Hatırlıyorum da Allah, ahiret, cennet cehennem gibi dini kavramları ciddi anlamda sorgulamaya başladığımda yıl 2006 sonbaharıydı ve ben 19 yaşındaydım. Hayatımı Anadolu’nun doğusunun en doğusunda bölgeye göre büyük, normalde küçük olan bir ilçede İslama olduğu kadar Kürt soluna da yakın 6 çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak idame ettirmeye çalışıyordum.
Yıl iki bin altıydı ve ben girdiğim öğrenci seçme sınavlarında İstanbul'da bir üniversitede okumaya hak kazanmıştım. Bir yandan kayıt işlerini diğer yandan da nerede kimlerle kalacağımı düşünüyordum. Yurt başvurusunda bulunmuştum fakat bana çıkan yurt okuyacağım üniversitenin çok uzağında gidiş gelişlerle saatleri bulacak uzaklıktaydı. Devletin Üniversitenin yakınlarında yurtlar olmasına rağmen bana birkaç saatlik uzaklıkta ki bir yurdu kalacak yer olarak göstermesi benim şimdiki değerlendirmemle Orası çok uzak sen en iyisi kendine kalacak başka bir yer bul anlamına geliyor ve devletle dirsek temasında bulunan kayıtlarda üniversite çevresinde konuşlanan cemaatler işaret ediliyordu. Nitekim öyle de oldu. Özelde namazla genelde islama dair geleneksel inançlar dışında hiçbir şeyle bir bağım olmamasına rağmen şartların zorlamasıyla kendimi İslami! Bir cemaatin evinde buldum. Allah’a inanıyordum ama hayatımı bu yaşımda islama göre düzenlemeyi hiç düşünmüyordum. 19 yaşındaydım ve namaza başlamak için çok erken bir yaşta olduğumu düşünüyordum. Hayatımı doya doya yaşayacak ben hayatı değil de hayatın beni terk etmeye başlayacağına dair emareler hissettiğimde de namaza başlayacaktım. Günümüz insanının ucuzculuğu işte... Vel hâsılı kelam bir şekilde eşyalarımla birlikte cemaat evine yerleştim. Okulların başlaması ramazanın ortalarına denk gelmişti. Çocukluğumdan beri örfen oruç tuttuğum için bu konuda cemaatimle bir problem yaşamasam da namazlar tam bir işkence seansına dönüyordu. Namaz kılmaya karşı çok mesafeli değildim ama hangi namazın kaç rekât olduğundan namazda nelerin okunacağına kadar bol sıfırlıydım. İlkokulda dinin kültürün bir parçası olarak sadece hakkında birkaç şey öğrenelim o da kültür olsun mantığıyla öğretildiği derslerde Fatiha ve birkaç sure ezberlemiştim ama sadece sınavları geçebilmek için kısa süreli belleğime kaydettiğim bu ezberlerde aradan geçen uzun zamana kurban gitmişti.
Namaz kılabilmek için asgari olarak Fatiha okuyabilmenin şart olduğunu biliyordum ama Fatiha’yı doğru dürüst bilmediğim gibi Arapça bir metni ezberleme konusunda yeterli gayrete de sahip değildim. Öğrenmeye çok istekli olmayınca da namaz kılma işi tam bir işkenceye dönüyordu. Bir müddet sonra hiçbir yönleriyle kendilerinden etkilenilecek insanlar olarak görmediğim birlikte kaldığım insanlardan nasıl olduysa oldu etkilendim ve ciddi şekilde namaza başladım. Namaz kılma işini önemsediğimin görülmesiyle birlikte cemaatteki ağabeylerim! Üzerime baya düşüyor her biri birçok kitap hediye ediyor, okuduğum kitap sayılarıyla birlikte beni devamlı ödüllendiriyorlardı. Geriye dönüp baktığımda bu yapılanlar komik gibi dursa da o yıllarda o yaşımda bu işi baya ciddiye alıyordum.
Fethullah Gülen’in kitaplarının, ses kaydı sohbetlerinin ve Risale-i nurların sıkı bir okuyucusu-dinleyicisi olmuştum. Bir yandan sürekli okuyor dinliyor diğer yandan da günlük yaşamımı cemaatimden öğrendiğim islama! Göre düzenlemeye çalışıyordum. Bu şekilde iyi bir mürit olmaya çalışırken kaldığım evin çaprazında kitap satan bir ağabeyle tanıştım. İstanbul’un ortasında Uzun beyaz entarisi, kızıl sakallarıyla çok ilginç duruyor bu ilginçliği de beni ona çekiyordu. Çalıştığı kitapçı dükkânı mis gibi gül kokuyordu. Kitapçılık yapan bu ağabey gözümde sahabe devrinden zamanımıza uzanmış bir ortaçağ kahramanı gibiydi. Okula gitmek için evden çıktığımda durağa gidebilmek için mecburen dükkânının önünden geçiyordum. Dükkânının yanından geçme esnasında adımlarımı yavaşlatıyor dükkânın içinde neler olduğunu görmeye çalışıyordum. Sonraları sürekli çay ısmarlama isteklerini kıramayarak dükkânına gidiş gelişlerim sıklaştı ve bu sıklaşmayla birlikte ahbap da olduk. Dükkânına her gittiğimde Fethullah Gülen ve Said Nursi’ye dair birçok eleştirilerde bulunuyordu. Bunu tatlı bir dil hoş bir üslupla yapsa da yine de her seferinde çok bozuluyor ve bir daha yanına gitmeme kararı alıyordum ama yine ne zaman dükkânının önünden geçsem ayaklarım beni oraya çekiyordu. Aradan geçen kısa bir zaman sonra eleştirilerini sorgulamaya başladım ve bu sorgulamayla birlikte kaldığım insanlarla aramda uçurumlar oluşmaya başladı. Hiç unutmuyorum yine bu abiden gündüz uzun uzun dinlediklerimi gece aynı evde kaldığım ve üniversiteyi bitirip mezun olmuş başka bir abiyle! Tartışmış ve bir sürü azar işitmiştim. Sorduğum hiçbir soruya tatmin edici bir cevap veremeyen bu ağabey beni semtin abisine, semtin abisi bölgenin abisine derken sonunda mesele İstanbul’un abilerinden! Birine intikal etmişti. Yıllarını cemaate hizmetle geçirmiş ve cemaatte kalanlar tarafından neredeyse her şeyi bildiği düşünülen bu ağabey benim gibi islamı daha dün öğrenmiş onların da benim de tabirimle dünkü çocuk olan birisinin çok basit sorularına cevap verememişti. Sorduğum soru Fethullah Gülen’in bir vaazında salya sümük ağlayarak anlattığı şu olaydı; hoca efendi! Birileriyle birlikte arabayla bir yere gidiyor ve bu gidiş esnasında şiddetli yağmur yağıyor araba tam uçurumdan yuvarlanacağı zaman hoca efendi! Yetiş ya seyyidena Hz Hamza diyor ve Hz Hamza elini uzatarak arabanın devrilmesini engelliyor meselesiydi. Benim sorum son derece masumane bu durumun hoca efendinin yardıma Allah’ı değil de Hz Hamza’yı çağırmasının her gün namazlarda Fatiha suresinde okuduğumuz yalnız sana kulluk eder yalnız senden yardım isteriz ayetine ters olup olmadığı meselesiydi.
Ev abisinden il abisine hiç birisi beni tatmin edici bir şeyler söyleyemediler. Bu tatminsizlikle birlikte onlardan uzaklaşmaya kızıl sakal ağabeye yakınlaşmaya başladım. Cemaat içinde bu durum fark edilince de sürekli olarak farklı şekillerde cezalandırıldım. Bursum kesildi, kaldığım evden başka bir eve sürdüler vs… yanlarında kalmak istemiyordum ama gidebilecek başka da bir yerim yoktu. Sapkın inançları olsa da toplumdaki insanlara nazaran müspet insanlardı. Yanlarında istediğim şekilde ibadet edebiliyordum. Hayatımı islama göre idame ettirme konusunda ısrarlıydım. Bir yurda gidip namaz dahi kılmayan insanlarla bir arada kalmam her şeyin tersine dönmesine neden olabilirdi. Zaten yanlarında daha fazla kalamayarak onlara nazaran çok daha iyi bir cemaatin evine yerleştim. Mahallede de iyi bir ortam bulmuştum. Mahalleden edindiğim arkadaşlar Hüseyin Cinisli, Ahmet kalkan, Mustafa İslamoğlu gibi farklı ekollerden hocaların derslerine gidiyorlardı. Ben de onlarla birlikte bu hocalar başta olmak üzere daha birçok hocanın derslerine gidip gelmeye başladım. Kızıl sakallı ağabeyin Hüseyin Cinisli’nin sıkı bir takipçisi olması ve benim de bu abiyi çok sevmem nedeniyle kısa da olsa bir dönem Hüseyin Cinisli’nin derslerini takip etmeye başladım. Derslerindeki aşırı Suud ve otoriteye itaat vurgusu beni daha islama dair çok az şey bildiğim o dönemlerde bile hiç hoşnut etmedi ve ondan ve çevresindekilerden hızla uzaklaşmaya başladım.
Hüseyin Cinisli ve avenelerinden kopmaya başladığım bu dönem Ahmet kalkan ve Mustafa İslamoğlu'yla tanıştığım dönemlere denk geldi. Mustafa İslamoğlu’nu kirli sakalı, ukala üslubuyla daha ilk bakışta hiç sevemesem de Ahmet kalkan’ı, samimi üslubunu ve fedakârlığını çok sevdim. Bugün onunla da bazı sebepler nedeniyle bir araya gelemesek de derslerini takip ettiğim birkaç yılda o’nun şahsiyetinde hayırdan başka hiçbir şey görmedim. Allah o’na da bize de heva ve heveslerimizden uzak hakkı bulmayı nasip etsin. Mustafa İslamoğlu'nu çok fazla dışa vurmasam sevmiyordum ama onu takip edenlerin çoğunda olan akılcılığı sevme, aklını beğenme duygusu beni de sarmış Mustafa İslamoğlu’nun müdavimlerinden olmuştum. Büyük bir edebi üslupla yazdığı üç Muhammed, Yahudileşme temayülü, iman vs kitaplarını dikkatle önemli gördüğümüz yerlerinin altını defalarca çizerek defalarca okuyorduk. O’nun derslerinden ne öğrendiğimi düşünüyorum arada bir; çokbilmişlik, Kuran’ı doğru dürüst okumayı daha beceremeden kurancılık, abdestin farzlarını dahi saymayı beceremeden akılcılık vs… kimse buğzda aşırıya gittiğimi düşünmesin. Gökkubenin altında yaşayan herkes gibi hatadan beri olmasam da yine de adalet duygularımın körelmediğini düşünüyorum zaten bunları da adil şahitlik olsun diye yazıyorum.
Ne eksik ne fazla o yıllarda ondan hayır adına hiçbir şey öğrenmedim desem bunu nankörlük olarak görmeyin. O yılların İslami yaşantımdaki en büyük etkisi halen daha düzeltemediğim amellerimdeki bozukluklar oldu. Şuna tecrübe ettim ki; Salih selefe, büyük imamlara laf atmak onların nice zahmetlerle ortaya koydukları ilme sadece akla uymuyor gerekçesiyle sırt çevirmek kalpte siyah bir leke oluşturuyor. Ve bu durum bu işe fazlaca dalanların yüzlerinde nursuzluk işlerinde ciddiyetsizlik olarak kendini dışa vuruyor. Mustafa İslamoğlu'nu ve cemaatini az çok bilenler ne demek istediğimi daha iyi anlarlar. O yıllarda Mustafa İslamoğlu'nu sıkı takiple birlikte artık onun derslerindeki ısrarlı vurgudan dolayı mı yoksa yine devrimci! Duygularımdan mıdır nedendir bilmiyorum İran İslam! Devrimine ve devrimin ideal ordusu konumunda olan ve şimdilerde Hizbullat olarak anılan Hizbullah örgütüne büyük sempati duymaya başladım. İran İslam devrimine ve Hizbullah’a olan bu sempatim beni İran’ın Türkiyede devrimi pazarlamakla görevlendirdiği Nurettin şirin gibi adamlara yaklaştırdı. Onunla alakalı daha önce facebook’ta bir şeyler yazmıştım. Bir anlık kızgınlıkla yazmıştım bunları ama sonradan kontrol ettim. Eksiği var fazlası yok.
O’nun gerçek yüzü artık herkesçe malum olduğu için eksiklik kısmına bir ekleme yapmadım. Okumayanlar için yeniden yazıyorum okuyanlar için de malumun tekrarı olsun İsrail’in Lübnan’a ve Gazzeye saldırdığı ve protesto gösterilerinin merkezi haline gelmiş olan Beyazıt meydanında tanıdım onu. Ateşli bir şekilde konuşuyor, kitleleri coşturuyordu. Bu dönem İslam coğrafyası açısından çok sıkıntılı geçtiği için biz İstanbul'da sürekli protesto gösterileri düzenliyorduk. Nurettin şirin’de bu gösterilerin vazgeçilmez hatibi, Kudüs davasında yıllarca içeride yatmış! Kahramanı! Mahallemizin ağabeyiydi. Konuşmalarında yerli yersiz İran propagandası yaptığını açıktan görürdük ama biz de o dönemler benzer bir çizgide olduğumuz için söylediklerine karşı çıkmaz bilakis söylediklerine gür sesli tekbir nidalarıyla eşlik ederdik. Bu süreç içerisinde kendisiyle birçok organizasyonda bir araya geldik.
Yüzlerin birbirine aşina olmaya başlamasıyla birlikte aynı platformlarda aynı organizasyonlarda bulunmaya başladık. Bu buluşmalar zamanla yerini özel muhabbetlere bıraktı. O’na olan sempatim mavi Marmara olayından önce Gazze'ye yardım amaçlı Üsküdar sahilinde kurulan yardım çadırları döneminde bitmişti. Gece eşyalar çalınmasın diye birkaç kişi geceleri yardım çadırında yatıyordu. Birkaç gece çadırda ikimiz kalmış, sabaha kadar adını vermeyeceğim o da şimdilerde çok meşhur üçüncü bir şahısla birlikte sohbet etmiştik. Daha sonraları da birçok yerde birlikte kaldığım bu adamın ahlaksızlığının yanı sıra, yatsı namazını akşam namazıyla da cem ederek sabah namazından 15 dakika önce o da sürekli zorlamalar sonucu kılacak kadar takvadan uzak, hayatını içini boşalttığı sloganlarla doldurmuş boş bir adam olduğunu anladım. Yaptığı her eylemde açıktan İran propagandası yaptığını bilmemize rağmen kendisinin de sürekli edebiyatını yaptığı “vahdet” adına ses çıkarmazdık. Mitinglerde ellerinde kocaman Hizbullah bayrakları ve hasan nasrallah fotoğraflarıyla gelir insanlara dağıtırlardı biz ise sinsiliği anlayamaz bir şey demezdik. Sünnilerin yaşadıkları topraklarda her gün oluk oluk kan akmasına rağmen o sadece dikkatleri Bahreyn’deki Şiilerin ayaklanmalarına, ya da Irak’ta Şiileri hedef alan patlamalara çeker biz bunun onun kendi mezhebine olan taassubundan kaynaklandığını fark edemezdik. Kendisi sürekli Şiiler ile Sünnileri kardeş ilan etmeye çalışırdı ama O, Sünni kardeşlerinin! Dünya’nın her yerinde maruz kaldıkları zulme biz de o’nun bu durumuna sessiz kalırdık.
Onun Irak savaşında uzun uzun Amerikan işgalini lanetlediği yazılarını bilen var mı? Ya da Amerikan işgali sonrası Irak’ta kurulan kukla hükümete en ufak bir eleştiri bile yaptığını duyan oldu mu?, on yıldan fazladır Afganistan ABD işgali altında Amerikan işgalini eleştiren on tane yazısını gösterebilecek olan var mı? İran’ın Amerika’ya Irak’ta ve Afganistan’da yardım ettiğini bilmeyen kalmadı sanırım. En resmi ağızları Amerika’yı bizzat kendilerinin Irak'a ve Afganistan’a davet ettiklerini defalarca söylediler ama maalesef saf Sünniler yıllardır uydurulan vahdet masallarıyla uyutuldukları için görmezden geldiler. İran, Amerika’nın Irak ve Afganistan’daki işgallerini onaylıyorsa bizzat İran tarafından Türkiye’de Şiiliği yaymak için görevlendirilen Nurettin şirin’in İran’ın bu politikalarına ses çıkarması beklenir mi? Babadan oğula Esad rejimi 40 yıldır Suriye’de resmen Sünnilerin kanını içiyordu.
Nurettin Şirin’in(kendisi uzun konuşmayı çok sever) değil kırk saat, kırk dakika, kırk saniye bile Esad hakkında olumsuz bir şeyler söylediğini duyan oldu mu? Şimdilerde takiyye yaparak mevcut kitlesini koruma adına cılız da olsa birkaç şey söylüyor. Bu olaylar başlamadan önce tek bir kelime bile söylediğini duyan oldu mu? Bütün derdi yıllardır varsa yoksa “Suud edebiyatı” Suud Amerika'ya şöyle hizmet ediyor, vahhabiler şöyle yaptı vs… Allah Suud hükümetini ıslah olmayacaklarsa kahretsin bu coğrafyada kim bu aşağılıkları savunuyor ki sürekli ısıtıp ısıtıp önümüze bayatlamış Suud yemeğini koyuyor. Amerika Irak’tan Bush'un Maliki'yi dudağından öpmesiyle ve karşılıklı anlaşmalarla dostluklarının ilelebet devam edeceği vurgusuyla ayrıldı. Neden sürekli gündeme Suud hanedanının alçaklığı gündem ediliyor da bir kez olsun Maliki hükümetinin alçaklığı gündem edilmiyor. Cevap anlayanlar için basit kardeşim: çünkü Amerikan işbirlikçisi olsa da maliki Şii de ondan dolayı kardeşlerim. Suud lanetleniyor çünkü Amerikan işbirlikçisi mürted bir hükümet olsa da eksik de olsa selefi davet yapıyor da ondan dolayı kardeşlerim. Allaha yemin ederim ki: bu adamlar sizi, bizi Müslüman olarak görmüyorlar. Suriye’de her gün yüzlerce insan ölüyor kimin umurunda nasıl olsa ölenler ehlisünnetten Müslümanlar, Irak’ta üç milyondan fazla insan öldü nasıl olsa Şiilere bir şey olmadı. Suud'un Amerika'yla anlaşması hainlik de İran’ın Rusya ve Çin ile anlaşması hainlik değil mi?
Rusya’nın Çeçenistan’da, Çin’in Doğu Türkistan’da yaptıkları, Amerika’nın ırak’ta yaptıklarından daha mı az. Doğu Türkistan’da hamile kadınların karnı yarılarak alınıyor çocukları. Ramazanlarda, bayramlarda bir araya gelmek yasak. İslami düğün yasak, tesettür yasak, kur’an okumayı öğretmek yasak… Amerika bile bu kadarına Irak ve Afganistan’da cesaret edememişti. Hem Müslümanlara olan tutumları hem de akideleri Amerika’nınkinden daha şiddetli olan Çin ile anlaşmalar İslam'ın hangi hükmüne binaen yapılıyor. Sahi siz Nurettin şirin’in Çin’i ve Rusya’yı eleştiren tek bir yazısını okudunuz mu? Otuz küsur yıldır Amerikan düşmanlığı edebiyatı yaparlar. Bu otuz küsur yılda Amerika'ya tek bir kurşun dahi sıktıklarını bilen var mı? Neredeyse her zaman İsrail’i tehdit eder dururlar İsrail’e herhangi bir şey yaptıklarını bilen var mı? Taliban hareketi güç kazanmaya başlar başlamaz hemen Afganistan’a, Somali’de mücahitler bir araya geldiklerinde hemen Somali’ye şimdi de dolaylı olarak Mali ve Yemen’e giren Amerika neden kendisini sürekli yok etmekle tehdit eden İran’a hiçbir şey yapmaz bilen var mı?... Konuyu daha da uzatmak mümkün ama basiret sahiplerine bu kadarı yeter. Sonuç olarak demem o ki kardeşlerim: sizi vahdet masallarıyla uyuturlar İNANMAYIN, Amerikan işbirlikçisi derler, Suud derler, NATO der kendi şirklerini küfürlerini, azgınlıklarını kamufle edip gündemi(Suriye olayları) saptırmaya çalışırlar İNANMAYIN
Bunlar Nurettin şirin’e dair anılarımdı. Birkaç yılda o ve etrafındakilerle birlikte Hizbullah’a Hamas'a direnişe bin selam dedik. Ortada ne Hizbullah’ın ne de maalesef Hamas’ın bir direnişi yoktu ama biz Hizbullah’a selam göndermeye devam ediyorduk. Bugün o selamın karşılığını Suriye’de her gün yüzlerce şehid edilen mazlum Şam halktan alıyoruz. Kısacası kullanıldık ey halkım unutma bizi… O zamanlar çevremizde bizi bu tür işlere girişmekten sakındırmaya çalışan ağabeyler vardı ama onlarla da selamı sabahı “vahhabilik” ile itham edildikleri için kesiyorduk. Biz tasavvufçulara delil sorduğumuz için onlar bizden, selefi kardeşlerde bize delil sordukları için biz de onlardan kaçıyor, onları “Vahhabi” olarak damgalıyorduk. Biz tasavvufçuların nezdinde mezhepsiz, selefiler de bizim nezdimizde Vahhabi idiler. Komik olduğu kadar trajik de bir durum. Hatırlıyorum da bizi yakaladıkları yerde sıkıştıran selecilerin sordukları soruların neredeyse tamamına hiçbir ilmi cevap veremiyorduk. Örneğin benim de o yıllarda kendime sıkça sorduğum şu soru; tasavvufçular şeyhlerini masum görmemekle beraber onlardan yardım istediklerinde eğer bu yardım bizzat şeyhin kendisindense kâfir oluyorlar da Şiiler neden imamlarını tasavvufçuların aksine masum olarak görmelerine ve yine tasavvufçuların aksine bizzat imamlarından yardım istemelerine rağmen kâfir olmuyorlar. Buradan tasavvufçuları topluca tekfir ettiğim anlaşılmasın. Müslümanları Müslüman kâfirleri de kâfirdir. Demem o ki akide anlayışımızda tarafgirliğimizin büyük yeri vardı. Seyyid Kutub'a, Mevdudi’ye hakaret ettikleri için tasavvufçuları bir kaşık suda boğmaya çalışıyorduk ama müminlerin annelerine, ashab-ı güzin'e hakaret eden Şiileri vahdet adına, mezhep düşmanlığı yapmayalım adına mazur görüyorduk.
Tasavvufçularla Şiiler kıyaslandığında tasavvufçuları sırtımıza alıp Mekke'ye kadar taşımamız gerekirdi ama biz Şiileri sırtımıza bindirmiş miting miting geziyorduk. Selefi kardeşlerle yapılan tartışmalar sadece Şii Sünni meseleleriyle sınırlı kalmıyordu. Hadis meseleleri, isim ve sıfat tevhidi başta olmak üzere neredeyse her meselede sürekli tartışıyor tartışmanın sonucunda duman oluyorduk. Şunu çok iyi biliyordum ki ben tartıştığım insanların tamamından çok daha fazla kitap okuyordum. Hatta tartıştığım insanlar geliyor gözümün önüne belki de tamamının okudukları kadar okuyordum ama maalesef her tartışmamızda topu taca atan, bir şekilde işi çıkan, okula yetişmesi, sınavlara çalışması gerektiği için ortamdan uzaklaşan daha doğru bir ifadeyle kaçan hep ben oluyordum. Kısa bir zaman sonra Muhammed Bin Abdulvahhab’a ait olduğunu öğrendiğim şu sözün bizim durumumuzu özetlediğini gördüm: “muvahhitlerden herhangi biri bir tartışmada bidat ehlinin âlimini bile yener çünkü o’nun delili kuvvetlidir.” İşte hal-i pür melal’imiz buydu. Bidat ehli olmakla birlikte âlim değildik ama neye nasıl inanmasını bilen kardeşler çok fazla ilimleri olmamalarına rağmen her seferinde bizi duman ediyorlardı. O gün onların akidelerinin Türkiye’de hızla yayıldığını görüyor içim parçalanıyordu. Şimdi onların(benim) akidelerinin özelde Türkiye’de genelde ise bütün dünya’da hızla yayıldığını görmek bana Allah’ın şu ayetini hatırlatıyor: "... Allah nurunu tamamlayacaktır. Ne zaman bu ayeti okusam aklıma şimdilerde bütün dünya’ya mücahitler eliyle sunulan saf akide geliyor. Allah şu anda var olan bütün cephelerde onları düşmanları olan haçlı ordularına ve yerel işbirlikçi mürtetlere karşı muzaffer kılıyor ve onların eliyle de kökü İslamın saf tevhid inancına dayanan akidelerini yayıyor.
Bu Allah’ın nurudur Allah da nurunu tamamlamaya kefildir. Ve sallallahu ala nebiyyuna Muhammed(sav)
Not: Yasanmis gercek olan bir alintidir.
Yıl iki bin altıydı ve ben girdiğim öğrenci seçme sınavlarında İstanbul'da bir üniversitede okumaya hak kazanmıştım. Bir yandan kayıt işlerini diğer yandan da nerede kimlerle kalacağımı düşünüyordum. Yurt başvurusunda bulunmuştum fakat bana çıkan yurt okuyacağım üniversitenin çok uzağında gidiş gelişlerle saatleri bulacak uzaklıktaydı. Devletin Üniversitenin yakınlarında yurtlar olmasına rağmen bana birkaç saatlik uzaklıkta ki bir yurdu kalacak yer olarak göstermesi benim şimdiki değerlendirmemle Orası çok uzak sen en iyisi kendine kalacak başka bir yer bul anlamına geliyor ve devletle dirsek temasında bulunan kayıtlarda üniversite çevresinde konuşlanan cemaatler işaret ediliyordu. Nitekim öyle de oldu. Özelde namazla genelde islama dair geleneksel inançlar dışında hiçbir şeyle bir bağım olmamasına rağmen şartların zorlamasıyla kendimi İslami! Bir cemaatin evinde buldum. Allah’a inanıyordum ama hayatımı bu yaşımda islama göre düzenlemeyi hiç düşünmüyordum. 19 yaşındaydım ve namaza başlamak için çok erken bir yaşta olduğumu düşünüyordum. Hayatımı doya doya yaşayacak ben hayatı değil de hayatın beni terk etmeye başlayacağına dair emareler hissettiğimde de namaza başlayacaktım. Günümüz insanının ucuzculuğu işte... Vel hâsılı kelam bir şekilde eşyalarımla birlikte cemaat evine yerleştim. Okulların başlaması ramazanın ortalarına denk gelmişti. Çocukluğumdan beri örfen oruç tuttuğum için bu konuda cemaatimle bir problem yaşamasam da namazlar tam bir işkence seansına dönüyordu. Namaz kılmaya karşı çok mesafeli değildim ama hangi namazın kaç rekât olduğundan namazda nelerin okunacağına kadar bol sıfırlıydım. İlkokulda dinin kültürün bir parçası olarak sadece hakkında birkaç şey öğrenelim o da kültür olsun mantığıyla öğretildiği derslerde Fatiha ve birkaç sure ezberlemiştim ama sadece sınavları geçebilmek için kısa süreli belleğime kaydettiğim bu ezberlerde aradan geçen uzun zamana kurban gitmişti.
Namaz kılabilmek için asgari olarak Fatiha okuyabilmenin şart olduğunu biliyordum ama Fatiha’yı doğru dürüst bilmediğim gibi Arapça bir metni ezberleme konusunda yeterli gayrete de sahip değildim. Öğrenmeye çok istekli olmayınca da namaz kılma işi tam bir işkenceye dönüyordu. Bir müddet sonra hiçbir yönleriyle kendilerinden etkilenilecek insanlar olarak görmediğim birlikte kaldığım insanlardan nasıl olduysa oldu etkilendim ve ciddi şekilde namaza başladım. Namaz kılma işini önemsediğimin görülmesiyle birlikte cemaatteki ağabeylerim! Üzerime baya düşüyor her biri birçok kitap hediye ediyor, okuduğum kitap sayılarıyla birlikte beni devamlı ödüllendiriyorlardı. Geriye dönüp baktığımda bu yapılanlar komik gibi dursa da o yıllarda o yaşımda bu işi baya ciddiye alıyordum.
Fethullah Gülen’in kitaplarının, ses kaydı sohbetlerinin ve Risale-i nurların sıkı bir okuyucusu-dinleyicisi olmuştum. Bir yandan sürekli okuyor dinliyor diğer yandan da günlük yaşamımı cemaatimden öğrendiğim islama! Göre düzenlemeye çalışıyordum. Bu şekilde iyi bir mürit olmaya çalışırken kaldığım evin çaprazında kitap satan bir ağabeyle tanıştım. İstanbul’un ortasında Uzun beyaz entarisi, kızıl sakallarıyla çok ilginç duruyor bu ilginçliği de beni ona çekiyordu. Çalıştığı kitapçı dükkânı mis gibi gül kokuyordu. Kitapçılık yapan bu ağabey gözümde sahabe devrinden zamanımıza uzanmış bir ortaçağ kahramanı gibiydi. Okula gitmek için evden çıktığımda durağa gidebilmek için mecburen dükkânının önünden geçiyordum. Dükkânının yanından geçme esnasında adımlarımı yavaşlatıyor dükkânın içinde neler olduğunu görmeye çalışıyordum. Sonraları sürekli çay ısmarlama isteklerini kıramayarak dükkânına gidiş gelişlerim sıklaştı ve bu sıklaşmayla birlikte ahbap da olduk. Dükkânına her gittiğimde Fethullah Gülen ve Said Nursi’ye dair birçok eleştirilerde bulunuyordu. Bunu tatlı bir dil hoş bir üslupla yapsa da yine de her seferinde çok bozuluyor ve bir daha yanına gitmeme kararı alıyordum ama yine ne zaman dükkânının önünden geçsem ayaklarım beni oraya çekiyordu. Aradan geçen kısa bir zaman sonra eleştirilerini sorgulamaya başladım ve bu sorgulamayla birlikte kaldığım insanlarla aramda uçurumlar oluşmaya başladı. Hiç unutmuyorum yine bu abiden gündüz uzun uzun dinlediklerimi gece aynı evde kaldığım ve üniversiteyi bitirip mezun olmuş başka bir abiyle! Tartışmış ve bir sürü azar işitmiştim. Sorduğum hiçbir soruya tatmin edici bir cevap veremeyen bu ağabey beni semtin abisine, semtin abisi bölgenin abisine derken sonunda mesele İstanbul’un abilerinden! Birine intikal etmişti. Yıllarını cemaate hizmetle geçirmiş ve cemaatte kalanlar tarafından neredeyse her şeyi bildiği düşünülen bu ağabey benim gibi islamı daha dün öğrenmiş onların da benim de tabirimle dünkü çocuk olan birisinin çok basit sorularına cevap verememişti. Sorduğum soru Fethullah Gülen’in bir vaazında salya sümük ağlayarak anlattığı şu olaydı; hoca efendi! Birileriyle birlikte arabayla bir yere gidiyor ve bu gidiş esnasında şiddetli yağmur yağıyor araba tam uçurumdan yuvarlanacağı zaman hoca efendi! Yetiş ya seyyidena Hz Hamza diyor ve Hz Hamza elini uzatarak arabanın devrilmesini engelliyor meselesiydi. Benim sorum son derece masumane bu durumun hoca efendinin yardıma Allah’ı değil de Hz Hamza’yı çağırmasının her gün namazlarda Fatiha suresinde okuduğumuz yalnız sana kulluk eder yalnız senden yardım isteriz ayetine ters olup olmadığı meselesiydi.
Ev abisinden il abisine hiç birisi beni tatmin edici bir şeyler söyleyemediler. Bu tatminsizlikle birlikte onlardan uzaklaşmaya kızıl sakal ağabeye yakınlaşmaya başladım. Cemaat içinde bu durum fark edilince de sürekli olarak farklı şekillerde cezalandırıldım. Bursum kesildi, kaldığım evden başka bir eve sürdüler vs… yanlarında kalmak istemiyordum ama gidebilecek başka da bir yerim yoktu. Sapkın inançları olsa da toplumdaki insanlara nazaran müspet insanlardı. Yanlarında istediğim şekilde ibadet edebiliyordum. Hayatımı islama göre idame ettirme konusunda ısrarlıydım. Bir yurda gidip namaz dahi kılmayan insanlarla bir arada kalmam her şeyin tersine dönmesine neden olabilirdi. Zaten yanlarında daha fazla kalamayarak onlara nazaran çok daha iyi bir cemaatin evine yerleştim. Mahallede de iyi bir ortam bulmuştum. Mahalleden edindiğim arkadaşlar Hüseyin Cinisli, Ahmet kalkan, Mustafa İslamoğlu gibi farklı ekollerden hocaların derslerine gidiyorlardı. Ben de onlarla birlikte bu hocalar başta olmak üzere daha birçok hocanın derslerine gidip gelmeye başladım. Kızıl sakallı ağabeyin Hüseyin Cinisli’nin sıkı bir takipçisi olması ve benim de bu abiyi çok sevmem nedeniyle kısa da olsa bir dönem Hüseyin Cinisli’nin derslerini takip etmeye başladım. Derslerindeki aşırı Suud ve otoriteye itaat vurgusu beni daha islama dair çok az şey bildiğim o dönemlerde bile hiç hoşnut etmedi ve ondan ve çevresindekilerden hızla uzaklaşmaya başladım.
Hüseyin Cinisli ve avenelerinden kopmaya başladığım bu dönem Ahmet kalkan ve Mustafa İslamoğlu'yla tanıştığım dönemlere denk geldi. Mustafa İslamoğlu’nu kirli sakalı, ukala üslubuyla daha ilk bakışta hiç sevemesem de Ahmet kalkan’ı, samimi üslubunu ve fedakârlığını çok sevdim. Bugün onunla da bazı sebepler nedeniyle bir araya gelemesek de derslerini takip ettiğim birkaç yılda o’nun şahsiyetinde hayırdan başka hiçbir şey görmedim. Allah o’na da bize de heva ve heveslerimizden uzak hakkı bulmayı nasip etsin. Mustafa İslamoğlu'nu çok fazla dışa vurmasam sevmiyordum ama onu takip edenlerin çoğunda olan akılcılığı sevme, aklını beğenme duygusu beni de sarmış Mustafa İslamoğlu’nun müdavimlerinden olmuştum. Büyük bir edebi üslupla yazdığı üç Muhammed, Yahudileşme temayülü, iman vs kitaplarını dikkatle önemli gördüğümüz yerlerinin altını defalarca çizerek defalarca okuyorduk. O’nun derslerinden ne öğrendiğimi düşünüyorum arada bir; çokbilmişlik, Kuran’ı doğru dürüst okumayı daha beceremeden kurancılık, abdestin farzlarını dahi saymayı beceremeden akılcılık vs… kimse buğzda aşırıya gittiğimi düşünmesin. Gökkubenin altında yaşayan herkes gibi hatadan beri olmasam da yine de adalet duygularımın körelmediğini düşünüyorum zaten bunları da adil şahitlik olsun diye yazıyorum.
Ne eksik ne fazla o yıllarda ondan hayır adına hiçbir şey öğrenmedim desem bunu nankörlük olarak görmeyin. O yılların İslami yaşantımdaki en büyük etkisi halen daha düzeltemediğim amellerimdeki bozukluklar oldu. Şuna tecrübe ettim ki; Salih selefe, büyük imamlara laf atmak onların nice zahmetlerle ortaya koydukları ilme sadece akla uymuyor gerekçesiyle sırt çevirmek kalpte siyah bir leke oluşturuyor. Ve bu durum bu işe fazlaca dalanların yüzlerinde nursuzluk işlerinde ciddiyetsizlik olarak kendini dışa vuruyor. Mustafa İslamoğlu'nu ve cemaatini az çok bilenler ne demek istediğimi daha iyi anlarlar. O yıllarda Mustafa İslamoğlu'nu sıkı takiple birlikte artık onun derslerindeki ısrarlı vurgudan dolayı mı yoksa yine devrimci! Duygularımdan mıdır nedendir bilmiyorum İran İslam! Devrimine ve devrimin ideal ordusu konumunda olan ve şimdilerde Hizbullat olarak anılan Hizbullah örgütüne büyük sempati duymaya başladım. İran İslam devrimine ve Hizbullah’a olan bu sempatim beni İran’ın Türkiyede devrimi pazarlamakla görevlendirdiği Nurettin şirin gibi adamlara yaklaştırdı. Onunla alakalı daha önce facebook’ta bir şeyler yazmıştım. Bir anlık kızgınlıkla yazmıştım bunları ama sonradan kontrol ettim. Eksiği var fazlası yok.
O’nun gerçek yüzü artık herkesçe malum olduğu için eksiklik kısmına bir ekleme yapmadım. Okumayanlar için yeniden yazıyorum okuyanlar için de malumun tekrarı olsun İsrail’in Lübnan’a ve Gazzeye saldırdığı ve protesto gösterilerinin merkezi haline gelmiş olan Beyazıt meydanında tanıdım onu. Ateşli bir şekilde konuşuyor, kitleleri coşturuyordu. Bu dönem İslam coğrafyası açısından çok sıkıntılı geçtiği için biz İstanbul'da sürekli protesto gösterileri düzenliyorduk. Nurettin şirin’de bu gösterilerin vazgeçilmez hatibi, Kudüs davasında yıllarca içeride yatmış! Kahramanı! Mahallemizin ağabeyiydi. Konuşmalarında yerli yersiz İran propagandası yaptığını açıktan görürdük ama biz de o dönemler benzer bir çizgide olduğumuz için söylediklerine karşı çıkmaz bilakis söylediklerine gür sesli tekbir nidalarıyla eşlik ederdik. Bu süreç içerisinde kendisiyle birçok organizasyonda bir araya geldik.
Yüzlerin birbirine aşina olmaya başlamasıyla birlikte aynı platformlarda aynı organizasyonlarda bulunmaya başladık. Bu buluşmalar zamanla yerini özel muhabbetlere bıraktı. O’na olan sempatim mavi Marmara olayından önce Gazze'ye yardım amaçlı Üsküdar sahilinde kurulan yardım çadırları döneminde bitmişti. Gece eşyalar çalınmasın diye birkaç kişi geceleri yardım çadırında yatıyordu. Birkaç gece çadırda ikimiz kalmış, sabaha kadar adını vermeyeceğim o da şimdilerde çok meşhur üçüncü bir şahısla birlikte sohbet etmiştik. Daha sonraları da birçok yerde birlikte kaldığım bu adamın ahlaksızlığının yanı sıra, yatsı namazını akşam namazıyla da cem ederek sabah namazından 15 dakika önce o da sürekli zorlamalar sonucu kılacak kadar takvadan uzak, hayatını içini boşalttığı sloganlarla doldurmuş boş bir adam olduğunu anladım. Yaptığı her eylemde açıktan İran propagandası yaptığını bilmemize rağmen kendisinin de sürekli edebiyatını yaptığı “vahdet” adına ses çıkarmazdık. Mitinglerde ellerinde kocaman Hizbullah bayrakları ve hasan nasrallah fotoğraflarıyla gelir insanlara dağıtırlardı biz ise sinsiliği anlayamaz bir şey demezdik. Sünnilerin yaşadıkları topraklarda her gün oluk oluk kan akmasına rağmen o sadece dikkatleri Bahreyn’deki Şiilerin ayaklanmalarına, ya da Irak’ta Şiileri hedef alan patlamalara çeker biz bunun onun kendi mezhebine olan taassubundan kaynaklandığını fark edemezdik. Kendisi sürekli Şiiler ile Sünnileri kardeş ilan etmeye çalışırdı ama O, Sünni kardeşlerinin! Dünya’nın her yerinde maruz kaldıkları zulme biz de o’nun bu durumuna sessiz kalırdık.
Onun Irak savaşında uzun uzun Amerikan işgalini lanetlediği yazılarını bilen var mı? Ya da Amerikan işgali sonrası Irak’ta kurulan kukla hükümete en ufak bir eleştiri bile yaptığını duyan oldu mu?, on yıldan fazladır Afganistan ABD işgali altında Amerikan işgalini eleştiren on tane yazısını gösterebilecek olan var mı? İran’ın Amerika’ya Irak’ta ve Afganistan’da yardım ettiğini bilmeyen kalmadı sanırım. En resmi ağızları Amerika’yı bizzat kendilerinin Irak'a ve Afganistan’a davet ettiklerini defalarca söylediler ama maalesef saf Sünniler yıllardır uydurulan vahdet masallarıyla uyutuldukları için görmezden geldiler. İran, Amerika’nın Irak ve Afganistan’daki işgallerini onaylıyorsa bizzat İran tarafından Türkiye’de Şiiliği yaymak için görevlendirilen Nurettin şirin’in İran’ın bu politikalarına ses çıkarması beklenir mi? Babadan oğula Esad rejimi 40 yıldır Suriye’de resmen Sünnilerin kanını içiyordu.
Nurettin Şirin’in(kendisi uzun konuşmayı çok sever) değil kırk saat, kırk dakika, kırk saniye bile Esad hakkında olumsuz bir şeyler söylediğini duyan oldu mu? Şimdilerde takiyye yaparak mevcut kitlesini koruma adına cılız da olsa birkaç şey söylüyor. Bu olaylar başlamadan önce tek bir kelime bile söylediğini duyan oldu mu? Bütün derdi yıllardır varsa yoksa “Suud edebiyatı” Suud Amerika'ya şöyle hizmet ediyor, vahhabiler şöyle yaptı vs… Allah Suud hükümetini ıslah olmayacaklarsa kahretsin bu coğrafyada kim bu aşağılıkları savunuyor ki sürekli ısıtıp ısıtıp önümüze bayatlamış Suud yemeğini koyuyor. Amerika Irak’tan Bush'un Maliki'yi dudağından öpmesiyle ve karşılıklı anlaşmalarla dostluklarının ilelebet devam edeceği vurgusuyla ayrıldı. Neden sürekli gündeme Suud hanedanının alçaklığı gündem ediliyor da bir kez olsun Maliki hükümetinin alçaklığı gündem edilmiyor. Cevap anlayanlar için basit kardeşim: çünkü Amerikan işbirlikçisi olsa da maliki Şii de ondan dolayı kardeşlerim. Suud lanetleniyor çünkü Amerikan işbirlikçisi mürted bir hükümet olsa da eksik de olsa selefi davet yapıyor da ondan dolayı kardeşlerim. Allaha yemin ederim ki: bu adamlar sizi, bizi Müslüman olarak görmüyorlar. Suriye’de her gün yüzlerce insan ölüyor kimin umurunda nasıl olsa ölenler ehlisünnetten Müslümanlar, Irak’ta üç milyondan fazla insan öldü nasıl olsa Şiilere bir şey olmadı. Suud'un Amerika'yla anlaşması hainlik de İran’ın Rusya ve Çin ile anlaşması hainlik değil mi?
Rusya’nın Çeçenistan’da, Çin’in Doğu Türkistan’da yaptıkları, Amerika’nın ırak’ta yaptıklarından daha mı az. Doğu Türkistan’da hamile kadınların karnı yarılarak alınıyor çocukları. Ramazanlarda, bayramlarda bir araya gelmek yasak. İslami düğün yasak, tesettür yasak, kur’an okumayı öğretmek yasak… Amerika bile bu kadarına Irak ve Afganistan’da cesaret edememişti. Hem Müslümanlara olan tutumları hem de akideleri Amerika’nınkinden daha şiddetli olan Çin ile anlaşmalar İslam'ın hangi hükmüne binaen yapılıyor. Sahi siz Nurettin şirin’in Çin’i ve Rusya’yı eleştiren tek bir yazısını okudunuz mu? Otuz küsur yıldır Amerikan düşmanlığı edebiyatı yaparlar. Bu otuz küsur yılda Amerika'ya tek bir kurşun dahi sıktıklarını bilen var mı? Neredeyse her zaman İsrail’i tehdit eder dururlar İsrail’e herhangi bir şey yaptıklarını bilen var mı? Taliban hareketi güç kazanmaya başlar başlamaz hemen Afganistan’a, Somali’de mücahitler bir araya geldiklerinde hemen Somali’ye şimdi de dolaylı olarak Mali ve Yemen’e giren Amerika neden kendisini sürekli yok etmekle tehdit eden İran’a hiçbir şey yapmaz bilen var mı?... Konuyu daha da uzatmak mümkün ama basiret sahiplerine bu kadarı yeter. Sonuç olarak demem o ki kardeşlerim: sizi vahdet masallarıyla uyuturlar İNANMAYIN, Amerikan işbirlikçisi derler, Suud derler, NATO der kendi şirklerini küfürlerini, azgınlıklarını kamufle edip gündemi(Suriye olayları) saptırmaya çalışırlar İNANMAYIN
Bunlar Nurettin şirin’e dair anılarımdı. Birkaç yılda o ve etrafındakilerle birlikte Hizbullah’a Hamas'a direnişe bin selam dedik. Ortada ne Hizbullah’ın ne de maalesef Hamas’ın bir direnişi yoktu ama biz Hizbullah’a selam göndermeye devam ediyorduk. Bugün o selamın karşılığını Suriye’de her gün yüzlerce şehid edilen mazlum Şam halktan alıyoruz. Kısacası kullanıldık ey halkım unutma bizi… O zamanlar çevremizde bizi bu tür işlere girişmekten sakındırmaya çalışan ağabeyler vardı ama onlarla da selamı sabahı “vahhabilik” ile itham edildikleri için kesiyorduk. Biz tasavvufçulara delil sorduğumuz için onlar bizden, selefi kardeşlerde bize delil sordukları için biz de onlardan kaçıyor, onları “Vahhabi” olarak damgalıyorduk. Biz tasavvufçuların nezdinde mezhepsiz, selefiler de bizim nezdimizde Vahhabi idiler. Komik olduğu kadar trajik de bir durum. Hatırlıyorum da bizi yakaladıkları yerde sıkıştıran selecilerin sordukları soruların neredeyse tamamına hiçbir ilmi cevap veremiyorduk. Örneğin benim de o yıllarda kendime sıkça sorduğum şu soru; tasavvufçular şeyhlerini masum görmemekle beraber onlardan yardım istediklerinde eğer bu yardım bizzat şeyhin kendisindense kâfir oluyorlar da Şiiler neden imamlarını tasavvufçuların aksine masum olarak görmelerine ve yine tasavvufçuların aksine bizzat imamlarından yardım istemelerine rağmen kâfir olmuyorlar. Buradan tasavvufçuları topluca tekfir ettiğim anlaşılmasın. Müslümanları Müslüman kâfirleri de kâfirdir. Demem o ki akide anlayışımızda tarafgirliğimizin büyük yeri vardı. Seyyid Kutub'a, Mevdudi’ye hakaret ettikleri için tasavvufçuları bir kaşık suda boğmaya çalışıyorduk ama müminlerin annelerine, ashab-ı güzin'e hakaret eden Şiileri vahdet adına, mezhep düşmanlığı yapmayalım adına mazur görüyorduk.
Tasavvufçularla Şiiler kıyaslandığında tasavvufçuları sırtımıza alıp Mekke'ye kadar taşımamız gerekirdi ama biz Şiileri sırtımıza bindirmiş miting miting geziyorduk. Selefi kardeşlerle yapılan tartışmalar sadece Şii Sünni meseleleriyle sınırlı kalmıyordu. Hadis meseleleri, isim ve sıfat tevhidi başta olmak üzere neredeyse her meselede sürekli tartışıyor tartışmanın sonucunda duman oluyorduk. Şunu çok iyi biliyordum ki ben tartıştığım insanların tamamından çok daha fazla kitap okuyordum. Hatta tartıştığım insanlar geliyor gözümün önüne belki de tamamının okudukları kadar okuyordum ama maalesef her tartışmamızda topu taca atan, bir şekilde işi çıkan, okula yetişmesi, sınavlara çalışması gerektiği için ortamdan uzaklaşan daha doğru bir ifadeyle kaçan hep ben oluyordum. Kısa bir zaman sonra Muhammed Bin Abdulvahhab’a ait olduğunu öğrendiğim şu sözün bizim durumumuzu özetlediğini gördüm: “muvahhitlerden herhangi biri bir tartışmada bidat ehlinin âlimini bile yener çünkü o’nun delili kuvvetlidir.” İşte hal-i pür melal’imiz buydu. Bidat ehli olmakla birlikte âlim değildik ama neye nasıl inanmasını bilen kardeşler çok fazla ilimleri olmamalarına rağmen her seferinde bizi duman ediyorlardı. O gün onların akidelerinin Türkiye’de hızla yayıldığını görüyor içim parçalanıyordu. Şimdi onların(benim) akidelerinin özelde Türkiye’de genelde ise bütün dünya’da hızla yayıldığını görmek bana Allah’ın şu ayetini hatırlatıyor: "... Allah nurunu tamamlayacaktır. Ne zaman bu ayeti okusam aklıma şimdilerde bütün dünya’ya mücahitler eliyle sunulan saf akide geliyor. Allah şu anda var olan bütün cephelerde onları düşmanları olan haçlı ordularına ve yerel işbirlikçi mürtetlere karşı muzaffer kılıyor ve onların eliyle de kökü İslamın saf tevhid inancına dayanan akidelerini yayıyor.
Bu Allah’ın nurudur Allah da nurunu tamamlamaya kefildir. Ve sallallahu ala nebiyyuna Muhammed(sav)
Not: Yasanmis gercek olan bir alintidir.