“Selefîler ve Tasavvufçuların Görüşleri” Kitabının Münakaşası
-I-
TEVESSÜL-İSTİĞASE-TEBERRÜK
-I-
TEVESSÜL-İSTİĞASE-TEBERRÜK
ÖNSÖZ
Allah’a hamd, Rasûlü Muhammed’e, ailesine ve ashabına salat ve selam olsun.
Ali Hoşafçı isminde birisi, Selefîler ve Tasavvufçuların Görüşleri diye isimlendirdiği bir kitap hazırlamış. İlim ehli kisvesine bürünerek, örümcek ağından daha zayıf şüphelerle, Allah’ın hakkı olan ibadetin, O’ndan başkasına da yapılmasına, ölülerden medet ve yardım istenmesine davet etmekte, dahası tevhidle ve ehliyle alenen muharebe etmektedir.
Kaleme almaya kalkıştığı konuyla ilgili derin cehaleti bir yana, bunu yaparken yalan, iftira, telbis ve çeşitli hilelere başvurmada bile bir beis görmemektedir.
Yazdığı takrizde, kitabı “büyük ölçüde okuduğunu ve faydalı bulduğunu” ifade eden Hüseyin Avni de, işaret ettiğimiz ve ayrıntılı olarak ispat edeceğimiz, cehalet, yalan, iftira ve telbis töhmetinden, “büyük ölçüde” pay sahibidir.
Hoşafçı’nın müteahhir olması göz önünde bulundurulduğunda, kendisinden önce yazılanlara vakıf olması, onlara verilen cevaplardan haberdar olması, evvelkilerin hatalarına düşmemiş olması gerekirdi. Böyle öngörülecek olursa, bu kitapta zikredilenlerin, onlar tarafından en çok güvenilen en kesin deliller(!) olduğu kanaati daha da güçlenmektedir.
Dolayısıyla Hoşafçı’nın özenle seçtiği delillerine(!) verilecek sedit cevaplar, heva sahipleri için olmasa da, kafası karışmış insaf sahipleri için cidden önem arz etmektedir.
Biz bu çalışmamızda, kitabın esas meseleleri olarak gördüğümüz tevessül, istiğase ve teberrük konularını ele aldık. Tevhid ve şirk meseleleriyle doğrudan alakalı olan rabıta’yı ise, çalışmanın hacmini göz önünde bulundurarak başka bir zamana ertelemeyi daha münasip gördük.
Zira Hoşafçı, rabıtayla ilgili olarak, “zayıf da olsa” deliller zikretmek yerine, rabıtayla yakından uzaktan ilgisi olmayan delillerle, bid’at-ı hasene’yi ispata yönelik nakiller aktarmaktadır.
Çalışmamızda, ilim ehlinin konuyla alakalı eserlerinden çokça istifade ettik. Onlardan yaptığımız iktibasları, galiben, masdar ve sahiplerine işaret etmeden, kendi cümlelerimiz arasında serdettik.
Çalışmaya, faydalı olacağını düşünerek şirk, tevhid, sünnet ve bid’at ile ilgili muhtasar üç mukaddime ilave ettik.
Kendisinden başka ibadet edilmeye layık hak ma’bud olmayan Rabbimden, bu çalışmamı, kerim olan yüzü için ihlasla yapılmış salih amellerim arasına katmasını, cühdümü ve cihadımı mübarek kılmasını, şirkten ve şirk ehlinden beraatimi kabul buyurmasını niyaz ederim.
Taksir bizden, tevfik ise Rabbimizdendir.
Emrah Orhan KURUGÖLLÜ
04/12/1431 h.
Medine
BİRİNCİ MUKADDİME
ŞİRK
Şirkin Tehlikesi:
Ölmeden evvel tevbe etme fırsatı bulamayanlar için, affedilmesi söz konusu olmayan yegâne cürüm şirktir.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.
“Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları ise, dilediği kimse için bağışlar.”1
“Kim Allah’a şirk koşarsa, Allah o kimseye cenneti haram kılar. Onun varacağı yer cehennemdir. Zalimler için hiçbir yardımcı da yoktur.”2
“Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: ‘Eğer şirk koşarsan, yaptığın amellerin boşa gider. Sonunda da, hüsrana uğrayanlardan olursun.’”3
Bu ilahî buyruklar ışığında şunları söyleyebiliriz:
Allah subhanehu ve teâlâ, hırsızlık yapmak, içki içmek, faiz yemek, zina etmek, adam öldürmek vb. küfür ve şirk dışındaki bütün günahları, bunlardan tevbe etmeden ölen mümin kullarından dilediği kimse için affedecektir.
Affetmeyi dilemedikleri ise, sünnet ve cemaat ehli âlimlerin icmasıyla, cehennemde ebedî olarak kalmayacaklardır.
Bununla beraber mevcut birçok uygulaması, -pek çok kişi için- yukarıda sayılan büyük günahlardan çok daha masum ve zararsız gibi görünen şirkin, bundan tevbe etmeden ölenler için affedilme ihtimali yoktur.
Üstelik cezası da diğer günahlarınki gibi geçici ve muvakkat değil, sonsuz ve müebbeddir.
Şirk koşanın, yapmış olduğu bütün salih amelleri boşa gider.
Namaz kılması, zekât vermesi, oruç tutup hacca gitmesi, hatta kelime-i şehadet getirmesi kendisine bir fayda vermez.
Fakirlere yardım etmesinin, dürüst ve doğru sözlü olmasının, anne- babasına iyilik ve ihsanda bulunmasının, ahirette bir karşılığını göremez.
Cennete girmesi haram edilmiştir ve söz konusu bile olamaz.
Varacağı zorunlu menzil, içinde sonsuza kadar kalacağı, ebediyen bedbaht olacağı ve kimsenin kendisine yardım edemeyeceği cehennem olacaktır.
Bütün bunlardan sonra şunu diyebiliriz:
Bizim için en büyük tehlike şirktir.
O halde en çok uzak durmamız gereken şey şirktir.
Kaçınabilmek için öğrenip bilmemiz en gerekli olan şey de, yine şirktir.
Şirk Nedir?
Şirkin ne olduğunun doğru anlaşılabilmesi için, öncelikle yaygın olan yanlış anlayışa işaret edilerek, şirkin ne olmadığının öğrenilmesi -sanırız- yerinde olacaktır.
Şirk; Allah’ı inkâr etmek değildir.
Şirk; birden fazla Allah olduğuna inanmak da değildir.
1Nisa,48-116
2 Maide, 72
3Zumer, 65
Şirk; Allah ile beraber başka bir Rab, yani yaratan, yaşatan, rızık veren, öldüren ve kâinatı idare eden bir varlığın olduğuna itikad etmek değildir.
Eğer bu sayılanların birileri tarafından dile getirildiği var sayılırsa, her birinin şirk kapsamına gireceğini söyleyebilirdik.
Ancak insanlık tarihi boyunca, bahsi geçen bu inançlara sahip bir insan topluluğu olduğunu bilmediğimiz ve müşrik oldukları bildirilen toplumların hiçbirinde bu itikadların var olmadığını kesin olarak bildiğimiz için, Allah’ın;
Allah olmasında,
Bir ve tek olmasında,
Tek başına Rab olmasında,
Yani yaratma, yaşatma, rızıklandırma, öldürme ve kâinatı idare etmesinde bir ortağının olduğunu söylemiyor olmayı, şirk koşmuyor olmak için yeterli görenlerin bu hastalıklı anlayışlarına işaret etmek maksadıyla şirkin bunlar olmadığını söyledik.
Peki, genel olarak şirkin, bahsi geçen konularda vuku bulmadığını ve müşriklerin sözü edilen inançlara sahip olmadıklarını nereden çıkarıyoruz?
Başka bir ifadeyle, müşriklerin de; Allah’ın varlığına inandıklarını, Allah’ın bir olduğuna inandıklarını, Allah’ın tek başına Rab olduğuna,
Yani yaratanın, rızık verenin ve kainatı idare edenin yalnızca O olduğuna ve bu hususlarda bir ortağı olmadığına inandıklarını neye dayanarak söylüyoruz?
Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Onlara, ‘Sizi kim yarattı.’ diye soracak olsan, ‘Elbette ki Allah!’ diyecekler.”4
“Onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye soracak olsan, ‘Elbette ki, Aziz ve Âlim olan (Allah) yarattı.’ diyecekler.”5
“De ki; ‘Sizi gökten ve yerden rızıklandıran kimdir? Ya kulaklara ve gözlere kim sahip? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Kâinatın bütün bu işlerini kim idare ediyor?’ Duraksamadan ‘Allah’ diyeceklerdir.”6
“Onlara ‘Semavatı ve arzı yaratan, güneşi ve ayı hizmetinize sunan kimdir?’ diye sorsan, elbette ‘Allah’dır.’ diyecekler.”7
“Onlara ‘Gökten su indirip ölümünden sonra yeryüzüne bununla hayat veren kimdir?’ diye sorsan, elbette ‘Allah’dır.’ diyecekler.”8
4 Zuhruf, 87
5 Zuhruf, 9; Lokman 25; Zumer 38
6 Yunus, 31
7 Ankebut, 61
8 Ankebut, 63
Hasılı, Allah subhanehu ve teâlâ’nın şehadetiyle, müşriklerin Allah ile alakalı inançlarının bu şekilde olduğunu, bütün bunları yapanın Allah olduğuna inandıklarını, bu işleri yapmada Allah’ın bir ortağı olduğuna itikad etmediklerini ve sorulduğu zaman da bu inançlarını ortaya koymaktan çekinmediklerini öğrendikten sonra, sormamız gereken doğru sorular şunlar olmalıdır:
Acaba hangi fikir,düşünce, inanç ve eylemlerinden dolayı müşrik oldular? Şirk koşma eylemi, yaşantılarında ne şekilde cereyan ediyordu?
“Müşrik” ismini hak etmelerine gerekçe teşkil eden esas mesele neydi? Hangi itikadla, putları, Allah’ın hangi özelliğine ortak ettiler?
Yüce Rabbimiz, onların Allah’a ortak koşmadaki temel gerekçelerini şu iki buyruğunda, hiçbir şüphe ve itiraza mahal bırakmayacak bir açıklıkla beyan etmektedir.
“Allah’ın dışında veliler edinenler ‘Biz onlara yalnızca, bizi Allah’a daha çok yakınlaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ derler.”9
“Allah’ın dışında, kendilerine bir zarar ve fayda vermeyecek şeylere ibadet ediyorlar ve ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.’ diyorlar”10
Önceki ayetlerle bunları birlikte düşündüğümüzde, müşriğin inanç dünyasını şöyle özetleyebiliriz:
Müşrik; Allah’ı inkâr eden, O’na karşı gelip düşmanlık eden biri değildir. Aksine o; Allah’a inanan, O’na ibadet eden, kendisini O’na yakınlaştıracağına inandığı vesilelere sarılmaya çalışan, Allah’a kendisinden daha yakın olduğunu düşündüğü şeylerin, Allah katında kendisine şefaat etmesini arzulayan dindar bir kimsedir.
Peki, ama müşrikler Allah’ın dışında ibadet ettikleri ilahlarının kendilerini Allah’a yakınlaştıracağı, Allah katında kendilerine şefaat edeceği kanısına nereden kapıldılar? Veya...
Şirk, Yeryüzünde Nasıl Başladı?
Sünnet ve cemaat ehli Müslümanların, Allah’ın kitabından sonra en sahih kitap olarak kabul ve telakki ettikleri Buhari, Nebi aleyhisselam’ın amcasının oğlu olan ve O'nun “Allah’ım, ona tefsiri öğret,”11 “Onu dinde anlayış sahibi kıl.”12 diye dua buyurdukları, “tercüman-ı Kur’an”13 lakaplı Abdullah b. Abbas radıyallahu anhuma’dan, Nuh Suresi’nin 23. ayetinin tefsirini şöyle aktarmaktadır:
“Sakın ilahlarınızı bırakmayın! Sakın ha! Vedd’i, Suva’yı, Yeğus’u, Yeuk’u ve Nesr’i terketmeyin.”14
İbn-i Abbas radıyallahu anhuma der ki: “Bunlar, Nuh’un kavmindeki salih insanların isimleriydi. Onlar ölünce şeytan; onların kavimlerine, onların oturdukları yerlere anıtlar dikip bu anıtlara o salihlerin isimlerini vermelerini telkin etti. Onlar da böyle yaptılar. İlk zamanlarda bunlara ibadet eden olmadı. Sonra nesil değişip ilim unutulunca onlara ibadet edilmeye başlandı.”15
9 Zumer, 3
10 Yunus, 18
11 Ahmed, Müsned, no: 2274
12 Buhari, Sahih, 140
13 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 7/621
14 Nuh, 23
15 Buhari, Sahih, 4920
Hafız İbn-i Hacer şöyle der: “Bazı şarihler, ‘Bu putlar hakkında söylenen şeylerin hülasası iki görüştür.’ derler:
Birincisi; onlar Nuh’un kavmindeydiler. İkincisi; onlar salih insanların isimleriydi. Ve kıssanın geri kalan bölümü...
Ben derim ki; bunlar tek bir söze döner. Salihlerin bu kıssası, Nuh kavminin bu putlara ibadet etmelerinin başlangıcı olmuş, onlardan sonra gelenler de bu konuda onlara uymuştur.”16
Müfessirlerin şeyhi İbn-i Cerir et-Taberi de senediyle, Muhammed b.
Kays’dan şöyle söylediğini nakleder:
“Yeğus, Yeuk ve Nesr, Adem aleyhisselam’ın zürriyetinden olan salih bir topluluk idiler. Kendilerine tabi olanlar vardı. Öldükleri zaman arkadaşları ‘Eğer onların suretlerini yaparsak, bizim için ibadete daha teşvik edici olur.’ dediler ve onların suretlerini yaptılar. Onlar ölüp diğer nesil gelince, iblis onlara gelerek ‘Atalarınız onlara ibadet ediyor, onlar sayesinde yağmura kavuşuyorlardı.’ dedi. Onlar da ibadet etmeye başladılar.”17
Ademoğlunun yumuşak karnının neresi olduğunu bu tecrübeyle kesinleştiren iblis, insanlık tarihi boyunca pek çok kavmi, salihlerin, evliyanın ve peygamberlerin mezar ve türbeleriyle alakalı benzer öğüt ve telkinlerle yoldan çıkararak, şirki masum ve haklı gösterebilmek için, ibadetinde Allah’a ortak edilen putları -genelde- bu türlü kutsal figürlerden seçmiştir.
Kureyş putlarından bahseden rivayetlerden de anlaşıldığına göre, Lat ismindeki putun, aslıda hacılara yemek pişirip dağıtan salih biri olduğu, ölünce mezarı üzerine yapılan türbenin sonradan bu hale geldiği örneği de bu söylediğimizi desteklemektedir.
Yine Buhari’nin rivayet ettiğine göre, İbn-i Abbas radıyallahu anhuma
şöyle demektedir:
“Lat, hacılara sevik pişiren bir adamdı.”18
Taberi’nin aktardığı rivayette ise Mücahid şöyle demektedir:
“(Lat) onlara sevik pişiren birisiydi. Öldü ve kabri üzerine itikafa durdular.”19
Müşriklerin, Allah’a ortak ettikleri ilahlarının, taş ve tahtadan ibaret olmadığının en açık delili, Allah subhanehu ve teâlâ’nın şu buyruğudur:
“Onların dua ve ibadet ettiği bu kimselerin bizatihi kendileri, acaba hangisi Allah’a daha çok yaklaştırır diye vesile isteyen, O’nun rahmetini ümid edip azabından korkan kimselerdir.”20
Yani müşriklerin ibadet ettiği ilahlar, Allah’a yakınlaşmak isteyen, O’nun rahmetini umup azabından korkan kimselerdir. Bahsi geçen vasıfların, salihlere ve velilere ait olduğu ortadadır.
16 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 7/669
17 Taberi, 29/98
18 Buhari, Sahih, 4859
19 Taberi, 27/58
20 İsra, 57
Şeytanın bu tuzağını ve insanların bu konudaki zafiyetlerini iyi bilen Efendimiz aleyhisselam, ümmetini aynı felakete sürükleyecek bütün yolları, şüphe ve itiraza mahal bırakmayacak kadar apaçık beyanlarıyla, hiçbir gedik bırakmamacasına tıkamıştır.
Örümcek ağından daha zayıf bazı gerekçelere delil diye sarılanlar inatla görmezden gelseler de Efendimiz aleyhisselam’ın; hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede aşırıya gittikleri gibi bizim de O'nu övmede aşırıya gitmemizi men ederek, yalnızca bir kul ve elçi olduğuna dikkat çekmesi, 21 peygamberlerinin kabirlerini mescid edinenlere lanet okuyup 22 bizi böyle yapmaktan nehyetmesi, 23 ölen salih bir kişinin kabri üzerine mescid bina edenleri yaratılmışların en şerlileri olarak nitelemesi, 24 kabirlerin kireçlenmesini, üzerlerine yapı yapılmasını ve yazı yazılmasını yasaklayarak25 yüksek kabirleri düzlemeyi emretmesi,26 bu söylediğimizin sahih sünnetten en açık örnekleridir.27
Nebi aleyhisselam’ın, güneşe secde etmek aklının ucundan bile geçmeyen Müslümana, Allah için kıldığı namazı güneşin doğması ve batması esnasında kılmasını yasaklamış olması,28 onun en uzak ihtimallerde bile şirkin önünü kapamak, görüntü olarak dahi şirkten uzak durmak konusundaki derin hassasiyetini en çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır.
Yoluna uymakla emrolunduğumuz raşid halifelerden Ömer radıyallahu anh’ın, insanların bu konuda fitneye düşerek ayaklarının kayması endişesiyle, altında Nebi aleyhisselam’a biat edilen ağacı kestirmesi29 ve Ali radıyallahu anh’ın kabirleri düzlemeyle vazifeli bir memur göndermesi 30 de sahabe tatbikatının hassasiyetine birer delildir.
Tabiînin ehl-i beyt imamları olan, Ali radıyallahu anh’ın iki torunundan nakledilen iki ayrı hadise de, zaman, mekan ve neseb olarak Nebi aleyhisselam’a çok yakın olan bu zatların aynı hassasiyeti göstermelerinin pek manidar iki örneğidir.
“Ali İbnu’l-Hüseyin -Zeynelabidin-, Nebi aleyhisselam’ın kabri yanındaki bir boşluğa girerek orada dua eden bir adamı görünce, onu böyle yapmaktan nehyetti ve şöyle dedi: “Sana babamdan işittiğim, onun da dedemden ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den aktardığı bir hadis söyleyeyim mi? Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Kabrimi toplanılan bir bayram yeri haline getirmeyin. Evlerinizi de kabristana çevirmeyin. Nerede olursanız olun selamınız bana ulaşır.”31
21 Buhari, Sahih, 3445; Müslim, Sahih 1691
22 Buhari, Sahih, 435, 1330, 1390, 3453, 4441, 4443, 5815; Müslim, 531
23 Müslim, Sahih, 532
24 Buhari, Sahih, 428, 434, 1341, 2878; Müslim, Sahih, 528
25Müslim, Sahih, 970; Ebu Davud, Sünen, 3226; Nesai, Sünen, 2026
26 Müslim, Sahih, 968, 969; Tirmizi, Sünen, 1049; Ebu Davud, Sünen, 3219; Nesai, Sünen, 2029, 2030
27 İşaret edilen hadisler için,teberrük bölümünün sonuna bakılabilir
28 Buhari, Sahih, 597; Müslim, Sahih, 684, 831
29 İbn-i Ebi Şeybe, Musannef, 5/179 no: 7627; İbn-i Hacer, isnadının Sahih olduğunu söyler. Fethu’l-Bari, 7/448
30 Müslim, Sahih, 969; Tirmizi, Sünen, 1049; Nesai, Sünen, 2030
31 Ziya el Makdisi, Ehadis’u’l, Muhtara, 428
Süheyl b. Ebi Süheyl de şöyle anlatır:
“Hasan İbnu’l-Hasan İbn’u Ali İbn’u Ebi Talib, beni kabrin yanında görünce seslendi. O esnada, Fatıma’nın evinde yemek yiyordu. Bana ‘Buyur yemeğe’ dedi. Ben de ‘İstemiyorum’ dedim. Bana ‘Hayırdır, seni kabrin yanında görüyorum.’ dedi, ben ‘Nebi aleyhisselam’a selam verdim.’ dedim. O da ‘Mescide girdiğin zaman selam verirsin.’ diyerek şöyle söyledi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Kabrimi, toplanılan bir bayram yeri haline getirmeyin, evlerinizi de kabristanlığa çevirmeyin. Bana salavat getirin. Nerede olursanız olun salavatlarınız bana ulaşır.”
(Sonra şöyle söyledi : ) Bu konuda sizinle Endülüs’te olanlar arasında bir fark yoktur.”32
Tevhidi ve sünneti nübüvvet pınarından öğrenen Müslümanlar, uzun zaman bu saf akide ve menhec üzerinde kaldılar.
Sonra Nebi aleyhisselam’ın, “Sizden öncekilerin yoluna karış karış uyacaksınız. Hatta onlardan, dab (keler) deliğine girmiş olanlar çıktıysa sizden de girecek olanlar çıkacak,”33 “Hatta onlardan -aleni olarak- annesiyle ilişkiye girenler olmuşsa, benim ümmetimden de bunu yapanlar olacak...” 34 buyruklarının mefhumu tahakkuk ederek, Karamita, İsmailiyye ve İhvan-ı safa gibi batınî hareketlerin etkisiyle, salihlerin mezarlarına ihtimam gösterilmeye, üzerlerine türbeler inşa edilmeye ve buralar meşhed ve ziyaret yerlerine dönüştürülmeye başlanmıştır.
Allah’a buralarda dua yapılması daha evla görülmüş, sonra bu türbelerde yatanlara, Allah katında şefaat edecekleri gerekçesiyle dua edilmeye, kurban kesip adak adanmaya başlanmış, daha sonra ise, bu kabirdekilerin kainatta tasarruf ettikleri bile söylenip inanılır hale gelmiştir.
Hasılı, Efendimiz aleyhisselam’ın üzerinde titizlikle durup ümmetinin bu noktaya gelmemesi için bütün yol ve gedikleri tıkamış olmasına rağmen cehalet artıp sahih sünnetten uzaklaşılınca iblis, evvelkileri düşürdüğü tuzağa aynı üslup ve gerekçelerle bu ümmetin bir kısmını da düşürmüştür.
Delil zannettikleri şeylerle insanları hakkın yolundan alıkoyanlar inatla görmezden gelseler de, bugün İslam coğrafyasının -Allah’ın rahmet ettikleri hariç- her köşesiyle, bizim ülkemizin hemen hemen her köy ve kasabasında, Allah’ın dışında dua edilen, medet beklenen, kurban kesilip adaklar adanan ve etrafında tavaf edilen bir sürü türbenin, özellikle de mübarek olduğu söylenen gün ve gecelerde hınca hınç dolup taşması, İblis’in bu ümmetin bir kısmını saptırıp cahiliyye dinine döndürmede ne kadar başarılı olduğunun en acı ve açık göstergesidir.
Bütün bunlar olurken kıllarını bile kıpırdatmayanlar, bunlara mani olmaya çalışıp insanları Nebi aleyhisselam’ın davet ettiği tevhide çağıranlara bir de reddiyeler yazmaya kalkarak, aslında kimin dostları olduklarını açıkça ortaya koymaktadırlar.
32 İbn-i Ebi Şeybe, Musannef 4/345
33 Buhari, Sahih, 3456; Müslim, Sahih, 2669
34Tirmizi, Sünen, 2649
İKİNCİ MUKADDİME TEVHİD
Tevhid
Bir şeyi birlemek, bir ve tek olarak kabul etmek anlamına gelir.
Tevhidi kabul etmeyip müşrik olarak kalmaya devam edenler, zaten Allah’ı; varlığında, yaratmasında, rızıklandırmasında ve kainatı idare etmesinde bir ve tek olarak kabul ettikleri için, Rasûllerin davet ettiği tevhidden maksadın, Allah’ın -bahsi geçen bu hususlarda- bir ve tek kabul edilerek tevhid edilmesi olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
Peki, Rasûllerin davet ettiği tevhid, Allah’ı hangi konuda birleyerek tek kabul etmeyi ifade ediyordu?
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Nuh’u kavmine gönderdik ve o şöyle söyledi ‘Ey kavmim! Yalnızca Allah’a ibadet edin! O’ndan başka tapılacak bir ilahınız yoktur.’”35
Hud, Salih ve Şuayb aleyhimusselam da kavimlerine şöyle dediler:
“Yalnızca Allah’a ibadet edin! O’ndan başka tapılacak bir ilahınız yoktur.”36
Onlar da peygamberlerinin davetlerini doğru anlıyor, ancak reddederek şöyle cevap veriyorlardı.
“Atalarımızın taptıklarını bir kenara bırakıp bir başına Allah’a ibadet edelim diye mi geldin?”37
Onlardan önceki ve onlardan sonraki bütün Rasûller de aynı şeye çağırıyorlardı.
“Onlardan önce ve onlardan sonra Rasûller, kendilerine ‘Allah’tan başkasına ibadet etmeyin.’ diye gelince”38
“Ad kavminin kardeşleri olan (Hud’u) da an. Hani o, ‘Kendisinden önce ve kendisinden sonra Allah’tan başkasına ibadet etmeyin.’ diye uyarıcılar gelen Ahkaf (bölgesindeki) kavmini uyarmıştı.”39
Yani gönderilen bütün Rasûllerin daveti aynı tevhideydi.
“Muhakkak her ümmete, ‘Yalnızca Allah’a ibadet edin ve tağutlardan kaçının.’ diye bir elçi gönderdik.”40
“Senden önce gönderdiğimiz her bir Rasûl’e mutlaka şöyle vahyederdik: ‘Benden başka hak ma’bud yoktur. Öyleyse sadece Bana ibadet edin.’”41
Bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki; Rasûllerin daveti, Allah’ın varlığını ve alemlerin Rabbi olduğunu anlatmak değil, zaten kavimleri tarafından da kabul edilen bu gerçekler üzerine, ibadetin yalnızca Allah’a yapılması, O’nun dışında -kim olursa olsun- hiç kimseye bu ibadetten bir pay verilip O’na ortak edilmemesi meselesiydi.
Bütün Rasûllerin ortak davetinin, ibadetin kime yapılacağıyla ilgili olduğu beyan edildikten sonra, bu ortak davetin özünü ifade eden “Lailaheillallah” sözünün ne anlama geldiği de kolayca anlaşılacaktır.
35 Araf, 59
36 Araf, 65, 73, 85
37 Araf, 70
38 Fussilet, 14
39 Ahkaf, 21
40 Nahl, 36
41 Enbiya, 25
Lailaheillallah’ın anlamı:
İlah kelimesi, ibadet edilen, mabud anlamına gelmektedir. Eğer ilah kelimesi, -bazılarının anladığı gibi- “Rab,”veya “yoktan var etmeye gücü yeten” yada “hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herkesin O’na muhtaç olduğu” anlamlarına geliyor olsaydı, Nebi aleyhisselam müşrikleri “LailaheillAllah” sözüne çağırdığında buna karşı gelmez, “Biz zaten bütün bunları Allah’tan başka yapan olmadığına inanıyoruz.” derlerdi.
Ama onlar Arab oldukları için “ilah” kelimesinin, “ibadet edilen, mabud” anlamına geldiğini, bu sözü kabul etmekle Allah’ın dışında dua edip, medet isteyip, adak adayıp kurban kestikleri aracılarını bir kenara bırakarak, bütün bu ibadetleri sadece Allah’a yapmaları gerektiğini iyi biliyor, bu yüzden de onu söylemekten imtina ediyorlardı.
Bu söze davet edildiklerinde;
“Bütün ilahları bir ilaha mı indirgiyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şey!”42 diyorlardı.
Allah’ın dışında birçok ilahın varlığını, bizzat Allah’ın haber vermesiyle de biliyor olduğumuz için “Lailaheillallah”ın manasını “Allah’tan başka mevcud ilah yoktur” şeklinde de anlayamayız.
Zira Allah’ın dışında ilahlar çokça vardır. Ancak yaratma ve rızıklandırmadan, yani Rablikten bir payları olmadığı gibi, ibadetten de bir payları yoktur. İlahlıkları haksız ve bâtıldır.
Öyleyse “Lailaheillallah”ın mutlak olarak doğru anlamı şudur:
Allah’tan başka ibadet edilmeye layık hak ilah, mabud yoktur. Her bir çeşidiyle ibadet edilmeye bir tek O layıktır. Mülkünde -ittifakla- ortağı olmadığı gibi, ibadetinde de hiçbir şey ve hiç kimse O’na ortak edilemez.
Rabbimizin şu iki buyruğu bu doğru anlamı açıkça ortaya koymaktadır. “Hani İbrahim, babasına ve kavmine, ‘Beni yaratan hariç, ben sizin taptıklarınızdan beriyim. Beni doğruya ulaştıracak olan O’dur.’ demiş ve bunu belki dönerler diye kendisinden sonrakilere baki bir söz olarak bırakmıştı.”43
İbrahim aleyhisselam’ın bıraktığı baki söz Lailaheillallah sözüdür.
O, bu sözün içeriğini “Beni yaratan hariç, ben sizin ibadet ettiklerinizden beriyim.” cümlesiyle ifade etmektedir. “Ben sizin taptıklarınızdan beriyim.”
42 Sad, 5
43 Zuhruf, 26, 27
ifadesi “Lailahe/hiçbir ilah yoktur” sözcüğünü, “beni yaratan hariç” ifadesi ise “illallah/ancak Allah hariç” sözcüğünü birebir karşılamaktadır.
Açıkça anlaşılacağına göre, “Lailaheillallah” sözüyle inkâr edilen şey, Allah’ın dışında ibadet edilen şeyler; kabul edilen de ibadetin sadece Allah’a yapılmasının gerekliliğidir.
“Allah hariç” demek yerine “beni yaratan hariç” demesi, Allah’ın yaratan olduğunu kabul ediyor olmalarını onlara karşı delil olarak getirip onları ilzam etmek içindir.
Ayrıca “Beni yaratan hariç, sizin taptıklarınızdan beriyim.” sözüyle onların taptıklarından birinin de Allah olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Yani “Lailaheillallah” sözünü söylemek, Allah’ın dışında ibadet edilen her şeyden beri ve uzak olmayı ifade etmek demektir.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Ey kitab ehli! Sizinle bizim aramızda eşit olacak bir kelimeye gelin. Allah’tan başka hiçbir şeye ibadet etmeyelim. Allah’ın dışında birbirimizi rabler edinmeyelim.”44
Nebi aleyhisselam’ın onları davet ettiği kelime, Lailaheillallah kelimesidir. Bir sonraki “Allah’tan başka hiçbir şeye ibadet etmeyelim.” ifadesi, “Lailaheillallah”ın tam karşılığıdır. “Hiçbir şeye ibadet etmeyelim.” ifadesi Lailahe/hiçbir ilah yoktur sözcüğünü, “Allah’tan başka” ifadesi ise illallah/ancak Allah hariç sözcüğünü tamı tamına karşılamaktadır.
Buradan da açıkça aynı mana anlaşılmaktadır. Yani “Lailaheillallah” sözüyle Allah’tan başkasına ibadet edilmesi inkâr edilmekte, ibadetin yalnızca Allah’a yapılmasının gerekliliği ilan edilmektedir.
Özetle; “Lailaheillallah” kelimesi; Allah’ın varlığını, birliğini, yaratıcı olduğunu ve kainatın bütün işlerinin idarecisi olduğunu kabul etmeye çağıran bir söz değildir. Çünkü hatırlanacağı üzere, -Mekke müşrikleri dahil- bu, zaten herkesçe kabul edilmektedir.
“Lailaheillallah” kelimesinin vurgu yaptığı esas mesele, herkesçe kabul edilen bu gerçekler üzerine, ibadetin yalnızca Allah’a yapılması, O’nun dışında ibadet edilen her şeyin inkâr edilmesi meselesidir.
“Lailaheillallah” kelime-i tevhidini; doğru anlamını bilmeden, bunda hiçbir şüphe duymadan,buna iman etmeden ve Allah’ın dışında ibadet edilen bütün tağutları inkâr etmeden söyleyen bir kişiye, lafzını binlerce kere tekrarlasa bile -ilim ehlinin icmasıyla- hiçbir faydası olmayacaktır.
Bu kelimeyi söyleyip Müslüman olduğunu iddia eden kimseye, “Bu sözle neyi kasdediyor, neyi kabul edip neyi inkâr ediyorsun?” diye sorulunca, “yani Allah vardır, birdir, alemlerin Rabbidir, her şeyin yaratıcısıdır, yoktan va- redendir, rızkı veren O’dur ve bütün kainat O’nun idare ve kontrolündedir. Bu hususlarda hiçbir ortağı da yoktur.”cevabını veriyorsa, bu kişinin Allah inancı Ebu Cehil gibi müşriklerin Allah inancının bir adım önünde değildir.
Eğer bu inanç onları müşrik olmaktan çıkarıp muvahhid bir Müslüman yapmaya yetmediyse -ki yetmemiştir-, bir başkasını da Müslüman yapmaya yetmez.
44 Al-i İmran, 26, 27
Bir faide: (Allah’ı Rab olarak kabul etmek, sadece O’na ibadet etmeyi gerekli kılar.)
Allah subhanehu ve teâlâ, Kur’an’da umumen, Rab olmasıyla ilgili özelliklerini, bu konuda bir ve tek olduğunu zaten kabul edenlere bir hüccet olarak zikretmekte, bunu kabul eden müşrikleri, bunun bir gereği olarak O’nu ibadetinde de birlemeleri için ilzam etmektedir.
Yani bu, “Madem Allah’ın tek başına yaratan ve rızıklandıran olduğuna iman ediyorsunuz, öyleyse bunun gereği, tek başına O’na ibadet etmenizdir. Yaratma ve rızıklandırmada ortağı olmayana, ibadette de hiçbir şeyi ortak etmemeniz gerekir.” demektir.
Bunun en açık örneklerinden biri Rabbimizin şu buyruğudur:
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin. Umulur ki böylelikle sakınmış olursunuz. O Rab ki, yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü üzerinize bir tavan yaptı. Gökten size su indirdi de onunla size rızık olacak ürünler çıkardı. Artık hâlâ bile bile Allah’a eşler koşmayın”45
Yani, “Sadece Allah’a ibadet edin, zira -sizin de kabul ettiğiniz gibi- sizi ve sizden öncekileri O yaratmıştır. Kainatı yaratan da O’dur, sizi rızıklandıran da. Bütün bunları yapanın Allah olduğunu bildiğiniz halde, bunları yapmada O’na ortak olmayan kimseleri, ibadette de Allah’a ortak etmeyin.”
Diğer ilahların bâtıllığını da -müşrikler tarafından da kabul edilen- yaratmaya güç yetirememeleri, hiçbir şey yaratmamış olmaları ve bilakis kendilerinin yaratılmış olmalarıyla ispatlamaktadır.
“Yaratanla yaratmayan hiç bir olur mu?”46
“Hiçbir şey yaratmamış, bilakis kendileri yaratılmış olan şeyleri mi ortak ediyorlar.”47
“Ey insanlar, size bir misal veriliyor, iyi dinleyin. Onların Allah’ın dışında dua ettiği şeyler, bunun için bir araya toplansalar bile, asla bir sineği dahi yaratamazlar.”48
Özetle, yaratmada O’na ortak olmayanlar, dua etmek, medet istemek, adak adamak ve kurban kesmek gibi ibadetin hiçbir çeşidinde O’na ortak edilemezler.
Bu bahsi, akıl ve insaf sahipleri için yeterli olacak, Allah subhanehu ve teâlâ’nın şirki kökünden kesip atan şu buyruklarıyla kapatalım:
“Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, Ben de size icabet edeyim.”49 “Kullarım Beni soracak olursa Ben yakınım. Dua ettiği zaman dua edene
icabet ederim.”50
45 Bakara, 21-22
46 Nahl, 17
47 Araf, 191
48 Hac, 73
49 Ğafir, 60
50 Bakara, 186
“Yoksa Allah’ın dışında şefaatçiler mi edindiler? De ki: Hiçbir şeye malik olmadıkları ve akletmedikleri halde mi? De ki: Şefaat tümüyle Allah’ındır.”51
“Allah’ın dışında, kıyamet gününe kadar kendisine icabet edemeyecek, onların dua ettiğinin farkında bile olmayan kimselere yalvarandan daha sapık kim olabilir?”52
“De ki: Allah’ın dışında dua ettiklerinize bir bakın bakalım! Allah bana bir zarar vermeyi dilese, bu zararı onlar mı giderecek? Veya bana rahmet etmeyi istese, rahmetine onlar mı mani olacak?”53
“Allah’ın dışında, sana fayda ve zarar veremeyecek şeylere dua etme! Böyle yaparsan zalimlerden olursun. Allah sana bir zarar dokundurursa, bunu O’ndan başkası kaldıramaz. Sana bir hayır dilerse, O’nun fazlını kimse geri çeviremez.”54
“O’nun dışında yalvardıklarınız bir hurma çekirdeğinin zarına bile malik değiller. Onlara yalvarsanız duanızı işitmezler. Diyelim işittiler, size icabet edemezler. Kıyamet günü de şirkinizi inkâr ederler.”55
“Dua ettiği zaman darda kalmışa icabet edip onun sıkıntısını gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri yapan kimdir? Allah’la beraber başka bir ilah mı?”56 “De ki: Allah’ın dışında (ilah olduğunu) zannettiğiniz kimselere yalvarın
bakalım. Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre miktarı bir şeye sahiptirler. Göklerde ve yerde ne bir ortaklıkları, ne de Allah’ın onlardan bir yardımcısı vardır. İzin verdikleri müstesna, O’nun katında şefaat de fayda vermez.”57
Fayda vermek ancak şu dört hasletten birine sahip olanın yapabileceği bir şeydir. Kendisine dua edilen kişi istenilen şeye malik olmalıdır. Malik değilse sahibinin ortağı olmalıdır. Ortağı değilse yardımcı ve destekçisi olmalıdır. Eğer yardımcı da değilse onun yanında aracı ve şefaatçi olmalıdır.
Allah subhanehu ve teâlâ bu dört meseleyi de yukarıdan aşağıya düzenli olarak iptal etmektedir. Mülkü ve ortaklığı nefyetmekte, ardından da yardımcılığı ve müşriğin istediği aracılığı iptal etmektedir. Müşriğin nasibi ol- mayan şefaati isbat etmektedir ki, bu, izniyle olacak şefaattir.
Düşünen kimse için tevhidi tecrid edip şirkin köklerini dinden kazımaya nur ve burhan olarak bu ayet yeter.58
İnsanların arzu ve teveccühlerini ölülere ve türbelere bağlamak için ellerinden geleni yapanlar, inatla yüz çevirmeye devam etseler de -Allah’ın kalplerini mühürledikleri müstesna- bu açık ayetler düşünen için hakikati- anlamaya yeterlidir.
51 Zumer, 33, 34
52 Zumer, 33, 34
53 Zumer, 38
54Yunus, 106, 107
55 Fatır 13, 14
56 Neml, 62
57 Sebe, 22, 23
58 İbn’u’l Kayyım, Medaricus-Salikin, 1/343
“Kendisine Allah’ın ayetleri hatırlatılıp da sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Muhakkak Biz mücrimlerden intikam alıcılarız.”59
59 Secde, 22
ÜÇÜNCÜ MUKADDİME SÜNNET VE BİD’AT
Allah’a ulaştırıp O’nun rıza ve hoşnutluğunu kazandıracak olan yol ve ameller, sadece Rasûl aleyhisselam’ın öğrettikleridir.
Onun öğretisinden başka bir metodla ve yöntemle Allah’a yakınlaşıp, O’nun rıza ve hoşnutluğunu kazanmayı murad eden kimsenin ameli; -ne kadar ihlasla ve iyi niyetle yapılmış olursa olsun- bâtıldır ve kabul edilmez.
Efendimiz aleyhisselam şöyle buyurmaktadır:
“Kim bizim bu dinimizde, aslında ondan olmayan bir şey icad ederse, bu amel ondan reddedilir.”60
Hadisin diğer bir lafzı da şöyledir:
“Kim bizim uygulamamızın olmadığı bir amel yaparsa bu amel ondan reddedilir.”61
Dinin çok büyük kaidelerinden biri olan bu hadis, Nebi aleyhisselam’ın göstermediği bir amelin yapılmasının veya onun öğrettiği bir amelin sayı, zaman ve şekil gibi öğretmediği bir keyfiyetle kayıtlandırılmasının, sahibin- den kabul edilmediği ve bâtıl olduğunu ifade etmektedir.
Zira Rabbimiz azze ve celle bu dini tastamam ederek kemale erdirmiştir.62 Efendimiz aleyhisselam da hiçbir şeyi gizlemeden dini bize aktarmış,
tebliğ ve beyan vazifesini eksiksiz olarak yerine getirmiştir.
Bizi Allah’a yaklaştıracak, O’nun rızasını kazandırıp cennete girmemize sebep olacak ne kadar söz ve amel varsa hepsini bildirip bizi bunlara teşvik etmiş, Allah’ı gazaplandırıp cehenneme girmemize sebep olacak ne kadar söz ve amel varsa bizi onlardan sakındırmıştır.
Efendimiz aleyhisselam şöyle buyurmaktadır:
“Benden önce hiçbir peygamber yok ki, ümmeti için hayır olarak bildiği şeyleri onlara göstermek, şer olarak bildiği şeylerden onları sakındırmak üzerine bir sorumluluk olmasın.”63
“Cennete yaklaştırıp cehennemden uzaklaştıracak bir şey kalmadan hepsi size açıklanmıştır.”64
Bundan sonra dinde, Nebi aleyhisselam’ın uygulamadığı veya öğretmediği bir amelle hayır yaptığını sanan, Allah’a yaklaşıp O’nun rızasını kazanacağını düşünen kimse, bu yaptığıyla bid’at icad etmiş olur.
Nebi aleyhisselam, çeşitli münasebetlerde yapacağı konuşmaların öncesinde takdim ettiği hutbe-i hâce isimli giriş konuşmasında her seferinde - tekrarla- şöyle söylemektedir.
“Sözlerin en doğrusu Allah’ın kitabı, yolların en hayırlısı Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur.
60 Buhari, Sahih, 2697; Müslim, Sahih, 1718
61 Müslim, Sahih, 1718
62 Maide, 3
63 Müslim, Sahih, 1844
64Taberani, Kebir, 1648
En şerli işler, dinde sonradan icad edilenlerdir. Dinde sonradan icad edilen her şey bid’at, her bid’at sapıklık, her sapıklık da cehennemdedir.”65
Gözleri yaşartıp kalpleri titreten bir konuşmasından sonra, sahabîler bunu bir veda konuşması olarak algılayıp kendisinden vasiyette bulunmasını istediklerinde şöyle söylemiştir:
“Size Allah’tan sakınmanızı, başınıza yönetici olarak Habeşli bir köle dahi gelse işitip itaat etmenizi vasiyet ederim. Benden sonra yaşayacak olanlarınız pek çok ihtilaf görecekler. Üzerinize düşen vazife, benim sünnetime ve benden sonraki raşid halifelerimin sünnetine uymaktır. Bunlara azı dişlerinizle tutunurcasına sımsıkı sarılın. Dinde sonradan icad edilen işlerden de uzak du- run. Dinde sonradan icad edilen her iş bid’at, her bid’at de sapıklıktır.”66
Efendimiz aleyhisselam’ın -defaatle- açık ve seçik olarak her bid’atın sapıklık olduğunu söylemesi, bid’atlerin iyi/hasene ve kötü/seyyie olarak iki kısma ayrıldığı iddiasının bâtıl olduğunu, itiraza mahal bırakmayacak bir şe- kilde ortaya koymaktadır.
Abdullah İbn-i Ömer radıyallahu anhuma, “İnsanlar hasene/güzel bile görseler, bütün bid’atler sapıklıktır.” 67 diyerek, iddia edilen taksimin bâtıl olduğunu, hem de bu taksimi iddia edenlerin kullandığı hasene tabirini kullanarak ifade etmektedir.
Aynı İbn-i Ömer radıyallahu anhuma, yanında hapşurup “Elhamdülillah vesselamu ala Rasûlillah” diyen adamın bu uygulamasına karşı çıkarak “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize böyle öğretmedi. Her halukarda elhamdülillah demeyi öğretti.”68 demekte, Allah’a hamdettikten sonra, aslında salih bir amel olan Peygamber aleyhisselam’a selam vermeyi hasene olarak görmemektedir.
Abdullah İbn-i Mesud radıyallahu anh, mescidde halkalar oluşturup belirledikleri sayılarda zikir ve tesbihat yapan topluluğun bu uygulamasını “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun, sizler ya Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in dininden daha doğru bir din üzerindesiniz ya da sapıklık kapısını açmaktasınız.”69 sözleriyle reddetmekte, bid’at-ı hasene gibi üçüncü bir ihtimali kabul etmemektedir. Aksine ilk bakışta hayır ve hasene gibi gö- rünen bu uygulamayı sapıklıkla itham etmektedir.
Tabiînin en büyüklerinden Said İbnu’l-Müseyyeb rahimehullah, fecrin doğuşundan sonra iki rekattan fazla namaz kılıp rukuyu ve secdeyi uzun tutan bir adam görünce onu böyle yapmaktan nehyetmişti. Adam, “Ey Ebu Mu- hammed, namaz kılıyorum diye Allah bana azab mı edecek?” deyince “Hayır, ancak sünnete muhalefetten dolayı azab eder.”70 demiş, aslında hayır ve hasene olan namaz kılmayı, sünnete muhalif bir şekilde olmasından dolayı azab sebebi saymıştır.
65 Ebu Davud, Sünen, 2118; Tirmizi, Sünen, 1105
66 Ebu Davud, Sünen, 4607; Tirmizi, Sünen, 2676; İbn-i Mace, Sünen, 42
67 Lalekai, 126; İbn-i Batta, 205; Beyhaki, Medhal, 171
68 Tirmizi, Sünen, 2738
69 Darimi, 1/6869
70 Beyhaki, Sünen, 2/466; Darimi, 1/116; Abdurrezzak, Musannef, 3/52
Ehl-i Sünnetin meşhur dört mezheb imamlarından Malik b. Enes rahimehullah şöyle demektedir:“İslam’da bir bid’at çıkarıp bunu hasene olarak gören kimse, bu hareketiyle Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i peygamberlik vazifesine hainlik etmekle itham etmiş olur. Çünkü Allah azze ve celle “Bugün dininizi tamamladım.” buyurmaktadır. O gün dinden olmayan bir şey bugün de dinden olamaz.”71
Nebi aleyhisselam’ın öğretmediği ve uygulamadığı bir şeyle ibadet edip Allah’a yakınlaşacağını uman veya O'nun uyguladığı bir ameli, uygulamadığı bir şekil, adet veya zamanla kayıtlayarak uygulayan ve bunu hasene gören kişi, lisan-ı haliyle “Aslında bu amel Allah’ın sevip razı olduğu bir ameldir. Ancak Peygamber aleyhisselam bunu bizden gizlemiştir.” demiş olmaktadır ki, bu, vazifesini yerine getirmediği ve dolayısıyla onun risalete hıyanet ettiği anlamına gelmektedir.
Şerri bundan daha az olmayan ikinci ihtimale göre, böyle yapan kişi, lisan- ı haliyle “Bu yaptığımın, Allah’ın sevip razı olduğu bir amel olduğunu Peygamber aleyhisselam bilmiyordu, ben bildim.” demiş olmaktadır.
Üçüncü bir ihtimal yoktur.
Özetleyecek olursak, Nebi aleyhisselam’ın yapmadığı veya öğretmediği bir şeyi yaparak bununla Allah’a yaklaşma iddiasında olan kişiye şöyle deriz:
“Bu yaptığın işin Allah’a yaklaştırıp O’nun rızasını kazandıracak bir amel olduğunu Nebi aleyhisselam biliyor muydu?” Eğer “bilmiyordu” derse, O'nun bilmediği bir ibadeti biliyor olduğu iddiasındadır ki, bunun üzerine ko- nuşulacak bir şey kalmaz.
Eğer “biliyordu” derse, “Bildiği bu hayrı bize bildirdi mi, yoksa gizledi mi?” deriz.
“Bildirdi” derse ispat talep ederiz, “gizledi” derse işte bu, hıyanet iddiasıdır.
Önemli bir mesele; Terkî sünnet:
Efendimiz aleyhisselam’ın yaptığı ibadetleri yapmak sünnet olduğu gibi, yapmasını gerektirecek sebep olduğu ve bir mani bulunmadığı halde terk ederek yapmadığı amelleri terk etmek de sünnettir. Yapmak ise bid’attir.
Örneğin, sebebi Nebi aleyhisselam’a olan sevgi ve O'nun doğumu olan “Mevlid Kandili”ni kutlamak, aynı sebep O hayattayken de var olduğu ve bunu yapmaya bir manisi de olmadığı halde yapmadığı için bid’attir.
Teravih namazını cemaatle kılan Nebi aleyhisselam, farz olur endişesiyle cemaatle kılmayı terk etmiştir. Farz olur ihtimali olan mani, vefatından sonra ortadan kalktığı için teravih namazını cemaatle kılmak, o bunu -sonradan- terk etmiş bile olsa şer’an bid’at değildir.
Şöyle açıklayalım: Muamelat ve yeme içme gibi sair eşyada aslolan şey mübahlıktır. Aksine bir şey olmadıkça her şey helaldir.
71 Şatıbi, İ’tisam, 1/49
İbadetlerde ise aslolan men ve hazardır. Meşru olduğuna dair bir delil olmadıkça her türlü amelle Allah’a ibadet etmeye çalışmak yasaktır.
Dolayısıyla bir şeyin helal olduğuna delil aranmaz. Haram olduğunu söyleyen delil getirir.
Bunun aksine bir şeyin bid’at oluşuna delil istenmez. Meşru olduğunu söyleyen, delil getirir.
Mesela yiyeceğimiz her bir meyvenin veya içeceğimiz her bir meşrubatın helal olduğuna dair tek tek delil getirmemizi isteyen kişinin yaptığı ne kadar gülünç ise, bid’at dediğimiz bir ameli yapan kişinin bununla alakalı bir ya- saklama getirmemizi istemesi de o kadar gülünç olur.
Birincisinde delilimiz “haram olduğuna dair bir delil olmaması”yken ikincisinde delilimiz “meşru olduğuna dair bir delil olmamasıdır.”
Örneğin birisi çıkıp da “Allah tektir ve teki sever. Hem sayısal olarak beş, dörtten daha çoktur.” diyerek öğle namazının farzını beş rekat kılmak istese, bizden taleb ettiğinde, öğle namazını beş rekat kılmayı yasaklayan bir delil getiremeyiz.
Veya “İnsanlar gevşeklik göstermeye başladılar, hem cemaatle kılınan namaz tek başına kılınan namazdan daha efdaldir. Allah da ‘ruku edenlerle beraber ruku edin.’ buyurmuyor mu?” diyerek revatib sünnetleri de cemaatle kılmayı öneren birine, taleb ettiğinde, revatib sünnetleri cemaatle kılmayı yasaklayan bir delil getiremeyiz.
Aslında sahih olan bazı umumi delillerden hareketle olduğu halde, her iki şekilde de bunların bid’at ve dalalet oluşunun delili, Nebi aleyhisselam’ın böyle yapmaması, yani farz edilen uygulamayı terketmiş olmasıdır.
Aksi halde binlerce yiyecek ve içeceği tek tek helal eden naslar aranmayacağı gibi, muhtemel uydurulma sureti milyonlarca olan bid’atleri tek tek yasak eden naslar aramak akıllara ziyan bir uygulama olur.
Hatırlanacağı üzere, hapşurup elhamdülillah diyen adamın, ardından Nebi aleyhisselam’a selam getirmesini reddeden İbn-i Ömer radıyallahu anhuma, Nebi aleyhisselam’ın Elhamdülillah demeyi öğretip selam getirmeyi terk etmesiyle; mescidde halkalar oluşturup zikir yaptığını sanan cemaatin tatbikatını sapıklıkla itham eden İbn-i Mesud radıyallahu anh, bu töhmetin gerekçesini Nebi aleyhisselam’ın böyle uygulamaması, yani terketmiş olmasıyla delillendirmişlerdir.
Ne hapşuran adam, ne de o topluluktan biri çıkıp da “Bizim elimizde böyle yapılacağına dair umumi delillerimiz var. Oysa sizin elinizde bu yaptığımızı yasaklayacak -zayıf da olsa- bir deliliniz yok.” dememiştir.
Özetleyecek olursak dinde dayanağı sadece vahiy olan ibadetler tevkifîdir. Sadece Kur’an ve sünnetle sabit olur. Hiç kimse kıyasla, tecrübeyle, rüyayla, ilhamla ve keşifle bir ibadet uyduramaz. Mevcut ibadete hariçten bir keyfiyet ilave edemez. Uyduranlar ve ilave edenler, “Bunu yasaklayan bir delil getirin.” diyemez. Dinde icad edilen şeyler namaz kılmak, ezan okumak, salavat getirmek ve zikir yapmak gibi aslı itibarıyla salih ameller olarak gözükse de, dini tamamlamaya kalkmak itibarıyla sapıklıktır ve cehennemdedir.
Kıymetli Okuyucu!
Bu mukaddimelerden ilk ikisi Tevhid’i, üçüncüsü ise Sünneti takrir etmek içindi.
Yapılan hiçbir amel, sadece Allah’a yapılmadıkça, Allah’a yapılan bir ibadet de sadece Rasûl’ün öğrettiği gibi olmadıkça makbul olmaz.
Birincisi ihlas, ikincisi ise mütabaattır.
Birincisinin ihlali şirk, ikincisininki bid’attir.
Birincisi Lailaheillallah’ın, ikincisi ise “Muhammedun Rasûlullah’ın gereğidir.
Birincisi neye ibadet ettiğimizle, ikincisi ise bize gönderilen elçiye ne şekilde karşılık verdiğimizle ilgilidir.
İslam dininin özü de budur, Yalnızca Allah’a ibadet etmek,
Allah’a, yalnızca Rasûl’ün öğrettiği şekilde ibadet etmek!
- BÖLÜM
Hoşafçı’nın Birlik ve Beraberlik Çağrısı
s. 10’da “Ülkemizde yaşayanların düşünceleri ne olursa olsun, düşmanlarımızın planlarını bozmak için birlik ve beraberliğimiz korumak zorundayız.” diyen Hoşafçı, s. 135’de aramızdaki ihtilafın sadece suretâ bir ihtilaf olduğunu söylemekte, bu durumda tefrikaya ve suni düş- manlıklara sebep kalmadığını ifade etmektedir.
Birlik ve beraberlik. ancak kitap ve sünnet üzere olduğu sürece istenen bir
şeydir. Akide birliği olmayan bir beraberlik, Allah azze ve celle’nin yahudiler hakkında buyurduğu, “Sen onları beraber sanırsın, ancak kalpleri ayrı ayrıdır.”72 türünden bir beraberlikten öteye geçmez. Böylesi bir beraberliğin övülecek bir tarafı yoktur.
Ayrıca aramızdaki ihtilaf, dinin aslı olan Lailaheillallah’ı doğru anlama ile alakalı, şeklî değil hakiki bir ihtilaftır. Yani “Ya siz ya da biz... Ya hidayet üzere ya da apaçık bir dalalet üzere...”73
Tevhid’i yanlış anlayanlarla aramızdaki ihtilafa da tefrika değil, berâ denir. Aramızdaki düşmanlık da suni değil, dinî ve hakiki, kaynağı ise tevhid inancımızdır. “Biz sizden ve Allah dışında ibadet ettiklerinizden beriyiz. Sizi inkâr ediyoruz. Siz tek olarak Allah’a iman edinceye dek aramızda ebedî bir düşmanlık ve nefret baş göstermiştir.”74
s. 288’de diyor ki: “Doğru olan davranış, ümmetin birliği için her iki tarafın da birbirlerinin görüşüne saygı gösterip orta yolda birleşmeleridir.”
Bahsettiği iki taraf,tevhid ehli olan selefiler ile,ölülere yalvarıp yakarmaya ve mezarlardan yardım ve imdat istemeye davet eden kabirperestler. Bir tarafa göre ölülere yalvarıp yakarmak onlardan medet ve yardım istemek şirk, diğer tarafa göre ise din ve diyanet...
Hoşafçı’ya göre doğru olan davranış, üzerimizdeki en büyük hak sahibinin hakkına yapılan bu ihlale, yani “zulmün en büyüğüne”75 saygı göstermek...
Tevhid ve şirkin ortası neresi ise orada birleşmek.
Doğru olan Hoşafçı’nın söylediği gibi şirke saygı göstermek idiyse Allah, rasûlleri neden gönderdi ki? Rasûllerle kavimlerinin bulamadığı orta yolun ne olduğunu, keşke Hoşafçı anlatsaydı da biz de öğrenseydik.
Hoşafçı’nın Tevazusu(!)
s. 10’da diyor ki: “Haddim olmayarak boynumdan büyük işlere kalkıştığımın farkındayım.”
Hoşafçı tevazu gösterisi yapmak yerine, haddini bildiği yerde dursa, boynundan büyük işlere kalkmasa ne iyi etmiş, sadece kendi günahını tahammül etmiş olurdu.
Bu durumda “ilimsiz olarak saptırdıklarının da günahını yüklenecek...”76
Hoşafçı’nın Kaynakları ve Objektiflik İddiası
s. 11’de Muhammed Alevi Malikî, Mahmut Ustaosmanoğlu, Ahmed Mahmud Ünlü, Hüseyin Avni ve diğer bir iki ismin hazırlamış oldukları eserlerden faydalanarak, objektif bir çalışma yaptığını ifade etmektedir.
72 Haşır, 14
73 Sebe, 24 74Mümtehine, 4 75 Lokman, 13
76 Nahl, 25
Bildiğimiz kadarıyla Türk okuru henüz görmüş olmasa da, kaleme aldığı “Hâzihî Mefâhîmunâ” isimli çalışmasıyla Salih Aluş-Şeyh, Alevi Maliki’nin cehalet ve dalaletlerini zaten gözler önüne sermiştir.
Mahmut Ustaosmanoğlu’nun ise bu konuda bir çalışması yoktur. Hoşafçı’nın faydalandığı Ruhu’l-Furkan isimli kitabı yazanın aslında Ustaosmanoğlu olmadığını, bize de bizzat öldürülen Bayram Hoca söylemiştir. İçindeki birçok hata ve dalaleti kendisine gösterdiğimizde,bize bunları yazanın Cübbeli olduğunu, kendisinin de birçok hatalar bulduğunu, Cübbeli’yi defalarca uyardığını, ancak onun bunlardan dönmediğini söylemişti.77
Sanıyoruz ki Hoşafçı, kitabın arka kapağında hazfettiği Mahmud Ustaosmanoğlu ismini burada zikredip -takdis edilmesi istenen sırrı ne ise?- parantez içine “kaddesallahu sirrehu” ilavesi yaparak kitabına cemaatten müşteri avlama peşindedir.
Ahmed Mahmud Ünlü ise “Cübbeli” lakabıyla meşhur zattır. Ciddiyet ve muruet sahibi herkes, onun bir hoca veya vaiz olmaktan çok bir komedyen veya asrî tabirle stand-up’cı olduğunu bilmektedir. Hem de müşterilerini Allah’ın ayetlerine güldürtecek cinsten!
“Ben Allah’tan korkmuyorum.” diyen Fatih Altaylı’nın karşısında çıktığı televizyon programında, Allah’ın ayetleri, ahiret, cennet ve cehennem gibi mukaddesatı mizah malzemesi yaparak, Altaylı ve Murat Bardakçı’yı yerlere düşercesine, katıla katıla bu mukaddesata güldürmesi, sanıyoruz - tasavvufçular da dahil- kutsal değerlerine hürmet sahibi her dindarın kanını dondurmuştur.
Rabıta hakkında yazdığı kitapta “doğacak çocuğa bereketi sirayet eder ümidiyle kişinin, cima (cinsel ilişki) halinde salih kimseleri düşünmesini”78 tavsiye edecek kadar aşırıya giden bir evliyaperesttir.
Hüseyin Avni’yi ise Medine’de yaptığımız birkaç celse ile şahsen gördük. İlerlemiş yaşı ve cemaatteki hoca itibarı bir yana, ilmî ve ahlakî müstevasına gözlerimizle şahid olduk.
Kendisine bu konuları Bayram Hoca ile de görüştüğümüzü söyleyince, onun iyi bir kitap koleksiyoncusu olduğunu, bu konuların uzmanının ise kendisi olduğunu söyledi. Hasmımız arasında konunun uzmanı birisini bulmuş olmanın heyecanıyla meselelere girdik. Bir de gördük ki, cevaplarını artık ehl-i sünnetin çocuklarının bile bildiği, Ebubekir Sifil’lerin bile dile getirmekten artık utandığı aynı masalları tekrar etmektedir.
Bize verdiği Ğuraba isimli dergilerini de gördükten sonra, karşımıza ilimde kuvvetli hasımlar çıkarmadığı için Rabbimize hamdettik.
Kaynakları bunlar olan Hoşafçı’nın objektif olmasını zaten beklemiyoruz. Ama okuyucunun gözünü boyamak için böyle bir iddiada bulunmasına da hiç gerek yoktu. Zira okuyan herkes gördü ki, bu kitap bir tarafın iddialarını çürütüp âlimlerini ıskat etmek için yazılmıştır.
77 Bu konuşmamıza Allah şahiddir.
78 Tarikat-ı Aliye’de Rabıta-i Celile, s. 471.
Cinsel ilişki esnasında salihleri düşünme rabıtasını,acaba kadınlar da yapmalı mıdır? Merak ettik de!
Eserin Engin Bir Dertlenme Mahsulü Olduğu
s. 12’de kitaba yazdığı takrizde, Hüseyin Avni “eserin engin (bir) dertlenme mahsulü olduğuna” inandığını söylemektedir.
Biz de onunla aynı fikirdeyiz. Kitap, dergi ve sohbet kasetleriyle, her yönden ve bulunan her vasıtayla, tevhid ve sünnet ehli olan selefiler ile topyekün bir muharebeye kalkmış olmanız, ancak engin bir dertlenmenin mahsulü olabilir.
Belli ki çok dertlenmişsiniz!
Yıllarca evliya masalları, keramet hikayeleri ve rüya ninnileriyle uyuttuğu- nuz insanlar, okumasınlar, görmesinler, dinlemesinler diye bütün gücünüzü sarf ettiğiniz halde, bir an gözünüzden kaçıp Allah’ın kitabını, Rasûlünün sünnetini ve ehl-i sünnetin kitaplarını görmeye, sizi sıkıntıya sokan sorular sormaya, saflarınızdan bir bir eksilmeye başladılar.
Belli, çok dertlenmişsiniz ki rivayetten, hadisten, delilden bahsetmeye başladınız.
Hüseyin Avni aynı yerde diyor ki: “Kitab, bir nice ilmî ve ahlakî densizlikler karşısında bile soğukkanlılığı ve insafı elden bırakmayan bir keyfiyet arz etmektedir.”
İlmî ve ahlakî densizliklerin, dengesizliklerin, seviyesizliklerin ve hatta terbiyesizliklerin, tarihte emsali görülmemiş nadide örneklerini sergileyenin esas Hoşafçı olduğunu, kitabımızı okuyan herkes inşaallah görecektir.
Belki biz bunlar karşısında, zaman zaman çileden çıkıp “soğukkanlılığımızı” yitirmiş olabiliriz. Ancak inanıyoruz ki, insaf sahibi okuyucu “bir nice ilmî ve ahlakî densizliğin”aslinda kimler tarafından icra edildiğine gözleriyle şahitlik edecektir.
Hoşafçı’nın Tevessülden Ne Kasdettiği
s. 83’de diyor ki: “Özellikle tasavvuf ehlinin kasdettiği tevessül ise daha ziyade, başta peygamberler olmak üzere vefat etmiş olan salih zatlar/veliler vesile kılınarak Allah’tan bir şey istemek, arzu edilen bir şeyin elde edilmesi veya arzu edilmeyen bir şeyin defedilmesi için O’na dua ve ilticada bulunmaktır…
Zat ile tevessülü ihtiva eden dua cümlelerinde filan zatın Allah nezdindeki yeri ve mevkii (makamı, mekanı, cah), hakkı için, hatırına gibi ifadeler de bulunabilmektedir.”
İttifakla meşru olan tevessül, dua eden kimsenin, Allah azze ve celle’nin güzel isimleri ve yüce sıfatlarıyla dua etmesi veya istediği hayrın ve çekindiği şerrin öncesinde, ihlasla yapmış olduğu salih amellerini zikrederek bir mukaddime yapması ya da salih olduğuna kanaat getirdiği kimselerden kendisi için dua etmesini taleb etmesidir.
Kitab ve sünnetin sahih ve sarih nasları ile selef-i salihînin uygulamasında caiz ve meşru olan tevessül bu üç şeklin dışına çıkmamaktadır.
Dolayısıyla, ölmüş veya hayatta olan bir kimsenin zatını öne sürerek - Hoşafçı’nın bahsettiği lafızlarla- dua etmek, böyle bir tevessüle hüccet olabilecek sahih ve sarih bir delil bulunmadığı için caiz ve meşru değildir.
Allah’ın kitabı, enbiya ve salihlerin yaptığı dua örnekleriyle doludur. Efendimiz aleyhisselam, sahih sünnetinde, bizlere bir sürü özlü dua şekilleri öğretmiştir. Başta sahabe olmak üzere salih selefimizden de, değişik münasebetlerle yaptıkları birçok dua lafızları nakledilmiştir.
Zat ile tevessülün meşru olduğunu isbat etmeye çalışan Hoşafçı, Allah’ın kitabından, Rasûl aleyhisselam’ın sünnetinden ve selefin tatbikatından, sahih ve sarih olarak, bahsettiği cümlelerle edilmiş, bir tane dua örneği zikretseydi ya!
Sünnette olmayan bu lafızlarla dua ve tevessül edilebileceğini söylemeye çalışanlar, kitap ve sünnetteki dualarla dua edince, Allah kendilerine icabet etmedi de, o yüzden mi yeni yöntemler icad etmeye uğraşıyorlar?!
Kitab ve sünnette mevcud olan yüzlerce dua örneği kendilerine yetmedi de, akıllarınca onların eksiğini mi tamamlamaya çalışıyorlar?!
“Daha hayırlı olanı daha düşük olanla mı değiştirmeye kalkışıyorsunuz?”79
Vahhabi-Selefi
s. 10’da “Vahhabi ve Selefinin (doğrusu selefin) yolundan gittiğini söyleyen selefiler…”
s. 93’de “Vahhabilere Vahhabi denilmesi, görüşlerinin kaynaklarından biri olan (doğrusu birisinin) Muhammed b. Abdulvahhab olmasından ötürüdür.”
s. 25’de “Vahhabi ve benzer düşünceleri olan, kendilerine selefiler diyenlerin görüşlerinin kaynağı alan İbn Teymiyye” ifadelerini kullanmaktadır.
Öncelikle şunu belirtelim ki; şu zamana kadar yeryüzünde kendilerine Vahhabi diyen bir insan topluluğu görmedik. Eğer Hoşafçı görmüşse bize de göstersin.
İkinci olarak, en hayırlı üç nesil olan sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîne akide, amel ve sulukta intisab etme anlamına gelen Selefilik, şer’i ve şerefli bir nisbettir.
Şer’i hiçbir gerekçeye dayanmadığı halde Nakşibendilik’e intisap edip kendilerini çekinmeden Nakşi diye isimlendirenlerin, şer’i bir intisap olan Selefilik’in adına bile tahammül edememeleri doğrusu şaşılacak bir şeydir.
Üçüncüsü, Muhammed İbn-i Abdulvahhab, -siz ve selefleriniz yalan,
79 Bakara, 61
düzmece ve iftira ile aksini anlatmaya çalışsanız da- amelde Hanbelî mezhebi, akidede ise Selef-i Salihînin yolu üzerinde olan bir ehl-i sünnet âlimidir. Ne yeni bir din getirmiş, ne yeni bir mezhep kurmuş, ne de yeni bir söze davet etmiştir.
Şirk ve hurafelerle mücadele etmiş, tevhide ve sünnete çağırmıştır. Eserleri ve akidesi ortada olduğu halde Zeyni Dahlan’dan Hüseyin
Avni’ye80 kadar, aleyhinde yazı yazanların istisnasız tamamı, ipe sapa gelmez
iftiralarla halkı onun kitaplarından sakındırmaya, onun ehl-i sünnet dışı sapık itikadları olan biri olduğuna inandırmaya çalışmakta, uydurdukları bu düzmece mezhebe de Vahhabilik adını vermektedirler.
80 Hüseyin Avni ile, bir grup talebesinin önünde yüz yüze yaptığımız bir görüşmede, çıkardığı Ğuraba Dergisi’nde Muhammed b. Abdulvahhab’a yapılan iftiraları yüzüne vurmuş, o da çaresiz, bunların hata olduğunu ve tashih edileceğini söylemişti. Bilmiyoruz tashih etti mi?
Dördüncüsü ise, Selefilerin akidelerinin kaynağı -hâşâ ve kella- İbn-i Teymiyye veya bir başkası değil, Allah’ın kitabı ile Rasûlünün sünnetidir.
Ayrıca, örneğin bir ideoloji olan komünizm için, fikirlerinin kaynağı filancadır denilebilir. Ancak bir akide ve menhec olan selefilik için fikir denilemeyeceği gibi, Muhammed b. Abdullah sallallahu aleyhi ve sellem’den başka bir insanın da bunların kaynağı olduğu söylenemez.
Hoşafçı’nın Selefilere İftiraları
Ehl-i sünnetin zat ile tevessül etmeyle alakalı inancı, bunun meşru olmayan bir bid’at olmasından ibarettir.
s. 118’de “filancanın hürmetine diye yapılan tevessül bid’attır derlerse” ifadesinden açıkça anlaşıldığı gibi, selefilerin inancının böyle olduğunu Hoşafçı’da pekala bilmektedir.
Bununla beraber kitabında defalarca, örneğin:
s. 46’da “elindeki delillere dayanarak doğru şekilde dua edip isteyenle yanlış, hatta şirk işleme durumunda olanları aynı kefeye koyup tekfir ediyorsunuz.”
s. 100’de “zat ile tevessülü kabul etmeyen selefiler ve vahhabiler, tevessülü kabul edenleri Allah’a ortak koşmakla suçluyorlar.”
s. 101’de “âlimleriniz sizin şirk olarak kabul edip bunu yapana kâfir dediğiniz bir ameli yapıyorlar.”
s. 153’de “zannımca selef şirk içindeydi demezsiniz.” gibi kasıtlı cümlelerle, kendi seleflerinin yolundan giderek, okuyucuyu sünnet ve ehli aleyhine kışkırtmak için, hâyâ etmeden iftira etmektedir.
Yani Selefiler “Allah’ım, filancanın hatırına duamı kabul et.” gibi meşru olmayan bir şekilde Allah’a dua etmeye şirk, böyle yapana da müşrik ve kâfir diyorlarmış.
Söyleyecek sözleri olmayanlar ve “Allah’ın ayetlerine inanmayanlar ancak iftira ile yalan atarlar.”81
Hoşafçı, buna şirk, bunu yapana da kâfir ve müşrik diyen selefilerin veya kendi tabiriyle vahhabilerin kimler olduğunu ve bu sözü nerede söylediklerini bize açıklasın.
Eğer buna gücü yetmezse ki asla yetmez, bu bühtanından tevbe edip iftirasını yaydığı gibi tevbesini de ilan etsin.
Bu ikisinden birini yapmazsa kendisi de, okuyucu da bilsin ki, Hoşafçı, ehl- i sünnet düşmanı bütün selefleri gibi bir iftiracıdır.
s. 296’da diyor ki: “Onlara göre birisi için ayağa kalkmak, el öpmek, peygamber efendimize ‘Efendimiz’ ‘sahibimiz’ gibi ifadeler kullanmak, kabrini ziyaret esnasında önünde edep, vakar ve kalp huzuruyla durmak, Allah’tan başkasına ibadet etmek anlamına geldiğini söylerler (doğrusu: anlamına gelir).”
Subhanallah! “doğrusu bu çok büyük bir bühtandır”82
Hoşafçı, ya bu söylediklerinin de Allah’tan başkasına ibadet, yani şirk anlamına geldiğini söyleyen selefilerin kimler olduğunu açıklasın, ya da bu iftirasından da tevbe edip ilan etsin. Aksi halde biz ispat ederek Hoşafçı’nın müfteri olduğunu ilan ediyoruz.
Ardından diyor ki: “Bize göre bu iddialar Allah ve Rasûlünün razı olmadığı, şeriatın ruhuna aykırı, cahilane bir inattır.”
Biz de diyoruz ki, bize göre de bu iftiralar, Allah ve Rasûlünün razı olmadığı, şeriatın ruhuna aykırı, hezeyan halinde söylenmiş apaçık bir bühtandır.
Bu sefer alenen yapmasa da s. 277’de “Görüldüğü gibi Allah isterse istediğine olağanüstü güçler verebilir. Bunlar peygamberler de olabilir, insanlar da... Numuneleri gerek sahabede gerekse daha sonra vardır.” diyerek, sanki inkâr eden varmış gibi mucize ve kerametlerin varlığını isbat etmeye; s. 106’da, “Allah dostlarının yaptıkları kerameti şeytandan sayanlar” sözleriyle de selefilerin, kerametleri inkâr ettiklerini ima etmeye çalışmaktadır.
İbn-i Teymiyye de, İbn-i Abdulvahhab da, diğer bütün selefiler de, kerameti hak olarak kabul edip ona inanmakta, kerameti inkâr edenleri bid’at ve dalalet ehli olarak görmektedirler. Allah dostlarının yaptıklarını Allah’tan, şeytan dostlarının yaptıklarını da şeytandan saymaktadırlar.
Ancak selefiler, sizin yaptığınız gibi tersten giderek, gösterdiği olağanüstü olayları delil sayıp, sahibinin hemen Allah dostu olduğuna hükmetmezler. Önce kişinin söz ve ameline bakar, sonra da ondan sadır olan harikuladeliklerin, keramet mi, istidrac mı, yoksa sihir ve büyü mü olduğuna karar verirler. Allah dostlarının da, O’nun iman eden muttaki kulları olduğuna inanırlar. İbadette ortakları olduğuna değil!
81 Nahl, 105
82 Nur, 16
Hoşafçı’nın delil anlayışı:
s. 129’da “Zat ile tevessülü kabul edenler yaptıkları amellerde muhakkak bir ayet ya da hadise dayanırlar.”
s. 226’da “Bizim elimizde gerek sahih gerekse zayıf birçok hadis vardır.” diyor.
Hoşafçı’nın sahih olanı sarih olmayan, sarih olanı da sahih olmayan “delillerini” zaten tek tek ele alıp neye, ne kadar delil olabileceklerini ortaya koyacağız.
Ancak ondan önce okuyucuya şunu anlatmak istiyoruz.
Şer’i bir meseleye gerekçe olacak malzemenin, öncelikle şer’an delil olması, sübutunun sahih, delaletinin de gerekçe teşkil edeceği şeye uygun olması icab eder.
“Şer’an delil olması” sözümüzle rüyanın, keşfin, ilhamın, tecrübenin, âlimlerin görüş ve içtihatlarının, sıhhatinin bilinmesi genelde mümkün olmayan tarihî olayların ve kıssaların edille-i şeriyyeden olmadığını kasde- diyoruz.
“Subutunun sahih olması” sözümüzle zayıf, sakıt, vahi, münker ve mevzu riyavetlerin, tevhid inancına kökünden aykırı bazı uygulamalarla, dinde haram ve helal kılmaya delil olması şöyle dursun, dinde aslı olmayan bir amelin meşru veya müstehab oluşunda bile delil olamayacağını kasdediyoruz.
“Delaletin uygunluğuyla” ise, sünnet ve cemaat ehli selefiler olarak, başta sahabe olmak üzere selefin, sabit olan delilden ne anladığını ve ne uyguladığını, herhangi bir umumi delilden selefin anlamadığı ve uygulamadığı hususi bir sureti kasdetmenin uygun ve doğru olmayacağını kasdediyoruz.
Onların Kitap ve Sünnet naslarını bizden daha doğru anlayıp, Kitap ve sünnetin gösterdiklerini tatbik etmeye bizden daha gayretli oldukları, Allah’ın onlardan razı olmasıyla83 tescillenmiştir.
Kitab ve Sünnet'ten onların anlamadığı bir şey anlamaya veya onların uygulamadığı bir şey uygulamaya kalkmak, “müminlerin yolundan başka bir yola ittiba etmek” olur ki böylesi bir anlayış ve uygulamanın, içeriğini dinlemeye gerek bile duymadan dalalet olduğunu cezmedebiliriz.
“Muhakkak bir ayet ve hadise dayandığını, elinde gerek sahih gerek zayıf birçok hadis olduğunu” söyleyen Hoşafçı belki farkında değil ama, ehl-i sünnete muhalif inanç ve amelleri olup da Müslüman olduğunu söyleyen bütün sapık fırkalar, bu inanç ve amellerinde bazı ayet ve hadislere, onların umumundan, lugavî veya örfî batıl delaletlerine dayanıyorlar.
83 Tevbe, 100
Öyleyse Kur’an ve sünnetin doğru delaleti, her heva sahibinin anlayışına göre değil, yalnızca selefin fehmine göre olandır.
Dolayısıyla önemli olan, her iddia sahibinin delil getirebiliyor olması değil, delil diye getirdiği şeyin, iddiasına hakikaten de delalet etmesidir.
Ehl-i sünnet ve diğerleri arasındaki cevheri fark ve alametlerden biri de şudur.
Ehl-i sünnet, nasların delaletlerinin gereğini kabul edip iman eder. Diğerleri ise tersten giderek, önceden kabul ve iman ettikleri şeylere Kur’an ve sünnetten deliller bulmaya çalışırlar.
Yani ehl-i sünnet, önce delili görüp, iman ve amel olmak üzere gereğini yerine getirmeye çalışırken, diğerleri peşinen iman ve amel ettikleri şeyleri delillendirmeye çalışırlar.
Diğerlerinden olan Hoşafçı’nın, önceden kabul ettiği şeylere delil bulmaya çalışırken ne durumlara düştüğünü bir örnekle açıklayalım.
Önceden kabul ettiği ölülere Kur’an okunabileceğine deliller arayan Hoşafçı, s. 62’de Abdullah b. Abbas radıyallahu anhuma’nın cenaze namazında Fatiha suresini okuduğu ve ardından sünnet olanın bu olduğunu söylediği Buhari rivayetini aktarıyor. Ardından diyor ki: “Üstteki hadiste, sahabenin cenaze namazı kılıp ve Kur’an okuduğunu görmekteyiz. Hadis sahihtir. Peygamberimiz yapmış ki Talha’dan yapılan rivayetin metninde sünnettir deniliyor.”
s. 78’de diyor ki: “Beş ayrı sahabeden gelen konuyla ilgili rivayetler isnad yönünden problemsizdir.”
Müctehid olma şartları taşıyan ve taşımayan herkes, bu rivayetin delalet ettiği temel meselenin, cenaze namazında sünnet olanın Fatiha suresini okumak olduğunu kolayca anlayabilir. Hadisi nakleden imamların tamamı da hadisi, sünnetin böyle olduğuna delil olarak zikretmişlerdir.
Merak ediyoruz!
Acaba Hoşafçı, sahih olduğunu beyan ettiği bu rivayetin delalet ettiği esas konuyla ne kadar ilgilenmektedir?
Yani cenaze namazında subhaneke deği lFatiha okunacağını kabul edip böyle amel etmekte midir? Yoksa hakkında sahih veya zayıf, merfu bir rivayet olmadığı ve sahih olan bu rivayeti gördüğü halde, kör taklidi bırakamayıp Fatiha yerine “ve celle senauk”le beraber subhanekeyi mi okumaya devam etmektedir?
Sünnete ve delile ihtiram eden kimse, bu rivayeti görüp sıhhatini bilerek ilim ehlinden büyük bir topluluğun bununla fetva verdiğini öğrendikten sonra, Nebi aleyhisselam’ın bu sünnetini hiç kimsenin görüş ve içtihadı için terketmez.
Aslında delil diye bir kaygısı olmayan taklitçi de, bu rivayetin delalet ettiği esas meseleyi görmezden gelerek, ondan, önceden kabul ettiği alakasız bir şeye delil çıkarmaya çalışır. Bunu da kasıtlı veya kasıtsız “Sahabenin cenaze namazı kılıp ve Kur’an okuduğunu görmekteyiz.” cümlesiyle (ve) bağlacını yanlış bir yerde kullanarak, cenaze namazını kılmak ve Kur’an
okumak ayrı ayrı yapılmış şeylermiş gibi hissettirmeye çalışarak yapar.
Amacı delilin gereğini yerine getirmek değil, ön kabulüne delil bulmaya çalışmak olan Hoşafçı’nın durumu ortadadır.
Yeri gelmişken s. 63’de “Henüz toprağa gömülmemiş meyyit ile gömülmüş meyyit arasında bir fark mı vardır?” diye sorarak, “Ona Kur’an okunuyor da buna neden okunmasın?” demeye çalışan Hoşafçı’ya biz de şöyle sormak istiyoruz:
Toprağa gömülmemiş meyyit ile gömülmüş meyyit arasında bir fark mı vardır da, gömmeden önce siz ona dua ediyor, gömdükten sonra ondan size dua etmesini istiyorsunuz?
Ebu Hanife ve Öğrencilerinin Zat ile Tevessüle Dair Görüşleri
Haskefi şöyle demektedir: “Tatarhaniyye’de, Münteka’ya azven, Ebu Yusuf’un Ebu Hanife’den yaptığı nakilde, Ebu Hanife’nin şöyle dediği aktarılmaktadır: “Hiç kimsenin Allah’a, O’ndan başka bir şeyle dua etmesi yakışık almaz. İzin verilen ve emredilen dua şekli Allah’ın şu buyruğunda ifade edilendir: “En güzel isimler Allah’ındır. O’na bu isimlerle dua edin.”
(Haskefi diyor ki) Ebu Hanife, “Rasûlün hakkı için” veya “enbiyanın ve evliyanın” ya da “Kabe’nin hakkı için” demeyi mekruh görmüştür. Zira yaratılmış olanların, yaratıcı üzerinde bir hakkı yoktur.”84
Bilindiği üzere, mezhebte “mekruh” denildiği zaman Muhammed’e göre “haram”, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre “harama yakın olan” kasdedilmektedir.
İhtiyar sahibi “Mekruh, Muhammed’e göre haram, ikisine (Ebu Hanife ve Ebu Yusuf) göre harama daha yakın olan şey anlamındadır.”85 derken, Ayni, “Kerahiyyet kitabındaki her mekruh, Muhammed’e göre haram, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre harama daha yakın manasındadır.”86 demektedir.
Dolayısıyla, duada “Rasûlün hakkı için” veya “Enbiyanın ve evliyanın hakkı için” demek, İmam Muhammed’e göre haram, İmam Ebu Hanife ve İmam Ebu Yusuf’a göre harama daha yakın bir şeydir.
84 Haskefi, Durru’l-Muhtar, 662
85 Abdullah el-Musuli, İhtiyar, 4/153
86 Ayni, Minhat’us Suluk, 399
Hanefi mezhebinin hemen hemen bütün füru kitaplarında, bu söylediğimiz, birbirine yakın ibarelerle açıkça ifade edilmektedir.
Abdullah el-Musuli, İhtiyar’da şöyle demektedir: “(Allah’a kendisinden başka bir şeyle dua etmek mekruhtur). Falanca ile istiyorum veya meleklerinle ve peygamberlerinle istiyorum, denmez.”87
Hidaye’de geçen “Duada filancanın hakkı için veya Nebilerin ve Rasûllerin hakkı için demek mekruhtur. Zira mahlûkun Hâlık üzerinde bir hakkı yoktur.” ibaresini, “Kabe ve Meş’ari’l-Haram hakkı için” gibi yaratılmışların yaratan üzerinde bir hakkı olduğu izlenimi veren ibareler de aynen bunun gibidir. İnsanların yapageldiği şey böyle olsa da durum değişmez.”88 sözleriyle açık- layan Ayni, başka bir yerde şöyle demektedir: “Duada, filancanın hakkı için veya nebilerinin ve velilerinin hakkı için ya da Kabe’nin ve Meş’ari’l-Haram’ın hakkı için demek haramdır.”89 Fahreddin Zeylei,90 Molla Hüsrev91 ve Damad Efendi92 de aynı ibarelerle şöyle demektedirler: “Duada, filancanın hakkı için ve aynı şekilde peygamberlerinin, velilerinin ve Rasûllerinin hakkı için ya da Kabe’nin ve Meş’ari’l-Haram’ın hakkı için demek mekruhtur. Zira mahlûkun Allah üzerinde bir hakkı yoktur. Üzerine bir gereklilik olmaksızın kullarından dilediğine rahmetini ihsan eder.”
Başta zikrettiğimiz Haskefi’nin sözünü şerheden İbn-i Abidin, bu mekruhluğun, “hakkı için” sözüne vaciplik, yani mecburiyet manası yüklendiği zaman olacağı, hürmet ve hatır manasında olunca mekruh kapsamına girmeyeceği türden itirazlarınaklettikten sonra şöyle demektedir: “Ben derim ki, bu söylenenlerin tamamı, bu lafızdan akla ilk gelen zahirî anlama muhalif ihtimallerdir. Lafzın, caiz olmayan bir manayı vehmettiriyor olması dahi, onu yasaklamak için yeterlidir. Allahu Alem, imamlarımız bu ya- saklamayı bundan dolayı mutlak olarak söylemişlerdir.”93 Bahsi geçen itirazın sahiplerinden birisi de Hoşafçı’dir.94
Ayrıca İbn Abidin, Ebu Hanife’nin “Allah’tan, O’ndan başkasıyla istenmez.” sözlerini, “yani, zatı, sıfatları ve isimlerinden başkasıyla...” 95 diye izah etmektedir.
Hasılı duada filancanın ve falancanın hakkı için istemenin, bu filanca ve falanca nebiler ve veliler dahi olsa mekruh, yani haram veya harama yakın olduğu, böyle dua edilmemesi gerektiği, bunun da Ebu Hanife ve öğrencilerinin görüşü olduğu, Hanefi mezhebinin hemen hemen muteber bütün füru kitaplarında ifade edilmektedir.
87 Abdullah el-Musuli, İhtiyar, 4/164
88 Ayni, Bunaye fi şerhi’l-Hidaye, 11/281
89 Ayni, Minhat’us Suluk fi şerh’i tuhfetu’l-muluk, 419
90 Fahreddin Zeylei, Tebyinul hakaik fi şerhi kenzu’d-Dakaik, 7/70 91 Molla Hüsrev, Düreru’l-Hukkam fi şerhi guraru’l-ahkam, 1/321 92 Damad Efendi, Mecmaul Enhur fi multekal ebhur, 2/554
93İbn-i Abidin, Reddu’l-Muhtar, 6/397
94Ali Hoşafçı, Selefiler ve Tasavvufçuların Görüşleri, 96
95İbn-i Abidin, Reddu’l-Muhtar, 6/397
Hoşafçı'nın Ebu Yusuf’a İftirası
Hoşafçı, s. 97’de diyor ki:“Falan kişinin enbiyanın veya Kabe hakkı için denilerek yapılan duayı Ebu Yusuf caiz görmüştür.”
Bu sözün arkasına koyduğu 169 rakamı ile bizi aynı nolu dipnota havale eden Hoşafçı, orada kaynak olarak Reşid Rıza’nın Menâi (böyle, doğrusu Menar)’ın 6. cildinin 372 ve 373 sayfalarını göstermektedir.
Hanefi mezhebine mensub olduğunu zannettiğimiz Hoşafçı’nın, mezheb imamlarından birinin görüşünü, mezhebin muteber kitabları yerine, Reşid Rıza’nın tefsirinden nakletmesi, sebebi anlaşılmaz bir tutum değildir.
Çünkü o da bilmektedir ki, mezhebin muteber kitaplarında yazan, mezhebin imamlarından Ebu Yusuf’un onun iddia ettiğinin tam aksi bir görüşe sahib olduğudur.
Peki Reşid Rıza, gerçekten de Ebu Yusuf’tan böyle bir nakil yapmakta mıdır?Hoşafçı’nın okuyucu nasıl olsa dönüp bakmaz zannederek yaptığı nakile biz dönüp baktık.
Onun verdiği cilt ve sayfa numarasında Reşid Rıza’nın Ebu Yusuf’tan yaptığı naklin, Hoşafçı’nın söylediğinin tam aksi istikamette olduğunu görünce de çok şaşırmadık.
Ayrıca onun; Reşid Rıza’nın aktardığı sözün kendi sözü olmadığını, İbn-i Teymiyye’nin tevessül kitabındaki sözünü aktardığını farkedemeyecek kadar gafil ve cahil olması da bizi çok şaşırtmadı.
Gösterdiği kaynakta, Reşid Rıza’nın İbn-i Teymiyye’den aktardığı sözler tamı tamına şöyledir:
“Ebu Hanife ve öğrencilerinin caiz olmadığını söyledikleri, ‘Yaratılmış birisiyle istenmez ve kimse enbiyanın hakkı için senden istiyorum diyemez.’ sözleriyle yasakladıkları (tevessül) budur.
Ebu’l Hasan el-Kuduri, fıkha dair yazdığı, Kerhi’nin Şerhi isimli büyük kitabının kerahiyet babında şöyle demektedir: ”Ebu Hanife’nin öğrencilerinden birden çok kişi bunu zikretmişlerdir. Bişr İbn-i Velid der ki: Bize Ebu Yusuf anlattı, dedi ki: Ebu Hanife dedi ki: “Hiç kimse için, Allah’a, O’ndan başka bir şeyle dua etmek yakışık almaz. Ben “arşının meakıdul izzi ile” veya yaratılmışların hakkı için demeyi mekruh görüyorum. Ebu Yusuf’un sözü de böyledir. Ebu Yusuf der ki: “arşının meakıdu’l (veya mekaidu’l) izzi,” zaten Allah’ın kendisidir. Ben bunu mekruh görmüyorum.
Filancanın hakkı için veya enbiyanın hakkı için ya da Beyt’ül- Haram’ın (Kabe’nin) hakkı için demeyi mekruh görüyorum.”96
96Reşid Rıza, Tefsiru’l-Menar, 6/372-373; İbn-i Teymiyye, Kaidetun Celile, 128-129
Yani Hoşafçı diyor ki: “Reşid Rıza’nın Menar tefsirinin 6. cildinin 372 ve
373. sayfalarında denildiğine göre “falan kişinin, enbiyanın veya Kabe’nin hakkı için denilerek yapılan duayı Ebu Yusuf caiz görmüştür.”
Oysa onun kaynak gösterdiği aynı kitabın, aynı cildinin, aynı sayfalarında deniliyor ki: “Ebu Yusuf dedi ki: “filancanın hakkı için veya enbiyanın hakkı için ya da Beyt’ül-Haram’ın (Kabe’nin) hakkı için demeyi mekruh görüyorum.”Mekruh da ona göre harama yakın anlamındadır.
Ayrıca “filancanın hakkı için, enbiya ve evliyanın hakkı için” diyerek dua etmeyi, Ebu Hanife’nin mekruh, yani harama yakın gördüğü gibi iki öğrencisinden Muhammed’in de mekruh, yani haram; Ebu Yusuf’un da mekruh, yani harama yakın gördüğünü Hanefi olan ve olmayan başka kaynaklar da ifade etmektedir.
Molla Aliyy’ül-Kari diyor ki: “Ebu Hanife ve iki öğrencisi (Muhammed ve Ebu Yusuf) dediler ki: “Bir kimsenin, filancanın hakkı için veya peygamberlerinin ve Rasûllerinin hakkı için ya da Beyt’ül-Haram ve Meş’ari’l- Haram hakkı için vb. ifadelerle senden istiyorum demesi mekruhtur.”97
İbn-i Ebi’l-İz diyor ki: “Ebu Hanife ve iki öğrencisi dediler ki: “Dua eden kimsenin, filancanın hakkı için veya nebilerinin ve Rasûllerinin hakkı için ya da Beyt’ül-Haram ve Meş’ari’l-Haramhakkı için vb. ifadelerle senden istiyorum demesi mekruhtur.”98
İbn-i Abidin de (Peygamberlerinin hakkı için demeyi mekruh görmüştür) sözünün arkasından “Ebu Yusuf buna muhalefet etmemektedir.” notunu ilave etmektedir.99
İki öğrencisinin de Ebu Hanife ile aynı görüşte olduğunu Kenzu’d-Dakaik Şerhi’nin haşiyesinin sahibi Çelebi100de, İhya’u Ulumiddin Şerhi sahibi Zebidi 101 de, muasırlardan müfessir Hicazi 102 ve Vehbe Zuhayli 103 de nakletmektedir.
Bu nakiller açıkça ortaya koymaktadır ki, Ebu Yusuf da filanın ve falanın hakkı için istemenin mekruh, yani haram veya harama yakın olduğu konusunda, Ebu Hanife ve Muhammed’le aynı görüştedir.
Hoşafçı ise, iddiası ve yaptığı nakille hem Ebu Yusuf’a hem de Reşid Rıza’ya iftira etmektedir.Yaptığımız nakiller hem Ebu Yusuf’un hocasına muvafakat ettiği görüşünün, hem de Reşid Rıza’nın yaptığı naklin doğru, Hoşafçı’nınkinin ise apaçık bir yalan olduğunu gözler önüne sermektedir.
97 Aliyyul Kari, Şerhu Fıkhil Ekber, 198
98İbn-i Ebil İz el-Hanefi, Şerhu Akideti’t-Tahaviyye, 1/297
99İbn-i Abidin, Reddü’l Muhtar, 6/397
100 Fahruddin Zeylei, Tebyin’un hakaik fi şerhi Kenzu’d-Dakaik, 7/69 (Haşiye)
101 Zebidi, İthafu’s Seadet’il Muttekiyn bi şerhi İhya’u Ulumiddin, 2/295
102 Hicazi, Tefsiru’l-Vadih, 1/225
103 Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Munir, 3/524
Okuyucuya mühim bir not:
Kıymetli okuyucu!
Eğer bütün bu münakaşalar seni sıkıyor ve tereddütde bırakıyor, hangisi hak hangisi batıl diye karar vermekte zorlanıyorsan, delillerin münakaşasına geçmeden önce selamette ve emniyette kalmanın şu en basit yöntemini iyi dinle. Bir taraf zat ile tevessül, yani “Allah’ım, filancanın hürmetine” diyerek dua etmeye meşru, yani yapılması caiz veya müstehab diyor. Farz
değil!
Diğer taraf ise böyle yapılması bid’at ve dalalettir diyor.
Eğer böyle yapmaz da, direkt olarak Allah’tan istersen, iki tarafa göre de bir risk veya günaha girmiş olmazsın.
Eğer böyle yaparsan bir tarafa göre bid’at ve dalalettesin.
Sence hangisi daha selametli?
Bir taraf ölülerden medet istenebileceğini, bunun farz değil, caiz olduğunu söylüyor.
Diğer taraf ise ölülerden medet istemenin şirk olduğunu söylüyor.
Eğer ölüleri bırakıp sadece Allah’tan medet istersen iki tarafa göre de bir günaha girmiş olmazsın.
Eğer Allah ile beraber ölülerden de medet istersen bir tarafa göre şirk koşmuş ve İslam dininden çıkmış olursun.
Sence hangisi daha emniyetli?
Bir taraf sadece Allah’a dua edilsin, sadece Allah’a yalvarılsın ve sadece O’ndan medet istensin diyor.
Diğer taraf ise hayır, Allah’la beraber ölülere de yalvarılsın, onlardan da medet istensin diyor.
Eğer bunlardan birisi yanlışlık ve sapıklıksa, sence hangisi sapıklığa daha yakın olabilir?
Sadece Allah’tan medet istensin demek mi?
Yoksa hayır, sadece Allah’tan medet istenmesin demek mi?
“Öyleyse, eğer biliyorsanız söyleyin! İki gruptan hangisi güven ve emniyette olmaya daha layıktır.”104
104 En’am, 81
BÖLÜM
Hoşafçı’nın Tutunmaya Çalıştığı Şüpheler
Gayrımeşru Tevessülü Meşru Olana Kıyas Etmesi
s. 116’da diyor ki: “Zat ile tevessülü kabul etmeyenler, bir başkasından bizim için Allah’a dua etmesini isteyip onun da bizim için Allah’a dua etmesini kabul ediyorlar. Buna göre bizim için Allah’a dua eden kişiyi aracı kılmış oluyoruz. Zat ile tevessülü kabul edenlerin dua şeklinde ise direkt Allah’tan isteyip “ya Rabbi, o kişiye olan sevgin hürmetine ve hatırına bize yardım et” denilirken doğrudan Allah’tan isteniliyor. İki dua şeklinde de o kişi aracı kılınmış oluyor.”
Ehl-i sünnet, kişinin bir başkasından dua isteme şeklinde tevessül etmesini, kıyasa veya hevaya dayanarak değil, kitap ve sünnetten sahih ve sarih naslarla, selefin icma ettiği uygulamasından çıkarmaktadır. Böyle bir tevessül şekli, ittifakla caiz ve meşrudur. Bununla beraber yine ittifakla, ibadetlerde kıyas olmaz. Zira ibadetler tevkifidir ve sadece vahiyle sabit olur.
Başka bir kişinin bizim için Allah’a duacı olması, isteğimizin yerine gelmesi için meşru bir vesiledir. Hoşafçı dilerse bunun adına araç ya da aracı diyebilir. Ancak başka bir kişinin zatı ve şahsı, duamızın kabul olması için
meşru ve makul bir vesile, araç/aracı değildir.
İki dua şeklinde de o kişi aracı kılınmış oluyor demek tam olarak doğru değildir. Birinci dua şeklinde duayı eden o kişidir. Dolayısıyla aracı kılınan ve vesile edilen, o kişinin bizim namımıza dua ve istekte bulunmasıdır. Böyle bir tevessül meşru olduğu gibi aynı zamanda da makuldür.
İkinci dua şeklinde ise, duayı eden biz iken, aracı ve vesile edilen bizimle ve duamızın kabul edilmesiyle hiçbir ilgisi olmayan, o kişinin şahsıdır. Böyle bir tevessül, meşru olmadığı gibi makul de değildir.
s. 135’de diyor ki: “Bir yanda kişi ile Allah arasında mahlukatın vasıta (aracı) yapılmayacağını söyleyen, bir yandan da kişinin salih amellerini öne sürerek tevessül edilebileceğini ifade edenler, aslında o kişiyi (o ameli demek istiyor galiba) aracı kılmış olurlar. Allah’ın “Allah’tır sizi ve yapmakta olduklarınızı yaratan” buyurduğunu ve amellerin de mahlûk olduğunu bilmezler mi acep?”
s. 226’da diyor ki: “Eğer tevessülü kabul etmeyenler, insanın kendi amelleriyle tevessülünü caiz görürlerse biz de deriz ki, ameller mahluktur. Allah mahluk değildir. Siz insanın mahlûk olan kendi ameliyle tevessülünü kabul edersiniz, biz de başka bir mahluk olan başkasının ameliyle tevessül ederiz.”
Kişinin mahluk olan salih amelleriyle tevessül edip duasının kabul edilmesi için bunları aracı etmesi de ittifakla caiz ve meşru olduğu gibi, itibarla da anlaşılabilir ve makuldür. Zira bu ameller, dua eden kimsenin yapmış olduğu, isteğinin yerine gelmesine gerekçe olabilecek vesilelerdir.
Kişinin başka bir mahluk olan başkasının ameliyle tevessül etmesi ise meşru ve caiz olmadığı gibi, makul ve anlaşılabilir bir şey de değildir. Zira bir başkasının işlediği amellerin bizimle ve isteğimizin yerine gelmesiyle nasıl bir alakası olabilir?
İnsanın salih amelleriyle tevessül edebilmesinin meşru oluşunun illet ve gerekçesi bunların mahlûk oluşu mudur ki Hoşafçı başka bir mahluku buna kıyas ederek mahluk olan her şeyle tevessül edilebilir demeye getiriyor?
s. 135’de diyor ki: “Allah’ım, senin peygamberlerini vesile kılıyorum demesi ile senin peygamberlerine olan sevgimi vesile kılıyorum demesi arasında hiçbir fark yoktur.”
Hoşafçı’nın bu sözü, “Alışveriş faiz gibidir,105” yani aralarında hiçbir fark yoktur diyen yahudilerin sözüne benziyor. Hâlbuki “Allah, alışverişi helal, faizi haram etti.”106
Veya bu söz, “Hayızlı kadın, kılmadığı namazı kaza etmiyor da tutmadığı orucu neden kaza ediyor?”107 oysa aralarında hiçbir fark yoktur diyen kimsenin sözüne benziyor. Oysa namazı kaza etmekle emrolunmadı, ama orucu kaza etmekle emrolundu.
105 Bakara, 275
106 Bakara, 275
107 Buhari, Sahih, 321; Müslim, Sahih, 335
Ya da bu, “Cuma namazı için ezan okumak ile bayram namazı için ezan okumak arasında hiçbir fark yoktur.” demeye benziyor. Hâlbuki Cuma namazı için ezan okumak meşru ve sünnet, bayram namazı için okumak ise gayrımeşru ve bid’attır.
Şimdi de “Allah’ım, senin peygamberini vesile kılıyorum.” ile “Peygamberine olan sevgimi sana vesile kılıyorum.” arasındaki farkları söyleyelim.
Birincisi, kitap ve sünnette gelmeyen, gayrımeşru bir tevessüldür.İkincisi ise kitap ve sünnette gelmiş, meşru bir tevessüldür.
Birincisi, istenen şeye gerekçe olması söz konusu olmayan peygamberin zatıdır. İkincisi ise istenen şeye gerekçe olması makul ve mümkün, isteyen kişinin salih amelidir.
Başka bir tabirle birincisi senin duan ile alakası olmayan zattır.İkincisi ise seninle ve duanın kabulüyle doğrudan alakası olan senin amelindir.
Yani birincisi, “Ya Rabbi, duamı kabul et, çünkü peygamberin zatı...” demektir.İkincisi ise “Ya Rabbi, duamı kabul et, çünkü ben senin emrine uyup rızanı gözeterek peygamberini sevdim.” demektir.
Birincisi, “Rabbimiz! Rabbinize iman edin diye imana çağıran münadi hatırına, günahımı bağışla.” demektir.
İkincisi ise “Rabbimiz! Biz, Rabbinize iman edin diye imana çağıran bir münadi duyduk, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla.” 108 demektir.
Birincisi, “Rabbimiz, indirdiğin Kur’an ve gönderdiğin Rasûl hatırına bizi şahitlerle beraber yaz.” demektir.
İkincisi ise “Rabbimiz, indirdiğine iman ettik, Rasûl’e ittiba ettik, bizi şahitlerle beraber yaz.”109 demektir.
Tecrübeyi Gerekçe Göstermesi
s. 116’da “…şu ayet, şu hadisle beraber, şu tecrübeye de dayanarak…” sözleriyle, tecrübeyi meşruiyete dayanak olarak zikreden Hoşafçı;
s. 108’de İbn-i Teymiyye’den “Bazı kimselerin Peygamber Efendimizden veya ümmetine mensup salih bir şahsiyetten bir şey dilemeleri ve bu dileklerinin yerine getirilmesi çok görülen bir olaydır.” sözünü aktarıp ardından “İbn-i Teymiyye böyle bir dilekte bulunmayı doğru bulmamakla beraber, böyle dileklerin Allah’ın izniyle kabul olduğunu itiraf etmiştir.” diyerek, bu olumlu neticenin ölülerden dilek dilemeyi meşru kılacağını göstermeye çalışmaktadır.
İbn-i Teymiyye’nin diğer bir itirafını da biz aktaralım.
108 Al-i İmran, 193
109 Al-i İmran, 53
Diyor ki: “İnsanların birçoğu, Allah’ın dışında, yıldızlara ve diğer mahluklara dua ediyorlar ve isteklerinden bazılarına kavuşuyorlar. İnsanlardan bazıları putların yanında, kiliselerdeki suretlere dua ediyor ve isteklerinden bazılarına kavuşuyorlar. Müslümanların ittifakıyla haram olan birtakım dualarla dua eden bazıları da isteklerinden bazılarına kavuşuyorlar.”110
Şimdi de Hoşafçı’ya soralım: Müşriklerin ilahlarından diledikleri şeylerin hâsıl olduğu da görülen bir şey değil midir?
Budistler, Hindular ve Brahmanlar tapınaklarında, yüzyıllardır dilekleri hiç kabul olmadığı halde mi dilemeye devam ediyorlar?
Senin de s. 40’da şirke düşüreceğini söylediğin şekilde ülkemizin her köşesinde, kabir ve türbelerden “Bana eş ver, iş ver, ev ver.” diye dilekte bulunan, kabirlere adaklar adayan, hatta ağaçlara ve çalılara ip ve çaput bağlayanların, eş de bulduğu, işe de girdiği, ev de aldığı çok görülen bir olay değil midir?
Tecrübelerle sabit bu olumlu neticeler de, Allah’tan başkasına dua etmeyi olumlu kılar mı?
Müşahede edilen olumlu neticeyle ona sebep olduğu düşünülen şeyin meşru olabilmesi arasında bir lüzum bağı olmadığı daha iyi anlaşılsın diye, sebep-sonuç ilişkisi hissi olarak bilinen şu örneklerle şöyle söyleyebiliriz.
Bir yemeği çalarak yiyen aç bir kimsenin karnının doyacağını veya çocuk sahibi olmak isteyen bir kimsenin zina ederek çocuğunun olabileceğini, İbn-i Teymiyye de itiraf eder, biz de itiraf ederiz, siz de itiraf edersiniz.
Karnı doyuyor diye çalmayı veya çocuk sahibi olunuyor diye zina etmeyi İbn-i Teymiyye de meşru görmez, biz de görmeyiz, sanırız siz de görmezsiniz.
Açıkça gözle görülen şeylerde bile istenen netice ile meşruluk arasında bir lüzum bağı yoksa, farzedilen şeylerde böyle bir bağ pekala yoktur.
Yani kabirlerden dilekte bulunanların ara sıra veya çok kere dileklerinin yerine geliyor olması, bunun caiz ve meşru bir iş olduğunu asla ve kat’a göstermez.
Muayyen Bir Bid’atı Yasaklayan Hususi Deliller İstemesi
s. 188’de, “Çünkü sizin elinizde, bunu yasaklayan zayıf da olsa bir deliliniz yok.”
s. 191’de, “Hâlbuki tevessülü kabul etmeyenlerin elinde, zat ile yapılan tevessülü yasaklayan zayıf ve uydurma dahi olsa bir delil yok.”
s. 226’da, “Elinizde başkasının ameliyle tevessül yapmamızı yasaklayan bir hadis var mı? Elbette ki yok.” demekte ve bunu hemen hemen her fırsatta tekrar etmektedir.
110 İbn-i Teymiyye, Kaidetun Celîle, 241
Üçüncü mukaddimede izah ettik, ama gene de tekrar edelim.
Hoşafçı, bizim yok dediğimiz bir şeyin var olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Beceremeyince de, bizden yok olduğunu söylediğimiz şeyin yok olduğunu ispatlamamızı istiyor. Hâlbuki mesele gayet açık.Bir şeyin var olduğu ispatlanamıyorsa, yok olduğunu ispatlamaya hacet yoktur.
Biz diyoruz ki, bu iş meşru değildir. Yani sünnette böyle bir uygulama yok!
O ısrarla diyor ki, yok olduğuna delil getirmeniz lazım. Bunu yasaklayan bir şey yok!
Sanırız okuyucu konuyu anladı. Ama Hoşafçı da anlasın diye bildiği bir şeyden örnek verelim:
Bayram namazları için ezan okunmasının meşru olmadığını, bunun bir bid’at olduğunu ve hasene(!) sınıfına girmediğini -sanıyoruz- Hoşafçı’da kabul etmektedir.
Birisi çıkıp ezanın faziletleriyle alakalı delilleri zikrederek, “ezan namaza çağrıdır, bayram namazı da bir namazdır, öyleyse burada da okunmalıdır” dese, ardından s. 81’de Hoşafçı’dan öğrendiği “Peygamberimiz bir mesele hakkında yapılıp yapılmamasıyla ilgili bir şey dememişse bu mesele Kur’an ve sünnete aykırı olmadığı müddetçe, o şeyin yapılmasında bir mahsur yoktur. Ayrıca kötü olsaydı peygamberimiz yasaklardı.” gerekçesini ileri sürse, Hoşafçı, bayram namazları için ezan okumayı yasaklayan zayıf veya uydurma dahi olsa bir hadisi delil getirebilir mi?
Bir diğeri çıkıp “Arkadaşlar, revatip sünnetlerde gevşeklik oluyor. Gelin bunları da cemaatle kılalım. Hem cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınandan daha efdaldir.” dese, Hoşafçı, revatip sünnetleri cemaatle kılmayı yasaklayan zayıf veya uydurma dahi olsa bir hadis bulabilir mi?
Bir başkası “Ben daha sevap olsun diye sabah namazının farzını dört rekat kılmak istiyorum.” dese, Hoşafçı, bunu yasaklayan zayıf veya uydurma dahi olsa bir rivayet zikredebilir mi?
Ve bunlar gibi binlerce örnek sıralayabiliriz.
Hoşafçı bütün bunların meşru olmadığını ve bid’at olduğunu, s. 191’deki kendi tabiriyle “sadece yorumla,” doğru tabirle ise s. 81’de bizden aktardığı “böyle yapıldığına dair bir haberin bize ulaşmadığıyla” isbat edebilir.
Âlimlerin Sözleriyle İlzam Etmeye Çalışması
Hoşafçı’nın niza yerinde delil getirmedeki acayipliklerinden biri de, selefileri, itibar ettikleri âlimlerinden -üstelik birçoğunu da çarpıtarak- naklettiği sözlerle ilzam etmeye, buna iltizam etmemeyi de akidelerini çökertmeye(!) gerekçe saymaya çalışmasıdır.
s. 92’de, “Kendilerine selefiler diyenlerin görüşlerinin kaynağı İbn-i Teymiyye’dir.” iddiasını ortaya attıktan birkaç satır sonra buna kendisi de inanmış olacak ki “İbn-i Teymiyye’yi görüşlerinin kaynağı olarak kabul edenler...” demekte, kitabın hemen hemen bütün bahislerinde onun ve diğer bazı âlimlerin birçoğu mücmel, birçoğu makaslanmış sözlerini,
selefiler aleyhine delil getirmeye çalışmaktadır.
Selefilerin akidelerine görüş denmeyeceğini, bunların kaynağının da - hâşâ- İbn-i Teymiyye veya bir başka âlim olmadığını zaten beyan etmiştik.
Hoşafçı şunu iyi bilmeli ki, Selefiler, niza ve ihtilaf edilen konularda, Allah’a ve ahiret gününe inanan her Müslümanın yapması gerektiği gibi, Allah’ın kitabına ve peygamberin sünnetine dönerler.
İhtilaf edilen konularda bazı âlimlerin sözlerinin, diğer bazı âlimlerin sözlerine karşı hüccet olmayacağını bedihi olarak bilirler. Muhammed aleyhisselam dışında herhangi bir kimsenin bütün görüş ve içtihatlarına iltizam etmeyi vacip görmeyi apaçık bir dalalet sayarlar.
Dolayısıyla onları iltizam etmedikleri bir şeyle ilzam etmeye çalışmak, abesle iştiğal etmek olur.
Ancak Hoşafçı bununla da yetinmeyip, s. 36’da da söylediğini s. 101’de tekrar ederek şöyle demektedir. “Bu âlimlerinizin hata ettiklerini söylerseniz, birçok konuda da hata edebileceklerini ima etmiş olursunuz. Böylece onların görüşlerini savunduğunuz için siz de hata içinde olduğunuzu, başka konularda da hata edebileceğinizi istemeden de olsa itiraf etmiş olursunuz.”
Biz inancımızın gereği olarak isteye isteye itiraf ediyoruz.Âlimler ve bizim âlimlerimiz dahil bütün insanlar hata edebilirler. İtiraf ediyoruz. Bir değil birçok konuda hata edebilirler.
İmamların hatadan masum oluşu ehl-i sünnetin değil, rafizilerin bir akidesidir. Bizim akidemize göre Nebi aleyhisselam dışında herkes hata edebilir.
Ancak hata etmeleri aklen ve şer’an mümkün, vakıa olarak da sabit ve varid diye, bütün söyledikleri hata olabilir sonucu çıkarıp ümmetin hakkında şahitlik ettikleri âlimleri iskat etme yoluna gitmeyiz.
İsteyerek itiraf ediyoruz. Savunduğumuz şeyler o âlimlerin görüşleri olmadığı halde biz de hata edebiliriz.
Ancak muayyen bir âlimi her görüş ve fetvasında taklid etmenin caiz, hatta vacib olduğunu, biz değil siz söylüyorsunuz.
Bizim menhecimizde, Nebi aleyhisselam dışında herkesin sözü alınır da, atılır da...
Ayrıca bizde bir sözün alınıp atılması, sizdeki gibi o sözü söyleyenin kim olduğuyla değil, sözünü nereye, ne kadar doğru dayandırdığıyla ilgilidir.
Mürşidin önünde gasilhanedeki meyyit gibi, sorma, itiraz etme, karşı gelme ve kabul etmeme, bizim değil, sizin örfünüzde olan bir şey!
Biz hiç kimsenin sözünü, “O öyle tecrübe etti, rüyasında öyle gösterildi, ilham öyle geldi, keşif böyle çıktı, ebced buna denk geldi veya yakaza olarak peygamberden böyle telakki etti.” iddiasıyla alıp kabul etmeyiz.
Bizim âlimlerimiz, söyledikleri her sözü usulüne uygun olarak şer’i delillerle delillendirmek zorundadırlar.
Onlardan bazılarınınkinden daha kuvvetli ve daha sıhhatli delillerle, daha doğru istidlal eden bulduğumuzda muhalefet ettiğimizin kim olduğuna bakmadan uymaya çalıştığımız Nebi aleyhisselam’ın sözünün önüne kimsenin sözünü takdim etmeyiz.
Ya siz? Âlimlerinizin ve imamlarınızın, dolayısıyla -vucuben onları taklid ettiğiniz için- kendinizin hata etme ihtimalini kabul etmiyor, rafiziler gibi onların masum mu olduklarını söylüyorsunuz?
Eğer onların hatadan masum olmadıklarını kabul ediyorsanız, bu kabulünüzün arkasından, “Hata edebildiklerine göre her konuda hata edebilirler. Biz de vucuben onları taklid ettiğimize göre her şeyde hata ediyor olabiliriz.” mi diyorsunuz?
Eğer bu mantık ve ilzam doğruysa, her şeyde hata etme ihtimali(!), âlimleri taklid etmeyi her halukarda vacip görenlerde mi daha kuvvetlidir, yoksa taklid etmeyi ancak zarurette caiz görenlerde mi?
İbn-i Teymiyye’nin, Görüşünden Döndüğü İddiası
s. 92’de diyor ki: “Talebesi İbn-i Kesir, “İbn-i Teymiyye’nin devlet ve ulemanın huzurunda tevessülün haram olduğu görüşünden kendi isteğiyle vazgeçip mübah olduğunu kabul ettiğini, fakat istiğasenin haram olduğu görüşü üzerinde devam ettiği” sözünü bizlere nakletmiştir.”
Hoşafçı ve benzerleri, şer’i bazı terimlere şer’i olmayan anlamlar yükleyip sonra batıl olan bu anlamları inkâr edenleri, tahrif ettikleri aslı inkâr etmekle itham edip halkı kandırmaya çalışmaktadırlar.
Vefatından sonra Nebi aleyhisselam’dan veya başka bir zattan şefaat istenilmeyeceğini söyleyenler hakkında “bunlar şefaati inkâr ediyorlar” demeleri veya gayrımeşru bir şekilde toplanarak hoplayıp, zıplayıp, raksederek, adeten insanların çıkarmadığı sesler çıkarmaya -hâşâ- Allah’ı zikretme adını verip, bunun yanlış olduğunu söyleyenlere “zikri inkâr ediyorlar” demeleri gibi...
Bunun tam tersi olarak da, şer’i olan bazı terimleri kullananları, bu terimlerle şer'i anlamı değil,onlara kendilerinin yüklemiş oldukları batıl anlamları ifade etmeye nisbet etmektedirler.
Tevessül de bunlardan biridir. Hoşafçı, tevessül kelimesine yüklenen gayrımeşru anlamları kabul etmeyenleri, tevessülü inkâr etmeye nisbet ettiği gibi, tevessülü kabul ettiğini söyleyenleri de, bu batıl anlamları kabul ediyor olmaya nisbet etmekdedir.
Yani denilebilir ki, İbn-i Teymiyye’nin, tevessülün haram olduğuna dair bir görüşü zaten yoktur ki ondan dönmüş olsun.İbni Teymiyye ve ehl-i sünnetin tamamı tevessülün, değil mübah, bilakis vacip, hatta imanın bir gereği olduğuna inanmaktadırlar.
İbn-i Teymiyye diyor ki “Tevessül sözünden üç şey kasdediliyor olabilir.
Veya Müslümanlar arasında ittifak edilen iki şey murad ediliyor olabilir.
Birincisi, imanın ve İslam’ın aslıdır. Bu, Peygamber aleyhisselam’a iman edip itaat etmekle tevessül yapmaktır.İkincisi ise duası ve şefaatidir.
Bu iki çeşitten birisiyle tevessülü inkâr eden, kâfir ve mürted olur.
Tevbeye davet edilir, eğer tevbe etmezse mürted olarak öldürülür.”111
İbn-i Teymiyye’nin bu sözlerini aktardık ki, bunları gören başka birisi çıkıp da “İbn-i Teymiyye tevessülü kabul ediyor, tevessülü inkâr eden selefi ve vahhabileri de tekfir edip mürted sayıyor.” demesin.Bu birincisi.
İkinci olarak, Hoşafçı’nın yakıştırdığı değil de İbn-i Kesir’in yaptığı
naklin doğru şekli de şöyledir:
“Birzâlî dedi ki, aynı senenin şevval ayında, Kahire’deki sofiler, Şeyh Takıyyuddin’in (İbn-i Teymiyye’nin), İbn-i Arabi ve diğerleri hakkındaki sözlerini devlete şikayet edip konuyu şafiî kadısına götürdüler. Onun için bir duruşma meclisi toplandı. İbn-i Ata, onun aleyhinde bir sürü iddia ortaya attı. Ama bu iddialardan hiçbirisini ispatlayamadı.
Ancak (İbn-i Teymiyye) şöyle dedi: “Allah’tan başkasından istiğase yapılmaz. Nebi aleyhisselam ile dua anlamına gelen istiğaseyle medet istenmez. Onunla tevessül edilir ve Allah’a karşı şefaatçi kılınır.”112
Hoşafçı’nın “okuyucu nasıl olsa dönüp bakmaz” diye düşünerek uyarlama yaptığı nakil budur.
Şimdi soralım: İbn-i Teymiyye’nin hakikatte tevessülün haram olduğuna dair bir görüşü var mıdır? Eğer varsa bu görüşünü nerede ve ne şekilde ifade etmiştir?
Bu nakilde İbn-i Teymiyye’nin iddia edilen görüşünden “döndüğü,” hem de bunu “kendi isteğiyle” yaptığı nereden ve ne şekilde çıkarılmaktadır?
İbn-i Kesir’in yaptığı nakildeki “Onunla tevessül edilir ve Allah’a karşı şefaatçi kılınır.” sözünün anlamı şudur:
“Sahabenin sözlerinde, Nebi aleyhisselam ile tevessül edip onunla teveccühte bulunmak, O'nun duası ve şefaatiyle tevessül etmeyi kasdetme manası taşımaktadır.”113
“Ancak O'ndan şefaat isteyip, O'nunla ve bir başkasıyla tevessül etmek, O hayattayken olan bir şeydi. Yani O'ndan dua etmesini istiyorlar, O da onlara dua ediyordu. Tevessülleri, duası ileydi. O'nunla istişfa etmek, şefaat etmesini istemektir. Şefaat ise duadır.”114
Yani İbn-i Teymiyye ‘tevessül’ ve ‘şefaatçi kılmak’ ifadeleriyle, sahabenin kullandığı doğru anlamı kasdetmektedir.
Hoşafçı ise -bir de söze ilaveler yaparak- İbn-i Teymiyye'nin şer'i anlamıyla kullandığı meşru tevessülü,batıl anlamlar yüklenmiş gayr-ı meşru tevessül olarak anlamakta ve öyle yansıtmaya çalışmaktadır.
İşin ilginç tarafı, İbn-i Kesir, İbn-i Teymiyye’nin tevessülle ilgili görüşünden döndüğüne delil olarak getirilmeye çalışılan bu hadiseyi, hicri 707 senesinin olaylarını aktarırken nakletmektedir.
111 İbn-i Teymiyye, Kaidetun Celile, 60
112 İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 18/74
113 İbn-i Teymiyye, Kaidetun Celile, 126
114 a.g.e, 311
İbn-i Teymiyye ise, tevessül meselesini etraflıca açıkladığı Kaidetün Celile isimli kitabında, hicri 711 senesinde Mısır’dayken, tevessül hakkında kendisine bir soru sorulduğunu ve bu soruya geniş bir cevap verdiğini zikredip faydalı olacağını umarak o cevabı da bu kitaba eklediğini ifade etmektedir.”115
Yani İbn-i Teymiyye, 711 senesinde de, daha sonrasında da aynı görüştedir. Hoşafçı’nın bu iddiası ise İbn-i Teymiyye’nin 711 hicri senesinde ve daha sonrasında sahip olduğu görüşten en az dört sene önce, yani 707 hicri senesinde dönmüş olduğu anlamına gelmektedir.
Muhammed b. Abdulvahhab’ın Zat ile Tevessülü Caiz Gördüğü İddiası
s. 93’te “Muhammed b. Abdulvahhab’ın tevessüle dair görüşleri” başlığı altında, ondan yaptığı bir nakil sonrasında s. 94’te diyor ki: “Muhammed b. Abdulvahhab’ın bu sözleri, tevessülün ona göre de caiz olduğunu göstermektedir.”
Ne kadar ilginçtir ki, yüzyılı aşkın bir zamandır Muhammed b. Abdulvahhab’ın, Nebi aleyhisselam’ın zatıyla tevessül edenlere müşrik ve kâfir dediği iftirasından sonra,116artık kimsenin buna inanmadığı anlaşılmış olmalı ki, Alevi Maliki ile yeni bir döneme girilmiş, birinci iddianın tam aksine, aslında Muhmmed b. Abdulvahhab’ın da tevessülü inkâr eden birisi olmadığı, tevessülü onun da caiz gördüğü anlatılmaya başlanmıştır.
Muhammed b. Abdulvahhab’ın torunlarından, onun akide ve menhecini en iyi bilen isimlerden biri olan Salih b. Abdülaziz Âlu’ş-Şeyh, Alevi Maliki’nin bu iddiasına şöyle cevap vermektedir:
“Şeyh (Muhammed b. Abdilvahhab) rahimehullah, insanları Allah’ın Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği dinlerine döndürmek için mücadele etmiştir. Onları, zamanındaki bazı insanların yaptığı ve Müslümanlık olarak iddia ettikleri şeyin, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in savaştığı müşriklerin yaptıklarının aynısı olduğuna ikna etmeye uğraşmıştır.
Onun zamanında dindar geçinenlerin birçoğu kabirlere tapıyorlardı. Allah’ın dışında müstakil olarak kabir ashabına dua ediyor, onlardan şefaat taleb edip kendilerini Allah’a yakınlaştıracaklarını umarak, Allah ile beraber onlara ibadet ediyorlardı.
Zararların defedilmesini, felaketlerin kaldırılmasını ve sıkıntıların giderilmesini onlardan umuyorlardı…
115 a.g.e, 304
116 Bu iftiranın sorumlularından biri de Hüseyin Avni’dir. Dergisinde yüzüne vurduğumuz iftiralardan biri de buydu.
Ayrıca onlar, adak adamak ve kurban kesmek gibi Allah’tan gayrısına yapılmayacak ibadet ve kurubatın birçok çeşidini mezarda yatanlara takdim ediyor, Allah’ın mescidlerinde olduklarından daha çok, mezarda yatan ölülere karşı eziklik ve acziyetle boyun eğiyorlardı.
Ölülerden medet istiyor, (ibadet olan) esrarengiz bir korkuyla onlardan korkuyor, Allah’tan çok onları seviyor, Allah’a yaklaşmaktan çok onlara yakınlaşmaya çalışıyorlardı.
Hatta Rablerini ve O’nu anmayı tamamen unutmuş bir durumdaydılar.
Vahdet-i Vucud ve evliyayı enbiyadan üstün görmek gibi ilhad ve zındıklık mezhepleri, aralarında yaygınlaşmış bir haldeydi.
Önderlerinden birisinin söylediği gibi;
“Peygamberlik makamı, berzahta Rasûlün az üstünde, velinin altında”
…Zikri geçen büyük şirkin bu çeşitleri; onun mücadelesinin ve değiştirme gayretlerinin temelini oluşturmaktaydı. Zira onun ilk derdi insanları İslam’a ulaştırmaktı.
Sonra Şeyh rahimehullah, hikmetli bir davetçiydi. Muhatabı şirkin çeşitlerinden biri içine düşmüşken ve henüz şirkin insanlar arasında mevcud bulunduğunu bilmezken, onu bid’atlerden ve şirke vesile olabilecek şeylerden nehyetmek hikmetten olmasa gerek!
Öncelikli olarak, vacib olan şirki beyan etmektir. Bundan sonra kulun kalbinde İslam’ın hakikati yerleşip büyük şirki terk ve inkâr ederse zaten o, şirke vesile olacak şeyleri de kendiliğinden inkâr edecektir. Zira akıl ve basiret sahibi kişi, bir şeyin kötü ve çirkin olduğunu bilirse ona vesile ve sebep olabilecek şeylerin kötü ve çirkin olduğunu da bilir.”117
117 Salih Âlu’ş-Şeyh, Hazihi Mefahimuna, 86, 87
Şirki, Rububiyyet'e Has Zannetmesi
s. 128’de diyor ki: “Tevessül edilen zatı, yaratma, icad etme ve bir şey üzerinde tesir etme gibi Allah’a ait vasıflarla vasıflandırmıyorlar. Tesirin Allah’tan olduğuna inanıyorlar.”
s. 190’da diyor ki: “Tevessül edilen zata, yaratma, icad etme, ibadete layık görme, herhangi bir şey üzerinde tesir etme gibi Allah’a ait vasıflarla vasıflandırmamak kaydıyla yapılabilir.”
Hoşafçı, tekrar ettiği bu kayıtlarla tevhidin ne olduğuna dair olan inancını ifade etmektedir. Yani ona göre bu bahsedilen vasıfların Allah’a ait vasıflar olduğunu ikrar etmek gerçek tevhiddir. Dolayısıyla şirk de, Allah’tan başka birisinde de bu vasıfların olduğuna inanmaktır. Öyleyse bu vasıfların Allah’a ait olduğuna iman eden muvahhid bir mümin(!), Allah’tan başkaları için yaptığı ne olursa olsun, onların bu vasıflara sahip olduğuna inanmadığı için müşrik olmaz.
s. 134’de söylediği gibi, “Tevessül eden kişi, vesile edindiği şeyleri Allah gibi menfaat ve zarar verebilecek bir şey olarak kabul ediyorsa müşrik olur.”
Yani ona göre şirkin ve müşrik olmanın yegane şartı budur.
Zat ile tevessül etmeyi bir kenara bırakarak söyleyelim ki, -bir kenara bırakıyoruz, çünkü az ilerde geçeceği gibi yaygarasının esas sebebi o değil- Hoşafçı’nın sözlerinin anlamı şudur:
“Vesile edildiği söylenerek, Allah dışında bir ölüden yardım/medet istenirken, o ölünün Allah gibi menfaat ve zarar verebilecek bir şey olduğu kabul edilmiyorsa, burada şirk söz konusu olmaz.
Bizler de Allah dışında bir ölüden yardım/medet isterken onun yaratma, icad etme ve bir şey üzerinde direk tesir etme gibi Allah’a ait vasıfları olduğuna inanmıyoruz. Dolayısıyla bu vasıfların Allah’a ait vasıflar olduğuna inandığımız için şirk koşuyor olmaktan uzağız.”
Hoşafçı, ifade ettiğimiz bu maksadını s. 271’de daha açık ifade ederek diyor ki: “Ölü ya da diri herhangi birine seslenip yardıma çağıran kimse yardım istenilen kişiyi Allah’tan ayrı tek başına zarar ve fayda vermeye güç yetirebildiğine inanıyorsa Allah’a şirk koşmuş demektir.”
Yani Allah’tan ayrı tek başına zarar ve fayda vermeye gücü yettiğine inanmıyorsa, ölüye seslenip yardıma çağıran kimse şirk koşmuş olmaz.
Hoşafçı’nın bu ifadelerinden, onun tevhidi de, şirki de doğru bilmiyor olduğunu görmekteyiz.
Tevhidi, Allah’ın yaratan, icad eden, fayda ve zarar vermeye gücü yeten olduğuna inanmaktan ibaret olarak bildiği için, bu vasıfların sadece Allah’a ait vasıflar olduğuna inanmayla mümin olunacağını zannetmektedir.
Bunun aksi olarak da şirki, bu vasıfların Allah’tan başkasında da olduğuna inanmaktan ibaret olarak bildiği için, böyle bir inanca sahip olmamayı şirk koşmuyor olmak için yeterli görmektedir.
Hâlbuki -birinci mukaddimede açıklandığı gibi- müşrikler de yaratanın, icad edenin, fayda ve zarar vermeye kadir olanın yalnızca Allah olduğuna inanmakta, kendilerine sorulduğu zaman da bu inançlarını açıkça söyle- mekteydiler.
Allah’ın dışında dua ettikleri, yardıma çağırarak medet istedikleri ilahlarının, yaratma, icad etme, zarar ve fayda vermede Allah’a ait vasıflar taşıdıklarına inanmıyorlardı.
Haddizatında salihler, cinler, melekler, evliya ve enbiyadan ibaret olan ilahlarını, kendilerini Allah’a yaklaştıracak vesileler olarak görüp Allah katında kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı.
Birinci mukaddimede zikrettiğimiz apaçık ayetleri okuyan, -Allah’ın kalplerini ve kulaklarını mühürlediği ve gözlerinde perde olanlar dışında- herkes bu hakikati rahatça anlayacaktır.
Hoşafçı bunları bilmediği veya anlamamaya inad ettiği için şirkin, Allah’tan başka yaratan olduğuna iman etmek olduğunu, müşriğin de Allah’ın dışındaki putların yaratan, icad eden, fayda ve zarar veren şeyler olduğuna inanan kişi olduğunu vehmetmektedir.
Kabirlere, türbelere, ölülere yalvaran, yakaran, dua edip medet bekleyenlerin de o ölülerin yaratan, fayda ve zarar verenler olduğuna inanıyor olmamalarını şirk koşmuyor olmaya temel gerekçe addetmektedir.
Hâlbuki inanç aynı inanç, gerekçe aynı gerekçe, eylem aynı eylem!
Mûminleri Muşriklere Kıyas Etme Şüphesi:
s. 116’da diyor ki: “Bir yanda biz putlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz diyen kâfirler…
Diğer yanda ise şu ayet, şu hadisle beraber şu tecrübeye de dayanarak “Allah’a varmaya vesile arayınız.” ayeti şumulunda gören Müslümanlar, size göre ikisi birbirine benziyor öyle mi? Böyle bir kıyas olmaz.”
Zat ile tevessülü bir kenara bırakalım. Zira Hoşafçı da, bizim zat ile tevessülle, puta tapmanın birbirine benzeyen şeyler olduğunu söylemediğimizi pekala bilmektedir.
Konumuz enbiyanın, evliyanın ve salihlerin türbelerinden yardım/medet dilemek...
Hoşafçı’nın “size göre ikisi birbirine benziyor öyle mi?” dediği mesele budur.
Söyleyelim. Bize göre ikisi birbirine benzemiyor, ikisi birbirinin aynısı...
Beyan edelim.
Siz, Allah’a iman ettiğinizi söylüyorsunuz. Müşrikler de Allah’a iman ediyorlardı.
Siz, yaratanın, icad edenin, rızık verenin, fayda ve zarar elinde olanın, kainatı idare edenin Allah olduğuna inandığınızı söylüyorsunuz.
Onlar da bütün bunları yapanın sadece Allah olduğuna inandıklarını söylüyorlardı.118
Siz, Allah’ın bir aracı olmadan kuluna icabet etmeyeceği su-i zannına kapılmış olmalısınız ki, O’na yakın gördüklerinizi aracı edip dilek ve arzularınızı onlara bildiriyor, onların sizin namınıza Allah’a ileteceklerine inanıyorsunuz.
Onlar da aynı su-i zanla, dileklerini aracılara bildiriyorlardı.
Sizin böyle yaparken esas niyetiniz, sizi Allah’a yakınlaştıracak vesilelere sarılmak.
Onların da böyle yaparken esas niyetleri, kendilerini Allah’a daha da yakınlaştıracak sebeplere sarılmaktı.119
Siz, medet istediklerinizin Allah katında size dua ve şefaatte bulunacağını iddia ederek böyle yapıyorsunuz.
Onlar da ibadet ettiklerinin Allah katında kendilerine dua ve şefaatte bulunacağını iddia ederek böyle yapıyorlardı.120
Sizin, Allah’a aracı edip yardım/medet istedikleriniz, enbiya ve salihler. Onların da Allah’a aracı edip ibadet ettikleri enbiya ve salihlerdi.121
Siz, aracılarınıza yalvarıp yardım isteyip medet umuyorsunuz
Onlar da aracılarına yalvarıp, yardım istemek/medet ummak suretiyle ibadet ediyorlardı.
Öyleyse tekrar edip şöyle söyleyelim:
İnanç aynı, niyet aynı, gerekçe aynı, eylem aynı ve netice aynı…
Bunun ismi kıyas değil. Hoşafçı’nın usûlcü havalarına girerek menattan bahsetmesine de gerek yok. Bu, aynı inanç, aynı fiil ve hatta aynı cümlelerle, tarihin harfi harfine tekerrür etmesinden ibaret bir vakıa!
“İkisi birbirine benziyor, öyle mi?” diyen Hoşafçı’ya biz soralım; ikisi birbirinden farklı şeyler öyle mi?
Öyleyse göstersin bize farkını!
118 Zuhruf, 87; Lokman, 25; Zumer, 38; Yunus, 31; Ankebut, 61-63
119 Zumer, 13
120 Yunus, 18
121 Nuh, 23; Buhari, 4920; İsra, 57
Hoşafçı’nın gösterebileceği tek fark, aynı sayfada “Menatınız puta tapmak ise böyle bir şeyi söyleyen ve eden yok. Hâlbuki müşrikler hem ibadet ediyor hem de ettiklerini söylüyorlar.” ifadesiyle ortaya koymaya çalıştığı isim farkıdır.
Siz onların yaptığı aynı şeyleri, aynı inanç ve aynı gerekçeyle yapıyor, sadece yaptığınız işin adının ibadet olduğunu kabullenemiyorsunuz.
Hakikat aynı olduktan sonra siz ona ister ibadet deyin ister tevessül ve istiğase deyin netice değişmez.
Hoşafçı’nın fark olarak göstermeye çalıştığı bir şey de s. 287’de söylediği şu sözlerdir: “Allah, müşriklerin putlarını Allah dostu olarak gördü mü?”
Evet, gördü.
Allah azze ve celle diyor ki: “Onların ibadet ettiği (ilahların) bizatihi kendileri, hangisi daha yakın diye Allah’a vesileler arar, rahmetini ümid edip azabından korkarlar.”122
Sizce onların ilahlarındaki bu vasıflar, Allah dostunun vasıfları mı, yoksa şeytan dostunun vasıfları mı?
Ayrıca Nuh kavmindeki putların salihler ve Allah dostları olduğuyla alakalı rivayetler123 bunu açıkça göstermiyor mu?
Hoşafçı’ya yardımcı olup bir fark da biz söyleyelim.
Siz, Lailaheillallah diyorsunuz, ama onlar bunu söylemekten yüz çevirdiler.
Ancak siz Lailaheillallah deyip bunun anlamını “Allah’tan başka Rab yoktur, O’ndan başka yaradan ve icad eden yoktur.” demek olduğunu zannediyorsunuz.
Hâlbuki onlar Arap oldukları için Lailaheillallah sözünün kendilerini Allah’a yakınlaştırıp Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini umdukları ilahlarını/onlara dua edip yardım isteyerek medet ummayı inkâr etme an- lamına geldiğin biliyor, bu yüzden onu söylemekten yüz çeviriyorlardı.
Siz ise Lailaheillallah sözünün müşriklerin bile anladığı doğru manasını bilmiyor, dilinizle tekrar ettiğiniz halde, amelinizle onu nakzediyor, bir de onun ehliyle muharebe ediyorsunuz.
Onlarla bunlar arasındaki tersine diğer bir farkı da okuyucuya anlatalım.
Onlar, bollukta ve genişlikte hem Allah’ı hem ilahlarını çağırıp hem Allah’a hem ilahlarına dua ederken, sıkıntı ve darlıkta hiyerarşiyi bozup, kendilerini Allah’a yakınlaştırdığını ve O’nun katında kendilerine referans olacağını umdukları vasıtaları aradan çıkarıyor, dini Allah’a halis kılarak samimi bir şekilde O’na yalvarıyor, sadece O’ndan imdat istiyorlardı.
Yüce Rabbimiz, onların bu uygulamalarını şöyle anlatmaktadır:
“Gemiye bindikleri zaman, dini Allah’a halis kılarak/ihlaslı ve samimi bir şekilde sadece O’na dua ederler. Onları kurtarıp karaya çıkarınca bir de bakmışsın ki şirk koşuyorlar.”124
122 İsra, 57
123 Buhari, 4920; Taberi, 29; 98
124 Ankebut, 65
“Denizde bir dara düştüğünüzde, O’ndan başka bütün yalvardıklarınız (aklınızdan) kaybolup gider. O sizi sağ salim karaya çıkarınca hemen yüz çevirirsiniz.”125
“Dağlar gibi dalgalar kendilerini kuşattığında, dini yalnızca O’na halis kılarak/ihlasla Allah’a yalvarırlar.”126
Bu ayetler açıkça gösteriyor ki, özellikle darda kaldığı zaman yetiş ey filanca, medet ey falanca diyerek, Allah’a yakınlaşmaya vesile ettikleri aracıları çağırıp onlara yalvaran muasırlarımız, darda kaldıkları zaman, filanca ve falancaları aradan çıkarıp ihlasla/samimiyetle yalnızca Allah’ı çağıran ve yalnızca O’ndan medet/imdat isteyen evvelki müşriklerden daha hastalıklı bir inanç ve eylem ortaya koymaktadırlar.
Hâlbuki “Dua ettiği zaman, darda kalmışa icabet edip onun sıkıntısını giderecek kimdir? Allah’la beraber başka bir ilah mı?”127
Kâfirler Hakkında İnen Ayetleri Müslümanlara Tatbik Etme Şüphesi
s. 288’de diyor ki: “Siz, kâfirler hakkında inen ayetleri ve hükümleri Müslümanlara yorumluyorsunuz.”
Hoşafçı’nın bu sözü, hak sözle batıl bir anlam kasdetmenin ta kendisidir.
Bu söz, kâfirlerin bazı amellerini, inanç ve uygulama olarak onların yaptığı şekilde yapmadığı halde, bu itikad ve uygulamayla ilgili ayetleri Müslümanlar üzerine tatbik ederek onları tekfir eden Hariciler hakkında, seleften bazılarından nakledilmiştir.
Hoşafçı ise bu sözle, müşriklerin inanç ve amelleriyle ilgili ayetlerin, aynı inançlara sahip olarak aynı amelleri yapan başkalarına, kendilerine Müslüman adını verdikleri için uygulanamayacağını, bu ayetlerin sadece Ebu Cehil, Ebu Leheb ve benzerleri gibi geçmişte kalmış müşrikler için geçerli olduğunu ima etmektedir.
Sanki onların inanç ve amellerini anlatan ve onların bu inanç ve ameller sebebiyle müşrik oldukların beyan eden bu ayetler, sadece o müşriklerin şahıslarına aittir.
Yani bu ayetler, aynı fiilleri, aynı inanışlarla irtikâp eden diğerleri için hüccet olarak kullanılamaz!
Yani Müslüman anne-babadan doğan herkese, kimliklerinde Müslüman yazdığı için, Allah’ın kitabında şirk olarak sayılan her şeyi yapmak mubahtır! Zira bu ayetler onları değil, sadece Kureyş müşriklerini ilgilendirmektedir!
Bize de, aynı küfür ve şirki işleyenleri, kendilerine Müslüman diyorlar diye müşrikler hakkında inen bu ayetlerle nehyetmeye kalkmak düşmez!
Hâlbuki Kur’an ayetlerinde itibar edilecek esas şey, -ittifakla- sebebin hususiyeti değil, hükmü beyan eden lafzın, aynı sebebi taşıyan herkese ve her şeye olan umumiyetidir/genelliğidir.
125 İsra, 67
126 Lokman, 32
127 Neml, 62
Âlimler arasında, yahudilerin, hıristiyanların veya müşriklerin yaptığı bazı işleri yasaklayan ayetlerin Müslümanları da kapsadığı, onlar hakkında küfür ve şirk olarak nitelenen her inanç ve amelin, Müslümanlar hakkında da aynı şeyi ifade edeceği konusunda görüş ayrılığı yoktur.
Hoşafçı’nın Gayr-ı Meşru Tevessülden İstiğaseye Geçiş Yapması ve Ölülere Yalvarıp Onlardan Medet İstemeyi Meşrulaştırma Gayreti.
s. 40’da “Allah dostu, evliya olarak bilinen insanların kabirlerinden, ‘Bana çocuk ver, ev, eş ver.’ şeklinde istekte bulunmak, kabirlere çaput bağlamak, kurban kesmek elbette sakıncalı ve yanlıştır. Aksi takdirde böyle tutumlar insanı şirke götürür.” diyen Hoşafçı, s. 185’de “Bana çocuk ver, evlendir, iş ver diye, bizzat ölüden istenmez.” diyerek, böyle yapmanın yanlış ve hatta insanı şirke düşürebileceğini söylemektedir.
Eğer bu dediği yerde dursa ve çabası sadece zat ile tevessülün meşru olduğunu ispatlamaya çalışmaktan ibaret kalsaydı, konu şirk ve küfür meselelerine gelmezdi.
Ancak, -görüleceği gibi- Hoşafçı’nın gayreti, zat ile tevessülün caiz olduğunu ispatlamaya çalışmakla kalmamakta, ölülere yalvarmayı, medet/yardım istemeyi, hatta eş ve şifa istemeyi masum göstermek için olmayacak tevil yolları aramaktadır.
Ayrıca yukarıda aktardığımız sözlerin Hoşafçı’nın gerçek kanaati olmadığını düşünüyoruz. O, bu sözlerle, Allah’ın yarattığı fıtrat üzerinde kalmış okuyucuları açık şirke davet etmeden evvel, mukaddime yaparak ürkütüp kaçırmama gayretindedir.
Eğer Hoşafçı gerçekten ölülerden çocuk vermelerini, evlendirmelerini, iş vermelerini istemenin yanlış ve hata olduğuna, hatta insanı şirke düşürdüğüne inanıyor olsaydı, tek günahları “ölülerden bir şey istemeyin, sadece Allah’tan isteyin.” diyen selefilere, hem de iftiralar atarak reddiye yazmaya kalkmazdı.
“Ölülerden istemeyin, bu, küfür ve şirktir. Sadece Allah’tan isteyin.” diyen selefilerin hatası, Hoşafçı için kabirlerden “Bana çocuk ver, iş ver.” şeklinde istekte bulunup kabirlere çaput bağlayan ve kurban kesenlerin hatalarından daha büyük ve daha tehlikeli olmalı ki, oklarını bunu yapanlara değil, buna mani olmaya çalışanlara yönlendirmektedir.
Oysa Hoşafçı’nın veya avanesinin, “sakıncalı ve yanlış gördükleri, hatta insanı şirke düşüreceğini söyledikleri” ölülerden istemeyle alakalı, bunun yanlış ve sakıncalı ve hatta şirk olduğunu anlatan bir kitapçık veya makale yazıp yayınladıklarını ne biz ne de başkaları gördüler.
Hoşafçı, yaşadığı ülkenin her köşesinde, hatta her köy ve kasabasında Allah’ın dışında yalvarılan ev, iş, eş ve şifa istenilen, adaklar adanıp kurbanlar kesilen, dilekler tutulup çaputlar bağlanan türbelerden, bu türbelerin bu amelleri yapan bu ülkenin insanlarıyla hınca hınç olduğundan habersiz midir dersiniz?
Böyle olduğu halde kılını kıpırdatıp bunlara sesinin çıkarmayan Hoşafçı, oklarını bunların sakıncalı ve yanlış olduğunu, insanı şirke ve küfre düşüreceğini anlatmaya çalışan selefilere yönlendirmekte, sonra da bunları kendisinin de yanlış gördüğüne inanmamızı beklemektedir.
Ölülerden istenmeyeceğini söyleyen Hoşafçı’nın bununla ne kasdettiğini sırasıyla anlatalım.
“Ölüden direkt istenmez, bu, sakıncalı ve yanlıştır, hatta insanı şirke düşürebilir.” diyen Hoşafçı, s. 45’de doğru isteme şeklinin;“Allah’ım, peygamberlerin (veya) bu mezarda yatan dostunun hatırına bize yardım et.” şeklinde olacağını ifade etmektedir.
Bu bize göre sahih sünnette ve selefin uygulamasında olmayan, gayr-ı meşru bir isteme şeklidir ve dolayısıyla bid’attır. Ancak burada kalmak şartıyla insanı şirke sokacak bir şey değildir.
Hoşafçı s. 40’da “Kabirdeki peygamberimizden veya bir Allah dostunun ruhundan bizim için Allah’a dua etmesini istemektir.” diyerek kendisine göre doğru olan başka bir isteme şeklinden bahsetmekte, s. 185’de “Ölünün ruhundan bizim için Allah’a dua etmesi istenir.” diyerek bu sözünü pekiştirmektedir.
Yani bu söz, ölünün, senin her sözünü işitebileceği itikadı üzerine, kabre gidip duyacağı bir mesafeden, duyabileceği bir ses tonu ve anlayabileceği bir dille, “Ey filanca, Allah’a dua et de bana yardım etsin.” demektir.
Ehl-i sünnet âlimlerinin bazıları, böyle bir isteğin şirk olduğuna cezmetmeden, bid’at ve haram olan bir isteme şekli olduğunu söyleseler de, özellikle uzak mesafelerden veya yakından kısık bir sesle onlarca ve yüzlerce kişi tarafından aynı anda ve farklı dillerle yapılıyorsa, barındırdığı diğer bâtıl itikadlarla beraber bunun da şirk olacağını söyleyebiliriz.
Yani işittikleri farzedilen ölüler hakkında uzak mesafeleri her halukarda duymak, biriyle meşguliyetin diğerleriyle meşgul olmasına mani olmadan, herkese ve her dile aynı anda icabet edebilmek gibi Allah’a has olan itikadlar beslemek şüphesiz küfür ve şirktir.
Burada da durmayan Hoşafçı’nın, birinci değil ikinci sureti kasdettiğini, ayrıca ölülerden istemenin, onlardan dua istemeyle sınırlı olmayıp medet/yardım istemenin de şirk olmayacağını, s. 280’de açıkça ifade ettiği “Medet ya Rasûlallah, medet ya mürşidim diyen bir insana nasıl kâfir dersiniz.”” sözünden rahatça anlamaktayız.
Yani “Medet ya Rasûlallah, medet ya mürşidim.” diyen herkes, bu imdat dileklerini hem sadece kabrin yanında, içindekinin duyacağı bir ses ve anlayacağı bir dille, sıraya geçip teker teker yapmıyorlar, hem de “Medet ya Rasûlallah, medet ya mürşidim.” demek, medetin ne anlama geldiğini bilen akıl sahibi herkesin anlayabileceği gibi “Bana dua et ey Allah’ın Rasûlü, bana dua et ey mürşidim.” anlamlarına gelmez.
Yani “Medet ya Rasûlallah, medet ey mürşidim.” demek, “İmdat, beni kurtar, yetiş, bu zor durumda, bu sıkıntımda bana yardım et ey Allah’ın Rasûlü ve ey şeyhim.” demektir.
Oysa “yalvarıp dua ettiği zaman, darda kalmışa icabet edip onun sıkıntısını giderecek kimdir? Allah’la beraber, başka bir ilah mı?”128
Hoşafçı’nın bu inancını s. 268’deki “Darda kalan bir tarikat ehlinin, Allah’tan, peygamber ve velilerin ruhaniyetinden yardım/imdat istemesidir.” sözleriyle, istiğaseye yaptığı tanımdan anlamaktayız.
Hâlbuki bu, onun doğru isteme şeklini anlatırken zikrettiği bir isteme şekli değildir.
Bununla da yetinmeyen Hoşafçı, s. 282’de diyor ki: “Salihlerin kabirlerini ziyaret esnasında “Ey falan, beni evlendir; ey filan, bana şifa ver.” gibi sözlerle doğrudan istekte bulunanları görüyoruz ki bu istiğasedir. Şüphesiz bu tür nidalar için birtakım tevil yolları varsa da en azından bazı kimseler hakkında bu bir şirk kapısıdır.”
Yani kabirdeki ölüden beni evlendir, bana şifa ver diye direkt isteme şeklinde dua ve istiğasede bulunmak bile ona göre şüphesiz tevile, yani yoruma müsait, her halükarda şirk olan bir şey değildir. Olsa olsa, o da sadece bu tevil ve yorum yöntemlerini bilmeyen “bazı kimseler hakkında” şirk değil de onun kapısı, yani şirke götürebilecek bir yoldur.
Hoşafçı’nın söylediklerini hep beraber hatırlayalım:
Önce, ölüden bir şey istenmez, bu yanlış ve sakıncalıdır; hatta insanı şirke düşürebilir, O’nun hatırına Allah’tan istenir dedi.
Sonra, ölüden bize dua etmesini isteyebileceğimizi söyledi.
Sonra ölüden medet istemeyi küfür ve şirk olarak görmediğini ifade etti.
Şimdi de açık açık ölüden eş ve şifa istemenin bile direkt şirk olmayacağını ima ediyor.
İlk bakışta tenakuz gibi görünen bu sözler bizce Hoşafçı’nın şirki masum ve hatta ma’dum/yokmuş gibi gösterme çabasının tedrici bir altyapısıdır.
Geçerliliği konusunda tereddüt bile etmediğini “şüphesiz” lafzıyla vurguladığı tevil yolu da mecaz-ı aklî dediği şeydir.
Mecaz-ı Aklî:
s. 284’de diyor ki: “Mecaz-ı aklî, fiilin hakiki faili ve müessirine değil de o failin (o fiilin demek istiyor galiba) mekan, zaman ve sebep gibi alakası bulunduğu bir şeye isnad edilmesi demektir. Bu edebî sanata göre ‘yeryüzü ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman…’ ayetinde, ağırlıkları dışarı çıkaran Allah olduğu halde, fiil, hakiki faile değil fiilin mekanına isnad edilmiş, ancak Allah murad edilmiştir. İşte özellikle sufilerde, kendisiyle istiğase edilen zatın hakiki fail değil, hakikatte yardım edenin Allah olduğuna inandıklarını ve O’ndan istediklerini (ki aksi halde onlar da bunun açık bir şirk olduğunu kabul ederler) söylemektedirler.”
128 Neml, 62
Mecaz-ı aklî ile ne kasdettiklerini biraz daha açıklayalım:
Diyorlar ki: “Sahih itikad, kulların ve fiillerinin yaratıcısının Allah olduğuna inanmaktır. Kulları ve fiillerini yaratan O’dur. İster ölü, ister diri, O’ndan başka hiç kimsenin tesiri yoktur. Tevhid, tamı tamına bu itikaddır.”129 “Müslümanların söyledikleri sözler arasında, bir şeyi Allah’tan başkasına isnad etme gibi şeyler görülürse, bunları mecaz-ı akliye hamletmek icab
eder.”130
“Ey Allah’ın peygamberi, bana şifa ver, beni borçtan kurtar gibi sözler söyleyenler -o da eğer birinin böyle söylediği farzedilirse- bu sözleriyle ancak ve ancak ‘Şifa bulayım diye bana şefaat (yani dua) et, borcumu ödeyebileyim diye bana dua et, benim bu işim için Allah’a sen yönel.’ demek istemektedirler. Onlardan, Allah’ın kendilerine bunu yapma gücü ve yetkisi verdiği dua ve şefaatten başka bir şey istememektedirler.”131
Mecaz-ı aklîyi kendi sözleriyle anlatmaya çalışarak alıntılar yaptığımız kitap, Hoşafçı’nın temel kaynağı Alevi Maliki’nin, Mefahim isimli kitabıdır. Hoşafçı’nın anlatmaya çalıştığı mecaz-ı aklînin ne olduğunu, Alevi Maliki’nin söyledikleriyle bir araya getirip anlatalım:
“Sadece Allah’ın yaratıcı olduğuna inanmak, gerçek tevhiddir(!) Bu sahih akideye(!) sahip, muvahhid(!) bir müminden(!), zahirî yaratma, şifa verme, sıkıntıları giderme gibi şeyleri, Allah’tan başkasına İsnad etme anlamına gelen sözler sadır olursa, bunları mecazi olarak söylediğine hükmetmek vaciptir.
Ey falanca, hastalığıma şifa ver, ey filanca bana eş ve evlat ver gibi sözlerle aslında, ey falanca Allah’a dua et de bana şifa versin, benim için Allah’a yönel de bana eş ve evlat versin demek istemektedirler. Yaratanın Allah olduğuna inanmakla beraber başka türlüsünü kasdedecek değiller ya!”
Hoşafçı’nın “Şüphesiz tevil yolları vardır.” sözüyle işaret ettiği kıvırma şekli budur.
“Allah’ın dışında veliler edinenlerin hali, kendisine sığınacak bir ev yapan örümceğin meseline benzer. Hâlbuki sığınacak evlerin en çürüğü örümceğin yuvasıdır. Keşke (bu gerçeği) bilselerdi.”132
Öncelikle şunu belirtelim ki, sadece Allah’ın yaratıcı olduğuna inanmak, Rasûllerin çağırdığı gerçek tevhid değil -birinci mukaddimede açıklandığı gibi- müşriklerin de kabul ve itikad ediyor oldukları Rububiyet tevhididir.
Dolayısıyla müşriklerin de kabul ediyor oldukları sadece Allah’ın yaratıcı olduğuna inanmak, onların mümin ve muvahhid olmalarına yetmediği gibi başkalarının da sahih bir itikadla mümin olmalarına yetmez.
Ayrıca “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.”133 Yani bize dua ve referansta bulunacak, bizim namımıza Allah’a yönelecekler düşüncesi ve itikadıyla, Allah’ın dışındaki ilahlarını çağıran, onlara dua edip onlardan medet bekleyen; eş, evlat ve şifa isteyen müşrikler de, Allah’ın tek başına yaratıcı olduğuna inandıkları, ilahlarının yaratmadan bir pay sahibi olduğuna inanma- dıkları için, Hoşafçı’nın mecaz-ı aklisi kapsamında olmalıdırlar.
129 Alevi Maliki, Mefahim, 16
130 a.g.e. 25
131 a.g.e. 95
132 Ankebut, 41
133 Yunus, 18
Öyle ya “Sizi kim yarattı diye sorulunca elbette ki Allah yarattı.”134 diyen, ilahları için “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.”135(yani bize dua edip aracılık edeceklerdir) diyen, ama bununla beraber onlara dua eden, onlardan isteyen müşrik de, onları yaratıcı olarak kabul etmediği için, şu mecaz-ı aklî mezhebinden olmalıdır ki, direkt ilahına seslenip bana şifa ver diyor, sonra da bununla, ilahının kendisine şefaat edip hacetini Allah’a yönelteceğini ve O’na dua edeceğini kasdettiğini söylüyor.
Birisi bize, aradaki farkı gösterebilir mi?
Bunlara ilave olarak, Allah’ın tek başına yaratıcı olduğuna inandıktan sonra ölüye ve gaibe seslenen bir kimsenin “Ey filanca, hastalığıma şifa ver, bana yardım et, bana ev ver, iş ver, eş ver.” deyip bununla, “Allah’a dua et de bana şifa versin, aracılık et de bana yardım etsin, benim yerime O’na yönel de bana ev, iş ve eş versin.” demeyi kasdetmesi caiz, bu sözlerini mecaza hamletmek vacip ise aynı şekilde “Ey filanca, bahtımı açık et, günahlarımı affet, beni cehennemde yakma, bana kabir azabı gösterme, beni cennete sok.” deyip bunlarla, “Allah’a dua et de bahtımı açık etsin, günahlarımı affetsin, beni cehenneme atmasın, bana kabir azabı göstermesin, beni cennete soksun.” demeyi kasdetmesi caiz, bu sözleri duyanların bunları mecaza hamletmeleri de vacib olmalıdır.
Öyle ya, Allah’ın yaratıcı olduğuna inanmayla beraber aksini kasdedecek değiller ya!
s. 285’de diyor ki: “Netice olarak gerek insan gerek peygamber olsun herhangi bir kişiyi Allah’a ortak koşarsa müşrik olur.”
“Allah’a ortak koşarsa” sözüyle, Allah ile beraber yaratıcı olduğuna inanmayı kasdediyor. Zira ardından diyor ki: “Eğer gerçek fail ve yaratıcının Allah olduğunun farkında olarak fiili o vasıtaya nisbet ediyorsa kâfir olmaz.”
Hoşafçı’ya göre, nisbet etmenin haber veya taleb olması arasında da fark yoktur.
Yani yaratıcının Allah olduğunun farkındaysanız ne yaparsanız yapın, ne söylerseniz söyleyin, kâfir ve müşrik olmazsınız. Yaratıcının Allah olduğuna inanıyorsanız, istediğiniz fiili, istediğiniz vasıtaya hem haber hem taleb olarak nisbet edebilirsiniz. “Beni şeyhim kurtaracak!” diyebilirsiniz. “Şeyhim bana evlad ihsan et!” diyebilirsiniz. “Şeyhim günahlarımı affet.” de diyebilirsiniz. Ölüye ve türbeye seslenip “Ey falanca, hastalığıma şifa ver.” diyebilirsiniz! “Ya Rasûlallah, bana ev, eş ve iş nasib et.” diyebilirsiniz. “Beni Rasûlullah gelip kurtardı.” da diyebilirsiniz.
Daha da ileri gidip “Muhammed,eşittir Allah” 136 -hâşâ- da diyebilirsiniz.
134 Zuhruf, 87
135 Yunus, 18
136 Sanal alemdeki örümcek ağının görüntülü paylaşım sitelerinde, öldürülen Bayram Hoca’nın ses ve görüntüyle açık açık “Muhammed, eşittir Allah” dediğini, bundan haberdar olan herkes gördü.
Kıymetli okuyucu! Gözünü ve kulağını iyi aç! Mecaz-ı aklî gibi tevil yollarıyla kıvırmaya çalışanlar, hakikatte “yeryüzünde şirk diye bir şey yok, hiç de olmamış” demeye getiriyorlar.
s. 190’da “Evliyaullahtan bir berzah ehli Allah’ın huzurundadır. Kim onlara teveccüh eder ve tevessülde bulunursa onlar bu kimsenin arzusunun verilmesi için Allahu Teala’ya yönelirler.” diyen Hoşafçı, insanları alenen Allah’a değil de ölülere teveccüh edip yönelmeye davet etmektedir. Yani siz Allah’a değil, O’nun huzurundaki ölülere yönelin, onlar sizin dileklerinizi Allah’a iletirler demek istemektedir.
Oysa “basite aldığı bu söz, Allah katında çok büyük bir cürümdür.”137 Hoşafçı, yüce Rabbimizin “Kullarım Beni soracak olursa Ben yakınım. Dua ettiği an dua edene icabet ederim.”138 buyruğundan haberdar mı değil, yoksa Allah’a yönelip O’na teveccüh edince duasına icabet mi edilmemiş de yönünü başka bir kapıya çevirmiş?
“Oysa O’nun dışında yalvardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip değildirler. Onlara dua etseniz duanızı işitmezler. Diyelim işittiler, size icabet edemezler. Kıyamet günü de şirkinizi inkâr ederler.”139
137 Nur, 15
138 Bakara, 186
139 Fatır, 13, 14
Ey kalbleri evirip çeviren! Kalbimizi dininde sabit kıl.