أ
Çevrimdışı
بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
Selamun Aleyküm ve Rahmetullah.
Bugün hem benim için, hem de bütün Müslümanlar için çok önemli bir konu olan ve üzerine uzun uzun tefekkür ettiğim bir meseleyi ele almak istiyorum. Hepimiz gücümüz yettiğince ibadetlerimizi en güzel şekilde eda etmeye, namazı kılmaya, sadaka/zekat vermeye, oruçları aksatmamaya çalışıyoruz. Gücümüz yettiğince Allah yolunda infak etmeye, davet yapmaya ve diğer salih amelleri işlemeye gayret ediyoruz. Bahsedeceğim şey bütün ibadetleri kapsayan bir şey olmasına rağmen ben en bilinen olduğu için namaz üzerinden konuşacağım.
Hepimiz merak etmişiz ve sormuşuzdur: Namaz kılarken, dua ederken bazen o kadar güzel huşûlu oluyoruz ki, bunun tadını cidden kalbimizde hissediyoruz. Ama bazı zamanlar da sanki kalplerimiz taşlaşmış gibi oluyor, yani namazı eda etmemize rağmen o huşûnun tadını her zaman hissedemiyoruz. Bunun sebebi nedir?
Ben kendimce bu soruyu tefekkür ettim ve sorunun ne olduğunu kendimce tecrübe de ettim. Allah'ın kendilerini seçerek hak ile gönderdiği o insanların en hayırlılarına baktım. Nebilerin, salihlerin, sıddîkların, şehidlerin hayatına... Onların hayatlarına bakan kişi, ne kadar huşû ile içtenlikle Allah'ın rızasına uygun hayat yaşadıklarını görür.
Rabbimiz, Meryem suresinde; Zekeriyya, Yahya, Meryem, İsa, İbrahim, Musa, İsmail, İdris, Adem, Nuh ve Ya'kub Aleyhisselam'dan bahsettikten sonra buyuruyor ki: "...kendilerine Rahmân’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlar." (Meryem 58)
Çünkü İbrahim çok içli ve Allah’a yönelen bir kimseydi. (Hûd 75)
"İbrahim, çok içli, yumuşak huylu bir kişiydi."(Tevbe 114)
Biz namazda bile kimi zaman huşû olmayı beceremezken onlar hayatlarında bile bunu yapabiliyormuş. Allah'ın kendisini dost edindiği ve 7. kat semâda bulunan İbrahim Aleyhisselam'a baktığımızda onun karakterinin bile içten, samimi ve huşûlu olduğunu görüyoruz. Diğer peygamberler de, o da Rahman'ın ayetleri kendilerine okunduğunda ağlayarak secdeye kapanıyorlar.
Allah onları seçti ve onları nebiler kıldı. Onlar Allah katında insanların en hayırlılarıdır ve aynı zamanda hepsi de Rablerine karşı huşûlu kimselerdi. Demek ki biz onların vasıflarına, hayatlarına, neler yaptıklarına baktığımızda hem nasıl Allah katında hayırlı olabileceğimizi, hem de nasıl onlar kadar olmasa da ibadetlerimizde huşûlu ve namazda ise tadîl-i erkâna riayet ederek namazımızı nasıl eda edebileceğimizi öğrenebiliriz.
Onların hayatlarına baktığımızda ortak noktaları nedir? Hepsi de peygamberlerdendi. Yani Allah'ın dinini insanlara açıklıyorlardı. İyiliği emredip, kötülükten men ediyorlardı. Ve bir diğer ortak noktaları da şuydu ki: Hepsi de eziyete uğramıştı. Terk edilmiş, kuyuya atılmış, ateşe atılmış, kardeşleri tarafından kıskançlığa ve ihanete maruz kalmış, iftiraya uğramış kimselerdi. Bütün bunlar başlarına gelse de asi olmuyor, sabredip Allah'a yöneliyorlardı.
Rabbimiz buyuruyor ki: "Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i İmrân 110)
Bu ayette Allah Tebareke ve Teâlâ, Ümmet-i Muhammed'in en hayırlı ümmet olmasının vasfını tanımlarken şöyle buyuruyor: "İyiliği emretmek, kötülükten men etmek."
Şimdi konuyu biraz toparlayacak olursak peygamberler insanlara Allah'ın dinini emretmek, aynı zamanda iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek üzere Allah'tan tarafından seçilip gönderilmiş insanlardı. Ümmet-i Muhammed'in en hayırlı olmasının vasfı da aynı şeydi. İyiliği emredip kötülükten sakındırmak kolay değildir. Yani mesele sadece insanların karşısına geçip "Şunu yap, bunu yapma" demek değildir. Biz insanları tevhîde(iyiliğe) davet edip(emredip), tağuttan(kötülük) sakındırmak/men etmekle de mükellefiz. Bu, gerçekten kolay bir şey değildir. Çünkü bahsettiğimiz şey sadece nasihat değil, insanların putlarını kırmaktan tutun da, pek çok şeyi kapsayan geniş bir şey.
Düşünün ki Allah katında en hayırlı olanlar bile bunu yapmışlar ve başlarına zina iftirası, hapis, ihanet, ateş, ölüm, işkence gibi pek çok zulüm gelmiş. İşte huşûyu aradığımda tam da burada bulduğumu fark ettim. Dünya zevkleriyle, dünya dertleriyle meşgul olup kafamızı oralara verip sonra da neden huşûlu olamadığımızı sorgulamamız saçma değil mi?
Kavminiz size karşı, babanız size karşı olduğunda ve putları parçaladığınız için sizi ateşe atmak için yakaladıklarında ne hissederdiniz? Düşünün ki öz babanız bile size düşman olmuş. Ateşe düşmenize çok az kalmış. Bütün bunlar ne için? Alemlerin Rabbinin emrini yerine getirmek, O'nun rızasını elde etmek için değil mi? Böyle bir durumda kim dünyayı düşünebilir ki. Kendinizi tamamen gücü her şeye yeten, göklerin ve yerin Rabbine teslim etmez miydiniz?
Ateşe düşeceğiniz ana kadar ateşin sizi yakmayacağını bilmiyorsunuz.
Denizin yarılacağı ana kadar dünya üzerindeki belki de en güçlü ordulardan birinin helak olacağını bilmiyorsunuz.
Kardeşleriniz sizi kıskanıp kuyuya attığında ve daha da kötüsü zina iftirasına uğrayıp hapse düştüğünüzde Mısır'a aziz olacağınızı bilmiyorsunuz.
Bütün aileniz ve malınızı kaybettiğinizde, çok ağır hastalığa uğradığınızda eskisinden daha büyük servete kavuşacağınızı bilmiyorsunuz.
Hudeybiye antlaşmasını yaptığınızda şartlar Müslümanların çok aleyhinde olmasına ve pek çok Müslümanın bu antlaşma yüzünden savaşmadan mağlup olduğunu düşünmesine rağmen iki sene sonra savaşmadan Mekke'yi fethedeceğinizi bilmiyorsunuz.
İşte bütün bu şer sanılan şeyler Allah'ın dinini tebliğ etmek, iyiliği emredip kötülükten men etmekten sebebiyleydi. Onların derdi dünyalık, mal, çocuk, kadın değildi. Tek dertleri Allah'ın kelimesini yüceltmekti. Bu yüzden başlarına bunca sıkıntı geldi. Huşû demek; iyiliği emredip kötülükten men ederken başa gelen bunca sıkıntıdan sonra yardım istenebilecek, güvenilebilecek, her şeye gücü yeten, sıkıntıları kaldıran, Şerleri hayır eyleyen , her şeyin kendisine muhtaç olduğu Alemlerin Rabbi'nin huzurunda bütün içtenlikle durabilmekmiş.
Hayırlı bir insan olmak, Allah'a yakın olmak, Allah'ın huzurunda secdeye kapanıp ağlamak mı istiyorsun? O zaman dertlerini doğru seç. Bilesin ki, bütün dünyayı sırtına yüklenip dert edinsen bile derdin, günde 5 vakit huzurunda durup kendisine rüku ve secde ettiğin zâttan daha büyük değildir. Nasıl ki dinlenmek, yorulduğun zaman; uyku, uykun geldiği zaman; yemek, acıktığın zaman güzel geliyorsa ibadetlerde, Allah için dert ve meşakkat edindiğin zaman tatlı geliyor.
Elde etmeyi istediğin bütün nimetler, kurtulmayı istediğin bütün musibetler huzurunda gönülden(huşû ile) boyun büküp divan durduğun zâtın kudretindendir. İyiliği emredip kötülükten sakındırman Allah katında en hayırlı ümmetin mensubu olduğunun vasfıdır. Bu yolda başına gelenleri düşünme, sen sabretmekle mükellefsin. Çünkü ateşi, esenlik eden de; denizi yaran da İbrahim veya Musa değildi.
Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez. (Maide 67)
"Mümin erkekler ve mûmin kadınlar, birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten men ederler, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azîzdir, hikmet sahibidir." (Tevbe 71)
Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyaz etmişti. (Kalem 48)
Selamun Aleyküm ve Rahmetullah.
Bugün hem benim için, hem de bütün Müslümanlar için çok önemli bir konu olan ve üzerine uzun uzun tefekkür ettiğim bir meseleyi ele almak istiyorum. Hepimiz gücümüz yettiğince ibadetlerimizi en güzel şekilde eda etmeye, namazı kılmaya, sadaka/zekat vermeye, oruçları aksatmamaya çalışıyoruz. Gücümüz yettiğince Allah yolunda infak etmeye, davet yapmaya ve diğer salih amelleri işlemeye gayret ediyoruz. Bahsedeceğim şey bütün ibadetleri kapsayan bir şey olmasına rağmen ben en bilinen olduğu için namaz üzerinden konuşacağım.
Hepimiz merak etmişiz ve sormuşuzdur: Namaz kılarken, dua ederken bazen o kadar güzel huşûlu oluyoruz ki, bunun tadını cidden kalbimizde hissediyoruz. Ama bazı zamanlar da sanki kalplerimiz taşlaşmış gibi oluyor, yani namazı eda etmemize rağmen o huşûnun tadını her zaman hissedemiyoruz. Bunun sebebi nedir?
Ben kendimce bu soruyu tefekkür ettim ve sorunun ne olduğunu kendimce tecrübe de ettim. Allah'ın kendilerini seçerek hak ile gönderdiği o insanların en hayırlılarına baktım. Nebilerin, salihlerin, sıddîkların, şehidlerin hayatına... Onların hayatlarına bakan kişi, ne kadar huşû ile içtenlikle Allah'ın rızasına uygun hayat yaşadıklarını görür.
Rabbimiz, Meryem suresinde; Zekeriyya, Yahya, Meryem, İsa, İbrahim, Musa, İsmail, İdris, Adem, Nuh ve Ya'kub Aleyhisselam'dan bahsettikten sonra buyuruyor ki: "...kendilerine Rahmân’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlar." (Meryem 58)
Çünkü İbrahim çok içli ve Allah’a yönelen bir kimseydi. (Hûd 75)
"İbrahim, çok içli, yumuşak huylu bir kişiydi."(Tevbe 114)
Biz namazda bile kimi zaman huşû olmayı beceremezken onlar hayatlarında bile bunu yapabiliyormuş. Allah'ın kendisini dost edindiği ve 7. kat semâda bulunan İbrahim Aleyhisselam'a baktığımızda onun karakterinin bile içten, samimi ve huşûlu olduğunu görüyoruz. Diğer peygamberler de, o da Rahman'ın ayetleri kendilerine okunduğunda ağlayarak secdeye kapanıyorlar.
Allah onları seçti ve onları nebiler kıldı. Onlar Allah katında insanların en hayırlılarıdır ve aynı zamanda hepsi de Rablerine karşı huşûlu kimselerdi. Demek ki biz onların vasıflarına, hayatlarına, neler yaptıklarına baktığımızda hem nasıl Allah katında hayırlı olabileceğimizi, hem de nasıl onlar kadar olmasa da ibadetlerimizde huşûlu ve namazda ise tadîl-i erkâna riayet ederek namazımızı nasıl eda edebileceğimizi öğrenebiliriz.
Onların hayatlarına baktığımızda ortak noktaları nedir? Hepsi de peygamberlerdendi. Yani Allah'ın dinini insanlara açıklıyorlardı. İyiliği emredip, kötülükten men ediyorlardı. Ve bir diğer ortak noktaları da şuydu ki: Hepsi de eziyete uğramıştı. Terk edilmiş, kuyuya atılmış, ateşe atılmış, kardeşleri tarafından kıskançlığa ve ihanete maruz kalmış, iftiraya uğramış kimselerdi. Bütün bunlar başlarına gelse de asi olmuyor, sabredip Allah'a yöneliyorlardı.
Rabbimiz buyuruyor ki: "Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i İmrân 110)
Bu ayette Allah Tebareke ve Teâlâ, Ümmet-i Muhammed'in en hayırlı ümmet olmasının vasfını tanımlarken şöyle buyuruyor: "İyiliği emretmek, kötülükten men etmek."
Şimdi konuyu biraz toparlayacak olursak peygamberler insanlara Allah'ın dinini emretmek, aynı zamanda iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek üzere Allah'tan tarafından seçilip gönderilmiş insanlardı. Ümmet-i Muhammed'in en hayırlı olmasının vasfı da aynı şeydi. İyiliği emredip kötülükten sakındırmak kolay değildir. Yani mesele sadece insanların karşısına geçip "Şunu yap, bunu yapma" demek değildir. Biz insanları tevhîde(iyiliğe) davet edip(emredip), tağuttan(kötülük) sakındırmak/men etmekle de mükellefiz. Bu, gerçekten kolay bir şey değildir. Çünkü bahsettiğimiz şey sadece nasihat değil, insanların putlarını kırmaktan tutun da, pek çok şeyi kapsayan geniş bir şey.
Düşünün ki Allah katında en hayırlı olanlar bile bunu yapmışlar ve başlarına zina iftirası, hapis, ihanet, ateş, ölüm, işkence gibi pek çok zulüm gelmiş. İşte huşûyu aradığımda tam da burada bulduğumu fark ettim. Dünya zevkleriyle, dünya dertleriyle meşgul olup kafamızı oralara verip sonra da neden huşûlu olamadığımızı sorgulamamız saçma değil mi?
Kavminiz size karşı, babanız size karşı olduğunda ve putları parçaladığınız için sizi ateşe atmak için yakaladıklarında ne hissederdiniz? Düşünün ki öz babanız bile size düşman olmuş. Ateşe düşmenize çok az kalmış. Bütün bunlar ne için? Alemlerin Rabbinin emrini yerine getirmek, O'nun rızasını elde etmek için değil mi? Böyle bir durumda kim dünyayı düşünebilir ki. Kendinizi tamamen gücü her şeye yeten, göklerin ve yerin Rabbine teslim etmez miydiniz?
Ateşe düşeceğiniz ana kadar ateşin sizi yakmayacağını bilmiyorsunuz.
Denizin yarılacağı ana kadar dünya üzerindeki belki de en güçlü ordulardan birinin helak olacağını bilmiyorsunuz.
Kardeşleriniz sizi kıskanıp kuyuya attığında ve daha da kötüsü zina iftirasına uğrayıp hapse düştüğünüzde Mısır'a aziz olacağınızı bilmiyorsunuz.
Bütün aileniz ve malınızı kaybettiğinizde, çok ağır hastalığa uğradığınızda eskisinden daha büyük servete kavuşacağınızı bilmiyorsunuz.
Hudeybiye antlaşmasını yaptığınızda şartlar Müslümanların çok aleyhinde olmasına ve pek çok Müslümanın bu antlaşma yüzünden savaşmadan mağlup olduğunu düşünmesine rağmen iki sene sonra savaşmadan Mekke'yi fethedeceğinizi bilmiyorsunuz.
İşte bütün bu şer sanılan şeyler Allah'ın dinini tebliğ etmek, iyiliği emredip kötülükten men etmekten sebebiyleydi. Onların derdi dünyalık, mal, çocuk, kadın değildi. Tek dertleri Allah'ın kelimesini yüceltmekti. Bu yüzden başlarına bunca sıkıntı geldi. Huşû demek; iyiliği emredip kötülükten men ederken başa gelen bunca sıkıntıdan sonra yardım istenebilecek, güvenilebilecek, her şeye gücü yeten, sıkıntıları kaldıran, Şerleri hayır eyleyen , her şeyin kendisine muhtaç olduğu Alemlerin Rabbi'nin huzurunda bütün içtenlikle durabilmekmiş.
Hayırlı bir insan olmak, Allah'a yakın olmak, Allah'ın huzurunda secdeye kapanıp ağlamak mı istiyorsun? O zaman dertlerini doğru seç. Bilesin ki, bütün dünyayı sırtına yüklenip dert edinsen bile derdin, günde 5 vakit huzurunda durup kendisine rüku ve secde ettiğin zâttan daha büyük değildir. Nasıl ki dinlenmek, yorulduğun zaman; uyku, uykun geldiği zaman; yemek, acıktığın zaman güzel geliyorsa ibadetlerde, Allah için dert ve meşakkat edindiğin zaman tatlı geliyor.
Elde etmeyi istediğin bütün nimetler, kurtulmayı istediğin bütün musibetler huzurunda gönülden(huşû ile) boyun büküp divan durduğun zâtın kudretindendir. İyiliği emredip kötülükten sakındırman Allah katında en hayırlı ümmetin mensubu olduğunun vasfıdır. Bu yolda başına gelenleri düşünme, sen sabretmekle mükellefsin. Çünkü ateşi, esenlik eden de; denizi yaran da İbrahim veya Musa değildi.
Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez. (Maide 67)
"Mümin erkekler ve mûmin kadınlar, birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten men ederler, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azîzdir, hikmet sahibidir." (Tevbe 71)
Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyaz etmişti. (Kalem 48)