Allah Râsulü (s.a.v.) bu dinle gönderildiği zaman, Arap toplumu servet ve adaletin dağılımı açısından bir toplumun bulunabileceği en kötü durumdaydı. Küçük bir azınlık paraya ve ticaret yapma imkanına sahipti. Faizle iş yapıyorlardı. Ticaret ve paraları arttıkça artıyordu. Büyük çoğunluğun ise sıkıntı ve açlıktan başka bir şeyi yoktu.
Denilebilir ki, Muhammed (s.a.v.) toplumculuk bayrağı açabilir, soylulara karşı savaş başlatabilirdi. Hayat tarzının değişeceği, zenginlerin mallarının fakirlere verilmesini amaçlayan bir davette bulunabilirdi.
Yine denilebilir ki; eğer o gün Allah Rasûlü (s.a.v.) böyle bir davette bulunsaydı bu taktirde Arap toplumu ikiye bölünürdü. Bir yandan para, şeref ve şöhretin azdırdıklarına karşı çıkan ve yeni dine katılmış olan ezici çoğunluk, öte yanda servetleriyle baş başa kalan küçük bir azınlık... Böylece o zaman az bir insanın kabul ettiği La ilahe illallah'ın karşısına bütün toplum tek saf halinde çıkamazdı.
Şu da denilebilir: Şüphesiz, çoğunluk onun davetini kabul eder, o da yönetimi üstlenir, böylece azınlıkla çoğunluğu mağlup ederdi. Rabbinin kendisiyle gönderdiği tevhid inancım kökleştirip, beşerî gücüyle insanları kendisine boyun eğdirdikten sonra, onları Rablerine ibadet ettirme imkanını elde edebilirdi.
Ancak bilgisi geniş ve hikmet sahibi olan Yüce Allah böyle bir şeyi istemedi. Allah Teâlâ çıkar yolun bu olmadığını biliyordu. Toplumda sosyal adaletin kapsayıcı itikadı bir anlayıştan, bütün yönetimi O'na tahsis eden; adaletin dağılımında Allah'ın takdir ettiğini hoşnutlukla, itaat ederek kabul eden bir anlayıştan doğması gerekiyordu. Böylece hem onu alanın, hem de verenin kalbinde, Allah'ın koyduğu sistemin uygulandığı, yürürlükte olduğu duygusu yerleşecek insanlar, dünya ve ahiretin hayrına, güzelliğine ulaşmayı umacaktı. Ancak böyle olursa; kalbler ne hırs, ne de kıskançlıkla dolacaktır. Bütün işler silahla, sopayla, dövmekle sövmekle yürümez. La ilahe illallah'tan başka fikrin hakim olduğu toplumlarda olduğu gibi bütün ruhlar, bütün kalbler fesada uğrayıp bozulmazlar.
Allah Rasûlü (s.a.v.) gönderildiğinde, Arap yarımadasında ahlaki durum çeşitli açılardan en aşağı seviyedeydi. Bununla birlikte toplumda bedevilere ait bazı faziletler de vardı.
Toplumda zulüm oldukça yaygındı. Zuheyr b. Ebi Selma bu durumu şöyle dile getirir:
"Kim silahıyla tendi bölgesini savunmazsa yıkılır, Ve zulmetmeyen kimse zulüm görür"
Bir arap atasözü şöyledir: "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et"
içki ve kumar toplumun geleneği, hatta övünç kaynağı idi. Bütün cahiliyye şiiri bu durumu anlatır.
Muhammed (s.a.v.), ahlakı ön plana alan,toplumu güzelleştirmeyi, nefisleri arındırmayı hedefleyen bir ıslahat davetinde bulunabilirdi, denebilir.
Efendimiz (s.a.v.) kendi devirlerinde varolan bütün pislikten rahatsız olan, ıslah ve reform davetçileri ve onların çağrılarına icabet etmekten mutluluk duyan insanlar bulabilirdi, denebilir.
Şu da düşünülür: Eğer Allah Rasûlü (s.a.v.) bunu yapsaydı, salih bir insan topluluğu bu davete icabet ederdi. Sonra, o bunları düzeltir, ruhlarını arındırırdı. Böylece İslâm akidesine inanmaya, onu yüklenmeye daha yakın bir duruma gelirlerdi. Böyle olunca da, La ilahe illallah çağrısı, daha işin başında büyük bir muhalefetle karşılaşmazdı. Ancak Allah (c.c), bunun çıkar yol olmadığını biliyordu. Ahlakın, ancak ölçüler koyan, değerler belirleyen bir akide temeli üzerine oturması gerektiğini biliyordu. Aynı akide, bu ölçü ve değerlerin kendisine dayandığı gücü ve yaptırım merkezi ile, bu gücü elinde tutan ve bunlara uyanlara verilecek mükafatı ve isyan edenlere karşı uygulanacak ceza şeklini belirler. Bu akide kökleşmeden, bu güç oluşmaksızın mevcut bütün değerler ve bunların üzerine kurulan bütün ahlak sistemi köksüz, dayanıksız, yaptırımsız yapay bir şey olur.
Çetin bir uğraştan sonra, akide ve akideden kaynaklanan güç yerleştiğinde, insanlar Rablerini tanıdığında, yalnızca O'na ibadet ettiğinde, La ilahe illallah kalplerde kökleştiğinde, Allah (c.c.) bu akide ve ona inananlarla, yukarıda yapılan önerilerin hepsini gerçekleştirir. Arabın egemenliği değil, Allah'ın egemenliği gerçekleşsin diye yeryüzü Bizans'lı ve İranlı'lardan temizlenir. Yeryüzü ister Bizans'lı, ister İranlı; isterse Arap olsun, bütün tağutlardan temizlenir.
Toplum, her türlü toplumsal zulümden kurtulur, İslâmi düzeni kurar. Allah'ın adaletiyle yönetir, O'nun ölçüsüyle ölçer, tek olan Allah'ın adıyla sosyal adalet bayrağını göndere çeker ve buna İslâm bayrağı adını verir. Ona başka bir ismi uygun görmez. Üzerine de "La ilahe illallah" yazar.
-Seyyid Kutup-
Denilebilir ki, Muhammed (s.a.v.) toplumculuk bayrağı açabilir, soylulara karşı savaş başlatabilirdi. Hayat tarzının değişeceği, zenginlerin mallarının fakirlere verilmesini amaçlayan bir davette bulunabilirdi.
Yine denilebilir ki; eğer o gün Allah Rasûlü (s.a.v.) böyle bir davette bulunsaydı bu taktirde Arap toplumu ikiye bölünürdü. Bir yandan para, şeref ve şöhretin azdırdıklarına karşı çıkan ve yeni dine katılmış olan ezici çoğunluk, öte yanda servetleriyle baş başa kalan küçük bir azınlık... Böylece o zaman az bir insanın kabul ettiği La ilahe illallah'ın karşısına bütün toplum tek saf halinde çıkamazdı.
Şu da denilebilir: Şüphesiz, çoğunluk onun davetini kabul eder, o da yönetimi üstlenir, böylece azınlıkla çoğunluğu mağlup ederdi. Rabbinin kendisiyle gönderdiği tevhid inancım kökleştirip, beşerî gücüyle insanları kendisine boyun eğdirdikten sonra, onları Rablerine ibadet ettirme imkanını elde edebilirdi.
Ancak bilgisi geniş ve hikmet sahibi olan Yüce Allah böyle bir şeyi istemedi. Allah Teâlâ çıkar yolun bu olmadığını biliyordu. Toplumda sosyal adaletin kapsayıcı itikadı bir anlayıştan, bütün yönetimi O'na tahsis eden; adaletin dağılımında Allah'ın takdir ettiğini hoşnutlukla, itaat ederek kabul eden bir anlayıştan doğması gerekiyordu. Böylece hem onu alanın, hem de verenin kalbinde, Allah'ın koyduğu sistemin uygulandığı, yürürlükte olduğu duygusu yerleşecek insanlar, dünya ve ahiretin hayrına, güzelliğine ulaşmayı umacaktı. Ancak böyle olursa; kalbler ne hırs, ne de kıskançlıkla dolacaktır. Bütün işler silahla, sopayla, dövmekle sövmekle yürümez. La ilahe illallah'tan başka fikrin hakim olduğu toplumlarda olduğu gibi bütün ruhlar, bütün kalbler fesada uğrayıp bozulmazlar.
Allah Rasûlü (s.a.v.) gönderildiğinde, Arap yarımadasında ahlaki durum çeşitli açılardan en aşağı seviyedeydi. Bununla birlikte toplumda bedevilere ait bazı faziletler de vardı.
Toplumda zulüm oldukça yaygındı. Zuheyr b. Ebi Selma bu durumu şöyle dile getirir:
"Kim silahıyla tendi bölgesini savunmazsa yıkılır, Ve zulmetmeyen kimse zulüm görür"
Bir arap atasözü şöyledir: "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et"
içki ve kumar toplumun geleneği, hatta övünç kaynağı idi. Bütün cahiliyye şiiri bu durumu anlatır.
Muhammed (s.a.v.), ahlakı ön plana alan,toplumu güzelleştirmeyi, nefisleri arındırmayı hedefleyen bir ıslahat davetinde bulunabilirdi, denebilir.
Efendimiz (s.a.v.) kendi devirlerinde varolan bütün pislikten rahatsız olan, ıslah ve reform davetçileri ve onların çağrılarına icabet etmekten mutluluk duyan insanlar bulabilirdi, denebilir.
Şu da düşünülür: Eğer Allah Rasûlü (s.a.v.) bunu yapsaydı, salih bir insan topluluğu bu davete icabet ederdi. Sonra, o bunları düzeltir, ruhlarını arındırırdı. Böylece İslâm akidesine inanmaya, onu yüklenmeye daha yakın bir duruma gelirlerdi. Böyle olunca da, La ilahe illallah çağrısı, daha işin başında büyük bir muhalefetle karşılaşmazdı. Ancak Allah (c.c), bunun çıkar yol olmadığını biliyordu. Ahlakın, ancak ölçüler koyan, değerler belirleyen bir akide temeli üzerine oturması gerektiğini biliyordu. Aynı akide, bu ölçü ve değerlerin kendisine dayandığı gücü ve yaptırım merkezi ile, bu gücü elinde tutan ve bunlara uyanlara verilecek mükafatı ve isyan edenlere karşı uygulanacak ceza şeklini belirler. Bu akide kökleşmeden, bu güç oluşmaksızın mevcut bütün değerler ve bunların üzerine kurulan bütün ahlak sistemi köksüz, dayanıksız, yaptırımsız yapay bir şey olur.
Çetin bir uğraştan sonra, akide ve akideden kaynaklanan güç yerleştiğinde, insanlar Rablerini tanıdığında, yalnızca O'na ibadet ettiğinde, La ilahe illallah kalplerde kökleştiğinde, Allah (c.c.) bu akide ve ona inananlarla, yukarıda yapılan önerilerin hepsini gerçekleştirir. Arabın egemenliği değil, Allah'ın egemenliği gerçekleşsin diye yeryüzü Bizans'lı ve İranlı'lardan temizlenir. Yeryüzü ister Bizans'lı, ister İranlı; isterse Arap olsun, bütün tağutlardan temizlenir.
Toplum, her türlü toplumsal zulümden kurtulur, İslâmi düzeni kurar. Allah'ın adaletiyle yönetir, O'nun ölçüsüyle ölçer, tek olan Allah'ın adıyla sosyal adalet bayrağını göndere çeker ve buna İslâm bayrağı adını verir. Ona başka bir ismi uygun görmez. Üzerine de "La ilahe illallah" yazar.
-Seyyid Kutup-