Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu “Selefîler ve Tasavvufçuların Görüşleri” Kitabının Münakaşası

Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Selefîler ve Tasavvufçuların Görüşleri” Kitabının Münakaşası
-I-
TEVESSÜL-İSTİĞASE-TEBERRÜK


ÖNSÖZ

Allah’a hamd, Rasûlü Muhammed’e, ailesine ve ashabına salat ve selam olsun.
Ali Hoşafçı isminde birisi, Selefîler ve Tasavvufçuların Görüşleri diye isimlendirdiği bir kitap hazırlamış. İlim ehli kisvesine bürünerek, örümcek ağından daha zayıf şüphelerle, Allah’ın hakkı olan ibadetin, O’ndan başkasına da yapılmasına, ölülerden medet ve yardım istenmesine davet etmekte, dahası tevhidle ve ehliyle alenen muharebe etmektedir.
Kaleme almaya kalkıştığı konuyla ilgili derin cehaleti bir yana, bunu yaparken yalan, iftira, telbis ve çeşitli hilelere başvurmada bile bir beis görmemektedir.
Yazdığı takrizde, kitabı “büyük ölçüde okuduğunu ve faydalı bulduğunu” ifade eden Hüseyin Avni de, işaret ettiğimiz ve ayrıntılı olarak ispat edeceğimiz, cehalet, yalan, iftira ve telbis töhmetinden, “büyük ölçüde” pay sahibidir.
Hoşafçı’nın müteahhir olması göz önünde bulundurulduğunda, kendisinden önce yazılanlara vakıf olması, onlara verilen cevaplardan haberdar olması, evvelkilerin hatalarına düşmemiş olması gerekirdi. Böyle öngörülecek olursa, bu kitapta zikredilenlerin, onlar tarafından en çok güvenilen en kesin deliller(!) olduğu kanaati daha da güçlenmektedir.
Dolayısıyla Hoşafçı’nın özenle seçtiği delillerine(!) verilecek sedit cevaplar, heva sahipleri için olmasa da, kafası karışmış insaf sahipleri için cidden önem arz etmektedir.
Biz bu çalışmamızda, kitabın esas meseleleri olarak gördüğümüz tevessül, istiğase ve teberrük konularını ele aldık. Tevhid ve şirk meseleleriyle doğrudan alakalı olan rabıta’yı ise, çalışmanın hacmini göz önünde bulundurarak başka bir zamana ertelemeyi daha münasip gördük.
Zira Hoşafçı, rabıtayla ilgili olarak, “zayıf da olsa” deliller zikretmek yerine, rabıtayla yakından uzaktan ilgisi olmayan delillerle, bid’at-ı hasene’yi ispata yönelik nakiller aktarmaktadır.
Çalışmamızda, ilim ehlinin konuyla alakalı eserlerinden çokça istifade ettik. Onlardan yaptığımız iktibasları, galiben, masdar ve sahiplerine işaret etmeden, kendi cümlelerimiz arasında serdettik.
Çalışmaya, faydalı olacağını düşünerek şirk, tevhid, sünnet ve bid’at ile ilgili muhtasar üç mukaddime ilave ettik.
Kendisinden başka ibadet edilmeye layık hak ma’bud olmayan Rabbimden, bu çalışmamı, kerim olan yüzü için ihlasla yapılmış salih amellerim arasına katmasını, cühdümü ve cihadımı mübarek kılmasını, şirkten ve şirk ehlinden beraatimi kabul buyurmasını niyaz ederim.
Taksir bizden, tevfik ise Rabbimizdendir.

Emrah Orhan KURUGÖLLÜ
04/12/1431 h.
Medine


BİRİNCİ MUKADDİME

ŞİRK

Şirkin Tehlikesi:
Ölmeden evvel tevbe etme fırsatı bulamayanlar için, affedilmesi söz konusu olmayan yegâne cürüm şirktir.


Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.
“Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları ise, dilediği kimse için bağışlar.”1
“Kim Allah’a şirk koşarsa, Allah o kimseye cenneti haram kılar. Onun varacağı yer cehennemdir. Zalimler için hiçbir yardımcı da yoktur.”2
“Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: ‘Eğer şirk koşarsan, yaptığın amellerin boşa gider. Sonunda da, hüsrana uğrayanlardan olursun.’”3
Bu ilahî buyruklar ışığında şunları söyleyebiliriz:
Allah subhanehu ve teâlâ, hırsızlık yapmak, içki içmek, faiz yemek, zina etmek, adam öldürmek vb. küfür ve şirk dışındaki bütün günahları, bunlardan tevbe etmeden ölen mümin kullarından dilediği kimse için affedecektir.
Affetmeyi dilemedikleri ise, sünnet ve cemaat ehli âlimlerin icmasıyla, cehennemde ebedî olarak kalmayacaklardır.
Bununla beraber mevcut birçok uygulaması, -pek çok kişi için- yukarıda sayılan büyük günahlardan çok daha masum ve zararsız gibi görünen şirkin, bundan tevbe etmeden ölenler için affedilme ihtimali yoktur.
Üstelik cezası da diğer günahlarınki gibi geçici ve muvakkat değil, sonsuz ve müebbeddir.
Şirk koşanın, yapmış olduğu bütün salih amelleri boşa gider.
Namaz kılması, zekât vermesi, oruç tutup hacca gitmesi, hatta kelime-i şehadet getirmesi kendisine bir fayda vermez.
Fakirlere yardım etmesinin, dürüst ve doğru sözlü olmasının, anne- babasına iyilik ve ihsanda bulunmasının, ahirette bir karşılığını göremez.
Cennete girmesi haram edilmiştir ve söz konusu bile olamaz.
Varacağı zorunlu menzil, içinde sonsuza kadar kalacağı, ebediyen bedbaht olacağı ve kimsenin kendisine yardım edemeyeceği cehennem olacaktır.
Bütün bunlardan sonra şunu diyebiliriz:
Bizim için en büyük tehlike şirktir.
O halde en çok uzak durmamız gereken şey şirktir.
Kaçınabilmek için öğrenip bilmemiz en gerekli olan şey de, yine şirktir.



Şirk Nedir?
Şirkin ne olduğunun doğru anlaşılabilmesi için, öncelikle yaygın olan yanlış anlayışa işaret edilerek, şirkin ne olmadığının öğrenilmesi -sanırız- yerinde olacaktır.
Şirk; Allah’ı inkâr etmek değildir.
Şirk; birden fazla Allah olduğuna inanmak da değildir.



1Nisa,48-116
2 Maide, 72
3Zumer, 65

Şirk; Allah ile beraber başka bir Rab, yani yaratan, yaşatan, rızık veren, öldüren ve kâinatı idare eden bir varlığın olduğuna itikad etmek değildir.
Eğer bu sayılanların birileri tarafından dile getirildiği var sayılırsa, her birinin şirk kapsamına gireceğini söyleyebilirdik.
Ancak insanlık tarihi boyunca, bahsi geçen bu inançlara sahip bir insan topluluğu olduğunu bilmediğimiz ve müşrik oldukları bildirilen toplumların hiçbirinde bu itikadların var olmadığını kesin olarak bildiğimiz için, Allah’ın;
Allah olmasında,
Bir ve tek olmasında,
Tek başına Rab olmasında,
Yani yaratma, yaşatma, rızıklandırma, öldürme ve kâinatı idare etmesinde bir ortağının olduğunu söylemiyor olmayı, şirk koşmuyor olmak için yeterli görenlerin bu hastalıklı anlayışlarına işaret etmek maksadıyla şirkin bunlar olmadığını söyledik.
Peki, genel olarak şirkin, bahsi geçen konularda vuku bulmadığını ve müşriklerin sözü edilen inançlara sahip olmadıklarını nereden çıkarıyoruz?
Başka bir ifadeyle, müşriklerin de; Allah’ın varlığına inandıklarını, Allah’ın bir olduğuna inandıklarını, Allah’ın tek başına Rab olduğuna,
Yani yaratanın, rızık verenin ve kainatı idare edenin yalnızca O olduğuna ve bu hususlarda bir ortağı olmadığına inandıklarını neye dayanarak söylüyoruz?
Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Onlara, ‘Sizi kim yarattı.’ diye soracak olsan, ‘Elbette ki Allah!’ diyecekler.”4
“Onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye soracak olsan, ‘Elbette ki, Aziz ve Âlim olan (Allah) yarattı.’ diyecekler.”5
“De ki; ‘Sizi gökten ve yerden rızıklandıran kimdir? Ya kulaklara ve gözlere kim sahip? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Kâinatın bütün bu işlerini kim idare ediyor?’ Duraksamadan ‘Allah’ diyeceklerdir.”6

“Onlara ‘Semavatı ve arzı yaratan, güneşi ve ayı hizmetinize sunan kimdir?’ diye sorsan, elbette ‘Allah’dır.’ diyecekler.”7
“Onlara ‘Gökten su indirip ölümünden sonra yeryüzüne bununla hayat veren kimdir?’ diye sorsan, elbette ‘Allah’dır.’ diyecekler.”8

4 Zuhruf, 87
5 Zuhruf, 9; Lokman 25; Zumer 38
6 Yunus, 31
7 Ankebut, 61
8 Ankebut, 63
Hasılı, Allah subhanehu ve teâlâ’nın şehadetiyle, müşriklerin Allah ile alakalı inançlarının bu şekilde olduğunu, bütün bunları yapanın Allah olduğuna inandıklarını, bu işleri yapmada Allah’ın bir ortağı olduğuna itikad etmediklerini ve sorulduğu zaman da bu inançlarını ortaya koymaktan çekinmediklerini öğrendikten sonra, sormamız gereken doğru sorular şunlar olmalıdır:
Acaba hangi fikir,düşünce, inanç ve eylemlerinden dolayı müşrik oldular? Şirk koşma eylemi, yaşantılarında ne şekilde cereyan ediyordu?
“Müşrik” ismini hak etmelerine gerekçe teşkil eden esas mesele neydi? Hangi itikadla, putları, Allah’ın hangi özelliğine ortak ettiler?
Yüce Rabbimiz, onların Allah’a ortak koşmadaki temel gerekçelerini şu iki buyruğunda, hiçbir şüphe ve itiraza mahal bırakmayacak bir açıklıkla beyan etmektedir.
“Allah’ın dışında veliler edinenler ‘Biz onlara yalnızca, bizi Allah’a daha çok yakınlaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ derler.”9
“Allah’ın dışında, kendilerine bir zarar ve fayda vermeyecek şeylere ibadet ediyorlar ve ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.’ diyorlar”10
Önceki ayetlerle bunları birlikte düşündüğümüzde, müşriğin inanç dünyasını şöyle özetleyebiliriz:
Müşrik; Allah’ı inkâr eden, O’na karşı gelip düşmanlık eden biri değildir. Aksine o; Allah’a inanan, O’na ibadet eden, kendisini O’na yakınlaştıracağına inandığı vesilelere sarılmaya çalışan, Allah’a kendisinden daha yakın olduğunu düşündüğü şeylerin, Allah katında kendisine şefaat etmesini arzulayan dindar bir kimsedir.
Peki, ama müşrikler Allah’ın dışında ibadet ettikleri ilahlarının kendilerini Allah’a yakınlaştıracağı, Allah katında kendilerine şefaat edeceği kanısına nereden kapıldılar? Veya...

Şirk, Yeryüzünde Nasıl Başladı?
Sünnet ve cemaat ehli Müslümanların, Allah’ın kitabından sonra en sahih kitap olarak kabul ve telakki ettikleri Buhari, Nebi aleyhisselam’ın amcasının oğlu olan ve O'nun “Allah’ım, ona tefsiri öğret,”11 “Onu dinde anlayış sahibi kıl.”12 diye dua buyurdukları, “tercüman-ı Kur’an”13 lakaplı Abdullah b. Abbas radıyallahu anhuma’dan, Nuh Suresi’nin 23. ayetinin tefsirini şöyle aktarmaktadır:
“Sakın ilahlarınızı bırakmayın! Sakın ha! Vedd’i, Suva’yı, Yeğus’u, Yeuk’u ve Nesr’i terketmeyin.”14
İbn-i Abbas radıyallahu anhuma der ki: “Bunlar, Nuh’un kavmindeki salih insanların isimleriydi. Onlar ölünce şeytan; onların kavimlerine, onların oturdukları yerlere anıtlar dikip bu anıtlara o salihlerin isimlerini vermelerini telkin etti. Onlar da böyle yaptılar. İlk zamanlarda bunlara ibadet eden olmadı. Sonra nesil değişip ilim unutulunca onlara ibadet edilmeye başlandı.”15

9 Zumer, 3
10 Yunus, 18
11 Ahmed, Müsned, no: 2274
12 Buhari, Sahih, 140
13 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 7/621
14 Nuh, 23
15 Buhari, Sahih, 4920

Hafız İbn-i Hacer şöyle der: “Bazı şarihler, ‘Bu putlar hakkında söylenen şeylerin hülasası iki görüştür.’ derler:
Birincisi; onlar Nuh’un kavmindeydiler. İkincisi; onlar salih insanların isimleriydi. Ve kıssanın geri kalan bölümü...
Ben derim ki; bunlar tek bir söze döner. Salihlerin bu kıssası, Nuh kavminin bu putlara ibadet etmelerinin başlangıcı olmuş, onlardan sonra gelenler de bu konuda onlara uymuştur.”16
Müfessirlerin şeyhi İbn-i Cerir et-Taberi de senediyle, Muhammed b.
Kays’dan şöyle söylediğini nakleder:
“Yeğus, Yeuk ve Nesr, Adem aleyhisselam’ın zürriyetinden olan salih bir topluluk idiler. Kendilerine tabi olanlar vardı. Öldükleri zaman arkadaşları ‘Eğer onların suretlerini yaparsak, bizim için ibadete daha teşvik edici olur.’ dediler ve onların suretlerini yaptılar. Onlar ölüp diğer nesil gelince, iblis onlara gelerek ‘Atalarınız onlara ibadet ediyor, onlar sayesinde yağmura kavuşuyorlardı.’ dedi. Onlar da ibadet etmeye başladılar.”17
Ademoğlunun yumuşak karnının neresi olduğunu bu tecrübeyle kesinleştiren iblis, insanlık tarihi boyunca pek çok kavmi, salihlerin, evliyanın ve peygamberlerin mezar ve türbeleriyle alakalı benzer öğüt ve telkinlerle yoldan çıkararak, şirki masum ve haklı gösterebilmek için, ibadetinde Allah’a ortak edilen putları -genelde- bu türlü kutsal figürlerden seçmiştir.
Kureyş putlarından bahseden rivayetlerden de anlaşıldığına göre, Lat ismindeki putun, aslıda hacılara yemek pişirip dağıtan salih biri olduğu, ölünce mezarı üzerine yapılan türbenin sonradan bu hale geldiği örneği de bu söylediğimizi desteklemektedir.
Yine Buhari’nin rivayet ettiğine göre, İbn-i Abbas radıyallahu anhuma
şöyle demektedir:
“Lat, hacılara sevik pişiren bir adamdı.”18
Taberi’nin aktardığı rivayette ise Mücahid şöyle demektedir:
“(Lat) onlara sevik pişiren birisiydi. Öldü ve kabri üzerine itikafa durdular.”19
Müşriklerin, Allah’a ortak ettikleri ilahlarının, taş ve tahtadan ibaret olmadığının en açık delili, Allah subhanehu ve teâlâ’nın şu buyruğudur:
“Onların dua ve ibadet ettiği bu kimselerin bizatihi kendileri, acaba hangisi Allah’a daha çok yaklaştırır diye vesile isteyen, O’nun rahmetini ümid edip azabından korkan kimselerdir.”20
Yani müşriklerin ibadet ettiği ilahlar, Allah’a yakınlaşmak isteyen, O’nun rahmetini umup azabından korkan kimselerdir. Bahsi geçen vasıfların, salihlere ve velilere ait olduğu ortadadır.

16 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 7/669
17 Taberi, 29/98
18 Buhari, Sahih, 4859
19 Taberi, 27/58
20 İsra, 57

Şeytanın bu tuzağını ve insanların bu konudaki zafiyetlerini iyi bilen Efendimiz aleyhisselam, ümmetini aynı felakete sürükleyecek bütün yolları, şüphe ve itiraza mahal bırakmayacak kadar apaçık beyanlarıyla, hiçbir gedik bırakmamacasına tıkamıştır.
Örümcek ağından daha zayıf bazı gerekçelere delil diye sarılanlar inatla görmezden gelseler de Efendimiz aleyhisselam’ın; hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede aşırıya gittikleri gibi bizim de O'nu övmede aşırıya gitmemizi men ederek, yalnızca bir kul ve elçi olduğuna dikkat çekmesi, 21 peygamberlerinin kabirlerini mescid edinenlere lanet okuyup 22 bizi böyle yapmaktan nehyetmesi, 23 ölen salih bir kişinin kabri üzerine mescid bina edenleri yaratılmışların en şerlileri olarak nitelemesi, 24 kabirlerin kireçlenmesini, üzerlerine yapı yapılmasını ve yazı yazılmasını yasaklayarak25 yüksek kabirleri düzlemeyi emretmesi,26 bu söylediğimizin sahih sünnetten en açık örnekleridir.27
Nebi aleyhisselam’ın, güneşe secde etmek aklının ucundan bile geçmeyen Müslümana, Allah için kıldığı namazı güneşin doğması ve batması esnasında kılmasını yasaklamış olması,28 onun en uzak ihtimallerde bile şirkin önünü kapamak, görüntü olarak dahi şirkten uzak durmak konusundaki derin hassasiyetini en çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır.
Yoluna uymakla emrolunduğumuz raşid halifelerden Ömer radıyallahu anh’ın, insanların bu konuda fitneye düşerek ayaklarının kayması endişesiyle, altında Nebi aleyhisselam’a biat edilen ağacı kestirmesi29 ve Ali radıyallahu anh’ın kabirleri düzlemeyle vazifeli bir memur göndermesi 30 de sahabe tatbikatının hassasiyetine birer delildir.
Tabiînin ehl-i beyt imamları olan, Ali radıyallahu anh’ın iki torunundan nakledilen iki ayrı hadise de, zaman, mekan ve neseb olarak Nebi aleyhisselam’a çok yakın olan bu zatların aynı hassasiyeti göstermelerinin pek manidar iki örneğidir.
“Ali İbnu’l-Hüseyin -Zeynelabidin-, Nebi aleyhisselam’ın kabri yanındaki bir boşluğa girerek orada dua eden bir adamı görünce, onu böyle yapmaktan nehyetti ve şöyle dedi: “Sana babamdan işittiğim, onun da dedemden ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den aktardığı bir hadis söyleyeyim mi? Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Kabrimi toplanılan bir bayram yeri haline getirmeyin. Evlerinizi de kabristana çevirmeyin. Nerede olursanız olun selamınız bana ulaşır.”31

21 Buhari, Sahih, 3445; Müslim, Sahih 1691
22 Buhari, Sahih, 435, 1330, 1390, 3453, 4441, 4443, 5815; Müslim, 531
23 Müslim, Sahih, 532
24 Buhari, Sahih, 428, 434, 1341, 2878; Müslim, Sahih, 528
25Müslim, Sahih, 970; Ebu Davud, Sünen, 3226; Nesai, Sünen, 2026
26 Müslim, Sahih, 968, 969; Tirmizi, Sünen, 1049; Ebu Davud, Sünen, 3219; Nesai, Sünen, 2029, 2030
27 İşaret edilen hadisler için,teberrük bölümünün sonuna bakılabilir
28 Buhari, Sahih, 597; Müslim, Sahih, 684, 831
29 İbn-i Ebi Şeybe, Musannef, 5/179 no: 7627; İbn-i Hacer, isnadının Sahih olduğunu söyler. Fethu’l-Bari, 7/448
30 Müslim, Sahih, 969; Tirmizi, Sünen, 1049; Nesai, Sünen, 2030
31 Ziya el Makdisi, Ehadis’u’l, Muhtara, 428

Süheyl b. Ebi Süheyl de şöyle anlatır:
“Hasan İbnu’l-Hasan İbn’u Ali İbn’u Ebi Talib, beni kabrin yanında görünce seslendi. O esnada, Fatıma’nın evinde yemek yiyordu. Bana ‘Buyur yemeğe’ dedi. Ben de ‘İstemiyorum’ dedim. Bana ‘Hayırdır, seni kabrin yanında görüyorum.’ dedi, ben ‘Nebi aleyhisselam’a selam verdim.’ dedim. O da ‘Mescide girdiğin zaman selam verirsin.’ diyerek şöyle söyledi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Kabrimi, toplanılan bir bayram yeri haline getirmeyin, evlerinizi de kabristanlığa çevirmeyin. Bana salavat getirin. Nerede olursanız olun salavatlarınız bana ulaşır.”
(Sonra şöyle söyledi : ) Bu konuda sizinle Endülüs’te olanlar arasında bir fark yoktur.”32
Tevhidi ve sünneti nübüvvet pınarından öğrenen Müslümanlar, uzun zaman bu saf akide ve menhec üzerinde kaldılar.
Sonra Nebi aleyhisselam’ın, “Sizden öncekilerin yoluna karış karış uyacaksınız. Hatta onlardan, dab (keler) deliğine girmiş olanlar çıktıysa sizden de girecek olanlar çıkacak,”33 “Hatta onlardan -aleni olarak- annesiyle ilişkiye girenler olmuşsa, benim ümmetimden de bunu yapanlar olacak...” 34 buyruklarının mefhumu tahakkuk ederek, Karamita, İsmailiyye ve İhvan-ı safa gibi batınî hareketlerin etkisiyle, salihlerin mezarlarına ihtimam gösterilmeye, üzerlerine türbeler inşa edilmeye ve buralar meşhed ve ziyaret yerlerine dönüştürülmeye başlanmıştır.
Allah’a buralarda dua yapılması daha evla görülmüş, sonra bu türbelerde yatanlara, Allah katında şefaat edecekleri gerekçesiyle dua edilmeye, kurban kesip adak adanmaya başlanmış, daha sonra ise, bu kabirdekilerin kainatta tasarruf ettikleri bile söylenip inanılır hale gelmiştir.
Hasılı, Efendimiz aleyhisselam’ın üzerinde titizlikle durup ümmetinin bu noktaya gelmemesi için bütün yol ve gedikleri tıkamış olmasına rağmen cehalet artıp sahih sünnetten uzaklaşılınca iblis, evvelkileri düşürdüğü tuzağa aynı üslup ve gerekçelerle bu ümmetin bir kısmını da düşürmüştür.
Delil zannettikleri şeylerle insanları hakkın yolundan alıkoyanlar inatla görmezden gelseler de, bugün İslam coğrafyasının -Allah’ın rahmet ettikleri hariç- her köşesiyle, bizim ülkemizin hemen hemen her köy ve kasabasında, Allah’ın dışında dua edilen, medet beklenen, kurban kesilip adaklar adanan ve etrafında tavaf edilen bir sürü türbenin, özellikle de mübarek olduğu söylenen gün ve gecelerde hınca hınç dolup taşması, İblis’in bu ümmetin bir kısmını saptırıp cahiliyye dinine döndürmede ne kadar başarılı olduğunun en acı ve açık göstergesidir.
Bütün bunlar olurken kıllarını bile kıpırdatmayanlar, bunlara mani olmaya çalışıp insanları Nebi aleyhisselam’ın davet ettiği tevhide çağıranlara bir de reddiyeler yazmaya kalkarak, aslında kimin dostları olduklarını açıkça ortaya koymaktadırlar.
32 İbn-i Ebi Şeybe, Musannef 4/345
33 Buhari, Sahih, 3456; Müslim, Sahih, 2669
34Tirmizi, Sünen, 2649

İKİNCİ MUKADDİME TEVHİD

Tevhid

Bir şeyi birlemek, bir ve tek olarak kabul etmek anlamına gelir.
Tevhidi kabul etmeyip müşrik olarak kalmaya devam edenler, zaten Allah’ı; varlığında, yaratmasında, rızıklandırmasında ve kainatı idare etmesinde bir ve tek olarak kabul ettikleri için, Rasûllerin davet ettiği tevhidden maksadın, Allah’ın -bahsi geçen bu hususlarda- bir ve tek kabul edilerek tevhid edilmesi olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
Peki, Rasûllerin davet ettiği tevhid, Allah’ı hangi konuda birleyerek tek kabul etmeyi ifade ediyordu?
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Nuh’u kavmine gönderdik ve o şöyle söyledi ‘Ey kavmim! Yalnızca Allah’a ibadet edin! O’ndan başka tapılacak bir ilahınız yoktur.’”35
Hud, Salih ve Şuayb aleyhimusselam da kavimlerine şöyle dediler:
“Yalnızca Allah’a ibadet edin! O’ndan başka tapılacak bir ilahınız yoktur.”36
Onlar da peygamberlerinin davetlerini doğru anlıyor, ancak reddederek şöyle cevap veriyorlardı.
“Atalarımızın taptıklarını bir kenara bırakıp bir başına Allah’a ibadet edelim diye mi geldin?”37
Onlardan önceki ve onlardan sonraki bütün Rasûller de aynı şeye çağırıyorlardı.
“Onlardan önce ve onlardan sonra Rasûller, kendilerine ‘Allah’tan başkasına ibadet etmeyin.’ diye gelince”38
“Ad kavminin kardeşleri olan (Hud’u) da an. Hani o, ‘Kendisinden önce ve kendisinden sonra Allah’tan başkasına ibadet etmeyin.’ diye uyarıcılar gelen Ahkaf (bölgesindeki) kavmini uyarmıştı.”39
Yani gönderilen bütün Rasûllerin daveti aynı tevhideydi.
“Muhakkak her ümmete, ‘Yalnızca Allah’a ibadet edin ve tağutlardan kaçının.’ diye bir elçi gönderdik.”40
“Senden önce gönderdiğimiz her bir Rasûl’e mutlaka şöyle vahyederdik: ‘Benden başka hak ma’bud yoktur. Öyleyse sadece Bana ibadet edin.’”41

Bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki; Rasûllerin daveti, Allah’ın varlığını ve alemlerin Rabbi olduğunu anlatmak değil, zaten kavimleri tarafından da kabul edilen bu gerçekler üzerine, ibadetin yalnızca Allah’a yapılması, O’nun dışında -kim olursa olsun- hiç kimseye bu ibadetten bir pay verilip O’na ortak edilmemesi meselesiydi.
Bütün Rasûllerin ortak davetinin, ibadetin kime yapılacağıyla ilgili olduğu beyan edildikten sonra, bu ortak davetin özünü ifade eden “Lailaheillallah” sözünün ne anlama geldiği de kolayca anlaşılacaktır.

35 Araf, 59
36 Araf, 65, 73, 85
37 Araf, 70
38 Fussilet, 14
39 Ahkaf, 21
40 Nahl, 36
41 Enbiya, 25

Lailaheillallah’ın anlamı:
İlah
kelimesi, ibadet edilen, mabud anlamına gelmektedir. Eğer ilah kelimesi, -bazılarının anladığı gibi- “Rab,”veya “yoktan var etmeye gücü yeten” yada “hiçbir şeye muhtaç olmayan, ama herkesin O’na muhtaç olduğu” anlamlarına geliyor olsaydı, Nebi aleyhisselam müşrikleri “LailaheillAllah” sözüne çağırdığında buna karşı gelmez, “Biz zaten bütün bunları Allah’tan başka yapan olmadığına inanıyoruz.” derlerdi.
Ama onlar Arab oldukları için “ilah” kelimesinin, “ibadet edilen, mabud” anlamına geldiğini, bu sözü kabul etmekle Allah’ın dışında dua edip, medet isteyip, adak adayıp kurban kestikleri aracılarını bir kenara bırakarak, bütün bu ibadetleri sadece Allah’a yapmaları gerektiğini iyi biliyor, bu yüzden de onu söylemekten imtina ediyorlardı.
Bu söze davet edildiklerinde;
“Bütün ilahları bir ilaha mı indirgiyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şey!”42 diyorlardı.
Allah’ın dışında birçok ilahın varlığını, bizzat Allah’ın haber vermesiyle de biliyor olduğumuz için “Lailaheillallah”ın manasını “Allah’tan başka mevcud ilah yoktur” şeklinde de anlayamayız.
Zira Allah’ın dışında ilahlar çokça vardır. Ancak yaratma ve rızıklandırmadan, yani Rablikten bir payları olmadığı gibi, ibadetten de bir payları yoktur. İlahlıkları haksız ve bâtıldır.
Öyleyse “Lailaheillallah”ın mutlak olarak doğru anlamı şudur:
Allah’tan başka ibadet edilmeye layık hak ilah, mabud yoktur. Her bir çeşidiyle ibadet edilmeye bir tek O layıktır. Mülkünde -ittifakla- ortağı olmadığı gibi, ibadetinde de hiçbir şey ve hiç kimse O’na ortak edilemez.
Rabbimizin şu iki buyruğu bu doğru anlamı açıkça ortaya koymaktadır. “Hani İbrahim, babasına ve kavmine, ‘Beni yaratan hariç, ben sizin taptıklarınızdan beriyim. Beni doğruya ulaştıracak olan O’dur.’ demiş ve bunu belki dönerler diye kendisinden sonrakilere baki bir söz olarak bırakmıştı.”43

İbrahim aleyhisselam’ın bıraktığı baki söz Lailaheillallah sözüdür.
O, bu sözün içeriğini “Beni yaratan hariç, ben sizin ibadet ettiklerinizden beriyim.” cümlesiyle ifade etmektedir. “Ben sizin taptıklarınızdan beriyim.”

42 Sad, 5
43 Zuhruf, 26, 27

ifadesi “Lailahe/hiçbir ilah yoktur” sözcüğünü, “beni yaratan hariç” ifadesi ise “illallah/ancak Allah hariç” sözcüğünü birebir karşılamaktadır.
Açıkça anlaşılacağına göre, “Lailaheillallah” sözüyle inkâr edilen şey, Allah’ın dışında ibadet edilen şeyler; kabul edilen de ibadetin sadece Allah’a yapılmasının gerekliliğidir.
“Allah hariç” demek yerine “beni yaratan hariç” demesi, Allah’ın yaratan olduğunu kabul ediyor olmalarını onlara karşı delil olarak getirip onları ilzam etmek içindir.
Ayrıca “Beni yaratan hariç, sizin taptıklarınızdan beriyim.” sözüyle onların taptıklarından birinin de Allah olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Yani “Lailaheillallah” sözünü söylemek, Allah’ın dışında ibadet edilen her şeyden beri ve uzak olmayı ifade etmek demektir.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Ey kitab ehli! Sizinle bizim aramızda eşit olacak bir kelimeye gelin. Allah’tan başka hiçbir şeye ibadet etmeyelim. Allah’ın dışında birbirimizi rabler edinmeyelim.”44
Nebi aleyhisselam’ın onları davet ettiği kelime, Lailaheillallah kelimesidir. Bir sonraki “Allah’tan başka hiçbir şeye ibadet etmeyelim.” ifadesi, “Lailaheillallah”ın tam karşılığıdır. “Hiçbir şeye ibadet etmeyelim.” ifadesi Lailahe/hiçbir ilah yoktur sözcüğünü, “Allah’tan başka” ifadesi ise illallah/ancak Allah hariç sözcüğünü tamı tamına karşılamaktadır.
Buradan da açıkça aynı mana anlaşılmaktadır. Yani “Lailaheillallah” sözüyle Allah’tan başkasına ibadet edilmesi inkâr edilmekte, ibadetin yalnızca Allah’a yapılmasının gerekliliği ilan edilmektedir.
Özetle; “Lailaheillallah” kelimesi; Allah’ın varlığını, birliğini, yaratıcı olduğunu ve kainatın bütün işlerinin idarecisi olduğunu kabul etmeye çağıran bir söz değildir. Çünkü hatırlanacağı üzere, -Mekke müşrikleri dahil- bu, zaten herkesçe kabul edilmektedir.
“Lailaheillallah” kelimesinin vurgu yaptığı esas mesele, herkesçe kabul edilen bu gerçekler üzerine, ibadetin yalnızca Allah’a yapılması, O’nun dışında ibadet edilen her şeyin inkâr edilmesi meselesidir.
“Lailaheillallah” kelime-i tevhidini; doğru anlamını bilmeden, bunda hiçbir şüphe duymadan,buna iman etmeden ve Allah’ın dışında ibadet edilen bütün tağutları inkâr etmeden söyleyen bir kişiye, lafzını binlerce kere tekrarlasa bile -ilim ehlinin icmasıyla- hiçbir faydası olmayacaktır.
Bu kelimeyi söyleyip Müslüman olduğunu iddia eden kimseye, “Bu sözle neyi kasdediyor, neyi kabul edip neyi inkâr ediyorsun?” diye sorulunca, “yani Allah vardır, birdir, alemlerin Rabbidir, her şeyin yaratıcısıdır, yoktan va- redendir, rızkı veren O’dur ve bütün kainat O’nun idare ve kontrolündedir. Bu hususlarda hiçbir ortağı da yoktur.”cevabını veriyorsa, bu kişinin Allah inancı Ebu Cehil gibi müşriklerin Allah inancının bir adım önünde değildir.
Eğer bu inanç onları müşrik olmaktan çıkarıp muvahhid bir Müslüman yapmaya yetmediyse -ki yetmemiştir-, bir başkasını da Müslüman yapmaya yetmez.
44 Al-i İmran, 26, 27

Bir faide: (Allah’ı Rab olarak kabul etmek, sadece O’na ibadet etmeyi gerekli kılar.)
Allah subhanehu ve teâlâ, Kur’an’da umumen, Rab olmasıyla ilgili özelliklerini, bu konuda bir ve tek olduğunu zaten kabul edenlere bir hüccet olarak zikretmekte, bunu kabul eden müşrikleri, bunun bir gereği olarak O’nu ibadetinde de birlemeleri için ilzam etmektedir.
Yani bu, “Madem Allah’ın tek başına yaratan ve rızıklandıran olduğuna iman ediyorsunuz, öyleyse bunun gereği, tek başına O’na ibadet etmenizdir. Yaratma ve rızıklandırmada ortağı olmayana, ibadette de hiçbir şeyi ortak etmemeniz gerekir.” demektir.
Bunun en açık örneklerinden biri Rabbimizin şu buyruğudur:
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin. Umulur ki böylelikle sakınmış olursunuz. O Rab ki, yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü üzerinize bir tavan yaptı. Gökten size su indirdi de onunla size rızık olacak ürünler çıkardı. Artık hâlâ bile bile Allah’a eşler koşmayın”45
Yani, “Sadece Allah’a ibadet edin, zira -sizin de kabul ettiğiniz gibi- sizi ve sizden öncekileri O yaratmıştır. Kainatı yaratan da O’dur, sizi rızıklandıran da. Bütün bunları yapanın Allah olduğunu bildiğiniz halde, bunları yapmada O’na ortak olmayan kimseleri, ibadette de Allah’a ortak etmeyin.”
Diğer ilahların bâtıllığını da -müşrikler tarafından da kabul edilen- yaratmaya güç yetirememeleri, hiçbir şey yaratmamış olmaları ve bilakis kendilerinin yaratılmış olmalarıyla ispatlamaktadır.
“Yaratanla yaratmayan hiç bir olur mu?”46
“Hiçbir şey yaratmamış, bilakis kendileri yaratılmış olan şeyleri mi ortak ediyorlar.”47
“Ey insanlar, size bir misal veriliyor, iyi dinleyin. Onların Allah’ın dışında dua ettiği şeyler, bunun için bir araya toplansalar bile, asla bir sineği dahi yaratamazlar.”48
Özetle, yaratmada O’na ortak olmayanlar, dua etmek, medet istemek, adak adamak ve kurban kesmek gibi ibadetin hiçbir çeşidinde O’na ortak edilemezler.
Bu bahsi, akıl ve insaf sahipleri için yeterli olacak, Allah subhanehu ve teâlâ’nın şirki kökünden kesip atan şu buyruklarıyla kapatalım:
“Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, Ben de size icabet edeyim.”49 “Kullarım Beni soracak olursa Ben yakınım. Dua ettiği zaman dua edene
icabet ederim.”50

45 Bakara, 21-22
46 Nahl, 17
47 Araf, 191
48 Hac, 73
49 Ğafir, 60
50 Bakara, 186

“Yoksa Allah’ın dışında şefaatçiler mi edindiler? De ki: Hiçbir şeye malik olmadıkları ve akletmedikleri halde mi? De ki: Şefaat tümüyle Allah’ındır.”51
“Allah’ın dışında, kıyamet gününe kadar kendisine icabet edemeyecek, onların dua ettiğinin farkında bile olmayan kimselere yalvarandan daha sapık kim olabilir?”52
“De ki: Allah’ın dışında dua ettiklerinize bir bakın bakalım! Allah bana bir zarar vermeyi dilese, bu zararı onlar mı giderecek? Veya bana rahmet etmeyi istese, rahmetine onlar mı mani olacak?”53
“Allah’ın dışında, sana fayda ve zarar veremeyecek şeylere dua etme! Böyle yaparsan zalimlerden olursun. Allah sana bir zarar dokundurursa, bunu O’ndan başkası kaldıramaz. Sana bir hayır dilerse, O’nun fazlını kimse geri çeviremez.”54
“O’nun dışında yalvardıklarınız bir hurma çekirdeğinin zarına bile malik değiller. Onlara yalvarsanız duanızı işitmezler. Diyelim işittiler, size icabet edemezler. Kıyamet günü de şirkinizi inkâr ederler.”55
“Dua ettiği zaman darda kalmışa icabet edip onun sıkıntısını gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri yapan kimdir? Allah’la beraber başka bir ilah mı?”56 “De ki: Allah’ın dışında (ilah olduğunu) zannettiğiniz kimselere yalvarın
bakalım. Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre miktarı bir şeye sahiptirler. Göklerde ve yerde ne bir ortaklıkları, ne de Allah’ın onlardan bir yardımcısı vardır. İzin verdikleri müstesna, O’nun katında şefaat de fayda vermez.”57

Fayda vermek ancak şu dört hasletten birine sahip olanın yapabileceği bir şeydir. Kendisine dua edilen kişi istenilen şeye malik olmalıdır. Malik değilse sahibinin ortağı olmalıdır. Ortağı değilse yardımcı ve destekçisi olmalıdır. Eğer yardımcı da değilse onun yanında aracı ve şefaatçi olmalıdır.
Allah subhanehu ve teâlâ bu dört meseleyi de yukarıdan aşağıya düzenli olarak iptal etmektedir. Mülkü ve ortaklığı nefyetmekte, ardından da yardımcılığı ve müşriğin istediği aracılığı iptal etmektedir. Müşriğin nasibi ol- mayan şefaati isbat etmektedir ki, bu, izniyle olacak şefaattir.
Düşünen kimse için tevhidi tecrid edip şirkin köklerini dinden kazımaya nur ve burhan olarak bu ayet yeter.58

İnsanların arzu ve teveccühlerini ölülere ve türbelere bağlamak için ellerinden geleni yapanlar, inatla yüz çevirmeye devam etseler de -Allah’ın kalplerini mühürledikleri müstesna- bu açık ayetler düşünen için hakikati- anlamaya yeterlidir.


51 Zumer, 33, 34
52 Zumer, 33, 34
53 Zumer, 38
54Yunus, 106, 107
55 Fatır 13, 14
56 Neml, 62
57 Sebe, 22, 23
58 İbn’u’l Kayyım, Medaricus-Salikin, 1/343

“Kendisine Allah’ın ayetleri hatırlatılıp da sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Muhakkak Biz mücrimlerden intikam alıcılarız.”59



59 Secde, 22

ÜÇÜNCÜ MUKADDİME SÜNNET VE BİD’AT

Allah’a ulaştırıp O’nun rıza ve hoşnutluğunu kazandıracak olan yol ve ameller, sadece Rasûl aleyhisselam’ın öğrettikleridir.
Onun öğretisinden başka bir metodla ve yöntemle Allah’a yakınlaşıp, O’nun rıza ve hoşnutluğunu kazanmayı murad eden kimsenin ameli; -ne kadar ihlasla ve iyi niyetle yapılmış olursa olsun- bâtıldır ve kabul edilmez.
Efendimiz aleyhisselam şöyle buyurmaktadır:
“Kim bizim bu dinimizde, aslında ondan olmayan bir şey icad ederse, bu amel ondan reddedilir.”60
Hadisin diğer bir lafzı da şöyledir:
“Kim bizim uygulamamızın olmadığı bir amel yaparsa bu amel ondan reddedilir.”61
Dinin çok büyük kaidelerinden biri olan bu hadis, Nebi aleyhisselam’ın göstermediği bir amelin yapılmasının veya onun öğrettiği bir amelin sayı, zaman ve şekil gibi öğretmediği bir keyfiyetle kayıtlandırılmasının, sahibin- den kabul edilmediği ve bâtıl olduğunu ifade etmektedir.
Zira Rabbimiz azze ve celle bu dini tastamam ederek kemale erdirmiştir.62 Efendimiz aleyhisselam da hiçbir şeyi gizlemeden dini bize aktarmış,
tebliğ ve beyan vazifesini eksiksiz olarak yerine getirmiştir.
Bizi Allah’a yaklaştıracak, O’nun rızasını kazandırıp cennete girmemize sebep olacak ne kadar söz ve amel varsa hepsini bildirip bizi bunlara teşvik etmiş, Allah’ı gazaplandırıp cehenneme girmemize sebep olacak ne kadar söz ve amel varsa bizi onlardan sakındırmıştır.
Efendimiz aleyhisselam şöyle buyurmaktadır:
“Benden önce hiçbir peygamber yok ki, ümmeti için hayır olarak bildiği şeyleri onlara göstermek, şer olarak bildiği şeylerden onları sakındırmak üzerine bir sorumluluk olmasın.”63
“Cennete yaklaştırıp cehennemden uzaklaştıracak bir şey kalmadan hepsi size açıklanmıştır.”64
Bundan sonra dinde, Nebi aleyhisselam’ın uygulamadığı veya öğretmediği bir amelle hayır yaptığını sanan, Allah’a yaklaşıp O’nun rızasını kazanacağını düşünen kimse, bu yaptığıyla bid’at icad etmiş olur.
Nebi aleyhisselam, çeşitli münasebetlerde yapacağı konuşmaların öncesinde takdim ettiği hutbe-i hâce isimli giriş konuşmasında her seferinde - tekrarla- şöyle söylemektedir.
“Sözlerin en doğrusu Allah’ın kitabı, yolların en hayırlısı Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur.

60 Buhari, Sahih, 2697; Müslim, Sahih, 1718
61 Müslim, Sahih, 1718
62 Maide, 3
63 Müslim, Sahih, 1844
64Taberani, Kebir, 1648

En şerli işler, dinde sonradan icad edilenlerdir. Dinde sonradan icad edilen her şey bid’at, her bid’at sapıklık, her sapıklık da cehennemdedir.”65
Gözleri yaşartıp kalpleri titreten bir konuşmasından sonra, sahabîler bunu bir veda konuşması olarak algılayıp kendisinden vasiyette bulunmasını istediklerinde şöyle söylemiştir:
“Size Allah’tan sakınmanızı, başınıza yönetici olarak Habeşli bir köle dahi gelse işitip itaat etmenizi vasiyet ederim. Benden sonra yaşayacak olanlarınız pek çok ihtilaf görecekler. Üzerinize düşen vazife, benim sünnetime ve benden sonraki raşid halifelerimin sünnetine uymaktır. Bunlara azı dişlerinizle tutunurcasına sımsıkı sarılın. Dinde sonradan icad edilen işlerden de uzak du- run. Dinde sonradan icad edilen her iş bid’at, her bid’at de sapıklıktır.”66
Efendimiz aleyhisselam’ın -defaatle- açık ve seçik olarak her bid’atın sapıklık olduğunu söylemesi, bid’atlerin iyi/hasene ve kötü/seyyie olarak iki kısma ayrıldığı iddiasının bâtıl olduğunu, itiraza mahal bırakmayacak bir şe- kilde ortaya koymaktadır.
Abdullah İbn-i Ömer radıyallahu anhuma, “İnsanlar hasene/güzel bile görseler, bütün bid’atler sapıklıktır.” 67 diyerek, iddia edilen taksimin bâtıl olduğunu, hem de bu taksimi iddia edenlerin kullandığı hasene tabirini kullanarak ifade etmektedir.
Aynı İbn-i Ömer radıyallahu anhuma, yanında hapşurup “Elhamdülillah vesselamu ala Rasûlillah” diyen adamın bu uygulamasına karşı çıkarak “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize böyle öğretmedi. Her halukarda elhamdülillah demeyi öğretti.”68 demekte, Allah’a hamdettikten sonra, aslında salih bir amel olan Peygamber aleyhisselam’a selam vermeyi hasene olarak görmemektedir.
Abdullah İbn-i Mesud radıyallahu anh, mescidde halkalar oluşturup belirledikleri sayılarda zikir ve tesbihat yapan topluluğun bu uygulamasını “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun, sizler ya Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in dininden daha doğru bir din üzerindesiniz ya da sapıklık kapısını açmaktasınız.”69 sözleriyle reddetmekte, bid’at-ı hasene gibi üçüncü bir ihtimali kabul etmemektedir. Aksine ilk bakışta hayır ve hasene gibi gö- rünen bu uygulamayı sapıklıkla itham etmektedir.
Tabiînin en büyüklerinden Said İbnu’l-Müseyyeb rahimehullah, fecrin doğuşundan sonra iki rekattan fazla namaz kılıp rukuyu ve secdeyi uzun tutan bir adam görünce onu böyle yapmaktan nehyetmişti. Adam, “Ey Ebu Mu- hammed, namaz kılıyorum diye Allah bana azab mı edecek?” deyince “Hayır, ancak sünnete muhalefetten dolayı azab eder.”70 demiş, aslında hayır ve hasene olan namaz kılmayı, sünnete muhalif bir şekilde olmasından dolayı azab sebebi saymıştır.

65 Ebu Davud, Sünen, 2118; Tirmizi, Sünen, 1105
66 Ebu Davud, Sünen, 4607; Tirmizi, Sünen, 2676; İbn-i Mace, Sünen, 42
67 Lalekai, 126; İbn-i Batta, 205; Beyhaki, Medhal, 171
68 Tirmizi, Sünen, 2738
69 Darimi, 1/6869
70 Beyhaki, Sünen, 2/466; Darimi, 1/116; Abdurrezzak, Musannef, 3/52

Ehl-i Sünnetin meşhur dört mezheb imamlarından Malik b. Enes rahimehullah şöyle demektedir:“İslam’da bir bid’at çıkarıp bunu hasene olarak gören kimse, bu hareketiyle Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i peygamberlik vazifesine hainlik etmekle itham etmiş olur. Çünkü Allah azze ve celle “Bugün dininizi tamamladım.” buyurmaktadır. O gün dinden olmayan bir şey bugün de dinden olamaz.”71
Nebi aleyhisselam’ın öğretmediği ve uygulamadığı bir şeyle ibadet edip Allah’a yakınlaşacağını uman veya O'nun uyguladığı bir ameli, uygulamadığı bir şekil, adet veya zamanla kayıtlayarak uygulayan ve bunu hasene gören kişi, lisan-ı haliyle “Aslında bu amel Allah’ın sevip razı olduğu bir ameldir. Ancak Peygamber aleyhisselam bunu bizden gizlemiştir.” demiş olmaktadır ki, bu, vazifesini yerine getirmediği ve dolayısıyla onun risalete hıyanet ettiği anlamına gelmektedir.
Şerri bundan daha az olmayan ikinci ihtimale göre, böyle yapan kişi, lisan- ı haliyle “Bu yaptığımın, Allah’ın sevip razı olduğu bir amel olduğunu Peygamber aleyhisselam bilmiyordu, ben bildim.” demiş olmaktadır.
Üçüncü bir ihtimal yoktur.
Özetleyecek olursak, Nebi aleyhisselam’ın yapmadığı veya öğretmediği bir şeyi yaparak bununla Allah’a yaklaşma iddiasında olan kişiye şöyle deriz:
“Bu yaptığın işin Allah’a yaklaştırıp O’nun rızasını kazandıracak bir amel olduğunu Nebi aleyhisselam biliyor muydu?” Eğer “bilmiyordu” derse, O'nun bilmediği bir ibadeti biliyor olduğu iddiasındadır ki, bunun üzerine ko- nuşulacak bir şey kalmaz.
Eğer “biliyordu” derse, “Bildiği bu hayrı bize bildirdi mi, yoksa gizledi mi?” deriz.
“Bildirdi” derse ispat talep ederiz, “gizledi” derse işte bu, hıyanet iddiasıdır.


Önemli bir mesele; Terkî sünnet:
Efendimiz aleyhisselam’ın yaptığı ibadetleri yapmak sünnet olduğu gibi, yapmasını gerektirecek sebep olduğu ve bir mani bulunmadığı halde terk ederek yapmadığı amelleri terk etmek de sünnettir. Yapmak ise bid’attir.
Örneğin, sebebi Nebi aleyhisselam’a olan sevgi ve O'nun doğumu olan “Mevlid Kandili”ni kutlamak, aynı sebep O hayattayken de var olduğu ve bunu yapmaya bir manisi de olmadığı halde yapmadığı için bid’attir.
Teravih namazını cemaatle kılan Nebi aleyhisselam, farz olur endişesiyle cemaatle kılmayı terk etmiştir. Farz olur ihtimali olan mani, vefatından sonra ortadan kalktığı için teravih namazını cemaatle kılmak, o bunu -sonradan- terk etmiş bile olsa şer’an bid’at değildir.
Şöyle açıklayalım: Muamelat ve yeme içme gibi sair eşyada aslolan şey mübahlıktır. Aksine bir şey olmadıkça her şey helaldir.
71 Şatıbi, İ’tisam, 1/49
İbadetlerde ise aslolan men ve hazardır. Meşru olduğuna dair bir delil olmadıkça her türlü amelle Allah’a ibadet etmeye çalışmak yasaktır.
Dolayısıyla bir şeyin helal olduğuna delil aranmaz. Haram olduğunu söyleyen delil getirir.
Bunun aksine bir şeyin bid’at oluşuna delil istenmez. Meşru olduğunu söyleyen, delil getirir.
Mesela yiyeceğimiz her bir meyvenin veya içeceğimiz her bir meşrubatın helal olduğuna dair tek tek delil getirmemizi isteyen kişinin yaptığı ne kadar gülünç ise, bid’at dediğimiz bir ameli yapan kişinin bununla alakalı bir ya- saklama getirmemizi istemesi de o kadar gülünç olur.
Birincisinde delilimiz “haram olduğuna dair bir delil olmaması”yken ikincisinde delilimiz “meşru olduğuna dair bir delil olmamasıdır.”
Örneğin birisi çıkıp da “Allah tektir ve teki sever. Hem sayısal olarak beş, dörtten daha çoktur.” diyerek öğle namazının farzını beş rekat kılmak istese, bizden taleb ettiğinde, öğle namazını beş rekat kılmayı yasaklayan bir delil getiremeyiz.
Veya “İnsanlar gevşeklik göstermeye başladılar, hem cemaatle kılınan namaz tek başına kılınan namazdan daha efdaldir. Allah da ‘ruku edenlerle beraber ruku edin.’ buyurmuyor mu?” diyerek revatib sünnetleri de cemaatle kılmayı öneren birine, taleb ettiğinde, revatib sünnetleri cemaatle kılmayı yasaklayan bir delil getiremeyiz.
Aslında sahih olan bazı umumi delillerden hareketle olduğu halde, her iki şekilde de bunların bid’at ve dalalet oluşunun delili, Nebi aleyhisselam’ın böyle yapmaması, yani farz edilen uygulamayı terketmiş olmasıdır.
Aksi halde binlerce yiyecek ve içeceği tek tek helal eden naslar aranmayacağı gibi, muhtemel uydurulma sureti milyonlarca olan bid’atleri tek tek yasak eden naslar aramak akıllara ziyan bir uygulama olur.
Hatırlanacağı üzere, hapşurup elhamdülillah diyen adamın, ardından Nebi aleyhisselam’a selam getirmesini reddeden İbn-i Ömer radıyallahu anhuma, Nebi aleyhisselam’ın Elhamdülillah demeyi öğretip selam getirmeyi terk etmesiyle; mescidde halkalar oluşturup zikir yaptığını sanan cemaatin tatbikatını sapıklıkla itham eden İbn-i Mesud radıyallahu anh, bu töhmetin gerekçesini Nebi aleyhisselam’ın böyle uygulamaması, yani terketmiş olmasıyla delillendirmişlerdir.
Ne hapşuran adam, ne de o topluluktan biri çıkıp da “Bizim elimizde böyle yapılacağına dair umumi delillerimiz var. Oysa sizin elinizde bu yaptığımızı yasaklayacak -zayıf da olsa- bir deliliniz yok.” dememiştir.
Özetleyecek olursak dinde dayanağı sadece vahiy olan ibadetler tevkifîdir. Sadece Kur’an ve sünnetle sabit olur. Hiç kimse kıyasla, tecrübeyle, rüyayla, ilhamla ve keşifle bir ibadet uyduramaz. Mevcut ibadete hariçten bir keyfiyet ilave edemez. Uyduranlar ve ilave edenler, “Bunu yasaklayan bir delil getirin.” diyemez. Dinde icad edilen şeyler namaz kılmak, ezan okumak, salavat getirmek ve zikir yapmak gibi aslı itibarıyla salih ameller olarak gözükse de, dini tamamlamaya kalkmak itibarıyla sapıklıktır ve cehennemdedir.



Kıymetli Okuyucu!
Bu mukaddimelerden ilk ikisi Tevhid’i, üçüncüsü ise Sünneti takrir etmek içindi.
Yapılan hiçbir amel, sadece Allah’a yapılmadıkça, Allah’a yapılan bir ibadet de sadece Rasûl’ün öğrettiği gibi olmadıkça makbul olmaz.
Birincisi ihlas, ikincisi ise mütabaattır.
Birincisinin ihlali şirk, ikincisininki bid’attir.
Birincisi Lailaheillallah’ın, ikincisi ise “Muhammedun Rasûlullah’ın gereğidir.
Birincisi neye ibadet ettiğimizle, ikincisi ise bize gönderilen elçiye ne şekilde karşılık verdiğimizle ilgilidir.
İslam dininin özü de budur, Yalnızca Allah’a ibadet etmek,
Allah’a, yalnızca Rasûl’ün öğrettiği şekilde ibadet etmek!

  • BÖLÜM


Hoşafçı’nın Birlik ve Beraberlik Çağrısı

s. 10’da “Ülkemizde yaşayanların düşünceleri ne olursa olsun, düşmanlarımızın planlarını bozmak için birlik ve beraberliğimiz korumak zorundayız.” diyen Hoşafçı, s. 135’de aramızdaki ihtilafın sadece suretâ bir ihtilaf olduğunu söylemekte, bu durumda tefrikaya ve suni düş- manlıklara sebep kalmadığını ifade etmektedir.
Birlik ve beraberlik. ancak kitap ve sünnet üzere olduğu sürece istenen bir

şeydir. Akide birliği olmayan bir beraberlik, Allah azze ve celle’nin yahudiler hakkında buyurduğu, “Sen onları beraber sanırsın, ancak kalpleri ayrı ayrıdır.”72 türünden bir beraberlikten öteye geçmez. Böylesi bir beraberliğin övülecek bir tarafı yoktur.
Ayrıca aramızdaki ihtilaf, dinin aslı olan Lailaheillallah’ı doğru anlama ile alakalı, şeklî değil hakiki bir ihtilaftır. Yani “Ya siz ya da biz... Ya hidayet üzere ya da apaçık bir dalalet üzere...”73

Tevhid’i yanlış anlayanlarla aramızdaki ihtilafa da tefrika değil, berâ denir. Aramızdaki düşmanlık da suni değil, dinî ve hakiki, kaynağı ise tevhid inancımızdır. “Biz sizden ve Allah dışında ibadet ettiklerinizden beriyiz. Sizi inkâr ediyoruz. Siz tek olarak Allah’a iman edinceye dek aramızda ebedî bir düşmanlık ve nefret baş göstermiştir.”74
s. 288’de diyor ki: “Doğru olan davranış, ümmetin birliği için her iki tarafın da birbirlerinin görüşüne saygı gösterip orta yolda birleşmeleridir.”
Bahsettiği iki taraf,tevhid ehli olan selefiler ile,ölülere yalvarıp yakarmaya ve mezarlardan yardım ve imdat istemeye davet eden kabirperestler. Bir tarafa göre ölülere yalvarıp yakarmak onlardan medet ve yardım istemek şirk, diğer tarafa göre ise din ve diyanet...
Hoşafçı’ya göre doğru olan davranış, üzerimizdeki en büyük hak sahibinin hakkına yapılan bu ihlale, yani “zulmün en büyüğüne”75 saygı göstermek...
Tevhid ve şirkin ortası neresi ise orada birleşmek.
Doğru olan Hoşafçı’nın söylediği gibi şirke saygı göstermek idiyse Allah, rasûlleri neden gönderdi ki? Rasûllerle kavimlerinin bulamadığı orta yolun ne olduğunu, keşke Hoşafçı anlatsaydı da biz de öğrenseydik.
Hoşafçı’nın Tevazusu(!)
s. 10’da diyor ki: “Haddim olmayarak boynumdan büyük işlere kalkıştığımın farkındayım.
Hoşafçı tevazu gösterisi yapmak yerine, haddini bildiği yerde dursa, boynundan büyük işlere kalkmasa ne iyi etmiş, sadece kendi günahını tahammül etmiş olurdu.
Bu durumda “ilimsiz olarak saptırdıklarının da günahını yüklenecek...”76

Hoşafçı’nın Kaynakları ve Objektiflik İddiası
s. 11’de Muhammed Alevi Malikî, Mahmut Ustaosmanoğlu, Ahmed Mahmud Ünlü, Hüseyin Avni ve diğer bir iki ismin hazırlamış oldukları eserlerden faydalanarak, objektif bir çalışma yaptığını ifade etmektedir.
72 Haşır, 14
73 Sebe, 24 74Mümtehine, 4 75 Lokman, 13
76 Nahl, 25

Bildiğimiz kadarıyla Türk okuru henüz görmüş olmasa da, kaleme aldığı “Hâzihî Mefâhîmunâ” isimli çalışmasıyla Salih Aluş-Şeyh, Alevi Maliki’nin cehalet ve dalaletlerini zaten gözler önüne sermiştir.
Mahmut Ustaosmanoğlu’nun ise bu konuda bir çalışması yoktur. Hoşafçı’nın faydalandığı Ruhu’l-Furkan isimli kitabı yazanın aslında Ustaosmanoğlu olmadığını, bize de bizzat öldürülen Bayram Hoca söylemiştir. İçindeki birçok hata ve dalaleti kendisine gösterdiğimizde,bize bunları yazanın Cübbeli olduğunu, kendisinin de birçok hatalar bulduğunu, Cübbeli’yi defalarca uyardığını, ancak onun bunlardan dönmediğini söylemişti.77
Sanıyoruz ki Hoşafçı, kitabın arka kapağında hazfettiği Mahmud Ustaosmanoğlu ismini burada zikredip -takdis edilmesi istenen sırrı ne ise?- parantez içine “kaddesallahu sirrehu” ilavesi yaparak kitabına cemaatten müşteri avlama peşindedir.
Ahmed Mahmud Ünlü ise “Cübbeli” lakabıyla meşhur zattır. Ciddiyet ve muruet sahibi herkes, onun bir hoca veya vaiz olmaktan çok bir komedyen veya asrî tabirle stand-up’cı olduğunu bilmektedir. Hem de müşterilerini Allah’ın ayetlerine güldürtecek cinsten!
“Ben Allah’tan korkmuyorum.” diyen Fatih Altaylı’nın karşısında çıktığı televizyon programında, Allah’ın ayetleri, ahiret, cennet ve cehennem gibi mukaddesatı mizah malzemesi yaparak, Altaylı ve Murat Bardakçı’yı yerlere düşercesine, katıla katıla bu mukaddesata güldürmesi, sanıyoruz - tasavvufçular da dahil- kutsal değerlerine hürmet sahibi her dindarın kanını dondurmuştur.
Rabıta hakkında yazdığı kitapta “doğacak çocuğa bereketi sirayet eder ümidiyle kişinin, cima (cinsel ilişki) halinde salih kimseleri düşünmesini”78 tavsiye edecek kadar aşırıya giden bir evliyaperesttir.
Hüseyin Avni’yi ise Medine’de yaptığımız birkaç celse ile şahsen gördük. İlerlemiş yaşı ve cemaatteki hoca itibarı bir yana, ilmî ve ahlakî müstevasına gözlerimizle şahid olduk.
Kendisine bu konuları Bayram Hoca ile de görüştüğümüzü söyleyince, onun iyi bir kitap koleksiyoncusu olduğunu, bu konuların uzmanının ise kendisi olduğunu söyledi. Hasmımız arasında konunun uzmanı birisini bulmuş olmanın heyecanıyla meselelere girdik. Bir de gördük ki, cevaplarını artık ehl-i sünnetin çocuklarının bile bildiği, Ebubekir Sifil’lerin bile dile getirmekten artık utandığı aynı masalları tekrar etmektedir.
Bize verdiği Ğuraba isimli dergilerini de gördükten sonra, karşımıza ilimde kuvvetli hasımlar çıkarmadığı için Rabbimize hamdettik.
Kaynakları bunlar olan Hoşafçı’nın objektif olmasını zaten beklemiyoruz. Ama okuyucunun gözünü boyamak için böyle bir iddiada bulunmasına da hiç gerek yoktu. Zira okuyan herkes gördü ki, bu kitap bir tarafın iddialarını çürütüp âlimlerini ıskat etmek için yazılmıştır.
77 Bu konuşmamıza Allah şahiddir.
78 Tarikat-ı Aliye’de Rabıta-i Celile, s. 471.
Cinsel ilişki esnasında salihleri düşünme rabıtasını,acaba kadınlar da yapmalı mıdır? Merak ettik de!


Eserin Engin Bir Dertlenme Mahsulü Olduğu
s. 12’de kitaba yazdığı takrizde, Hüseyin Avni “eserin engin (bir) dertlenme mahsulü olduğuna” inandığını söylemektedir.
Biz de onunla aynı fikirdeyiz. Kitap, dergi ve sohbet kasetleriyle, her yönden ve bulunan her vasıtayla, tevhid ve sünnet ehli olan selefiler ile topyekün bir muharebeye kalkmış olmanız, ancak engin bir dertlenmenin mahsulü olabilir.
Belli ki çok dertlenmişsiniz!
Yıllarca evliya masalları, keramet hikayeleri ve rüya ninnileriyle uyuttuğu- nuz insanlar, okumasınlar, görmesinler, dinlemesinler diye bütün gücünüzü sarf ettiğiniz halde, bir an gözünüzden kaçıp Allah’ın kitabını, Rasûlünün sünnetini ve ehl-i sünnetin kitaplarını görmeye, sizi sıkıntıya sokan sorular sormaya, saflarınızdan bir bir eksilmeye başladılar.
Belli, çok dertlenmişsiniz ki rivayetten, hadisten, delilden bahsetmeye başladınız.
Hüseyin Avni aynı yerde diyor ki: “Kitab, bir nice ilmî ve ahlakî densizlikler karşısında bile soğukkanlılığı ve insafı elden bırakmayan bir keyfiyet arz etmektedir.
İlmî ve ahlakî densizliklerin, dengesizliklerin, seviyesizliklerin ve hatta terbiyesizliklerin, tarihte emsali görülmemiş nadide örneklerini sergileyenin esas Hoşafçı olduğunu, kitabımızı okuyan herkes inşaallah görecektir.
Belki biz bunlar karşısında, zaman zaman çileden çıkıp “soğukkanlılığımızı” yitirmiş olabiliriz. Ancak inanıyoruz ki, insaf sahibi okuyucu “bir nice ilmî ve ahlakî densizliğin”aslinda kimler tarafından icra edildiğine gözleriyle şahitlik edecektir.
Hoşafçı’nın Tevessülden Ne Kasdettiği
s. 83’de diyor ki: “Özellikle tasavvuf ehlinin kasdettiği tevessül ise daha ziyade, başta peygamberler olmak üzere vefat etmiş olan salih zatlar/veliler vesile kılınarak Allah’tan bir şey istemek, arzu edilen bir şeyin elde edilmesi veya arzu edilmeyen bir şeyin defedilmesi için O’na dua ve ilticada bulunmaktır…
Zat ile tevessülü ihtiva eden dua cümlelerinde filan zatın Allah nezdindeki yeri ve mevkii (makamı, mekanı, cah), hakkı için, hatırına gibi ifadeler de bulunabilmektedir
.
İttifakla meşru olan tevessül, dua eden kimsenin, Allah azze ve celle’nin güzel isimleri ve yüce sıfatlarıyla dua etmesi veya istediği hayrın ve çekindiği şerrin öncesinde, ihlasla yapmış olduğu salih amellerini zikrederek bir mukaddime yapması ya da salih olduğuna kanaat getirdiği kimselerden kendisi için dua etmesini taleb etmesidir.
Kitab ve sünnetin sahih ve sarih nasları ile selef-i salihînin uygulamasında caiz ve meşru olan tevessül bu üç şeklin dışına çıkmamaktadır.
Dolayısıyla, ölmüş veya hayatta olan bir kimsenin zatını öne sürerek - Hoşafçı’nın bahsettiği lafızlarla- dua etmek, böyle bir tevessüle hüccet olabilecek sahih ve sarih bir delil bulunmadığı için caiz ve meşru değildir.
Allah’ın kitabı, enbiya ve salihlerin yaptığı dua örnekleriyle doludur. Efendimiz aleyhisselam, sahih sünnetinde, bizlere bir sürü özlü dua şekilleri öğretmiştir. Başta sahabe olmak üzere salih selefimizden de, değişik münasebetlerle yaptıkları birçok dua lafızları nakledilmiştir.
Zat ile tevessülün meşru olduğunu isbat etmeye çalışan Hoşafçı, Allah’ın kitabından, Rasûl aleyhisselam’ın sünnetinden ve selefin tatbikatından, sahih ve sarih olarak, bahsettiği cümlelerle edilmiş, bir tane dua örneği zikretseydi ya!
Sünnette olmayan bu lafızlarla dua ve tevessül edilebileceğini söylemeye çalışanlar, kitap ve sünnetteki dualarla dua edince, Allah kendilerine icabet etmedi de, o yüzden mi yeni yöntemler icad etmeye uğraşıyorlar?!
Kitab ve sünnette mevcud olan yüzlerce dua örneği kendilerine yetmedi de, akıllarınca onların eksiğini mi tamamlamaya çalışıyorlar?!
“Daha hayırlı olanı daha düşük olanla mı değiştirmeye kalkışıyorsunuz?”79


Vahhabi-Selefi
s. 10’da “Vahhabi ve Selefinin (doğrusu selefin) yolundan gittiğini söyleyen selefiler…
s. 93’de “Vahhabilere Vahhabi denilmesi, görüşlerinin kaynaklarından biri olan (doğrusu birisinin) Muhammed b. Abdulvahhab olmasından ötürüdür.
s. 25’de “Vahhabi ve benzer düşünceleri olan, kendilerine selefiler diyenlerin görüşlerinin kaynağı alan İbn Teymiyye” ifadelerini kullanmaktadır.
Öncelikle şunu belirtelim ki; şu zamana kadar yeryüzünde kendilerine Vahhabi diyen bir insan topluluğu görmedik. Eğer Hoşafçı görmüşse bize de göstersin.
İkinci olarak, en hayırlı üç nesil olan sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîne akide, amel ve sulukta intisab etme anlamına gelen Selefilik, şer’i ve şerefli bir nisbettir.
Şer’i hiçbir gerekçeye dayanmadığı halde Nakşibendilik’e intisap edip kendilerini çekinmeden Nakşi diye isimlendirenlerin, şer’i bir intisap olan Selefilik’in adına bile tahammül edememeleri doğrusu şaşılacak bir şeydir.
Üçüncüsü, Muhammed İbn-i Abdulvahhab, -siz ve selefleriniz yalan,

79 Bakara, 61

düzmece ve iftira ile aksini anlatmaya çalışsanız da- amelde Hanbelî mezhebi, akidede ise Selef-i Salihînin yolu üzerinde olan bir ehl-i sünnet âlimidir. Ne yeni bir din getirmiş, ne yeni bir mezhep kurmuş, ne de yeni bir söze davet etmiştir.
Şirk ve hurafelerle mücadele etmiş, tevhide ve sünnete çağırmıştır. Eserleri ve akidesi ortada olduğu halde Zeyni Dahlan’dan Hüseyin
Avni
’ye80 kadar, aleyhinde yazı yazanların istisnasız tamamı, ipe sapa gelmez
iftiralarla halkı onun kitaplarından sakındırmaya, onun ehl-i sünnet dışı sapık itikadları olan biri olduğuna inandırmaya çalışmakta, uydurdukları bu düzmece mezhebe de Vahhabilik adını vermektedirler.
80 Hüseyin Avni ile, bir grup talebesinin önünde yüz yüze yaptığımız bir görüşmede, çıkardığı Ğuraba Dergisi’nde Muhammed b. Abdulvahhab’a yapılan iftiraları yüzüne vurmuş, o da çaresiz, bunların hata olduğunu ve tashih edileceğini söylemişti. Bilmiyoruz tashih etti mi?

Dördüncüsü ise, Selefilerin akidelerinin kaynağı -hâşâ ve kella- İbn-i Teymiyye veya bir başkası değil, Allah’ın kitabı ile Rasûlünün sünnetidir.
Ayrıca, örneğin bir ideoloji olan komünizm için, fikirlerinin kaynağı filancadır denilebilir. Ancak bir akide ve menhec olan selefilik için fikir denilemeyeceği gibi, Muhammed b. Abdullah sallallahu aleyhi ve sellem’den başka bir insanın da bunların kaynağı olduğu söylenemez.

Hoşafçı’nın Selefilere İftiraları
Ehl-i sünnetin zat ile tevessül etmeyle alakalı inancı, bunun meşru olmayan bir bid’at olmasından ibarettir.
s. 118’de “filancanın hürmetine diye yapılan tevessül bid’attır derlerse” ifadesinden açıkça anlaşıldığı gibi, selefilerin inancının böyle olduğunu Hoşafçı’da pekala bilmektedir.
Bununla beraber kitabında defalarca, örneğin:
s. 46’da “elindeki delillere dayanarak doğru şekilde dua edip isteyenle yanlış, hatta şirk işleme durumunda olanları aynı kefeye koyup tekfir ediyorsunuz.”
s. 100’de “zat ile tevessülü kabul etmeyen selefiler ve vahhabiler, tevessülü kabul edenleri Allah’a ortak koşmakla suçluyorlar.
s. 101’de “âlimleriniz sizin şirk olarak kabul edip bunu yapana kâfir dediğiniz bir ameli yapıyorlar.
s. 153’de “zannımca selef şirk içindeydi demezsiniz.” gibi kasıtlı cümlelerle, kendi seleflerinin yolundan giderek, okuyucuyu sünnet ve ehli aleyhine kışkırtmak için, hâyâ etmeden iftira etmektedir.
Yani Selefiler “Allah’ım, filancanın hatırına duamı kabul et.” gibi meşru olmayan bir şekilde Allah’a dua etmeye şirk, böyle yapana da müşrik ve kâfir diyorlarmış.
Söyleyecek sözleri olmayanlar ve “Allah’ın ayetlerine inanmayanlar ancak iftira ile yalan atarlar.”81
Hoşafçı, buna şirk, bunu yapana da kâfir ve müşrik diyen selefilerin veya kendi tabiriyle vahhabilerin kimler olduğunu ve bu sözü nerede söylediklerini bize açıklasın.
Eğer buna gücü yetmezse ki asla yetmez, bu bühtanından tevbe edip iftirasını yaydığı gibi tevbesini de ilan etsin.
Bu ikisinden birini yapmazsa kendisi de, okuyucu da bilsin ki, Hoşafçı, ehl- i sünnet düşmanı bütün selefleri gibi bir iftiracıdır.
s. 296’da diyor ki: “Onlara göre birisi için ayağa kalkmak, el öpmek, peygamber efendimize ‘Efendimiz’ ‘sahibimiz’ gibi ifadeler kullanmak, kabrini ziyaret esnasında önünde edep, vakar ve kalp huzuruyla durmak, Allah’tan başkasına ibadet etmek anlamına geldiğini söylerler (doğrusu: anlamına gelir).”
Subhanallah! “doğrusu bu çok büyük bir bühtandır”82
Hoşafçı, ya bu söylediklerinin de Allah’tan başkasına ibadet, yani şirk anlamına geldiğini söyleyen selefilerin kimler olduğunu açıklasın, ya da bu iftirasından da tevbe edip ilan etsin. Aksi halde biz ispat ederek Hoşafçı’nın müfteri olduğunu ilan ediyoruz.

Ardından diyor ki: “Bize göre bu iddialar Allah ve Rasûlünün razı olmadığı, şeriatın ruhuna aykırı, cahilane bir inattır.”
Biz de diyoruz ki, bize göre de bu iftiralar, Allah ve Rasûlünün razı olmadığı, şeriatın ruhuna aykırı, hezeyan halinde söylenmiş apaçık bir bühtandır.
Bu sefer alenen yapmasa da s. 277’de “Görüldüğü gibi Allah isterse istediğine olağanüstü güçler verebilir. Bunlar peygamberler de olabilir, insanlar da... Numuneleri gerek sahabede gerekse daha sonra vardır.” diyerek, sanki inkâr eden varmış gibi mucize ve kerametlerin varlığını isbat etmeye; s. 106’da, “Allah dostlarının yaptıkları kerameti şeytandan sayanlar” sözleriyle de selefilerin, kerametleri inkâr ettiklerini ima etmeye çalışmaktadır.
İbn-i Teymiyye de, İbn-i Abdulvahhab da, diğer bütün selefiler de, kerameti hak olarak kabul edip ona inanmakta, kerameti inkâr edenleri bid’at ve dalalet ehli olarak görmektedirler. Allah dostlarının yaptıklarını Allah’tan, şeytan dostlarının yaptıklarını da şeytandan saymaktadırlar.
Ancak selefiler, sizin yaptığınız gibi tersten giderek, gösterdiği olağanüstü olayları delil sayıp, sahibinin hemen Allah dostu olduğuna hükmetmezler. Önce kişinin söz ve ameline bakar, sonra da ondan sadır olan harikuladeliklerin, keramet mi, istidrac mı, yoksa sihir ve büyü mü olduğuna karar verirler. Allah dostlarının da, O’nun iman eden muttaki kulları olduğuna inanırlar. İbadette ortakları olduğuna değil!

81 Nahl, 105
82 Nur, 16


Hoşafçı’nın delil anlayışı:
s. 129’da “Zat ile tevessülü kabul edenler yaptıkları amellerde muhakkak bir ayet ya da hadise dayanırlar.”

s. 226’da “Bizim elimizde gerek sahih gerekse zayıf birçok hadis vardır.” diyor.
Hoşafçı’nın sahih olanı sarih olmayan, sarih olanı da sahih olmayan “delillerini” zaten tek tek ele alıp neye, ne kadar delil olabileceklerini ortaya koyacağız.
Ancak ondan önce okuyucuya şunu anlatmak istiyoruz.
Şer’i bir meseleye gerekçe olacak malzemenin, öncelikle şer’an delil olması, sübutunun sahih, delaletinin de gerekçe teşkil edeceği şeye uygun olması icab eder.
“Şer’an delil olması” sözümüzle rüyanın, keşfin, ilhamın, tecrübenin, âlimlerin görüş ve içtihatlarının, sıhhatinin bilinmesi genelde mümkün olmayan tarihî olayların ve kıssaların edille-i şeriyyeden olmadığını kasde- diyoruz.
“Subutunun sahih olması” sözümüzle zayıf, sakıt, vahi, münker ve mevzu riyavetlerin, tevhid inancına kökünden aykırı bazı uygulamalarla, dinde haram ve helal kılmaya delil olması şöyle dursun, dinde aslı olmayan bir amelin meşru veya müstehab oluşunda bile delil olamayacağını kasdediyoruz.
“Delaletin uygunluğuyla” ise, sünnet ve cemaat ehli selefiler olarak, başta sahabe olmak üzere selefin, sabit olan delilden ne anladığını ve ne uyguladığını, herhangi bir umumi delilden selefin anlamadığı ve uygulamadığı hususi bir sureti kasdetmenin uygun ve doğru olmayacağını kasdediyoruz.
Onların Kitap ve Sünnet naslarını bizden daha doğru anlayıp, Kitap ve sünnetin gösterdiklerini tatbik etmeye bizden daha gayretli oldukları, Allah’ın onlardan razı olmasıyla83 tescillenmiştir.
Kitab ve Sünnet'ten onların anlamadığı bir şey anlamaya veya onların uygulamadığı bir şey uygulamaya kalkmak, “müminlerin yolundan başka bir yola ittiba etmek” olur ki böylesi bir anlayış ve uygulamanın, içeriğini dinlemeye gerek bile duymadan dalalet olduğunu cezmedebiliriz.
Muhakkak bir ayet ve hadise dayandığını, elinde gerek sahih gerek zayıf birçok hadis olduğunu” söyleyen Hoşafçı belki farkında değil ama, ehl-i sünnete muhalif inanç ve amelleri olup da Müslüman olduğunu söyleyen bütün sapık fırkalar, bu inanç ve amellerinde bazı ayet ve hadislere, onların umumundan, lugavî veya örfî batıl delaletlerine dayanıyorlar.

83 Tevbe, 100

Öyleyse Kur’an ve sünnetin doğru delaleti, her heva sahibinin anlayışına göre değil, yalnızca selefin fehmine göre olandır.
Dolayısıyla önemli olan, her iddia sahibinin delil getirebiliyor olması değil, delil diye getirdiği şeyin, iddiasına hakikaten de delalet etmesidir.
Ehl-i sünnet ve diğerleri arasındaki cevheri fark ve alametlerden biri de şudur.
Ehl-i sünnet, nasların delaletlerinin gereğini kabul edip iman eder. Diğerleri ise tersten giderek, önceden kabul ve iman ettikleri şeylere Kur’an ve sünnetten deliller bulmaya çalışırlar.
Yani ehl-i sünnet, önce delili görüp, iman ve amel olmak üzere gereğini yerine getirmeye çalışırken, diğerleri peşinen iman ve amel ettikleri şeyleri delillendirmeye çalışırlar.
Diğerlerinden olan Hoşafçı’nın, önceden kabul ettiği şeylere delil bulmaya çalışırken ne durumlara düştüğünü bir örnekle açıklayalım.

Önceden kabul ettiği ölülere Kur’an okunabileceğine deliller arayan Hoşafçı, s. 62’de Abdullah b. Abbas radıyallahu anhuma’nın cenaze namazında Fatiha suresini okuduğu ve ardından sünnet olanın bu olduğunu söylediği Buhari rivayetini aktarıyor. Ardından diyor ki: “Üstteki hadiste, sahabenin cenaze namazı kılıp ve Kur’an okuduğunu görmekteyiz. Hadis sahihtir. Peygamberimiz yapmış ki Talha’dan yapılan rivayetin metninde sünnettir deniliyor.
s. 78’de diyor ki: “Beş ayrı sahabeden gelen konuyla ilgili rivayetler isnad yönünden problemsizdir.
Müctehid olma şartları taşıyan ve taşımayan herkes, bu rivayetin delalet ettiği temel meselenin, cenaze namazında sünnet olanın Fatiha suresini okumak olduğunu kolayca anlayabilir. Hadisi nakleden imamların tamamı da hadisi, sünnetin böyle olduğuna delil olarak zikretmişlerdir.
Merak ediyoruz!
Acaba Hoşafçı, sahih olduğunu beyan ettiği bu rivayetin delalet ettiği esas konuyla ne kadar ilgilenmektedir?
Yani cenaze namazında subhaneke deği lFatiha okunacağını kabul edip böyle amel etmekte midir? Yoksa hakkında sahih veya zayıf, merfu bir rivayet olmadığı ve sahih olan bu rivayeti gördüğü halde, kör taklidi bırakamayıp Fatiha yerine “ve celle senauk”le beraber subhanekeyi mi okumaya devam etmektedir?
Sünnete ve delile ihtiram eden kimse, bu rivayeti görüp sıhhatini bilerek ilim ehlinden büyük bir topluluğun bununla fetva verdiğini öğrendikten sonra, Nebi aleyhisselam’ın bu sünnetini hiç kimsenin görüş ve içtihadı için terketmez.
Aslında delil diye bir kaygısı olmayan taklitçi de, bu rivayetin delalet ettiği esas meseleyi görmezden gelerek, ondan, önceden kabul ettiği alakasız bir şeye delil çıkarmaya çalışır. Bunu da kasıtlı veya kasıtsız “Sahabenin cenaze namazı kılıp ve Kur’an okuduğunu görmekteyiz.” cümlesiyle (ve) bağlacını yanlış bir yerde kullanarak, cenaze namazını kılmak ve Kur’an

okumak ayrı ayrı yapılmış şeylermiş gibi hissettirmeye çalışarak yapar.
Amacı delilin gereğini yerine getirmek değil, ön kabulüne delil bulmaya çalışmak olan Hoşafçı’nın durumu ortadadır.
Yeri gelmişken s. 63’de “Henüz toprağa gömülmemiş meyyit ile gömülmüş meyyit arasında bir fark mı vardır?” diye sorarak, “Ona Kur’an okunuyor da buna neden okunmasın?” demeye çalışan Hoşafçı’ya biz de şöyle sormak istiyoruz:
Toprağa gömülmemiş meyyit ile gömülmüş meyyit arasında bir fark mı vardır da, gömmeden önce siz ona dua ediyor, gömdükten sonra ondan size dua etmesini istiyorsunuz?

Ebu Hanife ve Öğrencilerinin Zat ile Tevessüle Dair Görüşleri
Haskefi şöyle demektedir: “Tatarhaniyye’de, Münteka’ya azven, Ebu Yusuf’un Ebu Hanife’den yaptığı nakilde, Ebu Hanife’nin şöyle dediği aktarılmaktadır: “Hiç kimsenin Allah’a, O’ndan başka bir şeyle dua etmesi yakışık almaz. İzin verilen ve emredilen dua şekli Allah’ın şu buyruğunda ifade edilendir: “En güzel isimler Allah’ındır. O’na bu isimlerle dua edin.”
(Haskefi diyor ki) Ebu Hanife, “Rasûlün hakkı için” veya “enbiyanın ve evliyanın” ya da “Kabe’nin hakkı için” demeyi mekruh görmüştür. Zira yaratılmış olanların, yaratıcı üzerinde bir hakkı yoktur.”84
Bilindiği üzere, mezhebte “mekruh” denildiği zaman Muhammed’e göre “haram”, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre “harama yakın olan” kasdedilmektedir.
İhtiyar sahibi “Mekruh, Muhammed’e göre haram, ikisine (Ebu Hanife ve Ebu Yusuf) göre harama daha yakın olan şey anlamındadır.”85 derken, Ayni, “Kerahiyyet kitabındaki her mekruh, Muhammed’e göre haram, Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre harama daha yakın manasındadır.”86 demektedir.
Dolayısıyla, duada “Rasûlün hakkı için” veya “Enbiyanın ve evliyanın hakkı için” demek, İmam Muhammed’e göre haram, İmam Ebu Hanife ve İmam Ebu Yusuf’a göre harama daha yakın bir şeydir.

84 Haskefi, Durru’l-Muhtar, 662
85 Abdullah el-Musuli, İhtiyar, 4/153
86 Ayni, Minhat’us Suluk, 399
Hanefi mezhebinin hemen hemen bütün füru kitaplarında, bu söylediğimiz, birbirine yakın ibarelerle açıkça ifade edilmektedir.
Abdullah el-Musuli, İhtiyar’da şöyle demektedir: “(Allah’a kendisinden başka bir şeyle dua etmek mekruhtur). Falanca ile istiyorum veya meleklerinle ve peygamberlerinle istiyorum, denmez.”87
Hidaye’de geçen “Duada filancanın hakkı için veya Nebilerin ve Rasûllerin hakkı için demek mekruhtur. Zira mahlûkun Hâlık üzerinde bir hakkı yoktur.” ibaresini, “Kabe ve Meş’ari’l-Haram hakkı için” gibi yaratılmışların yaratan üzerinde bir hakkı olduğu izlenimi veren ibareler de aynen bunun gibidir. İnsanların yapageldiği şey böyle olsa da durum değişmez.”88 sözleriyle açık- layan Ayni, başka bir yerde şöyle demektedir: “Duada, filancanın hakkı için veya nebilerinin ve velilerinin hakkı için ya da Kabe’nin ve Meş’ari’l-Haram’ın hakkı için demek haramdır.”89 Fahreddin Zeylei,90 Molla Hüsrev91 ve Damad Efendi92 de aynı ibarelerle şöyle demektedirler: “Duada, filancanın hakkı için ve aynı şekilde peygamberlerinin, velilerinin ve Rasûllerinin hakkı için ya da Kabe’nin ve Meş’ari’l-Haram’ın hakkı için demek mekruhtur. Zira mahlûkun Allah üzerinde bir hakkı yoktur. Üzerine bir gereklilik olmaksızın kullarından dilediğine rahmetini ihsan eder.”
Başta zikrettiğimiz Haskefi’nin sözünü şerheden İbn-i Abidin, bu mekruhluğun, “hakkı için” sözüne vaciplik, yani mecburiyet manası yüklendiği zaman olacağı, hürmet ve hatır manasında olunca mekruh kapsamına girmeyeceği türden itirazlarınaklettikten sonra şöyle demektedir: “Ben derim ki, bu söylenenlerin tamamı, bu lafızdan akla ilk gelen zahirî anlama muhalif ihtimallerdir. Lafzın, caiz olmayan bir manayı vehmettiriyor olması dahi, onu yasaklamak için yeterlidir. Allahu Alem, imamlarımız bu ya- saklamayı bundan dolayı mutlak olarak söylemişlerdir.”93 Bahsi geçen itirazın sahiplerinden birisi de Hoşafçı’dir.94
Ayrıca İbn Abidin, Ebu Hanife’nin “Allah’tan, O’ndan başkasıyla istenmez.” sözlerini, “yani, zatı, sıfatları ve isimlerinden başkasıyla...” 95 diye izah etmektedir.
Hasılı duada filancanın ve falancanın hakkı için istemenin, bu filanca ve falanca nebiler ve veliler dahi olsa mekruh, yani haram veya harama yakın olduğu, böyle dua edilmemesi gerektiği, bunun da Ebu Hanife ve öğrencilerinin görüşü olduğu, Hanefi mezhebinin hemen hemen muteber bütün füru kitaplarında ifade edilmektedir.
87 Abdullah el-Musuli, İhtiyar, 4/164
88 Ayni, Bunaye fi şerhi’l-Hidaye, 11/281
89 Ayni, Minhat’us Suluk fi şerh’i tuhfetu’l-muluk, 419
90 Fahreddin Zeylei, Tebyinul hakaik fi şerhi kenzu’d-Dakaik, 7/70 91 Molla Hüsrev, Düreru’l-Hukkam fi şerhi guraru’l-ahkam, 1/321 92 Damad Efendi, Mecmaul Enhur fi multekal ebhur, 2/554
93İbn-i Abidin, Reddu’l-Muhtar, 6/397
94Ali Hoşafçı, Selefiler ve Tasavvufçuların Görüşleri, 96
95İbn-i Abidin, Reddu’l-Muhtar, 6/397


Hoşafçı'nın Ebu Yusuf’a İftirası
Hoşafçı, s. 97’de diyor ki:“Falan kişinin enbiyanın veya Kabe hakkı için denilerek yapılan duayı Ebu Yusuf caiz görmüştür.”
Bu sözün arkasına koyduğu 169 rakamı ile bizi aynı nolu dipnota havale eden Hoşafçı, orada kaynak olarak Reşid Rıza’nın Menâi (böyle, doğrusu Menar)’ın 6. cildinin 372 ve 373 sayfalarını göstermektedir.
Hanefi mezhebine mensub olduğunu zannettiğimiz Hoşafçı’nın, mezheb imamlarından birinin görüşünü, mezhebin muteber kitabları yerine, Reşid Rıza’nın tefsirinden nakletmesi, sebebi anlaşılmaz bir tutum değildir.
Çünkü o da bilmektedir ki, mezhebin muteber kitaplarında yazan, mezhebin imamlarından Ebu Yusuf’un onun iddia ettiğinin tam aksi bir görüşe sahib olduğudur.
Peki Reşid Rıza, gerçekten de Ebu Yusuf’tan böyle bir nakil yapmakta mıdır?Hoşafçı’nın okuyucu nasıl olsa dönüp bakmaz zannederek yaptığı nakile biz dönüp baktık.
Onun verdiği cilt ve sayfa numarasında Reşid Rıza’nın Ebu Yusuf’tan yaptığı naklin, Hoşafçı’nın söylediğinin tam aksi istikamette olduğunu görünce de çok şaşırmadık.
Ayrıca onun; Reşid Rıza’nın aktardığı sözün kendi sözü olmadığını, İbn-i Teymiyye’nin tevessül kitabındaki sözünü aktardığını farkedemeyecek kadar gafil ve cahil olması da bizi çok şaşırtmadı.
Gösterdiği kaynakta, Reşid Rıza’nın İbn-i Teymiyye’den aktardığı sözler tamı tamına şöyledir:
“Ebu Hanife ve öğrencilerinin caiz olmadığını söyledikleri, ‘Yaratılmış birisiyle istenmez ve kimse enbiyanın hakkı için senden istiyorum diyemez.’ sözleriyle yasakladıkları (tevessül) budur.
Ebu’l Hasan el-Kuduri, fıkha dair yazdığı, Kerhi’nin Şerhi isimli büyük kitabının kerahiyet babında şöyle demektedir: ”Ebu Hanife’nin öğrencilerinden birden çok kişi bunu zikretmişlerdir. Bişr İbn-i Velid der ki: Bize Ebu Yusuf anlattı, dedi ki: Ebu Hanife dedi ki: “Hiç kimse için, Allah’a, O’ndan başka bir şeyle dua etmek yakışık almaz. Ben “arşının meakıdul izzi ile” veya yaratılmışların hakkı için demeyi mekruh görüyorum. Ebu Yusuf’un sözü de böyledir. Ebu Yusuf der ki: “arşının meakıdu’l (veya mekaidu’l) izzi,” zaten Allah’ın kendisidir. Ben bunu mekruh görmüyorum.
Filancanın hakkı için veya enbiyanın hakkı için ya da Beyt’ül- Haram’ın (Kabe’nin) hakkı için demeyi mekruh görüyorum.”96
96
Reşid Rıza, Tefsiru’l-Menar, 6/372-373; İbn-i Teymiyye, Kaidetun Celile, 128-129
Yani Hoşafçı diyor ki: “Reşid Rıza’nın Menar tefsirinin 6. cildinin 372 ve
373. sayfalarında denildiğine göre “falan kişinin, enbiyanın veya Kabe’nin hakkı için denilerek yapılan duayı Ebu Yusuf caiz görmüştür.”
Oysa onun kaynak gösterdiği aynı kitabın, aynı cildinin, aynı sayfalarında deniliyor ki: “Ebu Yusuf dedi ki: “filancanın hakkı için veya enbiyanın hakkı için ya da Beyt’ül-Haram’ın (Kabe’nin) hakkı için demeyi mekruh görüyorum.”Mekruh da ona göre harama yakın anlamındadır.
Ayrıca “filancanın hakkı için, enbiya ve evliyanın hakkı için” diyerek dua etmeyi, Ebu Hanife’nin mekruh, yani harama yakın gördüğü gibi iki öğrencisinden Muhammed’in de mekruh, yani haram; Ebu Yusuf’un da mekruh, yani harama yakın gördüğünü Hanefi olan ve olmayan başka kaynaklar da ifade etmektedir.
Molla Aliyy’ül-Kari diyor ki: “Ebu Hanife ve iki öğrencisi (Muhammed ve Ebu Yusuf) dediler ki: “Bir kimsenin, filancanın hakkı için veya peygamberlerinin ve Rasûllerinin hakkı için ya da Beyt’ül-Haram ve Meş’ari’l- Haram hakkı için vb. ifadelerle senden istiyorum demesi mekruhtur.”97
İbn-i Ebi’l-İz diyor ki: “Ebu Hanife ve iki öğrencisi dediler ki: “Dua eden kimsenin, filancanın hakkı için veya nebilerinin ve Rasûllerinin hakkı için ya da Beyt’ül-Haram ve Meş’ari’l-Haramhakkı için vb. ifadelerle senden istiyorum demesi mekruhtur.”98
İbn-i Abidin de (Peygamberlerinin hakkı için demeyi mekruh görmüştür) sözünün arkasından “Ebu Yusuf buna muhalefet etmemektedir.” notunu ilave etmektedir.99
İki öğrencisinin de Ebu Hanife ile aynı görüşte olduğunu Kenzu’d-Dakaik Şerhi’nin haşiyesinin sahibi Çelebi100de, İhya’u Ulumiddin Şerhi sahibi Zebidi 101 de, muasırlardan müfessir Hicazi 102 ve Vehbe Zuhayli 103 de nakletmektedir.
Bu nakiller açıkça ortaya koymaktadır ki, Ebu Yusuf da filanın ve falanın hakkı için istemenin mekruh, yani haram veya harama yakın olduğu konusunda, Ebu Hanife ve Muhammed’le aynı görüştedir.
Hoşafçı ise, iddiası ve yaptığı nakille hem Ebu Yusuf’a hem de Reşid Rıza’ya iftira etmektedir.Yaptığımız nakiller hem Ebu Yusuf’un hocasına muvafakat ettiği görüşünün, hem de Reşid Rıza’nın yaptığı naklin doğru, Hoşafçı’nınkinin ise apaçık bir yalan olduğunu gözler önüne sermektedir.

97 Aliyyul Kari, Şerhu Fıkhil Ekber, 198
98İbn-i Ebil İz el-Hanefi, Şerhu Akideti’t-Tahaviyye, 1/297
99İbn-i Abidin, Reddü’l Muhtar, 6/397
100 Fahruddin Zeylei, Tebyin’un hakaik fi şerhi Kenzu’d-Dakaik, 7/69 (Haşiye)
101 Zebidi, İthafu’s Seadet’il Muttekiyn bi şerhi İhya’u Ulumiddin, 2/295
102 Hicazi, Tefsiru’l-Vadih, 1/225
103 Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Munir, 3/524


Okuyucuya mühim bir not:
Kıymetli okuyucu!
Eğer bütün bu münakaşalar seni sıkıyor ve tereddütde bırakıyor, hangisi hak hangisi batıl diye karar vermekte zorlanıyorsan, delillerin münakaşasına geçmeden önce selamette ve emniyette kalmanın şu en basit yöntemini iyi dinle. Bir taraf zat ile tevessül, yani “Allah’ım, filancanın hürmetine” diyerek dua etmeye meşru, yani yapılması caiz veya müstehab diyor. Farz
değil!

Diğer taraf ise böyle yapılması bid’at ve dalalettir diyor.
Eğer böyle yapmaz da, direkt olarak Allah’tan istersen, iki tarafa göre de bir risk veya günaha girmiş olmazsın.
Eğer böyle yaparsan bir tarafa göre bid’at ve dalalettesin.
Sence hangisi daha selametli?

Bir taraf ölülerden medet istenebileceğini, bunun farz değil, caiz olduğunu söylüyor.
Diğer taraf ise ölülerden medet istemenin şirk olduğunu söylüyor.
Eğer ölüleri bırakıp sadece Allah’tan medet istersen iki tarafa göre de bir günaha girmiş olmazsın.
Eğer Allah ile beraber ölülerden de medet istersen bir tarafa göre şirk koşmuş ve İslam dininden çıkmış olursun.
Sence hangisi daha emniyetli?

Bir taraf sadece Allah’a dua edilsin, sadece Allah’a yalvarılsın ve sadece O’ndan medet istensin diyor.
Diğer taraf ise hayır, Allah’la beraber ölülere de yalvarılsın, onlardan da medet istensin diyor.
Eğer bunlardan birisi yanlışlık ve sapıklıksa, sence hangisi sapıklığa daha yakın olabilir?
Sadece Allah’tan medet istensin demek mi?
Yoksa hayır, sadece Allah’tan medet istenmesin demek mi?
“Öyleyse, eğer biliyorsanız söyleyin! İki gruptan hangisi güven ve emniyette olmaya daha layıktır.”104
104 En’am, 81

BÖLÜM
Hoşafçı’nın Tutunmaya Çalıştığı Şüpheler


Gayrımeşru Tevessülü Meşru Olana Kıyas Etmesi
s. 116’da diyor ki: “Zat ile tevessülü kabul etmeyenler, bir başkasından bizim için Allah’a dua etmesini isteyip onun da bizim için Allah’a dua etmesini kabul ediyorlar. Buna göre bizim için Allah’a dua eden kişiyi aracı kılmış oluyoruz. Zat ile tevessülü kabul edenlerin dua şeklinde ise direkt Allah’tan isteyip “ya Rabbi, o kişiye olan sevgin hürmetine ve hatırına bize yardım et” denilirken doğrudan Allah’tan isteniliyor. İki dua şeklinde de o kişi aracı kılınmış oluyor.”

Ehl-i sünnet, kişinin bir başkasından dua isteme şeklinde tevessül etmesini, kıyasa veya hevaya dayanarak değil, kitap ve sünnetten sahih ve sarih naslarla, selefin icma ettiği uygulamasından çıkarmaktadır. Böyle bir tevessül şekli, ittifakla caiz ve meşrudur. Bununla beraber yine ittifakla, ibadetlerde kıyas olmaz. Zira ibadetler tevkifidir ve sadece vahiyle sabit olur.
Başka bir kişinin bizim için Allah’a duacı olması, isteğimizin yerine gelmesi için meşru bir vesiledir. Hoşafçı dilerse bunun adına araç ya da aracı diyebilir. Ancak başka bir kişinin zatı ve şahsı, duamızın kabul olması için

meşru ve makul bir vesile, araç/aracı değildir.
İki dua şeklinde de o kişi aracı kılınmış oluyor demek tam olarak doğru değildir. Birinci dua şeklinde duayı eden o kişidir. Dolayısıyla aracı kılınan ve vesile edilen, o kişinin bizim namımıza dua ve istekte bulunmasıdır. Böyle bir tevessül meşru olduğu gibi aynı zamanda da makuldür.
İkinci dua şeklinde ise, duayı eden biz iken, aracı ve vesile edilen bizimle ve duamızın kabul edilmesiyle hiçbir ilgisi olmayan, o kişinin şahsıdır. Böyle bir tevessül, meşru olmadığı gibi makul de değildir.
s. 135’de diyor ki: “Bir yanda kişi ile Allah arasında mahlukatın vasıta (aracı) yapılmayacağını söyleyen, bir yandan da kişinin salih amellerini öne sürerek tevessül edilebileceğini ifade edenler, aslında o kişiyi (o ameli demek istiyor galiba) aracı kılmış olurlar. Allah’ın “Allah’tır sizi ve yapmakta olduklarınızı yaratan” buyurduğunu ve amellerin de mahlûk olduğunu bilmezler mi acep?”
s. 226’da diyor ki: “Eğer tevessülü kabul etmeyenler, insanın kendi amelleriyle tevessülünü caiz görürlerse biz de deriz ki, ameller mahluktur. Allah mahluk değildir. Siz insanın mahlûk olan kendi ameliyle tevessülünü kabul edersiniz, biz de başka bir mahluk olan başkasının ameliyle tevessül ederiz.”

Kişinin mahluk olan salih amelleriyle tevessül edip duasının kabul edilmesi için bunları aracı etmesi de ittifakla caiz ve meşru olduğu gibi, itibarla da anlaşılabilir ve makuldür. Zira bu ameller, dua eden kimsenin yapmış olduğu, isteğinin yerine gelmesine gerekçe olabilecek vesilelerdir.
Kişinin başka bir mahluk olan başkasının ameliyle tevessül etmesi ise meşru ve caiz olmadığı gibi, makul ve anlaşılabilir bir şey de değildir. Zira bir başkasının işlediği amellerin bizimle ve isteğimizin yerine gelmesiyle nasıl bir alakası olabilir?
İnsanın salih amelleriyle tevessül edebilmesinin meşru oluşunun illet ve gerekçesi bunların mahlûk oluşu mudur ki Hoşafçı başka bir mahluku buna kıyas ederek mahluk olan her şeyle tevessül edilebilir demeye getiriyor?
s. 135’de diyor ki: “Allah’ım, senin peygamberlerini vesile kılıyorum demesi ile senin peygamberlerine olan sevgimi vesile kılıyorum demesi arasında hiçbir fark yoktur.”
Hoşafçı’nın bu sözü, “Alışveriş faiz gibidir,105” yani aralarında hiçbir fark yoktur diyen yahudilerin sözüne benziyor. Hâlbuki “Allah, alışverişi helal, faizi haram etti.”106
Veya bu söz, “Hayızlı kadın, kılmadığı namazı kaza etmiyor da tutmadığı orucu neden kaza ediyor?”107 oysa aralarında hiçbir fark yoktur diyen kimsenin sözüne benziyor. Oysa namazı kaza etmekle emrolunmadı, ama orucu kaza etmekle emrolundu.
105 Bakara, 275
106 Bakara, 275
107 Buhari, Sahih, 321; Müslim, Sahih, 335

Ya da bu, “Cuma namazı için ezan okumak ile bayram namazı için ezan okumak arasında hiçbir fark yoktur.” demeye benziyor. Hâlbuki Cuma namazı için ezan okumak meşru ve sünnet, bayram namazı için okumak ise gayrımeşru ve bid’attır.
Şimdi de “Allah’ım, senin peygamberini vesile kılıyorum.” ile “Peygamberine olan sevgimi sana vesile kılıyorum.” arasındaki farkları söyleyelim.
Birincisi, kitap ve sünnette gelmeyen, gayrımeşru bir tevessüldür.İkincisi ise kitap ve sünnette gelmiş, meşru bir tevessüldür.
Birincisi, istenen şeye gerekçe olması söz konusu olmayan peygamberin zatıdır. İkincisi ise istenen şeye gerekçe olması makul ve mümkün, isteyen kişinin salih amelidir.
Başka bir tabirle birincisi senin duan ile alakası olmayan zattır.İkincisi ise seninle ve duanın kabulüyle doğrudan alakası olan senin amelindir.
Yani birincisi, “Ya Rabbi, duamı kabul et, çünkü peygamberin zatı...” demektir.İkincisi ise “Ya Rabbi, duamı kabul et, çünkü ben senin emrine uyup rızanı gözeterek peygamberini sevdim.” demektir.
Birincisi, “Rabbimiz! Rabbinize iman edin diye imana çağıran münadi hatırına, günahımı bağışla.” demektir.
İkincisi ise “Rabbimiz! Biz, Rabbinize iman edin diye imana çağıran bir münadi duyduk, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla.” 108 demektir.
Birincisi, “Rabbimiz, indirdiğin Kur’an ve gönderdiğin Rasûl hatırına bizi şahitlerle beraber yaz.” demektir.
İkincisi ise “Rabbimiz, indirdiğine iman ettik, Rasûl’e ittiba ettik, bizi şahitlerle beraber yaz.”109 demektir.

Tecrübeyi Gerekçe Göstermesi
s. 116’da …şu ayet, şu hadisle beraber, şu tecrübeye de dayanarak…sözleriyle, tecrübeyi meşruiyete dayanak olarak zikreden Hoşafçı;
s. 108’de İbn-i Teymiyye’den “Bazı kimselerin Peygamber Efendimizden veya ümmetine mensup salih bir şahsiyetten bir şey dilemeleri ve bu dileklerinin yerine getirilmesi çok görülen bir olaydır.” sözünü aktarıp ardından “İbn-i Teymiyye böyle bir dilekte bulunmayı doğru bulmamakla beraber, böyle dileklerin Allah’ın izniyle kabul olduğunu itiraf etmiştir.” diyerek, bu olumlu neticenin ölülerden dilek dilemeyi meşru kılacağını göstermeye çalışmaktadır.
İbn-i Teymiyye’nin diğer bir itirafını da biz aktaralım.

108 Al-i İmran, 193
109 Al-i İmran, 53
Diyor ki: “İnsanların birçoğu, Allah’ın dışında, yıldızlara ve diğer mahluklara dua ediyorlar ve isteklerinden bazılarına kavuşuyorlar. İnsanlardan bazıları putların yanında, kiliselerdeki suretlere dua ediyor ve isteklerinden bazılarına kavuşuyorlar. Müslümanların ittifakıyla haram olan birtakım dualarla dua eden bazıları da isteklerinden bazılarına kavuşuyorlar.”110
Şimdi de Hoşafçı’ya soralım: Müşriklerin ilahlarından diledikleri şeylerin hâsıl olduğu da görülen bir şey değil midir?
Budistler, Hindular ve Brahmanlar tapınaklarında, yüzyıllardır dilekleri hiç kabul olmadığı halde mi dilemeye devam ediyorlar?
Senin de s. 40’da şirke düşüreceğini söylediğin şekilde ülkemizin her köşesinde, kabir ve türbelerden “Bana eş ver, iş ver, ev ver.” diye dilekte bulunan, kabirlere adaklar adayan, hatta ağaçlara ve çalılara ip ve çaput bağlayanların, eş de bulduğu, işe de girdiği, ev de aldığı çok görülen bir olay değil midir?
Tecrübelerle sabit bu olumlu neticeler de, Allah’tan başkasına dua etmeyi olumlu kılar mı?
Müşahede edilen olumlu neticeyle ona sebep olduğu düşünülen şeyin meşru olabilmesi arasında bir lüzum bağı olmadığı daha iyi anlaşılsın diye, sebep-sonuç ilişkisi hissi olarak bilinen şu örneklerle şöyle söyleyebiliriz.
Bir yemeği çalarak yiyen aç bir kimsenin karnının doyacağını veya çocuk sahibi olmak isteyen bir kimsenin zina ederek çocuğunun olabileceğini, İbn-i Teymiyye de itiraf eder, biz de itiraf ederiz, siz de itiraf edersiniz.
Karnı doyuyor diye çalmayı veya çocuk sahibi olunuyor diye zina etmeyi İbn-i Teymiyye de meşru görmez, biz de görmeyiz, sanırız siz de görmezsiniz.
Açıkça gözle görülen şeylerde bile istenen netice ile meşruluk arasında bir lüzum bağı yoksa, farzedilen şeylerde böyle bir bağ pekala yoktur.
Yani kabirlerden dilekte bulunanların ara sıra veya çok kere dileklerinin yerine geliyor olması, bunun caiz ve meşru bir iş olduğunu asla ve kat’a göstermez.




Muayyen Bir Bid’atı Yasaklayan Hususi Deliller İstemesi
s. 188’de, “Çünkü sizin elinizde, bunu yasaklayan zayıf da olsa bir deliliniz yok.”

s. 191’de, “Hâlbuki tevessülü kabul etmeyenlerin elinde, zat ile yapılan tevessülü yasaklayan zayıf ve uydurma dahi olsa bir delil yok.
s. 226’da, “Elinizde başkasının ameliyle tevessül yapmamızı yasaklayan bir hadis var mı? Elbette ki yok.” demekte ve bunu hemen hemen her fırsatta tekrar etmektedir.

110 İbn-i Teymiyye, Kaidetun Celîle, 241

Üçüncü mukaddimede izah ettik, ama gene de tekrar edelim.
Hoşafçı, bizim yok dediğimiz bir şeyin var olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Beceremeyince de, bizden yok olduğunu söylediğimiz şeyin yok olduğunu ispatlamamızı istiyor. Hâlbuki mesele gayet açık.Bir şeyin var olduğu ispatlanamıyorsa, yok olduğunu ispatlamaya hacet yoktur.
Biz diyoruz ki, bu iş meşru değildir. Yani sünnette böyle bir uygulama yok!
O ısrarla diyor ki, yok olduğuna delil getirmeniz lazım. Bunu yasaklayan bir şey yok!
Sanırız okuyucu konuyu anladı. Ama Hoşafçı da anlasın diye bildiği bir şeyden örnek verelim:
Bayram namazları için ezan okunmasının meşru olmadığını, bunun bir bid’at olduğunu ve hasene(!) sınıfına girmediğini -sanıyoruz- Hoşafçı’da kabul etmektedir.
Birisi çıkıp ezanın faziletleriyle alakalı delilleri zikrederek, “ezan namaza çağrıdır, bayram namazı da bir namazdır, öyleyse burada da okunmalıdır” dese, ardından s. 81’de Hoşafçı’dan öğrendiği “Peygamberimiz bir mesele hakkında yapılıp yapılmamasıyla ilgili bir şey dememişse bu mesele Kur’an ve sünnete aykırı olmadığı müddetçe, o şeyin yapılmasında bir mahsur yoktur. Ayrıca kötü olsaydı peygamberimiz yasaklardı.” gerekçesini ileri sürse, Hoşafçı, bayram namazları için ezan okumayı yasaklayan zayıf veya uydurma dahi olsa bir hadisi delil getirebilir mi?
Bir diğeri çıkıp “Arkadaşlar, revatip sünnetlerde gevşeklik oluyor. Gelin bunları da cemaatle kılalım. Hem cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınandan daha efdaldir.” dese, Hoşafçı, revatip sünnetleri cemaatle kılmayı yasaklayan zayıf veya uydurma dahi olsa bir hadis bulabilir mi?
Bir başkası “Ben daha sevap olsun diye sabah namazının farzını dört rekat kılmak istiyorum.” dese, Hoşafçı, bunu yasaklayan zayıf veya uydurma dahi olsa bir rivayet zikredebilir mi?
Ve bunlar gibi binlerce örnek sıralayabiliriz.
Hoşafçı bütün bunların meşru olmadığını ve bid’at olduğunu, s. 191’deki kendi tabiriyle “sadece yorumla,” doğru tabirle ise s. 81’de bizden aktardığı “böyle yapıldığına dair bir haberin bize ulaşmadığıyla” isbat edebilir.
Âlimlerin Sözleriyle İlzam Etmeye Çalışması
Hoşafçı’nın niza yerinde delil getirmedeki acayipliklerinden biri de, selefileri, itibar ettikleri âlimlerinden -üstelik birçoğunu da çarpıtarak- naklettiği sözlerle ilzam etmeye, buna iltizam etmemeyi de akidelerini çökertmeye(!) gerekçe saymaya çalışmasıdır.
s. 92’de, “Kendilerine selefiler diyenlerin görüşlerinin kaynağı İbn-i Teymiyye’dir.” iddiasını ortaya attıktan birkaç satır sonra buna kendisi de inanmış olacak ki “İbn-i Teymiyye’yi görüşlerinin kaynağı olarak kabul edenler...” demekte, kitabın hemen hemen bütün bahislerinde onun ve diğer bazı âlimlerin birçoğu mücmel, birçoğu makaslanmış sözlerini,

selefiler aleyhine delil getirmeye çalışmaktadır.
Selefilerin akidelerine görüş denmeyeceğini, bunların kaynağının da - hâşâ- İbn-i Teymiyye veya bir başka âlim olmadığını zaten beyan etmiştik.
Hoşafçı şunu iyi bilmeli ki, Selefiler, niza ve ihtilaf edilen konularda, Allah’a ve ahiret gününe inanan her Müslümanın yapması gerektiği gibi, Allah’ın kitabına ve peygamberin sünnetine dönerler.
İhtilaf edilen konularda bazı âlimlerin sözlerinin, diğer bazı âlimlerin sözlerine karşı hüccet olmayacağını bedihi olarak bilirler. Muhammed aleyhisselam dışında herhangi bir kimsenin bütün görüş ve içtihatlarına iltizam etmeyi vacip görmeyi apaçık bir dalalet sayarlar.
Dolayısıyla onları iltizam etmedikleri bir şeyle ilzam etmeye çalışmak, abesle iştiğal etmek olur.
Ancak Hoşafçı bununla da yetinmeyip, s. 36’da da söylediğini s. 101’de tekrar ederek şöyle demektedir. “Bu âlimlerinizin hata ettiklerini söylerseniz, birçok konuda da hata edebileceklerini ima etmiş olursunuz. Böylece onların görüşlerini savunduğunuz için siz de hata içinde olduğunuzu, başka konularda da hata edebileceğinizi istemeden de olsa itiraf etmiş olursunuz.”
Biz inancımızın gereği olarak isteye isteye itiraf ediyoruz.Âlimler ve bizim âlimlerimiz dahil bütün insanlar hata edebilirler. İtiraf ediyoruz. Bir değil birçok konuda hata edebilirler.
İmamların hatadan masum oluşu ehl-i sünnetin değil, rafizilerin bir akidesidir. Bizim akidemize göre Nebi aleyhisselam dışında herkes hata edebilir.
Ancak hata etmeleri aklen ve şer’an mümkün, vakıa olarak da sabit ve varid diye, bütün söyledikleri hata olabilir sonucu çıkarıp ümmetin hakkında şahitlik ettikleri âlimleri iskat etme yoluna gitmeyiz.
İsteyerek itiraf ediyoruz. Savunduğumuz şeyler o âlimlerin görüşleri olmadığı halde biz de hata edebiliriz.
Ancak muayyen bir âlimi her görüş ve fetvasında taklid etmenin caiz, hatta vacib olduğunu, biz değil siz söylüyorsunuz.
Bizim menhecimizde, Nebi aleyhisselam dışında herkesin sözü alınır da, atılır da...
Ayrıca bizde bir sözün alınıp atılması, sizdeki gibi o sözü söyleyenin kim olduğuyla değil, sözünü nereye, ne kadar doğru dayandırdığıyla ilgilidir.
Mürşidin önünde gasilhanedeki meyyit gibi, sorma, itiraz etme, karşı gelme ve kabul etmeme, bizim değil, sizin örfünüzde olan bir şey!
Biz hiç kimsenin sözünü, “O öyle tecrübe etti, rüyasında öyle gösterildi, ilham öyle geldi, keşif böyle çıktı, ebced buna denk geldi veya yakaza olarak peygamberden böyle telakki etti.” iddiasıyla alıp kabul etmeyiz.
Bizim âlimlerimiz, söyledikleri her sözü usulüne uygun olarak şer’i delillerle delillendirmek zorundadırlar.
Onlardan bazılarınınkinden daha kuvvetli ve daha sıhhatli delillerle, daha doğru istidlal eden bulduğumuzda muhalefet ettiğimizin kim olduğuna bakmadan uymaya çalıştığımız Nebi aleyhisselam’ın sözünün önüne kimsenin sözünü takdim etmeyiz.
Ya siz? Âlimlerinizin ve imamlarınızın, dolayısıyla -vucuben onları taklid ettiğiniz için- kendinizin hata etme ihtimalini kabul etmiyor, rafiziler gibi onların masum mu olduklarını söylüyorsunuz?
Eğer onların hatadan masum olmadıklarını kabul ediyorsanız, bu kabulünüzün arkasından, “Hata edebildiklerine göre her konuda hata edebilirler. Biz de vucuben onları taklid ettiğimize göre her şeyde hata ediyor olabiliriz.” mi diyorsunuz?
Eğer bu mantık ve ilzam doğruysa, her şeyde hata etme ihtimali(!), âlimleri taklid etmeyi her halukarda vacip görenlerde mi daha kuvvetlidir, yoksa taklid etmeyi ancak zarurette caiz görenlerde mi?

İbn-i Teymiyye’nin, Görüşünden Döndüğü İddiası
s. 92’de diyor ki: “Talebesi İbn-i Kesir, “İbn-i Teymiyye’nin devlet ve ulemanın huzurunda tevessülün haram olduğu görüşünden kendi isteğiyle vazgeçip mübah olduğunu kabul ettiğini, fakat istiğasenin haram olduğu görüşü üzerinde devam ettiği” sözünü bizlere nakletmiştir.”

Hoşafçı ve benzerleri, şer’i bazı terimlere şer’i olmayan anlamlar yükleyip sonra batıl olan bu anlamları inkâr edenleri, tahrif ettikleri aslı inkâr etmekle itham edip halkı kandırmaya çalışmaktadırlar.
Vefatından sonra Nebi aleyhisselam’dan veya başka bir zattan şefaat istenilmeyeceğini söyleyenler hakkında “bunlar şefaati inkâr ediyorlar” demeleri veya gayrımeşru bir şekilde toplanarak hoplayıp, zıplayıp, raksederek, adeten insanların çıkarmadığı sesler çıkarmaya -hâşâ- Allah’ı zikretme adını verip, bunun yanlış olduğunu söyleyenlere “zikri inkâr ediyorlar” demeleri gibi...
Bunun tam tersi olarak da, şer’i olan bazı terimleri kullananları, bu terimlerle şer'i anlamı değil,onlara kendilerinin yüklemiş oldukları batıl anlamları ifade etmeye nisbet etmektedirler.
Tevessül de bunlardan biridir. Hoşafçı, tevessül kelimesine yüklenen gayrımeşru anlamları kabul etmeyenleri, tevessülü inkâr etmeye nisbet ettiği gibi, tevessülü kabul ettiğini söyleyenleri de, bu batıl anlamları kabul ediyor olmaya nisbet etmekdedir.
Yani denilebilir ki, İbn-i Teymiyye’nin, tevessülün haram olduğuna dair bir görüşü zaten yoktur ki ondan dönmüş olsun.İbni Teymiyye ve ehl-i sünnetin tamamı tevessülün, değil mübah, bilakis vacip, hatta imanın bir gereği olduğuna inanmaktadırlar.
İbn-i Teymiyye diyor ki “Tevessül sözünden üç şey kasdediliyor olabilir.
Veya Müslümanlar arasında ittifak edilen iki şey murad ediliyor olabilir.
Birincisi, imanın ve İslam’ın aslıdır. Bu, Peygamber aleyhisselam’a iman edip itaat etmekle tevessül yapmaktır.İkincisi ise duası ve şefaatidir.
Bu iki çeşitten birisiyle tevessülü inkâr eden, kâfir ve mürted olur.

Tevbeye davet edilir, eğer tevbe etmezse mürted olarak öldürülür.”111
İbn-i Teymiyye’nin bu sözlerini aktardık ki, bunları gören başka birisi çıkıp da “İbn-i Teymiyye tevessülü kabul ediyor, tevessülü inkâr eden selefi ve vahhabileri de tekfir edip mürted sayıyor.” demesin.Bu birincisi.
İkinci olarak, Hoşafçı’nın yakıştırdığı değil de İbn-i Kesir’in yaptığı
naklin doğru şekli de şöyledir:
“Birzâlî dedi ki, aynı senenin şevval ayında, Kahire’deki sofiler, Şeyh Takıyyuddin’in (İbn-i Teymiyye’nin), İbn-i Arabi ve diğerleri hakkındaki sözlerini devlete şikayet edip konuyu şafiî kadısına götürdüler. Onun için bir duruşma meclisi toplandı. İbn-i Ata, onun aleyhinde bir sürü iddia ortaya attı. Ama bu iddialardan hiçbirisini ispatlayamadı.

Ancak (İbn-i Teymiyye) şöyle dedi: “Allah’tan başkasından istiğase yapılmaz. Nebi aleyhisselam ile dua anlamına gelen istiğaseyle medet istenmez. Onunla tevessül edilir ve Allah’a karşı şefaatçi kılınır.”112
Hoşafçı’nın “okuyucu nasıl olsa dönüp bakmaz” diye düşünerek uyarlama yaptığı nakil budur.
Şimdi soralım: İbn-i Teymiyye’nin hakikatte tevessülün haram olduğuna dair bir görüşü var mıdır? Eğer varsa bu görüşünü nerede ve ne şekilde ifade etmiştir?
Bu nakilde İbn-i Teymiyye’nin iddia edilen görüşünden “döndüğü,” hem de bunu “kendi isteğiyle” yaptığı nereden ve ne şekilde çıkarılmaktadır?
İbn-i Kesir’in yaptığı nakildeki “Onunla tevessül edilir ve Allah’a karşı şefaatçi kılınır.” sözünün anlamı şudur:
“Sahabenin sözlerinde, Nebi aleyhisselam ile tevessül edip onunla teveccühte bulunmak, O'nun duası ve şefaatiyle tevessül etmeyi kasdetme manası taşımaktadır.”113
“Ancak O'ndan şefaat isteyip, O'nunla ve bir başkasıyla tevessül etmek, O hayattayken olan bir şeydi. Yani O'ndan dua etmesini istiyorlar, O da onlara dua ediyordu. Tevessülleri, duası ileydi. O'nunla istişfa etmek, şefaat etmesini istemektir. Şefaat ise duadır.”114
Yani İbn-i Teymiyye ‘tevessül’ ve ‘şefaatçi kılmak’ ifadeleriyle, sahabenin kullandığı doğru anlamı kasdetmektedir.
Hoşafçı ise -bir de söze ilaveler yaparak- İbn-i Teymiyye'nin şer'i anlamıyla kullandığı meşru tevessülü,batıl anlamlar yüklenmiş gayr-ı meşru tevessül olarak anlamakta ve öyle yansıtmaya çalışmaktadır.
İşin ilginç tarafı, İbn-i Kesir, İbn-i Teymiyye’nin tevessülle ilgili görüşünden döndüğüne delil olarak getirilmeye çalışılan bu hadiseyi, hicri 707 senesinin olaylarını aktarırken nakletmektedir.
111 İbn-i Teymiyye, Kaidetun Celile, 60
112 İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 18/74
113 İbn-i Teymiyye, Kaidetun Celile, 126
114 a.g.e, 311

İbn-i Teymiyye ise, tevessül meselesini etraflıca açıkladığı Kaidetün Celile isimli kitabında, hicri 711 senesinde Mısır’dayken, tevessül hakkında kendisine bir soru sorulduğunu ve bu soruya geniş bir cevap verdiğini zikredip faydalı olacağını umarak o cevabı da bu kitaba eklediğini ifade etmektedir.”115
Yani İbn-i Teymiyye, 711 senesinde de, daha sonrasında da aynı görüştedir. Hoşafçı’nın bu iddiası ise İbn-i Teymiyye’nin 711 hicri senesinde ve daha sonrasında sahip olduğu görüşten en az dört sene önce, yani 707 hicri senesinde dönmüş olduğu anlamına gelmektedir.

Muhammed b. Abdulvahhab’ın Zat ile Tevessülü Caiz Gördüğü İddiası

s. 93’te “Muhammed b. Abdulvahhab’ın tevessüle dair görüşleri” başlığı altında, ondan yaptığı bir nakil sonrasında s. 94’te diyor ki: “Muhammed b. Abdulvahhab’ın bu sözleri, tevessülün ona göre de caiz olduğunu göstermektedir.
Ne kadar ilginçtir ki, yüzyılı aşkın bir zamandır Muhammed b. Abdulvahhab’ın, Nebi aleyhisselam’ın zatıyla tevessül edenlere müşrik ve kâfir dediği iftirasından sonra,116artık kimsenin buna inanmadığı anlaşılmış olmalı ki, Alevi Maliki ile yeni bir döneme girilmiş, birinci iddianın tam aksine, aslında Muhmmed b. Abdulvahhab’ın da tevessülü inkâr eden birisi olmadığı, tevessülü onun da caiz gördüğü anlatılmaya başlanmıştır.
Muhammed b. Abdulvahhab’ın torunlarından, onun akide ve menhecini en iyi bilen isimlerden biri olan Salih b. Abdülaziz Âlu’ş-Şeyh, Alevi Maliki’nin bu iddiasına şöyle cevap vermektedir:
“Şeyh (Muhammed b. Abdilvahhab) rahimehullah, insanları Allah’ın Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği dinlerine döndürmek için mücadele etmiştir. Onları, zamanındaki bazı insanların yaptığı ve Müslümanlık olarak iddia ettikleri şeyin, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in savaştığı müşriklerin yaptıklarının aynısı olduğuna ikna etmeye uğraşmıştır.
Onun zamanında dindar geçinenlerin birçoğu kabirlere tapıyorlardı. Allah’ın dışında müstakil olarak kabir ashabına dua ediyor, onlardan şefaat taleb edip kendilerini Allah’a yakınlaştıracaklarını umarak, Allah ile beraber onlara ibadet ediyorlardı.
Zararların defedilmesini, felaketlerin kaldırılmasını ve sıkıntıların giderilmesini onlardan umuyorlardı…
115 a.g.e, 304
116 Bu iftiranın sorumlularından biri de Hüseyin Avni’dir. Dergisinde yüzüne vurduğumuz iftiralardan biri de buydu.

Ayrıca onlar, adak adamak ve kurban kesmek gibi Allah’tan gayrısına yapılmayacak ibadet ve kurubatın birçok çeşidini mezarda yatanlara takdim ediyor, Allah’ın mescidlerinde olduklarından daha çok, mezarda yatan ölülere karşı eziklik ve acziyetle boyun eğiyorlardı.
Ölülerden medet istiyor, (ibadet olan) esrarengiz bir korkuyla onlardan korkuyor, Allah’tan çok onları seviyor, Allah’a yaklaşmaktan çok onlara yakınlaşmaya çalışıyorlardı.
Hatta Rablerini ve O’nu anmayı tamamen unutmuş bir durumdaydılar.
Vahdet-i Vucud ve evliyayı enbiyadan üstün görmek gibi ilhad ve zındıklık mezhepleri, aralarında yaygınlaşmış bir haldeydi.
Önderlerinden birisinin söylediği gibi;

“Peygamberlik makamı, berzahta Rasûlün az üstünde, velinin altında”

…Zikri geçen büyük şirkin bu çeşitleri; onun mücadelesinin ve değiştirme gayretlerinin temelini oluşturmaktaydı. Zira onun ilk derdi insanları İslam’a ulaştırmaktı.
Sonra Şeyh rahimehullah, hikmetli bir davetçiydi. Muhatabı şirkin çeşitlerinden biri içine düşmüşken ve henüz şirkin insanlar arasında mevcud bulunduğunu bilmezken, onu bid’atlerden ve şirke vesile olabilecek şeylerden nehyetmek hikmetten olmasa gerek!
Öncelikli olarak, vacib olan şirki beyan etmektir. Bundan sonra kulun kalbinde İslam’ın hakikati yerleşip büyük şirki terk ve inkâr ederse zaten o, şirke vesile olacak şeyleri de kendiliğinden inkâr edecektir. Zira akıl ve basiret sahibi kişi, bir şeyin kötü ve çirkin olduğunu bilirse ona vesile ve sebep olabilecek şeylerin kötü ve çirkin olduğunu da bilir.”117
117 Salih Âlu’ş-Şeyh, Hazihi Mefahimuna, 86, 87


Şirki, Rububiyyet'e Has Zannetmesi
s. 128’de diyor ki: “Tevessül edilen zatı, yaratma, icad etme ve bir şey üzerinde tesir etme gibi Allah’a ait vasıflarla vasıflandırmıyorlar. Tesirin Allah’tan olduğuna inanıyorlar.”

s. 190’da diyor ki: “Tevessül edilen zata, yaratma, icad etme, ibadete layık görme, herhangi bir şey üzerinde tesir etme gibi Allah’a ait vasıflarla vasıflandırmamak kaydıyla yapılabilir.
Hoşafçı, tekrar ettiği bu kayıtlarla tevhidin ne olduğuna dair olan inancını ifade etmektedir. Yani ona göre bu bahsedilen vasıfların Allah’a ait vasıflar olduğunu ikrar etmek gerçek tevhiddir. Dolayısıyla şirk de, Allah’tan başka birisinde de bu vasıfların olduğuna inanmaktır. Öyleyse bu vasıfların Allah’a ait olduğuna iman eden muvahhid bir mümin(!), Allah’tan başkaları için yaptığı ne olursa olsun, onların bu vasıflara sahip olduğuna inanmadığı için müşrik olmaz.
s. 134’de söylediği gibi, “Tevessül eden kişi, vesile edindiği şeyleri Allah gibi menfaat ve zarar verebilecek bir şey olarak kabul ediyorsa müşrik olur.”
Yani ona göre şirkin ve müşrik olmanın yegane şartı budur.
Zat ile tevessül etmeyi bir kenara bırakarak söyleyelim ki, -bir kenara bırakıyoruz, çünkü az ilerde geçeceği gibi yaygarasının esas sebebi o değil- Hoşafçı’nın sözlerinin anlamı şudur:
“Vesile edildiği söylenerek, Allah dışında bir ölüden yardım/medet istenirken, o ölünün Allah gibi menfaat ve zarar verebilecek bir şey olduğu kabul edilmiyorsa, burada şirk söz konusu olmaz.
Bizler de Allah dışında bir ölüden yardım/medet isterken onun yaratma, icad etme ve bir şey üzerinde direk tesir etme gibi Allah’a ait vasıfları olduğuna inanmıyoruz. Dolayısıyla bu vasıfların Allah’a ait vasıflar olduğuna inandığımız için şirk koşuyor olmaktan uzağız.”
Hoşafçı, ifade ettiğimiz bu maksadını s. 271’de daha açık ifade ederek diyor ki: “Ölü ya da diri herhangi birine seslenip yardıma çağıran kimse yardım istenilen kişiyi Allah’tan ayrı tek başına zarar ve fayda vermeye güç yetirebildiğine inanıyorsa Allah’a şirk koşmuş demektir.
Yani Allah’tan ayrı tek başına zarar ve fayda vermeye gücü yettiğine inanmıyorsa, ölüye seslenip yardıma çağıran kimse şirk koşmuş olmaz.

Hoşafçı’nın bu ifadelerinden, onun tevhidi de, şirki de doğru bilmiyor olduğunu görmekteyiz.
Tevhidi, Allah’ın yaratan, icad eden, fayda ve zarar vermeye gücü yeten olduğuna inanmaktan ibaret olarak bildiği için, bu vasıfların sadece Allah’a ait vasıflar olduğuna inanmayla mümin olunacağını zannetmektedir.
Bunun aksi olarak da şirki, bu vasıfların Allah’tan başkasında da olduğuna inanmaktan ibaret olarak bildiği için, böyle bir inanca sahip olmamayı şirk koşmuyor olmak için yeterli görmektedir.
Hâlbuki -birinci mukaddimede açıklandığı gibi- müşrikler de yaratanın, icad edenin, fayda ve zarar vermeye kadir olanın yalnızca Allah olduğuna inanmakta, kendilerine sorulduğu zaman da bu inançlarını açıkça söyle- mekteydiler.
Allah’ın dışında dua ettikleri, yardıma çağırarak medet istedikleri ilahlarının, yaratma, icad etme, zarar ve fayda vermede Allah’a ait vasıflar taşıdıklarına inanmıyorlardı.
Haddizatında salihler, cinler, melekler, evliya ve enbiyadan ibaret olan ilahlarını, kendilerini Allah’a yaklaştıracak vesileler olarak görüp Allah katında kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı.
Birinci mukaddimede zikrettiğimiz apaçık ayetleri okuyan, -Allah’ın kalplerini ve kulaklarını mühürlediği ve gözlerinde perde olanlar dışında- herkes bu hakikati rahatça anlayacaktır.
Hoşafçı bunları bilmediği veya anlamamaya inad ettiği için şirkin, Allah’tan başka yaratan olduğuna iman etmek olduğunu, müşriğin de Allah’ın dışındaki putların yaratan, icad eden, fayda ve zarar veren şeyler olduğuna inanan kişi olduğunu vehmetmektedir.
Kabirlere, türbelere, ölülere yalvaran, yakaran, dua edip medet bekleyenlerin de o ölülerin yaratan, fayda ve zarar verenler olduğuna inanıyor olmamalarını şirk koşmuyor olmaya temel gerekçe addetmektedir.
Hâlbuki inanç aynı inanç, gerekçe aynı gerekçe, eylem aynı eylem!

Mûminleri Muşriklere Kıyas Etme Şüphesi:
s. 116’da diyor ki: “Bir yanda biz putlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz diyen kâfirler…
Diğer yanda ise şu ayet, şu hadisle beraber şu tecrübeye de dayanarak “Allah’a varmaya vesile arayınız.” ayeti şumulunda gören Müslümanlar, size göre ikisi birbirine benziyor öyle mi? Böyle bir kıyas olmaz.”

Zat ile tevessülü bir kenara bırakalım. Zira Hoşafçı da, bizim zat ile tevessülle, puta tapmanın birbirine benzeyen şeyler olduğunu söylemediğimizi pekala bilmektedir.

Konumuz enbiyanın, evliyanın ve salihlerin türbelerinden yardım/medet dilemek...
Hoşafçı’nın “size göre ikisi birbirine benziyor öyle mi?” dediği mesele budur.
Söyleyelim. Bize göre ikisi birbirine benzemiyor, ikisi birbirinin aynısı...
Beyan edelim.
Siz, Allah’a iman ettiğinizi söylüyorsunuz. Müşrikler de Allah’a iman ediyorlardı.
Siz, yaratanın, icad edenin, rızık verenin, fayda ve zarar elinde olanın, kainatı idare edenin Allah olduğuna inandığınızı söylüyorsunuz.
Onlar da bütün bunları yapanın sadece Allah olduğuna inandıklarını söylüyorlardı.118
Siz, Allah’ın bir aracı olmadan kuluna icabet etmeyeceği su-i zannına kapılmış olmalısınız ki, O’na yakın gördüklerinizi aracı edip dilek ve arzularınızı onlara bildiriyor, onların sizin namınıza Allah’a ileteceklerine inanıyorsunuz.
Onlar da aynı su-i zanla, dileklerini aracılara bildiriyorlardı.
Sizin böyle yaparken esas niyetiniz, sizi Allah’a yakınlaştıracak vesilelere sarılmak.
Onların da böyle yaparken esas niyetleri, kendilerini Allah’a daha da yakınlaştıracak sebeplere sarılmaktı.119
Siz, medet istediklerinizin Allah katında size dua ve şefaatte bulunacağını iddia ederek böyle yapıyorsunuz.
Onlar da ibadet ettiklerinin Allah katında kendilerine dua ve şefaatte bulunacağını iddia ederek böyle yapıyorlardı.120
Sizin, Allah’a aracı edip yardım/medet istedikleriniz, enbiya ve salihler. Onların da Allah’a aracı edip ibadet ettikleri enbiya ve salihlerdi.121
Siz, aracılarınıza yalvarıp yardım isteyip medet umuyorsunuz
Onlar da aracılarına yalvarıp, yardım istemek/medet ummak suretiyle ibadet ediyorlardı.
Öyleyse tekrar edip şöyle söyleyelim:
İnanç aynı, niyet aynı, gerekçe aynı, eylem aynı ve netice aynı…
Bunun ismi kıyas değil. Hoşafçı’nın usûlcü havalarına girerek menattan bahsetmesine de gerek yok. Bu, aynı inanç, aynı fiil ve hatta aynı cümlelerle, tarihin harfi harfine tekerrür etmesinden ibaret bir vakıa!
İkisi birbirine benziyor, öyle mi?” diyen Hoşafçı’ya biz soralım; ikisi birbirinden farklı şeyler öyle mi?
Öyleyse göstersin bize farkını!
118 Zuhruf, 87; Lokman, 25; Zumer, 38; Yunus, 31; Ankebut, 61-63
119 Zumer, 13
120 Yunus, 18
121 Nuh, 23; Buhari, 4920; İsra, 57

Hoşafçı’nın gösterebileceği tek fark, aynı sayfada “Menatınız puta tapmak ise böyle bir şeyi söyleyen ve eden yok. Hâlbuki müşrikler hem ibadet ediyor hem de ettiklerini söylüyorlar.” ifadesiyle ortaya koymaya çalıştığı isim farkıdır.
Siz onların yaptığı aynı şeyleri, aynı inanç ve aynı gerekçeyle yapıyor, sadece yaptığınız işin adının ibadet olduğunu kabullenemiyorsunuz.
Hakikat aynı olduktan sonra siz ona ister ibadet deyin ister tevessül ve istiğase deyin netice değişmez.
Hoşafçı’nın fark olarak göstermeye çalıştığı bir şey de s. 287’de söylediği şu sözlerdir: “Allah, müşriklerin putlarını Allah dostu olarak gördü mü?”
Evet, gördü.
Allah azze ve celle diyor ki: “Onların ibadet ettiği (ilahların) bizatihi kendileri, hangisi daha yakın diye Allah’a vesileler arar, rahmetini ümid edip azabından korkarlar.”122
Sizce onların ilahlarındaki bu vasıflar, Allah dostunun vasıfları mı, yoksa şeytan dostunun vasıfları mı?
Ayrıca Nuh kavmindeki putların salihler ve Allah dostları olduğuyla alakalı rivayetler123 bunu açıkça göstermiyor mu?
Hoşafçı’ya yardımcı olup bir fark da biz söyleyelim.
Siz, Lailaheillallah diyorsunuz, ama onlar bunu söylemekten yüz çevirdiler.
Ancak siz Lailaheillallah deyip bunun anlamını “Allah’tan başka Rab yoktur, O’ndan başka yaradan ve icad eden yoktur.” demek olduğunu zannediyorsunuz.
Hâlbuki onlar Arap oldukları için Lailaheillallah sözünün kendilerini Allah’a yakınlaştırıp Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini umdukları ilahlarını/onlara dua edip yardım isteyerek medet ummayı inkâr etme an- lamına geldiğin biliyor, bu yüzden onu söylemekten yüz çeviriyorlardı.
Siz ise Lailaheillallah sözünün müşriklerin bile anladığı doğru manasını bilmiyor, dilinizle tekrar ettiğiniz halde, amelinizle onu nakzediyor, bir de onun ehliyle muharebe ediyorsunuz.
Onlarla bunlar arasındaki tersine diğer bir farkı da okuyucuya anlatalım.
Onlar, bollukta ve genişlikte hem Allah’ı hem ilahlarını çağırıp hem Allah’a hem ilahlarına dua ederken, sıkıntı ve darlıkta hiyerarşiyi bozup, kendilerini Allah’a yakınlaştırdığını ve O’nun katında kendilerine referans olacağını umdukları vasıtaları aradan çıkarıyor, dini Allah’a halis kılarak samimi bir şekilde O’na yalvarıyor, sadece O’ndan imdat istiyorlardı.
Yüce Rabbimiz, onların bu uygulamalarını şöyle anlatmaktadır:
“Gemiye bindikleri zaman, dini Allah’a halis kılarak/ihlaslı ve samimi bir şekilde sadece O’na dua ederler. Onları kurtarıp karaya çıkarınca bir de bakmışsın ki şirk koşuyorlar.”124
122 İsra, 57
123 Buhari, 4920; Taberi, 29; 98
124 Ankebut, 65

“Denizde bir dara düştüğünüzde, O’ndan başka bütün yalvardıklarınız (aklınızdan) kaybolup gider. O sizi sağ salim karaya çıkarınca hemen yüz çevirirsiniz.”125
“Dağlar gibi dalgalar kendilerini kuşattığında, dini yalnızca O’na halis kılarak/ihlasla Allah’a yalvarırlar.”126
Bu ayetler açıkça gösteriyor ki, özellikle darda kaldığı zaman yetiş ey filanca, medet ey falanca diyerek, Allah’a yakınlaşmaya vesile ettikleri aracıları çağırıp onlara yalvaran muasırlarımız, darda kaldıkları zaman, filanca ve falancaları aradan çıkarıp ihlasla/samimiyetle yalnızca Allah’ı çağıran ve yalnızca O’ndan medet/imdat isteyen evvelki müşriklerden daha hastalıklı bir inanç ve eylem ortaya koymaktadırlar.
Hâlbuki “Dua ettiği zaman, darda kalmışa icabet edip onun sıkıntısını giderecek kimdir? Allah’la beraber başka bir ilah mı?”127


Kâfirler Hakkında İnen Ayetleri Müslümanlara Tatbik Etme Şüphesi
s. 288’de diyor ki: Siz, kâfirler hakkında inen ayetleri ve hükümleri Müslümanlara yorumluyorsunuz.
Hoşafçı’nın bu sözü, hak sözle batıl bir anlam kasdetmenin ta kendisidir.
Bu söz, kâfirlerin bazı amellerini, inanç ve uygulama olarak onların yaptığı şekilde yapmadığı halde, bu itikad ve uygulamayla ilgili ayetleri Müslümanlar üzerine tatbik ederek onları tekfir eden Hariciler hakkında, seleften bazılarından nakledilmiştir.
Hoşafçı ise bu sözle, müşriklerin inanç ve amelleriyle ilgili ayetlerin, aynı inançlara sahip olarak aynı amelleri yapan başkalarına, kendilerine Müslüman adını verdikleri için uygulanamayacağını, bu ayetlerin sadece Ebu Cehil, Ebu Leheb ve benzerleri gibi geçmişte kalmış müşrikler için geçerli olduğunu ima etmektedir.
Sanki onların inanç ve amellerini anlatan ve onların bu inanç ve ameller sebebiyle müşrik oldukların beyan eden bu ayetler, sadece o müşriklerin şahıslarına aittir.
Yani bu ayetler, aynı fiilleri, aynı inanışlarla irtikâp eden diğerleri için hüccet olarak kullanılamaz!
Yani Müslüman anne-babadan doğan herkese, kimliklerinde Müslüman yazdığı için, Allah’ın kitabında şirk olarak sayılan her şeyi yapmak mubahtır! Zira bu ayetler onları değil, sadece Kureyş müşriklerini ilgilendirmektedir!
Bize de, aynı küfür ve şirki işleyenleri, kendilerine Müslüman diyorlar diye müşrikler hakkında inen bu ayetlerle nehyetmeye kalkmak düşmez!
Hâlbuki Kur’an ayetlerinde itibar edilecek esas şey, -ittifakla- sebebin hususiyeti değil, hükmü beyan eden lafzın, aynı sebebi taşıyan herkese ve her şeye olan umumiyetidir/genelliğidir.
125 İsra, 67
126 Lokman, 32
127 Neml, 62

Âlimler arasında, yahudilerin, hıristiyanların veya müşriklerin yaptığı bazı işleri yasaklayan ayetlerin Müslümanları da kapsadığı, onlar hakkında küfür ve şirk olarak nitelenen her inanç ve amelin, Müslümanlar hakkında da aynı şeyi ifade edeceği konusunda görüş ayrılığı yoktur.

Hoşafçı’nın Gayr-ı Meşru Tevessülden İstiğaseye Geçiş Yapması ve Ölülere Yalvarıp Onlardan Medet İstemeyi Meşrulaştırma Gayreti.
s. 40’da “Allah dostu, evliya olarak bilinen insanların kabirlerinden, ‘Bana çocuk ver, ev, eş ver.’ şeklinde istekte bulunmak, kabirlere çaput bağlamak, kurban kesmek elbette sakıncalı ve yanlıştır. Aksi takdirde böyle tutumlar insanı şirke götürür.” diyen Hoşafçı, s. 185’de Bana çocuk ver, evlendir, iş ver diye, bizzat ölüden istenmez.” diyerek, böyle yapmanın yanlış ve hatta insanı şirke düşürebileceğini söylemektedir.
Eğer bu dediği yerde dursa ve çabası sadece zat ile tevessülün meşru olduğunu ispatlamaya çalışmaktan ibaret kalsaydı, konu şirk ve küfür meselelerine gelmezdi.
Ancak, -görüleceği gibi- Hoşafçı’nın gayreti, zat ile tevessülün caiz olduğunu ispatlamaya çalışmakla kalmamakta, ölülere yalvarmayı, medet/yardım istemeyi, hatta eş ve şifa istemeyi masum göstermek için olmayacak tevil yolları aramaktadır.
Ayrıca yukarıda aktardığımız sözlerin Hoşafçı’nın gerçek kanaati olmadığını düşünüyoruz. O, bu sözlerle, Allah’ın yarattığı fıtrat üzerinde kalmış okuyucuları açık şirke davet etmeden evvel, mukaddime yaparak ürkütüp kaçırmama gayretindedir.
Eğer Hoşafçı gerçekten ölülerden çocuk vermelerini, evlendirmelerini, iş vermelerini istemenin yanlış ve hata olduğuna, hatta insanı şirke düşürdüğüne inanıyor olsaydı, tek günahları “ölülerden bir şey istemeyin, sadece Allah’tan isteyin.” diyen selefilere, hem de iftiralar atarak reddiye yazmaya kalkmazdı.
“Ölülerden istemeyin, bu, küfür ve şirktir. Sadece Allah’tan isteyin.” diyen selefilerin hatası, Hoşafçı için kabirlerden “Bana çocuk ver, iş ver.” şeklinde istekte bulunup kabirlere çaput bağlayan ve kurban kesenlerin hatalarından daha büyük ve daha tehlikeli olmalı ki, oklarını bunu yapanlara değil, buna mani olmaya çalışanlara yönlendirmektedir.
Oysa Hoşafçı’nın veya avanesinin, “sakıncalı ve yanlış gördükleri, hatta insanı şirke düşüreceğini söyledikleri” ölülerden istemeyle alakalı, bunun yanlış ve sakıncalı ve hatta şirk olduğunu anlatan bir kitapçık veya makale yazıp yayınladıklarını ne biz ne de başkaları gördüler.
Hoşafçı, yaşadığı ülkenin her köşesinde, hatta her köy ve kasabasında Allah’ın dışında yalvarılan ev, iş, eş ve şifa istenilen, adaklar adanıp kurbanlar kesilen, dilekler tutulup çaputlar bağlanan türbelerden, bu türbelerin bu amelleri yapan bu ülkenin insanlarıyla hınca hınç olduğundan habersiz midir dersiniz?
Böyle olduğu halde kılını kıpırdatıp bunlara sesinin çıkarmayan Hoşafçı, oklarını bunların sakıncalı ve yanlış olduğunu, insanı şirke ve küfre düşüreceğini anlatmaya çalışan selefilere yönlendirmekte, sonra da bunları kendisinin de yanlış gördüğüne inanmamızı beklemektedir.

Ölülerden istenmeyeceğini söyleyen Hoşafçı’nın bununla ne kasdettiğini sırasıyla anlatalım.
Ölüden direkt istenmez, bu, sakıncalı ve yanlıştır, hatta insanı şirke düşürebilir.” diyen Hoşafçı, s. 45’de doğru isteme şeklinin;“Allah’ım, peygamberlerin (veya) bu mezarda yatan dostunun hatırına bize yardım et.şeklinde olacağını ifade etmektedir.
Bu bize göre sahih sünnette ve selefin uygulamasında olmayan, gayr-ı meşru bir isteme şeklidir ve dolayısıyla bid’attır. Ancak burada kalmak şartıyla insanı şirke sokacak bir şey değildir.
Hoşafçı s. 40’da “Kabirdeki peygamberimizden veya bir Allah dostunun ruhundan bizim için Allah’a dua etmesini istemektir.” diyerek kendisine göre doğru olan başka bir isteme şeklinden bahsetmekte, s. 185’de “Ölünün ruhundan bizim için Allah’a dua etmesi istenir.” diyerek bu sözünü pekiştirmektedir.
Yani bu söz, ölünün, senin her sözünü işitebileceği itikadı üzerine, kabre gidip duyacağı bir mesafeden, duyabileceği bir ses tonu ve anlayabileceği bir dille, “Ey filanca, Allah’a dua et de bana yardım etsin.” demektir.
Ehl-i sünnet âlimlerinin bazıları, böyle bir isteğin şirk olduğuna cezmetmeden, bid’at ve haram olan bir isteme şekli olduğunu söyleseler de, özellikle uzak mesafelerden veya yakından kısık bir sesle onlarca ve yüzlerce kişi tarafından aynı anda ve farklı dillerle yapılıyorsa, barındırdığı diğer bâtıl itikadlarla beraber bunun da şirk olacağını söyleyebiliriz.
Yani işittikleri farzedilen ölüler hakkında uzak mesafeleri her halukarda duymak, biriyle meşguliyetin diğerleriyle meşgul olmasına mani olmadan, herkese ve her dile aynı anda icabet edebilmek gibi Allah’a has olan itikadlar beslemek şüphesiz küfür ve şirktir.
Burada da durmayan Hoşafçı’nın, birinci değil ikinci sureti kasdettiğini, ayrıca ölülerden istemenin, onlardan dua istemeyle sınırlı olmayıp medet/yardım istemenin de şirk olmayacağını, s. 280’de açıkça ifade ettiği “Medet ya Rasûlallah, medet ya mürşidim diyen bir insana nasıl kâfir dersiniz.”” sözünden rahatça anlamaktayız.
Yani “Medet ya Rasûlallah, medet ya mürşidim.” diyen herkes, bu imdat dileklerini hem sadece kabrin yanında, içindekinin duyacağı bir ses ve anlayacağı bir dille, sıraya geçip teker teker yapmıyorlar, hem de “Medet ya Rasûlallah, medet ya mürşidim.” demek, medetin ne anlama geldiğini bilen akıl sahibi herkesin anlayabileceği gibi “Bana dua et ey Allah’ın Rasûlü, bana dua et ey mürşidim.” anlamlarına gelmez.
Yani “Medet ya Rasûlallah, medet ey mürşidim.” demek, “İmdat, beni kurtar, yetiş, bu zor durumda, bu sıkıntımda bana yardım et ey Allah’ın Rasûlü ve ey şeyhim.” demektir.
Oysa “yalvarıp dua ettiği zaman, darda kalmışa icabet edip onun sıkıntısını giderecek kimdir? Allah’la beraber, başka bir ilah mı?”128

Hoşafçı’nın bu inancını s. 268’deki “Darda kalan bir tarikat ehlinin, Allah’tan, peygamber ve velilerin ruhaniyetinden yardım/imdat istemesidir.” sözleriyle, istiğaseye yaptığı tanımdan anlamaktayız.
Hâlbuki bu, onun doğru isteme şeklini anlatırken zikrettiği bir isteme şekli değildir.
Bununla da yetinmeyen Hoşafçı, s. 282’de diyor ki: “Salihlerin kabirlerini ziyaret esnasında “Ey falan, beni evlendir; ey filan, bana şifa ver.” gibi sözlerle doğrudan istekte bulunanları görüyoruz ki bu istiğasedir. Şüphesiz bu tür nidalar için birtakım tevil yolları varsa da en azından bazı kimseler hakkında bu bir şirk kapısıdır.”
Yani kabirdeki ölüden beni evlendir, bana şifa ver diye direkt isteme şeklinde dua ve istiğasede bulunmak bile ona göre şüphesiz tevile, yani yoruma müsait, her halükarda şirk olan bir şey değildir. Olsa olsa, o da sadece bu tevil ve yorum yöntemlerini bilmeyen “bazı kimseler hakkında” şirk değil de onun kapısı, yani şirke götürebilecek bir yoldur.
Hoşafçı’nın söylediklerini hep beraber hatırlayalım:
Önce, ölüden bir şey istenmez, bu yanlış ve sakıncalıdır; hatta insanı şirke düşürebilir, O’nun hatırına Allah’tan istenir dedi.
Sonra, ölüden bize dua etmesini isteyebileceğimizi söyledi.
Sonra ölüden medet istemeyi küfür ve şirk olarak görmediğini ifade etti.
Şimdi de açık açık ölüden eş ve şifa istemenin bile direkt şirk olmayacağını ima ediyor.
İlk bakışta tenakuz gibi görünen bu sözler bizce Hoşafçı’nın şirki masum ve hatta ma’dum/yokmuş gibi gösterme çabasının tedrici bir altyapısıdır.
Geçerliliği konusunda tereddüt bile etmediğini “şüphesiz” lafzıyla vurguladığı tevil yolu da mecaz-ı aklî dediği şeydir.



Mecaz-ı Aklî:
s. 284’de diyor ki: “Mecaz-ı aklî, fiilin hakiki faili ve müessirine değil de o failin (o fiilin demek istiyor galiba) mekan, zaman ve sebep gibi alakası bulunduğu bir şeye isnad edilmesi demektir. Bu edebî sanata göre ‘yeryüzü ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman…’ ayetinde, ağırlıkları dışarı çıkaran Allah olduğu halde, fiil, hakiki faile değil fiilin mekanına isnad edilmiş, ancak Allah murad edilmiştir. İşte özellikle sufilerde, kendisiyle istiğase edilen zatın hakiki fail değil, hakikatte yardım edenin Allah olduğuna inandıklarını ve O’ndan istediklerini (ki aksi halde onlar da bunun açık bir şirk olduğunu kabul ederler) söylemektedirler.”

128 Neml, 62

Mecaz-ı aklî ile ne kasdettiklerini biraz daha açıklayalım:
Diyorlar ki: “Sahih itikad, kulların ve fiillerinin yaratıcısının Allah olduğuna inanmaktır. Kulları ve fiillerini yaratan O’dur. İster ölü, ister diri, O’ndan başka hiç kimsenin tesiri yoktur. Tevhid, tamı tamına bu itikaddır.”129 “Müslümanların söyledikleri sözler arasında, bir şeyi Allah’tan başkasına isnad etme gibi şeyler görülürse, bunları mecaz-ı akliye hamletmek icab
eder.”130
“Ey Allah’ın peygamberi, bana şifa ver, beni borçtan kurtar gibi sözler söyleyenler -o da eğer birinin böyle söylediği farzedilirse- bu sözleriyle ancak ve ancak ‘Şifa bulayım diye bana şefaat (yani dua) et, borcumu ödeyebileyim diye bana dua et, benim bu işim için Allah’a sen yönel.’ demek istemektedirler. Onlardan, Allah’ın kendilerine bunu yapma gücü ve yetkisi verdiği dua ve şefaatten başka bir şey istememektedirler.”131
Mecaz-ı aklîyi kendi sözleriyle anlatmaya çalışarak alıntılar yaptığımız kitap, Hoşafçı’nın temel kaynağı Alevi Maliki’nin, Mefahim isimli kitabıdır. Hoşafçı’nın anlatmaya çalıştığı mecaz-ı aklînin ne olduğunu, Alevi Maliki’nin söyledikleriyle bir araya getirip anlatalım:
“Sadece Allah’ın yaratıcı olduğuna inanmak, gerçek tevhiddir(!) Bu sahih akideye(!) sahip, muvahhid(!) bir müminden(!), zahirî yaratma, şifa verme, sıkıntıları giderme gibi şeyleri, Allah’tan başkasına İsnad etme anlamına gelen sözler sadır olursa, bunları mecazi olarak söylediğine hükmetmek vaciptir.
Ey falanca, hastalığıma şifa ver, ey filanca bana eş ve evlat ver gibi sözlerle aslında, ey falanca Allah’a dua et de bana şifa versin, benim için Allah’a yönel de bana eş ve evlat versin demek istemektedirler. Yaratanın Allah olduğuna inanmakla beraber başka türlüsünü kasdedecek değiller ya!”
Hoşafçı’nın “Şüphesiz tevil yolları vardır.” sözüyle işaret ettiği kıvırma şekli budur.
“Allah’ın dışında veliler edinenlerin hali, kendisine sığınacak bir ev yapan örümceğin meseline benzer. Hâlbuki sığınacak evlerin en çürüğü örümceğin yuvasıdır. Keşke (bu gerçeği) bilselerdi.”132
Öncelikle şunu belirtelim ki, sadece Allah’ın yaratıcı olduğuna inanmak, Rasûllerin çağırdığı gerçek tevhid değil -birinci mukaddimede açıklandığı gibi- müşriklerin de kabul ve itikad ediyor oldukları Rububiyet tevhididir.
Dolayısıyla müşriklerin de kabul ediyor oldukları sadece Allah’ın yaratıcı olduğuna inanmak, onların mümin ve muvahhid olmalarına yetmediği gibi başkalarının da sahih bir itikadla mümin olmalarına yetmez.
Ayrıca “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.”133 Yani bize dua ve referansta bulunacak, bizim namımıza Allah’a yönelecekler düşüncesi ve itikadıyla, Allah’ın dışındaki ilahlarını çağıran, onlara dua edip onlardan medet bekleyen; eş, evlat ve şifa isteyen müşrikler de, Allah’ın tek başına yaratıcı olduğuna inandıkları, ilahlarının yaratmadan bir pay sahibi olduğuna inanma- dıkları için, Hoşafçı’nın mecaz-ı aklisi kapsamında olmalıdırlar.
129 Alevi Maliki, Mefahim, 16
130 a.g.e. 25
131 a.g.e. 95
132 Ankebut, 41
133 Yunus, 18

Öyle ya “Sizi kim yarattı diye sorulunca elbette ki Allah yarattı.”134 diyen, ilahları için “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.”135(yani bize dua edip aracılık edeceklerdir) diyen, ama bununla beraber onlara dua eden, onlardan isteyen müşrik de, onları yaratıcı olarak kabul etmediği için, şu mecaz-ı aklî mezhebinden olmalıdır ki, direkt ilahına seslenip bana şifa ver diyor, sonra da bununla, ilahının kendisine şefaat edip hacetini Allah’a yönelteceğini ve O’na dua edeceğini kasdettiğini söylüyor.
Birisi bize, aradaki farkı gösterebilir mi?
Bunlara ilave olarak, Allah’ın tek başına yaratıcı olduğuna inandıktan sonra ölüye ve gaibe seslenen bir kimsenin “Ey filanca, hastalığıma şifa ver, bana yardım et, bana ev ver, iş ver, eş ver.” deyip bununla, “Allah’a dua et de bana şifa versin, aracılık et de bana yardım etsin, benim yerime O’na yönel de bana ev, iş ve eş versin.” demeyi kasdetmesi caiz, bu sözlerini mecaza hamletmek vacip ise aynı şekilde “Ey filanca, bahtımı açık et, günahlarımı affet, beni cehennemde yakma, bana kabir azabı gösterme, beni cennete sok.” deyip bunlarla, “Allah’a dua et de bahtımı açık etsin, günahlarımı affetsin, beni cehenneme atmasın, bana kabir azabı göstermesin, beni cennete soksun.” demeyi kasdetmesi caiz, bu sözleri duyanların bunları mecaza hamletmeleri de vacib olmalıdır.
Öyle ya, Allah’ın yaratıcı olduğuna inanmayla beraber aksini kasdedecek değiller ya!
s. 285’de diyor ki: “Netice olarak gerek insan gerek peygamber olsun herhangi bir kişiyi Allah’a ortak koşarsa müşrik olur.”
Allah’a ortak koşarsasözüyle, Allah ile beraber yaratıcı olduğuna inanmayı kasdediyor. Zira ardından diyor ki: Eğer gerçek fail ve yaratıcının Allah olduğunun farkında olarak fiili o vasıtaya nisbet ediyorsa kâfir olmaz.”
Hoşafçı’ya göre, nisbet etmenin haber veya taleb olması arasında da fark yoktur.
Yani yaratıcının Allah olduğunun farkındaysanız ne yaparsanız yapın, ne söylerseniz söyleyin, kâfir ve müşrik olmazsınız. Yaratıcının Allah olduğuna inanıyorsanız, istediğiniz fiili, istediğiniz vasıtaya hem haber hem taleb olarak nisbet edebilirsiniz. “Beni şeyhim kurtaracak!” diyebilirsiniz. “Şeyhim bana evlad ihsan et!” diyebilirsiniz. “Şeyhim günahlarımı affet.” de diyebilirsiniz. Ölüye ve türbeye seslenip “Ey falanca, hastalığıma şifa ver.” diyebilirsiniz! “Ya Rasûlallah, bana ev, eş ve iş nasib et.” diyebilirsiniz. “Beni Rasûlullah gelip kurtardı.” da diyebilirsiniz.
Daha da ileri gidip “Muhammed,eşittir Allah” 136 -hâşâ- da diyebilirsiniz.

134 Zuhruf, 87
135 Yunus, 18
136 Sanal alemdeki örümcek ağının görüntülü paylaşım sitelerinde, öldürülen Bayram Hoca’nın ses ve görüntüyle açık açık “Muhammed, eşittir Allah” dediğini, bundan haberdar olan herkes gördü.

Kıymetli okuyucu! Gözünü ve kulağını iyi aç! Mecaz-ı aklî gibi tevil yollarıyla kıvırmaya çalışanlar, hakikatte “yeryüzünde şirk diye bir şey yok, hiç de olmamış” demeye getiriyorlar.

s. 190’da “Evliyaullahtan bir berzah ehli Allah’ın huzurundadır. Kim onlara teveccüh eder ve tevessülde bulunursa onlar bu kimsenin arzusunun verilmesi için Allahu Teala’ya yönelirler.” diyen Hoşafçı, insanları alenen Allah’a değil de ölülere teveccüh edip yönelmeye davet etmektedir. Yani siz Allah’a değil, O’nun huzurundaki ölülere yönelin, onlar sizin dileklerinizi Allah’a iletirler demek istemektedir.

Oysa “basite aldığı bu söz, Allah katında çok büyük bir cürümdür.”137 Hoşafçı, yüce Rabbimizin “Kullarım Beni soracak olursa Ben yakınım. Dua ettiği an dua edene icabet ederim.”138 buyruğundan haberdar mı değil, yoksa Allah’a yönelip O’na teveccüh edince duasına icabet mi edilmemiş de yönünü başka bir kapıya çevirmiş?

“Oysa O’nun dışında yalvardığınız kimseler bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip değildirler. Onlara dua etseniz duanızı işitmezler. Diyelim işittiler, size icabet edemezler. Kıyamet günü de şirkinizi inkâr ederler.”139

137 Nur, 15
138 Bakara, 186
139 Fatır, 13, 14

Ey kalbleri evirip çeviren! Kalbimizi dininde sabit kıl.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
BÖLÜM
HOŞAFÇI’NIN GAYR-I MEŞRU TEVESSÜLE DELİLLERİ
  • AYET
O’na Yaklaşmak İçin Vesile Arayınız" ayeti
“Ey iman edenler! Allahu Teâlâ’dan korkunuz. O’na yaklaşmak için vesile arayınız.”140
Birincisi: Allah subhanehu ve teâlâ, Kitabını “indirilen şeyin ne olduğunu insanlara beyan edip açıklasın diye Nebi aleyhisselam’a indirmiştir.”141
Dolayısıyla O’nun “Namaz kılın, zekat verin ve hacca gidin.” gibi ayrıntılı açıklama yapmadığı mücmel emirlerinin beyan ve açıklaması, Nebi aleyhisselam’ın sünnetinde bulunmaktadır.
Efendimiz aleyhisselam, “Beni nasıl namaz kılıyor gördüyseniz öyle namaz kılın.”142 “Hac amellerinizi benden alıp öğrenin.”143 dediği; zekatın şartlarını, nisabını, miktarını ve zekat verilecek malların neler olduğunu beyan edip açıkladığı gibi, Rabbimizin mücmel olarak “O’na yakınlaştıracak şeyler arayın.” buyruğundaki, O’na yakınlaştıracak vesilelerin neler olduğunu da bizlere beyan etmiştir.
Allah’ın,“Namaz kılın, zekat verin ve hacca gidin.” gibi mücmel emirlerini hiç kimse kendi kafasına göre anlayıp tatbik edemeyeceği gibi,O’na yaklaştıracak vesilelerin neler olduğunu da hiç kimse kendi hevasına göre anlayıp uygulayamaz.
Bizi Allah’a yaklaştırıp cennete girmemize sebep olacak ne kadar vesile varsa,Nebi aleyhisselam bunların hepsini bize öğretmiş,144 başta sahabe olmak üzere salih selefimiz de bunları yaşayarak tatbik etmiştir.
Nebi aleyhisselam’ın öğretmediği ve selefin tatbik etmediği, “Allah’a yakınlaşma umulan” her uygulamanın dindeki ismi bid’attır.
“İşlerin en şerlileri olan bid’atler,”145 bizi cehenneme yaklaştırır, Allah’tan ise uzaklaştırır.
Nebi aleyhisselam’ın ve selefin Allah’a yaklaşma türünden muayyen bir uygulamayı yapmamış,yani terketmiş olmaları, o uygulamaya delalet ettiği zannedilen umumi naslardan ve kıyasdan önce gelmektedir.
Yani hiç kimse,umumi naslardan ve kıyastan hareketle oldugunu iddia ederek,Nebi aleyhisselam’ın ve selefin yapmadığı hususi bir uygulama icad edemez.
Onların terkettiği bu hususi uygulamayla amel etmek ve bununla Allah’a yakınlaşmaya çalışmak asla caiz değildir.
Zira onların,hayra ve fazilete olan hırs ve gayretleriyle birlikte böyle hususi bir uygulamayı terketmiş olmaları,ancak ve ancak böyle bir uygulamanın yapılmayacağını bilmelerinden kaynaklanmaktadır.

Örneğin, bayram namazıyla ilgili umumi delillerden hareketle,hacıların bayram günü Mina’da bayram namazı kılmalarının meşru olduğunu söyleyebilmenin önündeki tek engel, Nebi aleyhisselam ve selefin bunu terketmiş olmalarıdır. Yoksa,hacıların Mina’da bayram namazı kılmalarını yasaklayan “zayıf da olsa” bir delil bulunmamaktadır.

140 Maide,35 {Hoşafçı'nın tercümesi ile}
141 Nahl, 44
142 Buhari, Sahih, 631
143 Müslim, Sahih, 1297
144 Taberani, Kebir, 1648
145 Ebu Davud, Sünen, 2118; Tirmizi, Sünen, 1105; İbni Mace, Sünen, 1892

Yani onların bu hususi uygulamayı terketmiş olmaları, konuyla ilgili umumi delilleri tahsis etmekte ve onlardan önce gelmektedir.
Aynı şekilde tavaftan sonra kılınacak iki rekatlık tavaf namazıyla ilgili delillerden hareketle,Safa ve Merve arasını say etmeye de tavaf adı verilmektedir diye kıyas edilerek,saydan sonra da iki rekat tavaf namazı kılmanın meşru olduğunu söyleyebilmenin önündeki engel,yine onların bunu terketmiş olmalarıdır. Yoksa,saydan sonra iki rekat tavaf namazı kılmayı yasaklayan “zayıf da olsa” bir delil bulunmamaktadır.
Yani onların bunu terketmiş olmaları böyle bir kıyasın yapılabilmesine manidir.
Binaenaleyh,bazı nasların umumundan hareketle veya benzer olduğu düşünülen diğer meşru uygulamalara kıyas edilerek, Nebi aleyhisselam’ın ve selefin uygulamadığı hususi bir tatbikatın, Allah’a yaklaştıracak vesileler kapsamına gireceği söylenemez.
Söz konusu hususi tatbikat hakkında “zayıf da olsa” yasaklayıcı bir delil bulunmasına da gerek yoktur.
Onların terketmiş olmaları, bunun Allah’a yakınlaştıracak bir vesile olmadığının, aksine O’ndan uzaklaştırıp cehenneme yaklaştıracak bir vesile olduğunun en açık ve en kesin delilidir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur:
Bahsettiğimiz terkin, iddia edilen uygulamanın meşru olmamasına ve dolayısıyla bid’at olmasına temel gerekçe oluşu, ancak ve ancak kendisiyle Allah’a yakınlaşmak istenen, O’nun rızasının umulduğu ibadet türünden olan uygulamalarla ilgilidir.
Abdullah Gumari’nin dediği gibi, “Nebi aleyhisselam, dab (keler) yemeyi terketmiştir. Öyleyse dab yemek de bid’attır denilir mi?” türünden hezeyanlar, ancak Hoşafçı gibi usulü ve fürusuyla dinden bi-haber cahilleri ikna eder.
Yoksa yeme içme gibi eşyaya taalluk eden şeylerin,bid’atlerle ve konumuzla yakından veya uzaktan bir ilgisi yoktur.
İkincisi: Ayette geçen “vesile” kelimesini İbn-i Manzur şöyle açıklamaktadır: “Bir amelle ona yaklaşmak istendiğinde bir vesileyle ona tevessül etti denir.” “Filanca Allah’a tevessül etti.” demek, “O’na yaklaştıracak bir amel işledi.” demektir.146
Cevheri de aynı manaya işaretle şöyle demektedir:
“Filanca, ‘Rabbine vesile ile tevessül etti.’ denir. Yani bu ‘Bir amel ile O’na yaklaştı.’ demektir.”
Müfessirler de,ayette geçen “vesile” kelimesini “kurbet” (yakınlık, yakınlaşma) olarak açıklamakta,“O’na vesile arayın.” ifadesinin, “O’na yaklaştıracak şeyler arayın.” anlamına geldiğini söylemektedirler. Bunun tefsirini de,“Yani ‘salih amellerle,’ ‘ibadetlerle,’ ‘taatlerle,’ ‘emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmayla’ ve ‘O’nu razı edecek işlerle’” diyerek yapmaktadırlar.

146 İbn-i Manzur, Lisanu’l-Arab 15/301

Katade, 147 Ebu Vail, 148 Taberi, 149 Zemahşeri, 150 Razi, 151 İbn-i
Vehb
, 152 Vahidi, 153 Nisaburi, 154 Nesefi, 155 Beydavi, 156 Suyûtî, 157 İbn-i Kesir,158 Beğavi,159 İbn-i Aşur,160İbn’ul Cevzi,161 Rağıb el-Asfahani,162 Alusi, 163 Ebu’s-Suud, 164 Reşid Rıza, 165 İsmail Hakkı Bursevi, 166 Elmalılı Hamdi Yazır, 167 Ömer Nasuhi Bilmen, 168 Şankiti, 169

147 “Yani itaat ederek ve razı olacağı ameller yaparak Allah’a yakınlaşın.” İbn-i Kesir, 3/390
148 “Ameller ile O’na yakınlaşmak” Taberi, 8/403
149 “O’nu razı edecek amellerle, O’na yakınlaşmak isteyin” Taberi, 8/403
150 “Taatlerin yerine getirilip masiyetlerin terkedilmesiyle Allah’a yakınlaştıracak şeyler hakkında kullanılmıştır.” Keşşaf, 1/336
151 “Bundan murad, rızasını kazanmak için O’na yaklaştıracak şeyler istemektir. Bu da ibadet ve taatlerle olur.” Tefsiru’l-Kebir, 11/225
152 “Salih amellerle O’na yaklaşmayı isteyin.” El-Vadıh, 1/96
153 “Taatler ile O’na yaklaşın.” El-Vasit, 2/183, El-Veciz, 1/318
154 “O’na vesile arayın ifadesi, emirleri yerine getirmekten ibarettir. Vesilelerden kasıt, ibadetler ve taatlerdir.” Garaibu’l-Kur’an, 2/585-586
155“Taatlerin yapılıp kötülüklerin terkedilmesiyle Allah’a yakınlaştıracak şeyler hakkında kullanılmıştır.” Medarik’ut-Tenzil, 1/108
156 “Yani O’nun sevabına ve O’na yakın olmaya ulaşacağınız taatleri yerine getirip masiyetleri terkederek” Beydavi, Hafaci haşiyesiyle, 3/467
157 “Taatiyle, O’na yaklaştıracak şeylerle” Celaleyn, 113
158 “Katade dedi ki, yani itaat ederek ve razı olacağı ameller yaparak Allah’a yakınlaşın (İbn-i Kesir der ki) imamların bu sözüyle alakalı, müfessirler arasında bir görüş ayrılığı yoktur.” İbn-i Kesir, 3/390
159 “Özet olarak Allah’ın emrine uyun kurtulun.” Mealim’ut-Tenzil, 3/51
160 Vesile, kulu Allah’a yaklaştıracak emir ve yasakları uygulamasıdır.” et-Tahrir, 6/187
161 “Katade der ki, razı olduğu şeylerle O’na yaklaşın.” Za’du’l-Mesir, 2/348

162 “Allah’a yaklaştıracak vesilenin hakikatı ilim, ibadet ve şeriatın bütün hasletleriyle, gayretle O’nun yoluna uymaktır.” Müfredat, 396
163 “Vesile, taatleri yerine getirip masiyetleri terketmek suretiyle Allah’a yaklaştıracak amelleri yapmaktır.” Ruhu’l-Meani, 3/294
164 “Vesile, Allah’a yaklaştıracak taatleri yapıp masiyetleri terketmektir.” İrşadu’l-Akli’s-Selim, 3/32
165 “Vesile, Allah’a yaklaştıracak işlerdir. Yani O’na yaklaştırması, rızasını kazandırması ve dar-ı kerametinde mükafatını hak ettirmesi umulan amellerdir. Bunların neler olduğu ise Allahu Teala’nın bildirmesi dışında bilinemez. O da fazlıyla bunların neler olduğunu Rasûlüne vahyederek bizlere bildirmiştir.” Tefsiru’l-Menar, 6/368

166 “Yani salih amellerle O’na yaklaşmaktır.” Tenviru’l-Ezhan, 1/421
167“En uygun sebeplere teşebbüs etmek suretiyle Allah’ın sevgisine layık güzel ameller yapmaya iradenizi sarfediniz.” Hak dini Kur’an Dili, Maide, 35
168 “Sizi ilahî lütuflara kavuşturacak olan güzel amellerle tevessül ediniz… Şeriatta vesile, Allah’ın rızasını kazanmaya, Cenab-ı Hakka manen yaklaşmaya sebep olan herhangi güzel bir amelden ibarettir.” Ömer Nasuhi Bilmen, Tefsir, Maide, 35
169 “Bil ki burada vesilenin manası, ulemanın cumhura göre, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdikleri ölçüsünde ve ihlasla emirlerine imtisal edip yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah’a yaklaşmaktır. Zira O’nun rızasına ulaştırıp O’nun katındaki dünyevî ve uhrevî hayırların elde edilmesinin yegane yolu budur..” Edvau’l-Beyan, 2/116

Hicazi,170 Sadi,171 İbn’ül Hatib,172 Ebu Zehra,173 Mahluf,174 Sabuni,175 Vehbe Zuhayli 176 ve seleften ve haleften daha birçok müfessir “O’na yaklaştıracak vesileler arayın.” buyruğunu, aynı anlamlara gelen, benzer ifadelerle tefsir etmiş, ayette geçen vesilenin, meşru olan salih ameller olduğunu beyan etmişlerdir. İbn-i Kesir’in söylediğine göre,bu konuda müfessirler arasında bir görüş ayrılığı da yoktur.177
Yani Nebi aleyhisselam’dan ve seleften, zat ile tevessülün bizi Allah’a yaklaştıracak meşru amellerden biri olduğuna dair bir irşad ve tatbik olmadığı gibi, umumuna sığınılmaya çalışılan bu ayeti, zat ve şahıslarla tevessül edil- mesinin meşru oluşu şeklinde tefsir eden de olmamıştır.
Seleften ve müfessirlerden gelen ortak beyana göre,bu ayetteki Allah’a yaklaştıracak vesileler, meşru olan salih amellerdir. Bunların başında tevhid ve sünnete ittiba etmek gelir. Şirkten, vesilelerinden ve bid’atlardan ictinab etmek de Allah’a yaklaştıracak vesilelerin başlıcalarındandır.
Öyleyse, meşru olmayan bid’at bir şekilde zatlarla tevessül etmek değil, bundan sakınmak/ictinab etmek bizi Allah’a yaklaştıracak vesilelerdendir.
Alusi, ayetin tefsirinde şunları söylemektedir:
“Bazı insanlar bu ayeti, salihlerden medet istemeye, onları Allah ile kullar arasına aracı kılmaya delil getirmektedirler. Onların bir kısmı, Allah’ın salih kullarından ölü veya gaib/uzakta olan birisine seslenip “Ey filanca, Allah’a dua et de beni şöyle şöyle rızıklandırsın.” demekte, bunun vesile istemek babından olduğunu zannetmektedir…Bunların hepsi, haktan fersah fersah uzak şeylerdir.
Bu makamda meselenin tahkiki şudur:
Dua istemek manasında, yaratılmış bir kimseden medet bekleyip onu vesile kılmak, eğer kendisinden dua istenilen kişi hayatta ise şüphesiz caizdir.
Ancak kendisinden dua istenilen kişi,ölü veya gaib ise, bunun caiz olmadığında ve seleften hiç kimsenin yapmadığı bir bid’at olduğunda hiçbir âlim şüphe etmez.
170“Taatle ve O’nu razı edecek amellerle O’na yaklaşın. Zira O’na yaklaştıracak vesileler bunlardır. Salihlerle ve O’na yakın olan velilerle tevessüle dair ise sahih bir nas varid olmamıştır. Aksine Ebu Hanife ve öğrencileri, bunun caiz olmadığını söylemişlerdir. Bu manada bir tevessülü akıl da inkar etmekte, şeriat da reddetmektedir. Ne bu ayette ne de bir başkasında buna dair bir delil yoktur.” Tefsiru’l-Vadih, 1/225
171 “Bu, farzları yerine getirip taatleri işlemekle olur.” Teysiru’l--Kerim’ur-Rahman, 1/417
172 “Vesile, kurbet ve salih ameldir.” Evdahu’t-Tefasir, 133
173 “Mümin, meşru edilmiş kurubet ile Allah’a tevessül eder. Bu, taatler ile Allah’a yakınlaşmak ve tevessül etmektir.” Zehratü’t-Tefasir, 4/2161-2162
174 “Yani, razı olacağı ameller ve günahları terketmeyle Allah’a yakın olmayı isteyin. Vesile, burada taatleri işleyip masiyetlerden ictinab ederek Allah’a yaklaşmaktır.” Safvetu’l-Beyan, 146
175 “İtaat ve ibadet ederek sizi O’na yaklaştıracak şeyler isteyin.” Tefsiru’l-Vadih, 1/258
176 “Tevessül, Allah’a itaat edip O’nu razı edecek ameller işlemek suretiyle Allah’a yaklaşmak demektir. Ayetle kastedilen şey budur… Özetle, Allah’a dua etmek, direkt bir biçimde ve vasıtasız olarak yapılır. Zira delaleti kat’i olan Kur’an nassı ile Allah’a yapılan dua da vasıtalara ihtiyaç yoktur. O şöyle buyurmaktadır “Rabbiniz dedi ki Bana dua edin, Ben de size icabet edeyim.” (Fatır, 60), “Kullarım sana Beni soracak olurlarsa, Ben yakınım. Bana dua ettiği an dua edenin duasına icabet ederim.” (Bakara, 186), “Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım isteriz.” (Fatiha, 4). Hadiste de şöyle buyrulmuştur: “Bir şey dileyeceğin zaman Allah’dan dile, yardım isteyeceğin zaman Allah’dan yardım iste.” (Tirmizi, Sünen, 2516) Tefsiru’l-Munir, 3/524
177 İbn-i Kesir, 3/390

Her türlü hayrı işlemede insanların en hırslıları oldukları halde,sahabenin hiçbirinin ölüden bir şey istediği varid olmamıştır.
Ehl-i Beytten ve diğer imamlardan nakledilen dualarda,Nebi aleyhisselam’ın zatıyla tevessül etmeye dair bir şey yoktur.178
İnsanlar, Allah’ın dışında ölü ya da diri evliyaya ve başkalarına “medet ey efendim filanca” sözleriyle dua etmeyi çok yapar oldular. Bunun mübah olan tevessülle hiçbir ilgisi yoktur.
Böyle yapanların, hayatta ama gaib olan veya ölü olan kimseye dua ettiklerinde, onların gaybı bildiğine, nidaları işittiğine, doğrudan veya dolaylı olarak hayrı celbedip ezayı defettiğine itikad ettikleri kanaatindeyim. Aksi takdirde onlara dua etmezlerdi. Oysa bu, Rabbimizden, çok büyük bir beladır.”179
Allame Şankiti de şunları söylemektedir:
“Vesilenin manasının tahkiki -ulemanın umumunun da kanaati olduğu vechile- Rasûl aleyhisselam’ın getirdiğine muvafakat ederek ihlasla Allah’a ibadet edip O’na yaklaşmaktır.
Bu tahkik ile şunu da öğrenmiş olursun: Tasavvuf iddiasındaki cahillere uyan birçoklarının, ayette tevessülden kasdedilen şeyin,kendi ile Rabbi arasında aracı olan “Şeyh” olduğunu iddia etmesi, ancak cehalet ve körlüğe dalıp gitmek, apaçık bir sapıklık ve Allah’ın kitabıyla oyun oynamak demektir. Zira Allah’ın dışında vasıtalar edinmek,-Allah’ın açıkça belirttiği gibi-
kâfirlerin küfrünün temelidir: “Bizi Allah’a daha da yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir, derler.”
Mükellef olan herkese vacip olan; Allah’ın rıdasına, O’nun cennetine ve rahmetine ulaştıracak yolun,sadece Rasûlüne ittiba etmek olduğunu bilmektir.”180
Üçüncüsü: s. 116’da ayeti şumulünde gördüklerini ifade eden Hoşafçı, s. 131’de diyor ki: “Cenab-ı Hakka yaklaşmak için vesile aramak bu maksada götürecek her türlü meşru yola başvurmak demektir.”
Zat ile tevessül ve ölülerden dua veya medet istemek,bu maksada götürecek meşru yollardan değildir. Nebi aleyhisselam’ın ve selefin böyle bir şeyi yapmamış olması, ayette görmeye çalıştığınız şumuldan önce gelmekte ve onu tahsis etmektedir.
Diyor ki: “Zira burada zikrettiğimiz ayetlerde, vesile kelimesi genel anlamda zikredilmiş ve kişiyi Allahu Teâla’ya yaklaştıracak vesilenin ne olduğu hususen zikredilmemiştir.”

178 Bunları takrir ettikten sonra “Nebi aleyhisselam’ın veya Allah katında cahı olduğu bilinen bir başkasının cahıyla Allah’a tevessül etmekte bir beis görmüyorum.” sözleriyle kişisel kanaatini ifade eden Alusi’nin bu konuda kafasının karışık olduğu ortadadır.
179 Alusi, Ruhu’l-Meani, 3/294-295. Ayrıca bkz. Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, 3/524-527
180 Şankiti, Edvau’l-Beyan, 2/117-118

Zikredilen ayette, vesilenin genel ve mücmel olarak zikredilmesi, diğer ayetlerdeki namaz, zekât ve hac emirlerinin ayrıntıları belirtilmeden, genel ve mücmel olarak zikredilmesi gibidir. Onların beyanını, Nebi aleyhisselam öğretip tatbik ettiği gibi,bunun beyanını yapacak olan da O'dur.
Diyor ki: “O halde buradaki vesile tek bir şey değildir. Kulu Rabbine yaklaştıracak ve ilahî huzurda kabul görmesini sağlayacak her şey vesilenin içine girmektedir.”
Hangi amellerin kulu Rabbine yaklaştırıp ilahî huzurda kabul ve sevgiye mazhar edeceği ancak ve ancak Rab azze ve celle’nin bildirmesiyle bilinebilir.
Nebi aleyhisselam, zat ile tevessülün veya ölülerden dua istemenin, sözü edilen vesile içine girdiğini bizlere bildirmemiştir. Allah’a yaklaştıracağı iddia edilen bu tür bir uygulamayı ne kendisi ne de sahabe tatbik etmiştir. Dolayısıyla bu tür bir uygulama, ayette geçen vesilenin içine girebilecek şeylerden değildir.
Diyor ki: “Ayette haslık veya tahsis, yani belli bir tahdit/sınırlandırma yok.”
Ayette böyle bir tahsisin olması her zaman lazım değildir. Sünnet, Kur’an’ın umumunu tahsis, mutlakını takyid, mücmelini de beyan eder.
Burada terkî sünnet, ayette varsayılan umumu tahsis etmekte ve mücmeli beyan etmektedir. Ayetin umumuna sokuşturulmaya çalışılan tatbikatları uygulamayıp terkederek, bunların meşru olmadığını ve bu emrin şümulüne girmeyeceğini ortaya koymaktadır.
Sahabenin de,-Abbas’la tevessül hadisinde geleceği gibi- mucibi olduğu halde bu uygulamayı terketmiş olmaları,bu sözümüzü teyid etmektedir.
Diyor ki: “O halde aranabilecek vesileler, hükümleri farz, vacip, sünnet, müstehab, mendup ve mübah olan vesileler olabilir… Kitap, sünnet, icma ve kıyasla sabit olan farz, vacip, sünnet, müstehab, mendup ve bir kısım mübah vesileler aranması bu ayet içine girer.”
Vacip veya müstehab olan vesilelerin bu ayetin içine girmesi zaten tartışma olmayan bir konudur. Ancak iddia edilen tevessül şekli vacib veya müstehab değildir.
Mübahlarla ise doğrudan Allah’a ibadet ederek O’na yaklaşmaya çalışmak caiz değildir. Mübahlar, ancak ibadete takat için yemek ve gece namazına kalkabilmek için uyumak gibi Allah’a yaklaştıracak meşru amellere sebep ve yardımcı olması niyet edildiğinde ibadet kapsamına girer.
Ayrıca iddia edilen tevessül şekli, meşru olmadığı için bid’at kapsamına girmektedir. Bid’atler, işlerin en şerlilerindendir. Yani iddia edilen tevessül şekli, mübah da değildir.

Diyor ki: “Hakkında lehte ve aleyhte delil bulunmayan mübahlar da ‘ameller sadece niyetlerledir ve kişi için niyet ettiği vardır.’ hadisi gereğince kimi zaman mendup veya müstehab olurlar.”

Hakkında lehte ve aleyhte delil bulunmayan şeyler, eğer yeme içme gibi sair eşyadan olan şeylerse,ancak o zaman bunlara mübah denir. Açıkladığımız şekilde meşru amellere yardımcı olması babından kurbet sayılabilirler.
Ancak hakkında lehte ve aleyhte delil olmayan şeyler, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için ibadet ve taat olarak yapılan amellerden ise,bunlar bid’at ve dalalettir.
Zira bid’at, lehte delil bulunmayan, aleyhte de delil olması gerekmeyen ibadet türü işlerdir. Bunlarla Allah’a yaklaşmaya çalışmak, Allah’ın izin vermediği bir din icad etmektir. Dolayısıyla insanı Allah’a yaklaştırmazlar. O’ndan uzaklaştırıp ateşe yaklaştırırlar.
s. 136’da diyor ki: “Bu ayet, çerçevesini çizdiğimiz vesile ve tevessülün de meşru olduğunun bir delili olup imanla, amellerle ve şahıslarla tevessül etmeyi dahi içine alır. Tevessül deyince her ikisi de hemen akla gelir.”
Peki, çerçevesini çizdiğiniz tevessül ve vesilenin “Bu maksada götürecek meşru bir yol olduğunu, kulu Rabbine yaklaştırıp ilahî huzurda kabul ve sevgi görmesini sağlayan şeylerden biri” olduğunu nereden çıkardınız.?
Ayet sadece,Allah’a yaklaştıracak şeyler aramamızı söylüyor, O’na yaklaştıracak şeylerin neler olduğunu değil. Siz önce,çerçevesini çizdiğiniz şeyin,Allah’a yaklaştıracak meşru vesilelerden biri olduğunu isbat edin de, ondan sonra onun bu ayet kapsamında emredilen vesilelerden biri olduğunu söylersiniz.
İman ve salih amellerin bu ayet kapsamına girdiği açıktır. Zira bunların bizi Allah’a yaklaştıracak vesileler olduğunu Kitap, sünnet ve icma ile biliyoruz.
Peki, siz şahıslarla tevessül etmenin bizi Allah’a yaklaştıracak vesilelerden biri olduğunu ne ile bildiniz de,ayette emredilen vesilenin kapsamına gireceğini söylüyorsunuz?
Oysa “Bu onların kuruntularıdır. De ki, eğer doğru sözlü iseniz, getirin delilinizi...”181de görelim!
Biz ise Nebi aleyhisselam’ın ve salih selefimizin terketmiş olmasıyla,çerçevesini çizdiğiniz vesilenin, bizi Allah’a yaklaştıracak şeylerden olmadığını, dolayısıyla ayetin bunu kapsamadığını kesin olarak biliyoruz.
Eğer bu meşru ve hayırlı bir iş ve gerçekten Allah’a bir vesile olsaydı, bizden önce onlar yaparlardı.
Kesin olarak bildiğimiz bir diger şey de,çerçevesini çizdiğiniz vesilenin, bid’at ve dalalet olması vechiyle, sizi Allah’a değil, -Efendimiz aleyhisselam’ın açık buyruğunda olduğu gibi-182ateşe yaklaştıran bir vesile olduğudur.
Bir de şunu söyleyelim ki,vesile deyince çerçevesini çizdiğiniz şey sadece sizin aklınıza gelmektedir, bizim değil.
Çerçevesini çizdiğiniz şeyin, Allah’ın istememizi emrettiği vesileden olduğu, Nebi aleyhisselam ve sahabenin aklına da gelmemiş, ayetin tefsirini yapan, ismini zikrettiğimiz seleften ve haleften müfessirlerin akıllarına da gelmemiş!
“Artık siz de akıl etmez misiniz?”183

181 Bakara, 14
182 Ebu Davud, Sünen, 4607
183 Bakara, 44


AYET

“Nefislerine Zulmettikleri Zaman Sana Gelselerdi...” ayeti


“Eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi, Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.”184
Birincisi: Ayet-i kerimeyi birkaç ayet öncesiyle beraber gösterip (iz) edatını doğru tercüme ederek vermek, sanıyoruz konunun doğru anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Hoşafçı, vehmettirmeye çalıştığı manaya daha münasip olur düşüncesiyle, ayetin tercümesini “nefislerine zulmettikleri zaman sana gelseler” şeklinde geniş zamanda vermektedir.
Oysa o da (iz) edatının, (iza) gibi geniş veya gelecek zaman için değil, geçmiş zaman için kullanıldığını pekala bilmektedir.
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûl’e itaat edin. Sizden olan yöneticilere de. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde, onu Allah’a ve Rasûl’e götürün. Bu sizin için daha hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisa, 59)
“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiğini iddia edenleri görmedin mi? Onu küfretmeyle emrolundukları halde tağutun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak is- tiyor.” (Nisa, 60)
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin.’ denilince, münafıkların senden büsbütün yüz çevirdiklerini görürsün.” (Nisa, 61)
“Ya kendi elleriyle işledikleri yüzünden başlarına bir musibet gelince halleri nice olur? Sonra bir de sana gelerek ‘Biz iyilik ve ara bulmaktan başka bir şey istemedik.’ diye Allah adına yemin ederler.” (Nisa, 62)
“Onlar, Allah’ın kalplerinde olanı bildiği kimselerdir. Artık onlardan yüz çevir. Onlara öğüt ver ve kendileri hakkında tesirli sözler söyle.” (Nisa, 63)
“Biz her bir peygamberi, Allah’ın izniyle itaat edilsin diye gönderdik. Eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman sana gelselerdi, Allah’a istiğfar etseler, Rasûl de onlar için bağışlanma isteseydi, Allah’ı tevbeleri kabul edici ve merhametli olarak bulurlardı.” (Nisa, 64)
Müfessirlerin şeyhi İbn-i Cerir et-Taberi, ayetin tefsirini şöyle yapmaktadır;
“Allah celle celaluhu bununla şöyle demek istemektedir.
184 Nisa,64 {Hoşafçı'nın tercümesi ile}

Bu iki ayette vasıfları anlatılan, Allah’ın ve Rasûl’ün hükmüne çağrılınca büsbütün yüz çeviren münafıklar, “nefislerine zulmettikleri zaman,” yani tağuta muhakeme olmak isteyip, Allah’ın Kitabı ve Rasûl’ün sünnetine çağrıldıkları zaman yüz çevirerek o büyük günahı işlediklerinde, “sana gelselerdi,” yani senin hükmüne değil de, vereceği hükümden razı olarak tağutun hükmüne baş- vurunca ey Muhammed, tevbekâr olarak sana gelselerdi, Allah’tan günahlarının cezasını bağışlayıp affetmesini isteselerdi, Rasûl de onlar adına aynı istekte bulunsaydı, “Allah’ı tevbeleri kabul edici ve merhametli olarak bulurlardı.”185
Allame Sadi de şöyle demektedir:
“Bu şekilde Rasûl aleyhisselam’a gelmek, O'nun hayatta olmasına özel bir durumdur. Zira siyak buna delalet etmektedir. Çünkü Rasûl aleyhisselam’ın istiğfar etmesi, sadece hayattayken yapabileceği bir şeydir. Vefatından sonra ise ondan hiçbir şey istenmez. Bilakis bu şirktir.”186
İkincisi: Sahabe, Nebi aleyhisselam hayattayken, tevbe etmeleri gerken bir şey yaptıklarında ona gelir, “Ya Rasûlullah, şöyle şöyle yaptım, benim için istiğfar et.” derlerdi. Onların âdeti olan bu uygulama, münafıklarla aralarındaki farklardan da biriydi. Münafıklara, “Gelin, Allah’ın Peygamberi sizin için mağfiret dilesin denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.”187
Bahsi geçen ayette de açıkça görülmektedir ki, Allah azze ve celle, nefislerine zulmettikleri zaman, kendilerine istiğfar etmesi için Rasûl’e gelmeyenleri kınamaktadır.
Nebi aleyhisselam hayattayken âdet ve uygulamaları bu şekilde olan sahabeden hiçbir kimse, O vefat ettikten sonra kabrine giderek böyle bir istiğfar talebinde bulunmamıştır. Sahabeden herhangi bir kimsenin bunu yaptığını iddia etmek, alenen yalan söylemekten başka bir şey değildir. Böyle bir iddiayı hiç kimse isbat edemez.
O hayattayken, günah işledikleri zaman O'na gelip günahları için bağışlanma dilemesini taleb ederlerken, vefatından sonra tek bir kimsenin bile kabrine gidip böyle bir talepte bulunmaması, ancak ve ancak böyle bir şeyin meşru olmadığının onlar tarafından da iyi biliniyor olmasıyla izah edilebilir.
Yoksa Nebi aleyhisselam aralarındayken; nefislerine zulmeden, günah işleyip bağışlanma dilemesi için O'na gelenler, O aralarından ayrıldıktan sonra nefislerine zulmetmez ve günah işlemez hale mi gelmişlerdir de, O'na gelip istiğfar taleb etmemeleri kınandığı, münafıklık alameti sayıldığı halde, aralarından tek bir kimse bile, bir defa dahi olsa böyle bir işe yeltenmemiştir?! Öyleyse sahabeye göre de bu ayette söz konusu edilen “Rasûl’e gelme,” sadece o hayattayken O'na gelme anlamındadır.
Vefatından sonra tek bir ferdin bile kabre gidip istiğfar taleb etmemesi, ayette varmış gibi gösterilmeye çalışılan anlamın onların anlayışına uymadığını göstermektedir.
Daha önce zikri geçtiği gibi Kur’an ve sünneti, sahabenin ve selefin anlamadığı bir manaya getirmeye çalışmak, aslında “Onlar bu gerçeği anlayamamışlardı, biz onlardan daha iyi anladık.” demektir.

185 Taberi, 7/119
186 Sadi, Teysiru Kerimu’l-Mennan, 1/319
187 Münafıkun, 5

Bu ise batıl oluşu herkes tarafından zaruri olarak bilinen bir şeydir.
Üçüncüsü: Ayette söz konusu edilen “Rasûl’e gelme”nin, O hayattayken olduğunu ifade eden karinelerden biri de, yine ayette geçen “Rasûl de onlar için bağışlanma dileseydi/istiğfar etseydi.” ifadesidir. Zira bir amel olan istiğfar etme eylemi, ancak hayatta olan bir kimsenin yapabileceği bir şeydir.
Sahih sünnetten bilindiği üzere “Ademoğlu öldüğü zaman üç şey dışında ameli kesintiye uğrar.”188Başkaları için istiğfar edebilmek bu üç şeyden birisi değildir.
Konuya delil olarak zikredilen “Amelleriniz bana arz edilir. Hayır görürsem Allah’a hamdederim, şer görürsem Allah’tan sizin için af dilerim.”189 şeklindeki rivayet de sahih ve sabit olmadığı gibi sahih ve sabit olanlara muhaliftir.
Zira sahih sünnette gelen şu rivayet, konuya son noktayı koymaktadır. Buhari’nin, Sahih’inde aktardığı rivayette Nebi aleyhisselam, Aişe validemize hitaben “Eğer sen öldüğünde ben hâlâ hayattaysam, senin için istiğfar eder ve sana dua ederim.”190 buyurmaktadır.
Eğer istiğfar ve dua edebilmesi, vefatından sonra da olabilecek bir şey olsaydı, “ben hâlâ hayattaysam” ifadesinin bir anlamı olmazdı.
Öyleyse kendisine gelindiğinde istiğfar edebilmesi, sadece “O hâlâ hayattayken” mümkün olabilecek bir şeydir, vefatından sonra değil.
Yani sahih sünnet, bu ayeti böyle tefsir, izah ve beyan etmektedir.
Hâsılı, birkaç ayet öncesinde zikri geçen “onlara Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin denildiğinde” ibaresi, Rasûl’ün kabrine gelmeyi ifade etmediği gibi “nefislerine zulmettikleri zaman sana gelselerdi” ibaresi de kabrine gelmeyi ifade etmemektedir.
Dördüncüsü: Bir grup müfessir, ayette geçen “nefislerine zulmedenler”in, Allah’a istiğfar etmeyle yetinmeyip, kendilerine istiğfar etmesi için Rasûl’e gelmelerinin neden gerektiğini, şöyle izah etmektedir:
Zemahşeri, 191 Ebu Hayyan, 192 Nisaburi, 193 Beydavi, 194 Savi, 195 Reşid Rıza(196 ve birçok müfessirin işaret ettiği bu tevcihi, Fahruddin er-Razi şöyle açıklamaktadır:
“Birisi şöyle diyebilir: Allah’a istiğfar edip doğru bir şekilde tevbe etseler tevbeleri kabul olunmaz mıydı? Öyleyse Rasûl’ün de onlar için bağışlanma dilemesini, kendi istiğfarlarına bitiştirmelerinin faydası nedir?
Deriz ki bunun cevabı birkaç vecihtir.

188 Müslim, Sahih, 1631
189 Elbani, Silsiletü’l-Ehadisu’d-Daife, 957
190Buhari, Sahih, 7217
191 Zemahşeri, Keşşaf, 1/277
192 Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit, 3/295 193Nisaburi, Garaibu’l-Kur’an, 2/439 194 Beydavi, 3/297, Hafaci haşiyesiyle 195Savi, Haşiyetu’l-Celaleyn, 1/227
196 Reşid Rıza, Tefsiru’l-Menar, 5/234


  • Onların bu şekilde tağutun önünde muhakeme olmak istemeleri, Allah’ın hükmüne muhalif olduğu gibi, Nebi aleyhisselam’a karşı da kötü bir tavır takınmak ve O'nun kalbini sıkıntı ve üzüntüye sokmak demektir. Günahı bu şekilde olan kişinin, başkası hakkında işlediği suçtan ötürü, ondan da özür dilemesi gerekir. Nebi aleyhisselam’dan, kendileri için istiğfar etmesini taleb etmeleri de bundan dolayı vacib olmuştur.
  • Onların bu isyankârlığı, Rasûl’ün hükmünden razı olmadıkları zaman ortaya çıkmıştır. Öyleyse bundan tevbe ettiklerinde, bu isyankârlığın ortadan kalkmış olduğunu gösterecek bir şey yapmaları gerekmektedir ki bu da Rasûl’e gelerek O'ndan istiğfar taleb etmekten başka bir şekilde olmaz.”197
Celaleyn haşiyesinde Savi’nin de söylediği gibi “Rasûl’ün de onları affetmesi, onlar için mağfiret taleb etmesi gerekmektedir. Zira onların günahına Allah’ın hakkı taalluk ettiği gibi, Rasûl’ün hakkı da taalluk etmiştir.”198
Beşincisi: Kur’an’ın sahih sünnetle tefsir, izah ve beyan edilmesinin bir örneği de şöyle olur:
Nebi aleyhisselam, “Kabrimi bayram/toplanma yeri haline getirmeyin.”199 buyurarak, kabrini her münasebette dönüp dolaşılıp toplanılan bir yer haline getirmekten bizleri menetmiştir.
Eğer ayet-i kerime, günah işleyip nefislerine zulmedenlerin, vefatından sonra da kabrine gelmelerini ifade ediyor olsaydı, Efendimiz aleyhisselam’ın kabri, O'nun yasaklamasına rağmen, Allah emrediyor iddiasıyla, hem de günahkârların en büyük toplanma ve bayram yeri haline gelirdi.
Oysa Allah’ın emriyle Rasûl’ün yasaklaması arasında bir tezad olamaz.
Rasûl’ün yasaklaması olsa olsa Allah’ın emrinin tefsiri ve beyanı olabilir.
Dolayısıyla ayette geçen “Rasûl’e gelme”nin sadece O hayattayken O'na gelmeyi ifade ettiğini, Rasûl’ün bu yasaklamasıyla da bilmekteyiz.
Altıncısı: Eğer ayette geçen “Rasûl’e gelme” ibaresi, vefatından sonra kabrine gelmeyi ve O'ndan istiğfar taleb etmeyi de ifade ediyor olsaydı, nefsine zulmedip günah işleyen herkesin kabre gelmesi, Kur’an’la sabit, yapılması teşvik edilmiş bir kurbet olmuş olurdu. Bundan geri kalan herkes de bu kurbeti terketmiş, ayetteki zem ve kınamadan nasiplenmiş ve münafıkların alametlerinden birini işlemiş sayılırlardı.
Ayrıca istiğfar taleb etmek için kabre gelmek bir kereliğe mahsus bir kurbet olmaz, kınanmadan uzak olmak isteyen insanların, günahları kadar sayısız kereler kabre gelerek istiğfar istemeleri gerekirdi.
Sanıyoruz hevası ve inadı kalplerini körleştirmiş kimselerden başkası da bunları kabul edecek değildir.
“Zira gözler kör olmaz, ancak göğüslerdeki kalpler kör olur.”200
Yedincisi: Eğer bu ayet-i kerime, Nebi aleyhisselam’ın kabrine gelerek O’ndan istiğfar taleb etmeye delil oluyorsa, şu ayet-i kerime de kabrine gelerek O'na beyat etmeye delil olmalıdır.

197 Razi, Tefsiru’l-Kebir, 10/167
198 Savi, Haşiyetu’l-Celaleyn, 1/227
199 Ebu Davud, Sünen, 2042
200 Hac, 46

“Ey Peygamber! Mümin kadınlar Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek ve ma’rufta sana karşı gelmemek hususunda biat etmek için sana geldikleri zaman sen de onlarla biatleş ve onlar için Allah’tan mağfiret dile.”201
Hâlbuki o ayet ile kabre gelip istiğfar talep etmenin meşru olduğunu iddia edenler dahil, seleften, haleften, ehl-i sünnetten veya ehl-i bidattan hiç kimse, bu ayetle kabre gelip biat etmenin meşru olduğunu söylememiştir.
Merak ediyoruz, acaba Hoşafçı ve avanesi bunun da meşru olduğunu söylüyorlar mı? Eğer söylemiyorlarsa ikisi arasındaki farkı bize gösterebilirler mi?
Ayrıca o ayet vefatından sonra Rasûl aleyhisselam’ın kabrine gelmeyi de kapsayacaksa şu ayet de bunu evla olarak kapsamaktadır:
“Sana hücrelerin arkasından seslenenlerin çoğu akletmezler.”202
Kabrin önüne gelip aradaki onca duvarla beraber hücrelerin arkasında durarak “Ya Rasûlallah, duydum ki Allah şöyle şöyle buyurmaktadır. Ben de istiğfar etmeni istemek için sana geldim.” diyenler, hücreler arkasından O'na seslenenler kapsamına girmezler mi?
Bu yaptıkları, onların akletmeyen kimseler olduğunu göstermez mi? Hoşafçı bize bunun o kapsama neden girmeyeceğini izah edebilir mi? Umumsa, işte size umum!
Gelme ise, işte size gelme!
Hücreler arkasından seslenme ise, işte size hücreler arkasından seslenme! Sekizincisi: s. 188’de diyor ki: “Sahabeden birisi Nisa 64. ayeti okuyarak Peygamberimizin kabrinde Müslümanlar için dua etmesini istemiştir.”
Gündüz gözüyle sahabeye pervasızca iftira etmeye çekinmeyen Hoşafçı’ya soralım:
Bu sahabî kimdir? Bu olay hangi sahih kaynakta geçmektedir? Ve bu olayın isnadı nerededir?
Okuyucuya gösterebilecek doğru dürüst bir kaynak ve isnad bulamadığından olacak, belki izi kalır düşüncesiyle sahabeye çamur atmaya yeltenen Hoşafçı, kendi de pek ikna olmamış olacak ki bu sefer yalan da olsa bir kaynak veya isnad göstermeye bile cesaret edememiş.
Hoşafçı’nın çekinerek de olsa sözünü ettiği bu olay, bazılarının isnadsız olarak Utbi’den naklettiği, bazılarının Muhammed b. Harb el-Hilali’den isnadsız olarak, Ebu’l- Hasan ez-Zaferani’den ve bedeviden naklettiği bir hikayedir.
201 Mümtehine, 12
202 Hucurat, 4

Beyhaki de bunu Şuabu’l-İman’da kapkaranlık bir isnadla zikretmektedir.Bazı yalancılar da bu hikâye için Ali radıyallahu anh’a bir isnad uydurmuşlardır.203
Ortada elle tutulacak doğru düzgün bir isnadı bile olmayan bu hikaye, yalan da olsa maruf bir sahabînin değil, çölden gelen mechul bir bedevinin tasarrufundan bahsetmektedir.
Hoşafçı’ya şunu da sormak istiyoruz:
Sahabeden hiç kimse bunu yapmadığı halde fiilini delil getirerek iktida edip uymaya çalıştığınız bedevilere diğer konularda da ittiba edilir mi?
Bâtıl olduğu halde hikaye’sini bile şer’i delil kabul ettiğiniz bedevilerin, Buhari’de, Müslim’de ve diğer Sünen kitaplarında sahih senetlerle aktarılan diğer fiil ve tasarruflarına da ittiba etmeye var mısınız?
Bunları da Allah’ın dininde delil diye ortaya atmaya hazır mısınız? “Size ne oluyor? Nasıl böyle hükmediyorsunuz?”204

HADİS A'MA HADİSİ

203 İbnu Abdi’l Hadi, Sarimu’l-Munki, 212
204 Saffat, 154

Osman b. Huneyf radıyallahu anh anlatıyor:
“Gözleri görmeyen bir adam, Nebi aleyhisselam’a gelerek “Benim için Allah’a dua et de gözlerimi iyi etsin.” dedi. Nebi aleyhisselam, “İstersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır. İstersen de dua edeyim.” dedi. Adam, “Dua et” deyince, ona güzelce abdest alıp iki rekât namaz kılmasını ve şöyle dua etmesini emretti:
“Allah’ım, Senden istiyor, Peygamber’in, rahmet peygamberi Muhammed ile Sana yöneliyorum. Ey Muhhammed, bu hacetim giderilsin diye Rabbime seninle yöneldim. Allah’ım, onu benim hakkımda şefaatçı kıl. Beni de onun hakkında şefaatçı kıl.”
Adam böyle yaptı ve iyileşti.”205
Birincisi: Hadis sahihtir ve açıkça görüldüğü gibi Nebi aleyhisselam’ın duasıyla tevessüle delildir. Hadiste zat ile tevessüle delil olabilecek bir şey yoktur.
İkincisi: Âmâ adam, Nebi aleyhisselam’dan kendisi için dua etmesini istemektedir. Eğer zat ile tevessül caiz ve sahabe tarafından bilinen meşru bir uygulama olsaydı, adam Nebi aleyhisselam’a gelip ondan dua etmesini istemeye gerek duymadan evinde oturur, ellerini açarak “Ya Rabbi, Peygamber’in hürmetine gözlerimi iyi et.” derdi. Oysa o böyle yapmayarak Nebi aleyhisselam’ın yanına gelmiş ve kendisine dua etmesini istemiştir.
Üçüncüsü: Nebi aleyhisselam da onu, üçüncüsü olmayan iki seçenek arasında muhayyer bırakarak, isterse sabretmesini -ki bunun daha hayırlı olacağını- öğütlemiş, isterse -isteği olduğu üzere- dua edeceğini vadetmiştir. Adama, yanına kadar gelip dua istemesine gerek olmadığını, evinde oturarak “Ya Rabbi, Peygamber’in hürmetine gözlerimi iyi et.” diye dua etmesinin yeterli olacağını söylememiştir.
Dördüncüsü: Adam dua talebinde ısrar edince, ona güzelce abdest alıp iki rekat namaz kılmasını, onun için edeceği duanın kabul edilmesi için kendisinin de dua etmesini emretmiştir.
Böyle yaparak adama, dileğinin yerine gelmesi için salih amellerle de mukaddime yapıp tevessül etmesini, başkasından dua istemeyle yetinmeyip kendisinin de Allah’a yalvarmasını öğretmiştir ki, “Rabbiniz dedi ki: Bana dua edin, Ben de size icabet edeyim.”206emri de yerine getirilmiş olsun.
Beşincisi: Nebi aleyhisselam’ın öğrettiği duadaki “Peygamber’in, rahmet Peygamberi Muhammed ile Sana yöneliyorum.” ifadesi, onun duasını vesile ediyorum, onun duasıyla sana yöneliyorum demektir.
Hoşafçı, 211 nolu dipnotta “şefaatçi olmasını istemek, (istişfa)” sözcüklerinden lehine bir şey çıkarmaya çalışsa da, Mubarekfuri’nin bu sözü, yani (istişfa), Nebi aleyhisselam’ın kendisi için şefaatçi olmasını, yani onun için yaptığı duanın kabul edilmesini istemektir. Dolayısıyla Hoşafçı’nın lehine değil, aleyhine olur.

205Tirmizi, Sünen, 3578; Nesai, Amelu’l-Yevmi ve’l-leyle, 69, 660, 644; İbn-i Mace, Sünen, 1385
206 Ğafir, 60

Mubarekfuri’nin aynı yerde geçen Hoşafçı’nın aleyhine olacak bir sözü de şudur:
“Benim indimde hak olan, duası ve şefaatiyle tevessül anlamında hayattayken Nebi aleyhisselam’la tevessül etmek caizdir. Onun dışındaki hayırlı ve salih kimselerle yapılan tevessül de aynı şekilde onlar yaşıyorken dua ve şefaatleriyle tevessül anlamında caizdir.
Ancak vefatından sonra onunla tevessül etmek ve aynı şekilde vefatlarından sonra hayırlı ve salih kimselerle tevessül etmek ise caiz değildir.”207
Altıncısı: “Allah’ım, onu benim hakkımda şefaatçı kıl.” ifadesi, itiraza mahal bırakmayacak bir şekilde “Onun benim hakkımdaki duasını kabul et.” demektir. Bu cümleden açıkça anlaşılmaktadır ki Nebi aleyhisselam, adam için dua etmiştir.
Beni de onun hakkında şefaatçı kıl.” ifadesi ise “Benim onun hakkındaki duamı kabul et.” demektir. Yani, “Benim, onun benim için ettiği duayı kabul etmen için yaptığım duayı kabul et.” manasına gelir.
Eğer “Onu benim hakkımda şefaatçı kıl.” demek, Nebi aleyhisselam’ın zatıyla tevessül edildiğine delilse, “Beni de onun hakkında şefaatçı kıl.” demek de Nebi aleyhisselam’ın adamın zatıyla tevessül ettiğine mi delildir?!
“Allah’ım, onu benim hakkımda şefaatçı kıl.” lafzıyla alakalı “istişfa” sözcüğünden bir şeyler ima etmeye çalışmak dışında hiçbir açıklama yapmayan Hoşafçı, “Beni de O’nun hakkında şefaatçı kıl.” lafzını hepten görmezden gelerek zikretmeye bile cesaret edememiştir.
Yedincisi: Rivayetin başında, ortasında ve sonunda açıkça görüldüğü gibi konu tamamıyla Nebi aleyhisselam’ın duasıyla ilgilidir. Rivayette, zat ile tevessüle delil olabilecek en ufak bir emare dahi yoktur.
Sekizincisi: Eğer iddia edildiği gibi rivayette zat ile tevessül olmuş olsaydı, Nebi aleyhisselam’ın dua etmesine gerek olmadan, kendi kendine bu duayı yapan bütün âmâların gözlerinin iyileşmesi icab ederdi. Oysa vakıa bunun aksini göstermektedir.
Bu sebepledir ki,Beyhaki’nin yaptığı gibi âlimler bu olayı Delaili’n- Nübüvve kitaplarında, Nebi aleyhisselam’ın mucizelerine ve duasının kabul edilişine örnek olarak zikretmişlerdir.
Dokuzuncusu: Allah, Şeyh Elbani’ye rahmet etsin. Diyor ki: “Âmânın yaptığı tevessülün, Nebi aleyhisselam’ın zatıyla olduğunu düşünen de varsa, İmam Ahmed ve İz b. Abdusselam’dan nakledildiği gibi orada dursun. Buna bir ilave yapmasın.”208
Yani Hoşafçı’nın yaptığı gibi,İmam Ahmed ve İz b. Abdusselam’ı delil gösterip,onların Nebi aleyhisselam’a has olabileceğini söylediği bir şeyi herkese tamim ederek, gelmiş geçmiş bütün günahları affedilmiş, cennette olduğunu cezmettiğimiz beşerin en hayırlısıyla, akıbetlerinin ne olduğunu bile bilmediğimiz başkalarını kıyas etmesin.

207 Mubarekfuri, Tuhfetul Ahvezi, 9/96
208 Elbani, Tevessül, 76

Hoşafçı, onların -rivayette- zat ile tevessül olabileceğine dair aktarılan yorumlarını alıp delil getirirken, bunun Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e has olacağı ile alakalı ölçülerini görmezden gelerek Peygamber sal- lallahu aleyhi ve sellem’le başkalarını nasıl kıyas ettiklerini açıklamamaktadır. Onuncusu: Bir sayfa önce iki defa, hadiste dua ile tevessülün de olduğunu söyledikten sonra s. 143’de “Elbani’nin hadiste dua ile tevessül varmış gibi yorumlar yapmasının bir anlamı kalmaz.” diyen Hoşafçı, okuyucuyu kendisine güldürmektedir.
Hoşafçı, rivayette tutunmaya çalıştığı en sağlam dalın ne olduğunu, s. 141’de şöyle izah etmektedir:
“Esas mühim nokta: O sahabeye öğretilen dua (doğrusu, duada), Peygamber’in olmadığı bir yerden seslenme var. Ey Muhammed, seninle Rabbime yöneldim… sözleridir.”
Hoşafçı, bu nidadan bir şeyler çıkarmaya çalışıyorsa, o kadar aramasına gerek yoktu. Zaten her namazın her teşehhüdünde “Selam sana olsun ey Peygamber!” diye nida ediyor.
Bu nida, hem Arapça’da hem Türkçe’de, sevdiği veya nefret ettiği, dostunu ya da düşmanını, hatta bazı cemadatı, o an zihinde canlandırmak (istihdar) için kullanılır.
Arapçasını gördük.
Akif’in “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker” mısrası, Necip Fazıl’ın “Ey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin” dizeleri, bu nidanın Türkçe'de ifade ettiğimiz anlamda kullanıldığı yerlerdir.
“Seninle Rabbime yöneldim.” sözünün anlamı ise zaten Hoşafçı’nın da 211 nolu dipnotta “istişfa” sözcüğünden lehine bir şeyler çıkarmak için Mubarekfuri’den aktardığı gibi “senin şefaatçi olmanı isteyerek,” yani “duanın kabul edilmesini isteyerek” demektir.
Hasılı bu hadiste Nebi aleyhisselam’ın zatı ile tevessüle delil olabilecek herhangi bir şey yoktur.
Hele ondan başkasının zatıyla tevessüle dair hiçbir şey yoktur.

HADİS

A'ma Hadisiyle İlgili Kıssa


Osman radıyallahu anh’ın, ihtiyacı için kendisiyle görüşmek istediği adamla ilgilenmemesi üzerine,Osman b. Huneyf radıyallahu anh’ın adama{ama hadisindeki} duayı öğretmesi, adamın da bu duayı yaptıktan sonra Osman radıyallahu anh’ın onunla ilgilenip ihtiyacını görmesiyle alakalı kıssa.
Birincisi: Hoşafçı, s. 146’da aktarmayı tamamladığı kıssayı aynı sayfadaki 215 nolu dipnotta Buhârî’nin Tarihu’l-Kebir’ine ihale etmektedir.

Hâlbuki orada böyle bir rivayet yok.
Tarihu’l Kebir’deki rivayet, Hammad b. Seleme’nin Ebu Cafer el-Hatmi ve Umara b. Huzeyme b. Sabit yoluyla Osman b. Huneyf radıyallahu anh’dan yaptığı merfu rivayettir. 209 Yani içinde bu kıssa olmayan bir önceki ha- dis…{Ama hadisi}
Hoşafçı’nın bu fiili, yani iki farklı rivayeti aynı zannederek kıssayı aslında orada olmayan bir yere ihale etmesi, hadisleri “tahric ve değerlendirme”deki bilgi ve becerisini gözler önüne sermektedir.
Üstelik besbelli ki bunu -farkında olarak veya olmayarak yaptığı bu fahiş hatayla birlikte- Buhari’nin Sahih’i ile Tarih’inin arasını ayırd edemeyecek bazı okuyuculara telbis yapmak için yapmaktadır.
Öyle ya, kıssanın hemen altında yazan “Buhari” sözcüğü, bu ayrımı yapamayacak okuyucular için az çok bir kanaat oluşturacaktır!
İkincisi: Hadisleri “tahric ve değerlendirme” iddiasındaki Hoşafçı, yaklaşık altı sayfa boyunca yaptığı bir sürü söz israfına rağmen, bu kıssanın isnadının sıhhatine dair tek kelime etmemektedir.
Daha da ilginci;zaten neyle ilgili olduğunu anlamadığı itirazlara, oradan buradan topladığı ve neyle ilgili olduğunu bilmediği şeylerle cevap vermeye çalışmaktadır.
Şöyle izah edelim:
Kıssayı aktardıktan sonra “dua ile tevessül diyenlerin görüşü” başlığı altında, selefilerin kıssaya olan itirazlarını aktardığını zanneden Hoşafçı, Osman radıyallahu anh’ın faziletine gölge düşürmeyle alakalı itirazı say- mazsak, iki sayfa boyunca Elbani’nin bu kıssa değil de önceki hadisteki{Ama hadisi} başka bir ziyade cümleyle ilgili itirazlarını aktarmaktadır.
Hâlbuki Elbani’nin bu itirazlarına konu olan o cümle, Hoşafçı’nın aktardığı şekliyle birinci hadiste de, bu kıssada da geçmemektedir.
Haliyle,Elbani’nin sözlerini anlamadığı için,O'nun birinci hadisteki bir ziyadeyle ilgili değerlendirmelerinin bu kıssayla ilgili olduğunu vehmeden Hoşafçı, kıssayı müdafaa ettiğini zannederek, kıssayla ilgisi olmayan itirazlara cevaplar vermeye çalışmaktadır.
Bir de bunun üstüne s. 150’deki “Elbani, hadisi zayıflatacak ya, Hz. Osman’ın ahlakına uymuyor yorumunu yaparak okuyucuya vesvese vermeye çalışıyor.” şeklindeki sözleriyle, Elbani’nin kıssayı zayıflatmadaki tek gerekçesinin bu olduğu izlenimini vermeye çalışmaktadır.
Ardından “Güvenilir ravinin rivayette yalnız kalması zayıflık sebebi değildir. Dolayısıyla bu illet, illet olmaktan uzaktır.” sözleriyle bu kıssada değil bir önceki merfu rivayette (yani ama hadisinde), kendisinin de ne orada ne burada bahsettiği bir ziyadenin illet olmayacağını anlatmaya çalışmaktadır. Hâlbuki boşa konuşmaktadır.
Ardından “Ğumari’ye yapılan itirazın geçerli olması için bu ilavenin (Eğer bir ihtiyacın olursa bunun gibi yap) neyle çeliştiğini göstermeleri gerekir.” demekte, parantez içinde zikrettiği o
ziyadenin, bu kıssayla ilgisi olmadığını hâlâ farketmeden, boşa konuşmaya devam etmektedir.
Ardından “Bu rivayet Şube’nin rivayetine zıt değildir. Şube’nin rivayetine, bu rivayette zıt bir ibare yoktur. Varsa hangisi?diyerek bu rivayet sözüyle kasdedilen şeyin bu kıssa değil, birinci hadisteki başka bir ziyade olduğundan bi-haber boşa konuşmayı sürdürmektedir.
209 Buhari, Tarihu’l-Kebir, 6/209

Hoşafçı, başka bir şeye yapılan itirazları, bu kıssaya yapılmış itirazlar zannederek cevap vermeye(!) devam ederken s. 150’de şöyle demektedir:
“Bu hali ile hadis Taberani, Heysemi, Munzir (doğrusu Munziri) ve Makdisi sahih kabul etmekte, bunu İbn-i Teymiyye, Kaidetun Celile isimli eserinde (s. 98) itiraf etmektedir.
Birkaç sayfa içerisinde bu derece fahiş hatayı bir araya getirebilmeyi becerip kendini ele güne güldüren Hoşafçı, bununla da yetinmeyip Taberani, Heysemi ve Munziri’nin hadisi bu haliyle sahih kabul ettiklerini söyleyerek düpedüz yalan atmakta, İbn-i Teymiyye’nin de bunu itiraf ettiğini söyleyip yalanına kuyruk takmaktadır.
Taberani’nin, Mucemu’s Sağir’deki ifadesi şöyledir:
“Bunu Ravh İbn’ül-Kasım’dan, Şebib b. Said Ebu Said el-Mekki’den başkası rivayet etmemiştir ki, o sikadır. Oğlu olan Ahmed b. Şebib’in, babasından (yani kendisinden); onun da Yunus b. Yezid el-Eyli’den hadis ak- tardığı adam budur.
Bu hadisi, Ebu Cafer el-Hatmi’den -ismi Umeyr b. Yezid’dir ve sikadır- Şube rivayet etmiştir. Şube’den rivayette ise Osman b. Ömer b. Fâris tefferrüd etmiştir ve hadis sahihtir.”210
Kendi ibaresinden açıkça görüleceği gibi Taberani, kıssanın (veya söz konusu ziyadeyle beraber ama hadisinin) sahih olduğu yönünde tek kelime dahi etmemektedir.
Taberani’nin sahih olduğunu söylediği hadis, “bu hadisi” ifadesiyle işaret ettiği, Şube’nin rivayet ettiği birinci hadistir. Zira Şube’nin rivayetinde ne söz konusu ziyade ne de bu kıssa geçmemektedir.

Heysemi’nin sözü de şudur: “Tirmizi ve İbn-i Mace, -kıssa olmaksızın- sonundan bir bölüm rivayet ettiler. Taberani de bunun akabinde rivayet edilen tariklerini zikrettikten sonra ‘Hadis sahihtir.’ demiştir.”211
Taberani’nin sahih olduğunu zikrettiği tarik, açıkça ifade ettiği gibi, Şube’nin rivayetidir. Oysa Şube ne mezkur ziyadeyi ne kıssayı rivayet etmiştir. Yani Heysemi de Taberani’nin mezkur ziyadeye veya kıssaya değil, Şube’nin rivayeti olan birinci hadise sahih dediğini ifade etmektedir.
Munziri’nin söylediği de aynı ifadenin biraz daha kısaltılmış halidir. Munziri de diyor ki: “Taberani, tariklerini zikrettikten sonra ‘hadis sahihtir.’ dedi.”212

210 Taberani, Mu’cemu’s-Sagir, 1/184 211 Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 2/289 212 Munziri, Terğib ve’t-Terhib, 2/606

İbn-i Teymiyye’nin iddia edilen itirafı da Taberani’nin bahsettiğimiz bu sözünü aktarmasıdır.
Özetle; Hoşafçı, Taberani’nin açık bir şekilde Şube’nin yaptığı rivayete (yani ama hadisine) sahihtir demesini, kıssaya veya sözü geçen ziyadeye sahih deme anlamı yüklemekte, Taberani’nin bu sözünü aktaran İbn-i Teymiyye’ye de kendi uydurduğu yalanı itiraf etme kulbu takmaktadır.
Ardından İbn-i Teymiyye, bahsedilen yerde Heysemi ve Munziri’nin adını bile ağzına almamışken bu sefer kılıfa bile gerek duymadan İbn-i Teymiyye’nin, Heysemi ve Munziri’nin de hadisi bu haliyle sahih kabul ettiklerini itiraf ettiği yalanını uydurmakta, ve toplam iki buçuk satırda bu kadar performansla bu konuda ne kadar marifetli(!) olduğunu herkese göstermektedir.213

213Ardından s. 40 ve 121’de mükerrer olarak “Aslen Arnavutlu (böyle, doğrusu Arnavut) olan Elbani” dedikten sonra sebebini anlamadığımız bir şekilde üçüncü defa “Arnavut asıllı” olduğunu ifade etme gereği duyduğu Elbani’yi “Bazı yerde sahih dediği hadise başka bir yerde zayıf, zayıf dediği hadise de başka bir yerde sahih demiştir.” diyerek “çelişkili durumlarını” mevzu etmekte, buna örnek olan kaynağını da müellifi Mahmud Said Memduh’un ismini Muhammed Said Memduh olarak yanlış verip zikretmektedir.
Hadisin sıhhati ve zayıflığına hükmetmenin ictihadî bir mesele olduğunu, edinilen yeni bilgilerle içtihadın değişebileceğini isbat etmek zorunda kalmayacaksak, dost-düşman herkesin şehadetiyle konunun uzmanı olan bir âlimin, ulaştığı yeni bilgilerle ictihadını değiştirip hatasından dönmesinin neresinde bir çelişki vardır?
Örneğin birisi çıkıp İmam Şafiî’nin kadim ve cedid mezhebini veya İmam Ahmed’den ve İmam Malik’ten gelen farklı rivayetleri onların çelişkileri(!) diye ciltlerce kitab yazsa, bu onların tenakuzlarını mı, yoksa böyle yapanın hezeyanını mı ortaya koyar?!
İmam Ebu Hanife, “Ey Ebu Yusuf! Benden her duyduğunu yazma! Çünkü ben bir beşerim. Bugün bir şey söyler, yarın ondan dönebilirim.” derken, size göre “Ben tenakuzları olan çelişkili birisiyim.” mi demek istemiştir?!
İmameyn -söylendiğine göre- mezhebin üçte birinden geri dönerken size göre çelişkiye mi düşmüştür?! Hoşafçı’nın bu sözlerinde, Elbani’nin çelişki ve tenakuzatına değil, hatadan dönme erdemi gösterdiği için menakıb ve hasenatına delil vardır!!!
Aynı yerde “Hadis ilminde hadis hocası olmadan kendini yetiştirmiştir.” diyerek -şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır akidesinden olsa gerek- bunun mümkün olmayacağını ima eden ve aklınca Elbani’nin bu fende dost-düşman herkesin itiraf ettiği mertebesini zedeleyip onu okuyucunun gözünden düşürmeye çalışan Hoşafçı, hakikatte kendisini dost-düşman herkesin önünde komik duruma düşürmektedir.
Aralarında, Hoşafçı’nın s. 61’de son devrin âlimlerinden saydığı Seyyid Sabık ve Abdulkerim Zeydan’ın da bulunduğu, Ali Tantavi, Muhibbuddin Hatib, Ahmed Şakir, Muhammed Gazali, Mustafa Sibai, Mustafa Zerka gibi farklı meşreplerden birçok kişi, “hocası olmadan kendini yetiştiren” Elbani’nin hadis ilmindeki otoritesini ikrar ve itiraf etmektedirler.
Meşhur selefi âlimlerin Elbani hakkında şehadetleri, Hoşafçı ve okurları için bir anlam ifade etmeyeceğinden, bunları aktarma gereği duymadık. Ancak azılı düşmanlarının onun hakkındaki itirafları, insaf sahibi okur için sanıyoruz bir şeyler ifade eder.
Hoşafçı ve avanesinin temel kaynaklarından Abdullah b. Sıddık el-Ğumari, bazı arkadaşlarına gönderdiği 29 Safer 1380 tarihli mektubunda -Elbani’nin vefatından kırk yıl önce- diyor ki: “Nasıruddin el- Elbani, Şam’a gelerek Arapçayı öğrenmiş ve hadis ilimlerine yönelip bu ilmi çok kuvvetli bir şekilde itkan etmiştir. Hatta geçen yıl (Zahiriyye Kütüphanesini) ziyaret ettiğimde, istediğim kitapları bana getiren de, orada ne olup olmadığını bana bildiren de oydu. Habis tabiatlı, Vahhabi ve koyu bir İbn-i Teymiyye’cidir. Eğer mezhebinin habisliği ve inadı olmasaydı hadis bilgisinde zamanın nadir kimselerinden sayılırdı.
Aynı senenin Rebi’u’levvel ayında yazdığı başka bir mektupta “Elbani ise bu fende zamanın nadir kimselerindendir.” demektedir. Elbani hakkında sorulduğunda “Bu şahıs, bugün için hadis ilminde tektir. Gel gör ki habis bir Vahhabi’dir.” diye cevap vermektedir.Hatta 1377 hicri senesinde Elbani’ye “hazret, üstad, allame, eseri” diye hitap etmektedir.
Abdullah el-Ğumari’nin kardeşi Ahmet el-Ğumari de Elbani hakkında “Hadis ilmini çok iyi bilmektedir.” demektedir.
Ğumarilerin öğrencisi Muhtar Muhammed, Elbani’den “Büyük muhaddis, Şeyh Nasıruddun el-Elbani -Allah ona rahmet etsin-” diye bahsetmektedir. Ğumarilerin diğer öğrencisi Mahmud Said Memduh, Elbani’ye “Allame, üstadımız! Allah’a hamdolsun bizler, sünnete hizmet vazifesini

Üçüncüsü
: Hoşafçı’nın görmediği veya görüp de anlamadığı ya da anladığı halde verecek cevabı olmadığı için aktarmadığı, kıssayı münker ve belki -hatta- yalan yapan gerçek illet de şudur:
Kıssanın bütün tarikleri, Abdullah b. Vehb’in, Şebib b. Said’den, onun da Ravh İbnu’l-Kasım’dan yaptığı rivayete çıkmaktadır.
İbn-i Adiyy, Şebib hakkında şöyle demektedir:
“(Abdullah) b. Vehb, ondan münker rivayetler yapmaktadır… Şebib b. Said’in elinde, Yunus ve Zuhri yoluyla rivayet ettiği, Zuhri’nin nüshası vardır. Bunlar müstakim hadislerdir. (Abdullah) b. Vehb ise ondan münker hadisler aktarmaktadır… Kendisinden, oğlu Ahmed b. Şebib’in Yunus ve Zuhri yoluyla rivayet ettiği hadislerdeki -ki bunlar müstakim hadislerdir- Şebib’in haliyle, kendisinden münker hadisler aktaran (Abdullah) b. Vehb’in rivayet ettiği Şebib b. Said’in hali aynı değildir.214
Takrib’de Şebib hakkında “Oğlunun ondan yaptığı rivayetteki hadisinde bir beis yoktur. (Abdullah) İbn-i Vehb’in değil!”215 diyen İbn-i Hacer, Fethu’l- Bari’nin mukaddimesinde Buhari’yi müdafaa ederek şöyle demektedir: “Buhari, oğlunun ondan, onun da Yunus’tan rivayet ettiği hadisleri tahric etmiştir. Ne onun Yunus’tan başkasından yaptığı rivayetlerden ne de (Abdullah) İbn-i Vehb’in ondan yaptığı rivayetlerden bir şey tahric etmiştir.”216
Özetle Şebib’den oğlu Ahmed’in yaptığı, onun da Yunus’tan aktardığı rivayetler sahihtir.
Abdullah b Vehb’in ondan yaptığı rivayetlerde de aslolan zayıflıktır. Bu kıssa da Şebib’ten İbn-i Vehb’in yaptığı bir rivayettir.
Ayrıca Şebib’den sahih rivayetler yapan yegâne ravi olan oğlu Ahmed, İbn’us-Sünni’nin kendisinden iki ayrı tarikle yaptığı rivayette, bu hadisi babasından aktarmakta, ancak kıssayı zikretmemektedir.217
Aynı şekilde Hakim de Ahmed b. Şebib’den üçüncü bir tarikle, babasından rivayet ettiği bu hadisi aktarmakta, ancak yine kıssayı zikretmemektedir.218
Bunlara ilave olarak, Şube b. Haccac, Hammad b. Seleme ve Hişam ed- Destuvâi de bu hadisi rivayet ettikleri halde kıssayı zikretmemektedirler. Neresinden bakılırsa bakılsın bu üç illetten birisi bile kıssanın münker yerine getirip sahihi zayıfından tahkik eden, temizi pisten ayırdeden kimseler olduğu için Allah’a hamdetmekteyiz.” demektedir.
Kevseri’nin sadık öğrencisi Abdulfettah Ebu Ğudde, “Faziletli üstad, şeyh Nasıruddin’e -Mevla ona selamet versin-” demekte, benzer bir sözden sonra “Allah onunla kullara fayda versin.” diye dua etmektedir. Elbani’nin koyu bir hasmı, halefi ve aşırı bir kabirperest olan Abdullah Ğumari’nin, selefi olan Elbani’nin mezhebine hakaret ve ta’n etmesine itibar edilmez. İtibar edilecek olan hadis ilmindeki mertebesine dair şehadet ve itirafıdır.

{Bu nakiller için bkz: Silsiletu’l-Ehadisu’d-Daife, 4/6; Sebilu’t-Tevfik fi tercemeti Abdullah b. Sıddik (s. 49);; Husulu’t-Tehani, 2/191; Reddu’l-Cani, Tarık Avadallah; Adabu’z-Zifaf, 51-52; Sıddıkiyyun Muhammed Sıddık ve encaluhu’l-Hamse el-Gumariyyun, 87}

214 İbn-i Adiyy, Kamil fi’d-Duafa, 4/313 215 İbn-i Hacer, Takrib, 430 no: 2754 216İbn-i Hacer, Hedyu’s-Sari, 409
217 İbn’us-Sünni, Amelu’l-Yevmi ve’l-Leyle, 696-697
218 Hakim, Müstedrek, 1/526-527


Hasılı, kıssa münkerdir ve asla hüccet olamaz.
Dördüncüsü
: Bu itirazların tamamını görmezden gelerek, bunlara dair yalan da olsa en ufak bir cevap bile vermeye kalkmayan Hoşafçı, s. 151’de Gumari’nin şöyle dediğini aktarıyor: “Elbani’nin hatırı için kıssanın zayıf olduğunu kabul etsek bile hadisin (ittifak ile sahih) merfu olan kısmı yeter de artar.
Elbani’nin hatırı için değil ama bu ilmin haysiyetine saygısı olup da hevanın aklını çelmediği herkes, bu kıssanın zayıf ve münker olduğunu kabul etmek zorundadır.
Hadisin merfu olan kısmında, yani ama hadisinde Nebi aleyhisselam’ın hem zatıyla hem duasıyla tevessül olduğunu ifade eden Hoşafçı, zat ile tevessül olduğunu isbata uğraşmış, ancak başaramamıştır.
Binaenaleyh,eğer o hadiste hem zat ile tevessül, hem de dua ile tevessül varsa,bu kıssada da hem zat ile tevessül hem de dua ile tevessül olması gerekmektedir.
Peki, bu kıssada Nebi aleyhisselam’ın duasıyla tevessül nerede?
Hadiste Nebi aleyhisselam’ın, âmâ olan adama öğrettiği duadaki “Allah’ım, onu benim hakkımda şefaatçi kıl,” yani onun benim için yaptığı duayı kabul et sözü bu kıssada ne ifade etmektedir?
Ortada Allah’ın kabul etmesi istenecek bir dua ve sahibi yok ki?

Beşincisi: s. 152’de İbn-i Teymiyye’den şöyle aktarıyor:
“İbn’ü Ebi’d-Dünya (281-894), Mûcabu’d Dave isimli eserinde isnadıyla Muhammed b. Kesir (774-1372) İbn’ü Rifae’den şöyle söylemekte olduğunu rivayet etti.”
219 nolu dipnotta rivayeti aktardığını iddia ettiği İbn-i Teymiyye’nin Kaidetun Celile isimli kitabında ise aslında şöyle geçiyor:
“Bize Ebu Haşim anlattı, dedi ki, Kesir b. Muhammed b. Kesir b. Rifae’den işittim. O şöyle diyordu.”
Hoşafçı, adamın adının Kesir olduğunu görmemiş. Rifae’nin de başka bir raviye ait bir isim olduğunu vehmetmiş. Kesir adını görmeyince Muhammed b. Kesir’in tefsir sahibi meşhur İbn-i Kesir olduğunu zannetmiş ki parantez içine onun ölüm tarihini yazmış. Bir satır üstte yazdığı İbn-i Ebi’d-Dünya’nın ölüm tarihine rağmen bunu fark etmemiş.
Yani Hoşafçı’nın aktardığına göre (281) senesinde ölen İbn-i Ebi’d-Dünya (774) senesinde, yani kendisinden 5 asır sonra yaşamış Hafız İbn-i Kesir’den bu rivayeti, hem de “senediyle” aktarmaktadır.
İbn-i Teymiyye de,talebesi olan İbn-i Kesir’in yaptığı rivayeti, kendilerinden yaklaşık 5 asır önce ölmüş, İbn-i Ebi’d-Dünya’nın kitabından aktarmaktadır.
Hadis rivayetlerine “tahric ve değerlendirme” yapmaya kalkışan Hoşafçı’nın bu fendeki genel kültür seviyesi işte budur.
Bir isnad ile üç ravi ismi görünce eli ayağına dolaşıp ortalığı karmakarışık ediyor. Ehl-i sünnetin çocukları önünde kendisini maskaraya çeviriyor.
Söz konusu rivayetin içeriği, karnında hastalık olan bir adamın hadiste geçen dua benzeri bir duayla dua edip şifa bulmasıdır.
Ardından söylemediği şeyleri insanlara itiraf ettirmeye bayılan Hoşafçı s. 153’de diyor ki: “Alevi Maliki’nin de bir şekilde ifade ettiği gibi bizce mühim olan İbn-i Teymiyye’nin bu rivayeti nasıl anladığı ve (sündürüp nerelere çektiği) değil, (selefin bu ve benzeri dualarla dua ettiği rivayet edilmiştir) şeklindeki itirafıdır.
İtiraf meraklısı bilmiyorsa öğrensin, İbn-i Teymiyye’nin bu ve benzeri rivayetleri aktarırken kullandığı (ruviye ve nukile) sigalarını, hadisçiler temrîd anlamında, yani rivayetin zayıf olduğuna işaret etmek için kullanırlar.Zikri geçen bu rivayet de onlardan biri.
Gerçi Hoşafçı için rivayetin zayıf olması, isnadın mechullerle dolu olması pek fark etmez.
Zira s. 49’da söylediği gibi... Ona göre musannifle eseri rivayet eden ravi arasında kopukluk bile olsa, hatta bu kopukluk senetteki dört tabakaya kadar bile ulaşsa “Aradaki bu ravilerin belirsizliği yüzünden hadisin is- nadıyla alakalı bir yargıya varmak mümkün değildir.
Ona göre isnadından dört tabaka kopuk bir rivayet hakkında bile bir kanaate varmak mümkün değilken -öyle ya belki aradakiler güvenilir ravilerdir!!!- mechullerle dolu bir isnad hakkında nasıl bir kanaate sahip olunabilir?! En azından onların isimleri belli, değil mi ya?!




HADİS

Ömer radıyallahu anh'ın Abbas radıyallahu anh ile Tevessülü

Enes b. Malik radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre, O şöyle demektedir:
“Yağmur yağmayıp kıtlık olduğu zaman,Ömer b. Hattab radıyallahu anh, Abbas b. Abdulmuttalib radıyallahu anh ile yağmur ister ve şöyle derdi:
“Allah’ım! Biz peygamberini vesile ederek yağmur isterdik, Sen de bize yağmur verirdin. Şimdi de Sana peygamberimizin amcasını vesile ediyoruz, bize yağmur ihsan et.”
(Enes der ki: ) “Hemen yağmur verilirdi.”219
219 Buhari, Sahih, 967

Birincisi: Eser sahihtir ve hayattayken Nebi aleyhisselam’ın duasıyla,vefatından sonra ise hayatta olan diğer salihlerin duasıyla tevessüle delildir.
Ayrıca eser, Nebi aleyhisselam’ın zatıyla tevessülün meşru olmadığının,sahabenin de buna icma ettiğinin en açık göstergesidir.
Nebi aleyhisselam’ın zatıyla tevessül etmek yerine Abbas’ın duasıyla tevessül etmeleri ve aralarından buna itiraz eden kimsenin olmaması,bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.
İkincisi: Ömer radıyallahu anh’ın, “Biz peygamberini vesile ederek yağmur isterdik.” sözünü doğru anlamak için Nebi aleyhisselam hayattayken O'nu ne şekilde vesile edip yağmur istediklerine bakmak yeterli olacaktır.
Acaba O hayattayken, “Ya Rabbi, peygamberin hürmetine, O'nun hatırı için, O'nun hakkı için” diyerek zatını mı vesile edip yağmur istiyorlardı, yoksa O'na gidip yağmur ihsan etmesi için Allah’a dua etmesini mi istiyorlardı?
Hiç kimse, bütün hadis külliyatının altını üstüne de getirse birinci ihtimali isbat edebilecek tek bir rivayet dahi getiremez.
İkinci ihtimalin ise doğru ve hatta müteayyin olduğuna, Sahihayn’da ve diğerlerinde Enes, İbn-i Ömer ve diğerlerinden gelen rivayetler açıkça delalet etmektedir.
Örneğin Sahihayn’da rivayet edilen hadiste Enes radıyallahu anh şöyle anlatmaktadır:
“Bir keresinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Cuma hutbesi verirken bir adam geliverdi. “Ya Rasûlallah, yağmurlar kesildi, kıtlık oldu, Allah’a dua et de bize yağmur yağdırsın.” dedi. O da dua etti ve hemen yağmur yağdırıldı.”220
Öyleyse,“Peygamberimizi vesile ederek yağmur isterdik.” ifadesinin yegane anlamı,bu rivayetlerde açıkça anlatıldığı gibi,“Peygamberimizin duasını vesile ederek yağmur isterdik.” demektir. Zira aksinin bir örneği dahi yoktur
Ayrıca İsmaili’nin Müstahrec’inde aynı Enes rivayetinin başındaki “Nebi aleyhisselam zamanında yağmur kesilip kıtlık olduğu zaman, onunla yağmur isterler, o da onlar için yağmur talebinde bulunur ve yağmur yağardı.” 221 ifadesi, “Biz peygamberimizi vesile ederek yağmur isterdik.” sözünün açıkladığımız anlama geldiğinin,aynı rivayette Enes radıyallahu anh’ın ağzından da açıklanmış halidir.
Üçüncüsü: “Peygamberimizi vesile ederek yağmur isterdik.” sözünün anlamının,bu konudaki rivayetlerin açık delaletiyle “Peygamberimizin duasını vesile ederek yağmur isterdik.” olduğu anlaşılınca,“Şimdi de peygamberimizin amcasını vesile ediyoruz.” sözünün anlamı da zaruri olarak, “Peygamberimizin amcasının duasını vesile ediyoruz.” demek olur.

220Buhari, Sahih, 1013-1077; Müslim, Sahih, 118
221 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 2/495

Zira Ömer radıyallahu anh’ın sözleri her iki tevessül şeklinin de aynı cinsten olduğunu ifade etmektedir.
Ayrıca Zübeyr b. Bekkar’ın rivayetinde Abbas radıyallahu anhanhuma’nın ne şekilde dua ettiği, duanın lafızlarının ne olduğunu göstermeden evvel, ortada Abbas’ın yaptığı bir dua olduğunu göstermektedir.
Abdurrezzak’ın İbn-i Abbas radıyallahu anhuma’dan yaptığı rivayette “Ömer radıyallahu anh,musallada yağmur talebinde bulundu. Abbas’a “Kalk, yağmur iste.” dedi ve Abbas da kalktı.” şeklindedir.
İbn-i Hacer diyor ki: “Bununla,zikri geçen kıssada kendisinden (yağmur için dua etmesi) istenen kişinin Abbas olduğu ortaya çıkar.”222
Yani Ömer radıyallahu anh, Nebi aleyhisselam hayattayken ondan dua etmesini istedikleri gibi, vefatından sonra da Abbas radıyallahu anhuma’dan yağmur için dua etmesini istemiş, o da dua etmiştir.
Beyhaki’nin hadis için koyduğu başlık, konuyu onun da böyle anladığını göstermektedir. Beyhaki diyor ki:
“Duasının bereketi umulan kimselerle istiska yapma babı”223
Buhari’nin şarihlerinden, Şafiî olan İbn-i Hacer ile Hanefî olan Ayni, hadisten çıkarılacak hükümler arasında şunu zikretmektedirler:

“Peygamber’in ehl-i beytiyle,salah ve hayır ehli kimselerden duacı olmalarını istemenin (istişfa) müstehab oluşu”224
Hanbelî olan İbn-i Kudame de şöyle demektedir:
“Salih oldukları görünen kimselerle istiska yapmak müstehabdır. Çünkü onların duası, kabul edilmeye daha yakındır.”225
Dördüncüsü: Ömer radıyallahu anh’ın Nebi aleyhisselam’ı değil de Abbas radıyallahu anhuma’yı vesile etmiş olması iki şeye delalet eder:
Birincisi; Nebi aleyhisselam vefat ettiği için artık ondan dua isteme ihtimali kalmamıştır. Bundan dolayı dua isteme imkanı olan, hayattaki salih birinden, Abbas radıyallahu anhuma’dan dua etmesini istemiştir.
İkincisi ise, Nebi aleyhisselam’ın zatı ile tevessül etmek, sahabenin uygulamadığı, meşru olmayan bir iştir. Eğer meşru olsaydı, böyle sıkıntılı bir durumda onunla tevessül etmeyi bırakıp da onunla kıyas bile edilmeyecek Abbas radıyallahu anhuma ile tevessül etmeye kalkışmazdı.
Bu, Ömer radıyallahu anh’ın hatırına gelmese, sahabeden diğerleri sessiz kalmaz, onu ikaz ederek buna karşı gelirlerdi.
Ömer radıyallahu anh’ın, “Ya Rabbi, Nebi’nin hatırına bize yağmur ver.” diyerek onun zatıyla tevessül etmeyi terkedip bir başkasının duasıyla tevessül etmesi, hem de böyle bir sıkıntılı durumda mevcud sahabenin tü- münün de bunu ikrar etmeleri, Nebi aleyhisselam’ın zatıyla tevessülün sahabenin uygulamasında olmayan gayrı meşru bir iş olduğunun en açık delilidir.
222 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 2/495
223 Beyhaki, Sünenu’l-Kübra, 3/352
224 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 2/497; Ayni, Umdetu’l-Kari, 7/33
225 İbn-i Kudame, Muğni, 2/439
Ayrıca bu, Ömer radıyallahu anh’a has bir uygulama değildir.
Müminlerin dayısı sayılan Muaviye radıyallahu anh da benzer bir kıtlık zamanında Yezid İbnu’l-Esved el-Curaşi ile tevessül ederek şöyle demektedir:
“Allah’ım! Biz bugün en hayırlımız ve en faziletlimizin Sana karşı şefaatçimiz olmasını istiyoruz. Allah’ım, biz, Yezid İbnu’l-Esved el-Curaşi’nin Sana karşı şefaatçimiz olmasını istiyoruz. Ey Yezid, ellerini Allah’a kaldır.”
Ardından Yezid ellerini kaldırır, insanlar da kaldırırlar. Az bir zaman geçmeden öyle bir yağmur yağmaya başladı ki neredeyse evlerine varamadılar.”226
Yezid İbnu’l-Esved, tabiîndendir. Nebi aleyhisselam’ın ehl-i beytinden de değildir. Bu olay da sahabe ve tabiînden bir topluluk önünde cereyan etmiştir. Beşincisi: Ömer radıyallahu anh’ın Nebi sallallahu aleyhi ve sellem ile değil de Abbas radıyallahu anhuma ile tevessül etmesini, Hoşafçı’nın s. 165’de Kevseri’den naklettiği gibi Daha faziletli biri mevcud olduğu halde ondan daha az faziletli biriyle tevessül etmenin caiz olduğunu göstermek”le açıklamaya çalışmak, Elbani’nin dediği gibi “acayip,” hatta gülünç bir kıvırma yoludur.
Hoşafçı’nın kendisinin de s. 163’de belirttiği şekilde birden fazla tekrar etmiş bu olayda, Ömer radıyallahu anh, her seferinde cevazını göstermek için mi Nebi aleyhisselam ile değil de Abbas radıyallahu anhuma ile tevessül etmiştir?
Muaviye radıyallahu anh’ın Nebi aleyhisselam ile değil de Yezid İbnu’l- Esved’le tevessül etmesi de başka bir şeyin cevazını göstermek için midir?
s. 158’de Kevseri’den nakledildiği gibi “Peygamberimizin amcası ile tarzındaki tevessül, Abbas’ın peygamber efendimize olan yakınlığı ve onun yanındaki konumuyla tevessül manasına geliyor, böylelikle bu tevessül aynı zamanda peygamber ile tevessül demek oluyor.” ise, Yezid İbnu’l-Esved ile olan tevessül, onun kime olan yakınlığı iledir? Onunla yapılan tevessül de aynı zamanda peygamberle tevessül demek olur mu?
Altıncısı: s. 159’da “İbn-i Ömer, Ebu Talib’in şiirini terennüm eder.” deyip şiirin tercümesini (Ve hiçbir kavim) yüzüyle (veya zatıyla) bulutlardan (insanlar tarafından Allah’ın) yağmur (yağdırması) istenen hiçbir beyaz (zat)’ı (geriye bırakmadı).şeklinde veren Hoşafçı ardından diyor ki: Mümin olmayan Ebu Talib’in şu sözü müminleri nasıl bağlar diyecek akıldaneler çıkabilir. Burada mühim olan nokta, İbn-i Ömer’in onu terennüm etmesi ve İmam Buhari’nin onu Sahih’ine almasıdır.
Birinci rivayette İbn-i Ömer’in bu şiiri söylediğini aktaran Buhârî, ardından yaptığı ayrı bir rivayette, İbn-i Ömer’in bu şiirin yanında söylediği başka bir sözü de aktarmaktadır.

226 Ebu Zur’â ed-Dımeşki, Tarih, 1/206; İbn-i Sa’d, Tabakat, 7/444; İbn-i Asakir, Tarih-i Dımeşk, 18/121-124; Zehebi, Siyer, 4/136-137; İbn-i Hacer, İsabe, 6/358-359

İbn-i Hacer, Buhari’nin ikinci rivayeti aktarmasının sadece şiiri ihtiva eden birinci rivayetin, ikincinin muhtasarı olduğunu açıklamak için yaptığına işaret etmektedir.
Ardından şöyle söylemektedir: “Bunun sebebi, ikinci rivayetteki “Yağmur isteyen Nebi aleyhisselam’ın yüzüne bakınca sanki şairin sözü aklıma geldi.” lafzıdır. Bu lafız, yağmur istemeyi bizatihi Nebi aleyhisselam’ın yaptığına delalet eder. Ayrıca İbn-i Ömer’in, İslam’da gerçekleşen -kendisinin de hazır olduğu- bir kıssaya işaret ettiğini, Ebu Talib’in şiirinin delalet ettiği şeyi ifade etmekten ibaret olmadığını gösterir.”227
Yani İbn-i Ömer, Nebi aleyhisselam’ın bizatihi yağmur duası yaptığı bir vakıada onun yüzüne bakınca, Ebu Talib’in bu şiirinin aklına geldiğini ve söylediğini ifade etmiştir. Şiirin delalet ettiği şeyi değil.
Hoşafçı bu ikinci rivayeti ve İbn-i Hacer’in bu açıklamasını görmedi mi dersiniz?
Ayrıca İbn-i Ömer’in Nebi aleyhisselam’ı yağmur duası yaparken görüp hatırlayarak söylediği bu şiirden şer’i bir meseleye delil çıkarmaya çalışıp İbn- i Ömer’in beyanının ve İbn-i Hacer’in açıklamasının aksine “Rasûlullah’ın duasıyla değil zatıyla tevessül etmek suretiyle yağmur istemek vardır.diyen Hoşafçı, parantezlerle yaptığı ilavelerden dolayı görmemiş olacak, ama aynı şiirin lafzında, Allah’tan değil bulutlardan yağmur istemek de vardır.
Yani ona göre, Nebi aleyhisselam’ın yüzü veya zatıyla tevessül edip yağmur istemenin meşru oluşuna delalet eden şiir, yağmuru Allah’tan değil de bulutlardan istemenin caiz olduğuna da delalet etmekte midir?


Yedincisi: s. 158’de Kevseri’den naklen diyor ki “Ömer’in Abbas ile istiskası, Rasûl-i Ekrem’in hiçbir nidayı işitmeyen meyyit olmasından ve Allah nezdinde onun itibarının, mevki ve makamının (cah) olmamasından kaynaklanmış değildir. Hâşâ, böyle bir anlayış apaçık bir iftira olmuş olur.”
Hoşafçı bu sözle aklınca okuyucuya Nebi aleyhisselam’ın zatıyla tevessülü meşru görmeyenlerin, onun Allah nezdinde itibarı, mevkii ve makamı olduğunu kabul etmedikleri için bunu meşru görmediklerini ima etmeye çalışmaktadır.
Oysa “apaçık- olmasa da- iftira” asıl budur!
Hoşafçı ve herkes şunu iyi bilmelidir ki bizler Efendimiz aleyhisselam’ın veya sair enbiyanın ya da evliya ve salihlerin zatıyla tevessül meşru değildir derken, hâşâ ve kella, onların Allah nezdindeki itibarlarını, mevkilerini, ma- kamlarını ve cahlarını asla ve kat’a inkâr ediyor değiliz.
Bizler Efendimiz aleyhisselam’ı sevmede, onun sünnetine ittiba etmede, ihtilaf ettiğimiz konularda onu hakem tayin edip vereceği hükme, kalbimizde hiçbir sıkıntı duymadan teslim olmada, -inşaallah- insanların en gayretlileriyiz. Ona olan sevgimizi ve bağlılığımız, şiirler okuyup ilahiler söyleyip yalancı gözyaşları döktükten sonra, sıra sahih sünnetiyle amel etmeye, ihtilafta O’nu hakem tayin edip vereceği hükme teslim olmaya gelince, türlü bahanelerle - Buhari ve Müslim’in ittifak ettiği hadisler bile olsa- inkâr etmeye, inkâr edemediklerini de falan ve filanın görüşlerine uymuyor diye amel etmeye layık görmemeye yeltenen hasmımızınki gibi değildir.
Bizler -elhamdülillah- O'nun sahih sünnetiyle amel etmeye, bu amelin kimin görüş, düşünce ve içtihadına aykırı olduğuna iltifat etmeden hazırız. Ve -inşaallah- buna iltizam ediyoruz.
227 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 2/495
Taklid ettiğimiz imamımızın görüşüne aykırı bir ayet veya hadis varsa onu peşinen mensuh veya tevile açık ilan ederek, Rabbimizin kitabı ve Efendimizin sahih sünnetini arkaya atmaya hazır hasmımız gibi yapmıyor, Kitap ve sünnete aykırı olan görüş kimden sadır olursa olsun hata kabul edip reddederek, tercihimizi hata yapması muhtemel âlimin içtihatından değil, içinde hata olması mümteni, Rabbimizin Kitabı ve Efendimizin sahih sünne- tinden yana yapıyoruz.
Bunu da imanın bir gereği sayıyoruz.

Okuyucu, içindeki hadislerin sahih olduğunu ümmetin kabulle telakki ettiği Buhari ve Müslim gibi kitaplardan birini eline alıp “Peygamber’in sünnetlerinden birini bile terkettiğimi görürseniz, peşimden gelmeyi bırakın.” diyenlerin yanlarına gitsin de, bu sahih sünnetlerle amel etmeye ne kadar hazır olduklarını , filan ve falanın görüşüne uymuyor diye, türlü bahanelerle bu sahih sünnetleri ihtiva eden sahih hadisleri inkâr edip atıl duruma getirdiklerini bir görsün!

Sekizincisi: s. 159’da selefilerin, aslında onların iltizam etmediği bir şeyle onları ilzam etmeye çalışarak Şevkani’nin “Peygamberle, hayatında tevessül sabit olmuştur. Ayrıca vefatından sonra ondan başkasıyla da sahabenin sukuti icması ile tevessül sabit olmuştur.” sözlerini aktarmaktadır.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında yapılan tevessülün, - âmâ hadisinde de, burada da- zatıyla değil duasıyla yapılan tevessül olduğu dâhilî ve haricî karinelerle isbat edildikten sonra Şevkani’nin bu yanlış anlayışı, selefiler için hiçbir şey ifade etmez. Dahası onu mezhebsiz, Selefi ve Vahhabi olarak gören -siz- halefiler için de bir şey ifade etmez.
Ortada sahabenin icması olduğu hakikattır. Ancak bu icma, Şevkani’nin yanlış anlayışı üzerine bina ettiği gibi bir başkasının zatıyla tevessülün caiz olduğu üzerine değil, bizim karinelerle isbat ettiğimiz gibi Nebi aleyhisselam’ın zatıyla tevessülün meşru olmadığı üzerine akdedilmiştir.
Dokuzuncusu: s. 165 ve sonrasında, içeriği Ömer radıyallahu anh’ın, bir başkasıyla değil de neden Abbas radıyallahu anh ile tevessül ettiğinden ibaret olan, bunun sebebini Nebi aleyhisselam’ın Abbas radıyallahu anh’ı, babası gibi görüp ona hürmet etmesi olarak açıklayan zayıf bir rivayetle, bir kaşık suda fırtına koparmaya çalışmaktadır.
Sahih olduğu takdirde bile bu söylediğimizden başka bir şeye delil olmayacak olan bu rivayet de zaten, isnadındaki Davud b. Ata nedeniyle zayıftır.
Davud için İmam Ahmed “hiçbir şey değildir,” Ebu Hatim “Kavi değil, hadisi zayıf ve münkerdir,” Darakutni “metruktur,” Buhari ve Ebu Zur’a ise “münkeru’l-hadistir” demektedir.
İbn-i Hibban da “Hadislerde vehmi çoktur. Hatasının çok oluşundan ve doğrularına galib gelmesinden, hiçbir surette onunla ihticac edilmez.” demektedir.”228
Özetle, İbn-i Hacer’in de söylediği gibi Davud “zayıftır.”
s. 167’de, Elbani’nin, iddiasını zayıflatacağından dolayı, Zehebi’nin sözünü makasladığını ifade ettikten sonra,Zehebi’nin sözünü şöyle aktarıyor “Bu rivayet, Banyasi’nin cüzünde ali (ravileri daha az ve en az diğerinin ravileri kadar değerli veya onlardan daha kıymetli bir isnadla) mevcuddur. Benzeri bir rivayet, İbn-i Abbas’tan sahih olarak gelmiştir. Davud ise metruktur.Elbani’nin bunu söylememesine ne demeli?”
Hoşafçı, ilim ehlinin tabirlerine ecnebi olduğu için Banyasi’nin cüzünde uluvv ile olan “bu rivayetin” aynı Davud yoluyla, ancak Hakim’in şeyhlerinden bir veya daha fazla eksik ravilerle bulunduğunu anlamamaktadır.Parantez içine, iştahlı iştahlı âli’nin tanımını yazmaya çalışırken gözünün önündeki Zehebi’nin “benzeri bir rivayet Enes’den”229 sözünü, “İbn-i Abbas’tan” diye yanlış aktarmaktadır.
Hoşafçı bunların, Elbani’nin iddiasını ne şekilde zayıflatacağını bize anlatırsa biz de Elbani’nin bunu söylememesine ne cevap vereceğimizi düşünürüz! Davud’tan bahseden Elbani’nin bütün bunları aktarmasına ne gerek var ki?!
s. 167’de diyor ki: “Elbani, Zubeyr b. Bekkar ile Belazuri’nin senetlerindeki farklılığı, yerini göstermeden sanki kendisi bulmuş gibi Fethu’l-Bari’den alıp hemen çelişki, yani ızdırabı gördü ve keşfediverdi ama İbn-i Hacer’in “Zeyd’in iki şeyhi olabilir.” dediğini söylemedi! Öyle ya, olabilir ki önce babasından almıştır. Sonra İbn-i Ömer’den alma şerefine kavuşmuştur. Veya aynı hadi- seye şahid olan babasını ve İbn-i Ömer’i dinlemiştir. Engel ne, hevanın esiri olmak mı?”

  • Izdırab, söz konusu rivayetin zayıflanmasındaki yegane sebeb değildir. Davud’un metruk olduğunu söyledikten sonra Davud’dan rivayet eden Saide b. Ubeydillah el-Muzeni’nin de tercemesini bulamadığını 230 söyleyen Elbani, “sonra bir de senette ızdırab var.” 231 diyerek üçüncü bir vecihten bahsetmektedir.
228 İbn-i Hacer, Tehzibu’l-Tehzib, 1/567; Zehebi, Mizanu’l-İ’tidal, 2/13 no: 2512
229 Hakim, Müstedrek, 3/334
230 Bu ibare Saide’nin de mechul oluşuna bir işarettir. Bilmiyoruz acaba Hoşafçı onun tercümesini bulabildi mi?
231Elbani, Tevessül, 67

  • Aynı sayfada bu konudaki umdenin Fethu’l-Bari olduğunu ve Hişam’ın siyakını göremediklerini söyleyen Elbani, bu sözüyle ızdırabı oradan gördüğünü zaten ifade etmekte, iddia edildiği gibi “yerini göstermeden, kendi bulmuş gibi” yapmamaktadır.
  • İbn-i Hacer’in “Zeyd’in iki şeyhi olabilir.” şeklindeki ifadesi olsa olsa ilim ehlinden sadır olmuş acayipliklere bir örnek olabilir. Böyle bir ihtimal iki sahih rivayet arasındaki böyle bir ızdırab iddiası üzerine söylenebilir. Buradaki isnadın Zeyd’e kadar olan bölümü sahih değil ki böyle bir ihtimal varid olsun!!
Yani buna engel “hevanın esiri olmak” değil, budur.
  • Hişam’ın Zeyd’den yaptığı rivayetin siyakı nedir bilmiyoruz ki, Davud’unkine muhalif midir, değil midir bir bakalım.

HADİS

Fatıma binti Esed radıyallahu anha'nın Defni ile İlgili Rivayet


“Fatıma binti Esed radıyallahu anha vefat edince defnedilirken Nebi aleyhisselam’ın kabre girip yatarak dua ettiği, duasında “Peygamberinin ve benden önceki enbiyanın hakkı için dediği rivayet”232
Birincisi: Rivayet münkerdir. Gayrımeşru olduğu ve caiz olmadığı söylenen bir uygulamanın meşru ve caiz olduğuna dair asla hüccet olamaz.
Rivayetin ravilerinden Ravh b. Salah’ın “zayıf” olduğunu belirten İbn-i Adiyy, “hadislerinin bazılarında nekaret/münkerlik olduğunu” ifade etmiştir.233

232 Taberani, Kebir, 24/351; Evsat, 1/152-153
233 İbn-i Adıyy, Kamil fi’d-duafa, 3/1005; Zehebi, Mizanu’l-İ’tidal, 2/54 no: 2687

İbn-i Yunus “ondan münker(hadis)ler rivayet edildiğini” söylemekte, Darakutni onun için “zayıftır” demekte, İbn-i Makula da “onu zayıf saydıklarını”
ifade etmektedir.234
Hali bu olan Ravh’ın hadisi zayıf olur. Hele bir de bu rivayetteki gibi teferrüd etmiş/tek başına kalmışsa, Zehebi’nin de ifade ettiği gibi 235 buna münker denir.
Sufyan es-Sevri gibi bir imamın ashabından Ravh dışında mutlak olarak hiç kimsenin bunu rivayet etmemesi tek başına bile bu hadise şüpheyle bakmaya yeter de artar.
Hatta İmam Müslim’in Sahih’in mukaddimesinde ifade ettiği gibi bu durumdaki bir kişinin rivayet ettiği hadisi kabul etmek caiz değildir.236
Hadisi rivayet eden Taberani’nin “Asım’dan, Sufyan’dan başkası rivayet etmedi. Ondan rivayette ise Ravh b. Salah tek kalmıştır.”237sözü de buna işaret etmektedir.
Buna, hadisi rivayet eden başka bir isim olan Ebu Nuaym da işaret etmekte, “Asım ve Sevri’nin hadislerinden, garibdir. Ravh b. Salah’ın tek kalarak rivayet ettiği hadisten başka, bu hadisi yazmadık.” demektedir.238
Heysemi de “Hadiste Ravh b. Salah vardır. İbn-i Hibban ve Hakim onu sika olarak görmektedir, ama onda zayıflık vardır. Diğer ravileri ise Sahih’in ricalindendir.” diyerek239 zayıflık olduğunu beyan ettiği Ravh’in teferrüd ettiği bu rivayetin zayıflığına işaret etmektedir.

İmamlar arasında aksi söylenirken, İbn-i Hibban ve Hakim’in Ravh’ı sika olarak görmelerine ise değil böyle bir durumda, cerhin mübhem olması halinde bile itibar edilmez.
“Hakim’in ve İbn-i Hibban’ın bu konudaki tesa- hülleri/gevşeklikleri zaten meşhur bir şeydir.”240
Evet, İbn-i Hibban onu Sikat’ında zikretmiş olabilir. Ancak onun bu konudaki metodu zaten hakkında cerh olduğunu bilmediği kimseleri Sikat’da zikretmektir… Zaten İbn-i Hacer de Lisan’da, İbn-i Hibban’ın bu şazlığını reddetmektedir.”241
Hasılı, hadis, ravilerinden Ravh b. Salah’ın zayıf olması, üstüne bir de teferrüd etmesi, ilaveten Sufyan’ın ashabından hiç kimsenin rivayet etmemesi dolayısıyla zayıf ve münkerdir. Allah’ın dininde delil olamaz.
İkincisi: Hoşafçı, s. 169’da Elbani’den “Darakutni, hadisin zayıf olduğunu söyler.” dediğini aktarmaktadır. Hâlbuki Elbani böyle bir şey söylememektedir.
Hoşafçı mevcud Arapça bilgisiyle Elbani’nin Ravh b. Salah için

234 İbn-i Hacer, Lisanu’l-Mizan, 3/480-481 no: 3165
235 Zehebi, Mizanu’l-İ’tidal, 3/151
236 Müslim, Sahih, Mukaddime, 7
237 Heysemi, Mecmau’l-Bahreyn, 356-357; Taberani, Evsat, 1/68 no: 189
238 Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, 3/121 239 Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 9/257 240 Kevseri, Makalat, 185
241 Kevseri, Makalat, 309 (Kevseri bu itirazı mechul bir ravi hakkında yapmaktadır. Hakkında ayrıntılı cerh olan ise daha evladır.)

Darakutni dedi ki, ‘hadiste zayıftır.’”242ibaresini, “Darakutni dedi ki, hadis zayıftır.” olarak anlamakta, yanlış anladığı bu söze, s. 172’de, akıllara ziyan şu ifadelerle cevap vermeye çalışmaktadır.
“İbn-i Adiyy ile Darakutni, sadece şu isnadda geçen bir ravi için zayıftır dediler. Ravi bu rivayette olması bakımından zayıftır demedikleri gibi bu rivayet için de zayıftır demediler… Dolayısıyla şu iki imamın bu isnadla alakalı olmaksızın üzerinde konuşulan ravi hakkındaki hükümlerinden kalkarak, sadedinde olduğumuz isnada zayıflık damgası vurmak, ehli olmayanlarca yapılan yeni bir şeydir.”
Biz gerçekten merak ediyoruz. Acaba Hoşafçı bu söylediklerine hakikatten ikna olmuş mu, yoksa tekerlemeler ile okuyucunun kafasını mı karıştırmaya çalışıyor?!
İsnadda geçen bir ravi için, zayıftır, demek” isnad zayıftır demektir.
Ravi bu rivayette olması bakımından zayıftır demedikleri gibi…” sözü ne demektir ve neye delalet eder anlayan varsa bize de anlatsın.
Bu rivayet için zayıftır demediler.” Elbani zaten böyle bir şey iddia etmiyor. Sen mevcud Arabça bilginle o kadar anlamışsın!!!
Bir rivayete zayıf diyebilmek için ravilerini cerh eden imamların bu cerh edici sözlerinin o isnadla alakalı olmasının gerekliliğini söylemek, ancak Hoşafçı gibi birisinin yapabileceği bir şeydir.
Âlimler yüzyıllardan beri içinde imamlar tarafından cerhedilmiş raviler bulunan isnadları, o raviler hakkında söylenilen sözleri, o isnadla ilgili olup olmadığına bakmadan, zayıflamaktadırlar. Cerh, tadil ve tahric kitapları bunun örnekleriyle doludur.
Başka ne yapacaklardı ki, o ravi hakkındaki bu sözler, şu isnadla mı alakalıdır acaba diye, rüyaya mı yatacaklardı?
s. 170’de diyor ki: “Bu hadisi rivayet edenler, Hakim, Müstedrek’inde sahihtir, dedi. Ayrıca İbnu Abdilber ve İbnu Ebu Şeybe, sahih demişlerdir.”

Zat ile tevessülün meşru olduğunu ispatlamaya çalışan Hoşafçı, herhangi bir kaynak zikretmeye bile tenezzül etmediği bu iddia ile okuyucuya telbis yapmakta, daha Türkçe bir ifadeyle sahtekârlık yaparak gayrımeşru yollara tevessül etmektedir.
Hakim’in Müstedrek’te rivayet ettiği ve İbn-i Abdilberr’in İstiab’da naklettiği rivayetlerde, nizaya konu olan “Nebi’nin ve benden önceki enbiyanın hakkı için” ifadesi yok ki?243
Hoşafçı neden okuyucuyu kandırmaya çalışıyor?!
Ayrıca kaynağını göstermediği için İbn-i Ebi Şeybe’nin bu hadisi nerede rivayet edip nerede sahihtir dediğini bulamadık.
242 Elbani, Tevessül, 100
243 Hakim, Müstedrek, 3/108; İbn-i Abdilber, İstiab, 4/1891

Hoşafçı bu sözüyle imamı ve kaynağı olan Kevseri ve Alevi Maliki’yi de sahtekârlık konusunda geride bırakmıştır. Zira bu kadarını onlar bile söylememektedirler.244
s. 170’de ve devamında diyor ki: “Ondaki zayıflık hafiftir. İmamların onun hakkındaki ifadelerinden bu anlaşılıyor… Öyleyse hadis hasendir, hatta İbnu Hibban’ın şartına göre sahihtir… Böyle bir ravinin rivayeti hasen olur… Öyleyse ravimizin rivayeti cumhura göre hasen, İbn-i Hibban ve Hakim’e göre sahihtir. Yani her halükarda delildir… Şu tenkitçilerin tenkitlerinin hafif cerh olduğu ve bunun raviyi en fazla hasenlik mertebesine düşürebileceği gösterildikten sonra bu çok bilmişce uzatmalar hepten lüzumsuz olur.”
“Ondaki zayıflık hafif”
miş!!!
“İmamların sözlerinden bu anlaşılıyor”
muş!!
Siz gizledinizse de biz imamların sözlerini açıkladık. Onlardan ne anlaşıldığı da taassub ve hevanın gözlerini kör etmediği bütün ilim talebeleri için ortadadır.
Yani hakkında -buna hacet bile olmadığı halde- müfesser cerh bulunan, üstüne bir de teferrüd ettiği, hatta Sufyan’ın bütün yakın ashabını da geride bırakarak ondan tek başına rivayet ettiği ravimizin rivayeti cumhura göre hasen olur, öyle mi?!
Bu, olsa olsa bu fenden nasibi olmadığı her satırından belli olan, hevasının gözünü ve kalbini kör ettiği Hoşafçı’nın müdafaa etmeye çalıştığı kabirperestlerin cumhuruna göre öyle olur.

Eğer onun dediği gibi “Bu rivayet İbn-i Hibban’a göre sahih” ise, İbn- i Adiyy’e, İbn-i Yunus’a, Darakutni’ye ve İbn-i Makula’ya ve onun Ravh’ı “zayıfladıklarını” kasdettiği herkese göre zayıftır.
Hoşafçı’nın imam saydığı Kevseri’den sirayet eden küstahlıkla “şu tenkidçiler” diye bahsettiği kimseler de zikri geçen bu imamlardır. Onların bu cerhlerinin hadisi hangi mertebeye soktuğu da ilim talebelerine malumdur.
Bütün bu sözler arasında Hoşafçı’nın doğruya muvaffak olduğu tek yer “lüzumsuz, çokbilmişçe uzatmalar” yaptığıdır.
Lüzumsuz ve çokbilmişçe uzatmalar yapmaya devam ederek s. 172’de diyor ki: “Teferrüd ve garabet mutlak olarak zayıflık sebebi değildir… rivayetin her halükarda zayıflığını icab ettirmez.
Teferrüd ve garabetin mutlak olarak zayıflık sebebi olduğunu her halukarda zayıf yapacağını söyleyen mi var da Hoşafçı, bir dünya kelime israfı yapmaktadır?
Buradaki teferrüd mutlak mıdır, yoksa zayıf olan ravinin tek kalması mıdır? Zayıf ravinin teferrüdü söz birliğiyle rivayetin zayıf olmasını icab ettirmez mi?
s. 173’de diyor ki: “İbn-i Abdilberr, İbn-i Abbas’tan; İbn-i Ebu Şeybe, Cabir’den bu hadisi nakletmiş. Deylemi ve Ebu Nuaym da ayrı rivayetlerde bulunmuştur. Netice olarak başka başka senetlerle rivayet edilen bu hadisler, birbirlerini kuvvetlendirmektedir.”
244 Bk. Kevseri, Makalat, 391; Alevi Maliki, Mefahim, 65

İçinde nizaya konu olan dua cümleleri olmayan diğer rivayetlerin farkları izah edilmeden onlar hakkında “bu hadis” denilmez.
O rivayetler olsa olsa Fatıma bintu’l-Esed radıyallahu anha’nın defnedilme hadisesine şahid olup onu kuvvetlendirirler.
Şu sahtekârların burunları da sürtse söz konusu rivayetler, konumuzun esasını teşkil eden “Peygamberinin ve benden önceki enbiyanın hakkı içinşeklindeki duaya asla şahid olup onu kuvvetlendiremezler.
Kimin kimi müdafaa ettiği bile belli olmayan 254 nolu dipnotta deniliyor ki: “Bazıları, hadiste geçen duanın sadece Heytemi’nin (böyle) rivayetinde yer alıp diğer rivayetlerde olmamasını sebep göstererek rivayetin illet içerdiğini iddia etmişlerdir. Bu bir illet kabul edilemez. Zira bu rivayette fazladan gelen ziyade, münker ya da garip (şaz demek istiyor galiba) değildir ki biz onu reddedelim.” 1- (Heytemi değil de) Heysemi’nin rivayeti diye bir şey zaten ortada yoktur.
Heysemi, Taberani’nin rivayetini nakletmektedir.

  • Taberani’nin rivayetinin zayıf olması sadedinde buradaki duanın diğer rivayetlerde olmamasını sebeb gösteren kimse olmamıştır. Birilerinin Taberani’nin zayıf olan bu rivayetini takviye iddiasıyla diğer rivayetleri getir- mesi üzerine içinde o dua cümlelerinin bulunmadığı bu rivayetlerin, Taberani’nin rivayetini takviye edip ona şahid olamayacağı ifade edilmiştir.
  • Rivayetin gerçek illetini zaten söylemiştik. Konu bu dipnotta okuyucuya yansıtıldığı şekilde bile olsaydı -ki konu bundan çok uzaktır- zayıf ravinin yaptığı ziyade, değil şaz, yine sözbirliğiyle münker olurdu.
Aynı dipnotta deniliyor ki:
“Üstelik bu hadisin manasında birçok başka rivayetlerde vardır. Hadis hafızlarının sahih olduğunda itifak ettikleri Osman Huneyf rivayetinde bilinmektedir. İbn-i Teymiyye’nin el- Kelimü’t-Tayyib adlı eserinde “şu yürüdüğüm yolun hakkı için…” ifadelerinin geçtiği bir rivayet bulunduğunu, Muhammed b. Abdilvahhab’ın Adabu’l-Meşyi İla’s-Salat kitabında zikrettiği birçok rivayette bu lafızlarla dua edildiği görülmektedir.

  • Bu hadisin manasında, değil birçok, bir tane bile sahih rivayet henüz getirilebilmiş değildir.
  • Osman b. Huneyf rivayeti ile kasdedilen ama hadisi ise,onun ne manaya geldiği,bu hadisin manasında olmaktan çok uzak olduğu-elhamdulillah- beyan edilmiştir.
Kasdedilen Osman b. Affan radıyallahu anh ile ilgili kıssası ise, onun da münker olduğu zaten isbat edilmiştir.
  • Tutunmaya çalışılan rivayetin İbn-i Teymiyye’nin ve İbn-i Abdilvahhab’ın kitaplarında geçiyor olmasının sözün sahibinin batılına delalet edecek bir tarafı yoktur.
  • Söz konusu rivayet zayıftır.

Ravilerinden Atıyye el-Avfî hakkında “zayıftır” diyen Zehebi, İmam Ahmed’in, Nesai’nin ve bir topluluğun onun hakkında zayıf dediklerini aktarmaktadır. 245 Duafa’da ise “zayıf olduğuna icma edildiğini” ifade etmektedir. 246 Nevevi, 247 Heysemi 248 ve Bûsîrî 249 de onun zayıf olduğunu söyleyenlerdendir.
Tabakat’ul-Müdellisîn’de “hafızası zayıftır,” 250 Telhisul-Habir’de “zayıftır” 251 diyen İbn-i Hacer, Takrib’de “Saduktur, çok hata yapar. Şii ve müdellistir.” demektedir.252
Atiyye’nin ne türden bir müdellis olduğunu, İbn-i Hibban şöyle anlatmaktadır:
“(Atiyye), Ebu Said el-Hudri radıyallahu anh’dan hadis işitmiştir. Ebu Said vefat edince (meşhur yalancılardan) Kelbi ile oturup kalkmaya, onun kıssa meclislerine katılmaya başlamıştır. Kelbi, “Rasûlullah şöyle buyurdu.” deyince onları ezberlemeye, Kelbi’yi Ebu Said diye künyeleyip ondan rivayet etmeye başlamıştır.
Kendisine “Bu hadisi sana kim anlattı?” denilince Kelbi’yi kasdederek “Ebu Said anlattı.” demekte, bunu duyanlar da Ebu Said el-Hudri’yi kasdettiğini zannetmektedir.
Onunla ihticac etmek ve hadisini yazmak helal değildir.
Bu rivayette de Atıyye’nin, Ebu Said el-Hudri(?)’den yaptığı bir rivayettir. Bundan dolayı Hafız İbn-i Hacer’in, anane yapmadığı için tedlisten emin olunduğu vehmi üzerine hadisi “hasenlemesine” itibar edilmez. ÇünküAtıyye’nin tedlisi, işittiğini tasrihle izale olunacak t ürden değildir.253 Rivayeti,Munziri, 254Nevevi, 255 İbn-iTeymiyye256 ve Elbani257zayıflamaktadır. 5- Hadisteki ifadeyi “Şu yürüdüğüm yolun hakkı için” diye tercüme
etmek, bilemiyoruz ne türden bir gaflettir.
Hadisteki “memşâye” lafzı, “yürüdüğüm yol” değil, “yürümem/yürüyüşüm” demektir.
Dolayısıyla sahih bile olsa -ki değildir- “Şu yürüyüşüm hakkı için” demek olur ki, bu yürüyüş namaza giden kimsenin yaptığı bir salih ameldir. Salih amelle tevessülde ittifakla caizdir.
Bu salih amelin hakkı, kendiliğinden değilse de Allah öyle va’dettiği için karşılığının verilmesidir.

245 Zehebi, Mizanu’l-İ’tidal, 3/88 no: 5379
246 Zehebi, Duafa, 1/88
247 Nevevi, Ezkar, 25
248 Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 5/236
249 Busiri, Misbahu’z-Züccace, 1/274
250 İbn-i Hacer, Tabakatu’l-Müdellisîn, 130
251 İbn-i Hacer, Telhisu’l-Habir, 3/1285, 4/1794, 5/2210-2454-2604
252 İbn-i Hacer, Takrib, 680 no: 4649
253İbn-i Hibban, Mecruhiyn, 2/176 (Ayrıca bk. Zehebi, Mizanu’l-İ’tidal 3/88 no: 5379; İbn-i Hacer, Tehzib, 3/114)
254Munziri, Terğib ve’t-Terhib, 3/459
255 Nevevi, Ezkar, 25
256 İbn-i Teymiyye, Mecmuu’l-Fetava, 1/288
257 Elbani, Silsiletu’l-Ehadisu’d-Daife, No: 24

Yoksa üzerinde yürünen yolun Allah’a karşı ne türden bir hakkı olabilir ki?! “Hiç mi akletmiyorsunuz?”258
Üçüncüsü: s. 173’de diyor ki: “Burada dikkat edilmesi gereken bir şey daha var. Bu ve diğer rivayetlerde, Peygamberimizin Allah’a tevessül ettiği peygamberlerin hepsi vefat etmişlerdir. Bu rivayetin ortaya koyduğuna göre ‘onun hakkı için’ ya da ‘hak ehlinden olan kimseler hürmetine’ diyerek dua etmek caizdir. Üstelik bu zatların vefat etmiş olmaları, onlarla tevessül edilmesini mani değildir.”
Bu rivayet münkerdir ve dolayısıyla delaleti kabul edilemez. Ayrıca Hoşafçı’nın sahtekârlık yaparak işaret ettiği “diğer rivayetlerde” münakaşaya mevzu olan dua cümleleri yoktur. Bu birincisi.
İkinci olarak, münker olan bu rivayetin ortaya koyduğu şey, sadece peygamberlerin hakkı için denilerek dua edilebileceğidir.
Peki, “Hak ehlinden kimseler”le vefat etmiş diğer zatları, hangi vecihten enbiya ile bir tutuyorsunuz?
Zaten münker olan delilinizden bir de münker, hatta fasid ve bâtıl bir kıyas yapıyor, peygamberlerle başkalarını, masumlarla günahkârları, cennette olduğu kesin olanlarla akıbetinin ne olduğu belli olmayanları birbirine mukayese ediyorsunuz!!“Neyiniz var?! Nasıl böyle hükmediyorsunuz?!”259
HADİS



Malik ed-Dar Kıssası

Malik ed-Dar’dan rivayet edilen eserde, âmânın birinin şiddetli bir kıtlık zamanı Nebi aleyhisselam’ın kabrine gelerek “Ya Rasûlallah, ümmetin için yağmur iste, zira onlar helak oldular.” dedikten sonra Nebi aleyhisselam’ın rü- yasına girerek Ömer’e gitmesini söylediği, adam Ömer’e gelince, Ömer’in ağladığı anlatılmaktadır.260
Birincisi: İsnadı zayıf, metni ise münker olduğu için zaten delil olamayacak olan bu kıssada, Nebi aleyhisselam’ın zatıyla tevessülün meşru olduğuna, hatta vefatından sonra O'ndan dua istenebileceğine şer’an delil olabilecek bir şey de yoktur.
Kıssayı nakleden yegâne isim olan Malik ed-Dar, hakkında muteber bir tadil ve tevsik bilinmeyen, bu hususta mechul birisidir.
İbn-i Ebi Hatim, hıfzının ve ittılasının genişliğiyle beraber, "Cerh ve T'adil"inde ondan bahsetmiş olmasına rağmen, hakkında bir tevsik aktarmamaktadır.261

258 Bakara, 44
259 Saffat, 154
260İbn-i Ebi Şeybe, Musannef, 7/482-483
261 İbn-i Ebi Hatim, el-Cerhu ve’t-Tadil, 7/213

Munziri ve Heysemi, “onu tanımadıklarını” ifade etmektedir.262 Kaynaklara olan vukufiyetinde belki bir benzeri bile olmayan İbn-i Hacer,
hakkında biyografik bazı bilgiler aktardığı halde tadil veya tevsikine delalet
edebilecek tek kelime etmemektedir.263
Bununla beraber eseri naklederken “İbn-i Ebi Şeybe, Ebu Salih es- Semman’ın rivayetinden, Malik ed-Dar’dan sahih bir senetle rivayet etti.” demekte,264böyle bir ifadeyi tercih etmekle, eserin Ebu Salih’e kadar olan kısmına sahih hükmü vererek ondan sonrasında bir problem olabileceğine işaret etmektedir.
İbn-i Hacer’in “İbn-i Ebi Şeybe’nin sahih bir isnadla rivayet ettiğine göre Malik ed-Dar şöyle aktarmaktadır.” veya “İbn-i Ebi Şeybe, Malik ed-Dar’dan rivayet etmiştir ve senedi sahihtir.” ya da “İbn-i Ebi Şeybe, Malik ed-Dar’dan sahih bir senetle rivayet et- miştir.” gibi ifadeler yerine, aktardığımız ifadeyi tercih etmesi bunu göstermektedir.265
İkincisi: Bu zayıf eserden çıkarılmaya çalışılan hüküm, Nebi aleyhisselam’ın hürmetine Allah’tan istemek şeklinde ifade edilen, O'nun zatıyla yapılan tevessülün meşru olduğu değil, vefatından sonra O'ndan şefaat ve dua istenebileceğidir.
Oysa seleften ve imamlardan, mutlak olarak böyle bir şeyi söyleyen veya yapan hiç kimse yoktur.
Ayrıca eserin buna delil olacağını iddia edenler, bununla da kalmayarak bu dua istemenin -zayıf ve münker olan eserde olduğu gibi- Nebi aleyhisselam’a hususi bir durum olacağını ve kabrine gelerek istenmesi gerektiğini değil, bunun herkese şamil olacağını ve her uzak mesafeden, her dil ve lehçeyle ve yüzlerce, binlerce kişinin aynı anda istemesi şeklinde olabileceğini söylemektedirler.
Hatta ölenlerden istenebilecek şeyin dua ile sınırlı kalmayacağını, onlardan yardım/medet de istenebileceğini, eş, evlad ve şifa istemenin bile her halükarda şirk olmayacağını iddia etmektedirler.
Bu ve benzeri zayıf, münker, bâtıl ve uydurma rivayetlerle Kitap, sünnet ve icma ile sabit olan tevhid inancını iptal ederek, insanları cahiliye inanç ve ibadetlerine çağırmaktadırlar.
Oysa ne sahabeden, ne selefin diğerlerinden, ne de imamlardan bir kişiden,
-uzak mesafelerden çağırıp dua, şefaat, yardım/medet ve şifa istemek şöyle dursun- kabrine gelerek O'ndan veya bir başkasından dua etmesini isteyen olduğunu gösterecek tek bir sahih rivayet vardır!
Aksine onlardan gelen rivayetler, değil Nebi aleyhisselam’dan istemek için geleni, O'nun kabri yanına Allah’tan istemek için geleni bile böyle yapmaktan nehyettiklerini göstermektedir.266
262 Munziri, Terğib ve’t-Terhib, 2/41-42; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 3/125
263 İbn-i Hacer, İsabe, 3/484
264 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 2/495
265 Elbani, Tevessül, 118; Salih Alu’ş Şeyh, ,Hazihi Mefahimuna 62
266 Bkn. Birinci Mukaddime

Onlardan hiç kimse, yağmur yağmayıp kıtlık olduğu zaman Nebi aleyhisselam’ın kabrine gelerek, ümmeti için yağmur duası yapmasını istememiş, Ömer ve Muaviye radıyallahu anhuma’nın yaptığı gibi, meşru olduğu şekilde Allah’a dua etmiş ve yaşayan diğer salihlerden de bunun için Allah’a dua etmelerini istemişlerdir.
Bütün bunlar olurken aralarından hiç kimse çıkıp, Abbas’tan veya Yezid İbnu’l-Esved’den dua istemek yerine Nebi aleyhisselam’ın kabrine giderek, ümmetine yağmur yağdırsın diye Allah’a dua etmesini istemeyi önermemiştir.
İmamların hiç biri, kıtlık olduğunda yağmur yağması için veya başka bir afet ve felakette bunun defedilmesi için Nebi aleyhisselam’ın kabrine giderek, O'ndan Allah’a dua etmesini istemeyi müstehab, meşru veya caiz görmemiştir.
Dolayısıyla eserin metni de Kitap, sünnet ve icma ile sabit, dinin temel esaslarına açıkça muhalefet etmesinden dolayı münkerdir.
Bu, isnadı sahih bile olsa böyleyken, isnadı da zayıf olan bir eserle, bu esaslara muhalefet etmek nasıl caiz olabilir?
Zira “Hadisin sadece isnadının düzgün olması onun gösterdiği şeyi alıp uygulamaya yeterli değildir. Bununla beraber metninin de Kitab, sünnet ve ic- ma edilmiş bir esas gibi, kendisinden daha kuvvetli olan bir şeye muhalefet etmekten uzak olması gerekir… Öyleyse bu hadis, muhalefetinden dolayı (da) illetlidir.”267
Üçüncüsü: Nebi aleyhisselam’ın kabrine gelerek Allah’a dua etmesini isteyen adamın kim olduğu da belli değildir. Kim olduğu bile belli olmayan bir adamın yaptığı bir şey, sahabenin uygulamasına da aykırı olduğu halde Allah’ın dininde nasıl delil olabilir?!
İbn-i Hacer’in, Feth’te Seyf’in rivayet ettiğini söylediği nakle göre gelen adamın, Bilal İbnu’l-Haris el-Muzeni olduğuna ise asla itibar edilmez. Zira Seyf, ittifakla zayıf kabul edilen bir ravidir.268
İbn-i Hacer’in kendisi Seyf hakkında “hadiste zayıftır.” demektedir.269
Hatta İbn-i Hibban, Seyf’in “en güvenilir ravilerden (esbat) bile uydurma hadisler rivayet ettiğini” ve onun hakkında “Hadis uyduran birisidir.” denildiğini söylemektedir. Bu ittihamın sahiplerinden biri de Hakim’dir.270
Zındık olmakla bile ittiham edilmiş birisinin 271 rivayetine itimat edenlerin,Allah'ın dinine, Rasûl aleyhisselam’ın sünnetine hiç mi gıyretleri yok?
s. 182’de “Bu vakıayı önemli kılan nokta, Bilal b. el-Haris’in uyanık olduğu halde yaptığı tatbikattır.” diyerek, zayıf olduğuna ittifak edilmiş, hadis uydurduğu söylenen ve zındık olmakla itham edilen Seyf’in rivayetini, onunla çelişen aksi bir şey olmadığı gerekçesiyle kabul ediyor ol- duğunu, yani gelen adamın sahabeden Bilal İbnu’l-Haris el-Muzeni olduğunu benimsediğini ortaya koymaktadır.

267 Kevseri, Nüket, 90, (Ğumari, Beyanı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, 213)
268 Zehebi, Mizanu’l-İ’tidal, 2/236 no: 3465, İbn-i Hacer, Tehzib, 2/144
269 İbn-i Hacer, Takrib, 428 no: 2736 270 İbn-i Hacer, Tehzibu’t-Tehzib, 2/144 271 İbn-i Hacer, Tehzibu’t-Tehzib, 2/144

Bu, Hoşafçı’nın, delilin sıhhatiyle ne kadar ilgili olduğunu, Allah’ın dininde delil diye nelere tutunmaya çalıştığını ortaya koyan misallerden sadece biridir.
Eserde kim olduğu mechul şahsın Nebi aleyhisselam’ın kabrine gelerek dua etmesini istemesinden, Ömer radıyallahu anh’ın veya sahabeden bir başkasının haberdar olduğuna dair en ufak bir emare olmadığı halde, s. 180’de, Mühim olan Hz. Ömer ve diğer ashabın tavrıdır. Hz. Ömer’e haber verildiğinde bu işe karşı çıkmaması… (dır). Ömer ve diğer sahabe efendilerimizin şirk vesilesine veya şirk çeşidine sessiz kalmaları düşünülebilir mi?” ve s. 181’de, Bilâl İbnu’l-Haris ve Hz. Ömer, yaptıkları işin sahabenin ameline ters düştüğünü anlayamadı ve hâşâ şirke girdi, ama bunlar anladı.” diyerek, zaten zayıf ve münker olan eserde, olmayan bir şeyi varmış gibi gösterip okuyucuyu kandıramaya çalışmaktadır.
Hoşafçı, Ömer radıyallahu anh ile diğer ashabın, mechul adamın yaptığı iddia edilen bu işten haberdar olduklarını, eserin hangi lafzından çıkarmaktadır ki, onların bunu ikrar ettiklerini söyleyebiliyor?!
Tabiî bütün bu konuşulanlar ancak eserin sahih olduğu farzedildikten sonra bir anlam ifade edebilir.
Yeri gelmişken şunu da belirtmeden geçmeyelim.
Hoşafçı, 270 nolu dipnotta, Kevseri’den “Bu rivayetin, vefatından sonra peygamber ile istiska konusunda sahabe tatbikatını ortaya koyduğunu, onların hiçbiri tarafından yadırganmadığını ve bunun tevessülü kabul etmeyen muhalifleri susturacak kadar kesin bir delil olduğunu” aktarmaktadır.
Subhanallah!!!
Mechul bir adamın diğer bir mechulden aktardığı, sahabenin defalarca aksini yaptığı sahih senetlerle sabit olmuş uygulamasına aykırı olarak yapıldığı, zayıf bir senet ve münker bir metinle rivayet edilen bu eser, içinde sahabeden kimsenin de yapılan işten haberdar olduğuna dair en ufak bir emare bile olmadığı halde, sahabe tatbikatını ortaya koyuyor, öyle mi?!
Ve bizi susturacak kesin deliliniz, bir mechulün, diğer bir mechulün
fiilini anlattığı bu rivayet, öyle mi?
İşte böyle. “Allah’ın dışında veliler edinenlerin hali, kendisine sığınacak bir yuva edinen örümceğin meseline benzer. Hâlbuki yuvaların en çürüğü örümcek ağıdır. Keşke bu gerçeği bilselerdi.”272 Dördüncüsü: Hoşafçı’nın en çok güvendiği delil bu eser olmalı ki, diğerleri arasında en fazla sözü (18 sayfa) bunun için israf etmekte, bununla da yetinmeyip eserle alakalı Elbani’ye yaptığı tenkitleri, -s. 41, 121 ve 177’de- büyük
çoğunluğu aynı lafızlarla, sayfalarca üç defa tekrar etmektedir.
Şimdi Hoşafçı’nın üç defa tekrar ettiği tenkitlerine bir bakalım.
s. 41-121-177’de diyor ki: “Biz Elbani’nin iddia ettiği gibi Malik ed- Dar’ın zabt ve adaleti maruf olmayan (mechul) bir şahıs değil,
272 Ankebut, 41

aksine onun maruf bir ravi olduğunu tesbit etmiş durumdayız.” Öncelikle belirtelim ki “zabt ve adaleti maruf olmama”nın aksi,
onun maruf biri olduğu” değil, “zabt ve adaletle maruf biri olma”sıdır.
Elbani de zaten aksine bir şey söylemiyor olduğu halde, Hoşafçı ve avanesi, Elbani’nin iddia ettiğinin aksi olanını değil, aksi olmayanını tesbit(!) etmişlerdir.
İkinci olarak, Hoşafçı, hadisçilerin mechul derken neyi kasdettiklerini ya bilmemekte ya da bilmekte ama nasıl olsa okuyucu bilmiyordur diye düşünerek bu terimi hadisçilerin kullandığı gibi değil de halk arasında konuşulduğu gibi kullanıp okuyucuyu ikna etmeye çalışmaktadır.
Hadisçiler, ravinin mechul olmasıyla “hakkında muayyen bir cerh ve ta’dil bilinmemesini”273kasdetmektedirler. Ravinin isminin mübhem olması, aynı/şahsının bilinmemesi ve halinin bilinmemesi, bu genel ifadenin altına girmektedir.
Mübhem’i ayrı tutarsak, “Mechul, iki kısımdır. Birincisi, aynı/şahsı bilinmeyendir. (Mechulu’l-ayn) Bu, kendisinden bir kişiden başkasının rivayette bulunmadığı ve tevsik edilmemiş/sika olduğu söylenmemiş kimsedir.
İkincisi, hali bilinmeyendir. (Mechulu’l-hal) Bu da kendisinden iki veya daha fazla kişi rivayette bulunduğu halde tevsik edilmemiş kimsedir.274
Yani birincinin şahsını bilmiyoruz, ikincinin ise şahsını bilsek de adalet ve zapt bakımından halini bilmiyoruz.
Oysa Elbani, Malik ed-Dar hakkında “Adalet ve zapt ile maruf birisi değildir.” ve “İbn-i Ebi Hatim, onun hakkında bir tevsikten bahsetmemiştir.” diyerek Malik ed-Dar’ın açıkça, cerh ve ta’dil bakımından, “halinin” mechul olduğunu söylemektedir.
Hoşafçı ise, onun hakkında topladığı biyografik bilgilerle, bir iş yapmış gibi sevinerek, “aynının,” yani şahsının mechul olmadığını isbat etmektedir.
s. 41-122-177’de diyor ki: “İbn-i Sad onu şöyle tanıtmaktadır. ‘Malik ed-Dar, Ömer b. el-Hattab’ın azatlısıdır. Hımyer kabilesindendir ve Cublan’lıdır. Ebu Bekir ve Ömer’den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Ebu Salih es-Semman rivayette bulunmuştur. O maruf biri idi.’”
Bu ifadelerden hiçbirisi, onun adalet ve zaptla bilinen birisi olduğuna delalet etmemektedir. “O maruf biri idi.” ifadesi, hiçbir hadisçinin ıstılahında, mutlak olarak ta’dil veya tevsik ifade eden bir lafız değildir. İfade edeceği yegane anlam, ravinin şahsının mechul olmayışıdıdır. Halinin değil.
Yani Malik ed-Dar’ın “hali” hâlâ mechul!
Aynı sayfalarda diyor ki: “İmam Buhari, Tarih-i Kebir’inde onu zikrettiği halde, aleyhinde bir şey dememiştir.
Buhari’nin, Tarih’inde zaten böyle bir şartı da yoktur.
Tarih’inde Muhammed b. İbrahim el-Bahili,275Muhammed b. İbrahim b.
273 İbn-i Hacer, Nuzhetu’n-Nazar, 44
274 İbn-i Hacer, Nuzhetu’n-Nazar, 50, Takrib, 81
275 Buhari, Tarihu’l-Kebir, 1/23

Abdullah el-Haşimi 276 ve Velid b. Ebi Velid’den rivayeti olan İbrahim b. İshak;277Talha b. Keysan’dan rivayeti olan İbrahim b. İshak278gibi daha birçok mechul aleyhinde de bir şey dememiştir.
Hatta Muhammed b. Eş’as b. Kays el-Kindi279ve Muhammed b. İbrahim el-Yeşkuri280gibi maruf zayıflar aleyhinde de bir şey dememiştir.
Üstelik Buhari, onun lehine de bir şey dememiştir. İsbat edilmesi gereken şey, “aleyhine bir şey söylenmediği” değil “lehine bir şey söylendiği”dir.
Yani Malik ed-Dar’ın “hali” hakkında, hâlâ bir şey bilmiyoruz.
Aynı sayfalarda diyor ki: “İbn-i Hibban onu, es-Sikat’ında zikretmekte ve hakkında menfi bir söz söylememektedir.
İbn-i Hibban’ın Sikat’taki yöntemi, hakkında bir cerh bilmediği ravilerin hepsine -şahısları mechul değilse- sika olarak hükmetmektir.
İbn-i Hacer diyor ki: “İbn-i Hibban’ın, aynının cehaleti ortadan kalkan ravinin, cerh edildiği ortaya çıkıncaya kadar adaletine hükmedilmesiyle alakalı görüşü acayip bir görüştür. Oysa cumhur bunun hilafınadır. Bu kitabında Ebu Hatim ve başkalarının mechul saydığı birçok kimseyi zikretmektedir. Sanki İbn-i Hibban’a göre, kendisinden meşhur birisinin rivayette bulunduğu kimsenin “aynının” bilinmezliği ortadan kalkmaktadır… Ancak onun dı- şındakilere göre “halinin” cehaleti hâlâ bakidir.”281
“Evet, İbn-i Hibban, onu Sikat’ında zikretmiş olabilir. “Onu mechulleri tevsik etmedeki kuralıyla Sikat’ta zikretmiştir.”282“Onu ancak, hakkında ken- disine bir cerh ulaşmayan mechulleri tevsik etmedeki metoduyla tevsik etmiştir.”283Zira “Onun bu konudaki metodu, hakkında cerh olduğunu bilmedi- ği kimseleri Sikat’ta zikretmektir.” 284 “Bu ise tesahülün son noktasıdır.” 285 “Onun tevsik etmede kullandığı bu yol, yolların en zayıfıdır.”286Bu, diğerlerine göre raviyi cehalet sınırından çıkarmaz. Zaten İbn- i Hacer de İbn-i Hibban’ın bu şazlığını reddetmektedir.”287
Yani, Malik ed-Dar’ın adalet ve zaptıyla alakalı hala muteber bir şey bilmiyoruz!
s. 47-123-177 ve devamlarında da şöyle diyor: “İbn-i Hacer ise bunlara ilaveten şu bilgileri vermektedir “Malik ed-Dar diye bilinen zat, Malik b. Iyad’dır ve (asr-ı saadete) yetişmiştir. Muaz ve Ebu Ubeyde’den rivayetleri vardır. Kendisinden iki oğlu Avn ve Abdullah rivayette bulunmuştur.

276 a.g.e., 1/26
277 a.g.e., 1/27
278 a.g.e., 2/273
279 a.g.e., 1/26
280 a.g.e., 1/22
281İbn-i Hacer, Lisanu’l-Mizan, 1/209
282 Kevseri, Nuket, 172 (Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, s. 178)
283 Kevseri, Nuket, 48 (Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, s. 178)
284 Kevseri, Makalat, 309
285 Kevseri, Nuket, 48 (Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, s. 178)
286 Kevseri, Te’nibu’l-Hatib, 113- 91 (Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, s. 183)
287 Kevseri, Makalat, 309

Ebu Salih Zekvan tarıkiyle Malik ed-Dar’dan Hz. Ömer’in kıtlık senesindeki sözünü Buhari tarihinde (muhtasar olarak) rivayet etmiştir… İbn-i Sad onu Medineli tabiilerin ilk tabakasında zikretmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Osman onu mali işlerde görevlendirmiş ve bu yüzden ona Malik ed-Dar adı verilmiştir. Ali İbn’ul Medini’den rivayet edildiğine göre o, Hz. Ömer’in hazinedarı idi.” (…)
“Elbani onun (İbn-i Hacer’in) ravi Malik ed-Dar’ın mechul olduğuna işaret ettiği şeklinde yorumlamıştı. Hâlbuki İbn-i Hacer’in Malik ed-Dar’ı tanıtıcı mahiyette verdiği bilgiler, böyle bir yoruma mahal bırakmayacak kadar açıktır. Şüphesiz İbn-i Hacer’in söz konusu açıklaması, Elbani’nin yaptığı yorumu anlamsız kılmaktadır.” (...) “Bu tesbit bizi Elbani’nin, Malik ed- Dar hakkında İbn-i Hacer’in verdiği biyografik bilgiyi görmediği veya görmezlikten geldiği kanaatine götürmektedir. Bu detaylı bilgiden sonra, Elbani’nin Malik ed-Dar hakkında Munziri ile Heysemi’den naklettiği “onu tanımıyorum” sözünün artık bir kıymet ifade etmediği de anlaşılmaktadır.

  • İbn-i Hacer’in ilaveten verdiği bilgiler arasında biz, ravinin tevsikine delalet edecek bir tek lafız göremedik. Eğer gören varsa bize de göstersin!
Aktarılan bütün bu bilgiler, ravinin “halinin” değil, “aynının” cehaletini giderir. Dediğimiz gibi, Hoşafçı, ya ikisinin arasını ayırd edememekte ya da okuyucunun gözünü doldurup kandırmaya çalışmaktadır.
  • İbn-i Hacer’in raviyi tanıtıcı mahiyette verdiği bilgiler, onun sadece aynını tanıttığı için, Elbani’nin yorumunu -hem de şüphesiz!- anlamsız kılmakta falan değildir. Elbani başka bir cehaletten bahsetmekte, Hoşafçı başka bir cehaleti gidermektedir.
  • Elbani’nin, İbn-i Hacer’in verdiği “biyografik bilgiyi” görmemiş olması gibi bir ihtimal ve görmezden gelmesi gibi bir ihtiyaç yoktur.
Neticede bunlar sadece “biyografik bilgilerdir” ve ravinin “aynını” tanıtmaktadır.
Elbani’nin aradığı ve bulamadığı, bundan dolayı raviye mechul dediği bilgiler ise ravinin “halini” tanıtan “cerh ve ta’dil bilgileridir.
İbn-i Hacer, bu eserleri, hiç şüphesiz, sadece birinci tür bilgileri vermek için değil, esas itibarıyla ikinci tür bilgileri vermek için telif etmiştir.
Buna rağmen kaynaklara olan vukufiyetiyle beraber, hakkında bir tevsik bilmiyor olmalı ki, buna delalet edecek tek bir nakil yapmamakta, tek bir lafız kullanmamaktadır.

  • Bu detaylı bilgilerde” tevsike delalet edebilecek tek bir lafız ve nakil bulunmadığı için -Munziri ve Heysemi “onu tanımıyorum” demeselerdi bile- ravinin adalet ve zapt açısından “hali” ortaya çıkmış olmazdı.
Kaldı ki bir de ortada “ne kıymet ifade ettiği” malum bu sözleri bulunmaktadır.
s. 42-123-178 ve devamlarında diyor ki: “Hz. Ömer gibi, rivayet konusunda tesebbüt ve ihtiyat sahibi bir zatın, resmî veya özel malî işlerde onu istihdam etmesi, ravi Malik ed-Dar’ın zapt ve

adaletinin bir göstergesi sayılmalıdır.”

Aktarılan biyografik bilgilerin sahih olduğunu farzedip diyelim ki Ömer
radıyallahu anh’ın bu fiili, onun güvenilir bir kimse olduğuna delalet etsin.
Peki cerh ve ta’dil kitaplarının güvenilir, dindar, salih, abid, zahid, hatta âlim olduğu ittifak konusu olan birçok kişinin zaptlarındaki problemler dolayısıyla cerhedilip zayıf sayıldığıyla dolu olduğundan Hoşafçı’nın haberi yok mudur?
Diyelim Ömer radıyallahu anh’ın bu fiili, onun güvenilir bir kimse olduğuna delalet etti. Beytu’l-Mal’deki koyunların, develerin ve hurmaların hesabını tutabiliyor olması da rivayetteki zabtına mı delalet edecek?! La havle vela kuvvete illa billah!!
Ayrıca İbn-i Hacer de Ömer radıyallahu anh’ın bu fiilini adalet ve zaptın bir göstergesi olarak saymamış olacak ki bu sözleri kendi aktardığı halde ne başında ne ortasında ne de sonunda onun tevsikine delalet edecek bir hüküm veya lafız zikretmektedir.
Yani, Malik ed-Dar’ın tevsikiyle ilgili hâlâ bir şey bilmiyoruz.
s. 42-123-178’de diyor ki: “Ebu Ya’la el-Halili el-Kazvini’de Malik ed-Dar’ın sika oluşunda ittifak edilen kadim bir tabii olduğunu ve tabiinin ondan övgüyle bahsettiklerini ifade etmektedir.”

  • Hoşafçı, Ebu Ya’la el-Halili el-Kazvini’nin kim olduğunu ve bu sözü nerede söylediğini gerçekten biliyor mu bilmiyoruz ama, bu sözü aktardığı yer, onun nerede geçtiğini zikretmemiş olacak ki o da kitabında üç defa aynı kelimelerle tekrar ederek aktardığı halde, nerede geçtiğini zikretmemektedir.
İçinde, bahse konu olan ravinin, “sika oluşunda ittifak edilen” birisi olduğuna dair bir lafız bulunan bu söz, Hoşafçı’nın en sağlam malzemesi olması gerekirken, aktardığı kaynağa pek güvenememiş olacak ki, delil olmayacak şeylerle bir kaşık suda fırtına koparmaya çalışırken, en sağlam delilmiş gibi görünen bu nakille alakalı zikrettiği üç yerde de susmayı tercih etmektedir.
  • Halili, iddia edilen bu sözü, İrşad’da söylemektedir. Onun sözü Hoşafçı’nın ilavesinden arınmış haliyle tam olarak şöyledir:
“Eski bir tabiîdir. Üzerinde ittifak edilmiştir. Tabiîler ona sena etmiştir.
Çok rivayeti olan birisi değildir.”288
Yani Halili’nin ibaresinde “sika oluşunda ittifak edilen” diye bir ifade bulunmamaktadır. Hoşafçı’nın aktardığı “sika” lafzı, asla geçmemektedir.
Dolayısıyla ihtimaldir ki, üç defa zikretmiş olmasına rağmen bir kaynak vermeyen ve hakkında bir tek kelime etmeyen Hoşafçı, foyasının ortaya çıkacağından endişe etmektedir.
288 Ebu Ya’la el-Halili, el-İrşad fi ma’rifet-i ulemai’l-hadis, 1/313

  • Tabiîlerin ona sena ettiğini ifade eden Halili, sena edenlerin kimler olduğunu ve ne şekilde sena ettiklerini beyan etmemektedir. Bir kimsenin dindarlığına, takvasına, zühdüne, hatta ilmine övgüde bulunmak, onu hadis rivayetinde tevsik etmek anlamına gelmemektedir. Aksine, belirttiğimiz gibi dindarlıkları ve diğer ilimlerdeki üstünlükleri ittifak konusu olan nice zat, hadis rivayetinde zayıf kabul edilmişlerdir. Cerh ve ta’dil kitapları bunun örnekleriyle doludur. Örneğin İbn-i Adiyy’in Kamil’ine bakacak olanlar, ilmine ve fıkhına nice övgüler zikredilen Abdurrahman İbn-i Ebi Leyla’nın, zaptı ve kötü hafızası yüzünden tenkidçi imamların hangi sözlerine maruz kalarak zayıf addedildiğini göreceklerdir.289
  • Maruf bir cerh ve ta’dil lafzı olmayan “üzerinde ittifak edilmiştir” ibaresini öncekilerden ve sonrakilerden, Halili’den başka kullanan bilinmemektedir.
Halili bu ibareyle ne kasdediyor olduğunu açıklamadığı için bunu anlamanın yegane yolu, kitabındaki bu ve benzer ibareleri hangi münasebetlerde kullandığını tetebbu etmektir.
Üzerinde ittifak edilmiştir/Müttefekun aleyh” lafzı mutlak olarak kullanıldığında akla ilk gelen şey, Buhari ve Müslim’in ittifak ettiği rivayetler olsa da burada ve diğer birçok yerdeki kullanımından Halili’nin bunu kas- detmediği hemen göze çarpmaktadır.
Halili, sika oluşu üzerinde ittifak edildiğini kasdettiği yerlerde açıkça “sikadır ve üzerinde ittifak edilmiştir,”290 “üzerinde ittifak edilmiş bir sikadır” 291 ya da “rivayetinde sikadır, üzerinde ittifak edilmiştir” 292 demektedir. İbn-i Hacer, bunu “yani adaletine” sözüyle açıklamakta, bundan kasdedilen şeyin Buhari ve Müslim’in tahric etmesi olarak anlaşılmayacağını ifade etmektedir.293
Öyleyse sika oluşu üzerinde ittifak edildiğini kasdettiği yerlerde, zikrettiğimiz lafızlarla bunu açıkça ifade eden Halili, sadece “üzerinde ittifak edilmiştir” sözüyle aynı şeyi kasdetmiyor olmalıdır.
Halili, hakkında sika olduğunu söylemekle yetinmek istemediği büyük imamlarla alakalı “sikadır, imamdır, âlimdir, üzerinde ittifak edilmiştir;” 294 “üzerinde ittifak edilmiş bir imamdır;” 295 “âlimdir, üzerinde ittifak edilmiştir;” 296 “ilimde imamdır, üzerinde ittifak edilmiştir”297veya “imamdır, üzerinde ittifak edilmiştir”298demektedir. “Tezkiye edilmiş bir sikadır, üzerinde ittifak edilmiştir;” 299 “üzerinde ittifak edilmiş bir adalet sahibidir”300ya da “sikadır, ancak çok hatası vardır, üzerinde ittifak edilmemiştir”301ifadelerini de biraz daha hafif bir ta’dil lafzı olarak kullanmaktadır.

289İbn-i Adiyy, Kamil fi duafai’r-Rical, 6/187
290 Halili, İrşad, no: 290-295-298-312
291 a.g.e., no: 891
292 a.g.e., no: 163
293İbn-i Hacer, Tehzib, 2/294
294 Halili, İrşad, no: 368
295 a.g.e., no: 444
296 a.g.e., no: 16
297 a.g.e., no:32
298 a.g.e., no: 106
299 a.g.e., no: 564
300 a.g.e., no: 135
301 a.g.e., no: 701

Halili, ilginç bir şekilde, zayıf olan raviler hakkında “eski bir şeyhtir, üzerine ittifak edilmedi” 302 veya “kavi değildir ve üzerine ittifak edilmiş birisi değildir”303 demekte, hakkında kuvvetli cerh olan, zayıflığı şiddetli raviler hakkında ise “onu zayıfladılar ve üzerinde ittifak etmediler” 304 veya “üzerinde ittifak edilmiş birisi değildir” 305 demektedir.Yani “üzerinde ittifak edilmiş birisi değildir” sözüyle şiddetli zayıflığı ifade eden Halili’nin, “üzerinde ittifak edilmiş birisidir” sözüyle tevsik kasdediyor olması çok uzak bir ihtimaldir.
Yani “üzerinde ittifak edilmiş birisidir” ibaresi, “sikalığı üzerinde ittifak edilmiş birisidir” anlamına geliyor dersek, “üzerinde ittifak edilmiş birisi değildir” ibaresine de “sikalığı üzerine ittifak edilmemiştir” veya “zayıflığı üzerinde ittifak edilmiş birisi değildir” anlamına mı geliyor diyeceğiz?
Hem de bununla şiddetli zayıflığı ve münkerliği kasdettiği bir yerde!306 Doğrusu bu pek mümkün görünmemektedir.

  • Halili’nin celaleti bir kenara, Zehebi onun, “hafızasına güvendiği ve kaynaklara dönmediği için” 307 “bu kitabında pek çok evham yaptığını” 308 ve “yanlışları olduğunu,” 309 hatta “hocası olan Hakim’in bile ölüm tarihinde şaşırdığını”310ifade etmektedir.
Halili’nin Malik ed-Dar hakkında önünde ve arkasında bir cerh ve ta’dil lafzı zikretmeden “üzerinde ittifak edilen birisidir” demesi, kitabında yok denecek kadar az, (bir veya iki defa) ender bir kullanım şeklidir.
Bu, söz konusu lafzın nüssahlar tarafından yanlışlıkla yazılmış olma ihtimaliyle beraber, Halili’nin bahsedilen evham ve yanlışlıklarından biri olabileceği fikrini gündeme getirmektedir.
Aklımıza gelen ikinci bir ihtimal ise “âlimdir, üzerinde ittifak edilmiştir” ve “imamdır, üzerinde ittifak edilmiştir” örneklerinden, yani “âlim olduğu üzerinde ittifak edilmiştir” ve “imam olduğu üzerinde ittifak edilmiştir” anlamları çıkarabileceği gibi “eski bir tabiîdir ve üzerinde ittifak edilmiştir” sözünden de “tabiî oluşu üzerinde ittifak edilmiştir” anlamı çıkarılabilir.
Bu bilgiler ışığında üçüncü bir ihtimal olduğu da gözükmemektedir.
Ayrıca İbn-i Hacer de Halili’nin İrşad’ına muttali olduğu, Tehzib’de ondan çok kereler nakiller yaptığı, dolayısıyla Malik ed-Dar hakkındaki bu sözden haberdar olduğu halde, bunu Malik ed-Dar’ın tevsik edilmesine yeterli olarak görmemiş olacak ki aktardığı onca biyografik bilgi arasında bunları zikretme gereği bile duymamıştır.

  • Denilebir ki, İbn-i Hibban’ın, mechulleri tevsik etmedeki metodu -bahsi geçtiği üzere- malumdur.
302 a.g.e., no: 131
303 a.g.e., no: 163
304 a.g.e., no: 174
305 a.g.e., no: 228, 82, 172
306 a.g.e., no: 19 ve s. 228
307 Zehebi, Siyer, 17/166
308 Zehebi, Tezkiratu’l-Huffaz, 3/1124
309 Zehebi, Siyer, 17/166
310 Zehebi, Siyer, 17/166

İbn-i Hacer, bu metodun İbn-i Hibban’ın hocası olan İbn-i Huzeyme’nin mezhebi olduğunu söyleyerek311bu metodu ondan aldığına işaret etmektedir.
Aynı metod, hocası İbn-i Hibban’dan Hakim’e de sirayet etmiş, hatta Iraki’nin söylediği gibi bu tesahül, Hakim’de hocası İbn-i Hibban’dan daha aşırı bir hale gelmiştir.312
Hatırlanacağı üzere Halili de, tesahülü İbn-i Hibban’dan daha aşırı sayılan Hakim’in öğrencisidir.
Dolayısıyla İbn-i Huzeyme’den, öğrencisi İbn-i Hibban’a, ondan da öğrencisi Hakim’e şiddetlenerek intikal eden bu mezhebin, yani mechulleri tevsik etme metodunun, ondan da öğrencisi Halili’ye intikal etmiş olması pek de uzak bir ihtimal değildir.

Yani Hoşafçı’nın, cebinden “sika” ilavesi yaparak aktardığı Halili’nin sözü, gerçekten Hoşafçı’nın aktardığı gibi bile olmuş olsa -ki öyle değildir- dâhili ve harici karineler ışığı altında bu tevsike de itibar edilmezdi.
Yolun sonunda Malik ed-Dar’ın adalet ve zabtla maruf bir ravi olduğunu, mechul olmadığını tesbit ettikleri için sevinen Hoşafçı’nın hevesi kursağında kalmıştır.
Zira Malik ed-Dar’ın “hali” ile alakalı hâlâ bir şey bilmiyoruz.
Beşincisi: s. 182’de diyor ki: “Bazıları İbn-i Hacer’in hadisi sahih kabul ettiğini inkâr etmişlerdir. Bu ölçüsüzlüğü İbn-i Hacer’in Fethu’l-Bari’deki sözlerine rağmen yapmaları anlaşılır gibi değildir. İbn-i Hacer’in bu rivayeti İbn-i Ebi Şeybe sahih bir senetle yapmıştır sözlerini, sonrasında da aktardığı bu kıssayı acelecilikten mi görmediler acaba?”
Devamında “(İbn-i Hacer’in) bu rivayetin senedi sahihtir sözü
Devamında “İbn-i Hacer’in isnad sahihtir sözleri
s. 175’de “İbn-i Hacer, İbn-i Ebi Şeybe’nin rivayet ettiği bu hadisin isnadının sahih olduğunu zikretmektedir.”
s. 179’da “Rivayetin, İbn-i Hacer’in tesbitine göre sahih bir isnadla sübutu
s. 182’de “Hayır, İbn-i Hacer bu rivayeti sahih görmemiştir diyenlerin yüzüne bu gerçeği haykırmaktadır.
Hoşafçı, Elbani’nin, Fethu’l-Bari’deki bu sözleri aktardığını, hatta rivayeti İbn-i Hacer’in siyakıyla serdettiğini313gördüğü halde, söyleyecek ciddi bir sözü olmadığı için “acelecilikten mi görmediler acaba”” diyerek ucuz polemik yapmaya çalışmaktadır.
Hoşafçı, senedin sıhhatiyle hadisin sıhhati arasındaki farkı bilmediği için, İbn-i Hacer’in senedle ilgili sözlerini, hadise verilmiş bir hükümmüş gibi anlamakta, okuyucuya da böyle aktarmaktadır.
Üstelik İbn-i Hacer’in senedle ilgili ibaresini altı ayrı sigayla zikretmesine rağmen bir tanesinde bile İbn-i Hacer’in kendi sözleriyle aktarmaya muvaffak olamamıştır.

311 İbn-i Hacer, Lisanu’l-Mizan, 1209
312 Suyûtî, Tedribu’r-Ravi, 1/107
313 Elbani, Tevessül, 118

Biz onun, bunu acelecilikten değil, ama okuyucuyu kendi kasıtlı anlayışına ikna etmek için yaptığını iyi biliyoruz!
Bunu da yapmak için -zayıf da olsa- bir delili vardır herhalde diye düşünüyoruz.
İbn-i Hacer’in ibaresi tam olarak -en başta da aktardığımız gibi- şöyledir: “İbn-i Ebi Şeybe, Ebu Salih es-Semman’ın rivayetinden, Malik ed- Dar’dan sahih bir isnad ile rivayet etti.”314
Biz İbn-i Hacer’in böyle bir ifade tarzını neden tercih ettiğini en başta zaten anlatmıştık.
Onun “hadisi sahih kabul ettiği,” Hoşafçı dışında ıstılahtan az çok
anlayan hasmımız içinde, uzak da olsa bir ihtimal değildir diye düşünüyoruz.
Eğer İbn-i Hacer’in bu ibaresi, Hoşafçı’nın okuyucuya empoze etmeye çalıştığı gibi, ya “Bu rivayeti İbn-i Ebi Şeybe sahih bir senetle yapmıştır.” ya “Bu rivayetin senedi sahihtir.” ya “İsnadı sahihtir.” ya da “Sahih bir isnadla sabit olmuştur.” anlamlarına geliyorsa, siz de bize neden bu ifade şekillerinden birini değil de bizim aktardığımız ibareyi tercih ettiğini anlatın!
Aynı İbn-i Hacer’in “Said, Ma’mer ve diğerlerinin Katade’den aktardığı, Katade’nin ‘bize anlatıldı’ ve diğer bir lafızda ‘bize ulaştı’ dediği” -anlatan ve ulaştıranın kim olduğunu söylemediği-bir hadisi zikrettikten sonra, “Senedi sahihtir.” 315 demesi de, Katade’nin şeyhinin cehaletiyle beraber, senedin tamamına verilmiş bir hüküm müdür? Yoksa Katade’ye kadar olan kısmına mı?
s. 183’de diyor ki: “Hadis ilminden nasibi olmayanlar inkâr etseler de İbn-i Hacer’in isnad sahihtir sözleri, aynı zamanda metin sahihtir anlamına gelmektedir.”

314 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 2/495
315 İbn-i Allan, Futuhatu’r-Rabbaniyye, 4/37

Eskiler, “Ya ilimle konuş, ya hilmle sus.” demişler.
Biz az önce “Hoşafçı, hadisin sıhhatiyle senedin sıhhati arasındaki farkı bilmediği için” derken meğer ona hüsnü zan ediyormuşuz.
Zira “bilmemek” basittir, öğrenmeyle giderilir.
Ancak “bilmediğini bilmemek ya da bildiğini zannetmek” mürekkebdir, giderilmesi pek kolay olmaz.
Hoşafçı, bu sözleriyle bu konudaki çap ve müstevasını, dost düşman herkesin ortasında -kendi tabiriyle- haykırmaktadır.
Değil sadece İbn-i Hacer’in, ilim ehlinden herhangi birinin “isnad sahihtir” sözlerinin, aynı zamanda “metin de sahihtir” anlamına geldiğini, Hoşafçı kimden almış, hele bir anlatsın bize!!
İmam addettiği Kevseri bile, bırakın İbn-i Hacer’i, Buhari ve Müslim’in bile isnadına ittifakla sahih diye hükmettiği hadislerin, şuzuz ve illet ile metninin kabul edilmeyeceğini söylediği halde,316 Hoşafçı bu mezhebi hangi imamından almış doğrusu çok merak ettik.

316 Kevseri, Nuket, 90 (Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, 213) (Kevseri şuzuz ve illetten muhaddislerin kasdettiği doğru manayı değil, birincisini Ahmed Ğumari’nin de işaret ettiği gibi fıkıhta Hanefi mezhebine, itikadda ise Cehmiyye’ye muhalefet etmeyi kasdetmektedir.”

Sahih hadisi tarif eden İbn-i Hacer, “Ravinin adaletini, zaptını, senedin ittisalini ve şuzuz ve illetten uzak olmayı...” belirtirken, Hoşafçı’ya göre bütün bu şartlar isnadla mı alakalıdır? Şuzuz ve illet, metne de taalluk etmez mi?
Yoksa İbn-i Hacer, bu tanımı yaptıktan sonra başka bir yerde kendini bundan muaf tutarak, kendisi için senedin sahih olmasının, şuzuz ve illete bakmaksızın, metnin de sahih olacağı anlamına geleceğini mi belirtmiştir?
Hadis ilminden, gerçekte kimin nasibi olmadığı, bu fenle alakalı çok değil, az bir genel kültür sahibi herkes için apaçık ortadadır.
Aynı sayfada ve devamında diyor ki: “Üstelik bunlar, daha bu ilmin mübtedilerinin bile yapmaması gereken bir hata yapmaktadırlar. Nerede kaldı ki hadislerin sahih veya zayıf olduğunu tesbit edebilecek birinden böyle bir hata beklensin. Şöyle demektedirler: “Hadis’in senedinde A’meş’in Ebu Salih es-Simân’dan (böyle) rivayet vardır. A’meş’in müdelles rivayetler yaptığı ittifakla sabittir. Müdelles rivayet yapan kişi sika ve güvenilir de olsa ri- vayeti makbul değildir. Rivayetin makbul olabilmesi için açıkça kimden işittiğini söylemesi lazımdır.”
Bu kaideyi aktaranlar maalesef bir hata yapmıştır… Hafız Zehebi (ö. 748-1374) “Mizan’ul-İhtidal” (
böyle) adlı eserinde bunu şu şekilde izah etmiştir: “…Eğer “ondan bana geldi” ifadesi onun çokça rivayet yaptığı İbrahim, İbn Ebi Vail (böyle), Ebu Salih es- Simân (böyle) gibi hocalarından biriyse, burada tedlis olmadığına ve rivayetin muttasıl olduğuna hükmedilir.”

  • Hoşafçı’nın “bu ilmin mübtedilerinin bile yapmaması gereken bir hata” olarak vasfettiği ta’lili, “bu ilmin müntehileri bile” yapmakla beraber, Elbani, Tevessül’de böyle bir illetten zaten bahsetmemektedir.
  • Bu ilmin mübtedilerinin bile yapmaması gereken bir hata yapmaktadırlar.” diyerek hava atmaya çalışan Hoşafçı, -Allah’ın hikmeti ya!-iki satır sonra “bu ilmin mübtedilerinin bile yapmayacağı bir hata” yapmakta, Ebu Salih es-Semman’ın lakabını yanlış okuyarak “es-Simân” diye zabtetmektedir. Bir harf değişik, bir harf eksik, bir harfte şapkalanmış olarak arka sayfada da aynen tekrar edilen bu zaptın, matbaa hatası olma ihtimali görünmemektedir.
Ebu Salih’in ismi Zekvan, lakabı da es-Semman’dır. ez-Zeyyat da denir.
Yağ ticaretiyle uğraştığı için bu lakablarla anılmaktadır.

  • Birkaç satır sonra, Zehebi’nin kitabının ismini “Mizan’ul-İhtidal” diye zapteden Hoşafçı, “bu ilmin mübtedilerinin bile yapmayacağı bir hata” daha yapmaktadır. Kitabın ismi (h) ile “Mizan’ul-İhtidal” değil (ayn) ile “Mizanu’l-İ’tidal”dir.
  • Birkaç satır sonra A’meş’in çokça rivayet yaptığı şeyhler arasında İbn Ebi Vail’in zikri geçerken bu açık tahkik veya baskı hatasını farkedemeyen Hoşafçı, yine hata yapmaktadır. Zira A’meş’in çokça rivayet yaptığı şeyh “Şakik b. Seleme Ebu Vail”dir; İbn Ebi Vail değil.
  • Bu ilmin müntehilerinin birçoğundan, A’meş’in Ebu Salih dahil adı geçen şeyhlerden an'aneyle yaptığı rivayetlerin açıkça veya ima ile ta’lil edildiği de çokça variddir.
Kerabisi, A’meş hakkında diyor ki: “Zeyd b. Vehb’den çokça tedlis yapmıştır. Ebu’d-Duha’dan, İbrahim b. Yezid’den, Ebu Salih’ten, Mücahid’den ve Şakik’ten, bunların hepsinden tedlis yapmıştır.”317
İbrahim b. Yezid, en-Nehai’dir. Ebu Salih, es-Semman’dır. Şakik ise Ebu Vail’dir.

317 Aladdin Muğlatay, İkmalu Tehzibi’l-Kemal, 6/92

A’meş’in Ebu Salih es-Semman’dan an'aneyle rivayet ettiği bir hadis hakkında Süfyan es-Sevri, “A’meş, bu hadisi Ebu Salih’ten duymamıştır.”318 derken İmam Ahmed şöyle demektedir: “Bu hadisin aslı yoktur. A’meş’ten rivayet edenlerden hiç kimse, onun ‘Ebu Salih bize anlattı.’ dediğini söylememiştir. A’meş, zayıflardan hadis aktaran birisidir.”319
Hadisi, Ameş’in Ebu Salih’ten kesinlikle duymadığını ifade eden Ali İbnu’l-Medini buna delil olarak başka bir tarikte gelen “Ebu Salih’ten bana bildirildi.” ifadesini göstermektedir.320
Aynı şekilde Beyhaki de şöyle söylemektedir: “Bu hadisi A’meş, kesinlikle Ebu Salih’ten duymamıştır. Bir adamın Ebu Salih’ten aktardığını duymuştur.”321
A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yaptığı bir rivayetle alakalı olarak Hakim şöyle demektedir: “A’meş, bu hadisi Ebu Salih’ten duymamıştır. Oysa ashabının çoğu ondan bu şekilde munkatı olarak aktarmaktadır.” Aynı hadisin A’meş’in Süheyl b. Ebi Salih’ten, onun da babasından, yani Ebu Salih’ten rivayet edilen başka bir tarikini aktardıktan sonra “Bunun benzerleri ve örnekleri hadiste çoktur.” demektedir.322
A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yaptığı başka bir rivayetle alakalı olarak Tirmizi şöyle der: “A’meş burada tedlis yaptı denmiştir. Zira bazıları ondan ‘Ebu Salih’ten bana aktarıldı.’ diyerek rivayet ettiğini nakletmiştir.”
A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yaptığı başka bir rivayetle alakalı olarak Bezzar şöyle demektedir: “Bu hadisin sözleri münkerdir. Herhalde A’meş bunu sika olmayan birisinden alıp tedlis yaptı. Böylece senedin zahiri sahih gibi göründü. Benim indimde hadisin aslı yoktur.”323
A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yapmış olduğu başka bir rivayet hakkında İbn-i Hacer, “A’meş’in an'anesi olmasaydı (yani tedlis ihtimali) sened, Buhari’nin şartına göre olurdu.” demektedir.324
A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yaptığı başka bir rivayetle alakalı “A’meş, tedlis ehli birisidir. Bunu sika olmayan kimselerden almış olabilir.” diyen Ebu’l-Fadl el-Herevi, bu sözünü, A’meş’in bazı ashabından, onların da Ebu Salih’ten aktardığı başka bir tarikle isbat etmektedir.325
Bunu aktaran İbn-i Receb, “Ebu Salih’ten bize aktarıldı.” ifadesi geçen başka bir tarik dolayısıyla, Ebu’l- Fadl el-Herevi ve Darakutni’nin itiraz ettiğini aktarıp şöyle demektedir: “Ameş’in, bu hadisi Ebu Salih’ten işitmediği ortaya çıkmıştır. Yani A’meş, hadisi kimden aktardığını söylememiştir.”326

318 İbn-i Ebi Hatim, Takdimetu’l-Ma’rife, 82
319 İbnu’l-Cevzi, İleti’l-Mütenahiye, 1/433 no: 633
320 a.g.e.Ayni yer
321 Beyhaki, Sünenu’l-Kubra, 1/430
322 Hakim, Ma’rifetu Ulumi’l-Hadis, 35
323 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 8/317 (İbn-i Hacer, bu illetin geçerli olmayacağını bir başka tarikteki tasrihle isbat etmektedir. Bunun “mübtedilerin bile yapmayacağı bir hata” olmasıyla değil!)
324 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 10/519
325 İbn-i Receb, Camiu’l-Ulum-i ve’l-Hikem, 336 no: 36
326 İbn-i Receb, Camiu’l-Ulum-i ve’l-Hikem, 336 no: 36

Buhari’nin şerhinde ise A’meş’in, Ebu Salih’ten işittiğini tasrih ettiği bir rivayetle alakalı olarak “Bununla (A’meş’in) (Ebu Salih’ten) tedlisinden emin olunmuştur.” demektedir.327 Yani tasrih yoksa emniyet de yoktur.
A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yaptığı başka bir rivayetle alakalı olarak Busiri, “İsnadın Ebu Hureyre’ye kadar olan kısmıyla ilgili konuşulmuştur. Zira Süleyman b. Mehran el-A’meş tedlis yapar.” demektedir.328
Bu nakillerden sonra;

  • “Bu ilmin müntehilerinden” zikri geçenler, A’meş’in Ebu Salih’den an'aneyle yaptığı rivayetlerde tedliste bulunduğunu ifade etmekte, birçoğu bunu örneklerle isbat etmektedir.
  • Dolayısıyla Zehebi’nin sözünü ettiği şekilde bunlarda tedlis olmadığına hükmetmek, muttarid bir kaide değildir.
  • Yani A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yaptığı rivayeti, tedlisle ta’lil etmek “Bu ilmin mübtedilerinin bile yapmaması gereken bir hata” değil, “bu ilmin müntehilerinin bile” çokça yaptığı bir iştir.
  • Ahmed b. Hanbel, Süfyan es-Sevri, Ali İbnu’l- Medini, Kerabisi, Tirmizi, Beyhaki, Darakutni, Ebu’l-Fadl el-Herevi, Hakim, Bezzar, İbn-i Receb, İbn-i Hacer ve Busiri gibi “bu ilmin müntehilerinin,” hatta imamlarının; açıkça veya işaretle ifade ettikleri bir ta’lile “bu ilmin mübtedilerinin bile yapmaması gereken bir hata” diyen, meşhur ravilerin ve meşhur kitabların isimlerini bile doğru zaptedemediği halde hava atmaya çalışan Hoşafçı, bilemiyoruz bu ilmin neresindedir?
s. 184’de diyor ki: “Elbani diyor ki “hadisin sahih olduğunu kabul etsek bile peygamberin zatı ile değil, duası ile tevessül olur. Hz. Abbas’ta olduğu gibi...” Bu sözle Elbani, vefat etmiş olan peygamberimizin, mezardan bizim için Allah’a dua edeceğini kabul etmiş olur.”
Hoşafçı, Elbani’nin sözlerini gerçekten okuyup anlıyor mu, yoksa onun namına okuduğunu söyleyip uyduran başka birisi mi var?
Elbani bunu nerede söylüyor?
Elbani’nin bununla alakalı söylediği söz şudur:
“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in zatıyla tevessül ile ondan dua taleb etmek arasındaki fark.
Dördüncü vecih: Bu eserde, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile tevessülle alakalı bir şey yoktur. Aksine bunda olan, Allah’ın ümmetine yağmur vermesi için, O'ndan dua etmesini istemektir. Bu ise önceki hadislerin içermediği, apayrı bir meseledir.
Selef-i salih âlimlerinden hiç kimse bunun caiz olduğunu söylememiştir. Yani vefatından sonra Nebi aleyhisselam’dan dua istemeyi kasdediyorum.”329







327 İbn-i Receb, Fethu’l-Bari, 3/465-466
328 Ahmed Şakir, Şerhu Müsned-i İmam Ahmed, 13/183 no: 7439 (Busiri’nin bu sözünü Mısbahu’z-
Zücace
’nin mevcut baskılarında bulamadık. Bununla beraber Ahmed Şakir gibi, Sindi de haşiyesinde bu sözü Zevaid’den nakletmektedir (1/72). İbn-i Mace’nin tahkikinde, Muhammed Fuad Abdulbaki (1/36) ve Sıdkı Cemil Attar (43)’da bu sözü Busiri’ye nisbet etmektedir. Ahmed Şakir bu illeti, işitmenin tasrih edilmesiyle cevaplamaktadır. Bu ta’lilin “mübtedilerin bile yapmaması gereken bir hata” olmasıyla değil!

329 Elbani, Tevessül, 121

Hoşafçı’nın iddia ettiği sözüyle değil de kitabından, kendi lafızlarıyla aktardığımız bu sözleriyle, sizce Elbani neyi kabul etmiş olur?
s. 186 ve devamında, “Benim ölümüm de sizin için hayırlıdır. Çünkü amelleriniz bana (kabrimde) arzedilir. Hayır görürsem Allah’a hamdederim, şer görürsem Allah’tan sizin için af dilerim.” ile “Yaptığınız işler mezardaki yakınlarınıza ve tanıdıklarına (böyle) gösterilir. İşleriniz iyi ise sevinirler, iyi değilse ya Rabbi, iyi işler yapmaları için kalplerine ilham eyle derler.” şeklindeki hadisleri aktarmakta “Bizi duyan şehitlerin bizim için Allah’a dua etmelerine engel olacak veya yasaklayan zayıf dahi olsa bir delil yoktur.” demektedir.
Yani onlar mezarda bizim için dua edebiliyorlarsa, onlardan bunu istemek de meşrudur demek istemektedir.
Ardından “bu delillere zayıf demeniz yeterli değildir” sözlerinden, zikrettiği hadislerin zayıf olduğunu,330Hoşafçı’nın da zaten bildiği sonucunu çıkarıp hadislerin senetleriyle alakalı konuşmayacağız.
Zayıf olan iki hadisten, Nebi aleyhisselam ile ölmüş olan yakınlarımızın, bize dua ediyor oldukları sonucu çıkarılmaktadır.
Zaten ölü olmayan şehitlerin de buna mani ve yasaklayıcı bir delil olmaması ile bize dua edebilecekleri ifade edilmektedir.
Nebi aleyhisselam’ın, Aişe radıyallahu anha’ya “Eğer sen öldüğünde ben hâlâ hayattaysam, senin için istiğfar eder ve sana dua ederim.”331şeklinde söylediği sahih sözünü ve bu sözün delaletini, daha önce açıklamıştık, ama diyelim ki Hoşafçı’nın varsayımları doğru.
Peki bizim, uzaklardan bile olsa seslenerek onlardan dua isteyebileceğimizin meşru olduğu nereden çıkmaktadır?
Yaşayan, karşımızda hazır olan ve istediğimiz şeye sahip olan bir kimseden bile her şeyi isteyebilmek, her halükarda caiz değilken, dua edebiliyorlar diye, ölü olmalarına, uzakta olmalarına rağmen onlara seslenip dua isteye- bileceğimizin caiz olduğu hangi delile dayanmaktadır?!
Zayıf da olsa yasaklayıcı bir delil olmadığına mı?!
Nebi aleyhisselam ve ölmüş olan salihlerden, dua edebiliyorlar diye bunu taleb etmek caiz ve meşru derken, ölmüş herhangi bir akrabamızdan da (örneğin köydeki mezarda yatan dedemizden) seslenerek bizim için dua etmesini isteyebilir miyiz?
Meleklerin bizim için dua ve istiğfar ettikleri, Kur’an ve sahih sünnette sabittir.332
Bizim için istiğfar ediyorlar diye “Ey arşı taşıyan melekler, günahlarım için Allah’tan affolunmamı dileyin.” diye seslenmek de meşru mudur?
330 Elbani, Silsiletu’l-Ehadisu’d-Daife, no: 957, no: 2963
331 Buhari, Sahih, 7217
332 Ğafir, 7; Şura, 6; Buhari, 1442; Müslim, 2336

Nebi aleyhisselam, “Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi ilim talebeleri için istiğfar ederler. Denizdeki balık bile...”333buyurmaktadır.
İstiğfar ediyorlar diye ilim talebelerinin deniz kenarına gidip “Ey balıklar, şu günahları işledim, benim için Allah’tan af dileyin;” “Ey kuşlar, benim için istiğfar edin” ya da “Ey köstebek, Allah’a dua et de bana mağfiret etsin.” demeleri de meşru mudur?
Ölmediğini 334 sizin de kabul ettiğiniz Meryem oğlu İsa aleyhisselam, körleri iyi ediyor, ölüleri diriltiyordu.335
Buradan hareketle, âmâ birisi, “Ey İsa, gözümü iyileştir.” diye seslenebilir mi?
Veya sevdiği bir yakını ölen bir kimse, “Ey İsa, ölümü dirilt.” diye nida edebilir mi?
Bunları yapıyordu diye, İsa aleyhisselam’dan bunları taleb etmek meşru mudur?
Yoksa yine “Bunları da yapmamızı yasaklayan, zayıf da olsa bir deliliniz yok.” mu diyeceksiniz?!

333 Ebu Davud, 3641; Tirmizi, 2682; İbn-i Mace, 223
334 Nisa, 157
335 Al-i İmran, 49; Maide, 110


HADİS


Adem aleyhisselam'ın Tevessülü
Adem aleyhisselam, hata işlediği zaman “Ya Rabbi, Muhammed hakkı için Senden af diliyorum.” dediği rivayet.336
Birincisi: Hadis, şiddetli bir şekilde zayıf, münker ve hatta ilim ehlinden bazılarının söylediği gibi bâtıldır ve uydurmadır. Allah’ın dininde böylesi bir rivayete itimad etmek, onu hüccet kabul edip üzerine ahkâm bina etmek asla caiz ve helal değildir.
Hadisin merfu bütün rivayetlerinin üzerine dayandığı yegâne isim,
Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’dir.
Bu kişi, ilim ehlinin ittifakıyla zayıftır. Onu Ali İbnu’l- Medini, Ebu Hatim er-Razi, Ebu Zür’a er-Razi, Ahmed b. Hanbel, Yahya İbn’u Main, Buhari, Nesai, Ebu Davud, Darakutni, İbn-i Huzeyme, Cevzecani, Saci ve İbn-i Sa’d zayıf görmüşlerdir.
Tahavi, onun hakkında “Hadisi, hadis ilmi ehlince, zayıflığın son noktasındadır” derken, İbn-i Cevzi de “Zayıf olduğuna icma ettiler.” demektedir.337
Hadisi rivayet eden Hakim, onu “kendilerinden rivayet alınmayacağını ve kendileriyle ihticac edilmeyeceğini” belirttiği zayıflar arasında zikretmekte,338“babasından uydurma hadisler rivayet ettiğini, bu ilmin ehlinden dikkat edenler için bunun sorumlusunun o olduğunun açık olduğunu” ifade etmektedir.339
Hadisi rivayet eden diğer bir isim olan Beyhaki de hadisi aktardıktan sonra “Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’in teferrüd ettiğini ve zayıf olduğunu” belirtmektedir.340
Onun zayıf olduğunu Zehebi, 341 İbn-i Hacer, 342 İbn-i Adilhadi 343 ve Zürkani 344 de söylemekte, Subki bile “Zayıflığı, iddia edilen hadde ulaşmaz.”345diyerek asıl itibarıyla zayıf olduğunu kabul etmektedir.
Bu hadis de zayıf olduğunda, hatta büyük çoğunluk tarafından şiddetli zayıf olduğunda ittifak edilen Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’in rivayetidir.

336 Hakim, Müstedrek, 2/615
337 İbn-i Hacer, Tehzib, 2/507-508
338 İbn-i Hacer, Lisan, 7/257
339 Hakim, Medhal İla’s-Sahih, 1/154
340 Beyhaki, Delailü’n-Nübüvve, 5/489
341 Hakim, Müstedrek, 2/615; Zehebi, Mizan, 2/449 no: 4372
342 İbn-i Hacer, Takrib, 578 no: 3890
343 İbn-i Abdi’l Hadi, Sarımu’l-Munki, 34
344 Zürkani, Şerhu’l-Mevahib, 1/63
345 Subki, Şifau’s-Sikam, 363

Tek başına bu, rivayetin zayıf sayılmasına yeteceği halde, bir de o, bu rivayette teferrüd etmiş/tek başına kalmıştır.

Zayıflığı ondan daha hafif olanların teferrüd ettiği rivayetler bile münker sayılmaktayken 346 “hadisi, hadis ilmi ehlince zayıflığın son noktasında” 347 olan ravinin bu rivayetinin münker oluşu şüphesiz, Zehebi 348 ve İbn-i Teymiyye’nin 349 cezmettiği, İbn-i Abdil Hadi’nin de teyid ettiği350gibi uydurma oluşu da çok kuvvetlidir.
Ayrıca isnadda, Abdullah b. Müslim el-Fihri adında şaibeli başka bir ravi daha vardır.
Zehebi, Hakim’e yaptığı takibde “Bilakis (hadis) uydurmadır. Abdurrahman (b. Zeyd b. Eslem) vâhî’dir. Abdullah b. Müslim el-Fihri ise, “Bilmiyorum, kimdir bu?” 351 diyerek, onun mechul olduğuna işaret etmektedir.
Mizan’da ise “Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’den, içinde “Ey Adem, eğer Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım” cümlesi geçen batıl bir haber nakletmektedir”352diyerek, bu hadise işaret etmektedir.
İbn-i Hacer, Zehebi’nin bu sözünü aktardıktan sonra “bunun (yani Abdullah b. Müslim el’Fihri’nin), kendisinden önce zikredilenle aynı kişi olmasını uzak görmüyorum”353demektedir.
İbn-i Hacer bununla, Abdullah b. Müslim el-Fihri’nin tercümesinden bir önceki tercüme olan, Abdullah b. Müsellem b. Ruşeyd’i kasdetmektedir.
Onun hakkında ise Zehebi şöyle demektedir: “İbn-i Hibban, onun hadis uydurmakla itham edilen birisi olduğunu, Leys, Malik ve İbn-i Lehia üzerine hadis uydurduğunu, onun hadisini yazmanın helal olmayacağını zikretmektedir.”354
Yani Zehebi’nin mechul olduğuna işaret ettiği Abdullah b. Müslim el- Fihri’nin, hadis uydurmakla ittiham edilen Abdullah b. Müsellem’le aslında aynı kişi olması, İbn-i Hacer’e göre uzak bir ihtimal değildir.
Beyhaki,355 Zehebi,356İbn-i Teymiyye,357 İbn-i Abdilhadi,358 İbn-i Kesir,359

346 Zehebi, Mizan, 3/151 (Hoşafçı’nın imam addettiği Kevseri, Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği Uraniler hadisini, sahabî olmasına rağmen, Enes b. Malik’in teferrüd ettiği gerekçesiyle reddetmektedir. Bk. Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri)
347 İbn-i Hacer, Tehzib, 2/408
348 Zehebi, Mizan, 2/449 no: 4372; Hakim, Müstedrek, 2/615
349 İbn-i Teymiyye, er-Raddu A’lal-Bekri, 6
350 İbn-i Abdil Hadi, Sarımu’l-Munki, 34-36
351 Hakim, Müstedrek, 2/615
352Zehebi, Mizan, 2/449 no: 4372
353 İbn-i Hacer, Lisan, 5/12 no: 4462
354 Zehebi, Mizan, 2/449 no: 4371
355 Beyhaki, Delailu’n-Nübüvve, 5/486
356 Zehebi, Mizan, 2/449 no: 4372; Hakim, Müstedrek, 2/615
357 İbn-i Teymiyye, er-Raddu ala’l-Bekri, 6
358 İbn-i Abdilhadi, Sarımu’l-Munki, 3637
359 İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 2/323

Heysemi,360 Suyûtî,361 Zürkani,362 Hafaci363 ve Aliyyü’l-Kari364 bu hadisin isna- dının zayıf olduğunda hem fikirdirler.
İkincisi: Şimdi de Hoşafçı’nın; yanlış, yalan, telbis ve iftiralarla dolu, “tahric ve değerlendirmelerine” bakalım.
s. 193’de diyor ki: “Bu hadis için Zehebi “Bana göre isnadı zayıftır, ravilerden Abdurrahman zayıftır. Abdullah b. Eslem el-Fiheri ise, bunun kim olduğunu bilmiyorum” haberin uydurma olduğunu söylemiştir.”
Zehebi, “bana göre isnadı zayıftır” demiş!
Oysa Zehebi’nin kullandığı iki ayrı ibare “uydurmadır”365ve “bâtıl bir haber” 366 şeklindedir. Hoşafçı, ya “zayıf” ile “uydurma” arasındaki farkı bilmemekte ya da okuyucuyu kandırmaya çalışmaktadır.
“Ravilerden Abdurrahman zayıftır.” demiş!!
Zehebi’nin onun hakkında kullandığı ibare “vahi” 367 dir. Bu tabirin mücerred zayıflığın altında bir mertebe olduğu, ehlince ve talebelerince malumdur.
Hoşafçı'nın“Abdullah b. Eslem el-Fiherî” dediği kişi ise Abdullah b. Müslim’dir. Eslem ise Hoşafçı’nın aklında galiba Abdurrahman’ın dedesinden kalmıştır. Abdullah b. Müslim’in nisbetini birkaç sayfa içinde dört kere “Fiherî,” üç kere “Fehrî,” bir kere de “Fihrî” olarak zapteden Hoşafçı’nın bu hali, aslında konuya ne kadar uzak olduğunun örneklerinden biridir.
Zehebi, “bunun kim olduğunu tanımıyorum” derken dikkatle tercüme edilmediği için pek anlaşılmasa da, aslında bu ifadeyle onun mechul olduğuna işaret etmektedir.
Zehebi’nin ibaresinin tam karşılığı “tanımıyorum, kimdir bu?!” şeklinde olur ki, malum siyer, tarih, mizan, tezkira ve daha nice muhteşem eserin müellifi Zehebi’nin “tanımıyorum” demesiyle -örneğin- Hoşafçı gibi birisinin “tanımıyorum” demesi arasında fark vardır.
Birincisi onun mechul olduğunu, ikincisi ise bunun cahil olduğunu ifade eder.
s. 194 ve 200’de diyor ki: “Zehebi’nin Şeyhu’l İslam dediği şeyhlerinden biri olan Subki… bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir.” ve “Bir muhaddis ve müctehid olan Subki’nin sahihtir demesi, ona Şeyh’ul İslam diyen talebesi Zehebi’nin uydurmadır demesinden daha mı zayıftır?”
Zehebi’nin Şeyhulislam dediği şeyhlerinden bir diğeri olan İbn-i Teymiyye de bu hadisin uydurma olduğunu söylemiştir.

360 Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 8/253 361 Suyûtî, Menahilu’s-Safa, 94 no: 381 362 Zurkani, Şerhu’l-Mevahib, 1/63
363 Hafaci, Şerhu’ş-Şifa, 2/242
364 Aliyyü’l-Kari, Şerhu’ş-Şifa, 1/76
365 Hakim, Müstedrek, 2/615
366 Zehebi, Mizan, 2/449 no: 4372
367 Hakim, Müstedrek, 2/615

Ayrıca “bir muhaddis ve müctehid olan” Subki, bu hadise sahihtir derken bunu içtihadıyla değil, kendi ifade ettiği gibi “Hakim’e itimad ederek,”368yani onu taklid ederek yapmıştır.
Hoşafçı, “Şeyh’ul İslam, Muhaddis ve Müctehid” gibi sıfatlarla göz boyamaya çalışırken, bunu neden söylemiyor?!

s. 194’de diyor ki: Taberani, Beyhaki, Ebu Nuaym, Kastallani sahih bir isnad ile…
Taberani’nin Evsat’taki isnadında, halini beyan ettiğimiz Abdurrahman b.
Zeyd b. Eslem’le beraber başka mechuller de vardır.
Heysemi, “İsnadda tanımadığım kimseler var.” 369 diyerek buna işaret etmektedir.
Hoşafçı, bunu 279 nolu dipnotta “el-Esvad, (böyle) (Heysemi, Mecmau’z-Zevaid’de (8/253) senedinde tanımadığım (mechul) bir ravi var, dedi.” şeklinde aktarmaktadır.
Yani Heysemi’nin “İsnadda tanımadığım kimseler” ifadesini, “senedinde tanımadığım bir ravi” olarak nakletmektedir.
Her halükarda, isnadı malum Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’le beraber mechullerle dolu olan Taberani’nin rivayeti, Hoşafçı’ya göre “sahih bir isnad ile…
Beyhaki’ye gelince, onun üzerine 280 numarasını koyup bizi aynı nolu dipnota ihale eden Hoşafçı, daha sonra Beyhaki’nin sözünü, okuyucunun görmesini istememiş olacak ki, aşağıya 280 nolu bir dipnot koymamış. Dipnotlarda 279’dan sonra 281 geliyor.
Beyhaki’nin de hadisi aktardıktan sonraki ifadesi şöyledir: “Abdurrahman
b. Zeyd b. Eslem teferrüd etmiştir ve o zayıftır.”370
Beyhaki’nin zayıf olduğuna açıkça işaret ettiği isnadı, Hoşafçı’ya göre, hem de bir sonraki sayfada kendisi de “Beyhaki, hadisin isnadını zayıf kabul etmiştir.” dediği halde “sahih bir isnad ile…

Kastallani ise müsnid bile değil, nakildir. Hadisi zikrettikten sonra arkasından Beyhaki’nin deminki sözünü aktarmıştır. Bunu şerheden Zürkani de, onun muradını doğru anlayarak şöyle demektedir “Abdurrahman teferrüd etmiştir, yani başkası ona mütabaat etmemiştir. Bu hadis, ravisinin zayıf olmasıyla beraber, bir de garibdir.”371
Yani ortada isnad da, sıhhat de olmadığı halde, Hoşafçı’ya göre “sahih bir isnad ile…
s. 194 ve devamında diyor ki: “Suyûtî hadisin bazı tariklerinin zayıf olduğunu söylediyse de hadisin aslının bazı şahit ve mütabilerle sahih li-gayrihi olduğu kanaatine varmıştır.”
Suyûtî’nin üzerine koyduğu 281 rakamıyla, aynı nolu dipnotta şöyle demektedir. “el-Hasais’ul Kubra, sahihtir dedi.

368 Subki, Şifau’s-Sikam, 363
369 Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 8/253
370 Beyhaki, Delailu’n-Nübüvve, 8/253
371 Zürkani, Şerhu’l-Mevahib, 1/63

Bu düpedüz bir yalan, Suyûtî’ye atılmış bir iftiradır.
Suyûtî, Hasais’in neresinde bu hadis için “sahihtir” ibaresi kullanmış, bize göstersinler.
281 nolu dipnottaki bu ibarenin yanına, yalan da olsa bir sayfa numarası verip gösteremedikleri gibi, bunu da asla gösteremezler.
Eğer Suyûtî’nin, mukaddimesinde söylediği “(Kitabı,) uydurulmuş ve reddedilecek haberlerden arındırdım.”372ifadesine yapışarak, kitabda zikrettiği bütün haberlere “sahihtir” dediği sonucuna çıkmaya yeltenirlerse bu gülünç olurç
Zira Suyûtî’nin kendisi, kitabda zikrettiği iki münker hadisin arkasından “Bunları aktarmayı içim hoş karşılamıyor, ama bu işte Hafız Ebu Nuaym’a uydum.”373demektedir.
Ayrıca Suyûtî, hadisin isnadının zayıf olduğunu, Şifa’nın tahricinde açıkça söylemektedir.374
Hoşafçı, Suyûtî’nin, “Hadisin şahid ve mütabilerle sahih li-ğayrihi olduğu kanaatine vardığını,” 282 nolu dipnotta, Mefahim talikine ihale etmiştir.
Suyûtî bu kanaatini, Alevi Maliki’nin Mefahim adlı kitabına yaptığı talikte(!) belirtmediğine göre, bu talikin sahibi her kim ise, bu bahsedilen kanaatin nerede geçtiğini söylememiş olacak ki, Hoşafçı da talikin sahibinin kanaatini, Suyûtî’nin iddia edilen kanaatine kaynak olarak aktarmakla yetinmiş!!
s. 195’de diyor ki: “Zürkani, Subki, Suyûtî ve Kevseri gibi birçok hadis hafızı ve muhaddisin şehadeti ile, Hakim’in haklı, Zehebi’nin ise haksız olduğu ortaya çıkıyor.”
Hoşafçı, Zürkani üzerine koyduğu 283 numarasıyla, aynı nolu dipnotta diyor ki: “Şerh’ul Mevahib, sahihtir dedi.
Bu da Hoşafçı’nın yalan ve iftiralarının bir diğeridir. Bu dipnotta da yalan da olsa bir sayfa numarası gösteremediği gibi, Zurkani’nin hadise nerede “sahihtir” dediğini gösteremez.
Aynı cümlede iki kere zikrettiği Zürkani’nin, Şerhu’l-Mevahib’de “Bu hadis, ravisinin zayıflığıyla beraber, bir de gariptir.”375sözüyle neye şehadet ettiğini az önce gösterdik.
Subki’nin de aslında müstakil bir şehadetinin olmadığını, “hadisi Hakim’e itimad ederek,”376yani onu taklid ederek sahihlediğini kendisinin söylediğini de ifade ettik.
Kastallani’nin ise konuyla alakalı direkt bir şehadeti olmadığı halde, Beyhaki’nin, isnadın zayıf olduğuna yönelik şehadetini aktardığını beyan ettik. Suyûtî’nin de isnadın zayıf olduğunu söyleyerek377 neye şehadet ettiğini ortaya koyduk.

372 Suyûtî, Hasaisu’l-Kubra, 1/8
373 a.g.e., 147
374 Suyûtî, Menahilu’s-Safa, 94 no: 381
375 Zürkani, Şerhu’l-Mevahib, 176
376 Subki, Şifau’s-Sikam, 363
377 Suyûtî, Menahilu’s-Safa, 94 no: 381

Yani Hoşafçı, ismi geçen bu kişilere, aksi yönde şehadetleri sabit olduğu halde, hadisin sahih olduğuna şahitlik ettiklerini söyleyerek açıkça iftira etmekte ve okuyucuyu kandırmaya çalışmaktadır.
Kevseri’ye gelince…
Mezhebine ve meşrebine uymadığı için, ümmetin kabulle telakki ettiği, Buhari ve Müslim’in ittifak ettiği hadisleri zayıflayıp,378hafızların uydurma olduğuna ittifak ettiği “Ebu Hanife, ümmetimin siracıdır.” mevzu hadisini takviye etmeye çalışan,379imamlara ve hadis hafızlarına pervasızca ta’n edip İmam Malik ve İmam Şafiî’nin nesebine dil uzatan, 380 İmam Ahmed’in fakih olmadığını ima eden, 381 İbn-i Ebi Şeybe’ye, 382 İbn-i Huzeyme’ye, 383 Osman b. Said ed-Darimi’ye 384 ağza alınmayacak sözlerle hakaret eden, ümmetin icmasına muhalefet edip sahabeyi cerh tadil konusu yapmaya kalkarak Enes b. Malik’in hafızasına söz söyleyen, 385 Abdullah İbn-i Abbas’ı takiyye yapmakla itham eden, 386 Hafız İbn-i Hacer’e zina iftirası, 387 Hatib el-Bağdadi’ye oğlancık töhmeti atmaya yeltenen388 ve daha nicelerine dil uzatıp ta’n eden Kevseri’nin ise, bizce ve imam ve âlimlerine gıyreti olan herkesce şahitliği zaten makbul değildir.
Hasılı, Hoşafçı’nın saydığı isimlerden, onun iddia ettiği şeye şahitlik edenler, sadece Subki ve Kevseri’dir.
Kevseri’nin hali zaten bellidir. Subki ise bu şehadeti kendiliğinden değil, “Hakim’e itimad ederek” yapmaktadır.
Yeri gelmişken Subki’nin itimad ettiği, Hakim’in düştüğü çelişkili durumdan bahsetmek faydalı olacaktır.
Bu isnad için sahihtir diyen Hakim’in, bunu vehmen veya hatayla yaptığı apaçık ortadadır. Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’in içinde bulunduğu isnada sahih hükmünü veren Hakim, onu Duafa’da zikretmekte ve kitabta ismini zikrettiği kimseler hakkında şöyle söylemektedir:
“İsimlerini size takdim ettiğim bu kimseler, benim açımdan cerhedildikleri ortaya çıkan kimselerdir. Cerh, ancak beyyine ile sabit olur. Benden isteyenlere, cerhedildiklerini açıklayacağım kimseler bunlardır. Ben, cerhin taklide istinaden olmasını helal görmüyorum. Bu ilmin talebesine tavsiyem, isimlerini saydığım bu kimselerin hiçbirisinden hadis yazmamalarıdır.

378 Ahmed Ğumari, Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri, 212
379 Ahmed Ğumari, a.g.e., 239; Muallimi, a.g.e., 1/448 380Ahmed Ğumari, a.g.e., 67-72; Muallimi, a.g.e., 1/381-391 381 Ahmed Ğumari, a.g.e., 79
382 Ahmed Ğumari, a.g.e., 311; Muallimi, a.g.e., 1/346-349
383 Muallimi, Tenkil, 1/460-461
384 Ahmed Ğumari, a.g.e., 311; Muallimi, a.g.e., 1/346-349 385 Ahmed Ğumari, a.g.e., 4;Muallimi, a.g.e., 1/346-3495 386 a.g.e., 48-49 a.g.e., 62
387 a.g.e., 48-49 a.g.e., 48-51
388 a.g.e., 48-49 a.g.e., 48-49

Zira onların hadislerini rivayet eden, Nebi aleyhisselam’ın “Kim yalan olduğunu gördüğü halde, bir hadis aktarırsa, o da yalancının diğeridir/iki yalancının birisidir.” sözüne dahil olur.”389
Yani Hakim’in, haklarında bu sözü söylediği ravilerden bir tanesi de bu kitapta ismini zikrettiği Abdurrahman b. Zeyd b Eslem’dir.
Hakim, onu, Medhal’de de zikretmekte ve hakkında şöyle söylemektedir: “Babasından uydurma hadisler rivayet etmiştir. Bu ilmin ehlinden, dikkat edenler için bunun sorumlusunun o olduğu gizli bir şey değildir.”390
Hakim bunun öncesinde şunları söylemektedir: “Allah’ın yardımı ve tevfikiyle cerhedildikleri konusunda imamlardan hiçbirini taklid etmeden, kendi içtihadıma göre cerhe müstehak oldukları ortaya çıkmış ve cerhedilmiş bir topluluğun isimlerini beyan ediyorum. Ve bunların hadislerinin rivayet edilmesinin, ancak halinin beyan edilmesinden sonra olabileceğini söylüyorum. Zira Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Kim yalan olduğunu gördüğü halde bir hadis aktarırsa, o da yalancının diğeridir/iki yalancının birisidir.”391
Bunları ifade ettikten sonra içinde Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’in olduğu isnada sahihtir diyen Hakim’in düştüğü apaçık tenakuz ortadadır.
Hatadan kim beri olmuş ki?!
Esas şaşılacak olan Hakim’in hata yapması değil, onun bu açık ifadelerini gördükten sonra Hoşafçı ve benzerlerinin “iki yalancıdan biri” olma gayretleridir.
Musibetin büyüğü hata etmek değil, hatayı göre göre kör taklide devam etmektir.
Peki, Hakim, böyle açık bir hataya nasıl düşmüştür?
Heva sahipleri değilse de ilim sahipleri bunu şöyle izah ediyorlar:
Hakim, Müstedrek’i yazmaya, ömrünün sonunda, 72 yaşını doldurduktan sonra başlamıştır.
İbn-i Hacer diyor ki: “Bazıları onun ömrünün sonlarında hafızasının değişikliğe uğrayıp kendisinde gafletin hasıl olduğunu zikretmektedir. Duafa kitabında zikredip kendilerinden rivayetin terkedilmesinin gerekli olduğunu söylediği, kendileriyle ihticac edilmesini menettiği bir sürü raviyi, sonra Müstedrek’inde tahric edip hadislerini sahih görmesi buna bir delildir.
Buna bir örnek verecek olursak (Hakim), Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’in hadisini (Müstedrek’te) tahric etmektedir. Oysa onu Duafa’da da zikretmekte ve hakkında şöyle demektedir: “Babasından uydurma hadisler rivayet etmiştir. Bu ilmin ehlinden dikkat edenler için bunun sorumlusunun o olduğu gizli bir şey değildir.”392
Sahavi diyor ki: “Denilmiştir ki, bunun sebebi (Müstedrek’i) ömrünün sonlarında tasnif etmiş olmasıdır. Kendisinde hafıza değişikliği ve gaflet hasıl olmuştur.

389 İbn-i Abdilhadi, Sarımu’l-Munki, 36
390 Hakim, Medhal, 1/154; İbn-i Hacer, Lisan, 7/257 391 Hakim, Medhal, 1/114; İbn-i Hacer, Lisan, 7/257 392 İbn-i Hacer, Lisan, 7/257

Veya kitabını temize çekip düzenleme fırsatı bulamamıştır.”393
Hakim’in ravi hakkındaki sözleri ve âlimlerin bu açıklamalarından sonra “Hakim, sahih demiştir.” diyerek bu rivayete tutunmaya çalışanların, halini beyan etmeden bu rivayeti aktaranların ve bu rivayet üzerine din bina etmeye kalkışanların hangi sıfata sahip olmaya gayret ettikleri, hatasına yapıştıkları Hakim’in, onları hangi sıfata layık gördüğü ortadadır.
s. 198’de diyor ki: “Uydurmacılık ayıbını ona hiçbir imam yakıştırmamış olmasına rağmen, Elbani bunu kendi eklemiştir.”
Elbani’nin eklediği bir şey yok da Hoşafçı, söyleyecek bir sözü olmadığı için, âdeti üzere ucuz polemik yapmaktadır.
Elbani, “O, uydurma ile ittiham edilmiş birisidir. Bu töhmeti ona atan da Hakim’in kendisidir.”394diyerek Hakim’in zikredilen ibaresine işaret etmekte, imamların onun hakkındaki sözlerini aktardıktan sonra da “Bu Ab- durrahman, yalancı değilse de cidden zayıftır.” 395 diyerek kanaatini belirtmektedir.
Hoşafçı (devamında) diyor ki: “Babasından uydurma haber verdi demek, hadis uyduran biridir demek değildir… Elbani ya bu farkı farketmedi ya da kasıtlı olarak gizledi. Birinci ihtimal kötü, ikincisi daha kötü.”
Hakim’in ibaresi “Babasından uydurma hadisler rivayet etmiştir.”den mi ibarettir, yoksa arkasından “Bu ilmin ehlinden dikkat edenlere, bunun sorumlusunun kendisi olduğu gizli kalmaz.” diyerek töhmetin Abdurrahman’a yönelik olduğunu mu ifade etmiştir?
Hoşafçı’nın “bu ilmin ehlinden olma” ihtimali zaten olmadığı için geriye şu ihtimaller kalıyor:
Hoşafçı, Hakim’in ifadesinin geri kalan kısmını ya görmedi, ya gördü de anlamadı, ya anladı da okuyucunun görmesini istemediği için makasladı, ya da hiç utanması olmadığından bütün bunlarla beraber hâlâ belki izi kalır diye Elbani’ye çamur atmaya çalışıyor.
Birincisi kötü. İkincisi daha kötü. Üçüncüsü çok kötü. Dördüncüsü ise “hâyâ etmiyorsan, dilediğini yap!”396
(Aynı sayfada) diyor ki: “Birçoklarının onda biraz zayıflık var şeklindeki sözlerini görmezden gelerek, cidden zayıftır diyen bir iki kişinin sözüne sarılmak ne derece doğrudur.”
Onda biraz zayıflık var.” diyen birçoklarının kimler olduğunu, Hoşafçı keşke zikretseydi de biz de görseydik.

393 Sahavi, Fethu’l-Muğis, 1/36
394Elbani, Tevessül, 105
395a.g.e., 108
396 Buhari, Sahih, 3483

Ondaki zayıflığın biraz olduğunu söylemeyen bir iki kişi de Ali İbnu’l- Medini, Ebu Hatim er-Razi, Ebu Zur’a, Yahya İbn-i Main, Ahmed b. Hanbel, Nesai, Malik b. Enes , Deraverdi, İbn-i Hibban, İbn-i Huzeyme, İbnu’l-Cevzi, İbn-i Sa’d, Saci, Tahavi, Ebu Nuaym, Hakim, Main, Medine ehlinin umumu397ile Zehebi398ve İbn-i Hacer.399
Üstelik Hakim gibi tevsikte mütesahil birisi bir raviyi cerhediyorsa ve bunu kendi ifade ettiği gibi birini taklid ederek değil, halinin ortaya çıktığını gördükten sonra yapıyorsa bu, o kimsenin cidden cerhe müstehak olduğunun açık delili sayılır.
(Aynı sayfada) diyor ki: “Zabıttaki az zayıflık, rivayeti hasen mertebesine düşürür, uydurma yapmaz.
Öncelikle Abdurrahman’daki zayıflık az değil, “hadis ilmi ehlince, zayıflığın son noktasında”dır.400
Sonra, bu “az” olduğu iddia edilen zayıflığın, bir de sadece zabıtta olduğu, olsa olsa Hoşafçı’nın kuruntusu sayılır.
Yoksa Hakim’in ona attığı töhmet, zabıtla alakalı bir şey midir?
Babasından uydurma rivayetler yaptığını, Hakim’le beraber, Ebu Nuaym da söylemektedir.401
Hatta İbn-i Hacer’in aktardığına göre “Adamın birisi, İmam Malik’e, senedi munkatı bir hadis söyleyince, Malik ona der ki: “Sen Abdurrahman
b. Zeyd’e git de sana babasından Nuh aleyhisselam’dan hadis aktarsın
!”402
Yoksa bu söz de “zabıttaki az bir zayıflığa mı delalet etmektedir?
s. 199’da diyor ki: “Ahmed b. Hanbel, onda bir yandan zayıflık görürken, öte yandan, Müsned’inde ondan hadis rivayet ediyor ve itiraz etmiyor.”
Ahmed b. Hanbel’in, Müsned’inde böyle bir şart mı var da Hoşafçı, okuyucuya telbis yapmaya çalışıyor?
Ahmed b. Hanbel, Müsned’indeki bütün zayıf ravilere itiraz etmiş mi ki, ona da itiraz etsin?
(Aynı sayfada) diyor ki: “Hakim’in, Buhari ve Müslim’in Abdurrahman’ı hüccet kabul etmediklerini söylemesi, onu zayıf kabul etmesi demek değildir.”
Peki, Hakim’in “cerhedildikleri ortaya çıkmış olanlar” dediği, onlardan hadis rivayet edenin “iki yalancıdan biri” olacağına işaret ettiği “zayıflar” arasında, Abdurrahman’ı da zikretmesi, sizce onu ne kabul etmesi demektir? Sika mı?
Babasından uydurma hadisler rivayet ediyor.” deyip bunun sorumlusunun o olduğunu söylemesi, Abdurrahman’ı ne olarak kabul etmesi demektir? Güvenilir olarak mı?
s. 200’de diyor ki: “Hakim’in şu isnad için sahihtir demesi, Abdurrahman’ı kendi içtihadınca güvenilir kabul etmesi demek değil midir?”


397 İbn-i Hacer, Tehzib, 2/507-508
398 Hakim, Müstedrek, 2/615
399 İbn-i Hacer, Takrib, 578 no: 3890; Telhisu’l-Habir, 1/55 “zayıf ve münkerdir.”
400İbn-i Hacer, Tehzib, 2/508 401 İbn-i Hacer, Tehzib, 2/508 402 İbn-i Hacer, Tehzib, 2/508

Hakim’in şu isnad için sahihtir diyerek açıkça hata yaptığını, kendi açık sözleriyle çelişkiye düştüğünü, bunun sebebinin de ilim ehlinin ifade ettiği gibi hafızasının değişmesinden, gaflete düşmesinden veya kitabını düzenleyip temize çekme fırsatı bulamamasından kaynaklandığını zaten açıklamıştık.
Peki, Hakim’in bu beyanlarından sonra hâlâ onun vehmine tutunmaya çalışanların yaptığı şey, yine Hakim’in ifadesiyle, “iki yalancıdan biri” olmaya çalışmak değil midir?

(Aynı sayfada) diyor ki: “Üstelik bu rivayetin şahitleri de vardır. Adem aleyhisselam’ın tevessülle alakalı bu rivayeti pekiştiren, ona mütabi ve şahit olacak başka rivayetler de vardır.”
Hoşafçı, neden okuyucuyu kandırmaya tevessül ediyor?
Bahsettiği şahit ve mütabileri zikretseydi de hem okuyucu hem de biz görseydik ya?!
Yoksa o “şahit ve mütabiler,” içinde aynı Abdurrahman’ın geçtiği diğer rivayetler mi?
Veya Ömer radıyallahu anh üzerine mevkuf diğer “cidden zayıf” rivayetler mi?
s. 197’de Kevseri’nin Abdurrahman’la alakalı sözlerini aktarmaktadır.
İlgilenenler, uydurma rivayetleri takviye etme uzmanı Kevseri’nin telbislerini dikkatle takip etsinler.
Kevseri diyormuş ki: “Abdurrahman’ı İmam Malik zayıf kabul etti ve diğer birtakım âlimler de ona tabi olup kabul ettiler.”

Kevseri, “diğer birtakım âlimler”le isimlerini saydığımız imamları kastetmekte ve hepsinin Abdurrahman’ı zayıf kabul etmede İmam Malik’i taklid ettiklerini iddia etmektedir.
Bunu o imamların hepsine delilsiz olarak nisbet etmenin başlı başına tahakküm olduğu bir tarafa, Abdurrahman hakkında en ağır sözleri söyleyen Hakim’in kendi ifadesinden, bu konuda kimseyi taklid etmediğini, bunu caiz bile görmediğini, cerhi ortaya çıktıktan sonra kendi içtihadıyla onu cerhedip zayıf kabul ettiğini iyi bilmekteyiz.
Diyormuş ki: “Ancak onu yalancılıkla ittiham etmediler.
Hâlbuki Hakim, bu töhmeti açıkça yapmaktadır. Hakim dışında Ebu Nuaym ve hatta onlardan önce İmam Malik de bu töhmeti atanlardandır.
Diyormuş ki: “Hakim, bu rivayeti, İmam Malik’in kabul ettiği rivayetlerden görünce böyle yaptı.”
Yani aslında Hakim de onu İmam Malik’e uyarak zayıf kabul edenlerden biriydi. İmam Malik’in bu rivayeti kabul ettiğini görünce, “demek ki biz ona boşuna uyuyormuşuz, bak kendisi bile onun rivayetini kabul ediyor” diyerek kabul etti ve sahihtir dedi.
Diyormuş ki: “İmam Malik bu haberi nasıl kabul etti dersiniz?
Şöyle açıklayabiliriz.”

İyi dinle ey okuyucu!


Muttefekun aleyh hadisleri reddetme ve uydurma hadisleri takviye etme sicilli Kevseri’nin, şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntem ve telbislerle kurmaya çalıştığı bağlantıları iyi takib et!
Ta ki, Hoşafçı’nın “İmam” addettiği Kevseri’nin ne olduğunu iyi göresin! Diyormuş ki: İbn-i Humeyd’in bildirdiğine göre Abbasi halifesi
Ebu Ca’fer hacca gittiği zaman, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem’in kabrini ziyarete vardığı zaman, orada bulunan İmam Malik’e “Ya Eba Abdillah, yönümü kıbleye dönüpte mi dua edeyim?” dedi. İmam Malik de Halife Ebu Mansur Cafer’e (
böyle) niçin yönünü ondan çevireceksin? Hâlbuki o senin de, baban Hazret-i Adem’in de Allah’a vesilesidir. Bilakis Rasûlullah yönüne dön, onun şefaatini iste. Çünkü Allah onun şefaatiyle seni affeder” dedikten sonra, Nisa, 64 ayetini okudu. Buradan şu anlaşılıyor ki, İmam Malik, Hakim’in rivayet ettiği Adem haberini kabul edip fıkhî bir meselede delil olarak ileri sürdükten sonra, Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’den, yanılma, zapt azlığı ve töhmeti ortadan kalkar. Çünkü onu zayıf kabul edenler sadece İmam Malik’e uyuyorlardı.(Kevseri’nin sözü bitti)
Yani İmam Malik, Adem kıssasıyla delil getirmiş. Bu kıssayı rivayet eden de Abdurrahman’dır. Abdurrahman’ı zayıf kabul edenler de sadece İmam Malik’e uydukları için böyle yapmışlar ya, meğerse Abdurrahman’ın rivayetini delil getiren Malik, onu zayıf kabul etmiyormuş. Dolayısıyla onca imam da onu taklid etmede yanılmışlar. Neticede, imamların Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem ile alakalı olan cerh edici bütün sözleri büyük bir yanlış anlamanın sonucudur.
Birinci olarak, zaten munkatı/senedi kopuk olan bu hikâyeyi, yalancılıkla itham edilen birisi aktarmaktadır. Ayrıca isnadı mechullerle doludur.
Hikâyeyi aktaran Muhammed b. Humeyd er-Razi hakkında Zehebi der ki: “Zayıftır. Zayıf olması da hafızasından dolayı değildir.” Yakub
b. Şeybe dedi ki: “Çokça münker rivayetler yapar.” Buhari dedi ki: “Fihi nazar.” Nesai dedi ki: “Sika değildir.” Ebu Zur’a dedi ki: “Yalan söyler.”403
Salih b. Muhammed el-Esedi der ki: “Allah’a karşı ondan daha cüretlisini, yalanda ondan daha marifetlisini görmedim.”404
İshak b. Mansur der ki: “Muhammed b. Humeyd’in kezzab/çok yalancı olduğuna şahitlik ederim.”405

403 Zehebi, Muğni, 2/573
404 Hatib el-Bağdadi, Tarihu’l-Bağdad, 2/262
405 a.g.e., 2/263

Ebu Zur’a ve İbn-i Va’ra, İmam Ahmed’e “Onun yalan söylediği bizce sahih olarak sabittir.” dediler. İmam Ahmed’in oğlu Salih diyor ki: “Babamın ondan sonra, İbn-i Humeyd’i anınca elini sirkelediğini gördüm.406 Buhari’nin “fihi nazar” ibaresini tercüme etmedik. Önce onun ne anlama geldiğini açıklayalım, ardından da Hoşafçı’nın nasıl tercüme ettiğini gösterelim.
İbn-i Kesir diyor ki: “Buhari, bir adam hakkında, ‘Onun hakkında sustular.’ veya ‘fihi nazar’ diyorsa, o kişi ona göre en aşağı/düşük seviyededir. Ancak o, cerhte latif ibareler kullanan birisiydi.407
Zehebi diyor ki: “Buhari, ‘fihi nazar’ demiştir. O, bunu genelde, itham ettiği kişiden başkası için kullanmaz.”408“Buhari’ye göre, ‘fihi nazar’ olan bir adamın, itham edilen birisi olmaması çok az görülen bir şeydir.”409“Onun âdeti böyledir. Eğer ‘fihi nazar’ diyorsa, bunun anlamı, o kimsenin itham edilen birisi olduğu veya sika olmadığıdır. Bu, ona göre zayıftan daha kötü bir haldir.”410
Hoşafçı ise Buhari’nin “fihi nazar” ibaresini, s. 202’de, “hakkında iyi düşünülmeli” diye tercüme etmiş. La havle vela kuvvete illa billah!
Hali bu olan İbn-i Humeyd, bu hikâyeyi Malik’ten kesintisiz olarak bile aktarsa kabul edilmeyecekken, üstüne bir de hikaye munkatı’dır. İbn-i Humeyd, Malik’e, hele de Ebu Ca’fer Mansur zamanında yetişmiş birisi değildir.
Halife Ebu Ca’fer Mansur, 158 senesinde Mekke’de, İbn-i Humeyd ise 248 senesinde vefat etmiştir.
Onun İmam Malik’ten rivayette bulunduğunu da kimse söylememektedir.
Kadı Iyad, Malik’ten rivayette bulunanları büyük ve küçük olmak üzere iki kısma ve memleketlere göre taksim ettiği halde, aralarında İbn-i Humeyd’i zikretmemektedir.411
Hafiz Mizzi de ne Malik’in, ne İbn-i Humeyd’in tercümesinde böyle bir şeyden bahsetmektedir.412
Rivayetin kalan bölümü de mechullerle doludur. Kevseri, bütün marifetini ortaya koyduğu halde birçoğuyla alakalı bir tevsik aktaramamaktadır.
Hele Kadı İyad’ın şeyhlerinden hiç bahsetmemekte, bu hikayeyi onlardan
icaze yoluyla rivayet ettiğinin sözünü bile etmemektedir.
Nasıl etsin ki, “tenkitçilere göre inkıta hükmündedir” diyerek, icaze yoluyla aktarılan rivayeti kendisi reddetmektedir.413
Hasılı, Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem’i temize çıkarıp münker rivayetini kurtarmak için Kevseri’nin medet umduğu hikaye; hadis uydurduğu söylenilen bir kişinin, munkatı olarak yaptığı, senedi mechullerle dolu, her halinden uydurma olduğu belli, sadece bir “hikayedir.” Bu birincisi.
İkinci olarak ise
, bu hikaye Malik’ten sahih olsaydı bile, gerekli makaslamayı yapmadıkça, Kevseri’nin uydurmayı kurtarma gayretlerine bir faydası olmayacaktı.

406 İbn-i Hibban, Mecruhin, 2/204
407 İbn-i Kesir, İhtisaru Ulumi’l-Hadis, 89
408 Zehebi, Mizan, 2/416
409 a.g.e., 3/52
410 Zehebi, Mükiza, 83
411 Kadı Iyad, Tertibu’l-Medarik, 1/282-545
412 Mizzi, Tehzibu’l-Kemal, 3/1296-1297 ile 3/1190-1191
413 Kevseri,Te’nib, 64{ Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, 300}

Şöyle ki, hatırlanacağı üzere Kevseri, bu hikayeyi; İmam Malik’in, Abdurrahman’ın yaptığı rivayeti sahih görüyor, dolayısıyla Abdurrahman’ı da zayıf görmüyor olması sadedinde zikretmektedir.

Yani İmam Malik, halife Ebu Ca’fer’e, “O, baban Adem’in de Allah’a vesilesidir.” diyor ya, işte bu sözüyle Abdurrahman’ın yaptığı o rivayeti kasdetmektedir.
Bu şekilde bakıldığı zaman Abdurrahman’ın rivayetindeki “Adem’in vesilesi” ile Malik’in iddia edilen sözündeki “Adem’in vesilesi” aynıymış gibi görünmektedir.
Ancak zaten uydurma olan hikayedeki Malik’in sözünden iki kelimeyi makaslamak lazım ki öyle görünsün.
O iki kelime şudur. İmam Malik, halifeye diyor ki “O senin de, baban Adem’in de kıyamet günü Allah’a karşı vesilesidir.”
Kevseri, bu iki kelimeyi makaslamasa, bu cümlenin anlamının ne kadar değişeceğini, Abdurrahman’ın rivayetinde geçen vesileyle bir alakası kalmayacağını, dolayısıyla ne Abdurrahman’ı ne de uydurma hadisini kurta- ramayacağını iyi bilmektedir.
Abdurrahman’ın rivayetinde söz konusu olan vesile, Adem
aleyhisselam’ın insanlık tarihi başındaki tevessülüdür.

Malik’in hikayesinde bahsedilen vesile ise Adem ve zürriyetinin dünya tarihi sonundaki tevessülüdür. Bu ikincisinin hak oluşunda niza ve şüphe yoktur.414
Şifa’ya yaptığı şerhte, “kıyamet günü” ibaresini, “şefaat-i uzma hadisine işarettir” sözleriyle açıklayan Hafaci415de bundan bahsetmektedir. Yani uydurma olan bir hadisi kurtarmak için uydurma bir hikâyeyi delil getiren Kevseri, bununla da yetinmeyip uydurma olan delilini maksadına uydurmak için ondan kritik iki kelimeyi makaslamakta bir beis görmemekte, kıyamet günü gerçekleşecek olan tevessülle, insanlık tarihi başında olduğu
iddia edilen tevessülü aynı olay gibi göstermeye çalışmaktadır.
Dolayısıyla Malik’ten aktarılan bu hikâyenin içinde söz konusu edilen tevessül, Abdurrahman’ın rivayetindeki tevessülle apayrı bir hadise olduğu için; Malik, Abdurrahman’ın rivayetiyle delil getirmiş olmaz, yani onu zayıf kabul etmiyor olmazdı.
Özetle, Kevseri ne Abdurrahman’ı nede uydurma rivayetini kurtarabilmiştir.
s. 203’de parantez içinde, Kevseri’nin bir kelime hatasını Şifa’nın şerhlerine dönerek tashih ettiğini söyleyip bununla okuyucuya, nakilde ne kadar tesebbüt sahibi olduğunu göstermeye çalışan Hoşafçı, Hafaci’nin bah- settiğimiz açıklamasını da gördüğü halde, Malik’e nisbet edilen sözü, s. 99 ve 201’de Kevseri’nin makaslamış haliyle aktarmakta bir beis görmemektedir.

414 Buhari, Sahih, 3340; Müslim, Sahih, 320-322-326-327-329
415 Şihabuddin Hafaci, Nesimu’r-Riyad, 3/398

s. 195’de diyor ki: Abdullah b. Müslim el-Fehri’nin (böyle) uydurmacı bir ravi olduğunu kimse söylemedi. Elbani yanlış söylüyor.

Elbani zaten böyle bir şey söylememektedir. Elbani, hadisin illetlerini sayarken ikinci madde olarak “İsnadın Abdurrahman’a kadar olan kısmının mechul olmasını” zikredip Abdullah’ın mechul olduğuna işaret etmektedir. Uydurmacı birisi olduğuna değil.
Ayrıca İbn-i Hacer’e göre, Abdullah hakkında zaten iki ihtimal vardır. Bu birincisi. Ona göre uzak sayılmayacak ikinci ihtimal ise Abdullah b. Müslim el- Fihri’nin, Abdullah b. Müsellem b. Ruşeyd olmasıdır.
Zehebi de onun hakkında, “İbn-i Hibban onun hadis uydurmakla itham edilen birisi olduğunu söyler.” demektedir.
Yani her halükarda Fihri, ya mechul ya da müttehemdir. Üçüncü bir ihtimal varid olmamıştır.
s. 196’da diyor ki: “İbn-i Hacer ne bu ravi ne de bir önceki kendi tabakasından olan Abdullah İbnul Müslim İbnul Rüşeyd hakkında kınama yollu hiçbir söz etmemiştir. Elbani yanlış söylüyor. el- İsabe’de değil, Lisanu’l-Mizan’da Zehebi’nin dediklerini naklediyor.”
İbn-i Hacer, Abdullah b. Müslim el-Fihri’nin, aslında, hadis uydurmakla itham edilmiş Abdullah b. Müsellem b. Ruşeyd olduğunu uzak görmediğini belirtip İbn-i Ruşeyd hakkında Zehebi’nin aktardığı töhmete, âdetinin aksine bir itiraz ve takip yapmayarak, buna muvafık olduğunu ortaya koymaktadır.
Hoşafçı’nın aynı sayfanın sonunda söylediği gibi ... “Zira tenkid yerinde susmak bunu ifade etmektedir.
Üstelik Zehebi, Abdullah b. Müslim el-Fihri hakkında, “Tanımıyorum, kimdir bu?” ifadesinden başka, kınama yollu hiçbir söz söylememektedir. Onun “Abdullah b. Müsellem b. Ruşeyd’le aynı kişi olmasını uzak görmüyorum” diyerek Abdullah b. Müslim el-Fihri’yi, itiraz etmediği töhmete layık gören, İbn-i Hacer’in kendisidir.
Elbani’nin de söylediği budur. Hoşafçı, Elbani’nin bu sözü yanlışlıkla İsabe’den aktardığına işaret ediyor, ama bunu nereden çıkardığını doğrusu anlayamadık. Elimizdeki baskıda da -bulabildiğimiz en eski baskısı olan 1983 tarihli 5. baskıda da- İsabe diye bir şey yok. Elbani de Lisan’da diyor.
Korkarız bu da Hoşafçı’nın tercümedeki hataları Elbani’ye mal etmelerinden birisi...
s. 196’da diyor ki: “Üstelik Zehebi’nin bilmemesi, İbn-i Hacer’in de zayıf ihtimali, ne zamandan beri kesin ilim oldu? Nasıl oldu da bilmeme ve ihtimal, İbn-i Hibban’a göre hakkında açık cerh olmayan ravilerde asıl olan güvenilirliktir temel esasından ağır geldi?”
Zehebi’nin bilmemesi”yle ravinin mechul oluşuna delalet eden

Tanımıyorum, kimdir bu?”416 sözünü, İbn-i Hacer’in “zayıf ihtimali”yle de ravinin hadis uydurmakla itham edilen diğer bir isimle aynı kişi olmasını “uzak görmüyorum”417 sözünü kasdetmektedir.
Sonra da her mezhebin ruhsatlarını toplamaya çalışanlar gibi, hakkında imam addettiği Kevseri’nin de sözlerini naklettiğimiz İbn-i Hibban’ın malum mezhebini; Zehebi ve İbn-i Hacer’in sözlerinden çıkan iki ihtimalin üçüncüsü ve en kuvvetlisi saymaya çalışmaktadır.
Yani adam; ya Zehebi’ye göre mechul birisi, İbn-i Hacer’e göre ya mechul ya müttehem birisi, ya da İbn-i Hibban’ın, aksi ispatlanıncaya kadar herkes sikadır, acayip, 418 yolların en zayıfı 419 ve gevşekliğin son noktası420olan ilkesine göre sika birisi.
Hoşafçı’ya göre ağır basması gereken ihtimal bu üçüncüsü.
Üçüncüsü
: Ayrıca bu rivayet, Adem aleyhisselam’ın tevbe ettiği kelimelerin ne olduğuyla alakalı, seleften aktarılan meşhur rivayetlere de aykırıdır.
“Adem, Rabbinden birtakım sözler öğrendi. (Bu sözlerle tövbe edince) Allah da tövbesini kabul etti.”421ayetiyle alakalı, seleften aktarılan tefsir, Adem aleyhisselam’ın tövbe ettiği bu sözlerin şunlar olduğu yönündedir:
“İkisi dedi ki: ‘Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi affedip bize rahmet etmezsen, muhakkak hüsrana uğrayanlardan oluruz.’”422
Bu tefsir Mücahid’den, Said b. Cübeyr’den, Ebu’l-Aliye’den, Rabi b. Enes’ten, Hasenu’l-Basri’den, Katade’den, Muhammed b. Ka’b el-Kurazi’den, Halid b. Ma’n’dan ve Ata el-Horasani’den nakledilmiştir.423
Dördüncüsü: Şehristani’nin aktardığına göre, Hıristiyanlar, İsa aleyhisselam’ı överken, onun benzeri olmadığını, hiçbir peygamberin ona kıyas edilemeyeceğini, Adem aleyhisselam’ın günahının bile onun vesilesiyle affedildiğini söylüyorlarmış.424
Muhtemeldir ki bunu duyan bazı cahil Müslümanlar da bizim peygamberimiz, İsa aleyhisselam’dan geri kalmasın diye bu kıssayı uydurup rivayet ettiler.
Eğer delil olacaksa, işte size başka bir rivayet:
Ebu Nuaym’ın Hilye’de naklettiğine göre “Yusuf aleyhisselam der ki: “Allah’ım, babalarım halilin olan İbrahim, kurbanlığın olan İshak ve İsrail’in olan Yakub’un salihlikleriyle Sana yöneliyorum.”
Allah da ona şöyle vahyetti: “Ey Yusuf, onlara zaten Benim ihsan ettiğim nimetlerle mi Bana yöneliyorsun?!”425 müşkil rivayetlerinden sayılan bu eserin isnadı zayıftır.
Metni ise bilinen sahabe uygulamasına ve tarihî vakıaya ters düşmektedir.

416 Hakim, Müstedrek, 2/615
417 İbn-i Hacer, Lisan, 5/12 no: 4462
418 İbn-i Hacer, Lisan, 1/209
419 Kevseri, Te’nib, 91 {Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, 183}
420 Kevseri, Nüket, 172 {Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, 178}
421 Bakara, 37
422 Araf, 23
423 İbn-i Kesir, 1/238
424 Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, 1/524
425 Ebu Nuaym, Hılyetu’l-Evliya, 9/10
426 İbn-i Adiyy, Kamil fi Duafai’r-Rical, 5/1799
427 Zehebi, Mizan, 2/131 no: 3040
428 İbn-i Hacer, Takrib, 889 no: 6266
429 Burhanuddin Halebi, Muhtelitin, 391



Sahabenin, böyle kıtlık zamanında -Ömer ve Muaviye radıyallahu anhuma’nın yaptığı gibi- meşru bir şekilde istiska yaptıkları, istiskalarında ehl- i beyt’ten olan ve olmayan salihlerin dualarıyla tevessül ettikleri bilinen bir şeydir.
Ayrıca Ömer radıyallahu anh zamanındaki kıtlık, tarihte “kuraklık yılı” olarak meşhur olduğu halde, tarih kitaplarında “yağ veren yıl” olarak anılan bir seneden bahsedilmemektedir.
Aişe radıyallahu anha’nın hayatı boyunca, evinin bir delik açılmasına gerek olacak şekilde tamamen kapalı bir tavanı zaten hiç olmamıştır.
Nebi aleyhisselam hayattayken de, vefatından sonra da hücrenin tavanının bir kısmı kapalı, bir kısmı da açık kalmıştır. Emîrliği zamanında Velid b. Abdulmelik ilaveler yaptırana kadar da durum böyle devam etmiştir.
Ayrıca denilebilir ki iddia edildiği gibi delik açılınca yağmur yağıp kıtlık bittiğine göre, delik açık olduğu sürece bir daha kıtlık olmaması gerekirdi. Oysa tarih ve vakıa bunu tekzib etmektedir.
İkincisi: Eser sahih bile olmuş olsaydı, Nebi aleyhisselam’ın zatıyla tevessülün veya kabrinden dua istemenin meşru olduğunu söyleyenlerin lehine değil aleyhine delil olurdu.
Nebi aleyhisselam’ın kabrine gidip “Allah’a dua et de bize yağmur versin.” diye bir talepte bulunmak yerine, Aişe radıyallahu anha’ya şikayette bulunup bir hal çaresi aramaları, 270 nolu dipnottaki, sahabe tatbikatının kabirden dua istemek yönünde olduğu iddiasını çürütmektedir.
Aişe radıyallahu anha’nın onlara gidip kabirden dua isteyin diye bir yönlendirmede bulunmaması, iddia edilen sahabe tatbikatından Aişe radıyallahu anha’nın da haberdar olmadığını göstermektedir.
Üçüncüsü: Hoşafçı, s. 214 ve devamında diyor ki: “Hz. Aişe bizlere uygulayarak göstermiştir ki peygamberimiz… kabrini ziyaret edip ondan şefaat isteyene şefaat etmektedir. Bu rivayetten bu hususun anlaşılması bizim için yeterlidir.”
Allah’tan korkunuz ne kadar da az!!
Okuyucuyu kandırmak için müminlerin annesine bile iftira etmeye ne kadar da cüretlisiniz!!
Aişe radıyallahu anha’nın, kabre gidip şefaat istemeyi, hem göstermiş
hem de uygulamış olduğunu, eserin neresinden çıkardınız?!
Okuyucudan rica ediyoruz, Hoşafçı’nın siyakıyla aktardığımız eseri, dönüp birkaç defa dikkatlice okusun.
Aişe radıyallahu anha’nın Hoşafçı’nın aktardığı şekliyle “Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in kabrine gidin ve gökyüzüyle arasında bir engel kalmayacak şekilde çatısına bir pencere açın.” sözünü, “Peygamber’in kabrinden şefaat istemeye” yönlendirmesi ve bir de bunu uygulaması olarak anlayıp aktarmak, nasıl bir engin zekanın neticesidir?!
Eğer Aişe radıyallahu anha’nın yönlendirmesi kabirden dua ve şefaat istemek ise, Nebi aleyhisselam’ın dua ve şefaatinin kabul edilmesine mani olacak engel de kendisi ile gökyüzü arasındaki kurumuş hurma yapraklarından yapılma bir tavan mıdır?
s. 215’de diyor ki: “Milleti küfür ve sapıklıkla itham etme meraklılarının yaygaralarına bakacak olursak Hz. Aişe’nin bu hareketini şirk olarak kabul etmek gerekecektir.”
Eğer Hoşafçı, “Hz. Aişe’nin bu hareketi” derken onun “kabrin tavanında bir delik açın” sözünü kasdediyorsa, bunu şirk olarak kabul etmek neden gereksin?
Hoşafçı, kabrin tavanına delik açmak şirktir diyen bir insan topluluğu biliyorsa bize de söylesin, öğrenelim.
Yok, eğer “Hz. Aişe’nin bu hareketi” derken kabre gidip Nebi aleyhisselam’dan şefaat istemeyi kasdediyorsa, ki deminki sözü açıkça bunu ifade ediyor, vallahi sonra vallahi, Aişe radıyallahu anha’nın ne böyle bir hareketi ne de böyle bir yönlendirmesi vardır.
Eserin sahih olduğu farzedildiği takdirde, Aişe radıyallahu anha’nın tavsiye ettiği şey, rahmeti celbeder ümidiyle kabrin tavanına delik açılmasıdır.
Hoşafçı, attığı iftiraya iki satır sonra kendisi inanarak, kendi iddiasına vereceğimiz hükmü, bundan beri olan Aişe radıyallahu anha’ya verdiğimizi, okuyucuya telkin etme gayretindedir.
s. 216’da Ömer radıyallahu anh’ın, Muaz b Cebel radıyallahu anh’ı, kabrin başında ağlarken bulduğunu, sebebini sorunca da Muaz radıyallahu anh’ın “azıcık bir riya bile şirktir” hadisini hatırlayıp ona ağladığını söylediği eseri naklediyor.
Eserin sıhhatinden başka bir talik düşmediği için bunu neden aktardığını ve neye delil getirdiğini anlayamadık.
Biraz teemmül ettikten sonra bu eserden elde edilecek en büyük fayda ve dersin şu olduğunu gördük.
Allah, Muaz radıyallahu anh’a rahmet etsin!
Bu ümmetin selefi şirkten ne kadar da çok korkuyordu.
En küçük riyanın bile sahibini -İslam milletinden çıkarmadığı halde- şirk olarak adlandırılması, onları ne kadar tedirgin ediyordu.
Bu korku ve tedirginlik onları nasıl da ağlatıyordu.
Onların ardından öyle bir nesil geldi ki, kendilerini emniyette hissedip şirkten korkmaz oldular.
Bu emniyet ve güven duyguları, şirki ve tevhidi öğrenmeyi bırakmalarına sebep oldu.
Sonra ne olduğunu bilmedikleri şirkin en büyüğünü, Allah’a yakınlaşma niyetiyle hiç tedirgin olmadan gece gündüz irtikab etmeye başladılar. Bununla da kalmayıp insanları ona davet etmeye, bununla da yetinmeyip ondan sakındıranlarla muharebe etmeye başladılar.
“Ey Rabbim, beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak et. Rabbim, o putlar birçok insanı saptırdılar.”430
HADİS

“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Muhacirlerin Fakirleri ile (Allah’dan) Zafer İsterdi.”
Birincisi
: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in fiilini aktaran Ümeyye, sahabî değil, tabiîdir. Tabiînin, sahabeyi atlayarak Nebi aleyhisselam’dan yaptığı rivayete “mürsel” denir. Hadisçilerin cumhuruna göre mürsel olan rivayet zayıftır ve hüccet olmaz.
Ümeyye hakkında, İbn-i Hibban şöyle demektedir: “Mürseller rivayet etmiştir. Onun sahabe olduğunu söyleyen mutlaka vehmetmiştir.”
İbn-i Abdilberr de şöyle demektedir: “Ümeyye b. Halid’in sahabî oluşu bence sahih değildir.”
Bunları aktaran İbn-i Hacer, ardından kendi kanaatini de şöyle ifade etmektedir: “Bir topluluk onu sahabeden saymışlarsa da bu vehimdir… Bu Ümeyye’nin sahabeliği ve (Nebi aleyhisselam’ı) görmüşlüğü yoktur.”431
Ümeyye’nin sahabî olmadığını söyleyenlerden birisi de İbnu’l- Carud’dur.432
İkincisi: Hadis sahih bile olmuş olsa, Hoşafçı’nın ispatlamaya çalıştığı zat ile tevessüle değil, geçen birçok örnekte açıklandığı gibi selefin uygulayageldiği dua ile tevessüle delil olur.
Hadisi şerheden Münavi, “muhacirlerin fakirleri ile” ibaresini açıklarken bu manayı ifade etmektedir.
Münavi der ki: “Yani onlarla teyemmün ederek, malı ve itibarları olmayan fakirlerin duaları ile. Zira hatırları kırık olduğu için duaları kabul edilmeye daha yakındır.”433
Ayrıca Nesai’nin sahih bir senetle yaptığı şu rivayet, bu mananın bizatihi Nebi aleyhisselam tarafından dile getirildiğini göstermek bakımından gayet önemlidir.
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Allah bu ümmete zayıflarıyla, onların duaları, namazları ve ihlaslarıyla yardım eder.”434
Bu hadis açıkça ortaya koymaktadır ki, zayıflar ile hasıl olacak olan yardım, zayıflıkları yanında, namaz ve ihlaslarına binaen, onların dualarıyla gerçekleşmektedir.
Üçüncüsü: Hoşafçı s. 220’de diyor ki: “Elbani diyor ki hadis zayıftır. Diyoruz ki yanlış söylüyor. Taberani’nin iki isnadından biri, Hafız Münziri ve Hafız Heysemi’ye göre sahihtir… Feyzu’l-Kadir’de bunları gördüğü halde okuyucuyu yanıltıyor… Sahih olan birinci isnadın sahihliğini gizliyor.”
Taberani’nin her iki isnadında da rivayetin sahibi, sahabî olmayan Ümeyye’dir. Dolayısıyla her iki isnad da mürseldir, yani zayıftır.

430 İbrahim, 35-36
431 İbn-i Hacer, İsabe, 1/462-464 no: 550
432 İbn-i Hacer, Tehzib, 1/188
433 Münavi, Feyzu’l-Kadir, 5/219-220
434 Nesai, Sünen, 3178

Münziri ve Heysemi’ye göre isnadın sahih olduğu iddiası ise Hoşafçı’nın ilim ehlinin tabirlerine ne denli ecnebi olduğunu veya telbis ve sahtekarlıkta ne denli hünerli olduğunu gözler önüne sermektedir.
Münavi’nin aktardığı, Münziri’nin ifadesi şöyledir: “Ravileri Sahih’in ravileridir ve hadis mürseldir.”435
Heysemi ise şöyle demektedir “Taberani iki ayrı isnadla rivayet etmiştir. İki isnaddan birinin ricali, Sahih’in ricalidir. Bitti. Ancak hadis mürseldir.”436
Bir hadis hakkında “Ravileri Sahih’in ravileridir.” veya “Ricali Sahih’in ricalidir.” demek, “İsnad sahihtir.” demek şöyle dursun, her zaman “Ravileri sikadır.” anlamına bile gelmez.
İfade edeceği yegane mana, bu isnaddaki ravilerin Buhari ve Müslim veya onlardan biri tarafından tahric edilmiş olduğudur.
Malum olduğu üzere, onlardan biri tarafından, rivayetine yer verilen her bir ravinin her halükarda sika olması da zaruri değildir.
Her ikisinin de zayıf olan birçok ravinin rivayetine şevahid ve mütabaatta yer verdikleri, zayıf ravilerden makrun olarak rivayette bulundukları, hatta birçok zayıf ravinin hadislerini seçerek/intika ederek, süzgeçten geçirdikten sonra bazı rivayetlerine yer verdikleri “mübtedi hadis talebeleri tarafından dahi” bilinen bir şeydir.
Bazı şeyhlerden yaptığı rivayetlerde sika olan birtakım raviler, diğer bazı şeyhlerden yaptıkları rivayetlerde zayıf sayılmaktadırlar.
Münziri ve Heysemi, “Ravileri veya ricali, Sahih’in ravileri veya ricalidir.” demek yerine “Ravileri veya ricali sikadır.” demiş olsalardı, bu dahi “isnadı sahihtir” demek anlamına gelmezdi. Zira ravilerin sika oluşu, isnadın sıhhatinin tek şartı değildir.
Bununla beraber senedinin muttasıl olması/raviler arasında kopukluk olmaması, isnadının şuzuz ve illetten uzak olması senedin sıhhatinin diğer şartlarıdır.
En basit bir örnekle, Ahmed b. Hanbel’in Süfyan es-Sevrî’den, onun da Said İbnu’l-Müseyyeb’den, onun da Ebubekir es-Sıddîk radıyallahu anh’dan rivayet ettiği farzedilen bir hadisin isnadı hakkında “Ravilerinin tamamı Sahih’in ravileridir. Hepsi de sika ve imamdır.” diyebiliriz. Ancak bu isnad zayıftır. Çünkü Ahmed, Sevri’ye; Sevri, İbnu’l-Müseyyeb’e; İbnu’l- Müseyyeb, Ebubekir radıyallahu anh’a yetişmemiştir.
Ayrıca Münziri ve Heysemi, açıkça “İsnadı sahihtir.” demiş olsalardı dahi -daha önce anlatıldığı gibi- bu bile “Hadis sahihtir.” anlamına gelmezdi. Zaten Münziri de bahsi geçen sözünün sonunda “Hadis mürseldir.” diyerek zayıf olduğunu belirtmeyi de ihmal etmemiştir.

435 Münavi, Feyzu’l-Kadir, 5/219
436 a.g.e. aynı yer

Heysemi’nin sözünün sonundaki, “Ancak hadis mürseldir.” ifadesi ise
s. 219’da Heysemi’ye nisbet edilmesinin aksine Münavi’ye aittir.
Bütün bu anlattıklarımızı Hoşafçı olmasa da Elbani bildiği için Feyzu’l- Kadir’de elbette ki gördüğü bu sözler, onun dediğinin aksine herhangi bir şey ifade etmemektedir.
Ortada gizlenmesi gereken ne Münziri’ye ne Heysemi’ye göre sahih bir isnad vardır.
Dolayısıyla bilerek veya bilmeyerek okuyucuyu yanıltan Elbani değil, Hoşafçı’nın kendisidir.
Üstelik İbn-i Abdilber’in “hadisin mürsel ve zayıf” olduğuyla ilgili kanaatini ve Zehebi’nin hadise “mürsel” hükmü verdiğini s. 220’de kendisi nakletmektedir.
Dördüncüsü: s. 220’de diyor ki: “Bütün rivayetler Ümeyye’ye dayanıyormuş. Dayansın ne olmuş? O İbn-i Asakir’in de dediği gibi sika, yani sağlam bir tabiîdir.
s. 221’de diyor ki: “Onun ağırlıklı görüşüne göre sahabî değil de tabiî oluşunun âlimlerin çoğunluğuna göre bir zararı yoktur… Bir rivayetin mürsel olması, Hanefi, Maliki ve Hanbeli âlimlerine göre zayıflık sebebi değildir. İbn-i Cerir bu hususun, Şafi’ye gelinceye kadar âlimlerce ittifak edilen bir husus olduğunu söylemiştir. Şu halde Taberani’nin birinci isnadı, âlimlerin çoğuna göre sahihtir.”
Bütün rivayetlerin sahabî olmayan Ümeyye’ye dayanıyor olması, bu rivayete “mürsel” denilmesi anlamına gelmektedir. Üstelik Ümeyye’nin sika oluşu, konunun boyutunu değiştirmez.
Hadis rivayetiyle ilgili bir meselede ise esas itibara alınması gereken, fıkıhçıların veya usulcülerin değil, elbette ki hadisçilerin söylediği söz olmalıdır.
Öyleyse mürsel ile alakalı hadisçilerin sözlerine bir bakmak, konunun açıklık kazanmasında sanırız faydalı olacaktır.
İmam Müslim, Sahih’in mukaddimesinde, hasmın dilinden ikrar ederek şöyle aktarmaktadır: “Rivayetler içinde mürsel olanlar, bizim ve hadis ilmi ehlinin sözlerinin aslında hüccet değildir.”437
Tirmizi şöyle demektedir: “Hadis eğer mürsel ise hadis ehlinin çoğunluğuna göre sahih değildir. Onların birçoğu mürseli zayıf saymışlardır.”438
Tirmizi’nin “sahih değildir” ibaresini, İbn-i Receb “bundan kasdettiği şey hüccet olmayacağıdır” diyerek açıklamaktadır.439
Hakim der ki: “Mürseller, hicaz fukahasından ehl-i hadis topluluğuna göre vahi olup ihticac edilmez.”440

437 Müslim, Mukaddime, 1/24
438 Tirmizi, İlel, 5/753
439 İbn-i Receb, Şerhu’l-İlel, 223
440 Hakim, Medhal, 12

Hatib el-Bağdadi, mürsellerin reddedileceğinin ve onlarla hüccet getirilmeyeceğinin, hadis hafızlarından olan imamların çoğunun görüşü olduğunu ifade ettikten sonra şöyle demektedir: “Bizim tercihimiz de mürsellerle amel etmenin farziyetinin düştüğü ve mürselin makbul olmadığı yönündedir.”441
Mürselin reddedilmesiyle ilgili kanaati, hadis ashabı topluluğuna ve diğerlerine nisbet eden İbn-i Abdilber, ardından şöyle söylemektedir: “Bildiğim kadarıyla bütün beldelerdeki sair fıkıh ehli ve hadis ashabı topluluğuna göre rivayetteki kopukluk, onunla amel etmenin vucubiyetine engel bir illettir.”442
İbnu’l-Esir, mürsellerin kabulüyle ilgili ihtilafı zikrettikten sonra der ki: “Tamamıyla veya büyük çoğunluğuyla hadis ehline göre ise mürseller vahi’dir ve hüccet olmaz.”443
Mürselin zayıf hadis hükmünde olduğunu belirten İbnu’s-Salah ardından şöyle söyler: “Hadis hafızlarının ve eser tenkitçilerinin cumhurunun görüşlerinin yerleştiği mezheb, belirttiğimiz şekilde mürselin hüccet ol- maktan düşüp zayıf olduğuna hükmetmektedir.”444
Nevevi de “Bize ve muhaddislerin cumhuruna göre mürsel, hüccet olmaz.” 445 ve “Mürsel, muhaddislerin cumhuruna göre zayıf hadistir.”446demektedir.
Alai, mürsel hadisi reddetmenin, hadis ehlinin cumhurunun veya tamamının kanaati olduğunu belirttikten sonra, mürseli kabul etmeyenler arasında şu isimleri zikretmektedir. “Abdurrahman b. Mehdi, Yahya b. Said el- Kattan, Ali İbnu’l-Medini, Yahya b. Main, Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai, Darakutni, Hakim, Hatib el-Bağdadi.”447
Ebu Hatim er-Razi, Ebu Zur’a er-Razi ve İbn-i Ebi Hatim de mürselin reddedileceğini açıkça söyleyenlerdendir.448
Sahabe mürselleri dışındaki mürsellerin mutlak olarak reddedilmesinin hadis imamlarının uygulaması olduğunu, İbn-i Hacer de ifade etmektedir.449
Yani hemen hemen bütün mustalah kitapları, mürselin zayıf olduğunu ve hüccet olmayacağını, hadiscilerin cumhuruna veya büyük çoğunluğuna ya da tamamına nisbet etmektedir.
Yani bu hadisin sahabî olmayan Ümeyye’ye dayanıyor olması da onun mürsel olduğunu, mürsel oluşu da konunun mütehassısı olan bilginlere göre zayıf olduğunu ve hüccet olmayacağını gösterir.

441 Hatib el-Bağdadi, Kifaye, 387
442 İbn-i Abdilber, Temhid, 1/5
443 İbnu’l-Esir, Camiu’l-Usul, 1/117-118 444 İbnu’s-Salah, Mukaddime, 27-28 445 Nevevi, Mecmu, 1/99
446 Nevevi, Takrib, 29
447 Alai, Camiu’t-Tahsil, 35
448 İbn-i Ebi Hatim, Merasil, 7
449 İbn-i Hacer, Nüket, 2/548

Hoşafçı’nın medet umduğu Şafiî’den önceki icma iddiasını, İbn-i Cerir’den aktaran İbn-i Abdilber’in kendisi bu iddianın zayıflığına işaret ederek “Taberi’nin iddia ettiğine göre”450ibaresiyle aktarmaktadır.
Zaten hadisciler de bu iddiayı reddetmişlerdir.451
Ayrıca Said İbnu’l-Müseyyeb, Zühri ve onlar dışında tabiînden başkalarından da mürseli reddettikleri naklolunmuştur.452
Eğer Hoşafçı’nın dediği gibi “Bu isnad, âlimlerin çoğunluğuna göre sahihtir.” demek doğru ise şöyle söylemek de doğru olmalıdır:
Bu hadis Buhari’ye, Müslim’e, Tirmizi’ye, Nesai’ye, İbn-i Mehdi’ye, Yahya
b. Said el-Kattan’a, İbn-i Medini’ye, İbn-i Main’e, Ebu Hatim’e, Ebu Zur’a’ya, İbn-i Ebi Hatim’e, Darakutni’ye, Hakim’e, Beyhaki’ye, Hatib el-Bağdadi’ye, İbn-i Abdilber’e, Nevevi’ye, hasılı hadiscilerin cumhuruna veya büyük çoğunluğuna ya da tamamına göre zayıftır, reddedilir ve hüccet olamaz.
Beşincisi: s. 219’da Elbani’nin Münavi’yi referans göstererek sahih olması halinde dahi hadisin “fakirlerin duasıyla” tarzında anlaşılması gerektiğini söylediğini, ancak cah ve teyemmün/teberrük lafızlarını kullanmamak için Elbani’nin Münavi’nin sözünü eksik aktardığını ifade etmektedir.
Bununla, okuyucuya Elbani’nin ve selefilerin cah ve teberrük lafızlarından rahatsızlık duyduklarını, bunları zikretmenin işlerine gelmediğini ima etmektedir.
Eğer Münavi, Elbani’nin kullanmak istemediği(!) birinci sözcük olan cah ile, Allah’tan, fakirlerin cah’ı ile istendiğine dair bir yorum getirmiş olsaydı, Hoşafçı’nın bu ithamının en azından bir anlamı olurdu.
Hâlbuki Münavi, “cah” sözcüğünü, fakirleri vasfederken “malları ve cahları/itibarları olmayanlar” şeklinde kullanmaktadır.
Yani Münavi’nin ifadesindeki cah, Hoşafçı’nın vehmettirmeye çalıştığı gibi Allah’tan, hürmetine istendiği isbat edilen değil, kulların nezdinde olduğu nefyedilen “cah”dır.
Ayrıca Münavi’nin sözünün bununla ilgili olmaması bir kenara, enbiyanın, evliyanın ve salihlerin Allah katında “cah”ları, yani itibar, makam ve mevkilerinin olduğu, Elbani dahil bütün ehl-i sünnetçe müsellem olan konulardandır.
Nebi aleyhisselam’ın, diğer enbiya ve evliyanın Allah katında cahlarının, makam, mevki ve itibarlarının olduğunu inkâr etmediğine vurgu yapan Elbani,453 hem de fakirlerin, insanlar nezdinde itibarları olmamasını anlatan “cah” kelimesinden neden rahatsız olsun?
Hoşafçı’ya göre Elbani’nin kullanmak istemediği diğer sözcük de kendisinin iki kere tekrarladığı “teberrük” lafzıdır.

450 İbn-i Abdilber, Temhid, 1/4
451 İbn-i Hacer, Nüket, 2/568; Zerkeşi, Nüket, 601-602; Sahavi, Fethu’l- Muğis, 1/142-144
452 Hakim, Medhal, 12; Begavi, Şerhu’s-Sünne, 1/246; İbn-i Esir, Caimu’l-Usul, 1/118; İbn-i Hacer, Nuket, 2/568
453 Elbani, Tevessül, 76

Hoşafçı dönüp bakma zahmetine katlandı mı bilmiyoruz, ama Münavi’nin ifadesinde onun iki kere tekrar ettiği “teberrük” lafzı değil “teyemmün” lafzı geçmektedir.
Teyemmün,” Arapçada, “teşaumun/uğursuzluğun” zıddı manasındadır. Bazı Arapça-Türkçe sözlüklerde “uğurluluk” anlamı verilmişse de bu bizce hem şer’i hem de lugavî olarak “teyemmün” lafzını doğru karşıla- mamaktadır.
Kamuslarda denildiğine göre “filanca bir şey ile teyemmün etti” demek, onun bereketini umdu anlamına gelmektedir.
Teberrük de tevessül gibi müşterek hale getirilmiş ifadelerdendir. Meşru olan şekilleri olduğu gibi gayrımeşru olan şekilleri de vardır.
Dolayısıyla şer’i bir lafız olan teberrükü kullanmak, ehl-i sünnetten hiç kimseyi gocundurmaz.
Münavi’nin kullandığı “onlarla teyemmün ederek” ifadesi, onlarla teberrük ederek demek bile olsa, bu, onların dualarının hayrını umarak demek olur ki Elbani bunu gizlemeye neden gerek duysun?!
İşte Münavi’nin tam ibaresi “Onlarla teyemmün ederek, malı ve cahı/itibarı olmayan fakirlerin duası ile. Zira hatırları kırık olduğu için duaları kabul edilmeye daha yakındır.”454
Altıncısı: s. 223’de “Allah bu ümmete, zayıflarıyla, onların duaları, namazları ve ihlaslarıyla yardım eder.” hadisiyle alakalı Elbani’ye şöyle cevap vermektedir.
454 Münavi, Feyzu’l-Kadir, 5/219-220

“Biz de Elbani’ye diyoruz ki:
1-Nesai’nin hadisinin doğru tercümesi şöyledir
.
Sanki hadisi Türkçeye Elbani tercüme etmiş! La havle ve la kuvvete illa billah!
Diyor ki: “2-Dualarıyla, namazlarıyla ve ihlaslarıyla sözü, zayıflarıyla ifadesinden sonra gelmiş olup atf-ı beyan yoluyla yapılan bir açıklamadır ki ravi tarafından olma ihtimali vardır. Dolayısıyla ravinin bir anlayışıdır.”
Hoşafçı, besbelli ki aleyhine olan rivayetleri reddetmede imamı Kevseri’nin ayak oyunlarından etkilenmiş. Onu da bu denli ölçüsüz yapmaya çalışıyor.
Yani diyor ki, “Ey okuyucu, hadislerde atf-ı beyan yoluyla gelen bütün açıklamaların ravi tarafından olma ihtimali vardır. Ötesi, bu ihtimale binaen bu açıklamalar, ihtimal bile olmaksızın ravinin anlayışıdır. Eğer sen de sahih hadislerde hevâna uymayan atf-ı beyan yoluyla yapılmış açıklamalar görürsen aldırma."
Eğer böyle ihtimalle oluyorsa Hoşafçı’ya soralım:
Sahabî olmadığı, yani Nebi aleyhisselam’ı görmediği halde O'nun sözünü bile değil, bir uygulamasını aktaran Umeyye, bu uygulamayı kim olduğunu bilmediğimiz bir başkasının anlayışı olarak aktarmıyor mu?

Yani değil birkaç kelimesi, tamamı kim olduğunu bilmediğimiz ravinin, duyduğu bir sözü değil, gördüğü bir olayı, kendi anladığı gibi tabir etmesi değil midir?

Dahası bu yönde hiçbir uygulamaya şahit bile olmayan Umeyye’nin,kendisine kim tarafından anlatıldığını bilmediğimiz bazı uygulamaları, böyle anlayıp rivayet etme ihtimali yok mudur?
Bu ihtimaller, Hoşafçı’nın iddia ettiği ihtimalden daha kuvvetli değil midir?
O farkında olmasa da ileri sürdüğü bu acayip usul, aslında Ümeyye hadisiyle ortaya koymaya çalıştığı her şeyi, hem de temelinden çökertmektedir.
Diyor ki: “3-Diyelim ki dualarıyla tevessül oldu. Yani ey zayıflar, bizim için dua edin demek olsun. Zaten bunu inkâr eden yok. Ya namazlarıyla ve ihlaslarıyla dua nasıl oldu? Bir namaz kılın da Allah bize yardım etsin veya Allah’ım, şu zayıfların namazlarıyla bize yağmur ver veya ey zayıflar bize şu kadar ihlas verin de Allah bize yardım etsin veya ey Allah’ım, zayıfların şu miktar ihlası ile yardım et denildiği mi iddia ediliyor? Subhanallah! … Ne akıl?!”
Öncelikle okuyucudan özür diliyoruz. Bunca söz israfıyla yapılan böylesi ucuz ve adi bir polemiği, hevanın insanı ne hallere soktuğu görülüp ibret alınsın, Allah’tan selamet ve afiyet dilenmeye devam edilsin maksadıyla aktardık.
Namaz ve ihlasıyla dua nasıl olmuş?!
Birkaç satır aşağıda kendisinin de söylediği gibi Zatlar(ın duasıy)la455 tevessül etmek demek, hakikatte onlardaki namaz, ihlas ve benzeri salih ameller sebebiyledir.
Yani namaz ve ihlasları, duaya konu olacak tevessül malzemesi değil, zayıflıklarında olduğu gibi, duanın neden kabule daha layık olduğunun gerekçeleridir.
Eğer “Ey zayıflar, bizim için dua edin” demek, sizin de kabul ettiğiniz bir şeyse, diğer suretlerde namaz ve ihlas, zayıfların yerine konur, duanın değil. " Ey namaz kılanlar, ey ihlas sahipleri, bizim için dua edin" demek gibi. Zira zayıflık gibi namaz ve ihlas da duanın kabule şayan olmasına etkendir.
455 Parantez içi ibare bize aittir
Abbas radıyallahu anhuma’nın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in amcası Yezid İbnu’l-Esved’in salih ve hayırlı bir kimse olması gibi...
Peki, “Amcalıkla tevessül nasıl oldu?” sualine “Ey Abbas, Peygamber’e şu kadar amcalık yap da Allah bize yağmur versin.” cevabı ihtimal olarak sayılmayacağı gibi, “Ey Allah’ım, Yezid’in şu miktar salah ve hayrı ile bize yağmur ver.” sözü ihtimaller arasında varid olmayacağı gibi, Hoşafçı’nın irad ettiği ihtimallerin hiçbirinde varid değildir.

Zayıflık da, namaz da, ihlas da peygambere olan amcalık da, salah ve hayır da sadece duanın kabulünün evla oluşuna birer gerekçedir.
Hoşafçı’nın bunca gayret arasında muvaffak olduğu tek cümle şudur:
Subhanallah!! Ne akıl?!
Yedincisi: s. 223’de, “Hudu ve huşu sahibi gençleriniz, otlayan hayvanlarınız, beli bükülmüş ihtiyarlarınız, emzikteki yavrularınız olmasaydı, üzerinize azabı ilahı gökten boşanırcasına dökülürdü
” şeklindeki rivayeti aktaran Hoşafçı, 321 nolu dipnotta rivayeti Şevkani’nin Neylu’l Evtar’ının 17. cildine azvederek “hadisleri tahric” etmedeki çap ve müstevasını gözler önüne sermektedir. Neylu’l-Evtar, müsned bir hadis kitabı olmadığı gibi Mecd İbn-i Teymiyye’nin ahkâm hadislerini derlediği müsned olmayan Münteka’l-
Ahbar
’ının şerhidir.
Hoşafçı, hayatında Neylu’l-Evtar isimli kitabı hiç görmüş mü bilmiyoruz.
Bildiğimiz bir şey varsa o da Neylu’l-Evtar’ın 17. cildinin olmadığıdır.
Mevcud en büyük baskısı, son cildi fihristlerden ibaret olan, Muhammed Subhi Hallak’ın hazırladığı 16 ciltlik baskısıdır.
Söz konusu hadisi Sünenu’l-Kubra’da rivayet eden Beyhaki, ardından şöyle demektedir: “(Ravilerden) İbrahim b. Huseym kavi değildir. Yine kavi olmayan başka bir isnadla şahidi vardır.”456
Zehebi de der ki: “Ben derim ki, Nesai (İbrahim için) ‘metruktur’ dedi.”457
Beyhaki’nin sözüne talik yapan İbn-i Türkmani de şöyle demektedir: “Bu işin erbabı olanlar onun hakkında ağır ifadeler kullanmışlardır. Nesai “metruk,” Ebu’l-Feth el-Ezdi ise “kezzab” demiştir. Cevzecani de “sonradan ihtilat etti” demektedir. 458 Başka bir yerde Beyhaki’nin de onun “zayıf” olduğunu ıtlak ettiğini söylemektedir.
Nevevi de der ki: “Hadis zayıftır.”459

s. 224’de diyor ki: “Mani ed-Deylemi radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Eğer yeryüzünde Allah’ın rukü eden kulları, süt emen sabiler, otlayan hayvanlar olmasaydı, üzerinize azab yağdırır ve sizi helak ederdi.”
Hadis’in Beyhaki’deki şekli şöyledir: “Malik b. Abiyde’den, yani İbn-i Müsafi ed-Diyli’den, onun babasından, onun da dedesinden aktardığı rivayette…”460
Hoşafçı, ravi Malik’in babası Abiyde olunca, sahabî olan dedesinin de “Mani ed-Deylemi” olduğunu uyduruvermiş.

Bu ismi de Malik b. Abiyde’nin kim olduğu açıklanırken kullanılan, “yani İbn-i Müsafi ed-Diyli” ibaresinde “Yani” açıklama edatını “Mani” diye okuyup “ed-Diyli”yi de “ed-Deylemi” şeklinde okuyarak uydurmuş. İbn-i Müsafi’yi hazfedip yanına radıyallahu anh’ı da koyunca oldu size sahabeden “Mani ed-Deylemi” radıyallahu anh.
Hoşafçı bütün sahabe mucemlerini araştırsın bakalım; Mani ed- Deylemi adında bir sahabî bulabilecek mi acaba?

456 Beyhaki, Sünenu’l-Kubra, 3/345
457 Zehebi, Mühezzeb, 3/1271
458 İbn-i Türkmani, Cevheru’n-Naki, {Sünenu’l-Kubra haşiyesi, 2/345}
459 Nevevî, Hûlasa, 2/874
460 Beyhaki, Sünenu’l-Kubra, 3/345

Uydurma hadisleri delil getirmesine alışık olduğumuz Hoşafçı’nın
olmayan bir sahabî uydurması, bizim için de yeni bir tecrübe doğrusu!
Beyhaki’nin önceki hadise yaptığı ta’likte sözünü ettiği “isnadı kavi olmayan şahid” budur.
Zehebi bunun üzerine der ki: “Bu da zayıflıkta birinci hadis gibidir. Malik ve babası mechuldürler.”461
Malik’in mechul olduğuna Yahya İbn-i Main de işaret etmekte,462 babası Abiyde’nin mechul olduğunu Ali İbnu’l-Medini de ifade etmektedir.463
Müsafi Ebu Abiyde ed-Diyli radıyallahu anh’a yer veren Ebu Nuaym,464 İbni’l-Esir465ve İbn-i Hacer,466bahsi geçen hadise de yer vermektedir.
Hadisin ravilerinden Abdurrahman b. Sa’d da zayıftır.467 Özetle iki “mechul” ve bir “zayıf”lı bu isnad da zayıftır.
s. 225’de diyor ki: “Hadiste geçen otlayan hayvanlara, emzikli çocuklara ne demeli? Otlayan hayvanlar ve emzikli çocuklar bize dua ettiği için mi biz ilahi azaptan korunuyoruz? Yoksa Allahu Teâlâ’nın onlara olan merhametinin tecelli etmesinden mi? Evet, Allah’ın rahmeti tecelli ediyor. Ve biz onların vesilesiyle ilahi azabtan kurtulmuş oluyoruz.”
Elbette ki Allah’ın onlara olan merhameti farklı suretlerde tecelli etmektedir. Elbette ki Allah, onların ve başkalarının vesilesiyle bize de ikram etmektedir (örneğin yağmur yağdırmaktadır).
Hoşafçı, neden niza olmayan meseleleri isbata uğraşıyor ki?!
Oysa şöyle demesi gerekirdi: “Otlayan hayvanlar ve emzikli çocuklar bize dua ettiği için mi biz ilahi azaptan korunuyoruz, yoksa Allah’a ‘Ya Rabbi, otlayan hayvanlar hürmetine, emzikli çocukların hakkı için bize azab etme.’ diye dua ettiğimiz için mi?”
Zira onun isbata uğraştığı, bizim de meşru olmadığını söylediğimiz tevessül budur!
Biz diyoruz ki:
Allah’ın bize, onlar vesilesiyle ikram ediyor olması ile Allah’tan onlar vesilesiyle, onların hakkı ve hürmetine isteyebilmemizin meşru oluşu arasında bir münasebet yoktur.

Yerdeki ve gökteki her şeyin, balıkların bile ilim talebelerine istiğfar ediyor olmasıyla, ilim talebelerinin, kuşlardan, köstebeklerden ve balıklardan kendilerine istiğfar etmelerini istemelerinin meşru oluşu arasında bir münasebet olmadığı gibi!

461 Zehebi, Mühezzeb, 3/1271
462 Zehebi, Mizan, 4/8 no: 6640
463İbn-i Hacer, Tehzib, 3/46
464 Ebu Nuaym, Ma’rifetu’s-Sahabe, 4/309
465 İbn’u’l Esir, Üsdü’l-Ğabe, 5/125
466 İbn-i Hacer, İsabe, 10/133
467İbn-i Hacer, Takrib, 579 no: 3898; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 10/227


İmam Şafii’nin Ebu Hanife’nin Kabriyle Tevessül Ettiği Haberi

s. 98’de diyor ki: “İbn Hacer (ö. 852/1448) el-Hayratül -Hisanfi Menakibi’l-İmam Hanifeti’n- Numan adlı kitabının 25. faslında İmam Şafi, Bağdat’ta Ebu Hanife’nin kabrine gelip onunla Allah’a tevessülde bulunurdu diyor.”
İbn-i Hacer
diye ıtlak edildiğinde akla ilk gelen ismin Askalani olduğu

malumdur.
İyi ihtimale göre, Hoşafçı, Askalani ile Heytemi arasındaki farkı bilmemektedir. Zira ismi geçen kitap Heytemi’ye, parantez içindeki ölüm tarihi ise Askalani’ye aittir.
Kötü ihtimale göre ise İbn-i Hacer diye ıtlak edip parantez içine Askalani’nin ölüm tarihini yazan Hoşafçı, Heytemi’yi Askalani olarak gösterip okuyucuyu aldatmaya çalışmaktadır.
Hoşafçı’nın dediği gibi zikri geçen kitabın 25. faslında değilse de 35. faslında, Heytemi’nin de söylediği gibi bu haberi Hatib el-Bağdadi, tarihinde nakletmektedir.468
Hoşafçı bir başkasından bulamadığı ve bulamayacağı için, haberin isnadının sıhhatini aynı sayfada Kevseri’den nakletmektedir.
Ahmed Ğumari’nin söylediğine göre, Ebu Hanife mevzu bahis olunca “aşırıya gitmiş bütün bi’datçılar gibi, sanki idrakini, ilmini, aklını, görgüsünü, dinini ve imanını kaybeden” 469 Kevseri’nin uydurma olduğunu anlamak için ilim talebesi bile olmaya gerek olmayan “Ebu Hanife, ümmetimin siracıdır” uydurma hadisini takviye etme gayretleri zaten bilinmektedir.470
Kevseri, bu haberle alakalı iki ibaresinden birinde, “Bu senedin ricalinin tamamı Hatib indinde mevsuktur”471derken, diğerinde daha da aşırıya gidip bu haberin “Hatib’in tarihinin başlarında sahih bir senetle zikredildiğini”472söylemektedir.
Haberin ravilerinden Ömer b. İshak ve Ali b. Meymun’u, Hatib’in nerede ve nasıl tevsik edildiği bilinmemektedir. 473 Kaldı ki Ömer b. İshak rical kitaplarında adı dahi geçmeyen, tanınmamış birisidir. 474 Şeyhi Ali b. Meymun’un da kim olduğu belli değildir. Eğer “Rakkî” ise onu Şafii’den rivayeti olduğu bilinmemektedir. İbn-i Hacer Tevali’t Te’sis’de bu konudaki bütün gayretlerine rağmen Ali b. Meymun’dan bahsetmemektedir.475
Eğer “Medeni” ise Zehebi onun hakkında “uydurma hadisler rivayet eder” demektedir.476
Ravilerden Mükrem b. Ahmed’in, Ebu Hanife’nin faziletlerine dair bir çalışması olduğu bilinmektedir.

468 Hatib el-Bağdadi, Tarihu’l-Bağdat
469 Ahmed el-Ğumari, Selefî veya Vahhabi(!) değil, Kevseri gibi bir halefidir. Elbani’ye ve Selefilere olan düşmanlığı herkesce malumdur. Onun bu sözleri, Kevseri’nin gerçek
yüzünü bilmeyenlere aşırı ve mübalağalı gelebilir. Kevseri’nin kendince, Ebu Hanife ve mezhebini müdafaa sadedinde sika ravilere, hadis hafızlarına, imamlara, hatta sahabeye söylediği sözler yanında, Ğumari’nin bu ithamı hafif bile kalır. İlgilenenler,
Muallimî Yemâni’nin Tenkil’ine bakabilirler.
470 Ahmed el-Ğumari, Beyan-ı Telbisi’l-Mufteri, 239; Muallimi, Tenkil, 1/448
471Kevseri, Te’nib, 16
472 Kevseri, Makalat, 381
473 Muallimi, Taliatu’t-Tenkil, 65
474 Elbani, Silsiletu’l-Ehadisu’d-Daife, 1/78
475 İbn-i Hacer, Tevali’t-Tesis
476 Zehebi, Mizan, 1/169 no: 5652

Bu haberin de oradan aktarıldığı kuvvetle muhtemeldir.
Yine Hatib’in aktardığına göre, Darakutni’ye bu çalışma sorulduğu zaman, “uydurmadır, hepsi yalandır” demiştir.477
Hali bu olan isnadın “ricalinin tamamının Hatib indinde mevsuk olduğu” iddiası bile ispatlanamazken, bir de “haberin sahih bir senetle” olduğunu söylemek, ancak Kevseri gibi sabıkalı birisinin yapacağı bir iştir. O’nun bu iddiasının ciddiye alınacak bir tarafı yoktur.
Delil olarak böyle bir senetle ortaya konulan bu haber, hevasından hiçbir şey söylemeyen, her sözü ve fiili hüccet olan Nebi aleyhisselam’dan aktarılsa bile delil olamayacakken, söz konusu fiil bir başkasınınken nasıl delil olabilir?
Haberin yalan olduğunun diğer emareleri de metninde geçmektedir.
İddia edilen habere göre, Şafii bu ziyaret ve tevessülü, hem de her gün yaptığını söylemektedir.
İmam Şafii, Hicaz’da, Yemen’de, Şam’da, Irak’da ve Mısır’da, İmam Ebu Hanife’den daha faziletli olan enbiyanın, sahabenin ve tabiinin kabirlerini gördüğü ve oralarda böyle bir tevessülde bulunmadığı halde, Ebu Hanife’nin kabrine hem de her gün gelerek tevessül yapması pek inandırıcı görünmemektedir.
Ebu Hanife’nin kendi öğrencileri, Muhammed, Ebu Yusuf, Züfer ve diğerleri, kendi hocalarının kabrinde böyle bir tevessülde bulunmazlarken, hocalarının kabrindeki bu faziletlerin(!) onlara gizli kalıp, bunun farkına varanın Şafii olması da hiç inandırıcı gelmemektedir.
Dahası Şafi Bağdat’a geldiğinde, yanlarında dua kasdedilen türbeler, zaten henüz mevcud değildir. Böylesi bir uygulama Şafi zamanında daha bilinmemektedir.478
Şafi’nin kabirlerde namaz kılmayla alakalı mezhebi ve fetvası malumken, insanlara bunun çirkin ve kötü olduğunu söyledikten sonra, 479 bu fiili kendisinin mi işlediği iddia edilmeye çalışılıyor?!

477 Hatib’u’l Bağdadi, Tarihu’l-Bağdat, 4/209
478 İbn-i Teymiyye, İktıda, 1/206
479 Şafii, el-Umm, 1/463


BÖLÜM
HOŞAFÇI’NIN İSTİĞASEYE DELİLLERİ
Meşru Yardımlaşmayla Delil Getirmesi


s. 272’de diyor ki: “Allah insanların birbirine yardım etmesine
izin vermiş, ihtiyacı için yardım isteyen kişiye icabet edip yardım etmeyi emretmiştir. Sıkıntıda olanın sıkıntısının giderilmesi, muhtaç ve zorda olana yardım edilmesi gerektiğiyle alakalı birçok hadis-i şerif varid olmuştur
.
Ölülerden ve uzakta olan velilerden medet istenebileceğini ispatlamaya çalışan Hoşafçı’nın bu sözlerinin, niza mahallinden ne denli uzak olduğu ortadadır.
Hayatta olan ve hazır bulunan kimseden, gücünün yeteceği bir konuda yardım istemenin caiz olduğu, zaten kimse tarafından inkâr edilen bir mesele değildir.
s. 273’de diyor ki: “Sahabe-i Kiram, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’den şefaat diler, hastalık, bela, borç gibi aciz oldukları herhangi bir durumda ona hallerini anlatır, sıkıntılar için ona müracaat eder, ondan yardım isterlerdi.”
Hoşafçı’nın bütün bu anlattıkları, konudan uzak meselelerdir. Onun isbat etmesi gerektiği halde beceremediği şey, sahabenin bütün bu söylenilenleri Ne- bi aleyhisselam’ın vefatından sonra da yapıyor olduklarını ortaya koymaktır. Ancak o, buna dair tek bir sahih nakil getirememiştir. Ömrünün sonuna kadar da uğraşsa asla getiremez!

Nebi aleyhisselam’ın Mucizeleriyle Delil Getirmesi
s. 273’de ve s. 105’de, “Katade iyileşmek için peygamberimizden yardım istiyor.” başlığı altında,harbde gözünden yara alan Katade’ninNebi aleyhisselam’a geldiğini, onun da elini Katade’nin gözüne koyup sıvazladıktan sonra gözünün iyileştiğini aktarmaktadır.
Rivayetin sıhhati bir tarafa, anlatılan hadisenin, konumuz olan ölülerden veya uzaktaki kimselerden yardım/medet dilenmesiyle yakından veya uzaktan bir ilgisi yoktur. Rivayet ancak Nebi aleyhisselam’ın mucizelerine örnek olabilir.
Ayrıca Hoşafçı’nın kıssaya koyduğu başlıktan anlaşıldığı gibi Katade, gözünün iyileşmesi için yardım istemeye değil, yine kıssayı onun aktardığı şekliyle, gözünü çıkarıp atmak için izin istemeye gelmiştir.
s. 274’de “Muaz, Peygamberimizden kolunun iyileşmesini istiyor.” başlığı altında, savaşta kolu kopan Muaz’ın, kopan koluyla beraber Nebi aleyhisselam’a geldiğini, onun da kopan kolu tükürüğüyle yapıştırdığını aktarmaktadır.

Bu rivayette anlatılan şeyin de Katade’nin yaşadığından bir farkı yoktur.
Hadisenin sahih olduğu takdirde ifade edeceği tek şey, Nebi aleyhisselam’ın tükürüğünün bereketiyle, bir mucizenin gerçekleştiğidir. Ölülerden veya uzaktakilerden medet istemenin şirk olmadığı değil!
Ayrıca Muaz da -başlıkta anlatıldığı gibi- Nebi aleyhisselam’dan kopan kolun iyileşmesini istemiş değildir. Hoşafçı’nın aktardığı kıssaya göre Muaz’ın yaptığı şey, sadece kopan koluyla beraber Nebi aleyhisselam’ın yanına gelmektir.
s. 274’de ve daha önce s. 105’de, “Ebu Hureyre, unutkanlığını peygamberimize şikayet ediyor.” başlığı altında, Ebu Hureyre’nin duyduğu hadisleri unutmak istemediğini söylemesi üzerine, Nebi aleyhisselam’ın ona ridasını yere sermesini söyleyip elleriyle havada bir şey avuçlar gibi yaptıktan sonra ridasını tekrar giymesini emrettiğini, Ebu Hureyre’nin bundan sonra hiçbir şeyi unutmadığını aktarmaktadır.
Herkes tarafından açıkça görüldüğü gibi, bu rivayet ile öncekiler arasında herhangi bir fark yoktur. Onlar gibi bu da Nebi aleyhisselam’ın mucizelerine birer örnektir.
s. 275’de diyor ki: “Dikkat edilirse, Ebu Hureyre hiçbir şeyi unutmamak için peygamberimize müracaat etmiştir. Bu, Allah’tan başka hiç kimsenin veremeyeceği bir şey değil midir? Peygamberimiz onu şirkle ittiham etmemiştir.”
La havle ve la kuvvete illa billah!
Bir kere Ebu Hureyre’nin “Bana hiçbir şeyi unutturma ya Rasûlallah!” diye bir talebi olmamıştır. Yaptığı şey, unutkanlığından dolayı şikâyetçi olmaktır.
Nebi aleyhisselam’ın mucizesi üzerine de Allah’ın izniyle unutkanlık ortadan kalkmıştır.
Aynı şekilde gözü çıkan, kolu kopan ve unutkanlık şikâyeti olan birisi, salih olduğunu düşündüğü bir zata gidip şifa bulmak için ondan dua isteyebileceği gibi, Allah’ın kevni sebeplerine başvurup uzman doktorlara giderek tedavi olmayı da isteyebilir.
Bu üç suretten hiçbirini de hiç kimse şirkle itham etmez.
Hoşafçı, bunlar yerine, Nebi aleyhisselam vefat ettikten sonra gözü çıkan, kolu kopan veya başka bir şikayet ve sıkıntısı olan bir sahabînin kabre gelerek veya uzaktan bu sıkıntılarına çözüm bulmak için Nebi aleyhisselam’a baş- vurduğuna dair bir rivayet getirseydi ya!!


Süleyman aleyhisselam Kıssasıyla Delil Getirmesi
s. 275’de ve daha önce s. 102’de diyor ki: “Hz. Süleyman, yanındaki insanlardan ve cinlerden oluşan topluluğa, “Aylarca uzaklıktaki Belkıs’ın sarayındaki tahtını bana kim getirir?” (Neml, 38) diye istediğinde ifrit (cin): “Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm. Ve gerçekten bunu yapmaya hem gücüm hem de güvenim var dedi.” (Neml, 39) Yanında kitaptan bir ilim bulunan zat ise “Ben onu sana gözünü kırpmadan önce getiririm.” dedi. Derken onu yanında durur görünce “Bu, Rabbimin bir lütfudur dedi.” (Neml, 40)

Üç aylık mesafede sarayın içindeki tahtı göz açıp kapayana kadar duvarlardan geçirip getirmeye Allah’ın gücü yeter, hiçbir insan bunu yapamaz.
Süleyman bunu Allah’tan değil, cin ve insanlardan istiyor. Allah buna kızmıyor, bir de Kur’an’da yazıyor. Sizin mantığınıza göre Süleyman şirk mi işledi? Ne kadar yanlış düşünüyorsunuz
.

Bizim mantığımıza göre Süleyman şirk mi işlemiş?! Hâşâ ve kella!
Süleyman aleyhisselam’ın yaptığı, gücünün yeteceği bir konuda hay/yaşayan ve hazır/yanında bulunan kimselerden bir istekte bulunmaktadır. Bunun şirk olduğunu söyleyen kim?!
Onun yaptığı işin ölüye veya gaib olan bir kişiyi yardıma çağırmakla ya da hazır bulunanlardan Allah’tan başkasının gücünün yetmeyeceği bir konuda medet istemeyle ne ilgisi var?!
Süleyman aleyhisselam demiş ki: “Aylarca uzaklıktaki Belkıs’ın sarayındaki tahtını bana kim getirir?” (Neml, 38)
Bu, Süleyman aleyhisselam’ın sözünü içeren ayete, durumu dramatize etmek için Hoşafçı’nın bir yakıştırması.
Süleyman aleyhisselam’ın istediği şey “üç aylık mesafede bulunan sarayın içindeki tahtın göz açıp kapayana kadar getirilmesi” değildir.
Süleyman aleyhisselam, sadece “O bana Müslüman olarak gelmezden evvel onun tahtını bana hanginiz getirir?”480demektedir.
Hoşafçı, buna “Allah’ın gücü yeter, hiçbir insan bunu yapamaz.” diye iddia etse de getirdiği ayet kendini tekzib etmektedir.
Allah’ın kulları arasında çok uzak mesafelerdeki bir şeyi bir anda getirme istidat ve kabiliyetine sahip birileri varmış ki bunu yaptılar.
Mesele gayet basittir. Hoşafçı, sadece yaygara yapmaya çalışmaktadır.
Ardından diyor ki: “Cine bu gücü veren Allah, bir Allah dostuna neden vermesin? Vermeyeceğine dair elinizde bir delil var mı?”
Cine bu gücü veren Allah, elbette bir Allah dostuna da verebilir.
Elimizdeki deliller, vermeyeceğine değil, vefat etmiş veya gaib kimselerden, ya da hazır kimselerden Allah’tan başkasının gücünün yetmeyeceği konularda medet istenmeyeceğine dairdir.
Dostlarına böyle bir gücü verebilecek olan aynı Allah, “Allah dışında kıyamet gününe kadar kendisine icabet edemeyecek, onların dua ettiğinin farkında bile olmayan kimselere yalvarandan daha sapık kim olabilir?!”481 bu- yurarak, ölülere yalvarıp onlardan medet istemeyi menetmektedir.
s. 277’de sanki bunu inkâr eden varmış gibi diyor ki: “Görüldüğü gibi Allah isterse, istediğine olağanüstü güçler verebilir. Bunlar peygamberler de olabilir, insanlar da. Numuneleri gerek sahabede gerekse daha sonra da vardır.”

480 Neml, 38
481 Ahkaf, 5

Hoşafçı’nın isbat etmesi gerektiği halde bir türlü muvaffak olamadığı ve asla olamayacağı numuneler ise, sahabenin, Nebi aleyhisselam vefat ettikten sonra, ondan yardım/medet istediklerine dair olanlardır.
Böyle bir numune bulamadığı için Nebi aleyhisselam’ın mucizeleri, enbiya kıssaları ve sahabe kerametleriyle sözü uzatıp okuyucunun kafasının karıştırmaya çalışmaktadır.

“Ey Muhammed” Şiarıyla Delil Getirmesi

s. 279’da diyor ki: “Hafız İbn-i Kesir’in naklettiğine göre, Yemame Vakıasında Müslümanların şiarı “Ey Muhammed!” sözleriydi.”

Hoşafçı, galiba aramızdaki ihtilafın, Allah’tan başka hiç kimsenin adı önüne “ya” nida edatının konulmayacağıyla ilgili olduğunu zannetmektedir.
Şunu belirtelim ki, bilindiği üzere tarih kitaplarında doğru şeyler olduğu gibi yalan yanlış şeyler de vardır. Ve bunların birçoğu, senetsiz olarak aktarılmaktadır.
O yüzden denilmiştir ki: “İsnad dindendir. İsnad olmasaydı, dileyen dilediğini söylerdi.”
Eğer Hoşafçı, bir tarih kitabından, isnadsız olarak Nebi aleyhisselam’a nisbet edilen bir söz getirmiş olsaydı, sıhhatini bilemediğimiz o hadis bile, delil olarak bir şey ifade etmezdi. Kaldı ki bu etsin. Bu birincisi.
İkinci olarak
ise bu olayı senetsiz olarak zikreden İbn-i Kesir, söylediği şeyin ne anlama geldiğini iyi bildiği için Hoşafçı’nın kıt anlayışının aksine “Müslümanlar o gün peygambere istiğase yapıyorlardı.” demek yerine “Müslümanların o günkü şiarı, ey Muhammed sözleriydi.” demektedir.
Hoşafçı ise haberdeki şiarın ne anlama geldiğini bilmediği için bunu şirk olan istiğaseye delil zannetmektedir.
Şiar, harbde aynı safta savaşanların birbirlerini tanımaları için kullandıkları bir slogandır.
Bagavi diyor ki: “Savaş başlayıp Müslümanlar düşman ile içiçe girince, imam, Müslümanların düşmandan ayırt edilmeleri için söyleyeceği bir şiar tayin eder.”482
Nebi aleyhisselam’ın, “Hâ-mim. Lâ yunsarûn”u şiar tayin ettiği,” 483 “öldür, öldür” sözlerini şiar olarak kullandığı bilinmektedir.484Aynı şiarı Ebu Bekir radıyallahu anh da kullanmıştır.485

482Begavi, Şerhu’s-Sünne, 11/52
483 Ebu Davud, Sünen, 2597; Tirmizi, Sünen, 1682
484 Hakim, Müstedrek, 2/107-108
485 Ebu Davud, Sünen, 2638

Muhacirlerin şiarının “Abdullah,” ensarın şiarının “Abdurrahman” olduğu da kaynaklarda geçmektedir.486
İbn-i Ebi Şeybe diyor ki: “Bize Veki anlattı, dedi ki; bize Hişam b. Urve babasından anlattı, dedi ki: “Müseyleme günü/yani aynı Yemame vakası, Müslümanların şiarı ‘Ey bakara suresi ashabı’ idi.”487
İbn-i Kesir’in isnadsız aktardığı haber karşısında, İbn-i Ebi Şeybe’nin
sahih isnadıyla yaptığı rivayet! Sizce hangisini kabul etmeliyiz?
Eğer “Ey Muhammed” şiarı, O'ndan medet isteyip istiğase yapmaya delilse, “Ey bakara suresi ashabı” kimden istiğase yapmaya delil olur?!
Muhacirler “Abdullah,” ensar da “Abdurrahman” diye seslenirken kimden istiğase yapıp medet istemektedirler?!
Yine Ebu Bekir radıyallahu anh zamanında Hevazin gazvesinde, Müslümanlar Nebi aleyhisselam ile -hâşâ- istiğase(!) yapmayı neden bırakıp şiar olarak “öldür, öldür” diye seslenmeyi tercih ettiler?!
Yoksa “öldür, öldür” demek de başka birisinden medet istemenin başka bir şekli midir?


Ayağı Uyuşan Kişinin, “Ey Muhammed” Demesiyle Delil Getirmesi


s. 279’da diyor ki: “Abdullah b. Sa’d şöyle anlatıyor: “Bir kere Abdullah b. Ömer’in ayağı uyuştu. O zaman bir adam ona, en sevdiğin insanı an dedi. O da “Ya Muhammed!” deyince bağlarından kurtulmuş gibi rahatladı.”
Benzerleri arasında en sağlamı olsa da bu eserde de zayıflık vardır.
Eseri “Ebu İshak Amr. b. Abdillah es-Sebii rivayet etmektedir. Kadrinin büyüklüğüyle beraber, tedlis ve ihtilat ile bahsedilenlerden biridir. Burada da ‘işittim’ dememiştir. Dolayısıyla sigası, inkıta/kopukluk ifade etmektedir.”488

486 Ebu Davud, Sünen, 2595
487 İbn-i Ebi Şeybe, Musannef, 18/178 no: 34257
488 Kevseri, (Ahmed Ğumari’den naklen), Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri, 340

Şube, ondan, ihtilatından önce rivayet edenler arasında sayılsa bile, eseri bazen Heysem b. Haneş’ten,489bazen Ebu Şube (veya Ebu Said)’den, bazen de Abdurrahman (Hoşafçı’nın dediği gibi Abdullah değil) b. Sad’dan rivayet etmesi, bu eserin karıştırıp ızdıraba düştüğü rivayetlerden biri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Ayrıca eserin aktarıldığı Edebu’l-Müfred’in bazı nüshalarında “Ya Muhammed” değil, nida edatı olmaksızın “Muhammed” şeklinde geçmektedir.490
Her halükarda eserin sahih olduğu takdirde dahi ifade edeceği yegane anlamı, ayağı uyuşan kimsenin, en sevdiği kişiyi hatırlayıp onu anmasıdır. Ondan sıkıntısının giderilmesini istemek veya sıkıntısının giderilmesini onu vesile ederek istemek değil!
Ayağı uyuşan kişinin sevdiğini anması ne tevessül ne de istiğasedir.
Sevdiği kişiyi anınca, kalbin daha hızlı çarparak kan dolaşımının hızlanması neticesinde uyuşukluğun geçmesi şeklinde bilimsel olarak da açıklanabilecek bu tecrübî uygulama, cahiliye Araplarında, bilinen ve sıkça uygulanan bir yöntemdir.
“Derler ki insanın ayağı uyuşunca en sevdiği insanı anarsa uyuşukluğu gider.”491
Şair şöyle demektedir:
“Uyuşur ayağı, bazı zamanlarda
Geçmez uyuşukluk ‘ey Ateb’ demedikçe.”

Başka bir şair şöyle demektedir:
İbn-i Mus’ab’ı çağırırım, uyuşunca ayağım Bir Abdullah deyince, gidiverir zayıflığım.”
Bir başkası şöyle demektedir:
“Vallahi, ayağım uyuşup karıncalanınca Gidiverir o uyuşukluk seni anınca.”
Yine bir şair şöyle demektedir:
“Gözümün nuru olursun buluştuğumuzda
Şifam olur seni anmak, ayağım uyuştuğunda.”

Cahiliye Arab edebiyatında bunun örneklerini daha da çoğaltmak mümkündür.
Şimdi soralım; ayağı uyuşan İbn-i Ömer radıyallahu anhuma, en sevdiği insanın ismini anınca, bu ona istiğase veya onunla tevessül yapmaksa, sevdiği bir kadını veya adamı ya da çocuğu anıp ayağının uyuşukluğunu gideren cahiliye Arab’ı da o kadını, adamı ya da çocuğu mu yardıma çağırıp istiğase yapmakta veya Allah’tan o kadın, o adam ya da o çocuk hürmetine mi istemektedir?!
İbn-i Ömer radıyallahu anhuma, ayağı uyuştuğunda “Ey Muhammed” deyince, yetişip uyuşukluğu gideren Nebi aleyhisselam ise veya Allah, O'nun hürmetine uyuşukluğu gideriyorsa, sevdiği kadına, adama ya da çocuğa nida edip anan cahiliye Arabına yetişip uyuşukluğunu gideren de onlar mıdır?
Veya Allah, müşrik olan Arabın ayağındaki uyuşukluğu, sevdiği kadın, adam ya da çocuk hürmetine mi gidermektedir?!

489 İbnu’s-Sünni, Amelu’l-Yevmi ve’l-Leyle, no: 170
490 Bk. Muhammed b. Fuad Abdulbaki tahkiki, 250 no: 964
491 Kalakşendi, Subhu’l-A’şa, 1/463

Ayağı değilse de heva sebebiyle beyni ve kalbi uyuşmuş kimseler dışında herkes için mesele gayet açıktır.
s. 280’de diyor ki: “Sahabelerin ve tabiinin yaptıkları ortada iken medet ya Rasûlallah, medet ya mürşidim diyen bir insana nasıl kâfir dersiniz?”
Ya Subhanallah!
Hoşafçı’nın delilleri arasında, sahabenin ve tabiînin “Medet ya Rasûlallah, medet ya mürşidim” gibi sarih şirk içeren sözcüklerin cevazına gerekçe olabilecek türden tek bir şey gören varsa, ne olur bize de göstersin.
Hoşafçı’nın Allah’tan korkusu, kuldan utanması hiç mi yok?!
Sahabeye ve tabiîne ne türden bir töhmet ile iftira ediyor olduğunun ve Allah’a bunun hesabını vereceğinin farkında değil mi?
Sahabenin hangisi, vefatından sonra bir sıkıntısı için “Medet ya Rasûlallah, yetiş ya Rasûlallah” diye, Allah’ı değil de Rasûlünü çağırmış?
Tabiînden hangisi Allah’dan başkasına dua ve ibadet anlamına gelen istiğase ile benzeri küfür ve şirk içeren sözler söyleyerek Allah’tan başkasını çağırmış, O’ndan gayrısına yalvarmış, O’ndan başkasından medet/imdat istemiş?!!
Buna dair doğru dürüst tek bir delil bile zikredemezken, onların buna benzer fiillerinin hem de “ortada” olduğunu iddia etmek, selefe yapılmış ne büyük bir zulüm ne azim bir cürümdür!!..



Çölde Hayvanı Kaçanın, “Ey Allah’ın Kulları, Hapsedin” Demesiyle Delil Getirmesi


s. 285’de diyor ki: “Abdullah b. Mes’ud’dan rivayet edilen (hadiste şöyle denmektedir) “Sizden birinizin hayvanı çölde ipinden boşanıp kaybolursa ‘Ey Allah’ın kulları hapsedin, Ey Allah’ın kulları hapsedin’ diye iki defa seslensin. Zira Allah’ın yeryüzünde onu hapsedecek olan hazır kulu vardır.”
“Tevessül ve istiğaseyi kabul etmeyenlerin zayıf dediği bu hadisi, itibar ettikleri âlimlerinden İbn-i Teymiyye, bu hadisteki gibi dua edilmesini sünnete uygun görmüş ki, el-Kelimu’t-Tayyib “sünnete uygun dua” adlı eserine almıştır. İtiraz da etmemiştir. Burada hem zayıf hadisle amel var hem de Allah’tan değil de bir başkasından yardım isteme var. İbn-i Teymiyye insanlardan yardım istemeyi (istiğase) kabul etmezken, bu hadisteki gibi ‘Ey Allah’ın kulları’ diye seslenerek yardım istemeyi sünnete uygun görmüştür
.” (Hoşafçı’nın sözü bitti)
Birinci olarak eser zayıftır.
Ravilerinden Maruf b. Hassan hakkında Ebu Hatim “mechul” derken, İbn-i Adiyy, “münkeru’l-hadis” ifadesini kullanmaktadır.492
Heysemi ise “senedinde Maruf b. Hassan vardır ki o zayıftır” demektedir.493
Hadisteki diğer bir illeti, İbn-i Hacer “Senedinde İbn-i Mesud ile İbn- i Bureyde arasında inkıta/kopukluk vardır.” sözleriyle ifade etmektedir.494
Hadisin üçüncü illeti, Said b. Ebi Arube’nin “an'ane” yapmasıdır. Zira o “çokça tedlis yapan”495bir müdellistir.
Özetle, ravilerinden birisi zayıf olan, senedinde kopukluk bulunan ve diğer müdellis bir ravinin “anane” yaptığı bu rivayet zayıftır.496
“Hadis ilimleriyle alakalı bilgisi ve bu fende müşarekesi olanlar arasında, hadisin sahih veya hasen olduğunu söyleyen de yoktur. Ya zayıf demekte ya da zayıf diyenlerin sözlerini nakletmektedirler.”497
İbn-i Teymiyye’nin adı geçen kitabında zikredip itiraz etmediği tek zayıf hadis de bu değildir. Elbani, kitabın tahkikinde, bununla beraber onlarca zayıf hadis olduğunu tesbit etmiş, dahası birkaç tane mevzu hadis bulunduğunu da ifade etmiştir.
İbn-i Teymiyye’nin bunları bir açıklama ve itiraz getirmeden serdetmiş olmasını, mukaddimede uzunca, maddeler halinde açıklamıştır.498
Kitabın adını, Sünnete Uygun Dua diye aktarmak, zannediyoruz
mütercimin tasarruflarını müellife mal etme örneklerinden biridir.
Hadiste “Allah’tan değil de bir başkasından yardım isteme” olduğu doğru ise de İbn-i Teymiyye’nin “insanlardan yardım istemeyi kabul etmemesi” iddiası, Hoşafçı’nın konuyu ne kadar doğru anladığını veya ne kadar doğru aktardığını gözler önüne sermesi açısından pek manidardır.
Zira İbn-i Teymiyye’nin ve diğer bütün selefilerin, gücünün yettiği hususlarda, yaşayan ve hazır olan kimselerden yardım/imdat isteme konusunda bir itirazları yoktur.
Hadisi okuyan herkes Allah’ın dışında kendilerinden yardım istenilen meleklerden veya cinlerden olan varlıkların, yaşayan varlıklar olduklarını, “hazır” sözcüğünden gaib olmayıp hazır ve nazır olarak orada mevcud bulunduklarını, “sizin için onu hapsedecek olan” ifadesinden ise yardım istenilen konuda (yani kaçan hayvanı yakalamada) güç, kuvvet ve yetkilerinin olduğunu kolayca anlayabilir.

492 Zehebi, Mizan, 4/354 no: 8161; İbn-i Hacer, Lisan, 8/107 no: 7829
493 Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 10/132
494 İbn-i Allan, Futuhatu’r-Rabbaniye, 5/150
495 İbn-i Hacer, Takrib, 384 no: 2378
496 Bkz: Salih Al’uş Şeyh, Hazihi Mefahimuna, 52-53
497 Salih Al’uş Şeyh, Hazihi Mefahimuna, 53
498 Elbani, el-Kelimu’t-Tayyib, Tahkik, 49-57

Yani "yaşayan", orada “hazır” bulunan göremediğimiz varlıklardan, tahsis edildikleri bir vazifeyle alakalı böyle bir yardım talebinde bulunmakla, hayvanı kaçan bir kimsenin çevresindeki arkadaşlarından veya diğer kafi- lelerdeki bazı insanlardan yardım ve imdat talebinde bulunması arasında bir fark yoktur.
İkinci suret şirk olmadığı, caiz ve meşru olduğu gibi, birinci suret de şirk değildir. Hadisin sahih olması halinde de meşru olur.
Dolayısıyla “Ey Allah’ın kulları” diye hay, hazır ve kadir olan meleklere veya insanlara seslenip yardıma çağırmanın; ölüye, gaib ve uzakta olan kimseye Allah’tan başkasının gücünün yetmeyeceği konularda seslenme ve medet istemekle bir alakası yoktur.
Mesele gayet basittir.
s. 286’da diyor ki: “Utbe b. Gazavan’dan rivayet edilen bir hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Sizin biriniz bir şey kaybederse yahut yanında arkadaşı bulunmadığı bir yerde yardım dilerse, ‘Ey Allah’ın kulları bana yardım edin, Ey Allah’ın kulları bana imdat edin’ desin. Çünkü Allah’ın bizim görmediğimiz kulları vardır.”
Heysemi diyor ki: “Hadisi Taberani rivayet etmiştir. Bazılarındaki zayıflık ile beraber, ravileri tevsik edilmiştir. Ancak ne var ki Yezid (veya Zeyd) b. Ali, Utbe’ye yetişmemiştir.499
Yani İbn-i Hacer’in de ifade ettiği gibi “senedi munkatı/kopuktur.”500
Hoşafçı “Hanefi usulcülere göre zarar vermez.” diye iddia etse de senetteki kopukluk hadisçilerin sözbirliği ile zayıflık sebebidir.
Munkatı olan rivayeti kabul etmenin anlamı, arada kim ve ne olduğunu bilmediğimiz bir kimsenin aktardığı haber üzerine din bina etmektir.
Heysemi’nin sözünü ettiği zayıflık olan bazı raviler de Abdurrahman b.
Şerik ile babası Şerik b. Abdullah’tır.
Abdurrahman hakkında Ebu Hatim, “vahiyu’l-hadis” derken501İbn-i Hacer, “saduktur, hata eder” demektedir.502
Babası Şerik hakkında ise “Saduktur, çok hata eder. Kûfe kadılığına geldikten sonra hafızası değişmiştir.” demektedir.503

499 Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 10/132
500 İbn-i Allan, Futuhatu’r-Rabbaniyye, 5/150
501 İbn-i Hacer, Tehzib, 2/515-516
502 İbn-i Hacer, Takrib, 582 no: 3918
503 A.g.e., 436 no: 2802

Özetle senedindeki kopukluk ve iki ravisindeki zayıflık sebebiyle bu isnad da zayıftır.
s. 287’de diyor ki: “İbn-i Abbas’tan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Şüphesiz ki Allah’ın hafaza meleklerinin dışında yeryüzünde melekleri vardır ki ağaç yapraklarından düşenleri yazarlar. Sizden birinize çöl arazisinde bir aksaklık isabet ederse, Ey Allah’ın kulları, bana yardım edin diye seslensin.’”
Diğerleri arasında en sağlamı olan bu rivayette de zayıflık vardır.
Hadisi rivayet eden Bezzar, “Nebi aleyhisselam’dan, bu lafızlarla bu isnaddan başkasıyla rivayet edildiğini bilmiyoruz.” demektedir.504
Ravilerinden Usame b. Zeyd’i ta’dil edenler olduğu gibi cerhedenler de olmuştur.505Bu, Usame’nin teferrüd ettiği/tek başına kaldığı rivayetlerde bir şaibe olduğu anlamına gelmektedir. Bu hadiste, onun teferrüd ettiği riva- yetlerdendir.
Ayrıca hadisi Usame’den merfu olarak aktaran Hatim b. İsmail’den daha sağlam bir ravi olan Ca’fer b. Avn, ona muhalefet ederek aynı Usame kanalıyla İbn-i Abbas radıyallahu anhuma’dan mevkuf olarak, yani onun sözü olarak aktarmaktadır.506
Yani doğrusu rivayetin Nebi aleyhisselam’ın sözü olarak merfu oluşu değil, İbn-i Abbas radıyallahu anhuma’nın sözü olarak mevkuf oluşudur.
Her halükarda hadis, Hoşafçı’nın sadedinde olduğu ölülerden medet dilenmeye delil olmaz. Hadiste “Ey Allah’ın kulları” diye nida edilip yardım istenen varlıkların, yaşayan ve hazır olan melekler olduğu, kendilerine yapılan hitabı işittikleri Allah’ın izniyle de icabet ettikleri gayet açıktır.
Bu ve benzeri rivayetlerden yola çıkarak ölmüş olan veya uzakta bulunan kimselere nida ederek, yardım/medet dileneceğini söylemeye yeltenenler, Allah’ın Rasûlüne alenen iftira etmektedirler.
Zira bu ikisi arasında yakından veya uzaktan bir alaka yoktur.
Bununla beraber, İbn-i Hacer’e itimaden rivayeti hasen olarak gören507 veya zayıflığı ile beraber bununla amel etmede tesahül etmek isteyenler de varsa, hadisin delaleti ile sınırlı kalmalı, kıyasa yeltenerek bunu her şeye ve herkese genellememelidirler.
Çünkü bunlar, kıyasın caiz olmadığı konulardır.
Herevi’nin aktardığına göre, Abdullah b. Mübarek, seferlerinin birinde kaybolunca, içinde bu rivayetin yazılı olduğu cüzleri isteyip senetlerine bakmaya başlamıştır.
Herevi der ki: “İsnadını görmediği bir dua ile dua etmeyi caiz görmemiştir.”508
İşte selefin ve onlara uyanların yolu, bu şekilde isnadları araştırmaktır.
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine gıyreti olmayan haleften bazılarının ve onlara uyanların yolu da hevalarını teyid ettiğini düşündükleri her bir şeyi, zayıf, münker, mevzu ve yalan olduğuna bakmaksızın delil olarak pervasızca ileri sürmektir.
Selef ve onlara uyanlar önce delili görür, sübutunu öğrenir, sonra inanç ve eylem olarak delilin gereğini yerine getirirler.
Haleften heva ehli olanlar ve onlara uyanlar da önce inanıp uygulamaya koydukları şeylere delil aramaya çalışırlar. Çoğu sefer de Hoşafçı’nın düştüğü bu durumlara düşmekten kurtulamazlar.

504 Heysemi, Keşfu’l-Estar, 4/34
505 İbn-i Hacer, Tehzib, 1/108
506 Beyhaki, Şuabu’l-İman, 4/34
507 İbn-i Allan, Futuhatu’r-Rabbaniyye, 5/151
508 Elbani’den naklen, bk. Silsiletu’l-Ehadisu’d-Daife, 2/109


BÖLÜM

TEBERRÜK


TEBERRÜK
Bereket
, artma ve çoğalma demektir. Teberrük ise hayrın artmasını/çoğalmasını ve devamlı olmasını isteme anlamına gelmektedir. Bir şey ile teberrük etmek, onun vasıtasıyla hayrın çoğalıp devam etmesini istemektir.
Nizaya konu olan teberrük, evliya ve salihlerin bedenleri, bedenlerinden ayrılan ter, tükürük, sümük, kıl gibi şeyler, yiyip içtikleri, abdest aldıkları sulardan arda kalanlar veya bulundukları, oturdukları, dokundukları yerlerle mezar ve türbelerini teberrük etmek, bunlara el, yüz, göz sürüp şifa ve bereket umarak bunlar vasıtasıyla hayrın artmasını istemektir.
Veya Hoşafçı’nın s. 244’de söylediği gibi, bunları Allah’a ulaşmak için edinilen bir vesile olarak görmektir.
Selefilerin inkâr edip meşru olmadığını söylediği, şirke vesile olabilecek teberrük budur.
Hoşafçı, ya bunu bilmediğinden veya getirecek bir delili olmadığından yada okuyucuya selefilerin kabul etmediği teberrükün Nebi aleyhisselam’ın zatıyla yapılan meşru teberrük olduğunu vehmettirmek için, bunlara dair tek bir delil zikretmezken, sayfalar boyunca, birçoğu zaten selefiler tarafından da kabul edilen, Nebi aleyhisselam’ın zatıyla yapılan teberrüke dair deliller aktarmaktadır.
s. 127’de bu delillerin bazısına işaret ettikten sonra, sanki bunlara karşı çıkan varmış gibi, “Şimdi, ashab-ı kiramın Peygamberimize yaptıkları bu sevgi, ta’zim ve hürmete ne diyeceksiniz?” diyerek, okuyucuya, hasmı olan selefileri nasıl da susturduğunu(!) ifade etmektedir.
Ardından “Sahabe daha da aşırıya gitmiş(!) Peygamberimizin kanını, idrarını, terini içmiştir. Zaten bunların hepsi teker teker ileride teberrük bölümünde kaynaklarıyla beraber açıklanacaktır.” sözleriyle niza olduğunu sandığı veya vehmettirmeye çalıştığı konuları, kaynak ve delilleriyle açıklayacak olmanın zafer çığlıklarını(!) müjdelemektedir(!)
Bunların hepsi teker teker kaynaklarıyla açıklanacaktır.” sözünü verse de, sahabenin Nebi aleyhisselam’ın idrarını içtiklerini, ne kaynaklı ne kaynaksız, ne sahih ne de zayıf bir delille açıklamakta, bunu bir daha bahis konusu etmemektedir.
Hasais kitaplarında konuyla ilgili aktarılan rivayetlerin sahih veya zayıf olmasını göz ardı ederek ifade etmek lazımdır ki, uygulandığı varsayılan böyle bir tatbikatın Nebi aleyhisselam’dan başkasına uygulanmayacağı, tek kelimeyle ümmetin icmasıdır.
Olur ya, bu söze itimad eden bazı okuyucu, yine ondan öğrendiği bâtıl ve fasid kıyasla, Allah dostu veya peygamber varisi diye inandığı bir kişinin icma ile necis/pis olan idrarını içmeye ve bununla teberrük edip Allah’a
ulaşmaya kalkışabilir.

Hoşafçı s. 246’dan s. 262’ye kadar, “Nebi aleyhisselam’ın bardağı ile teberrük,” “…Abdest suyu ile teberrük,” “…teri ile teberrük,” “…cübbesiyle teberrük,” “…kanı ile teberrük,” “…saçı ile teberrük,” “…tükrüğü ve abdest suyu gibi eserlerine sahabe-i kiramın saygısı,” “... saçlarını insanlara dağıtması…” başlıkları altında uzun uzun, umumen selefilerin de kabul ve ikrar ediyor oldukları meşru teberrükün örneklerini ihtiva eden sahih veya zayıf birçok delil zikretmektedir.
Bu sayılanların hiçbiri Selefiler ve tasavvufçular arasındaki niza mahallinde zikredilmeleri herhangi bir anlam ifade edebilecek delil ve nakiller değildir.
Belirttiğimiz gibi Hoşafçı, ya konuyu anlamamış ya anlamış da niza yerinde ortaya koyacak bir hücceti olmadığı için okuyucunun gözünü bunlarla doldurup onları aldatmaya çalışmaktadır.
Biz diyoruz ki, Nebi aleyhisselam’ın mübarek zatıyla ve bedeniyle, mübarek bedeninden ayrılan şeylerle, içtiği, abdest aldığı suyun arda kalanıyla, hasılı bu konuda sabit olan her bir rivayetin içerdiği şeyiyle teberrük etmek caiz ve meşrudur. Ehl-i sünnet ve selefiler arasında bunu inkâr eden de yoktur.
Ancak biz diyoruz ki, bu türden bir teberrük, sahabe ve tabiînin icması, söz ve eylem birliğiyle Nebi aleyhisselam’a has, O'na özel bir uygulamadır. Bu konuda ümmetten herhangi birisinin, O'na kıyas edilmesi asla caiz değildir.
Hoşafçı’nın zikrettiği ve zikretmediği, sahih ve sarih birçok delille, Nebi aleyhisselam’ın zatı ve bedeniyle teberrük caiz ve meşrudur.
Sahabe, bu türden bir teberrükü, O hayattayken yapmış ve O bunu nehyetmediği gibi vefatından sonra da yapmışlardır.
Hoşafçı’nın isbat etmesi gerektiği halde tek bir rivayet dahi getiremediği teberrük ise, Nebi aleyhisselam’dan başkasıyla bu türden bir teberrükün yapılacağına delil olabilecek bir sahabî uygulamasıdır.
Yani onun asıl yapması gereken Nebi aleyhisselam’ın zatıyla teberrük yapılabileceğini ispatlamaya çalışmak yerine, aynı türden bir teberrükün, O hayattayken veya vefatından sonra sahabe arasında da birbirlerine karşı yapıldığını, veya tabiînin sahabeyle yaptığını, ya da onlardan sonra gelenlerin tabiînin büyükleriyle teberrük ettiğini ispatlayacak delil ve hüccetler ortaya koymaktır.
Buna dair, sahih ve sarih tek bir delil ortaya koyamadığı ve asla da koyamayacağı için, ihtilaf olmayan teberrükün delillerini uzattıkça uzatmaktadır.

Nebi aleyhisselam’dan sonra sahabenin, aynı türden bir teberrükle ümmetin en hayırlısı ve en efdali olan Ebu Bekir’le, ondan sonra Ömer’le, ondan sonra Osman’la, ondan sonra da Ali ile radıyallahu anhum teberrük ettiklerine dair tek bir rivayet zikretseydi ya!
Nebi aleyhisselam’la kan bağları bulunan, cennet gençlerinin efendileri, Hasan ve Hüseyin'le teberrük edildiğine dair tek bir rivayet gösterseydi ya!
Aşere-i Mübeşşere ile, Bedir ashabı ile ve Rıdvan beyatı ehliyle teberrük edildiğine dair tek bir haber aktarsaydı ya!
Nebi aleyhisselam’ı görme ve sohbet etme şeref ve faziletine nail olamamış, tabiînden bir kişinin O'nun ashabından bir kişiyle bu türden bir teberrük yaptığına dair tek bir eser zikretseydi ya!
Sahabeye ulaşmamış imamlardan birisinden, tabiînin en hayırlıları Said İbnu’l-Müseyyeb’le, Üveys el-Karni ile, Hasanu’l-Basri ile teberrük yaptığına dair tek bir ipucu nakletseydi ya!
Hoşafçı, niza mahallinde delil olabilecek bu türden bir nakli ne burada yapmıştır, ne de bir başka bir yerde yapmaya gücü yeter.
Öyleyse diyoruz ki, bu ümmetin, Allah’ın kendilerinden razı olduğu salih selefi, Nebi aleyhisselam dışında hiç kimsenin zatıyla bu türden bir teberrük yapmamıştır.
Hatta o kimseler, akıbetleri bilinen, cennette olduklarına cezmedilen, ümmetin ve Nebiler ve Rasûller dışında bütün insanlığın en hayırlıları ve en faziletlileri de olsalar, bu türden bir teberrük yapılmayacağına, böylesi bir teberrüğün Nebi aleyhisselam’a has olduğuna ve kim olursa olsun, hiç kimsenin O'na kıyas edilmeyeceğine icma, söz ve eylem birliği etmişlerdir. Zira onlar, büyükler ile, evliya ve salihlerin kadir ve kıymetlerini bilme de, onlardan hasıl olacak hayır ve bereketleri elde etmeye çalışma da hiç şüphesiz bizden daha hırslı ve daha gayretli idiler.
Böyle olduğu halde, Nebi aleyhisselam dışında istisnasız herkesle alakalı bu türden bir teberrüğü terk etmiş olmaları, onların -hâşâ- kusur ve taksirlerinden değil, ancak ve ancak böylesi bir teberrüğün Nebi aleyhisselam’a has olduğunu bilmeleri ve öylece itikad ve amel etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Bir başkasının zatıyla teberrük etmede bir hayır ve fazilet olsaydı, bu konuda da elbet bizi geçer, bizden önce davranırlardı.
İmam Şatibi diyor ki: “Sahabenin hiçbiri, Nebi aleyhisselam’ın vefatından sonra O'ndan geriye kalan hiç kimseyle böyle şeyler yapmadılar. Oysa Nebi aleyhisselam, kendisinden sonra ümmet içinde Ebu Bekir’den daha faziletli birini bırakmamıştı. Halifesi olduğu halde, onun hakkında bu tür şeylerden hiçbiri yapılmadı. Ondan sonra ümmetin en efdali olan Ömer’le yapılmadığı gibi Osman’la da, Ali ile de yapılmadı.
Herhangi birisinin onlarla bu suretlerden birisi veya bir benzeriyle (yani saçıyla, elbisesiyle ve abdest suyuyla) teberrük ettiği, bilinen sahih bir yolla sabit olmamıştır. Öyleyse bu, bu tür şeyleri terketmeye dair, onların bir icmasıdır.”509
Hafız İbn-i Receb diyor ki: “Geriye bıraktığı şeyler ile teberrük, sahabenin Nebi aleyhisselam’a yaptığı, ancak kendi aralarında yapmadıkları bir şeydir. Aynı şekilde tabiînde, kadir ve kıymetlerinin yüceliğine rağmen, sahabeyle böylesi bir teberrük yapmamışlardır.
Bu delalet etmektedir ki abdest suyuyla, artıklarıyla, saçlarıyla, yiyecek ve içeceğinden arda kalanları yeme gibi şeylerle teberrük etmek, sadece Nebi aleyhisselam’la yapılabilecek, O'ndan başkasıyla yapılamayacak işlerdir.”510
Bazılarının yaptığı gibi, bu konuda evliya ve salihleri Nebi aleyhisselam’a kıyas etmek, birçok yönden hatalı, hatta bâtıldır.
Birincisi: Bahsi geçen sahabe icması, böyle bir kıyasın bâtıl oluşuna delil olarak yeter de artar.
İkincisi: Evliya ve salihlerin, Nebi aleyhisselam’a yaklaşmaları bile söz konusu olamazken, O'na denk yapılmaya çalışılmaları ve O'na has olan bir tatbikata ortak edilmeleri, bir sürü cevheri fark ile beraber kıyas yapmaktır. Böyle bir kıyas da ittifakla fasiddir.
Üçüncüsü: Evliya ve salihlerin gerçekten de böyle olup olmadıkları, bizim yakînen bildiğimiz değil, zahirlerinden zannettiğimizdir. Salah’ın esas mahalli olan kalbe ve serâire muttali olmak ise, ancak Allah’ın yapacağı bir şeydir.
Kaldı ki, tezkiye edildikleri nas ile sabit sahabeye bile böyle bir teberrük yapılmamışken salih oldukları zan ile varid diğerlerine nasıl yapılabilir?
Dördüncüsü: Nebi aleyhisselam, gelmiş ve geçmiş bütün günahları affedilmiş, masum bir zattır.
Büyük ve küçük bütün günahları işlemeleri aklî, şer’î ve hissî olarak
caiz, mümkün ve vaki olan diğerleri ona nasıl kıyas edilebilir?
Beşincisi: Velayet ve salah, hakiki itibarıyla, hüsnü hatimeyle bilinebilecek bir şeydir. Zira “ameller, sonlarına göredir.”511
Hatimelerinin ne şekilde olduğunu yakînen bildiğimiz sahabenin büyükleriyle dahi teberrük yapılmamışken, sonlarının ne olduğunu kesin olarak bilmediğimiz kimseler, Nebi aleyhisselam’a nasıl kıyas edilebilir?
Altıncısı: Nebi aleyhisselam’ın cennette olduğu muhakkaktır. Naslar ile sabit olanlar hariç, O'nun dışında kimsenin cennetlik olduğunu söyleyemeyiz.
Cennetlik olduklarını kesin bildiğimiz dört halife ve diğer aşere-i mübeşşere ile dahi böyle bir teberrük yapılmamışken, akıbeti mechul diğerleri, Nebi aleyhisselam’a nasıl kıyas edilebilir?
Yedincisi: İslam’da “kötülüklere sebep olabilecek ihtimalleri yasaklamak,” ittifakla kabul edilen bir kaidedir.
Evliya ve salihlerin bedenleriyle teberrük kapısı açılırsa, velayet ve salahı neyle tesbit edeceğini galiben bilmeyen avam, -memleketimizde de yaygın olan kanaate göre- aklî dengesi yerinde olmayan, cinlenmiş, necasetten temizlenmeye bile güçleri yetmeyen kimselerle teberrük etmeye kalkacak, dinin emir ve yasaklarından uzak, büyücü, deccal ve dolandırıcı şeyhlerin, olağanüstü olaylar gösteriyorlar gerekçesiyle evliya olduklarına karar verip ellerini, ayaklarını, tükürük ve sümüklerini öpüp yalamaya devam edeceklerdir.

509 Şatıbi, İ’tisam, 2/8-9
510 İbn-i Receb, Hikemu’l-Cedira, 55
511 Buhari, Sahih, no: 2633

Meraklıları, Şarani’nin Tabakat’ında, namaz kılmayan, içki içen, aklî dengesi yerinde olmayan, uluorta soyunup insanların içinde abdestini bozan, müritlerin cinsel yaşantılarını dikizleyen, fahişelerle düşüp kalkan, onlarla rakseden birçok evliya(!) kıssasına, kendi gözleriyle de şahid olabilirler.
Öyleyse böyle büyük bir fesada sebep olabilecek ve çokça da olan böyle bir kapının kapatılması şer’an bir gerekliliktir.
Sekizincisi: Aynı kaideden hareketle denilebilir ki avam, galiben kiminle teberrük edeceğini temyiz edemeyeceği gibi teberrüğün sınırlarını da galiben temyiz edemez.
Allah olduğunu iddia eden Hallac’ın müritlerinin, onun idrarını ellerine, yüzlerine sürdükleri, buhur yerine dışkısıyla tütsü yaptıklarına dair yapılan nakil bunun en çarpıcı örneklerindendir.512
İçinde yatan zatla teberrük edip “Allah’a vasıl olmak” gerekçesiyle türbeleri tavaf etmek, kabir toprağını yemek, duvar ve parmaklıklarına el ve yüz sürmek, dileklerde bulunup adaklar adamak, kurbanlar kesmek, kabir yanındaki ağaç ve çalılara hürmet ve ta’zimde bulunmak, üzerlerine ip, çaput ve tel bağlamak, birkaç cahilin ferdî davranışları değil, avamın çoğunun mübtela olduğu gerçek bir vakıadır.
Hoşafçı ve emsalleri bunlarla değil de bunlara mani olmaya çalışanlarla uğraştıkları için sayıları da azalmamaktadır.
Hasılı bütün bunlar, veli ve salih olduğu düşünülen herkesle teberrük etmenin caiz olduğu iddiasının, birçok sureti, insanı dinden çıkarıp şirke sokacak meyve ve semereleridir.
Dokuzuncusu: Böyle bir teberrükün yapılabileceğini söylemenin bir diğer büyük mefsedesi de bu uygulamanın, teberrük yapan için olduğu gibi kendisiyle teberrük edilen kişi hakkında da fitneye sebebiyet verebilmesidir.
Zira insan zayıftır ve şeytan damarlarda gezmektedir. İnsanı düşüreceği fitneden endişe edilerek bir kimseyi yüzüne karşı övmek yasaklanmışken, eli, ayağı öpülen, teri, tükürüğü, abdest aldığı ve içtiği suyun artığı kapışılan bir kişinin, bunlar sebebiyle kibir ve kendini beğenmişliğe kapılması pekâlâ kuvvetle muhtemeldir. Bu ve benzeri tutumlar, gerçekten salih ve muttaki olan bir kimsenin bile kalbini ifsad edebilir ve bu kalp hastalıklarıyla helak olmasına sebep olabilir.
Oysa bu ihtimal, masum olan Nebi aleyhisselam için söz konusu dahi değildir.

512 Şatibi, İ’tisam, 2/10

“Özetle bu tür şeyler, ta’zim eden için olduğu kadar, ta’zim edilen kişi için de fitne sebebidir. Zira bu tür şeyler, bid’ate sokacak derecede aşırıya gidilmesinden endişe edilen işlerdir. Hatta insanı şirk çeşitlerinden birisine bile düşürebilir.”513
Hoşafçı sahabeden veya selefin diğerlerinden, Nebi aleyhisselam dışında zat ve bedenle teberrük edilmesine dair tek bir rivayet zikredememişken, s. 266’da diyor ki:
“Ashab-ı kiramdan sonra selef-i salihîn de teberrük ile ilgili bu gibi tatbikatları kendi dönemlerinde tatbik ettirmişlerdir.”
Ardından da bulabildiği tek nakil olan İmam Şafiî’nin, İmam Ahmed’in gömleğiyle teberrük ettiğini ifade eden malum hikâyeyi nakletmekte, bunu da İmam Ahmed’in Menkıbeleri isimli kitaba ihale etmektedir.
İbn-i Asakir’in aktardığı514bu hikâye de Zehebi’nin söylediği gibi sahih değildir.515
Kıssanın ravilerinden Muhammed İbnu’l-Huseyn es-Sülemi, zayıf, hatta hadis uydurmakla müttehem birisidir.
Zehebi onun hakkında diyor ki: “Sofi şeyhidir. Sofilerin “tarihi,” “tabakatı” ve “tefsiri” eserlerinin sahibidir. (Hakikatu’t-Tefsir isminde bir kitab telif etmiş, bu kitabında musibetler ortaya koyarak batınî teviller yapmıştır.516Aleyhinde konuşulmuştur ve itimad edilecek birisi değildir… Sofiler için bir dergâhı vardır… Teferrüd ettiği rivayetlere karşı kalbimde bir şey var.”517
Daha ilginci, Zehebi, aynı yerde Hatib el-Bağdadi’nin şöyle dediğini aktarmaktadır: “Muhammed b. Yusuf el-Kattan bana şöyle dedi: ‘(Muhammed İbnu’l-Huseyn es-Sülemi) sika değildir. Sofilerin lehine olacak hadisler uydururdu.’”518
Bunun anlamı şudur: Selefiler ve Tasavvufçuların Görüşleri isimli kitabta zikredilen, tasavvufçular lehine olacak bir rivayetin ravisi, kendisi de bir tasavvufçu olan, sofi dergahı bulunan ve üstelik tasavvufçular lehine hadis uydurmakla ittiham edilen birisidir.
Türkçede buna “bozacının şahidi şıracı” derler.

“Peygamberimizin Namaz Kıldığı Yerle Teberrük”
Hoşafçı, Nebi aleyhisselam’la teberrük etmeye dair serdettiği rivayetler arasında iki kere bu başlığı kullanmakta ve her biri altında birer hadis zikretmektedir. Zikrettiği hadisler sahih olmakla beraber, onun murad ettiği delaleti ortaya koyması açısından pek sarih görünmemektedir.
Birinci hadiste “Ebu Burde şöyle anlatıyor: Bir kere Medine-i Münevvere’ye geldiğimde Abdullah b. Selam beni karşılayarak “(Haydi benimle beraber) Ev(ime) yürü de seni Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in içtiği bardaktan içireyim hem de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kıldığı mescid (yer)’de kılarsın.” dedi.
Ben de onunla beraber gittiğimde bana sevik (arpa ve buğday unundan yapılan çorba) içirdi, hurma yedirdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in mescidinde (namaz kıldığı yerde) de namaz kıldım
.

513 İbn-i Receb, Hikemu’l-Cedira, 55 514 İbn-i Asakir, Tarih-i Dımeşk, 5/311 515 Zehebi, Siyer, 12/587
516 Zehebi, Tezkiratu’l-Huffaz, 3/1046 no: 963
517 Zehebi, Mizanu’l-İ’tidal, 4/96 no 7009
518 Zehebi, a.g.e., 4/96 no 7009

İkinci hadiste Itban b. Malik’in kavmine imamlık yaptığı, ancak yağmurlar yağınca aradaki vadi su dolduğu için onların mescidine gidemediği, bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den evine gelerek namaz kılmasını ve o yeri namazgah edinmeyi istediği anlatılmaktadır. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem eve gelmiş, evinin neresinde namaz kılmasını istediğini sormuş, o da evin bir tarafını gösterince Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara iki rekat namaz kıldırmıştır.
Birinci hadiste olan, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in namaz kıldığı yerle teberrük etmek değil, namaz kıldığı yerde namaz kılarak bu küçük ayrıntı da bile ona iktida etmeye/ona benzemeye çalışmaktır.
Eğer Abdullah b. Selam, “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in namaz kıldığı yere yüzünü gözünü sürersin.” demiş olsaydı veya Ebu Burde, “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in namaz kıldığı yere elimi yüzümü sürdüm.” demiş olsaydı, eser Hoşafçı’nın başlıkta iddia ettiği delaleti ortaya koyma açısından sarih olurdu. Ancak görüldüğü gibi böyle bir şey yoktur.
Hele s. 247’de iddia edildiği gibi, “Ashab-ı Kiram’ın peygamberimizin namaz kıldığı yahut bulunduğu yerlere teberrük etmek gayesiyle ziyarete gittikleri”ne dair hiçbir şey yoktur.
Eseri okuyan herkes bunu gördüğü halde, Hoşafçı, göz göre göre, olmayan bir şeyi varmış gibi vehmettirmeye çalışmaktadır.
İkinci hadiste de Itban’ın Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in namaz kıldığı yerle, oraya elini, yüzünü ve gözünü sürmek suretiyle teberrük etmesine dair bir emare yoktur.
Hadiste olan, evinin bir bölümünü mescide çevirmek isteyen Itban’ın bu çevirme işine Nebi aleyhisselam’ın mübaşeret etmesini istemesi, mescidin açılışının O'nun eliyle olmasını murad etmesidir.
İbn-i Hacer’in işaret ettiği “Itban’ın bu isteğinin sebebinin, kıbleyi kesin olarak tesbit etme arzusundan kaynaklanabileceği de ihtimal dâhilindedir.”519
519 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 1/522

Nebi aleyhisselam’ın öyle denk geldiği için namaz kıldığı yerde namaz kılmayı kasdetmek
Marur b. Suveyd el-Esedi diyor ki: “Emîru’l-müminîn Ömer b. Hattab ile beraber Mekke’den Medine’ye doğru yola çıktık. Sabah olunca bize namaz kıldırdı. Sonra insanların bir yere gittiğini görünce “Bunlar nereye gidiyor?” diye sordu.
Dediler ki: “Ey mü’minlerin emîri, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in namaz kıldığı bir mescid var. Oraya namaz kılmaya gidiyorlar.”
Ömer dedi ki: “Sizden öncekiler bunlara benzer şeyler yüzünden helak oldular. Onlarda peygamberlerinin izlerini takip eder, oraları kilise ve manastıra çevirirlerdi.
Namaza, bu mescidlerde denk gelen kılsın, denk gelmeyen ise yoluna devam etsin. (Bu mescidlerde namaz kılmayı) kasdetmesin.”520
Bu sözün sahibi olan Ömer radıyallahu anh, ihtilaflar ortaya çıkınca sımsıkı sarılıp azı dişlerimizle tutunmamız emredilen merciler arasından, Raşid Halifeler’in ikincisidir.521
O, Nebi aleyhisselam’ın kendisinden sonra iktida etmemizi emrettiği iki kişiden biridir.522
Nebi aleyhisselam, onun hakkında şöyle buyurmaktadır: “Allah, hakkı Ömer’in diline ve kalbine koymuştur.”523
Ömer radıyallahu anh’ın bu sözünün anlamı şudur: “Nebi aleyhisselam, orayı namaz kılmaya tahsis etmeyi kasdetmediği ve konaklama yeri orası olduğundan ötürü orada namaz kıldığı için, Ömer radıyallahu anh, kasdına muvafakat edilmeksizin yaptığı işin suretinde ona benzemenin, ona mütabaat edip uyma olmayacağı kanaatindedir.
Ona göre bu yeri namaz için özellikle kasdedilen bir yer haline getirme, kitabehlinin bid’atlerindendir ki onlar bu sebepten helak olmuşlardır. O da Müslümanları, bu konuda ehl-i kitaba benzemekten nehyetmektedir.
Zira böyle yapan kimse, yaptığı işin suretinde Nebi aleyhisselam’a benzese de kalbin ameli olan kasdetmede -ki bu asıldır- yahudi ve hıristiyanlara benzemektedir. Oysa sünnete mutabaat, mücerred olarak amelin suretine uymaktan ibaret değildir.524
Yani Nebi aleyhisselam’ın namaz kılmayı hususen kasdettiği ve kıldığı yerde namaz kılmayı hususen kasdederek kılmak, zahiren ve batınen ona mutabaat etmektir.
Ancak onun namaz kılmayı özel olarak kasdetmediği, öyle denk geldiği için namaz kıldığı yerde namaz kılmayı özel olarak kasdederek kılmak, şekil itibarıyla ona uymak gibi de görünse, asıl olan niyet ve kasd itibarıyla ona uymak değildir.
Aksine bu, Ömer radıyallahu anh’ın işaret ettiği gibi, peygamberlerin kasdetmeden bulunduğu yerleri, kasdedilen kutsal yerlere dönüştüren hıristiyan ve yahudilere benzemektir.

520 İbn-i Ebi Şeybe, Musannef, 2/376-377
521 Ebu Davud, Sünen, 4607; Tirmizi, Sünen, 2676, İbn-i Mace, Sünen, 42
522 Tirmizi, Sünen, 3663-3799
523 Tirmizi, Sünen, 3682 (ve “Allah, hakkı Ömer’in diline koymuştur. O bunu söyler.” İbn-i Mace, Sünen, 108)
524 İbn-i Teymiyye, Mecmuu’l-Fetava, 1/281



Nebi aleyhisselam’ın bulunduğu yerleri ziyaret etmek
Nafi’nin aktardığına göre, “İnsanların, altında Nebi aleyhisselam’a biat edilen ağaca gittikleri haberi, Ömer b. Hattab radıyallahu anh’a ulaşınca, ağacın kesilmesini emretti ve ağaç kesildi.”525
Sahabe-i Kiram’ın Nebi aleyhisselam’ın bulunduğu yerleri ziyaret ettikleri” iddiasındaki Hoşafçı’ya göre, altında Nebi aleyhisselam’a biat edilen ve Kur’an’da zikri geçen ağacın, 526 insanlar tarafından ziyaret edildiğini duyar duymaz kesilmesini emreden Ömer radıyallahu anh da bir Vahhabi olmalıdır!

Ömer radıyallahu anh’ın bu muvaffak ve mübarek tavrı neticesinde ağacın yerinin unutulmasına ve artık orada kimsenin toplanamamasına Abdullah b. Ömer radıyallahu anhuma’nın yorumu ise “bunun Allah’ın bir rahmeti” olmasıdır.527
İbn-i Vaddah’ın aktardığına göre “Malik b. Enes ve onun dışındaki Medine uleması, Kuba ve Uhud dışında Medine’deki bu mescidlerle Nebi aleyhisselam’ın hatıralarının bulunduğu bu yerlere ziyarete gitmeyi çirkin görüyorlardı.”528
İbn-i Vaddah, ardından diyor ki: “Üzerinize düşen, maruf hidayet imamlarına uymaktır.”
Eskilerden bazıları derlerdi ki: “Bugün insanların çoğu tarafından ma’ruf ve güzel görünen nice şey, geçmiştekilere göre münker ve çirkin sayılırdı.”
Nice insan, Allah’ı gazablandıracak şeylerle O’nu hoşnud etmeye çalışmakta, Allah’tan uzaklaştıracak şeylerle O’na yaklaşacağını sanmaktadır.
Zira bid’atların tamamı süslü ve güzel görünmektedir.”529

525 İbn-i Ebi Şeybe, Musannef, 5/179 no: 7627; İbn-i Hacer “İsnadı sahihtir.” demiştir. Bk. Fethu’l-Bari, 7/448
526 Fetih, 18
527 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 6/118 528 İbn-i Vaddah, Ma cae fil-bid’a, 91 529 İbn-i Vaddah, Ma cae fil-bid’a, 91


KABİRLERİ TEBERRÜK VE TAZİM ETMEK

Nebi aleyhisselam, kabirlerin düzlenmesini emretmiştir.

Ebu’l-Heyyac el-Esedi diyor ki: “Ali b. Ebi Talib bana dedi ki: “Seni Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in beni gönderdiği vazifeyle göndereyim mi? Silmedik hiçbir suret, düzlemedik hiçbir yüksek mezar bırakmayasın.”530
Fudale b. Ubeyd diyor ki: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kabirlerin düzlenmesini emrettiğini işittim.”531
Muaviye b. Ebi Süfyan diyor ki: “Kabirleri düzlemek sünnettendir.”532
Nebi aleyhisselam, kabirler üzerine yapı yapılmasını, yazı yazılmasını ve kabirlerin kireçlenmesini yasaklamıştır.
Cabir radıyallahu anh diyor ki: “Nebi aleyhisselam, kabrin kireçlenmesini, kabrin üzerine oturmayı ve üzerine yapı yapmayı yasakladı.”533
Diyor ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, kabrin üzerine yapı yapmayı, kabre toprak ilave etmeyi, kireçlemeyi ve üzerine yazı yazmayı yasakladı.”534
Nebi aleyhisselam mezarlıkta namaz kılmayı ve mezarlara doğru namaz kılmayı yasaklamıştır.
Ebu Mersed el-Ganevi radıyallahu anh’ın aktardığına göre, Nebi aleyhisselam şöyle buyurmuştur: “Mezarlara karşı namaz kılmayın. Mezarlar üzerine oturmayın.”535
İbn-i Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Mezara doğru namaz kılmayın. Mezar üzerinde namaz kılmayın.”536
Ebu Said el-Hudri radıyallahu anh’ın aktardığına göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Tuvalet ve mezarlık dışında bütün yeryüzü mesciddir.”537
İbn-i Ömer radıyallahu anhuma’nın aktardığına göre, Nebi aleyhisselam şöyle buyurmuştur: “Namazlarınızdan bir kısmını evlerinizde kılın da orayı mezarlığı çevirmeyin.”538

530 Müslim, Sahih, 969; Tirmizi, Sünen, 1049; Nesai, Sünen, 2030
531 Müslim, Sahih, 968; Ebu Davud, Sünen, 3219; Nesai, Sünen, 2029
532 Taberani, Kebir, 19/352; İbn-i Ebi Şeybe, Musannef, 11797
533 Müslim, Sahih, 970
534 Ebu Davud, Sünen, 3226, Nesai, Sünen, 2026
535 Müslim, Sahih, 972
536 Taberani, Kebir, 12051-12168
537 Tirmizi, Sünen, 317; Ebu Davud, Sünen, 492
538 Buhari, Sahih, 432, Müslim, Sahih, 777

İbn-i Hacer der ki: “Orayı mezarlığa çevirmeyin.” sözünden, mezarların ibadet yerleri olmadığı hükmü çıkmaktadır.”539

Nebi aleyhisselam, kabirlerin mescid edinilmesini yasaklamış, enbiya ve salihlerin kabirlerini mescid edinenlere beddua ve lanet etmiş, böyle yapanların, mahlûkatın en şerlileri olduğunu ifade etmiştir.
Cündüb b. Abdullah el-Beceli radıyallahu anh diyor ki: “Nebi aleyhisselam’ı, vefatından beş gün önce şöyle söylerken işittim: “Dikkat edin! Sizden öncekiler, peygamberlerinin ve salihlerinin kabirlerini mescid edinirlerdi. Sakın ha, siz de kabirleri mescid edinmeyin! Sizi böyle yapmaktan nehyediyorum!”540
Aişe ve İbn-i Abbas radıyallahu anhuma şöyle anlatıyorlar:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ölüm belirtileri gelmeye başlayınca, bir örtüyle yüzünü örtüyor, kendine gelir gibi olunca da yüzünü açıyordu. O haldeyken dedi ki: “Allah’ın laneti yahudi ve hıristiyanların üzerine olsun. Onlar peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler.”541
Diğer bir lafız da şöyledir: “Peygamberlerinin kabirlerini mescid edinen topluluğa Allah lanet etsin.”542
İbn-i Hacer diyor ki: “Sanki o, bu hastalıktan dolayı bu dünyadan göçeceğini bilmiş ve öncekilerin yaptığı gibi kabrinin tazim edilmesinden endişe duymuştur. Bunun üzerine, onların bu yaptıklarını kınama yollu, yahudi ve hıristiyanlara lanet okumuştur.”543
Ümmü Seleme radıyallahu anha, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e Habeşistan’da gördüğü Mariya isimli kiliseden bahsedip orada gördüğü suretleri anlatınca, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Onlar öyle bir toplumdur ki, aralarından salih bir kul veya salih bir adam ölünce kabri üzerine mescid bina edip o suretleri yaptılar. Onlar Allah katında mahlûkatın en şerlileridir.”544
İbn-i Hacer diyor ki: “(Buhari) sanki tasvirle beraber olsa da, olmasa da böyle yapmanın kınanmış olduğunu beyan etmek istemiştir.”545
Nevevi diyor ki: “Âlimler demişlerdir ki; Nebi aleyhisselam’ın, kabrinin ve başkalarının kabirlerinin mescid edinilmesini yasaklamasının yegane sebebi, tazimde aşırıya gidilmesi ve insanların bu kabirler yüzünden fitneye düşmesi endişesidir. Belki bu durum geçmiş pek çok ümmette yaşandığı gibi küfre bile götürebilir.”546
Suyûtî diyor ki: “Nebi aleyhisselam’ın yasaklama sebebi olan bu illet, birçok ümmeti büyük şirke veya ondan daha küçüklerine düşürmüştür. Bundan dolayı sapıtmış birçok topluluğun Allah’ın evleri olan mescidlerde veya seher vakitlerinde Allah’ın huzurunda olmadıkları kadar salihlerin kabirlerinde eziklik, huşu ve zilletle onlara ibadet ettiklerini görürsün. Oralarda kıldıkları namazlardan veya ettikleri dualardan, yolculuk edilebilecek mescidlerdekilerden daha fazla ecir umduklarını bulursun.

539 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 1/529
540 Müslim, Sahih, 532
541 Buhari, Sahih, 435-436; Müslim, Sahih, 531
542 Nesai, Sünen, 2045
543 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 1/532
544 Buhari, Sahih, 428-434-1341-2878; Müslim, Sahih, 528
545 İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 1/532
546 Nevevi, Minhac bi şerh’i Sahih-i Müslim b. Haccac, 5/17

İşte Nebi aleyhisselam’ın kökünden kazımak istediği mefsedet budur. O kadar ki Nebi aleyhisselam, putlara tapmanın, kendisi sebebiyle ortaya çıktığı bu mefsedeye götürecek yolları kapamak için, namaz kılan kişi o yerin bereketini kasdetmese bile, mezarlarda namaz kılmayı mutlak olarak yasaklamıştır.
İnsanın, namazı buralarda kılmayı, önemli işleri ve ihtiyaçları için buralarla teberrük edip icabet edilmesini umarak buralarda dua etmeyi kasdetmesi ise, açıkça Allah’a ve Rasûlüne karşı gelmek, O’nun dinine ve şeriatına muhalefet etmek, Allah’ın, Rasûlünün ve yollarına uyulan imamların izin vermeyeceği bir din icad etmektir.”547

Nebi aleyhisselam, kabrinin tapılan bir put haline gelmemesi için Allah’a dua etmiş, kabrini dönüp dolaşıp toplanılan bir bayram yeri haline getirmekten bizleri nehyetmiştir.
Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın aktardığına göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle söylemiştir: “Allah’ım, kabrimi (tapınılan) 548 bir put haline çevirme! Peygamberlerinin kabirlerini mescid edinen topluma Allah lanet etsin.”549
Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın aktardığına göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kabrimi bayram yeri haline getirmeyen. Evlerinizi de kabre çevirmeyin. Nerede olursanız bana salavat getirin. Salavatlarınız bana mutlaka ulaşır.”550
Ali b. Hüseyin, -Zeynelabidin- Nebi aleyhisselam’ın kabri yanındaki bir boşluğa gelip girerek orada dua eden bir adam görünce onu böyle yapmaktan nehyetmekte ve şöyle demektedir: “Sana babamdan işittiğim, onun da dedemden ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den aktardığı bir hadis söyleyeyim mi? O şöyle buyurmuştur: “Kabrimi bayram yeri haline getirmeyin. Evlerinizi de kabristana çevirmeyin. Nerede olursanız selamınız bana ulaşır.”551

Nevevi diyor ki: “Kabre el sürülmesi ve öpülmesi çirkin görülmüştür. Aksine edebe uygun olan hayattayken yanına gelse, uzak duracağı mesafe kadar uzak durmaktır. Doğru olan ve âlimlerin söyleyerek ittifak ettiği şey budur. Avamdan pek çoklarının buna aykırı davranmalarına aldanmamak gerekir. Zira iktida ve uygulama âlimlerin sözleriyle olur. Avam’ın cahilliğine ve uydurduğu işlere iltifat edilmez…

547 Suyûtî, el-Emru bi’l-İttiba, 138-139
548 Bezzar, Müsned, 440 İbn-i Abdilber, sahih olduğunu söylemektedir. Bk. Temhid, 5/42
549 Ahmed, Müsned, 2/246
550 Ebu Davud, Sünen, 2042
551 Ziya el-Makdisi, Muhtara, 428

Kimin aklına el sürmek ve benzeri işler yapmanın bereket açısından daha tesirli olduğu düşüncesi geliyorsa bu, o kimsenin cehaletinden ve gafletindendir. Oysa bereket, ancak şeriata ve âlimlerin sözlerine muvafakat etmekle olur. Doğruya muhalefet ederek fazilete erişmek nasıl beklenebilir ki?!”552
Onlarcası arasından ihtisar ederek aktardığımız bu sahih ve sarih naslar karşısında Hoşafçı ve avanesi ne diyecekler bilmiyoruz, ama bizim onlara söyleyeceğimiz şudur:

Nebi aleyhisselam, kabirlerin düzlenmesini emretti, siz O'na muhalefet ederek kabirleri yükselttikçe yükselttiniz.
O, kabirler üzerine yapı yapılmasını yasakladı, siz O'na muhalefet ederek üzerlerine türbeler, kubbeler inşa ettiniz. Süslü örtülerle sandukalar bina ettiniz.
O, kabirler üzerine yazı yazılmasını yasakladı, siz O'na muhalefet ederek mezar taşlarını ve türbeleri kitabelerle doldurdunuz.
O, kabirlerin kireçlenmesini yasakladı, siz O'na muhalefet ederek kabirleri enva-i çeşit boyalarla boyadınız. Mermer, çini ve granitlerle bezediniz.
O, mezarlara doğru namaz kılmayı yasakladı, siz O'na muhalefet ederek, yönü mezarlığa dönük mescidlerinizde, pencereden görünen kabirlere yönelerek namaz kıldınız.
O, kabirlerin mescid edinilmesini yasakladı, siz O'na muhalefet ederek, evliya ve salih olduğuna inandığınız herkesin kabrini mescid edindiniz.
O, enbiya ve salihlerin kabirlerini mescid edinenlere lanet etti; siz, enbiya ve salihlerin kabirleri üzerine mescid inşa ettiniz.
O, böyle yapanların mahlûkatın en şerlileri olduğunu ilan etti, siz böyle yapmaya devam ettiniz.
O, kabrini bayram yeri haline getirmeyi yasakladı, siz O'na muhalefet ederek kabrini her fırsatta ziyaret edilip toplanılan bir bayram yerine çevirdiniz.
Ve bütün bu emir ve yasakları, kendinizin de sahih olarak kabul ettiğiniz kitaplarda okuduğunuz halde, hevanın kör ettiği gözlerinizle göre göre çiğneyip ayaklar altına aldınız.

“O’nun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya elim bir azaba uğramaktan sakınsınlar.”553

552 Nevevi, İdah fi’l-Menasik, 161
553 Nur, 63

ÖNSÖZ 2
BİRİNCİ MUKADDİME;ŞİRK


Şirkin Tehlikesi 4
Şirk Nedir?
5
Şirk Yeryüzünde Nasıl Başladı?
6
İKİNCİ MUKADDİME;TEVHİD 11
Lailaheillallah'ın Anlamı 12
Bir Faide;Allah'ı Rab olarak kabul etmek,sadece O'na ibadet etmeyi gerekli kılar.
14
ÜÇÜNCÜ MUKADDİME;SÜNNET VE BİD'AT 17
Önemli Bir Mesele;Terki Sünnet 19
Kıymetli Okuyucu!
21
BİRİNCİ BÖLÜM 22
Hoşafçı'nın Birlik ve Beraberlik Çağrısı 23
Hoşafçı'nın Tevazusu 24
Hoşafçı'nın Kaynakları ve Objektiflik İddiası 24
Eserin Engin Bir Dertlenme Mahsulü Olduğu 25
Hoşafçı'nın Tevessül'den Ne Kasdettiği 26
Vahhabi-Selefi 27
Hoşafçı'nın Selefilere İftiraları 28
Hoşafçı'nın Delil Anlayışı 29
Ebu Hanife ve Öğrencilerinin Zat ile Tevessüle Dair Görüşleri 32
Hoşafçı'nın Ebu Yusuf'a İftirası 33
Okuyucuya Mühim Bir Not 36
İKİNCİ BÖLÜM
Hoşafçı'nın Tutunmaya Çalıştığı Şüpheler 37
Gayr-ı Meşru Tevessülü Meşru Olana Kıyas Etmesi 38
Tecrübeyi Gerekçe Göstermesi 40
Muayyen Bir Bid'atı Yasaklayan Hususi Deliller İstemesi 41
Alimlerin Sözleriyle İlzam Etmeye Çalışması 42
İbn-i Teymiyye'nin Görüşünden Döndüğü İddiası 44
Muhammed b. Abdulvahhab’ın Zat ile Tevessülü Caiz Gördüğü İddiası 46
Şirki, Rububiyyet'e Has Zannetmesi 48
Mü'minleri Müşriklere Kıyas Etme Şüphesi 49
Kâfirler Hakkında İnen Ayetleri Müslümanlara Tatbik Etme Şüphesi 52
Hoşafçı’nın Gayr-ı Meşru Tevessülden İstiğaseye Geçiş Yapması ve Ölülere Yalvarıp Onlardan Medet İstemeyi Meşrulaştırma Gayreti.
53
Mecaz-ı Aklî 55
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
HOŞAFÇI’NIN GAYR-I MEŞRU TEVESSÜLE DELİLLERİ 59

  • AYET;" O’na Yaklaşmak İçin Vesile Arayınız" ayeti
60

  • AYET; “Nefislerine Zulmettikleri Zaman Sana Gelselerdi...” ayeti 68
  • HADİS; A'MA HADİSİ 74
  • HADİS ;A'ma Hadisiyle İlgili Kıssa 77
  • HADİS ;Ömer radıyallahu anh'ın Abbas radıyallahu anh ile Tevessülü 83
  • HADİS ; Fatıma binti Esed radıyallahu anha'nın Defni ile İlgili Rivayet 90
  • HADİS ; Malik ed-Dar Kıssası 96
  • HADİS ;Adem aleyhisselam'ın Tevessülü 113
  • HADİS; Kabrin Çatısına Delik Açılması ile İlgili Rivayet 128
  • HADİS ;Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem MuhacirlerinFakirleri ile (Allah’dan) Zafer İsterdi.”
131

İmam Şafii’nin Ebu Hanife’nin Kabriyle Tevessül Ettiği Haberi 141

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM HOŞAFÇI’NIN İSTİĞASEYE DELİLLERİ

143

Meşru Yardımlaşmayla Delil Getirmesi 144

Nebi aleyhisselam’ın Mucizeleriyle Delil Getirmesi 144

Süleyman aleyhisselam Kıssasıyla Delil Getirmesi 146

“Ey Muhammed” Şiarıyla Delil Getirmesi 147

Ayağı Uyuşan Kişinin, “Ey Muhammed” Demesiyle Delil Getirmesi 149

Çölde Hayvanı Kaçanın, “Ey Allah’ın Kulları, Hapsedin” Demesiyle Delil Getirmesi 151

BEŞİNCİ BÖLÜM;TEBERRÜK 155

Teberrük 156

“Peygamberimizin Namaz Kıldığı Yerle Teberrük” 161

Nebi aleyhisselam’ın öyle denk geldiği için namaz kıldığı yerde namaz kılmayı kasdetmek 162

Nebi aleyhisselam’ın bulunduğu yerleri ziyaret etmek 164

KABİRLERİ TEBERRÜK VE TAZİM ETMEK 165


Fihrist 169

******************


“Selefîler ve Tasavvufçuların Görüşleri” Kitabının Münakaşası
PDF indir:

 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt