Saraya geldiği günden beri o bıçkın padişaha için için yanan bir cariye vardır ki; vücut iklimindeki kusursuz güzelliğinin üstüne sanki inadına bahşedilen asalet, letafet ve zerafet gibi paha biçilmez cevherleri, civan mert Yavuz’un da gözünden kaçmamıştır ancak ne hikmettir bilinmez, o güne kadar oralı bile olmamıştır.
Günler, aylar su gibi akıp giderken o hanım efendiler numunesi ise, yandıkça etrafına güzel kokular saçan “öd” ağacı misali günden güne erimektedir.
At sırtından inip de sıcak yatağına girmeye vakti olmayan cihan padişahının saraydan her ayrılışında, gönlüne düşen hicran ateşi onu mukadder sona adım adım yaklaştırmaktadır.
Ana yok baba yok! Kime dert yansın, kime anlatsın? Mısırlı Zeliha gibi sığındığı tek kapısı vardır. Allah’ıdır. Her gece sabahlara kadar “Allah’ım, efendim! Sana efendim demekten korkmuyorum. O iki cihanın efendisi, efendilerin efendisi(s.a.v) dahi, efendiliği senden almışsa eğer, sen benim de efendimsin, sahibimsin, Allah’ımsın! Sana derdimi yanmayayım da kime yanayım? Sonra bu derde senden gayri kimin gücü yeter? O koskoca bir cihan padişahı iken, hiç reva mıdır ki ben gibi kimsesiz bir garip gönlünü ona kaptırsın? Ama ne yapayım? Bu Gönlün sahibi ben değilim ki Allah’ım! Sensin! Sensin! Sensin! Devasını da senden isterim. Ya aç bu rahı, ya da kabzet bu ruhu!” diye, kudretten sürmeli ahu gözlerinden kanlı yaş akıtmaktadır.
Ordunun sefere çıkacağı haberi bir ok gibi saplandıysa da kalbine, ertesi gün kendisinin de hizmet için gidecek cariyeler listesinde olacağı müjdesi, bahar yağmurları gibi gönül ovasını yeşertiverir. Utanıp korkmasa çığlık atıp feryat edecektir sevincinden.
Seferin uzun ve çetin olduğunu duyduğunda; “Ey sahibim! Ey şefkatlim! Allah’ım! Ona bir şey olmasın ne olur! Benim ömrümü ona ver.” diye yalvarır gece gündüz.
Padişah otağını derleyip toparlama sırasının kendisine geleceği günü beklerken akla karayı seçer hep.
Sabra tahammülü kalmayan dilber, biçare kararını vermiştir artık. Bir kaş işaretiyle vezirinin bile başını almaktan tereddüt etmeyecek kadar vatan sevdalısı, asil padişaha aşkını ilan edip başını da kendi rızasıyla feda etmeye ahdetmiştir.
Sıra kendisine geldiğinde orduyu teftişe giden Yavuz Han gece dönmeden yatağını hazırlayıp otağın içerisini tertip tanzim ettikten sonra, küçük bir kâğıt parçasına şu ibareyi yazar ve çatal iğne ile çarşafa iliştirir. “Seven gönül neylesin?”
O korku ve heyecanla koşarak kendi çadırına gelip hazin sonunu beklemeye başlar. Dakikalar saate saatler güne döner de, zaman bir türlü geçmek bilmez. Ölüm fermanı ha geldi, ha gelecek diye sabaha kadar dayanılmaz çile ve ıstırap içinde bekler.
Ama hayret!.. Seher vakti girmesine rağmen ne gelen var, ne giden! Ne de bir kıpırdama, telaş… Merakı iyice artar.
Padişahın çadırından çıktığını görünce koşarak otağa girer ve hemen iliştirdiği kâğıdı arar gözleri. Ya padişah görmediyse diye…
Sevincinden çırpınmaya başlar. İnanmaz önce. Hayal gördüğünü sanır. Sakinleşip kendine geldiğinde gördüğünün hakikat olduğuna inanınca, secdeye kapanıp dakikalarca ağlar, ağlar, ağlar.
Civan mert yiğit Yavuz Han, o kâğıdın altına şu sözcüğü kondurmuştur bir buse gibi. “Sevdiğini söylesin!”
Aldığı müjde ile cesaretlenen o melek simalı dilber hemen altına tekrar ilave eder ve kaçar; “Korkuyorsa neylesin?”
Ertesi sabah tekrar geldiğinde “Hiç korkmasın söylesin!” Lütfu ihsanı, cariyenin dudaklarına değil kalbinin tam ortasına konduruluveren en muhteşem busedir. Sanki o an cümle melekler alkıştadır bu melek simalı dilberi.
Tabiplerin teşhisine gerek kalmayacak kadar aşikar olan erimesinin, bir kişi daha vardır ki o da farkındadır. Ama o güne kadar bunu hiç sezdirmemiştir.
İlk günden beri canı ısınan ve onu öz kızı gibi seven valide sultan, arifane sezişle bu ince hastalığı anlamış ve Yavuz Sultan Selim Han’a her ne pahasına olursa olsun söylemeye kara vermiştir. Huzura girer ve;
-Şevketlim! Dünyalık muradım kalmamıştır benim. Allah’ın rızasından öte bütün kapılar bana kapanmıştır. Ahir ömrümde bir gönül almak muradımdır efendim! Lütuf buyurur müsaade ederseniz arz etmek isterim.
-Buyur hanımım dinliyorum!
-Falan cariye, zatı alinizin divanesidir. Hem de öyle ki, tutulduğu ince derdin kendisini ömrünün son günlerine yaklaştırdığını sanırım.Allah gecinden versin ama tabiple de konuştum, o da ne arzusu varsa yerine getirin dedi.
Bu ifadeleri duyan cihangir padişahın gözleri nemlenir. O geceki yazışmalardan hanım efendinin haberi olmadığını da bilir ve hemen fermanını verir;
-Bugün nikahımız kıyılsın dileriz!
Zira kendi gönlü de, o hasret ateşinin içine çoktan düşmüştür.
Nikâh kıyıldıktan sonra, “melek simalı” hazırlandırılır ve otağa merasimle getirilir. Cihan padişahı efendisinin gelmesini beklemek üzere…
İhtişamlı damat çadıra gelince duasını bitirip eğilerek içeri girer. Ayağa kalkan masum hurinin duvağını kaldırır alnından öpmek için. Kaldırış o kaldırıştır. Yavuz’un gözlerinin içine bakan o hanım efendiler körpesinin ağlamaktan kan toplayan gözlerine kondurulan buse onun son çığlığına sebep olur ve uzatarak “Allah’ııım!” diye öyle bir feryat kopar ki… dışarıda ortalık karışır. Herkes otağın etrafında toplanır ama kimse cesaret edemez içeri girmeye.
Son nefesidir o feryadı. Cansız bedeni bahtsız padişahın şefkatli kollarına yığılıp kalır öylece. Sabaha kadar o dilberin gül yüzüne, cihan padişahı bütün bulutları toplayıp yağmurları indirir. Hem de gürleye gürleye, hıçkıra hıçkıra… Ölünceye dek dilinden ve gönlünden düşürmeyeceği şu meşhur sözünü eder; “Bir çift ahu gözlüye zebun etti beni felek.” Çünkü o da çok sevmiştir.
Günler, aylar su gibi akıp giderken o hanım efendiler numunesi ise, yandıkça etrafına güzel kokular saçan “öd” ağacı misali günden güne erimektedir.
At sırtından inip de sıcak yatağına girmeye vakti olmayan cihan padişahının saraydan her ayrılışında, gönlüne düşen hicran ateşi onu mukadder sona adım adım yaklaştırmaktadır.
Ana yok baba yok! Kime dert yansın, kime anlatsın? Mısırlı Zeliha gibi sığındığı tek kapısı vardır. Allah’ıdır. Her gece sabahlara kadar “Allah’ım, efendim! Sana efendim demekten korkmuyorum. O iki cihanın efendisi, efendilerin efendisi(s.a.v) dahi, efendiliği senden almışsa eğer, sen benim de efendimsin, sahibimsin, Allah’ımsın! Sana derdimi yanmayayım da kime yanayım? Sonra bu derde senden gayri kimin gücü yeter? O koskoca bir cihan padişahı iken, hiç reva mıdır ki ben gibi kimsesiz bir garip gönlünü ona kaptırsın? Ama ne yapayım? Bu Gönlün sahibi ben değilim ki Allah’ım! Sensin! Sensin! Sensin! Devasını da senden isterim. Ya aç bu rahı, ya da kabzet bu ruhu!” diye, kudretten sürmeli ahu gözlerinden kanlı yaş akıtmaktadır.
Ordunun sefere çıkacağı haberi bir ok gibi saplandıysa da kalbine, ertesi gün kendisinin de hizmet için gidecek cariyeler listesinde olacağı müjdesi, bahar yağmurları gibi gönül ovasını yeşertiverir. Utanıp korkmasa çığlık atıp feryat edecektir sevincinden.
Seferin uzun ve çetin olduğunu duyduğunda; “Ey sahibim! Ey şefkatlim! Allah’ım! Ona bir şey olmasın ne olur! Benim ömrümü ona ver.” diye yalvarır gece gündüz.
Padişah otağını derleyip toparlama sırasının kendisine geleceği günü beklerken akla karayı seçer hep.
Sabra tahammülü kalmayan dilber, biçare kararını vermiştir artık. Bir kaş işaretiyle vezirinin bile başını almaktan tereddüt etmeyecek kadar vatan sevdalısı, asil padişaha aşkını ilan edip başını da kendi rızasıyla feda etmeye ahdetmiştir.
Sıra kendisine geldiğinde orduyu teftişe giden Yavuz Han gece dönmeden yatağını hazırlayıp otağın içerisini tertip tanzim ettikten sonra, küçük bir kâğıt parçasına şu ibareyi yazar ve çatal iğne ile çarşafa iliştirir. “Seven gönül neylesin?”
O korku ve heyecanla koşarak kendi çadırına gelip hazin sonunu beklemeye başlar. Dakikalar saate saatler güne döner de, zaman bir türlü geçmek bilmez. Ölüm fermanı ha geldi, ha gelecek diye sabaha kadar dayanılmaz çile ve ıstırap içinde bekler.
Ama hayret!.. Seher vakti girmesine rağmen ne gelen var, ne giden! Ne de bir kıpırdama, telaş… Merakı iyice artar.
Padişahın çadırından çıktığını görünce koşarak otağa girer ve hemen iliştirdiği kâğıdı arar gözleri. Ya padişah görmediyse diye…
Sevincinden çırpınmaya başlar. İnanmaz önce. Hayal gördüğünü sanır. Sakinleşip kendine geldiğinde gördüğünün hakikat olduğuna inanınca, secdeye kapanıp dakikalarca ağlar, ağlar, ağlar.
Civan mert yiğit Yavuz Han, o kâğıdın altına şu sözcüğü kondurmuştur bir buse gibi. “Sevdiğini söylesin!”
Aldığı müjde ile cesaretlenen o melek simalı dilber hemen altına tekrar ilave eder ve kaçar; “Korkuyorsa neylesin?”
Ertesi sabah tekrar geldiğinde “Hiç korkmasın söylesin!” Lütfu ihsanı, cariyenin dudaklarına değil kalbinin tam ortasına konduruluveren en muhteşem busedir. Sanki o an cümle melekler alkıştadır bu melek simalı dilberi.
Tabiplerin teşhisine gerek kalmayacak kadar aşikar olan erimesinin, bir kişi daha vardır ki o da farkındadır. Ama o güne kadar bunu hiç sezdirmemiştir.
İlk günden beri canı ısınan ve onu öz kızı gibi seven valide sultan, arifane sezişle bu ince hastalığı anlamış ve Yavuz Sultan Selim Han’a her ne pahasına olursa olsun söylemeye kara vermiştir. Huzura girer ve;
-Şevketlim! Dünyalık muradım kalmamıştır benim. Allah’ın rızasından öte bütün kapılar bana kapanmıştır. Ahir ömrümde bir gönül almak muradımdır efendim! Lütuf buyurur müsaade ederseniz arz etmek isterim.
-Buyur hanımım dinliyorum!
-Falan cariye, zatı alinizin divanesidir. Hem de öyle ki, tutulduğu ince derdin kendisini ömrünün son günlerine yaklaştırdığını sanırım.Allah gecinden versin ama tabiple de konuştum, o da ne arzusu varsa yerine getirin dedi.
Bu ifadeleri duyan cihangir padişahın gözleri nemlenir. O geceki yazışmalardan hanım efendinin haberi olmadığını da bilir ve hemen fermanını verir;
-Bugün nikahımız kıyılsın dileriz!
Zira kendi gönlü de, o hasret ateşinin içine çoktan düşmüştür.
Nikâh kıyıldıktan sonra, “melek simalı” hazırlandırılır ve otağa merasimle getirilir. Cihan padişahı efendisinin gelmesini beklemek üzere…
İhtişamlı damat çadıra gelince duasını bitirip eğilerek içeri girer. Ayağa kalkan masum hurinin duvağını kaldırır alnından öpmek için. Kaldırış o kaldırıştır. Yavuz’un gözlerinin içine bakan o hanım efendiler körpesinin ağlamaktan kan toplayan gözlerine kondurulan buse onun son çığlığına sebep olur ve uzatarak “Allah’ııım!” diye öyle bir feryat kopar ki… dışarıda ortalık karışır. Herkes otağın etrafında toplanır ama kimse cesaret edemez içeri girmeye.
Son nefesidir o feryadı. Cansız bedeni bahtsız padişahın şefkatli kollarına yığılıp kalır öylece. Sabaha kadar o dilberin gül yüzüne, cihan padişahı bütün bulutları toplayıp yağmurları indirir. Hem de gürleye gürleye, hıçkıra hıçkıra… Ölünceye dek dilinden ve gönlünden düşürmeyeceği şu meşhur sözünü eder; “Bir çift ahu gözlüye zebun etti beni felek.” Çünkü o da çok sevmiştir.