Sevdim seni hep canlara canan diye sevdim
Bir ben değil âlem sana hayran diye sevdim.”
Bir çoğumuzun aşina olduğu bu ilahiyi ilk duyduğum zaman çok hoşuma gitmişti. Teypten defalarca dinledim. Sonra dilime dolanan nakaratını mırıldanmaya başladım.
“Sevdim seni, sevdim seni, sevdim Ya Resul” der demez... Birden bire sustum..
Ne diyordum ben!
Hayalen O’nu; Peygamberimi (s.a.) karşımda hissetmeye çalıştım. Sanki kulaklarına inanamamş bir ifadeyle yüzüme bakıyordu. Bu öyle bir bakıştı ki, gözlerinden gözlerime oradan da kalbime; yo yo yalnız kalbime değil tâ iliklerime kadar işleyen tarif edilmez bir enerji yansıyor... Ve bana soruyor:
- Gerçekten sevdin mi beni?
Utandım... Bir şey diyemedim..
Nasıl diyebilirdim ki?
Ya “isbat et sevgini” dese!
Nasıl isbat edebilirim ki O’nu sevdiğimi?
Hayalen bile böyle bir soruya muhatap olmak beni bir çıkmazın içine sokmuştu. Kendi kendime bile yüzleşemediğim bu gerçek beni içten içe rahatsız etmeye devam ediyordu.
Yıllar sonra beni çok iyi anlayan, bir çok şeyi aynı duygu frekansında yaşadığımız bir arkadaşım, bu ilahiyi mırıldanmaya başlayınca ona bütün hislerimi açtım. O da bana, kendisinin de aynı duyguları yaşadığını söyledi.
Bundan sonra kendi kendimle yüzleşmeye başladım. Kitaplardan okuyup öğrendiğim sevgi kahramanlarını bir bir gözümün önüne getiriyordum:
Peygamberin (s.a.) yanında bile ona olan hasret duyguları içinde kıvranan, ondan ayrı iken de onun hayalini gözünün önünden hiç ayıramayan Hz. Sıddıyk.
Peygamberin vefat haberini alır almaz kılıcına sarılan Hz. Ömer.
Şimdi sen aramızdasın, istediğim zaman gelip seni görebiliyorum. Ahirette ise cennete girebilsem bile sen peygamberlerle beraber olacaksın, ben ise seni görebilecek miyim” diye günden güne eriyen Sevban.
Peygamberinin yüzünü göremeyecek olan gözlerinin dünyada başka şeylere de bakmasına razı olmayan, bunun için de Hz. Peygamberin vefatından sonra gözlerinin kör olması için dua eden ve hayatının geri kalan kısmını kör olarak yaşayan sahabi Abdullah Bin Zeyd (r.a.)
- Bunlar Peygamber’i (s.a.v) görmüşlerdi. Fakat biz görmedik, dedi içimden bir ses.
- Üveys el-Karânî, dedim bahaneci nefsime.
O ki aynı devirde yaşadığı halde O’nu (s.a.) göremedi. Peygamberinin Uhud’da kırılan bir dişine bedel otuz iki dişini kurban etti.
- Hayır, dedi nefsim senden bu istenmiyor.
- Biliyorum, benden bu istenmiyor. İstenseydi zaten, çoktan kaybetmiştim bu imtihanı.
- Şair Nâbî’yi hatırla, dedim nefsime.
- Ya da İmam-ı Âzâm Ebu Hanife’yi.
Hani defalarca hacca gittiği ve her defasında Medine’yi ziyaret ettiği halde utancından Kabr-i Şerifine yaklaşamadığı Peygamberinden (s.a.) özel davet almıştı. Bir fakirin rüyasında “Ümmetimden falanca beni ziyaret etsin” şeklinde ismen büyük imamı davet etmiş. İmam-ı Âzâm da sevinç ve heyecan içinde o fakiri madden ihya etmişti.
Dehşete kapıldım. Ben bu sevda yolunda yaya kalmıştım. Hem de çıplak ayakla.
Ertesi gün yine o arkadaşımla beraberiz; bulunduğumuz ortam feyiz alış-verişinin daha farklı olduğu bir ilmî meclis. Derse ara verilmişti, teneffüste idik. Arkadaşım yine o ilahiyi mırıldanmaya başladı, yüzüme bakarak... Gözlerinin içi gülüyordu...
Diktim gözlerimi gözlerine. Gözlerimiz konuşmaya başladı; dilimizin aciz kaldığı, kelimelerin kısır, anlatmaktan aciz kaldığı manaları. Kalplerimiz anlamaya başladı; kulaklarımızın duymaktan, zihinlerimizin anlamaktan aciz kaldığı duyguları. Sonra,
- Çıkmazdayım, arkadaşım, dedim ve devamla, çıkmazdayım “seviyorum” desem. Bu büyük bir iddia... “Sevmiyorum” demek. Bu büyük bir cür’et...
Ne demek istediğimi –zannettiğimin de ötesinde- çok iyi anlamıştı. Gözlerinin içi gülümser bir halde,
- Haklısın, dedi. “Ama şimdi “seviyoruz” diyebiliriz. Fakat bunu her zaman söyleyemeyiz” diye de ilave etti.
Bu sefer de ben onun ne demek istediğini çok iyi anlamıştım. Anlamıştım ya; bu cevap, benim gönül fırtınamı dindirmek yerine şiddetini artırmıştı. Şimdi “seviyorum” diyebilmek, daha sonra unutuvermek bu sevgiyi...
- Sevgi unutulabilecek bir şey miydi ki? Şimdi sev sonra unut, olur mu?
Bu soruyu bütün gün sordum kendi kendime. Sonra,
- Bir anne çocuğunu unutuyor mu? Bir aşık sevgilisini unutuyor mu?
Ah arkadaşım! Yaramı sarmaya kalkıştın, daha çok kanattın!
Ayet-i Kerime’nin tehdidi geldi aklıma “De ki: Eğer, babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size ’tan, Resulünden ve yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık emrini getirinceye kadar bekleyin. fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 9/24)
Eyvah; eyvah ki ne eyvah! İki tarafı keskin bıçak!
Sevmek... Ki, ne yaptım, sevgi adına...
Sevmemek... Ki, buna gönül isyanda,
- Hayır; seviyorsun, diyor.
Nefis ise kendini münafık gibi hissetmekte...
İşte bu hengamda gönlümün kulaklarında bir ses yankılanmaya başladı, asırlar öncesinden,
- Hanzala münafık oldu! Hanzala münafık oldu!
Kulak verdim heyecanla bu eninli haykırışa.
Hz. Sıddıyk da dahil oldu bu sarsıcı haykırışın sahibine, sonra birlikte gittiler O gönüller tabibine. Yaraları sarıldı O’nun eliyle.
Meğer öyle olurmuş insan sohbet meclisinde. Sonra dünya meşgalesi girince, o feyiz yoğunluğu azalırmış. Eğer azalmamış olsa, o hal korunabilse melekler o kullarla yataklarında, sokaklarda gezerlerken musafaha ederlermiş. (Kandehlevi, Müslüman Şahsiyeti)
Biraz hafifledi yüreğimdeki fırtına.
Ey gönüller sultanı! Ey tabibler tabibi!
Çaresizim, çıkmazdayım, sıvazla sırtımı, okşa başımı ve teselli et beni. Gel rüyalarıma da göreyim seni. Belki o zaman bulurum aradığım sevgi kıvamını. Davet et beni Medine’ye. Misafirin olayım her sene.
ümme salli alâ seyyidina Muhammed.