PADİŞAHLAR NEDEN TÜRK KIZI ALMAZLARDI
Kimi padişahlara içki içiriyor, kimi “delilik” izafe ediyor, kimi “Türk Milleti’ne ihanet”le suçluyor, kimi de yabancı kadınlarla evlendikleri için suçluyor...
Neymiş biliyor musunuz? “Osmanlı padişahları yabancı kadın almak suretiyle Türk Devletinin yapısını bozmuşlar”mış...
Bir kere bu mümkün değil: Çünkü o tarihte ortada bir “Türk Devleti” yoktur. Türklerin kurduğu çok uluslu bir imparatorluk vardır. Buna “Osmanlı Devleti=İmparatorluğu” denmektedir... (Büyüklüğünü ve gücünü vurgulamak için “imparatorluk” diyorum, yoksa Osmanlı, hiçbir zaman, “imparatorluk” kelimesinin içerdiği “emperyalist” amaçlar taşımamıştır).
Devletin yapısı etnik (ırk) esasa göre değil, din esasına göre oluşmuştur. (Türkiye Cumhuriyeti de bu bakış açısını benimsediği içindir ki, Lozan görüşmelerinde “azınlık” tarifinin etnik esasa göre değil, dinî esasa göre şekillenmesini istemiş ve tarife göre Hıristiyan, Yahudi ve sair gayr-i müslim unsurlar “azınlık” sayılırken, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Arnavut vs. gibi unsurlar “devletin asıl sahipleri” sayılmıştır.)
Ancak başka dinlere ve mensuplarına son derece tolerans gösteren bir dinî anlayış benimsenmiştir. Başka dinlerin mensupları ne horlanmıştır, ne dışlanmıştır, ne de kınanmıştır; hatta inançlarını daha dinamik yaşayabilecekleri imkanlar verilmek suretiyle daha mutlu olmaları sağlanmıştır.
Zaten Osmanlı Devleti’ni, yaşadığı çağın ötesine taşıyıp tarih içinde yıldızlaştıran şey, “öteki”ne (öteki dinlere, öteki dillere, öteki ırklara, öteki kıyafetlere ve tüm farklılıklara) karşı gösterdiği bu anlayışıdır.
Bu anlayış sayesinde, Osmanlı Devleti, oldukça uzun sayılabilecek bir süre zirvede kalabilmiş, dünyanın cazibe merkezi haline gelebilmiştir.
Bu kimliğinden uzaklaşmaya başladığında ise, çöküş süreci başlamıştır: Buna tarih şahittir.
Böyle bir yapı içinde, dinin belirleyici olması kaçınılmazdır. Nitekim de öyle olmuş, ister atadan kalma, isterse sonradan olsun, her “Müslüman” devletin sahibi sayılmış ve yüreklerle birlikte tüm makamlar ona açılmıştır.
Şöyle de denilebilir: Osmanlı’nın yapısı etnisiteye (ırk kalıplarına) değil, dine dayandığı için, her alanda din belirleyici temel öğe olmuştur. Tabiatıyla, insanlar, milliyetlerine göre değil, dinlerine ve tabii ki liyakatlerine göre değerlendirilmiş, önceden hangi dinden olduğuna bakılmaksızın, Müslüman olan herkes, daha önceki tüm Müslümanlarla eşit haklar kazanmıştır.
Bu hüküm padişah eşlerini ve annelerini de kapsamaktadır...
Hz. Ömer, “Biz, zelil, aşağı kimselerdik. Allahu Teala, bizleri Müslüman yapmakla şereflendirdi” buyuruyor.
Unutmayalım ki, başlangıçta hiç kimse Müslüman değildi; bugün çok büyük hürmet gösterdiğimiz, İslâm tarihinin temelini teşkil eden isimler, sonradan iman edip Müslüman olmuş isimlerdir...
Yani, Müslüman anne-babadan doğmamak bir “kusur gibi” algılanmamalıdır. Böyle algılamak hem İslâm’a, hem insanlık onuruna aykırı düşer.
Kaldı ki, padişahlar, annelerinin arzusu ve Şeyhülislâmın onayı ile eşlerini seçerlerdi. Seçilen kadının inancı ve ahlâkı konusunda en küçük bir tereddüt olsaydı, kılı kırk yaran ve yeri geldiğinde padişahı bile azarlayan Osmanlı uleması, mümkün değil, böyle bir şeye izin vermezlerdi.
Bu yüzden, padişah annelerinin önceki dinlerini ve milliyetlerini dikkate vermek suretiyle onları ve padişahları aşağılamak, hatta daha ileri giderek onları “Türk milletinin yapısını bozmak”la suçlamak, akla ziyan bir yaklaşımdır! Böyle bir yaklaşım asla iyi niyetle bağdaşmaz!
Çünkü Osmanlı’nın “ortak payda”sı İslâm’dır. Osmanlı anlayışında, “yabancı” demek, “gayr-i müslim” demektir...
Padişah anneleri küçük yaşta saraya alınıp Müslüman inancına ve Türk törelerine göre yetiştirilen “cariye”ler arasından seçildiği için, onları “yabancı” saymak imkânsızdır.
Kaldı ki, onlar ne olursa olsun, çocukları hepimiz kadar “Müslüman”, hepimiz kadar “Türk” doğmuş, yaşamış ve ölmüşlerdir.
“Türk” kimliklerini ikide bir vurgulamamaları imparatorluğun diğer birimlerini incitmemeyle ilgili bir husustur, yoksa milliyetini “inkâr”, ya da milliyetinden dolayı “utanma” söz konusu olamaz...
Zira hiçbirimiz kendi milletimizi ve milliyetimizi seçmedik. Mensubiyetimiz Allah’ın bir takdiridir. Bunun için övünmek ya da bundan dolayı dövünmek gereksizdir.
Ayrıca, padişahların Türk kızlarıyla evlenmemelerinin bir sebebi de, Anadolu’da yeni hanedanlar inşa etmemektir. Padişahlar Türk kızı alsalardı, Anadolu’nun dört yanı “padişahların akraba”larıyla dolar, bunlardan bazıları, tıpkı Avrupa aristokratlarının yaptığı gibi, saraya dayanarak halka zulmedebilirlerdi.
Padişahlar, kendilerine eş olarak “meçhul kızlar” seçmek suretiyle, Anadolu halkını aristokrat baskısından korumuşlardır.
İşin aslını-faslını bilmeden esip savurmak, bir cahillik göstergesidir.
Yarın farklı bir boyutuyla konuya devam ederiz inşallah.
Kimi padişahlara içki içiriyor, kimi “delilik” izafe ediyor, kimi “Türk Milleti’ne ihanet”le suçluyor, kimi de yabancı kadınlarla evlendikleri için suçluyor...
Neymiş biliyor musunuz? “Osmanlı padişahları yabancı kadın almak suretiyle Türk Devletinin yapısını bozmuşlar”mış...
Bir kere bu mümkün değil: Çünkü o tarihte ortada bir “Türk Devleti” yoktur. Türklerin kurduğu çok uluslu bir imparatorluk vardır. Buna “Osmanlı Devleti=İmparatorluğu” denmektedir... (Büyüklüğünü ve gücünü vurgulamak için “imparatorluk” diyorum, yoksa Osmanlı, hiçbir zaman, “imparatorluk” kelimesinin içerdiği “emperyalist” amaçlar taşımamıştır).
Devletin yapısı etnik (ırk) esasa göre değil, din esasına göre oluşmuştur. (Türkiye Cumhuriyeti de bu bakış açısını benimsediği içindir ki, Lozan görüşmelerinde “azınlık” tarifinin etnik esasa göre değil, dinî esasa göre şekillenmesini istemiş ve tarife göre Hıristiyan, Yahudi ve sair gayr-i müslim unsurlar “azınlık” sayılırken, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Arnavut vs. gibi unsurlar “devletin asıl sahipleri” sayılmıştır.)
Ancak başka dinlere ve mensuplarına son derece tolerans gösteren bir dinî anlayış benimsenmiştir. Başka dinlerin mensupları ne horlanmıştır, ne dışlanmıştır, ne de kınanmıştır; hatta inançlarını daha dinamik yaşayabilecekleri imkanlar verilmek suretiyle daha mutlu olmaları sağlanmıştır.
Zaten Osmanlı Devleti’ni, yaşadığı çağın ötesine taşıyıp tarih içinde yıldızlaştıran şey, “öteki”ne (öteki dinlere, öteki dillere, öteki ırklara, öteki kıyafetlere ve tüm farklılıklara) karşı gösterdiği bu anlayışıdır.
Bu anlayış sayesinde, Osmanlı Devleti, oldukça uzun sayılabilecek bir süre zirvede kalabilmiş, dünyanın cazibe merkezi haline gelebilmiştir.
Bu kimliğinden uzaklaşmaya başladığında ise, çöküş süreci başlamıştır: Buna tarih şahittir.
Böyle bir yapı içinde, dinin belirleyici olması kaçınılmazdır. Nitekim de öyle olmuş, ister atadan kalma, isterse sonradan olsun, her “Müslüman” devletin sahibi sayılmış ve yüreklerle birlikte tüm makamlar ona açılmıştır.
Şöyle de denilebilir: Osmanlı’nın yapısı etnisiteye (ırk kalıplarına) değil, dine dayandığı için, her alanda din belirleyici temel öğe olmuştur. Tabiatıyla, insanlar, milliyetlerine göre değil, dinlerine ve tabii ki liyakatlerine göre değerlendirilmiş, önceden hangi dinden olduğuna bakılmaksızın, Müslüman olan herkes, daha önceki tüm Müslümanlarla eşit haklar kazanmıştır.
Bu hüküm padişah eşlerini ve annelerini de kapsamaktadır...
Hz. Ömer, “Biz, zelil, aşağı kimselerdik. Allahu Teala, bizleri Müslüman yapmakla şereflendirdi” buyuruyor.
Unutmayalım ki, başlangıçta hiç kimse Müslüman değildi; bugün çok büyük hürmet gösterdiğimiz, İslâm tarihinin temelini teşkil eden isimler, sonradan iman edip Müslüman olmuş isimlerdir...
Yani, Müslüman anne-babadan doğmamak bir “kusur gibi” algılanmamalıdır. Böyle algılamak hem İslâm’a, hem insanlık onuruna aykırı düşer.
Kaldı ki, padişahlar, annelerinin arzusu ve Şeyhülislâmın onayı ile eşlerini seçerlerdi. Seçilen kadının inancı ve ahlâkı konusunda en küçük bir tereddüt olsaydı, kılı kırk yaran ve yeri geldiğinde padişahı bile azarlayan Osmanlı uleması, mümkün değil, böyle bir şeye izin vermezlerdi.
Bu yüzden, padişah annelerinin önceki dinlerini ve milliyetlerini dikkate vermek suretiyle onları ve padişahları aşağılamak, hatta daha ileri giderek onları “Türk milletinin yapısını bozmak”la suçlamak, akla ziyan bir yaklaşımdır! Böyle bir yaklaşım asla iyi niyetle bağdaşmaz!
Çünkü Osmanlı’nın “ortak payda”sı İslâm’dır. Osmanlı anlayışında, “yabancı” demek, “gayr-i müslim” demektir...
Padişah anneleri küçük yaşta saraya alınıp Müslüman inancına ve Türk törelerine göre yetiştirilen “cariye”ler arasından seçildiği için, onları “yabancı” saymak imkânsızdır.
Kaldı ki, onlar ne olursa olsun, çocukları hepimiz kadar “Müslüman”, hepimiz kadar “Türk” doğmuş, yaşamış ve ölmüşlerdir.
“Türk” kimliklerini ikide bir vurgulamamaları imparatorluğun diğer birimlerini incitmemeyle ilgili bir husustur, yoksa milliyetini “inkâr”, ya da milliyetinden dolayı “utanma” söz konusu olamaz...
Zira hiçbirimiz kendi milletimizi ve milliyetimizi seçmedik. Mensubiyetimiz Allah’ın bir takdiridir. Bunun için övünmek ya da bundan dolayı dövünmek gereksizdir.
Ayrıca, padişahların Türk kızlarıyla evlenmemelerinin bir sebebi de, Anadolu’da yeni hanedanlar inşa etmemektir. Padişahlar Türk kızı alsalardı, Anadolu’nun dört yanı “padişahların akraba”larıyla dolar, bunlardan bazıları, tıpkı Avrupa aristokratlarının yaptığı gibi, saraya dayanarak halka zulmedebilirlerdi.
Padişahlar, kendilerine eş olarak “meçhul kızlar” seçmek suretiyle, Anadolu halkını aristokrat baskısından korumuşlardır.
İşin aslını-faslını bilmeden esip savurmak, bir cahillik göstergesidir.
Yarın farklı bir boyutuyla konuya devam ederiz inşallah.