Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Sıfâtiye

F Çevrimdışı

ferdiosman

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Şehristânî, Ebu'l-Feth Muhammet b. Abdulkerim, el-Milel ve'n-Nihal,
Sıfâtiye


Bilinmelidir ki Selef-i Salih'ten büyük bir topluluk Allah Teâlâ'nın ezelî sıfatları olduğuna inanmıştır. Bunlar ilim, kudret, hayat, irâde, sem', basar, kelâm, celâl, ikram, cömertlik, nimet verme (in'âm), izzet ve aza*met gibi sıfatlardır. Bunlar, Zatî sıfatlarla fiilî sıfatları ayırmamışlar, hepsi*ni aynı Özellikte görmüşlerdir. Selef-i Salih eller, yüz gİbİ haberi sıfatları da kabul eder ve bunları tevîl ederek şöyle derler: Bu sıfatlar, şeriatte varit olduğu için onları haberi sıfatlar olarak adlandırırız. Bu nedenledir ki sıfatları bu şekilde kabul ve İsbât eden Selefe Sıfâtiyye, sıfatların varlığını reddeden Mütezile'ye ise Mu'attile denilmiştir.


Ancak Seleften bazıları, sıfatların isbâtı noktasında aşırıya giderek onları muhdes varlıkların sıfatlarına benzetme hatasına (teşbih) düşmüşler*dir. Bazıları ise sadece fiillerin delâlet ettiği, nasla bildirilen sıfatları kabul etmişlerdir. Bu topluluk iki gruba ayrılmıştır: İlk grup, söz konusu sıfat*ları lafzın kaldırabildiği ölçüde tevil etmiştir. İkinci grup ise tevile yanaş*mayarak şöyle demiştir: Akıl sayesinde şunu anladık ki, Allah Teâlâ'nın benzeri yoktur. Yaratılmışlardan hiçbirine benzemez ve hiçbir varlık da O'na benzetİlemez. Bize göre bu kesindir. Ancak bu sıfatlara delalet eden lafızların anlamlarını kesin olarak bilemeyiz. Örneğin "Rahman Arş'a istiva etti" (Tâhâ, 20/5), "Ellerimle yarattım" fSâd, 38/75) ve "Rabbin geldi" (Fecr, 89/22) gibi ayederde geçen sıfatlar böyledir. Biz, bu ayetlerin tefsir ve tevili ile mükellef kılınmadık. Aksine bunlara olduğu gibi inanmakla ve Allah Teâlâ'ya ortak koşmamakla emrolunduk. O'nun benzeri yoktur. İşte bu sıfatlara böyle bir yakîn ile İnandık.

Sonrakilerden (müteahhİrün) bir topluluk Selefi Salih'in görüşüne şu ilâvede bulunmuşlardır: Söz konusu nasların zahirleri üzerine irca edil*mesi şarttır. Bu görüş onları mutlak teşbihe düşürmüştür. Bu ise, Selefin inancının aksidir. Teşbihin mutlak ve saf biçimde uygulanışı Yahûdîler'de yaygındır. Onlarda kurrâ :) okuyucular) olarak bilinen bir fırka teşbihte bulunmuştur. Çünkü bunlar Tevrat ayetleri arasında teşbihe delâlet eden birçok ibare görmüşlerdir.


İslâm ümmetinde ise Şîa teşbih konusunda aşırılığa düşmüştür. Aşırılık Örneği, bazı imamları -hâşâ- ilaha, İlâhı da mahlukâttan herhangi birine benzetmeleridir, Mu'tezile ve kelamcılar ortaya çıktığında Râfızîler-den bir grup aşırılık ve hatadan geri adım atmış ve Mu'tezile'ye yönel*mişlerdir. Seleften bir topluluk da söz konusu sıfatların zahirî tefsirine meylederek teşbihe düşmüşlerdir.


Selef içinde hem tevile bulaşmayan hem de teşbih hatasına düşmek*ten sakınanlar da olmuştur. Mâlik b. Enes bunlardan biridir ve şöyle demiştir: "İstiva malûm, nasıl olduğu ise meçhuldür. Ona olduğu gibi inanmak vacip, hakkında soru sormak ise bidattir." (el-Kermî, Ekâvtlü's-Sİkât, 1/61,103,120,121; Azimâbâdî, Avnu'l-Mabud, 7/13) Ahmed b. Hanbel, Süfyân es-Sevrî, Dâvud b. Ali el-İsfahânî ve onları izleyenler de bu görüştedir.


Abdullah b. Saîd el-Küllâbî, Ebu'l-Abbâs el-Kalânisî ve el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî'nin devrine gelindiğinde bunlar Seleften bir topluluk olarak Kelâm ilmine dalmış ve Selefî akideleri kelâmı deliller ve usûlî burhanlarla desteklemeye çalışmışlardır. Bunlardan bazıları kitaplar telîf etmiş, bazıları da tedrisât faaliyetinde bulunmuştur. Örneğin Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile hocası arasında salâh-aslah meselesinde bir münazara yaşanmış ve aralarındaki görüş ayrılığı açığa çıkmıştır. el-Eş'arî bu son gruba meyletmiş ve onların görüşlerini kelâm yöntemleriyle desteklemeye çalışmıştır. Onun tarafından ortaya konulan bu çabalar Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinin temellerini oluşturmuştur. Sıfâtiye ismi, zaman için*de Eş'ariye'ye dönüşmüştür. Müşebbihe ve Kerrâmiye de sıfatları isbât ettikleri için onları da bu başlık altında ele aldık.
 
F Çevrimdışı

ferdiosman

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Şehristânî, Ebu'l-Feth Muhammet b. Abdulkerim, el-Milel ve'n-Nihal,1- Eş'ariyye:


Ebu Musa el-Eş'arî (radıyallahu anh) soyundan gelen Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail el-Eş'arî'nin (Ö. H. 324) taraftarlarıdır. Bu fırkanın kurucusuyla ilgili tuhaf raslantılar mevcuttur. Örneğin Ebu'l-Hasan el-Eş'arfnin savunduğu fikirlerin, Ebu Musa el-Eş'arî (radıyaliahu anh) tarafından aynen dile getiril*miş olduğu söylenir. Bilindiği üzere Ebu Musa el-Eş'arî (radıyallahu anh) ile Amr b. el-As (radıyallahu anh) arasında bir münazara yaşanmıştı. İki şahabı arasındaki diyalogun bir kısmı şöyleydi:
Amr: Rabbim önünde muhâkemeleşebileceğim birini nerede bulabi*lirim?
Ebu Musa: Aradığın kişi benim.
Amr: Allah hakkımda bir şey takdir ettikten sonra bu yüzden bana azap edebilir mi?
Ebu Musa: Evet!
Amr: Niçin?
Ebu Musa: Çünkü O sana zulmetmez.
Bu cevap karşısında Amr (radıyallahu anh) sustu, karşılık veremedi.
el-Eş'arî şöyle demiştir: insan, kendi yaratılışı üzerinde durarak yara*tılışın nasıl başladığını, yaratılış evrelerini birer birer nasıl geçtiğini ve kemâle ulaştığını düşünürse yaratılışı üzerinde bir güç ve tedbir sahibi olamayacağını ve onu değişik safhalardan geçirip eksiklikten kemâle ulaş*tırmasının mümkün olmayacağını açıkça görür. Bu yaratılış için kudret, ilim ve irâde sahibi bir yaratıcının varlığının şart olduğunu zarurî olarak bilir. Çünkü söz konusu muntazam ve muhkem fiillerin, tabiatta kendili*ğinden oluşması mümkün değildir. Zira bunların fıtrat üzerinde birtakım ihtiyarî izleri mevcuttur. Böylece yaratılıştaki muhkemlik ve yerli yerin-delik ortaya çıkmış oldu. Yaratıcı'nın, fiilleri nin delâlet ettiği ve inkârı mümkün olmayan sıfatları da vardır. Bu fiiller, Allah Teâlâ'nın Alim, Kadir ve Mürîd olduğuna delâlet ettiği gibi İlİm, kudret ve irâde sıfatlarına da delâlet etmektedir. Buradaki delâlet, gaip veya şahit açısından farldılık göstermeyen türdendir. Alim'in ilim sahibi olmaktan, Kâdir'in kudret sahi*bi olmaktan, Mürîd'in irâde sahibi olmaktan başka bir anlamı yoktur. İlim sıfatı sayesinde sağlam ve en güzel şekilde yapma bilgisi, kudret sayesinde gerçekleşme ve meydana gelme, İrâde sayesinde de belli bir zaman, belli bir ölçü ve belli bir şekilde oluşma hâli gerçekleşir. Bütün bu sıfatlarla mevsûf olan Zât-ı İlahî'nin, daha önce açıkladığımız üzere bir hayat sıfatıyla Hayy oiduğu ortaya çıkar.
el-Eş'arî, sıfatları inkâr edenleri susturmuş ve onlara şöyle hitap etmiş*tir: Sizler Allah Teâlâ'nın Alim ve Kadir olduğu noktasında bizimle aynı görüşü paylaştınız. Bu durumda söz konusu iki sıfattan anlaşılan mâna ya tek bir husus, ya da daha fazla olacaktır. Eğer tek bir mânâ kastolunmuş-sa o zaman kadir oluşuyla bilmesi ve âlim oluşuyla gücü yetmesi gerekir. Bu durumda Zât-ı Ilahfyi mutlak olarak bilen kimsenin O'nun Alim ve Kadir olduğunu da bilmesi gerekir. Halbuki işin aslı böyle değildir. Bilin*diği üzere bunlar iki farklı itibarladır. İhtilâf, ya sadece lafza veya hâle, ya da sıfata râcidir. Mücerred lafza râci oluşu söz konusu değildir. Çünkü akıl, akılla bilinen iki mefhumun birbirinden farklı olmasını gerektirir. En başta lafızların yokluğu varsayılsa, akıl kendi tasavvurunda şüpheye kapılmaz ve hâle rücû da geçersiz olurdu. Varlık veya yoklukla vasfedilme-yen bir sıfatın varlığını iddia etmek, varlıkla yokluk, red ile isbât arasında bir vâsıta bulunduğunu iddia etmek anlamına gelir ki bu imkânsızdır. Buna göre Zât ile kâim olan bir sıfata rücû etmek kaçınılmaz olmaktadır. el-Eş'arî'nin görüşünün özü budur.
el-Eşârî'nin taraftarlarından biri olan Kadı el-BâkıIlânî, hâlin isbâtı ve reddi arasında gidip gelmiş ve isbât üzerinde karar kılmıştır. Buna rağmen sıfatları Zât ile kâim olan özellikler olarak görmüş, haller olarak değer*lendirmemiştir. Bu meyanda şöyle demiştir: Ebu Hâşim'in isbât etmiş olduğu hâl, bizim 'sıfat' dîye adlandırdığımız şeyin aynıdır. Çünkü o, bu sıfatlan gerektiren bir hâlin varlığını isbât etmiştir.
Ebu'l-Hasan şöyle demiştir: Allah Teâlâ, ilim ile Alim, kudret ile Kadir, hayat ile Hayy, irâde ile Mürîd, kelâm ile Mütekellim, sem' ile Semî ve basar ile Basir'dir. Beka konusunda ise görüş farklılığı söz konusudur.
Ona göre bu sıfatlar ezeli ve Zât-ı İlâhî ile kâimdir. Bu sıfatların O'nun aynı veya gayri olduğu söylenemez. Allah Teâlâ'nın kadîm kelâmı ile Mütekellim ve kadîm irâdesi ile Mürîd olmasının delili şudur: Allah Teâlâ Melik yani mülkün yegâne sahibidir. Melik, emretme ve yasakla*ma hakkına sahip olan demektir. Buna göre Allah Teâlâ ya kadîm emri ile, ya da muhdes emriyle emredendir. Muhdes olması halinde ya Allah Teâlâ'nın Zâtı'nda, ya bir mahalde veya herhangi bir mahal dışında hadis olması söz konusu olur. Allah Teâlâ'nın Zâtında hâdİs olması imkânsızdır. Çünkü bu, Zâtı'nm muhdesât için mahal olmasına yol açar ki bu mümkün değildir. Muhdes emri, herhangi bir mahalde ihdas etmesi de imkânsızdır. Çünkü bu, söz konusu mahallin O'nunla mevsûf olmasını gerektirir. Herhangi bir mahal dışında ihdas etmesi de imkânsızdır, çünkü bu aklî değildir. Bütün bunlar ışığında emrinin kadîm ve O'nunla kâim oluşu kesinleşir. Diğer sıfatları için de aynı durum geçerlidir.
el-Eş'arî şöyle demiştir: Allah Teâiâ'nın ilmi, tek olup muhal, caiz, vacip, mevcûd ve ma'dûm olsun bütün malûmatı kapsar. Kudreti de bir olup caiz türünden varolan bütün mevcudata taalluk eder. İrâdesi de bir olup ihtisas kabul eden her şeye taalluk eder. Kelâmı da bir olup emir, yasak, ihbar, istihbar, va'd ve va'îd şeklinde tecelli eder. Kelâmın bu türle*ri, çeşidi itibârlara râci olup kelâmın adedine bağlı değildir. Meleklerin ağzından peygamberlere indirilen ibare ve lafızlar O'nun Ezelî Kelâmı'na delâlet eder. Delâlet yaratılmış ve muhdes iken, delâlet edilen şey (medlul) kadîm ve ezelîdir. Okuma (kıraat) ile okunan şey (makrû'), tilâvetle tilâvet edilen (metluvv) arasındaki fark, zikretmekle zikredilen arasındaki fark gibidir. Zikr muhdcs iken, zikredilen kadîmdir.
el-Eş'arî bu yaklaşımıyla Haşviyye'den bir topluluğa muhalefet etmiş*tir. Çünkü onlara göre harfler ve kelimeler de kadîmdir. el-Eş'arfye göre Kelâm, ibare den başka bir şey olup nefsle kâim bir mânadır. İbare ise insandan kaynaklanıp o kelâma delâlet eden şeydir. Ona göre kelâm sahi*bi (mütekellim), kelâmın kendisiyle kâim olduğu kimsedir. Mu'tezile'ye göre ise kelam fiilinde bulunan kim olursa olsun sadece ibare kelâm olarak adlandırılır. Bu ya mecazen, ya da lafızdaki iştirak ile olur.
el-Eş'arî dedi ki: Allah Teâlâ'nın İrâdesi bir, kadîm ve ezelî olup kendi hususî fiilleriyle kulların fiillerinden murad edilenlerin tamamına taalluk eder. Bu da söz konusu fiillerin onlar için kazanılmış olmaları itibarıyla değil, Allah Tcâlâ tarafından yaratılmış olmaları itibarıyladır. Bu meyanda şöyle demiştir: Allah Teâlâ her şeyi murâd eder, hayır veya şer, yarar veya zarar olsun farketmez. Allah Teâlâ irâde buyurup bildiği gibi, kullarından da bildiğini murad etmiştir. Kalem'e emretmiş ve o da Levh-i Mahfûz'a yazmıştır. Bu, O'nun hüküm, kaza ve kaderi olup asla değişikliğe uğra*maz. Malûmun aksi, tür bakımından güç yetirilip vuku bakımından muhal olandır.
el-Eş'arfye göre kulun gücünü aşan bir şeyle mükellef kılınması (tek-lîf-i mâla yutak) daha önce zikrettiğimiz gerekçe sebebiyle caizdir. Çünkü ona göre istitâ'at bir arazdır. Araz ise iki anda baki kalmaz. Mükellef tek-lîf anında kesinlikle kadir olmaz. Çünkü mükellef, kendisine emredileni ihdas etme kudretine sahip olan kimsedir. Aslen buna kudreti olmayan kimse için söz konusu mükellefiyeti yüklemek ise imkânsızdır. Böyle bir emirle ilgili nas bile bulunsa hüküm değişmez.
Ona göre kul, fiillerini ifa etmeye kadirdir. Çünkü her insan, titreme ve tikler gibi kendiliğinden oluşan hareketlerle tercih ve irâdesine bağlı hareketler arasında aynm yapabilir. Bu ayrımın dayanağı ise iradî hareket*lerin kudret sayesinde gerçekleşmesi ve kudret sahibi olan kişinin tercihine bağlı olmasıdır. Bu meyanda şöyle demiştir: Kazanılan (mükteseb) fiil, kişide hâsıl ve hadis olan kudretin kapsamında gerçekleşen fiildir.
Ebu'l-Hüseyn'in savunduğu asılla ilgili olarak da şöyle demiştir: Hadis kudretin ihdas fiili üzerinde etkisi yoktur. Çünkü hudûs, cevher ve araza sörc farklılık göstermeyen tek bir kaziyyedir. Eğer hadis kudretin hudûs fiili üzerinde tesiri bulunsaydı, muhdes olan herşeyin ortaya çıkışında, örne*ğin renklerin, tatların ve kokuların meydana gelişi üzerinde etkisi olurdu. Yine bu takdirde cevher ve cisimleri ihdas etmesi de mümkün olurdu. Bu da örneğin hadis kudret vasıtasıyla göğün yer üzerine düşmesinin müm*kün oluşu sonucuna götürürdü. Halbuki Allah Teâlâ burada da sünnetini icra ederek hadis kudretin hemen akabinde, altında veya beraberinde kulun murat edip çaba sarfettiği fiilin gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu fiile, kesb denir. Böylelikle kulun fiili de yoktan yaratma ve ibda bakımından Allah Teâlâ tarafından yaratılmış, kul tarafından kazanılmış olur. Fiilin gerçekleş*mesi de bir yönden kulun kudretine bağlanmıştır.
Kadı Ebu Bekir el-Bâkıllânî (Ö. H. 403) bunu biraz aşarak şöyle demiş*tir: Hadis kudretin yoktan varetme gücünün bulunmadığı delil ile sabit olmuştur. Ancak fiilin sıfatları veya vecihleri ve itibarları sadece hudûs cihetiyle sınırlı değildir. Aksine başka yönler de mevcuttur. Bunlar hudû-sun ötesinde yer almakta olup cevherin, mekânda yer kaplayan ve araz kabul eden türden cevher olması, arazın da, renk, siyah vb. olmasıdır. Bunlar, hâlleri kabul edenlere göre hâldir. Yine o şöyle demiştir: Fiilin hadis kudret ile veya onun altında husule gelme ciheti, özel bir nisbet olup kazanım (kesb) olarak isimlendirilir. İşte bu, hadis kudretin eseridir.
el-Bâkıllânî şöyle demiştir: Mu'tezile'nin usûlüne göre kudret veya kadîm kâdiriyetin hudûs ve vûcud, ya da fiiün vecihlerinden herhangi biri üzerinde müessir olması caiz olduğuna göre hadis kudretin hâl üzerindeki tesiri neden caiz görülmesin? Çünkü hâl, hadis olan şeyin sıfatıdır. Hadis kudretin fiilin vecihlerinden bîri üzerinde tesiri neden caiz olmasın? Örneğin hareketin belli bir biçimde gerçekleşmesi hadis kudret tarafından etkilenemez mi? Zira hareket ve arazdan mutlak mâna*da anlaşılan, bizatihi kıyam ve ka'deden çıkarılan mananın aynı değildir. Bu ikisi birbirinden ayrı hâllerdir. Nitekim her kıyam hareket iken, her hareket kıyam değildir.
Bilindiği üzere insan, 'Var etti, icat etti' sözümüzle, 'Namaz kıldı, oruç tuttu, oturdu, kıyama durdu' gibi sözlerimiz arasındaki farkı rahatlıkla anlayabilir. Kula izafe edilen şeyin Allah Teâlâ'ya izafe edilmesi caiz olmadığı gibi Allah Teâlâ'ya izafe edilen şeyin kula izafesi de caiz değildir.
Kadı el-Bâkıllânî, hadis kudretin tesirini ve eserini kabul etmiştir. Bu, ona göre hususî bir hâl olup hadis kudretin fiile taalluk eden nokta*larından birini teşkil eder. Bu nokta, mükâfat ve ceza karşısında belirleyici olan noktadır. Varlık, varlık olması bakımından mükâfat ve cezayı gerek*tirmez. Özellikle de Mu'tezile'nin usûlüne göre böyledir. Çünkü hüsn ve kubh yönü, mükâfat ve cezaya tekabül eder. Hüsn ve kubh, varlığın ötesinde iki zâti sıfattır. Mevcûd ise mevcudiyet bakımından ne hasen, ne de kabîhtir.
el-Bâkıllânî şöyle demiştir: Hâl olan iki sıfatın sübûtu sizce caiz olur*sa bize göre de hadis kudretin taalluk ettiği hâlin sübûtu caiz olur. Her kim bunun mechûl bir hâl olduğunu söylerse elimizden geldiği kadarıyla onun ne olduğunu kendisine açıklar, nasıl olduğuna dair örnekler gösteririz.
Onun ardından gelen Imâmu'l-Haremeyn Ebu'l-Me'âlî el-Cüveynî biraz daha ileri giderek şöyle demiştir: Bu kudret ve istitâ'atm reddini akıl ve duyu kabul etmez. Eseri olmayan bir kudretin varlığını iddia etmek ise kudreti kökten inkâr etmek gibidir. Fiil yapılmama halinde tesirin varlığını iddia etmek de husûsî anlamda tesiri reddetmek gibidir. Hâller, asılları iti*barıyla varlık ve yoklukla vasfedilmezler. Bu durumda kulun fiilini hakîkî mânada kudretine nisbet etmek gerekir. Ama bu, ihdas etme ve yaratma suretinde olmaz. Yaratma, yoktan varetmede bağımsızlık hissi uyandırır. İnsanoğlu kendi benliğinde kudret hissettiği gibi bağımsız olmadığını da hisseder. Fiilin varlığı kudrete, kudretin varlığı ise fiilin kudrete nisbctine benzer konumda olabilecek bir sebebe dayanır. Sebeplerin birbirine dayan*ması bu şekilde devam edip giderek en sonunda Müsebbibu'l-esbâb olan Allah Teâlâ'ya dayanır. O, sebepleri ve müsebbiplerini yaratandır. Mutlak mânada müstağni olup kimseye muhtaç değildir. O'nun dışındaki bütün sebepler, bir şekilde bir müsebbibe muhtaçür. Allah Teâlâ ise mutlak müstağni olup hiçbir şeye muhtaç değildir.
el-Cüveynî bu görüşünü İlahiyatçı filozoflardan iktibas etmiş ve bunu sözünün başında belirtmiştir. Sebebin müsebbibe nisbeti asıl itibarıyla fiil ve kudrete mahsus değildir. Aksine varolan her hadisin hükmü budur. Bu durumda ise tabiat görüşüne bağlı kalınması ve cisimlerin varetme bakımından başka cisimler üzerindeki etkisini, tabiatların ihdas etme bakımından başka tabiatlar üzerindeki tesirini kabul etmek gerekir. Oysa bu, İslâm mezheplerinin görüşü değildir. Nasıl olabilir ki? Tahkik ehli filo*zoflar, bir cismin başka bir cismin varolmasında tesiri olmadığını görmüş ve şöyle demişlerdir: Bir cisimden başka bir cismin sudur etmesi caiz değil*dir. Cismin sahip olduğu potansiyel güçten de böyle bir şey sâdır olamaz. Çünkü cisim madde ve suretten oluşur. Eğer cismin tesiri olsa, her iki noktada da, yani hem maddî yapısı, hem de sureti üzerinde olması gerekir. Halbuki maddenin yokluk (adem) tabiatı vardır. Eğer tesiri olsa, bunun yoklukla müşterek bir etki olması gerekir. Aksi ise imkânsızdır. Şu halde bu önerme imkânsız, bunun aksi doğrudur. O da şudur: Cisim ve cisimde*ki potansiyel kuvvetin, herhangi bir cisim üzerinde tesiri caiz değildir.
Bu konuda daha aşırı gidenler, cisim ve cisimdeki potansiyeli de aşmış ve bizatihi caiz olan herşeyi bu kapsama sokarak şöyle demişlerdir: Bizati*hi caiz olan bir şeyin başka bir şeyi ihdas etmesi caiz değildir. Eğer ihdas edecek olursa, caiz olma hususundaki ortaklığı da ihdas etmesi gerekir. Cevazın tabiatı ise yokluktur. Caizin kendisi ve zâtı boşaldığında yok olur. Cevazın yoklukla ortak bir tesiri varsayılırsa bunun sonucu yokluğun varlık üzerinde müessir olmasıdır ki bu imkânsızdır. Şu halde Zâtı itibarıyla Vâcibu'l-vücûd olan Hak Teâlâ dışında yoktan vareden hiçbir şey yoktur. O'nun dışındaki bütün sebepler varlığın kabulü için gerekli hazırlayıcılar olup varlığın muhdisleri değildir. Bu konu ileride açıklanacaktır.
Tuhaf olan, İmam el-Cüveynî'nin sözünün dayandığı nokta böyle ise fiilin sebeplere izafesinin nasıl mümkün olacağıdır.
Bu noktada mezhebin kurucusunun görüşlerine dönmek istiyoruz. Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail el-Eş'arî şöyle demiştir: Yaratıcı, hakîki anlam*da Allah Teâlâ olduğu zaman, hiçbir varlık yaratma fiilinde O'na ortak olamaz. Allah Teâlâ'nın en hususî sıfatı yoktan yaratma kudretidir. O'nun Allah ism-i celîlinin tefsiri de budur.
Ebu Ishâk el-İsferâyinî ise şöyle demiştir: O'nun en hususî vasfı tüm oluşlardan ayrı, hiçbirine benzemeyen bir varlık sahibi olmasıdır.
Eş'arîler'den bir zât da şöyle demiştir: Bir şekilde başka varlıklardan ayrışmayan hiçbir varlık mevcut değildir. Aksi halde varlıkların tümünün ortak ve denk olmaları gerekirdi. Allah Teâlâ da bir mevcûd olarak diğer mevcudattan çok hususî bir vasıfla ayrışmalıdır. Ancak insan aklı, şerl bir nas gelmedikçe bu en hususî özelliği asla öğrenemeyip tereddüt edecektir.
Peki ahi, Allah Teâlâ'yı idrâk edebilir mi? Bu meselede de fikir ayrılı*ğına düşülmüştür. Bu, Darrâr'ın mezhebine daha yakındır. Ancak Darrâr, Allah Teâlâ hakkında mâhiyet ibaresini kullanmıştır. Bu, lafız bakımından çirkindir.
Eş'ariyye'nin esaslarından biri de şudur: Varolan herşey görülebilir. Görüşü sahih kılan, sadece varoluştur. Allah Teâlâ mevcûd olduğuna göre O da görülecektir. Müminlerin ahirette O'nu göreceklerine dâir nas mev*cuttur. Allah Teâlâ buyurdu ki: "O gün yüzler parlar ve Rablerine bakar." (Kıyamet, 75/22) Bu ve benzeri birçok nasta Allah Teâlâ'nın görüleceği bildi*rilmektedir. Mezhep kurucusu bu meyanda şöyle demiştir: RuVetullah'ın belli bir yön, mekân, suret, mukabele, ışığa temas veya intiba' yoluyla olması caiz değildir. Bunların tamamı imkânsızdır.
Ru'yetin mâhiyeti hakkında iki görüşü vardır:
a- Ru'yet hususî bir bilgidir. Buradaki hususiyetten maksadı, görme fiilinin yokluğa değil varlığa taalluk etmesidir.
b- Ru'yet bilginin ötesinde bir idrak olup, idrâk edilen üzerinde tesir sahibi olmayı veya ondan etkilenmeyi gerektirmez.
Ona göre sem' ve basar Allah Teâlâ'nın iki ezelî sıfatı olup ilmin öte*sinde iki idrâktir ve vücûd şartıyla herbirine mahsûs müdrekâta taalluk ederler. Eller ve yüz de haberi sıfatlardır. Ona göre bu sıfatlar hakkında nas mevcuttur. Dolayısıyla bunları olduğu gibi ikrar etmek farzdır. O, bu tür sıfatların teviline girişmeme noktasında Selef-i Salih'e meyletmiştir. Ancak tevilin caiz olduğuna ilişkin farklı bir görüşü daha vardır.
Va'd-va'îd, isimler, hükümler, şeriat ve akıl gibi hususlarda Mu'te-zile'den tamamen farklı düşünür.
el-Eş'arî şöyle der: İman, kalp ile tasdiktir. Dille ikrar ve uzuvlarla amelde bulunma ise imanın furûudur. Kalp ile tasdik eden, yani Allah Teâlâ'nın birliğini ikrar edip peygamberleri ve onların Allah Teâlâ'dan vahy yoluyla getirdiklerini kabul eden kimsenin İmanı sahihtir. Bu hal üze*re ölürse, kurtuluşa ermiş bir mümin olarak ölmüş olur. İmandan ancak bunlardan birini inkâr etmekle çıkabilir.
Büyük günah işleyen biri tövbe etmeksizin öldüğünde onun hükmü Allah Teâlâ'ya kalır. Dilerse rahmetiyle bağışlar veya Allah Resulü (saliaUâhu aleyhi ve sellem) onun hakkında şefaatçi olur. Nitekim o şöyle buyurmuştur: "Şefaatim ümmetim arasında büyük günah sahipleri içindir." Yahut işle*diği suçla orantılı biçimde cezalandırdıktan sonra yine rahmetiyle cenne*te dâhil eder. Kâfirlerle birlikte ebedî cehennemlik olması caiz değildir. Çünkü kalbinde zerre miktarı olsun imam bulunan kimsenin cehennem*den çıkartılacağına dair nas mevcuttur. el-Eş'arî şöyle demiştir: Büyük günah sahibi tövbe etmiş olsa bile, Allah Teâlâ'nın bu tövbeyi aklın gere*ği olarak kabul etmesinin farz olduğunu söyleyemem. Çünkü farz kılma hakkı yalnız O'na aittir. Hiçbir şey O'na farz kılınamaz. Tövbekarların tövbesinin ve zaruret içinde bulunanların dualarının kabul edileceğine dair naslar varit olmuştur. O, yarattıklarının yegâne sahibi olarak dilediğini yapar ve dilediği gibi hükmeder. Dilerse bütün yarattıklarını cennete dâhil edebilir. İstese hepsini cehenneme koyabilir ve bu zulüm olmaz. Çünkü zulüm, kendi hakkı olmayan şey üzerinde tasarrufta bulunmak veya bir şeyi hallettiği yere koymamaktır. O ise Mâlik-i Mutlak'tır. O'ndan zulüm ve haksızlık sudur etmez.
Farzların tamamı şerl olup akıl hiçbir şeyi farz kılamaz. Hüsn ve kubh da akıl tarafından belirlenemez. Marifetullah akılla elde edilir ve nakille farz olur. Allah Teâlâ buyurdu ki: "Biz peygamber gönderinceye kadar -kimseye- azap edecek değiliz." (İsrâ, 17/15) Nimet verene şükranda bulunmak, itaat edeni ödüllendirip isyan edeni cezalandırmak da böyledir. Bunların hepsi akılla değil nakille farz olur. Salâh-ashh, lütuf türünden hiçbir şey Allah Teâlâ üzerine farz kılınamaz. Akim bir hikmete dayanarak
rz Aldığı hemen her şey, başka bir açıdan tam aksini gerektirebilir. Mükellefiyetin aslı Allah Teâlâ üzerine vacip değildir. Çünkü bunlara O nun için bir yarar veya savılacak bir zarar söz konusu değildir. O, kul-arını ödüllendirme ve cezalandırmaya Kâdir'dir. Onlara lütuf ve keremde bulunmaya da muktedirdir. Sevap, nimet ve lütfün her şekli O'nun lütfü kapsamına girer. Mükâfat ve cezanın her türü adaletin gereğidir: "O, yaptığından suâl olunmazken onlar suâl olunur."
Peygamber göndermek, vacip veya imkânsız olmayıp caizdir. Ancak gönderildikten sonra mucizelerle desteklenmeleri ve her türlü günahtan uzak tutulmaları vaciptir. Çünkü bir peygamberin davasında doğruluğu*nun bilinebilmesi için birtakım kusurlardan arındırılması gerekir. Zira emirlerde çelişki bulunması caiz değildir.
Mucize, olağanüstü bir fiil olup meydan okumaya binâen gösterilir ve karşı çıkılamaz niteliktedir. Delil bakımından davayı tasdik edici nitelik*tedir. Olağanın dışına çıkılması ve olağan olmayanın gösterilmesi gibi iki şekli vardır. Evliyanın kerametleri de haktır. Bir açıdan peygamberlerin tasdiki, bir açıdan da mucizelerin teyîdi mahiyetindedir.
İman ve tâat Allah Teâlâ'nın tevfîki sayesinde gerçekleşir. İnkâr ve masİyet İse O'nun desteğini çekmesi yüzünden olur. O'nun tevfîkİ, tâat gücünü yaratmasıdır. Desteğini çekmesi (hızlan) ise, masiyet işleme gücünü yaratmasıdır. Şer'î naslarla bildirilen Kalem, Levh, Arş, Kürsî, Cennet ve Cehennem gibi gaybî hususların zahiri üzere anlaşılması ve bildirildikleri biçimde İnanılması gerekir. Ahiretle ilgili haberler, örneğin kabir sorgusu, mükâfat ve ceza gibi hususlarla, Mizan, hesap, Sırat, cennet*lik, cehennemlik gibi bilgilere de zahirde oldukları gİbİ inanmak gerekir. Çünkü bunların varlığı imkânsız değildir.
el-Eş'arî'ye göre Kur'ân; belagat, nazm ve fesahat bakımından muci*zedir. Çünkü Araplar kılıç ile Kur'ân'a muaraza etmek arasında muhayyer bırakılmışlar, onlar da muarazadan âciz olduktan için en zor olanı (kılıcı) seçmişlerdir. el-Eş'arî'nin taraftarları arasında Kur'an'daki İ'câzın kişiyi O'nunla muaraza etme dürtüsünden geri çevirme (sarf) anlamında oldu*ğunu, ayrıca bu i'câzın gaybî haberler bakımından söz konusu olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Ona göre imamet nas ve tayın olmaksızın ittifak ve seçimle sabit olur. Ona göre herhangi bir nas olsaydı, asla gizli kalmazdı. Çünkü bu tür bir nassm naklini gerektirecek birçok vesile mevcuttur. Sahabe, Benî Sâide'nin avlusunda Ebu Bekir (radıyallahu anh) üzerinde ittifak etmişlerdir. Ardından Ebu Bekir'in (radıyaüahu ardı) Ömer'i (radıyallahu anh) tayin etmesi üzerinde de ittifak etmişlerdir. Sahabe, Osman'ı (radıyallahu anh) şûra ile belirlemiştir. Onun ardından da Ali (radıyallahu anh) üzerinde ittifak etmişlerdir. Dört halife, fazilet bakımından da aynı sıralama içinde yeralırlar.
Âİşe (radıyaUahu anh), Talha (radıyallahu anh) ve Zübeyr (radıyallahu anh) hakkında, sadece hatadan döndüklerini söylemiş, Talha (radıyallahu anh) ve Zübevr'in (radıyallahu anh) cennetle müjdelendiklerini ifade etmiştir. Muaviye
(radiyailahu anh) ve Amr b. el-As'in (radıyallahu anh) hak İmam olan Ali'ye (radıyal*lahu anh) isyan ettiklerini, onun da kendileriyle savaştığını söylemiştir. Neh-revân Ehli yani ona başkaldıran Haricîlere gelince onlar, Allah Resûlü'nün de (saUallâhu aleyhi ve sellem) beyan ettiği üzere dinden çıkmış kimselerdir. Ali (radıyallahu anh) bütün kararlarında hakkı savunmuş ve ondan ayrılmamıştır.
 
F Çevrimdışı

ferdiosman

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Şehristânî, Ebu'l-Feth Muhammet b. Abdulkerim, el-Milel ve'n-Nihal



2- Müşebbîhe:








Hadis ehli arasında bulunan Sclef-i Salih, Mu'tezile'nin kelâm ilmine iyice dalarak Hulefâ-İ Râşidîn devrinde bilinen sünnet uygulamalarına muhalefet ettiklerini, kader konusunda bazı Emevî yöneticiler, sıfatların inkârı ve Kur'an'ın yaratılmışlığı konusunda ise bazı Abbasî yöneticiler tarafından desteklendiklerini görünce Ehl-İ Sünnet'in müteşâbİh ayetler ve benzeri hadislerle ilgili olarak bilinen görüşlerini ortaya koymada büyük bir şaşkınlık yaşadılar.
Ahmed b. Hanbel, Davûd b. Ali el-İsfahânî ve Selef imamlarından bir topluluk, aralarında Mâlik b. Enes, Mukâtil b. Süleyman gibi zâtların bulunduğu Hadis elılinden Selefin izlediği yolu takip etmişlerdir. Onların tercih ettikleri yol, selâmet yoludur. Bu yolu da şöyle ifade etmişlerdir: Kitab ve Sünnet'te vârid olan şeylere olduğu gibi iman eder, Allah Teâlâ'nın hiçbir şeye benzemediğini kat'î olarak bilip bu nasların tevîline girmeyiz. İnsanoğlunun hayalinde oluşan her fikrin yaratıcısı ve mukad-diri de O'dur. Bu zevat, teşbîh fikrinden o derece sakınmışlardır ki, "İki elimle yarattım" (Sâd, 38/75) ayetini okurken elini hareket ettiren veya Müminin kalbi Rahmân'ın iki parmağının arasındadır" (Müslim, Kader, 7; Tirmizi, kader, 7, İbn Mace, Mukaddime, 13; Müsned, 2/168, 173) hadisini nakleder*ken parmaklarına işaret eden kimsenin parmak ve elinin kesilmesini vacip görmüşlerdir. Onlar, ayetlerin tefsir ve tevîline girmemeyi şu iki gerekçe*ye dayandırmışlardır:
a- Aşağıdaki ayet-i kerimede varit olan yasak: "Kalplerinde eğrilik olanlara gelince, fitne çıkarma ve tevilini arama maksadıyla müteşâbih olanların peşine düşerler. Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinlik sahibi olanlar da şöyle derler: Bunların hepsinin Rabimİz katından geldi*ğine iman ederiz. Sadece akıl sahipleri öğüt alır." (Âl-i İmrân, 3/7) Biz de kalpteki eğrilikten sakınırız.
b- Tevîl, herkesin ittifak ettiği üzere zannî bir husustur. Allah Te-âlâ'nın sıfatları hakkında yapılan konuşmalar da tamamen zannîdir. Çünkü yaptığımız tevîl, Allah Teâlâ'nın muradının aksi olabilir. Böyle olduğunda ise kalbinde hastalık bulunanlar arasına girmiş oluruz. Bize düşen, iümde derinlik sahibi olanların söyledikleri gİbİ "Hepsinin Rab-bimiz katından olduğuna İman ederiz" demektir. Bu tür ayetlerin zahir*lerine iman edip bâtınlarını da olduğu gibi tasdik etmemiz gerekir. Bunların ilmini Allah Teâla'ya havale ederiz, çünkü bizler bunu bilmekle mükellef kılınmamışızdır. Bu, imanın esas veya rükünlerinden de değil*dir. Bazıları bu meselede daha da ihtiyatlı davranarak yed, vech, istiva vb. kelimeleri Farsça okumamışlardır. Bu tür lafızları kullanmak durumunda kaldıklarında kelime kelime nasıl vârid olduysa öyle kullanmışlardır. Bu, selâmet yoludur. Bunun teşbihle ilişkisi yoktur.
Ancak gulât-ı Şiadan Hişamİyye gibi gruplarla ashab-ı hadisten haşevî eğilimli Mudar, Kehmes ve Ahmed el-Hecîmî gibiler; ruhanî de olsa, cismanî de olsa taptıkları mabudun birtakım organ ve kısımlara sahip olduğunu savunmuş; böyle bir mabud için mekân değiştirme, yükselme, yerleşme ve yer tutma gibi vasıflan caiz görmüşlerdir. Şia'nın müşebbihe eğilimli olanlarının ayrıntılı iddiaları gulât babında anlatılacaktır. Haşeviy-ye'nin müşebbihe eğilimli olanlarına gelince imam Eş'arî'nin Muhammed b. isa'dan aktardığına göre Mudar, Kehmes ve Ahmed cl-Hecimî şunu savunmuşlardır: O'na dokunmak, kucaklaşmak ve sarılmak caizdir. İhlaslı müslümanlar, riyazet ve İhlâsta belli bir mertebeye yükseldikten sonra hem dünya, hem de ahirette O'nunla kucaklaşabilirler.
el-Ka'bî, Müşebbihe'den birinin ru'yetullâhı dünyada caiz gördüğünü, Allah Teâlâ'nın ziyaret edilebileceğini, bazı insanları ziyaret edeceğini söyle*diğini nakletmiştir. Davud el-Cevâribî'nin şöyle dediğini de aktarmıştır: Avret mahalli ve sakal konusunda beni mazur görün. Bunun dışındakiler! sorabilirsiniz. Yine ona göre ma'bûd -hâşâ Allah Teâlâ- cisim olup et ve kandan oluşur. El, ayak, kol, baş, gözler, kulaklar ve dil gibi organları vardır. Bununla beraber O, diğer cisimler gibi olmayan bir cisme, diğer etler gibi olmayan bir ete, diğer kanlar gibi olmayan bir kana sahiptir. Öbür sıfatları için de aynı şey geçerlidir. Bu anlamda yarattıklarından hiçbirine benzemediği gibi hiçbir şey de O'na benzemez. O, en üstünden sinesine kadar içi boştur. Kısa saçı ve siyah favorileri vardır.
Kur'an-ı Kerİm'de vârid olan istiva, vech (yüz), yedeyn (eller), cenb (yan), meşiet (geliş), ityân (gidiş), fevkıyye (üstte olma) gibi isim ve fiillere gelince Müşebbihe'ye göre bunların hepsi zahir anlamlarına yorulur. Hadislerde zikredilen benzer hususlar için de aynı hüküm geçer*lidir. Örneğin Allah Resulü (salkllâhu aleyhi ve selkm) şöyle buyurmuştur:
"Adem'i Rahman suretinde yarattı." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 8/198; Tabcrânî, Mucemu't-Kebîr, 12/403) "Cebbar, ayağını cehenneme koyuncaya kadar." (Ali el-Müttakî, Kcnzu'l-Ummâl, 1/408; Kurtubî, el-Câmî, 16/44, 17/19) "Müminin kalbi, Rahmân'm iki parmağının arasındadır." (Müslim, Kader, 17; Tirmizî, Kader, 7; İbn Mace, Mukaddime, 13) "Adem'i yarattığı çamuru, kırk sabah elinde yuvar*layıp alıştırdı." (Bkz. İbn Kesir, el-Bidâye, 1/68 v.d.; İbnü'1-Esir, el-Kâmil, 1/27 v.d.) "Eli*ni -veya avucunu- omzuma koydu." "Öyle ki parmaklarının serinliğini omzumda hissettim." (Bkz. Dârekmnî, Ruyetullah, 1/168-171) Müşebbihe, bu ve benzeri isim ve fiilleri olduğu gibi zahir anlamına yormuşlardır.
Müşebbihe kendi görüşleri istikâmetinde birçok asılsız rivayet de uydurmuş ve bunların çoğunu Yahudilerden iktibas etmiştir. Bilindiği üzere teşbih Yahudilerin tabiatı haline gelmiştir. Hatta şunu bile söylemişlerdir: Allah'ın gözleri rahatsızlanınca melekler O'nu ziyarete gitmişlerdi. Nuh (aleyhisselâm) tufanına öyle üzülmüştü ki ağlamaktan gözleri ağrımaya baş*lamıştı. Altında dört parmak üzerinde duran Arş demir eyer takımı gibi ses çıkarmıştı.
Müşebbihe, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu*ğunu da rivayet etmişlerdir: "Rabbim beni karşıladı, benimle kucaklaştı ve ellerini omzuma koydu. Öyle kİ parmaklarının serinliğini omzumda hissettim." (Bkz. Dârekutnî, Ruyetullah, 1/168-171)
Daha ileri giderek teşbih fikrini Kur'an hakkında da iddia ederek şöyle demişlerdir: Harfler, sesler ve yazılı işaretler kadîm ve ezelîdir. Harf*leri ve kelimeleri olmayan bir kelâm akla sığmaz. Bu görüşlerine delil ola*rak da birtakım hadisler nakletm işlerdir. Bunlara örnek olarak şu hadisi zikredebiliriz: "Allah Teâlâ Kıyamet günü öncekilerin de sonrakilerin de işitecekleri bir sesle nida eder." (Taberani, Mu'cemu'l-Evsat, 2/87) Musa Peygam-ber'in (aleyhisselâm) Allah Teâlâ'nın kelâmını zincir sesi gibi işittiğini rivayet etmiş ve şöyle demişlerdir: Selef-i Salih KuPan'ın yaratılmış olmadığı hususunda icmâ etmiştir. Onun yaratılmış olduğunu söyleyen kâfirdir. Kur'an olarak bildiğimiz, elimizde bulunan, gördüğümüz, dinlediğimiz, okuyup yazdığımız şeydir.
[Müşebbihe devam ediyor:]
Bu görüşümüze karşı çıkanlara gelince:
Mu'tezile, elimizde bulunan mushafın Allah Kelâmı olduğu nok*tasında bizimle müttefik, ama kıdemi noktasında bizden farklıdır. Delille*rin onların aleyhinde olduğuna dair ümmetin İcmâı mevcuttur.
Eş'arîlere gelince, Kur'an'ın kadîm olduğu noktasında bizimle müttefik*tirler. Ancak onlar da elimizde bulunan mushafın Allah Kelâmı'nın kendisi olduğu noktasında bizden farklı düşünmüşlerdir. Delilin onların aleyhinde olduğuna ilişkin de icmâ-i ümmet mevcuttur. Çünkü Allah Kelâmı ifadesiy*le işaret olunan elimizdeki mushaftır. Diğer taraftan Allah Teâlâ hakkında görmediğimiz, okuyup yazmadığımız ve dinlemediğimiz Zâtı ile kâim bir kelâm sıfatından sözedildiğînde bu her açıdan icmâya aykırıdır.
Bİze göre mushafın iki kapağı arasında yeralan nas Allah Kelâmındır. Allah Teâlâ onu Cebrail'in (aleyhisselâm) diliyle İndirmiştir ve mushaflarda yazılıdır. Levh-i Mahfüz'da yazılı olan da odur. Müminlerin cennette Allah Tcâlâ'dan vasıtasız ve perdesiz olarak İşitecekleri kelâm da aynısıdır. Allah Teâlâ'nın "Rahîm bir Rab'den selâm sözü olarak" (Yâsîn, 36/58) buyruğunun anlamı da budur. Musa'ya (aleyhisselâm) olan hitabı da odur: "Ey Musa! Muhakkak ki Ben, alemlerin Rabbı olan Allahım!" (Kasas/30) Vasıtasız seslenmesi de şu ayette zikredilmiştir: "Allah Musa'ya konuştu." (Nisa, 4/164) "Ben seni risâletlerim ve kelâmımla diğerleri arasında seçtim."
(A'râf, 7/144) Allah ReSUİÜ'nÜll de (sallallâhu aleyhi ve sellem) ŞÖyle buyurduğu
rivayet edilmiştir: "Allah Teâlâ Tevrat'ı eliyle yazdı. Adn cennetini eliy*le yarattı. Adem'i de eliyle yarattı." Kur'an'da ise şöyle buyrulmaktadır:
"Onun İçin levhalarda herşeye öğüt ve açıklama olarak bütün eşyayı yazdık" (A'râf, 7/145)
[Müşebbihe] şunları da söyledi: Biz, kendimizden hiçbir ilâvede bulu-namavız. Selefin karışmadığı bir şeyi kendi akıllarımızla ihata edemeyiz. Onlara göre mushafın iki kapağı arasındaki kelâm, Allah Kelâmı'dır. Bize göre de öyledir. Onlar, bu görüşlerine delil olarak şu ayeti zikretmişler*dir: "Müşriklerden biri sana sığınırsa onu güvene al, tâ ki Allah'ın sözünü işitsin." (Tevbe/6) Bilindiği üzere müşriğin işittiği şey, bizim okuduğumuz Kur'an'dan başka bir şey değildir. Yine bu anlamda şöyle buyrulmuştur: "Doğrusu bu Kitab, sadece arınmış olanların dokunabileceği, saklı bir Kitab'da mevcut İken âlemlerin Rabbİ tarafından İndirilmiş olan Kur'an-ı Kerim'dir." (Vâha/78-80) "O, kutsal kılınmış, yüceltilmiş, arınmış sahifeler üzerindedir. İyi kimseler, saygıdeğer elçiler eliyle yazılmıştır." (Abese/12-16) "Muhakkak Biz onu Kadir gecesi indirdik." (Kadr/l) "Ramazan ayı ki Kur'an onda İndirilmiştir." (Bakara, 2/184)
Müşebbihe arasında Hulûliyye eğiliminde olanlar da vardır. Bunlar şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ'nın herhangi bir şahsın suretinde görünmesi caizdir. Tıpkı Cebrail'in (aleyhisselâm) bir yolcu suretinde görünmesi gibi. O, Meryem'e de (aieyhisselâm) tam bir insan gibi görünmüştür. Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu buyruğu da buna yorulmuştur: "Rabbimi en güzel surette gördüm." (Darefcutnî, Ruyetullah, 1/168-171) Tevrat'ta da Musa Peygam-ber'in (aleyhisselâm) şöyle dediği nakledilmiştir: "Rabbimle yüzyüze konuş*tum. Bana şöyle şöyle dedi."
Hulul kısmen veya bütün olarak kabul edilebilir. Bu fikirler ileride açıklanacaktır.
 
E Çevrimdışı

Ehli_Hadis

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Bu zevat, teşbîh fikrinden o derece sakınmışlardır ki, "İki elimle yarattım" (Sâd, 38/75) ayetini okurken elini hareket ettiren veya Müminin kalbi Rahmân'ın iki parmağının arasındadır" (Müslim, Kader, 7; Tirmizi, kader, 7, İbn Mace, Mukaddime, 13; Müsned, 2/168, 173) hadisini naklederken parmaklarına işaret eden kimsenin parmak ve elinin kesilmesini vacip görmüşlerdir.
------------------------------------------------------------------------
أخبرنا أحمدُ بن محمّدٍ الفقيه ؛ قال : أخبرنا عمرُ بن أحمدَ الواعظ ؛ قال : ثنا عبدُ الله بن سليمان ؛ قال : ثنا عليُّ بن صدقة ؛ قال ثنا حجّاج ؛ عن ابن جُريجٍ ؛ عن عطاء ؛ عن ابن عبّاسٍ ؛ في قوله - عزّ و جلّ - : (( تجري بأعيينا )) ؛ قال : أشار بيده إلى عينيه .


Ahmed b Muhammed el-Fakih bize haber verdi dedi ki: Ömer bin Ahmed el-Vaiz haber verdi dedi ki bize Abdullah bin Süleyman rivayet etti dedi ki:Ali bin Sadaka bize rivayet etti dedi ki: Haccac bize İbn Cüreycden o da Ata’dan o ise İbn Abbas’tan Allah’u Teala’nın (Gözlerimizin önünde önünde akıp giderdi Kamer/14) ayetini okuyunca onun Eli ile gözüne işaret ettiğini rivayet etti.el-Lalekai Şerhu Usuli İtikadi Ehl-i-Sünne 3/411 (691)


قال مستقيم قال كنا عند علي بن حسين قال فكان يأتيه السائل قال فيقوم حتى يناوله ويقول إن الصدقة تقع في يد الله قبل أن تقع في يد السائل قال وأومأ بكفيه.


Mustakim dedi ki: Biz Ali bin Hüseyi’nin yanında idik Onun yanına bir dilençi geldi ve o yağa kalkarak eli ile ona (sadaka) verdi ve dedi ki: Şüphesiz ki sadaka dilencinin eline ulaşmadan evvel Allah’ın elinde olur dedi ki: (Bunu derken) elinin içine işaret etti.(İbn Sad-Tabakat/5/166)

وعن عبد الله بن عمرو بن العاص رضي الله عنهما قال‏:‏ سمعت رسولالله صلى الله عليه وسلم‏:‏

‏"‏يأخذ الجبار سماواته وأرضه بيده‏"‏ وقبض يده وجعل يقبضها ويبسطهاثم يقول‏:‏ ‏"‏أنا الجبار أنا الملك أين الجبارون‏؟‏ أين المتكبرون‏؟‏‏"‏ قال‏:‏ويميل رسول الله صلى الله عليه وسلم عن يمينه وعن شماله حتى نظرت إلى المنبر يتحركمن أسفل شيء منه حتى إني لأقول‏:‏ أساقط هو برسول الله صلى الله عليه وسلم‏؟‏‏.‏

رواه الطبراني في الكبير وقال‏:‏ هكذا رواه يحيى بن بكير فقال‏:‏ عنعبد الله بن عمرو، وقال غيره‏:‏ عن عبد الله بن عمر، ورجاله رجال الصحيح

Abdullah b.Ömer demiştir ki : Rasülullah,ı (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyururken işittim :

Cebbar gökleri ve yeri eline alacak; Elini yumdu.Sonra onu açıp kapayarak- Sonra Ben Cebbar,ım ben Melik,im Nerde o cebbarlar Nerede o mütekebbirler buyuracak; Rasülullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu söylerken sağa sola sallanmaya başladı.Baktım minber tepeden tırnağa sallanıyordu.Hatta yoksa Allah Rasülü,yle (sallallahu aleyhi ve sellem) beraber yıkılacak mı diye düşünmeye başladım.

(*) Hadisi el-Mu,cemu,l-kebir,de rivayet eden Taberani Bunu Yahya b.Bükeyr bu şekilde Abdullah b.Amr,dan nakletmiştir.Başkası ise son ravi olarak Abdullah b.Ömer,i telaffuz etmiştir açıklamasını yapmıştır.Rivayetin ravileri Sahih,in ravileridir (Mecma,uz-Zevaid ve Menbau,l-Fevaid c.1.s.213 No : 275)


 
F Çevrimdışı

ferdiosman

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Güzel bir konuyu yakalamışın ,bende dilim döndüğünce izah edeyim
Peygamberimizin 'Şüphesiz Allah işitir ve görür" (Nisa 58)' ayetini okurken ''baş parmağını kulağına, onu takib eden (şehadet) parmağına da gözünün üzerine koyması''(Ebû Dâvud, Sünnet 19, (4728).bkz .Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 15/530.no; (4728).)

Bu benzeri hadislerden anlaşılması gereken,

Allah'ın (uzuv) kulağı ve gözü olduğu değil işitme ve görme fiillerine sahip olduğu ikrar edilmiştir..Aynı yerde İbn Yûnus, el Mükri(nin şöyle) dediğini söyledi:Hz. Peygamber sözü geçen parmaklarını bu şekilde gözünün ve ku*lağının üzerine koyarken:"Allah(c.c) işitici ve görücüdür""Allah (c.c)için işitme ve görme (sıfatları) vardır" demek istemiştir .Rivayeti yapan sünen sahibi Ebu Davut'un dediği gibi burada Cehmiyye'ye reddiye vardır.Peygamberimizin mübarek baş parmağı kulağına gitti diye ,Allah'ın haşa! kulağı varmı diyeceksiniz? Sıfatlar konusundaki hassasiyetinizi dikkate aldığımızda ,saydığınız sıfatlar arasında ''kulak'' sıfatını işlemediğiniz malum iken,buradaki işarette eyleme olduğunu sizlerin bilmemesi gariptir.

Ulemanın yasaklaması eyleme değil fiile,teşbih tarzı olanları,Mesela haşa!Allah benim gibi elini kaldırır tarzı söylemleredir...
 
E Çevrimdışı

Ehli_Hadis

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Allah Azze ve celle zaten Mü'min süresi 56 ayetinde Semi ve Basir olduğunu zikrediyor:

إِنَّ الَّذِينَ يُجَادِلُونَ فِي آيَاتِ اللَّهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ أَتَاهُمْ إِن فِي صُدُورِهِمْ إِلَّا كِبْرٌ مَّا هُم بِبَالِغِيهِ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

Allah’ın âyetleri hakkında, kendilerine gelmiş bir delilleri olmaksızın tartışanlar var ya, onların kalplerinde ancak bir büyüklük taslama vardır. Onlar, tasladıkları büyüklüğe asla ulaşmazlar. Sen Allah’a sığın. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.

Burda Basir diyor yani gören............

تجري بأعيينا

Burda ise ayneyn diyor Bu demek oluyor ki Allah Azze ve Celle'nin Gözle görendir.

Kulak Sıfatına gelince Bu görüşte olan alimler de mevcut'tur Bunlar arasında Abdulkadir Geylani İmam Beyhaki İbn Battal bulunmaktadır

Beyhaki bu konuda Esma ve's-Sıfat isimli eserinde şöyle der: es-Semi kulağı olup işitilme özelliği olan şeyleri duyan el-Basir görülebilen şeyleri idrak ettiği bir göze sahip olan demektir Bunların her ikisi Yüce Allah açısından kendi zatı ile kaim bir sıfattır......Devamında Beyhaki Ebu Hüreyre hadisine yer verir ve şöyle der: O bu haraketiyle insandaki bulunduğu yere işaret ederek Yüce Allah'ın kulağının ve gözünün olduğunu vurgulamak istemiş.............


 
Üst Ana Sayfa Alt