S
Çevrimdışı
...Kim, sebeplere güvenip dayanma ve Hakk'ın hükmüyle -Ona boyun eğerek- çekişme hastalığından kurtulursa; onun kalp zenginliği gerçekleşmiş olur.
Kişi, Allah'ın güzel tedbirine vâkıf olup kalbi bununla zenginleştiğinde; sadece bununla tam zengin sayılmaz. Bir de buna, Allah'ın hükmüne boyun eğerek teslim olmanın eklenmesi gerekir. Çünkü Allah'ın hükmüyle çekişip başka hükümlere başvurmak; seçme hakkını kullanmadaki düşüncesizliğe delalet eder ki, o seçme hakkını kullanan kimsenin seçilen şeye muhtaç olduğunu gösterir. Allah'ın dilemediği bir şeye ihtiyaç hisseden kimseye, Allah'ın tedbirini gözeterek zengin olmuş denemez.
Bundan dolayı diyoruz ki; Allah'ın kulu için olan tedbiri göz önüne alınarak zengin olmak; ancak Allah'ın güzel tedbirine vâkıf olduktan sonra O'nun hükümleriyle çekişmeyip itaat etmekle olur.
Kalp zenginliğini elde etmesi için bir şeyden daha kurtulması gerekir ki; o da Rabb ile çekişmekten kurtulduktan sonra halk ile de çekişmekten kurtulmalıdır. Çünkü halk ile çekişmek; Çekişmenin kendisinde gerçekleştiği dünyevi paya / hazza muhtaç olduğunu gösterir. Kim ki, elinden kaçırdığı için sinirlenip kızdığı ve kendisi için halkla çekiştiği bir dünyevi hazza / paya muhtaç ise; ona zengin denemez.
Ne zaman ki kul; sebeplere itimat etmekten, Allah'ın hükümleriyle çekişmekten ve dünyevi hazlar için halkla münakaşa etmekten tam olarak kurtulursa; işte o zaman mevlasının tedbirini mülahaza ederek ve her şeyi O'na havale ederek tam bir gönül zengini olmayı hak eder. Bu kulun kalbi, mevlasından başka bir şeye muhtaç olmaz.
Artık bu kul, mevlasının hiçbir hükmüne karşı içinde bir kızgınlık hissetmeyip mevlasının hakları haricinde halklada münakaşa etmez. Böylece bütün münakaşaları ve çekişmeleri Allah için olup sadece Allah'ın hükümlerine başvurup muhakeme olur.
Nitekim peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) gece namazının istiftah duasında şöyle derlerdi:
"Allahım! Sadece sana teslim olur ve sana iman ederim. Sana tevekkül eder ve sana dönerim. Senin (adınla) münakaşa eder ve senin (hükümlerinle) muhakeme olurum." (el-Buhari - el-feth, 6,566; Müslim, 2327.)
Böyle bir kulun münakaşaları ve çekişmeleri kendi hevası ve dünyevi hazzı için olmayıp sadece mevlası için olur ve davalısıyla muhakemeside başka bir şeye değil sadece Allah'ın emir ve şeraite göre olur. Kendi nefsi hesabına münakaşa eden kimse; kendi hevasına tabi olur ve nefsi için intikam alır.
Hz. Aişe peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında şöyle buyurur:
"Rasûlullah, hiçbir zaman kendi nefsi için intikam almadı." (el-Buhari-el-feth,6,566; Müslim, 2327.)
Allah'ın Hükümleri Üç Kısımdır;
Davasıyla, Allah ve Rasûlünün dışındaki bir merciye gidip muhakeme olan kimse; inkar ve red etmekle emrolunduğu tağuta müracaat etmiş olur.
Kişi, hakimiyet hakkını sadece Allah'a vermediği sürece tağutu inkar etmiş olmaz. Hakimiyet iki çeşittir:
- Biri; kainatla alakalı olan ve kaderle temsil edilen hakimiyet.
- Diğeri ise; dini olup emretme yetkisiyle ortaya çıkan hakimiyettir.
Şeyh'ül İslâm'ın, "menâzilü sairin" isimli kitabında kalp zenginliğinin şartı olarak zikrettiği ise; kevni ve kaderi olan hakimiyettir. İşte burada onların mücmel bıraktıkları "Allah'ın hükmüne teslim olup boyun eğmek" şartını biraz açıklamamız gerekmektedir. Çünkü bu şekilde mutlak olarak, ne kula emredilmiş ne de kul için bu mümkündür.
Allah'ın hükümleri üç kısımdır;
Birincisi: Dini ve şer'i olan hükümleridir.
İşte bu hükümlerin teslimiyetle alınması, münakaşa edilmemesi ve katıksız bir şekilde bunlara itaat edilmesi gerekir ki, katıksız ubudiyetin teslimiyeti işte budur.
Artık zevkinden dolayı, cezbesinden dolayı, siyasetten dolayı, kıyas ve taklitten dolayı bunlara muhalefet etmemeli ve bunlara muhalefet etmek için çeşitli yollar aramamalıdır. Fakat bunlara boyun eğmeli, teslim olmalı ve inanıp kabul etmelidir.
Kul, bu teslimiyetle Allah'ın hükümlerini tasdik edip ikrar ettikten sonra onları kastetmesi, uygulaması ve onlarla amel etmesi şeklinde bir kulluk şekli daha onun önüne çıkıveriyor.
Bunu da yaptıktan sonra kulun, Allah'ın hükümlerine iman edip ikrar etmesine muarız bir şüphesi olmadığı gibi O'nun hükümlerini uygulamasına karşı duracak bir şehveti ve dünyevi arzusu da kalmaz.
İşte emre muarız olan şehvetten ve hakka karşı olan şüphelerden arınmış bulunan sağlam kalbin hakikati budur.
Şehvetlerine tabi olan kimselerin yaptığı gibi kendi dünyevi payından ölçüsüzce faydalanmaz ve yine şehevi arzularına uyanlar gibi batıla dalmaz. Bilakis dünyevi payından faydalanması Allah'ın emri çerçevesinde olur. Ma'rifetûllah'a dalar.
Böylece Allah'ı tanıyarak, O'nu severek, emirlerini bilerek ve razı olacağı şeyleri yapmayı kastederek Allah'a sığınır ve mutmain olur. İşte dini hükmün hakkı budur.
İkincisi: Kevni ve kaderi olan hükümleridir ki; kulun bunlarda kesbi, ihtiyarı ve iradesi söz konusu olabilir ve kul bunlarla hükmettiği zaman Allah kendisine kızar ve kendisini yerer. İşte bu şekildeki hükümlerin hakkı; kulun onlara teslim olmaması ve mümkün olan her yolla onları defetmesidir.
Bu şekilde hakkın hükmünü yine hakk için hakla defetmiş olur. Nitekim kendi döneminde ariflerin şeyhi olan Abdülkadir el-Geylani şöyle diyor:
"İnsanlar kaza ve kaderle alakalı bir hususa girdikleri zaman dururlar. Benim için ise bir pencere açıldı ve ben hakkın hükümlerine, yine hakkın hükümleriyle hakk için karşı koydum. Gerçek arif olan kimse, kadere karşı teslim olup oturmaz. Bilakis kadere (yine kaderle) karşı koyar."
Şayet bu sözü anlamakta güçlük çekiyorsan; Ömer b. El-Hattab'ın, taundan kaçtığı zaman tenkit edilip kendisine:
"Sen Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" denildiğinde söylediği şu sözünü iyice düşün: "Biz Allah'ın kaderinden yine O'nun kaderine kaçıyoruz." (el-Buhari-el feth,10,155; Müslim, 2219.)
Bu olmadan dünyada yaşaması ve maslahatlarını temin etmesi mümkün olmayan birisi şimdi nasıl olurda kalkıp bunu inkar edebilir?
Örnek olarak kendisine açlık, susuzluk ve soğukluk gibi kaderle olan şeyler isabet ettiğinde; o bu kadere karşı koyar ve ona boyun eğip itaat etmez. Bilakis onu; yemek, içmek ve giyinmek gibi başka bir kaderle defeder. Bu durum da O, Allah'ın bir kaderini yine Allah'ın başka bir kaderiyle defetmiş olur. Yine onun evine bir yangının isabet etmesi de Allah'ın kaderiyledir. O halde o, niye bu kaderi teslim olmak ve boyun eğmekle karşılamıyor? Bilakis bu yangını su, toprak ve benzeri şeylerle söndürüp Allah'ın bir kaderini diğer bir kaderiyle defeder ve böyle yapmakla da Allah'ın kaderinden çıkmış olmaz.
Aynı şekilde Allah'ın takdiriyle kendisine bir hastalık isabet ettiğinde; o, hastalığı giderici ilaçlar kullanmak suretiyle yine bir takdir'i ilahi ile onu defeder.
Bu kevni ve kaderi hükmün hakkı; kulun mümkün olan her yolla ona karşı koyup onu defetmeye çalışmasıdır. Şayet bu hüküm ona galip gelip onu baskısı altına alırsa; bu durumda kul, Allah'ın onu gidermek için varettiği sebeplere başvurarak onun neticelerini ve gereklerini gidermeye çalışır. Böylelikle takdiri takdirle, hükmü hükümle gidermiş olur. Zaten kul böyle davranmakla emrolunmuştur. İşte şeriatın ve kaderin hakikati budur.
Bu konuda basiret sahibi olmayan ve bunun hakkını vermeyen kimse; ister istemez ya şeriatı ya da kaderi iptal edip işlevsiz bırakır.
Şayet bir İslam düşmanı kendisine saldırırsa; bu da Allah'ın takdiriyle olmuş olur ve her müslümanın Allah'ın sevdiği bir kader olan eli ve diliyle cihat ederek bu takdiri defetmesi vacib olur. Fakat eğer kul, o takdiri defetmek için elinden gelen her şeyi yapar; ancak iş kendi kontrolünden çıkarsa o zaman şu gelecek kısımdan olur:
Üçüncüsü: Kevni ve kaderi hükümdür ki; kulun hiçbir iradesi ve ihtiyarı olmadan kulun başına gelen ve kulun ona karşı koyup defetmesi için elinde hiçbir imkan bulunmayan türden hükümlerdir.
İşte bu hükümlerin hakkı; boyun eğip teslim olmak ve karşı çıkmamakla karşılanmalarıdır. Bunların karşısında kul, yıkayıcının önündeki ölü gibidir. Veya denizin dalgaları arasında gemisi kırılan, dağılan ve yüzmekten de aciz olup kendisini kurtuluşa kavuşturacak hiçbir vasıtası olmayan kimse gibidir. İşte böyle bir durumda teslim olup boyun eğmek doğru olabilir.
Böyle bir kimse, teslim olup boyun eğmekle beraber başka kulluk şekilleriyle ibadet yapar ki; o da: Hâkim'i mutlakın hükmünde aziz olduğuna, yargısında âdil olduğuna, bu olayın kendi başına gelmesinde bir hikmeti bulunduğuna, kendisine isabet eden şeyin kendisini şaşmayacağı ve kendisine isabet etmeyecek olan şeylerin de başına gelmeyeceğine ve yaratıklar varedilmeden önce bunun kitapta yazılı olduğuna şahitlik etmesidir. Her kulun karşılaşacağı her şeye dair kalem kurumuştur. Başına gelen bu kabilden şeylere razı olandan razı olunur; bunlara kızana ise kızılır.
Yine kader gereği başına gelen bu olayın, "el-Hâkim" isminin ve Allah'ın hikmet sıfatının gerektirdiği bir hikmetten dolayı başına geldiğine, Allah'ın adaletinin, hikmetinin, izzetinin, ilminin ve adil olan hakimiyetinin bunu gerektirdiğine şahit olmasıdır.
Bunların hepsi Allah'ın esma'i hûsnası ve yüce sıfatlarının gereğidir. Bütün fiil ve emirlerinden dolayı Allah'a hamdedilmesi gerektiği gibi bunlardan dolayı da en mükemmel övgüler Allah'a mahsustur.
Şayet bunlardan dolayı kul yerilmeye layık görülse; Rabb teâlanın hakkı yine övülmek ve methedilmek olur. Çünkü bunlar; Allah'ın kemâlinin, esma'i hûsnasının ve yüce sıfatlarının gereği olarak ortaya çıkarlar. Ve yine bunlar; kulun noksanlığı, cehaleti, zulmü ve kusurunun gereğidirler. İşte bu bölümde hem kulun payı hem de Rabbin payı vardır:
Rabbin payı; nimet vermek, hamdedilmek, lutûfta bulunmak ve güzel övgülere mazhar olmaktır.
Kulun payı ise; yerilmek, azarlanmak, kötü davranmış olmak ve cezalandırılmaktır.
Bu makam dört ayetle açıklık kazanmaktadır.
Birincisi: Allah'ü teâlânın şu sözüdür:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, (yine) sana gelen her kötülük de kendindendir." (en-Nisa,79)
İkincisi: Allah'ü Teâlâ'nın şu sözüdür:
"(Bedir savaşında kâfirlerin başına musibetin) iki katını getirdiğiniz halde (uhud savaşında) size bir (kat) musibet gelince mi?" (peygamber bizimle beraber ve biz de Müslüman olduğumuz halde) bu nereden geldi?" dediniz. De ki: "o (bela), kendi tarafınızdan (ve peygambere itaat etmeyişinizden) dir." Şüphe yok ki Allah her şeye kadirdir." (Al'i İmran,165)
Üçüncü âyet ise şudur:
"Size isabet eden herhangi bir musibet kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir. (O,) yine de çoğunu affeder." (eş-Şûra,30)
ve Dördüncü âyet şudur:
"..Doğrusu biz insana, tarafımızdan bir rahmet (bir refah) tattırdığımız zaman onunla sevinir. Eğer ellerinin (işleyip) öne sürdüğü (kötü) şeylerden dolayı kendilerine bir kötülük isabet ederse, artık hemen o insan (önceki nimeti unutan) bir nankör olur." (eş-Şûra, 48)
Kim, bu dört âyeti üçüncü kısımdaki kevni ve kaderi hükümlere göre bilip algılar ve kastetme, tevbe ve istiğvar yönlerinden bunların gereklerini yerine getirirse; o, bu hükümler hususunda da Allah'a olan kulluğunu ifâ etmiş olur.
Yardımı umulan ve kendisine dayanılan sadece Allah'tır.
Tariku'l Hicreteyn ve Babu's Saadeteyn / İbni Kayyim El-Cevziyye
Kişi, Allah'ın güzel tedbirine vâkıf olup kalbi bununla zenginleştiğinde; sadece bununla tam zengin sayılmaz. Bir de buna, Allah'ın hükmüne boyun eğerek teslim olmanın eklenmesi gerekir. Çünkü Allah'ın hükmüyle çekişip başka hükümlere başvurmak; seçme hakkını kullanmadaki düşüncesizliğe delalet eder ki, o seçme hakkını kullanan kimsenin seçilen şeye muhtaç olduğunu gösterir. Allah'ın dilemediği bir şeye ihtiyaç hisseden kimseye, Allah'ın tedbirini gözeterek zengin olmuş denemez.
Bundan dolayı diyoruz ki; Allah'ın kulu için olan tedbiri göz önüne alınarak zengin olmak; ancak Allah'ın güzel tedbirine vâkıf olduktan sonra O'nun hükümleriyle çekişmeyip itaat etmekle olur.
Kalp zenginliğini elde etmesi için bir şeyden daha kurtulması gerekir ki; o da Rabb ile çekişmekten kurtulduktan sonra halk ile de çekişmekten kurtulmalıdır. Çünkü halk ile çekişmek; Çekişmenin kendisinde gerçekleştiği dünyevi paya / hazza muhtaç olduğunu gösterir. Kim ki, elinden kaçırdığı için sinirlenip kızdığı ve kendisi için halkla çekiştiği bir dünyevi hazza / paya muhtaç ise; ona zengin denemez.
Ne zaman ki kul; sebeplere itimat etmekten, Allah'ın hükümleriyle çekişmekten ve dünyevi hazlar için halkla münakaşa etmekten tam olarak kurtulursa; işte o zaman mevlasının tedbirini mülahaza ederek ve her şeyi O'na havale ederek tam bir gönül zengini olmayı hak eder. Bu kulun kalbi, mevlasından başka bir şeye muhtaç olmaz.
Artık bu kul, mevlasının hiçbir hükmüne karşı içinde bir kızgınlık hissetmeyip mevlasının hakları haricinde halklada münakaşa etmez. Böylece bütün münakaşaları ve çekişmeleri Allah için olup sadece Allah'ın hükümlerine başvurup muhakeme olur.
Nitekim peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) gece namazının istiftah duasında şöyle derlerdi:
"Allahım! Sadece sana teslim olur ve sana iman ederim. Sana tevekkül eder ve sana dönerim. Senin (adınla) münakaşa eder ve senin (hükümlerinle) muhakeme olurum." (el-Buhari - el-feth, 6,566; Müslim, 2327.)
Böyle bir kulun münakaşaları ve çekişmeleri kendi hevası ve dünyevi hazzı için olmayıp sadece mevlası için olur ve davalısıyla muhakemeside başka bir şeye değil sadece Allah'ın emir ve şeraite göre olur. Kendi nefsi hesabına münakaşa eden kimse; kendi hevasına tabi olur ve nefsi için intikam alır.
Hz. Aişe peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında şöyle buyurur:
"Rasûlullah, hiçbir zaman kendi nefsi için intikam almadı." (el-Buhari-el-feth,6,566; Müslim, 2327.)
Allah'ın Hükümleri Üç Kısımdır;
Davasıyla, Allah ve Rasûlünün dışındaki bir merciye gidip muhakeme olan kimse; inkar ve red etmekle emrolunduğu tağuta müracaat etmiş olur.
Kişi, hakimiyet hakkını sadece Allah'a vermediği sürece tağutu inkar etmiş olmaz. Hakimiyet iki çeşittir:
- Biri; kainatla alakalı olan ve kaderle temsil edilen hakimiyet.
- Diğeri ise; dini olup emretme yetkisiyle ortaya çıkan hakimiyettir.
Şeyh'ül İslâm'ın, "menâzilü sairin" isimli kitabında kalp zenginliğinin şartı olarak zikrettiği ise; kevni ve kaderi olan hakimiyettir. İşte burada onların mücmel bıraktıkları "Allah'ın hükmüne teslim olup boyun eğmek" şartını biraz açıklamamız gerekmektedir. Çünkü bu şekilde mutlak olarak, ne kula emredilmiş ne de kul için bu mümkündür.
Allah'ın hükümleri üç kısımdır;
Birincisi: Dini ve şer'i olan hükümleridir.
İşte bu hükümlerin teslimiyetle alınması, münakaşa edilmemesi ve katıksız bir şekilde bunlara itaat edilmesi gerekir ki, katıksız ubudiyetin teslimiyeti işte budur.
Artık zevkinden dolayı, cezbesinden dolayı, siyasetten dolayı, kıyas ve taklitten dolayı bunlara muhalefet etmemeli ve bunlara muhalefet etmek için çeşitli yollar aramamalıdır. Fakat bunlara boyun eğmeli, teslim olmalı ve inanıp kabul etmelidir.
Kul, bu teslimiyetle Allah'ın hükümlerini tasdik edip ikrar ettikten sonra onları kastetmesi, uygulaması ve onlarla amel etmesi şeklinde bir kulluk şekli daha onun önüne çıkıveriyor.
Bunu da yaptıktan sonra kulun, Allah'ın hükümlerine iman edip ikrar etmesine muarız bir şüphesi olmadığı gibi O'nun hükümlerini uygulamasına karşı duracak bir şehveti ve dünyevi arzusu da kalmaz.
İşte emre muarız olan şehvetten ve hakka karşı olan şüphelerden arınmış bulunan sağlam kalbin hakikati budur.
Şehvetlerine tabi olan kimselerin yaptığı gibi kendi dünyevi payından ölçüsüzce faydalanmaz ve yine şehevi arzularına uyanlar gibi batıla dalmaz. Bilakis dünyevi payından faydalanması Allah'ın emri çerçevesinde olur. Ma'rifetûllah'a dalar.
Böylece Allah'ı tanıyarak, O'nu severek, emirlerini bilerek ve razı olacağı şeyleri yapmayı kastederek Allah'a sığınır ve mutmain olur. İşte dini hükmün hakkı budur.
İkincisi: Kevni ve kaderi olan hükümleridir ki; kulun bunlarda kesbi, ihtiyarı ve iradesi söz konusu olabilir ve kul bunlarla hükmettiği zaman Allah kendisine kızar ve kendisini yerer. İşte bu şekildeki hükümlerin hakkı; kulun onlara teslim olmaması ve mümkün olan her yolla onları defetmesidir.
Bu şekilde hakkın hükmünü yine hakk için hakla defetmiş olur. Nitekim kendi döneminde ariflerin şeyhi olan Abdülkadir el-Geylani şöyle diyor:
"İnsanlar kaza ve kaderle alakalı bir hususa girdikleri zaman dururlar. Benim için ise bir pencere açıldı ve ben hakkın hükümlerine, yine hakkın hükümleriyle hakk için karşı koydum. Gerçek arif olan kimse, kadere karşı teslim olup oturmaz. Bilakis kadere (yine kaderle) karşı koyar."
Şayet bu sözü anlamakta güçlük çekiyorsan; Ömer b. El-Hattab'ın, taundan kaçtığı zaman tenkit edilip kendisine:
"Sen Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" denildiğinde söylediği şu sözünü iyice düşün: "Biz Allah'ın kaderinden yine O'nun kaderine kaçıyoruz." (el-Buhari-el feth,10,155; Müslim, 2219.)
Bu olmadan dünyada yaşaması ve maslahatlarını temin etmesi mümkün olmayan birisi şimdi nasıl olurda kalkıp bunu inkar edebilir?
Örnek olarak kendisine açlık, susuzluk ve soğukluk gibi kaderle olan şeyler isabet ettiğinde; o bu kadere karşı koyar ve ona boyun eğip itaat etmez. Bilakis onu; yemek, içmek ve giyinmek gibi başka bir kaderle defeder. Bu durum da O, Allah'ın bir kaderini yine Allah'ın başka bir kaderiyle defetmiş olur. Yine onun evine bir yangının isabet etmesi de Allah'ın kaderiyledir. O halde o, niye bu kaderi teslim olmak ve boyun eğmekle karşılamıyor? Bilakis bu yangını su, toprak ve benzeri şeylerle söndürüp Allah'ın bir kaderini diğer bir kaderiyle defeder ve böyle yapmakla da Allah'ın kaderinden çıkmış olmaz.
Aynı şekilde Allah'ın takdiriyle kendisine bir hastalık isabet ettiğinde; o, hastalığı giderici ilaçlar kullanmak suretiyle yine bir takdir'i ilahi ile onu defeder.
Bu kevni ve kaderi hükmün hakkı; kulun mümkün olan her yolla ona karşı koyup onu defetmeye çalışmasıdır. Şayet bu hüküm ona galip gelip onu baskısı altına alırsa; bu durumda kul, Allah'ın onu gidermek için varettiği sebeplere başvurarak onun neticelerini ve gereklerini gidermeye çalışır. Böylelikle takdiri takdirle, hükmü hükümle gidermiş olur. Zaten kul böyle davranmakla emrolunmuştur. İşte şeriatın ve kaderin hakikati budur.
Bu konuda basiret sahibi olmayan ve bunun hakkını vermeyen kimse; ister istemez ya şeriatı ya da kaderi iptal edip işlevsiz bırakır.
Şayet bir İslam düşmanı kendisine saldırırsa; bu da Allah'ın takdiriyle olmuş olur ve her müslümanın Allah'ın sevdiği bir kader olan eli ve diliyle cihat ederek bu takdiri defetmesi vacib olur. Fakat eğer kul, o takdiri defetmek için elinden gelen her şeyi yapar; ancak iş kendi kontrolünden çıkarsa o zaman şu gelecek kısımdan olur:
Üçüncüsü: Kevni ve kaderi hükümdür ki; kulun hiçbir iradesi ve ihtiyarı olmadan kulun başına gelen ve kulun ona karşı koyup defetmesi için elinde hiçbir imkan bulunmayan türden hükümlerdir.
İşte bu hükümlerin hakkı; boyun eğip teslim olmak ve karşı çıkmamakla karşılanmalarıdır. Bunların karşısında kul, yıkayıcının önündeki ölü gibidir. Veya denizin dalgaları arasında gemisi kırılan, dağılan ve yüzmekten de aciz olup kendisini kurtuluşa kavuşturacak hiçbir vasıtası olmayan kimse gibidir. İşte böyle bir durumda teslim olup boyun eğmek doğru olabilir.
Böyle bir kimse, teslim olup boyun eğmekle beraber başka kulluk şekilleriyle ibadet yapar ki; o da: Hâkim'i mutlakın hükmünde aziz olduğuna, yargısında âdil olduğuna, bu olayın kendi başına gelmesinde bir hikmeti bulunduğuna, kendisine isabet eden şeyin kendisini şaşmayacağı ve kendisine isabet etmeyecek olan şeylerin de başına gelmeyeceğine ve yaratıklar varedilmeden önce bunun kitapta yazılı olduğuna şahitlik etmesidir. Her kulun karşılaşacağı her şeye dair kalem kurumuştur. Başına gelen bu kabilden şeylere razı olandan razı olunur; bunlara kızana ise kızılır.
Yine kader gereği başına gelen bu olayın, "el-Hâkim" isminin ve Allah'ın hikmet sıfatının gerektirdiği bir hikmetten dolayı başına geldiğine, Allah'ın adaletinin, hikmetinin, izzetinin, ilminin ve adil olan hakimiyetinin bunu gerektirdiğine şahit olmasıdır.
Bunların hepsi Allah'ın esma'i hûsnası ve yüce sıfatlarının gereğidir. Bütün fiil ve emirlerinden dolayı Allah'a hamdedilmesi gerektiği gibi bunlardan dolayı da en mükemmel övgüler Allah'a mahsustur.
Şayet bunlardan dolayı kul yerilmeye layık görülse; Rabb teâlanın hakkı yine övülmek ve methedilmek olur. Çünkü bunlar; Allah'ın kemâlinin, esma'i hûsnasının ve yüce sıfatlarının gereği olarak ortaya çıkarlar. Ve yine bunlar; kulun noksanlığı, cehaleti, zulmü ve kusurunun gereğidirler. İşte bu bölümde hem kulun payı hem de Rabbin payı vardır:
Rabbin payı; nimet vermek, hamdedilmek, lutûfta bulunmak ve güzel övgülere mazhar olmaktır.
Kulun payı ise; yerilmek, azarlanmak, kötü davranmış olmak ve cezalandırılmaktır.
Bu makam dört ayetle açıklık kazanmaktadır.
Birincisi: Allah'ü teâlânın şu sözüdür:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, (yine) sana gelen her kötülük de kendindendir." (en-Nisa,79)
İkincisi: Allah'ü Teâlâ'nın şu sözüdür:
"(Bedir savaşında kâfirlerin başına musibetin) iki katını getirdiğiniz halde (uhud savaşında) size bir (kat) musibet gelince mi?" (peygamber bizimle beraber ve biz de Müslüman olduğumuz halde) bu nereden geldi?" dediniz. De ki: "o (bela), kendi tarafınızdan (ve peygambere itaat etmeyişinizden) dir." Şüphe yok ki Allah her şeye kadirdir." (Al'i İmran,165)
Üçüncü âyet ise şudur:
"Size isabet eden herhangi bir musibet kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir. (O,) yine de çoğunu affeder." (eş-Şûra,30)
ve Dördüncü âyet şudur:
"..Doğrusu biz insana, tarafımızdan bir rahmet (bir refah) tattırdığımız zaman onunla sevinir. Eğer ellerinin (işleyip) öne sürdüğü (kötü) şeylerden dolayı kendilerine bir kötülük isabet ederse, artık hemen o insan (önceki nimeti unutan) bir nankör olur." (eş-Şûra, 48)
Kim, bu dört âyeti üçüncü kısımdaki kevni ve kaderi hükümlere göre bilip algılar ve kastetme, tevbe ve istiğvar yönlerinden bunların gereklerini yerine getirirse; o, bu hükümler hususunda da Allah'a olan kulluğunu ifâ etmiş olur.
Yardımı umulan ve kendisine dayanılan sadece Allah'tır.
Tariku'l Hicreteyn ve Babu's Saadeteyn / İbni Kayyim El-Cevziyye