M. Muhtar Şankiti
Bir halkın toplumsal hafızası gerçeklerden uzaklaştığında tarihin esiri olur. Bu durumda, geçmişte gerçekten meydana gelmiş olaylarla ilgili tarihe ilişkin bir bilinç oluşmaz, oluşan sadece olması gerekene odaklanmış geçici bir tasavvurdur.
İslam dünyasında Selefilerle Şiiler arasındaki çatışmayı takip edenler, bu anlaşmazlığın en önemli nedenlerinden birinin sadece Asr-ı Saadet döneminin değil bütün aşamalarıyla İslam Tarihinin yorumlanmasından kaynaklandığını görürler. Bunun içine, Moğol işgali, Haçlı Seferleri ve Osmanlı Devleti'ne ilişkin dönemler de girer.
Ancak bu anlaşmazlık olaylara ve olayların anlamına ilişkin akademik bir tartışma değildir. Akademik tartışmalar genelde kan akmayla sonuçlanmazlar. Bilakis, geçmişin olaylarını hassas bir şekilde irdeleyen bir yorum biçimine dayanmayan, birbirine karşıt iki toplumsal hafızanın birbiriyle çatışmasından ortaya çıkan bir anlaşmazlıktır bu. Temeli çürük mantığa dayanan, tarihsel isnatları (dayanakları) zayıf, aceleci özetlemelerle tarihçiliğe soyunan bir bakış açısının getirdiği bir sonuçtur. İnsafın elden bırakılarak, araştırmacı zihniyetin terk edilerek edinilen bu anlayışta karşı taraf, salt olumsuz yönleriyle ele alınmaktadır.
Tarih ve Toplumsal Hafıza
Bu makalede toplumsal hafızayla tarih arasındaki farkları izah edecek, Şia ve Selefilerin hafızasındaki Selahaddin Eyyubi ile ilgili manipüle edilmiş toplumsal hafızaya örnekler vererek en çok birlikte olmaya ihtiyaç duydukları bir dönemde Müslümanların vahdete zarar verecek noktaya nasıl geldiğine, ortak kimliği nasıl zedelediğine dikkat çekeceğiz.
Tarih ilmi, geçmişte meydana gelmiş olayların dikkatlice, şaibeden uzak bir şekilde kayda geçirilmesi, şimdi ve gelecekte bu olayların anlamlarının analiz edilmesi ve yorumlanması bilimi şeklinde özetlenebilir.
Toplumsal hafızayı ise tarihi olayların, toplumsal ideolojinin hizmetine verecek tarzda seçmeci bir mantıkla hatırlanması şeklinde tarif etmek mümkündür. Bu iki tarife dayanarak, tarihle toplumsal hafıza arasında birçok farklar ortaya koyabiliriz:
Hakikat, tarih ilminde öze ilişkin bir amaçtır. Misyonu, ilmîdir ve eğitime yöneliktir. Toplumsal hafızada ise hakikat sadece bir araçtır, bu hakikat genelde anlık toplumsal hedeflere kurban edilir.
Soyutlama hakiki tarih ilminin en önemli özelliklerinden biridir. Toplumsal hafıza ise daima taraf tutar, çünkü amacı toplumsal kimliğin inşasıdır; toplumsal hafıza yapay ve yanılgıdan kaynaklansa bile, toplumla toplumun ötekileştirdiği yapılar arasında sınırlar çizer.
Burada, toplumsal hafızanın mutlak anlamda olumsuz bir olgu olduğunu söylemek istemiyorum. Her etnik, dini ve mezhebi topluluk bu anlamda kahramanlık efsaneleri, masallar, mitolojilere dayanmaya ihtiyaç duyar. Burada kötü olan şey, toplumsal hafızanın gerçeklere değil de yanılgılara dayanması ve ötekini aşağılamaya koşullanmış olmasıdır.
Selahaddin-i Eyyubi'yi İki Okuma Biçimi
Selahaddini Eyyubi, zannedildiği gibi bütün Müslümanların toplumsal hafızasında kahraman değildir. O, sadece Selefi Sünnilerin kahramanıdır. Buna, Şii Emevi devletini yıkmayla başlamış, sonra da İslam topraklarını Haçlılardan temizlemiş ardından da bugünkü dar ve yaygın anlamıyla Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'in bayraktarlığını yapmıştır.
Selahaddin Eyyubi hakkında bu tür yargılara Suudi Arabistan'dan Şeyh Sefer el-Havali ve Libya'dan Ali Muhammet Salabi'yi örnek göstermek mümkündür. “Beytu'l Makdis'i işgal Etmek için Rafızilerin Haçlılarla İşbirliği” başlığını taşıyan konferansında Şeyh Havali, “Mısır ve Şam'a hükmeden Batıni Şiiler, Haçlılarla işbirliğine giderek onların Beytu'l Makdis'e girişlerini kolaylaştırmıştır. Aralarında hiçbir savaş olmamıştır. Haçlılar doğrudan şehre girmiş ve Beytu'l Makdis'in saygınlığını ve kutsallığını çiğnemişlerdir. Yetmiş bin Müslüman'ı katlettiklerinde vahşet o denli bir hal almıştır ki, tarihçiler, Haçlıların atlarının, diz kapaklarına kadar kan gölüne battığını yazar.”
Yazar Selahaddin-i Eyyubi'den de şöyle bahseder: “Selahaddin, Müslümanları tek bayrak altında doğru akidede, Kitap ve sünnette birleştirmek için işe önce sapıkları, münafıkları, zalimleri temizleyerek, yani iç düşmanlardan kurtararak başladı. Sonra sıra dış düşmana geldi. Sonra da ALLAH'ın izniyle zafer geldi. İşe doğru yerden başlayan Selahaddin, Filistin ve Şam'daki küçük Haçlı kontluklarını bırakarak Mısır'a gitmiş önce Fatımilerin işini bitirmiştir.”
Ancak Şeyh Havali, burada, Kudüslü Müslümanların Fatımilerin önderliğinde 40 günlük direnişini ve Fatımilerin o dönemde Şam ülkesine hâkim olmadığını görmezden gelmektedir.
Bu kelimeleri toplumsal hafızanın diliyle bugüne aktarırsak, “Selefi gençler, İslam topraklarını yabancı güçlerin varlığından kurtarmak istiyorsa, ilahları bir ve çıkarları aynı olmasına rağmen, Şiilere güvenmemeli, onlarla işbirliği yapmamalı, işe önce Şiileri temizlemekle başlamalıdır.” sonucu çıkar.
Şiilerin toplumsal hafızasına gelince, onlarınki de temelde Selefilerinkinden farklı değildir. Selahaddin Eyyubi onlara göre kesinlikle kahraman olmayıp, İslam tarihinin en önemli devletlerinden birini yıkan maceracı bir askerdir. Haçlılarla işbirliğine girmiş, Remle Anlaşması'nda İslam topraklarının bir kısmını Haçlılara vermiş bir isimdir. Şia'ya yaptığı zulüm nedeniyle asabiyet ve cehaleti yaygınlaştırmıştır. Suriyeli Şii tarihçi Hasan el-Emin, “Abbasiler, Fatımiler ve Haçlılar arasında Selahaddin-i Eyyubi” adlı kitabında bu yönelimi temsil etmiş, Mısır'daki Şii yazarlardan Ahmet Rasim en-Nefis ise, işi, Selahaddin-i Eyyubi'yi “Hülaguddini Eyyubi” şeklinde vasıflandırmaya kadar vardırmıştır.
Şii yazar, içinde Fatımi kütüphanesini yağmalamanın da bulunduğu bazı hataları işlemesine rağmen, Selahaddin-i Eyyubi'nin, başta, ardında tarihçilerin tanımlamakta zorlandığı devasa hazineler bırakan Fatımi halifeleri olmak üzere, çağının yöneticileri saraylarda refah içerisinde saltanat sürerken hayatını İslam topraklarını savunmak için at üstünde geçirdiğini unutmuş görünmektedir.
Bu ifadeleri toplumsal hafızanın diliyle günümüze aktardığımızda, karşımıza çıkacak olan tespit şudur: “Sünnilerin gerçekleştirdiği bütün toplumsal kurtuluş girişimlerini şüpheyle karşılamak ve sadece Şiilere güvenmek gerekir.”
Selahaddin-i Eyyubi'yi ona çağdaş ya da o çağa yakın dönemde yazılmış kaynak eserlerden incelemek; tarihi gerek Selefi gerekse Şii okuma biçiminin, yanlı ve basit bir okuma biçiminden ibaret olduğunu ve bugünkü mezhepçi kültürün etkisinde kalınmış bir yorumlama tarzını yansıttığını gösterecektir.
Selefi Okuma Biçiminin Sorunları:
Selahaddin-i Eyyub'yi Selefi bir tarzda yorumlamak, sorunu iki biçimde ortaya çıkarmaktadır:
Selahaddin bugünkü Selefilerin anladığı tarzda bir Sünni olmayıp Eşari akidesine mensup bir kimseydi. Suyuti, onun emri altındakilerden müezzinlerin minberlere çıkıp her gece Eş'ari akidesini haykırmasını istediğini aktarır. Hatta hayatını yazan ve aynı zamanda kadısı olan İbn-i Şeddad, onun Sufî hikâyeler dinlediğini bizlere aktarır.
İmam Hasan el-Eşari'nin temellerini sağlam bir şekilde kurduğu Eş'ari akidesine göre, Ehl-i Kıble tekfir edilemez. Gerçek şu ki, Selahaddin-i Eyyubi, Selefi akideye mensup biri olarak Eşariliğe düşman, Sufiliği bidat olarak gören, Şia'yı tekfir eden biri olsaydı Müslümanları birleştiremez ve Kudüs'ü Haçlıların işgalinden kurtaramazdı.
O dönemde ümmetin Haçlı işgaline karşı savunmasının bayraktarlığını yapan Selahaddin-i Eyyubi'nin mürekkep bir aklın savunucusu konumundaki Eş'ari akideye sahip olması İslam ümmeti için bir şanstı. İslam ümmetinin bugünkü şanssızlığı ise, ümmetin kurtuluşunun ve cihadının bayraktarlığını yapan kişilerin basit Selefi ya da Şii akla sahip olmalarıdır.
Ben bunları Eşari olduğum için söylemiyorum. ALLAH'a hamdolsun ki ben ne Eşari'yim, ne Selefi'yim, ne Sünni'yim ne de Şii'yim. Sadece Kur'an-i isimlendirmeye sahip çıkmayı tercih ediyorum: “O sizi Müslümanlar olarak isimlendirdi.” Bu tanımı, tarih içerisinde ortaya çıkmış terimlerden çok daha kalıcı ve hayırlı görüyorum.
Selahaddin'in o dönemde bugünkü İslam dünyasında Şiilerin çoğunluğunu oluşturan İmami Şiasıyla bir sorunu yoktu. Onun sorunu, Batıni ve İsmailî olan Fatımi Şiiliğiyle ve kendisini öldürmeye çalışan Haşhaşiliğin temsilcisi Hassan Sabbah'laydı.
Bu nedenle, Fatımi Devleti ortadan kalktığında, insanların çoğu İsmailî Şiilikten İmami Şiiliğe döndüler. Çünkü İmami Şiilik, o ve ondan sonraki çağda Zeydîlikten sonra Şiilik içerisinde Ehli Sünnet nezdinde en çok kabul gören mezhepti. Ta ki İbn-i Teymiye ve ekolü, İmamiye ile Sünnilik arasında yeni duvarlar ve yüksek surlar örene kadar…
O dönemde Seyyah İbn-i Cubeyr'in ifade ettiği şekliyle Şam ve Halep ahalisinin önemli bir bölümünü oluşturan İmami Şiileri, bugünkü Selefilerin iddia ettiklerinin aksine, Selahaddin-i Eyyubi'ye bağlıydılar ve ordusunun önemli bir bölümünü oluşturuyorlardı.
Bu konuyla ilgili Selahaddin-i Eyyubi'nin hayatını yazan Şii tarihçi Yahya bin Ebi Tayy el-Halebi'yi örnek vermekle yetineceğiz. Kendisi Eyyubî sülalesine son derece bağlı biriydi. Ebi Şamme ve diğer tarihçilerin kitaplarından yaptığı iktibaslar ve bu kitabın bize ulaşan bölümleri bunu destekler niteliktedir.
Ayrıca Selahaddin Eyyubi, Şiilerle Şiilikleri yüzünden savaşmadığı gibi, Sünnilerle de Sünnilikleri nedeniyle savaşmaktan kaçınmış değildir. Kendisi bir eylem adamı olması hasebiyle insanları yaptıklarına göre değerlendirirdi, mezheplerine göre değil.
Fatımî halifesinin veziri olarak vazife gördü, Sünni olduğu halde Nureddin Zengi'ye karşı savaştığı gibi, Haçlılara karşı Mısır'la Şam ülkesini birleştirmek için kardeşlerinin oğullarına karşı da yedi yıl savaştı.
Bunlara ilaveten, o çağın tarihçileri arasında Selahaddin-i Eyyubi'yi en fazla eleştiren kişinin İbn-i Esir olduğunu görürüz. Selahaddin-i Eyyubi, Zengilerle savaşırken İbn-i Esir, Halep ve Musul'daki Zengilere bağlıydı.
Şii Fatımi devletini yaşatabilmek ve yeniden Fatımiliği kurmak için Selahaddin-i Eyyubi'ye darbe düzenlemek isteyen kişi Yemenli Sünni fakih Ammara'ydı. Ammara'nın menfaati, her asırdaki insanlarda görüleceği gibi, mezhebi görüşlerine galebe çalmıştı. Fatımilere methiyeler düzdüğü şiirlerinde bu görüşlerini açıkça dile getirmektedir:
Nil'in krallarını ziyaret ettim, onların isteklerini keşfettim
Ziyaretimi övdüler, keyifli bir gün geçirdim
Cömertlikte yolları sünnet yolu gibidir
Şiilik inancıyla bana ters düşseler de.
Ammara şiirlerinde kimseyi Şiilikle ya da Sünnilikle itham etmiyor, mezhebi kimliğinden dolayı kimseyi eleştirmiyordu. Şiirlerinde bağlı olduğu Fatımilere karşı duyduğu özlemi görmek mümkündür. Cemel ve Sıffin savaşıyla başlayan tarihi ayrışma, Fatımilerin saraylarındaki müreffeh yaşam kadar onu ilgilendirmemekteydi:
Ey Fatımileri sevdiğim için beni eleştiren
Eleştiride kusurlu davranırsan sen suçlusun
ALLAH için saraylar alanını bir gez ve benimle ağla
Sıffin ve Cemel'e değil o saraylara.
Tarihin Şii Okunuşunun Sorunları
Hasan el-Emin'in kitabında belirttiği gibi, Selahaddin-i Eyyubi'nin hayatının Şiiler tarafından yorumlanmasına ve onların Selahaddin'i zulümle ve Haçlılara bağlı olmakla suçlamasına gelince, buradaki yaklaşımdaki sorun gündüz parlayan güneş kadar açıktır.
Kendisinden önce gelen yöneticilerin tersine (Nureddin Zengi gibi), Selahaddin-i Eyyubi, Şiilere zulmetmemiştir. Aksine, mezhebi farklılıklara rağmen aynı itikada (inanca) sahip olmaları nedeniyle onları kuşatmaya çalışmış, Haçlılara karşı savaşında onları kendi askeri kampına dâhil etmeye uğraşmıştır. Bu husus, Şii tarihçi İbni Ebi Tayy tarafından Selahaddin-i Eyyubi hakkında yazdığı biyografik eserde ona düzdüğü övgüleri anlaşılır kılmaktadır. Ebi Tayy'ın babası – ki kendisi, döneminin önde gelen Şii fakihlerinden biridir- Nureddin Zengi tarafından ailesiyle birlikte sürülmüş, ancak Selahaddin-i Eyyubi gelince rahat yüzü görebilmiştir. Selahaddin-i Eyyubi'nin Fatımi Devleti'ni yıkmasına gelince, o, bunu mezhebi Saiklerle yapmamış, Müslümanların birliğini sağlayabilmek, Haçlılara karşı Mısır ve Şam'ı birleştirmek için yapmıştır. Çünkü o, Fatımilerle birlikte Irak ve Şam ülkesinde birçok küçük devletçiği de yıkmıştır.
Ve Selahaddin-i Eyyubi, Mısır'daki Fatımi Devleti'ne son verdiğinde, o dönemde birçok kralın suikastla öldürülmesi son derece yaygın bir yöntemken, o Fatimi Halifesi Azıd'ı öldürmemiş, tabii bir şekilde ölmesini beklemiştir. Azıd öldüğünde Sultan, onun yasını tutmuş, vefatı nedeniyle teessüre boğulmuş tarihçi İbn-i Şeddad'ın ifadesine göre, cenazesine son derece itina göstermiştir.
Hasan Emin'in Selahaddin'in Haçlılara boyun eğdiği ve İslam topraklarından taviz verdiği ithamına gelirsek, bu anlamsız ve içi boş bir iddiadır. Bu, 3. Haçlı seferinde taraflar arasındaki savaşın doğasına ilişkin bir şey bilmeyen ya da bilmek istemeyen bir insanın söyleyeceği bir sözdür.
Burada, sadece Haçlı tarihçilerin ve Batılı müsteşriklerin Hasan Emin'den daha insaflı olduğunu söylemekle yetineceğiz.
O çağdaki olaylara tanıklık eden Rahip Velim es-Suri'nin kullandığı kelimeler, Selahaddin-i Eyyubi'nin Kudüs'ü geri almasına duyduğu üzüntüyle dolu olsa da o, Selahaddin'in kahramanlığına, cesaretine ve soyluluğuna övgüler düzmektedir.
Oryantalistlerin çoğu bugün, Selahaddin'in kahramanlık hikâyelerini anlatmakla bitirememektedirler. Nitekim Hamilton Gibb “Selahaddin'in Hayatı”, Andrew S. Ehrenkreutz “Selahaddin” ve Geoffrey Hindley “Selahaddin: Bir İslam Kahramanı” adlı eserlerinde bu düşüncelerini ifade etmişlerdir.
Her millette, toplumsal hafıza, kimliğin temelini oluşturur. Saptırılmış toplumsal hafıza, saptırılmış bir kimlik ve kendisiyle barışık olmayan toplumun meydana gelmesine sebebiyet verir. Selahaddin-i Eyyubi'nin hayatının Selefi ve Şii okumaları, bugün yaşadığımız parçalanma ve manipülâsyonun sadece basit bir örneğidir.
Bugün, Irak'ta Ahmet el-Kâtip ve Suudi Arabistan'da Muhammed el-Ahmeri gibi bazı Sünni ve Şii tarihçiler, Müslüman toplumu çöküşe götüren tarihi düşüncedeki sorunları tashih edebilmek için yeniden gözden geçirme uğraşısı vermektedir. Toplumsal hafızamızın restorasyonu ve yeniden yapılandırılmasını mezhebî yanılgılara değil, tarihi gerçeklere dayandırma konusunda daha çok çaba harcayamaz mıyız?
Bir halkın toplumsal hafızası gerçeklerden uzaklaştığında tarihin esiri olur. Bu durumda, geçmişte gerçekten meydana gelmiş olaylarla ilgili tarihe ilişkin bir bilinç oluşmaz, oluşan sadece olması gerekene odaklanmış geçici bir tasavvurdur.
İslam dünyasında Selefilerle Şiiler arasındaki çatışmayı takip edenler, bu anlaşmazlığın en önemli nedenlerinden birinin sadece Asr-ı Saadet döneminin değil bütün aşamalarıyla İslam Tarihinin yorumlanmasından kaynaklandığını görürler. Bunun içine, Moğol işgali, Haçlı Seferleri ve Osmanlı Devleti'ne ilişkin dönemler de girer.
Ancak bu anlaşmazlık olaylara ve olayların anlamına ilişkin akademik bir tartışma değildir. Akademik tartışmalar genelde kan akmayla sonuçlanmazlar. Bilakis, geçmişin olaylarını hassas bir şekilde irdeleyen bir yorum biçimine dayanmayan, birbirine karşıt iki toplumsal hafızanın birbiriyle çatışmasından ortaya çıkan bir anlaşmazlıktır bu. Temeli çürük mantığa dayanan, tarihsel isnatları (dayanakları) zayıf, aceleci özetlemelerle tarihçiliğe soyunan bir bakış açısının getirdiği bir sonuçtur. İnsafın elden bırakılarak, araştırmacı zihniyetin terk edilerek edinilen bu anlayışta karşı taraf, salt olumsuz yönleriyle ele alınmaktadır.
Tarih ve Toplumsal Hafıza
Bu makalede toplumsal hafızayla tarih arasındaki farkları izah edecek, Şia ve Selefilerin hafızasındaki Selahaddin Eyyubi ile ilgili manipüle edilmiş toplumsal hafızaya örnekler vererek en çok birlikte olmaya ihtiyaç duydukları bir dönemde Müslümanların vahdete zarar verecek noktaya nasıl geldiğine, ortak kimliği nasıl zedelediğine dikkat çekeceğiz.
Tarih ilmi, geçmişte meydana gelmiş olayların dikkatlice, şaibeden uzak bir şekilde kayda geçirilmesi, şimdi ve gelecekte bu olayların anlamlarının analiz edilmesi ve yorumlanması bilimi şeklinde özetlenebilir.
Toplumsal hafızayı ise tarihi olayların, toplumsal ideolojinin hizmetine verecek tarzda seçmeci bir mantıkla hatırlanması şeklinde tarif etmek mümkündür. Bu iki tarife dayanarak, tarihle toplumsal hafıza arasında birçok farklar ortaya koyabiliriz:
Hakikat, tarih ilminde öze ilişkin bir amaçtır. Misyonu, ilmîdir ve eğitime yöneliktir. Toplumsal hafızada ise hakikat sadece bir araçtır, bu hakikat genelde anlık toplumsal hedeflere kurban edilir.
Soyutlama hakiki tarih ilminin en önemli özelliklerinden biridir. Toplumsal hafıza ise daima taraf tutar, çünkü amacı toplumsal kimliğin inşasıdır; toplumsal hafıza yapay ve yanılgıdan kaynaklansa bile, toplumla toplumun ötekileştirdiği yapılar arasında sınırlar çizer.
Burada, toplumsal hafızanın mutlak anlamda olumsuz bir olgu olduğunu söylemek istemiyorum. Her etnik, dini ve mezhebi topluluk bu anlamda kahramanlık efsaneleri, masallar, mitolojilere dayanmaya ihtiyaç duyar. Burada kötü olan şey, toplumsal hafızanın gerçeklere değil de yanılgılara dayanması ve ötekini aşağılamaya koşullanmış olmasıdır.
Selahaddin-i Eyyubi'yi İki Okuma Biçimi
Selahaddini Eyyubi, zannedildiği gibi bütün Müslümanların toplumsal hafızasında kahraman değildir. O, sadece Selefi Sünnilerin kahramanıdır. Buna, Şii Emevi devletini yıkmayla başlamış, sonra da İslam topraklarını Haçlılardan temizlemiş ardından da bugünkü dar ve yaygın anlamıyla Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'in bayraktarlığını yapmıştır.
Selahaddin Eyyubi hakkında bu tür yargılara Suudi Arabistan'dan Şeyh Sefer el-Havali ve Libya'dan Ali Muhammet Salabi'yi örnek göstermek mümkündür. “Beytu'l Makdis'i işgal Etmek için Rafızilerin Haçlılarla İşbirliği” başlığını taşıyan konferansında Şeyh Havali, “Mısır ve Şam'a hükmeden Batıni Şiiler, Haçlılarla işbirliğine giderek onların Beytu'l Makdis'e girişlerini kolaylaştırmıştır. Aralarında hiçbir savaş olmamıştır. Haçlılar doğrudan şehre girmiş ve Beytu'l Makdis'in saygınlığını ve kutsallığını çiğnemişlerdir. Yetmiş bin Müslüman'ı katlettiklerinde vahşet o denli bir hal almıştır ki, tarihçiler, Haçlıların atlarının, diz kapaklarına kadar kan gölüne battığını yazar.”
Yazar Selahaddin-i Eyyubi'den de şöyle bahseder: “Selahaddin, Müslümanları tek bayrak altında doğru akidede, Kitap ve sünnette birleştirmek için işe önce sapıkları, münafıkları, zalimleri temizleyerek, yani iç düşmanlardan kurtararak başladı. Sonra sıra dış düşmana geldi. Sonra da ALLAH'ın izniyle zafer geldi. İşe doğru yerden başlayan Selahaddin, Filistin ve Şam'daki küçük Haçlı kontluklarını bırakarak Mısır'a gitmiş önce Fatımilerin işini bitirmiştir.”
Ancak Şeyh Havali, burada, Kudüslü Müslümanların Fatımilerin önderliğinde 40 günlük direnişini ve Fatımilerin o dönemde Şam ülkesine hâkim olmadığını görmezden gelmektedir.
Bu kelimeleri toplumsal hafızanın diliyle bugüne aktarırsak, “Selefi gençler, İslam topraklarını yabancı güçlerin varlığından kurtarmak istiyorsa, ilahları bir ve çıkarları aynı olmasına rağmen, Şiilere güvenmemeli, onlarla işbirliği yapmamalı, işe önce Şiileri temizlemekle başlamalıdır.” sonucu çıkar.
Şiilerin toplumsal hafızasına gelince, onlarınki de temelde Selefilerinkinden farklı değildir. Selahaddin Eyyubi onlara göre kesinlikle kahraman olmayıp, İslam tarihinin en önemli devletlerinden birini yıkan maceracı bir askerdir. Haçlılarla işbirliğine girmiş, Remle Anlaşması'nda İslam topraklarının bir kısmını Haçlılara vermiş bir isimdir. Şia'ya yaptığı zulüm nedeniyle asabiyet ve cehaleti yaygınlaştırmıştır. Suriyeli Şii tarihçi Hasan el-Emin, “Abbasiler, Fatımiler ve Haçlılar arasında Selahaddin-i Eyyubi” adlı kitabında bu yönelimi temsil etmiş, Mısır'daki Şii yazarlardan Ahmet Rasim en-Nefis ise, işi, Selahaddin-i Eyyubi'yi “Hülaguddini Eyyubi” şeklinde vasıflandırmaya kadar vardırmıştır.
Şii yazar, içinde Fatımi kütüphanesini yağmalamanın da bulunduğu bazı hataları işlemesine rağmen, Selahaddin-i Eyyubi'nin, başta, ardında tarihçilerin tanımlamakta zorlandığı devasa hazineler bırakan Fatımi halifeleri olmak üzere, çağının yöneticileri saraylarda refah içerisinde saltanat sürerken hayatını İslam topraklarını savunmak için at üstünde geçirdiğini unutmuş görünmektedir.
Bu ifadeleri toplumsal hafızanın diliyle günümüze aktardığımızda, karşımıza çıkacak olan tespit şudur: “Sünnilerin gerçekleştirdiği bütün toplumsal kurtuluş girişimlerini şüpheyle karşılamak ve sadece Şiilere güvenmek gerekir.”
Selahaddin-i Eyyubi'yi ona çağdaş ya da o çağa yakın dönemde yazılmış kaynak eserlerden incelemek; tarihi gerek Selefi gerekse Şii okuma biçiminin, yanlı ve basit bir okuma biçiminden ibaret olduğunu ve bugünkü mezhepçi kültürün etkisinde kalınmış bir yorumlama tarzını yansıttığını gösterecektir.
Selefi Okuma Biçiminin Sorunları:
Selahaddin-i Eyyub'yi Selefi bir tarzda yorumlamak, sorunu iki biçimde ortaya çıkarmaktadır:
Selahaddin bugünkü Selefilerin anladığı tarzda bir Sünni olmayıp Eşari akidesine mensup bir kimseydi. Suyuti, onun emri altındakilerden müezzinlerin minberlere çıkıp her gece Eş'ari akidesini haykırmasını istediğini aktarır. Hatta hayatını yazan ve aynı zamanda kadısı olan İbn-i Şeddad, onun Sufî hikâyeler dinlediğini bizlere aktarır.
İmam Hasan el-Eşari'nin temellerini sağlam bir şekilde kurduğu Eş'ari akidesine göre, Ehl-i Kıble tekfir edilemez. Gerçek şu ki, Selahaddin-i Eyyubi, Selefi akideye mensup biri olarak Eşariliğe düşman, Sufiliği bidat olarak gören, Şia'yı tekfir eden biri olsaydı Müslümanları birleştiremez ve Kudüs'ü Haçlıların işgalinden kurtaramazdı.
O dönemde ümmetin Haçlı işgaline karşı savunmasının bayraktarlığını yapan Selahaddin-i Eyyubi'nin mürekkep bir aklın savunucusu konumundaki Eş'ari akideye sahip olması İslam ümmeti için bir şanstı. İslam ümmetinin bugünkü şanssızlığı ise, ümmetin kurtuluşunun ve cihadının bayraktarlığını yapan kişilerin basit Selefi ya da Şii akla sahip olmalarıdır.
Ben bunları Eşari olduğum için söylemiyorum. ALLAH'a hamdolsun ki ben ne Eşari'yim, ne Selefi'yim, ne Sünni'yim ne de Şii'yim. Sadece Kur'an-i isimlendirmeye sahip çıkmayı tercih ediyorum: “O sizi Müslümanlar olarak isimlendirdi.” Bu tanımı, tarih içerisinde ortaya çıkmış terimlerden çok daha kalıcı ve hayırlı görüyorum.
Selahaddin'in o dönemde bugünkü İslam dünyasında Şiilerin çoğunluğunu oluşturan İmami Şiasıyla bir sorunu yoktu. Onun sorunu, Batıni ve İsmailî olan Fatımi Şiiliğiyle ve kendisini öldürmeye çalışan Haşhaşiliğin temsilcisi Hassan Sabbah'laydı.
Bu nedenle, Fatımi Devleti ortadan kalktığında, insanların çoğu İsmailî Şiilikten İmami Şiiliğe döndüler. Çünkü İmami Şiilik, o ve ondan sonraki çağda Zeydîlikten sonra Şiilik içerisinde Ehli Sünnet nezdinde en çok kabul gören mezhepti. Ta ki İbn-i Teymiye ve ekolü, İmamiye ile Sünnilik arasında yeni duvarlar ve yüksek surlar örene kadar…
O dönemde Seyyah İbn-i Cubeyr'in ifade ettiği şekliyle Şam ve Halep ahalisinin önemli bir bölümünü oluşturan İmami Şiileri, bugünkü Selefilerin iddia ettiklerinin aksine, Selahaddin-i Eyyubi'ye bağlıydılar ve ordusunun önemli bir bölümünü oluşturuyorlardı.
Bu konuyla ilgili Selahaddin-i Eyyubi'nin hayatını yazan Şii tarihçi Yahya bin Ebi Tayy el-Halebi'yi örnek vermekle yetineceğiz. Kendisi Eyyubî sülalesine son derece bağlı biriydi. Ebi Şamme ve diğer tarihçilerin kitaplarından yaptığı iktibaslar ve bu kitabın bize ulaşan bölümleri bunu destekler niteliktedir.
Ayrıca Selahaddin Eyyubi, Şiilerle Şiilikleri yüzünden savaşmadığı gibi, Sünnilerle de Sünnilikleri nedeniyle savaşmaktan kaçınmış değildir. Kendisi bir eylem adamı olması hasebiyle insanları yaptıklarına göre değerlendirirdi, mezheplerine göre değil.
Fatımî halifesinin veziri olarak vazife gördü, Sünni olduğu halde Nureddin Zengi'ye karşı savaştığı gibi, Haçlılara karşı Mısır'la Şam ülkesini birleştirmek için kardeşlerinin oğullarına karşı da yedi yıl savaştı.
Bunlara ilaveten, o çağın tarihçileri arasında Selahaddin-i Eyyubi'yi en fazla eleştiren kişinin İbn-i Esir olduğunu görürüz. Selahaddin-i Eyyubi, Zengilerle savaşırken İbn-i Esir, Halep ve Musul'daki Zengilere bağlıydı.
Şii Fatımi devletini yaşatabilmek ve yeniden Fatımiliği kurmak için Selahaddin-i Eyyubi'ye darbe düzenlemek isteyen kişi Yemenli Sünni fakih Ammara'ydı. Ammara'nın menfaati, her asırdaki insanlarda görüleceği gibi, mezhebi görüşlerine galebe çalmıştı. Fatımilere methiyeler düzdüğü şiirlerinde bu görüşlerini açıkça dile getirmektedir:
Nil'in krallarını ziyaret ettim, onların isteklerini keşfettim
Ziyaretimi övdüler, keyifli bir gün geçirdim
Cömertlikte yolları sünnet yolu gibidir
Şiilik inancıyla bana ters düşseler de.
Ammara şiirlerinde kimseyi Şiilikle ya da Sünnilikle itham etmiyor, mezhebi kimliğinden dolayı kimseyi eleştirmiyordu. Şiirlerinde bağlı olduğu Fatımilere karşı duyduğu özlemi görmek mümkündür. Cemel ve Sıffin savaşıyla başlayan tarihi ayrışma, Fatımilerin saraylarındaki müreffeh yaşam kadar onu ilgilendirmemekteydi:
Ey Fatımileri sevdiğim için beni eleştiren
Eleştiride kusurlu davranırsan sen suçlusun
ALLAH için saraylar alanını bir gez ve benimle ağla
Sıffin ve Cemel'e değil o saraylara.
Tarihin Şii Okunuşunun Sorunları
Hasan el-Emin'in kitabında belirttiği gibi, Selahaddin-i Eyyubi'nin hayatının Şiiler tarafından yorumlanmasına ve onların Selahaddin'i zulümle ve Haçlılara bağlı olmakla suçlamasına gelince, buradaki yaklaşımdaki sorun gündüz parlayan güneş kadar açıktır.
Kendisinden önce gelen yöneticilerin tersine (Nureddin Zengi gibi), Selahaddin-i Eyyubi, Şiilere zulmetmemiştir. Aksine, mezhebi farklılıklara rağmen aynı itikada (inanca) sahip olmaları nedeniyle onları kuşatmaya çalışmış, Haçlılara karşı savaşında onları kendi askeri kampına dâhil etmeye uğraşmıştır. Bu husus, Şii tarihçi İbni Ebi Tayy tarafından Selahaddin-i Eyyubi hakkında yazdığı biyografik eserde ona düzdüğü övgüleri anlaşılır kılmaktadır. Ebi Tayy'ın babası – ki kendisi, döneminin önde gelen Şii fakihlerinden biridir- Nureddin Zengi tarafından ailesiyle birlikte sürülmüş, ancak Selahaddin-i Eyyubi gelince rahat yüzü görebilmiştir. Selahaddin-i Eyyubi'nin Fatımi Devleti'ni yıkmasına gelince, o, bunu mezhebi Saiklerle yapmamış, Müslümanların birliğini sağlayabilmek, Haçlılara karşı Mısır ve Şam'ı birleştirmek için yapmıştır. Çünkü o, Fatımilerle birlikte Irak ve Şam ülkesinde birçok küçük devletçiği de yıkmıştır.
Ve Selahaddin-i Eyyubi, Mısır'daki Fatımi Devleti'ne son verdiğinde, o dönemde birçok kralın suikastla öldürülmesi son derece yaygın bir yöntemken, o Fatimi Halifesi Azıd'ı öldürmemiş, tabii bir şekilde ölmesini beklemiştir. Azıd öldüğünde Sultan, onun yasını tutmuş, vefatı nedeniyle teessüre boğulmuş tarihçi İbn-i Şeddad'ın ifadesine göre, cenazesine son derece itina göstermiştir.
Hasan Emin'in Selahaddin'in Haçlılara boyun eğdiği ve İslam topraklarından taviz verdiği ithamına gelirsek, bu anlamsız ve içi boş bir iddiadır. Bu, 3. Haçlı seferinde taraflar arasındaki savaşın doğasına ilişkin bir şey bilmeyen ya da bilmek istemeyen bir insanın söyleyeceği bir sözdür.
Burada, sadece Haçlı tarihçilerin ve Batılı müsteşriklerin Hasan Emin'den daha insaflı olduğunu söylemekle yetineceğiz.
O çağdaki olaylara tanıklık eden Rahip Velim es-Suri'nin kullandığı kelimeler, Selahaddin-i Eyyubi'nin Kudüs'ü geri almasına duyduğu üzüntüyle dolu olsa da o, Selahaddin'in kahramanlığına, cesaretine ve soyluluğuna övgüler düzmektedir.
Oryantalistlerin çoğu bugün, Selahaddin'in kahramanlık hikâyelerini anlatmakla bitirememektedirler. Nitekim Hamilton Gibb “Selahaddin'in Hayatı”, Andrew S. Ehrenkreutz “Selahaddin” ve Geoffrey Hindley “Selahaddin: Bir İslam Kahramanı” adlı eserlerinde bu düşüncelerini ifade etmişlerdir.
Her millette, toplumsal hafıza, kimliğin temelini oluşturur. Saptırılmış toplumsal hafıza, saptırılmış bir kimlik ve kendisiyle barışık olmayan toplumun meydana gelmesine sebebiyet verir. Selahaddin-i Eyyubi'nin hayatının Selefi ve Şii okumaları, bugün yaşadığımız parçalanma ve manipülâsyonun sadece basit bir örneğidir.
Bugün, Irak'ta Ahmet el-Kâtip ve Suudi Arabistan'da Muhammed el-Ahmeri gibi bazı Sünni ve Şii tarihçiler, Müslüman toplumu çöküşe götüren tarihi düşüncedeki sorunları tashih edebilmek için yeniden gözden geçirme uğraşısı vermektedir. Toplumsal hafızamızın restorasyonu ve yeniden yapılandırılmasını mezhebî yanılgılara değil, tarihi gerçeklere dayandırma konusunda daha çok çaba harcayamaz mıyız?