11/Hûd, 42-43; 17/İsrâ, 17; 21/Enbiyâ, 76-77; 25/Furkan, 37; 26/Şuarâ, 119-1222; 29/Ankebût, 14, 40; 37/Sâffât, 75-76, 82; 50/Kaf, 12, 14; 51/Zâriyât, 46; 53/Necm, 52; 54/Kamer, 9-14; 71/Nûh, 25-26.
Nûh (a.s.)’un Kavminden İman Edenlerin Tûfandan Kurtulması: 11/Hûd, 41-42, 44; 48-49; 21/Enbiyâ, 76-77; 23/Mü’minûn, 28; 26/Şuarâ, 119; 29/Ankebût, 15.
Nûh (a.s.)’un, Tûfandan Kurtulunca Duâsı: 23/Mü’minûn, 28-29.
Nûh (a.s.)’ın Kıssasında İbretler Vardır: 23/Mü’minûn, 30; 69/Haakka, 11-12.
Nûh (a.s.)’un Mü’minler İçin Duâsı: 71/Nûh, 28.
 
sehadet_aski Çevrimdışı

sehadet_aski

Üye
İslam-TR Üyesi
Hz. Nûh (a.s.)’un Tebliğ Mücâdelesindeki Örneklik


“Sonra gelenler içinde âlemlerde Nûh’a selâm olsun diye ona (iyi bir ün) bıraktık.” (37/Sâffât, 78-79). “Biz onu (Nûh’u) ve gemide bulunanları kurtardık. Geri kalanları suda boğduk. Doğrusu bunda (alınacak) âyet (ibret/ders) vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir.” (26/Şuarâ, 119-121
İslâm dâvetinin, kendi zâlim otoritelerinin ortadan kaldırılmasını da hedeflediğini anlayan Mekke ileri gelenleri (mele’), bunun önüne geçmek için, Rasûlullah’a ve diğer mü’minlere karşı hakaret ve baskı dolu bir kampanya başlattılar. Buna rağmen müslümanlar, Allah’ın âyetlerini onlara “okumak”tan vazgeçmediler. Fakat içinde bulundukları baskı ve zulüm, nihâyetinde bir beşer olan mü’minleri sıkmaya, zorlamaya başladı. Bunun üzerine Allah, müslümanlara şöyle seslendi: “Andolsun asra ki, insan şüphesiz ziyandadır. Ancak, iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.” (103/Asr, 1-3). Böylece Allah, her konuda olduğu gibi, “tebliğ”de de müslümanlardan “sabırlı” olmalarını istedi. Bir süre sonra, Nûh (a.s.) kıssasını indirerek Nûh kavminin peygamberlerine karşı olumsuz tavırlarını ve âkıbetini anlattı, muhâtapları uyardı.
Aynı zamanda “okuma” ve “sabır” örneği olarak Nûh’u zikrederek, rasûl ve müslümanların, karşılaştıkları engellere bakarak eylemlerinde gevşememeleri öğütlendi. Yanı sıra Yûnus (a.s.) kıssasını da indirerek “okuma” eyleminde “sabır”da sonuna kadar direnmeyen Yûnus (a.s.)’un kınandığı gösterildi. Rasûl ve mü’minlerin aynı olumsuz davranıştan sakınmaları istendi. “Sen Rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi (Yûnus) gibi olma.” (68/Kalem, 48)
Nûh (a.s.): Allah Nûh’u da, diğer peygamberlerde olduğu gibi, kavminin içinden seçerek peygamber tâyin eder. “Andolsun Biz Nûh’u kavmine peygamber olarak gönderdik.” (11/Hûd, 25). “Biz Nûh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.” (4/Nisâ, 163)
Kur’an’dan öğrendiğimize göre Nûh kavmi, çeşitli sahte tanrılara/putlara tapan, şirk içerisinde bir kavim idi. Nûh kavmi, ekonomik ve siyasî olarak sivrilmiş olan ve Allah’ın Kur’an’da mele’ olarak isimlendirdiği kimselerin istekleri, kanun ve düzenleri doğrultusunda yaşamaktaydı. Halkın yaşamını yönlendirmek için kanun ve düzenleri yapan ve insanlara dayatan kişiler mele’ adı verilen yönetici takımıydı. “Rabbim! Doğrusu bunlar bana isyan ettiler, malı ve evlâdı kendisinin sadece hüsrânını arttıran kimseye uydular, birbirinden büyük düzenler kurdular. Dediler ki: ‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeuk ve Nesr’i asla terketmeyin. Böylece birçok kimseyi yoldan çıkardılar.” (71/Nûh, 21-24). İşte Nûh, böyle putperest bir kavme rasul olarak seçildi. “Andolsun Nûh’u da kendi toplumuna gönderdik. ‘Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben hakkınızda can yakıcı bir günün azâbından korkuyorum’ dedi.” (11/Hûd, 25)
Kendilerine daha önce rasûl gönderilip inzâr edilmemiş bir toplumda artık hak-bâtıl mücâdelesi başlamış, Nûh (a.s.), kavmini sadece Allah’a kulluk etmeye, taptıkları ilâhlardan yüzçevirmeye çağırmıştır. Nûh’un bu çağrısına kavmi şaşırıp kalmıştı. İçlerinden çıkan Nûh, toplumun dinini ve o dine dayalı toplumsal yapıyı değiştirmek istiyordu. Tüm toplumu karşısına aldığı bu hareketteki cesareti nereden aldığını merak ediyordu insanlar. Öte yandan emperyalist mele’, yani ileri gelenler, ilâhlarına yapılan saldırılara sessiz kalamazlardı. İlâhların terkedilmesi, kâfirlerin otoritelerinin ve toplum üzerindeki sömürülerinin de tehlikeye düşmesi demekti. Bu nedenle Nûh (a.s.)’a karşı gelmeye ve halkın ona ittibâ etmemesi için var güçlerini kullanmaya başladılar. “Dediler ki: ‘Seni de ancak kendimiz gibi bir insan görüyoruz.” (11/Hûd, 27). “Bu da sizin gibi bir insan! Ama size egemen olmak istiyor. Allah dileseydi (peygamber olarak) melekler indirirdi.” (23/Mü’minûn, 24).
Egemenlikleri ve çıkarları tehlikeye düşen “ileri gelenler”, Nûh (a.s.)’a çamur üstüne çamur atmaya, Allah’ın insanlardan bir rasul göndermesinin anlamsız olduğunu iddia etmeye başlarlar. Nûh’un çabasını, “liderlik ve yönetici olma” çabası olarak göstermeye çalışırlar. Böylece Nûh (a.s.)’un dâvâsının İlâhî yönünü halktan saklamaya uğraşırlar. Halbuki Nûh, emin bir rasuldü, yalan ona yakışmazdı. Kendini olduğundan başka gösteremezdi. Sivrilme amacında olsaydı bunun için başka yollar denerdi. Meselâ yanına basit görüşlü “ayaktakımı” olarak nitelenen müstaz’af halkı değil; “mele” adı verilen, toplumun egemen sınıfına âit güçlü kimseleri toplardı. Oysa o, Allah’ın âyetlerini okuyordu onlara. Bu âyetlere kim iman ederse, o, Nûh’un yandaşı, sahâbîsi oluyordu.
Peygamber için mal-mülk değil; inanç önemliydi. Çünkü Allah, insanların servet ve güçlerine değil; iman ve amellerine göre değer biçiyordu.

Nûh Kıssasının Mesaj ve Dersleri


a- Nûh (a.s.)’un risâletle görevlendirildiği esnâdan başlayarak giriştiği tebliğ mücâdelesi: Dokuz yüz elli yıl gibi çok uzun süren tebliğ mücâdelesinde, bıkmadan yılmadan sonuna kadar mücâdele etmesi, kıyâmete kadar yaşayacak tüm muhâtaplar için ders alınacak bir örnekliktir. Nûh (a.s.)’un bu uzun mücâdeledeki metodu ise âyetlerde şöyle veriliyor: “Rabbim, doğrusu ben kavmimi gece gündüz dâvet ettim.” (71/Nûh, 15). “Onlara açıktan açığa, gizliden gizliye söyledim” (71/Nûh, 8-9).
b- Kâfirlere yaranmak için dâvâdan tâviz verilmemesi ve müslümanların bütünlüğünün korunması: Kur’an’da kıssaları anlatılan tüm peygamberlerde olduğu gibi, Nûh kıssasında da, kâfirlerin dâvâdan tâviz verilmesi ve peygambere ittibâ eden müslümanların terkedilmesi karşılığı yaptıkları dünyalık tekliflere itibar edilmeyerek İslâm dâvâsından tâviz verilmemesi bizim için en güzel örnekliktir. “Benim ücretim Allah’a âittir.” (11/Hûd, 29). “Mü’minleri de kovacak değilim. Çünkü ben sadece uyarıcıyım.” (26/Şuarâ, 114-115)
c- Peygamber soyundan olsa dahi, hiç kimse Allah’a teslim olmadıkça bu dünyada ve âhirette kurtuluşa eremeyecektir. Rasûl kendi soyundan olsa bile, Allah’a isyankâr olan ehline bu dünya şefaat edemez. Zâten bir kâfire, âhirette de şefaat etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla insanlar iman etmedikçe bu dünyada ve âhirette şefaate ulaşamazlar. “Allah kâfirlere Nuh’un karısıyla, Lût’un karısını misal gösterir. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun (nikâhı) altında idiler; fakat onlara hıyânet ettiler. Kocaları Allah’tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Onlara:) ‘Cehenneme girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.” (66/Tahrîm, 10)
d- Mücâdelede sürekli direniş ve sonucun Allah’a havâle edilmesi: Allah’ın âyetlerini var güçleri ile topluma ileten müslümanlar, bu çalışmalarının toplumsal neticesini, Allah’a havâle etmeleri, sonucun O’nun takdirinde olduğunu anlamaları gereklidir. Yani tebliğ mücâdelesini akamete uğratmamaları, Yûnus (a.s.) gibi toplumdan uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu husustaki Nûh (a.s.)’un duâsı, bize metod hakkında bilgi vermektedir: “Benimle onların arasında Sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar.” (26/Şuarâ, 118). Eğer müslümanlar toplumlarının tebliğe boyun eğmemelerine kızarak Allah’ın âyetlerini tebliğ etmekten vazgeçerlerse, bu hususta Allah’ın emri olmadan böyle bir davranış gösteren Yûnus (a.s.) kıssasındaki gibi Allah tarafından kınanma durumunda kalabileceklerdir. Bu yüzden tebliğ sürecinin fetrere uğratılmaması ve tebliğde sürekli direniş gösterilmesi gereklidir Nûh kavmindeki tebliğin sonunu, Allah şöyle belirtiyor: “Senin kavminden iman etmiş olanlardan başkası (bundan sonra) iman etmeyecek.” (11/Hûd, 36)
e- Hidâyet ve zafer, Allah’ın dilemesine bağlıdır. Bu yüzden müslümanların sayılarının azlığı ve dünyada kâfirlere gâlip gelememeleri gerçek anlamda yenilgi değildir. Müslümanların yapması gereken Hakk’ın şâhitliğini göstermektir. Bu hususta ellerinden gelen tüm gayreti ortaya koymaları, onların yegâne görevidir. Nûh (a.s.)’un az sayıda insanın hidâyetine vesile olması, onun görevini yapmadığı anlamına gelmez. Nûh, Hakk’ın şâhitliğini yapmış ve Allah’ın bu imtihan dünyasındaki ondan istediği hususları en güzel şekilde yerine getirmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve sahâbîleri bu kıssanın Kur’an’da indiği zaman belki Nûh kavminin âkıbeti gibi kendilerinin de aynı âkıbete uğrayacaklarını sanmışlardı. Oysa Allah onlara çoğunluğa dayanan bir zafer ihsan etti. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve sahâbîlerini yeryüzünün hâkimleri yaptı. Bu örnek, bizim sonuçlarla ilgilenmemizin çok önemli olmadığını, asıl olanın Allah’ın emirlerini topluma iletmek, Hakk’ın şâhitliğini yapmak, hidâyet ve zafer olayının Allah’ın elinde olduğuna inanmak gerektiğini ortaya koymaktadır.[1]
Hz. Nûh, ümmetinin durumunu değiştirmek, onları üzerinde bulundukları bâtıl yoldan hakka iletmek ve şirkin karanlığından kurtararak tevhidin aydınlığına iletmek için uzun süre çabaladı durdu. Tevhid dâvetini net bir biçimde saf olarak hiç kapalılık bırakmadan, bütün berraklığıyla açık-seçik bir vaziyette kavmine sundu. Bunun için her gün artan bir gayret sarfetti. Geceyi gündüze kattı. Dokuz yüz elli sene kavmini iman aydınlığına kavuşturmak için durmak bilmeden çalıştı, çalıştı. Onları gerçeği görmeye çağırdı.
Nûh (a.s.) kavmini hakka çağırırken durmadı, yorulmadı, bıkmadı. Tek tek söyledi; topluca çağırdı. Açıktan konuştu. Gizli anlattı. Yüksek sesle seslendi. Dış dünyaya, göklerin yaratılışına, ayın ışıklarına, güneşin ışık dağıtışına, yağmurun yağışına, toprağın yetiştiriciliğine, Allah’ın kendilerine verdiği çocuk ve mal nimetlerine dikkat etmeye, öz nefislerini incelemeye ve bunlardan ibret alıp Allah’a inanmaya çağırdı. Hak dâvetçilerinin vasıflarını ve çalışma usûllerini ilk defa açıkladı. Bu yönde ilk örnek oldu. [2]
Nuh (a.s.) dâvetiyle tevhid mücâdelesinin dayandığı temelleri ve bu dâvet esnâsında kullanılan usûlleri açıkça gösterdi. Bunu yaparken birinci derecede peygamberlik, dolayısıyla da tevhid dâvetçisi olma görevinin hesabını verdi. Eksiksiz ve net bir söylemle kavmini tevhide dâvet etti. Usûl güzeldi. Çalışma yerindeydi. Fakat kavmine istediği ölçüde tesir edemedi. Çünkü etki ve netice Allah’a âitti. [3]
Hz. Nuh’un müşrik oğlunun, sâlih amel sahibi bir mü’min olmadığından dolayı, Hz. Nuh’un evlâdı bile sayılamayacak ve dünyada helâka uğrayanlardan olduğu gibi, âhirette de azâba uğrayacak olması konusunda, inanç bağının ne kadar önemli olduğu açıkça görülmektedir. Kendi öz oğlunu kâfirlikten dolayı kurtaramamıştı Hz. Nuh. İnanç bağı dışında kalan kan ve soy bağı, cins ve ırk bağı, meslek ve sınıf bağı, renk ve dil bağı, kavim ve aşiret bağı, toprak ve vatan bağı müslüman fertleri birbirine bağlayamaz. İşte bu olay, câhiliyye mantığı ile İslâm mantığını birbirinden ayıran temel noktalardandır. Câhiliyye mantığıyla bakış açısına sahip olanlar, büyük bir yanılgıya düşmüş olurlar. Çünkü câhiliyye mantığında ne olursa olsun, baba çocuğunu dışlayıp yabana atamaz. Tehlikeli günlerde mutlaka sahip çıkması gerekir. Baba-evlât bağları her bağın üstündedir. Ama İslâm, bütün bu ince ve kopmak üzere olan bağlara sahip çıkmaz. İslâm, sadece akîde bağını tanır ve neticeyi de ona göre sonuçlandırır.
Nuh (a.s.) ile oğlu arasında geçen olay ile, İbrâhim (a.s.) ile babası, Muhammed (s.a.s.) ile Ebû Tâlip arasında geçen olayın mâhiyeti birdir. Yol şudur: Ya bir olan Allah’ın tek ilâh olduğuna dayanan İslâm’a; ya da birçok âciz insanın kendi kafasından türettiği, kendi gibi bir beşer olan birinin ilke ve felsefesinden türeyen câhiliye düzenine inanılacaktır. Neticede ya gemiye binip Allah’ın izniyle kurtulup dünyada huzurlu ve âhirette sonsuz bir şekilde müreffeh bir hayat seçilecek, ya da sularda boğulup Allah’ın çetin azâbıyla başbaşa kalınacaktır. Öz olarak ya tevhid, ya şirk; ya İslâm, ya küfür, ya cennet ya da cehennem...

[1] Cengiz Duma, Hak Söz, sayı 50, (Mayıs 1995), s. 39-41

[2] N. Mehmet Solmaz, L. Çakan, Kur’ân-ı Kerime’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, 1/43

[3] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 80
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt