TAHKİM'UL KAVANİYN RİSALESİ | Muhammed b. İbrahim
Lanetli bir kanunun, apaçık Arapça bir dille, insanları uyarması için, Cebrail (a.s) tarafından Muhammed (s.a.v)'in kalbine indirilen (vahyin) yerine konulması, apaçık bir küfürdür.
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir." (Nisa Suresi: 4/59)
Allahu Teâlâ’nın bu emri gereği, kişilerin aralarında çekiştikleri, anlaşmazlığa düştükleri ve inatlaştıkları zaman, mevcut anlaşmazlığın çözümünü Allah'a ve Rasulü'ne arz etmeleri gerekmektedir. Bu ayette "eğer anlaşmazlığa düşerseniz..." şart cümlesinden sonra zikredilen "...herhangi bir şeyde..." ifadesinin nasıl nekra olarak getirildiğini düşün! Bu cins ve miktar bakımından üzerinde ihtilaf edilen her türlü anlaşmazlığı ihtiva etmektedir.
Daha sonra Allah'a ve ahiret gününe imanın hâsıl olabilmesi için, ihtilaf edilen her türlü anlaşmazlığın çözümünün Allah'a ve Rasulü'ne götürülmesi bir şart olarak zikredilmiştir.
"Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir."
Allahu Teâlâ’nın hayır olarak isimlendirdiği her şey mutlak surette hayırlıdır. Ve kendisinde kesinlikle bir şer yoktur. Bundan dolayıdır ki, ayette belirtildiği üzere bütün anlaşmazlıkların Allah'a ve Rasulüne arzedilmesi, hem dünyada hem de ahirette sonuç bakımından hem daha hayırlı, hem de daha güzeldir. Anlaşmazlık halinde meselenin Rasulullah'tan başkasına arz edilmesi ise bir şer olup, gerek dünyada gerekse ahirette sonuç itibarı ile de en kötü olandır.
Münafıkların "Biz sadece iyilik etmek ve arayı bulmak istedik." (Nisa Suresi: 4/62) ya da "Biz ancak ıslah edicileriz." (Bakara Suresi: 2/11) sözleri ise, anlaşmazlık halinde, meselenin çözümünün Allah'a (svt) ve Rasulü'ne arzedilmesinin dünyada ve ahirette hayır olduğu gerçeğinin tam tersinedir.
Her türlü anlaşmazlık halinde Allah ve Rasulüne müracaat edilmesinin dünyada ve ahirette hayır getireceği gerçeği, heva ve heveslerinden kanun çıkaranların, insanların bu kanunlara muhtaç olması, hatta bu kanunlarla muhakeme olmanın zaruri olması yönündeki iddialarının tam aksinedir. Onların bu iddiaları, sırf Rasulullah (s.a.v)'in getirdiği şeylere karşı kötü zan beslemeleri sebe¬biyledir. Onların bu şekildeki iddialarının gereği, Allahu (svt) Teala'nın ve Rasulü'nün (sas) açıklamalarının noksan olduğu, anlaşmazlık halinde Allah (svt) ve Rasulü'nün (sas) hükümlerinin yetersiz kaldığı, Allah (svt) ve Rasulü'nün (sas) hükümlerine muhakeme olmanın dünyada ve ahirette kötü sonuçlar doğuracağını gerekli kılmaktadır.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Hayır! Rabbine and olsun ki, iş bildikleri gibi değil, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar." (Nisa Suresi: 4/65)
Allahu Teâlâ, nefiy edatlarının tekrarıyla ve yemin ederek, aralarında çıkan tartışmalı durumlarda Rasulullah'ı hakem tayin etmedikleri sürece kişilerin iman sahibi olamayacaklarını üstüne basa basa vurgulamıştır. Yine Allahu Teâlâ, sadece Rasulullah (s.a.v)'i hakem tayin etmeyi yeterli görmemiş, buna ilaveten kişilerin nefislerinde en ufak bir darlık ve sıkıntı olmaması gerektiğini de eklemiştir.
"...içlerinde hiçbir sıkıntı (hareç) duymaksızın..."
Harec, darlık demektir. Yani, nefislerin endişe ve ızdırabdan kurtularak, genişlik içinde olması gerekmektedir. Allahu Teala buna ilaveten sadece bu iki şartı da yeterli görmemiş, üçüncü bir şart olarak da Allah Rasulü'nün verdiği hükme karşı tam bir teslimiyet şartını ilave etmiştir. İste bu Rasulullah'ın hükmüne teslimiyetin tamamlanmasıdır. Zira, bu şekilde kişi nefsi isteklerinden tamamen uzaklaşmış ve hak olan hükme tam bir teslimiyet göstermiş olur. Bunun için teslimiyet şartı müekked bir mastarla te'kid edilmiştir. Açık bir şekilde görülmektedir ki, burada gelişi güzel bir teslimiyetle de yetinilmemiş, bilakis mutlak bir teslimiyet istenmiştir.
Yine aynı şekilde burada "...aralarında çıkan çekişmeli işlerde... " ifadesindeki genellemeyi düşün! Usulcülere ve diğer dil alimlerine göre göre ismi mevsul sılasıyla beraber zikredildiği zaman umum (genellik) ifade eder. Bu genelleme ve kapsam, miktar bakımından olduğu gibi cins ve çeşitlilik bakımından da böyledir. Anlaşmazlıkların büyüğü ile küçüğü arasında bir fark olmadığı gibi, türleri arasında da bir fark yoktur.
Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: "Şunları görmüyor musun? Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor." (Nisa Suresi: 4/60)
Tağut kelimesi tuğyandan türemiştir. Mana olarak haddi aşmak demektir. Kim Rasulullah'ın getirdiği dışında bir şeyle hüküm verir yahut Rasulullah'ın getirdiği dışında bir hükümle muhakeme olursa bu kimse tağutun hükmü ile hükmetmiş ya da tağutun hükmü ile muhakeme olmuş demektir. Çünkü herkes için Rasulullah'ın getirdiğine muhakeme olması gerektiği gibi yine herkes için de başkasıyla değil sadece Rasulullah'ın getirdiği ile hükmetmesi gerekmektedir. Kim Rasulullah'ın getirdiği dışında bir şeyle hüküm verirse veya Rasulullah'ın getirdiği dışında bir şeye muhakeme olursa, hükmetme ya da muhakemeleşme noktasında haddini aşmış, azgınlık etmiş olur. Bu sebepten dolayı da tağut olarak isimlendirilir.
Muhakkak ki Allahu Teala, Rasulullah'ın getirmiş olduğu hü¬kümlerin dışında başka bir hükme gitmek isteyen münafıkların imanını yok saymıştır. Ayette geçen "Yez'umune" kelimesi onların iman iddialarını bir yalanlamadır. Çünkü iman iddiası ile birlikte Rasulullah (s.a.v)'in getirdiği hükümlerin dışında başka bir otoritenin hakemliğine gitmek, bir kulun kalbinde asla bir araya gelmez. Bilakis bu iki durum birbirinin tam tersidir.
Allahu Teala'nın "...Halbuki tağutu inkar etmekle emrolunmuşlardı..." sözünü düşün! Burada beşeri kanunları ortaya atanların Allahu Teala ile büyük bir inatlaşma içinde oldukları, bu hususta Allahu Teala'nın isteklerinin tam tersini yaptıkları görülmektedir. Esas olarak onlardan istenilen ibadet ettikleri tağutların kanunlarına başvurmak değil, bilakis tağutu tanımamaları ve onu inkar etmeleridir.
"Fakat zalimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine biz, yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indirdik." (Bakara Suresi: 2/59)
Daha sonra Allahu Teala "Şeytan da onları bir daha döne¬meyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor" buyurmaktadır. Ayetin bu kısmı beşeri kanunlarla muhakeme olmanın ne derece büyük bir sapıklık olduğuna ne güzel işaret etmektedir. Fakat, beşeri kanunlarla hükmedenler ya da bu kanunlara muhakeme olanlar, ayette böyle bir fiilin, şeytanın iradesi olduğu apaçık bir şekilde belirtilmesine rağmen bu yaptıkları eylemlerini doğru bir iş olarak görmektedirler.
Beşeri kanunları ortaya atanların, bu koydukları kanunlarda insanlığın menfaati ve şeytandan uzaklaşma olduğuna dair düşünceleri gerçeği yansıtmamaktadır. Aslında onların iddialarına göre insanlığın menfaati şeytanın isteklerinde olmuş oluyor. Halbuki Rahman'ın bizlerden istedikleri ve Rasulullah'ın kendisiyle gönderildiği esaslar bu vasıftan ve bu durumdan ne kadar da uzaktırlar.
Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: "Yoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesinlikle bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?" (Maide Suresi: 5/50)
Muhakkak ki Allahu Teala insanlardan bu tip kimseleri (yani beşeri kanunlarda insanlığın menfaati olduğunu iddia edenleri) kötülemiş, onların cahiliyenin hükmünü istediklerini bildirmiş ve kendi hükmünden daha güzel bir hüküm olmadığını beyan etmiştir. Bu ayetin, mevcut hükümlerin sadece iki kısımdan ibaret olduğuna nasıl delalet ettiğini iyice düşün.
Sonra bu ayetin beşeri kanunlarla amel edenlerin kendi akıllarının döküntüsünü, fikirlerinin kırıntılarını iyi ve güzel olarak iddia etmelerini nasıl reddettiğine bir bak!
"Bilinmelidir ki beşeri kanunlarla amel edenler, kabul etseler de yüz çevirseler de Allah'ın hükmünün dışında kalan bütün hükümler cahiliyyenin hükümleridir. Bununla birlikte beşeri kanunlarla amel edenlerin durumu bizden önce yaşamış cahiliye ehlinin durumundan çok daha kötü, sözleri onlardan daha asılsızdır. Çünkü cahiliye ehlinin bu konuda kendi içlerinde bir çelişkileri ve tezatları yoktu. Ancak bugün beşeri kanunlarla amel edenler çok büyük bir çelişki içindedirler. Zira, onlar bir taraftan Rasulullah'ın getirdiklerine iman ettiklerini iddia ediyorlar diğer taraftan da bu İddialarına muhalif hareket ediyorlar. Onlar bu halleri ile iman ve küfür arasında bir yol tutmak istiyorlar. Bu gibi kimseler için Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: "Bu ikisinin (imanla küfrün) arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alcaltıcı bir azab hazırlamışızdır." (Nisa Suresi: 4/150-151)
Hafız İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: "Allahu Teala, her hayrı kapsayıcı, her şerri yasaklayıcı olan hükümlerinden yüz çevirip, bunun yerine cahiliyede olduğu gibi kişilerin görüşlerine, dalalet ve sapıklığı ihtiva eden değer yargılarına ya da çeşitli dinlerin karışımı ve beşeri görüşlerden meydana gelen Cengiz Han'ın vaaz ettiği Yes'ak gibi İslam dışı hükümlere yönelenin imanını kabul etmiyor. Yes'ak; Cengiz Han'ın Kur'an, Tevrat, İncil ve kendi görüşlerine dayanarak ortaya koymuş olduğu kanunları ihtiva eden bir kitaptır. Cengiz Han öldükten sonra yerine geçen çocukları İslam'a girdikleri halde bu kitabı anayasa kitabı olarak görmeye devam ettiler. Allah'ın kitabı ve Rasulullah'ın sünnetini bir kenara atarak bu kitaptaki hükümlerle tatarlara hükmettiler. İşte böyle davranan kimseler kafirdir. Bunlarla büyük küçük her meselede yalnız Allah'ın hükmüne dönünceye kadar savaşmak farzdır. Az veya çok hiçbir konuda Allah'ın hükümlerinden başka hükümlerle hükmedilmez. Bunun için Allahu Teala -Yoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar?- demektedir. Yani, Allah'ın hükmünden daha adaletli hüküm verecek kim vardır. Allah'ın şeriatına inanıp yakın ve bilgi sahibi olanlar, Allah'ın hüküm verenlerin en iyisi olduğunu, mahlukatına karşı annenin çocuğuna merhametinden daha merhametli davrandığını bilirler. Zira Allahu Teala her şeyi bilendir. Her şeye kadir olandır. Ve her şeyde adil olandır."
Allahu Teala Maide Suresi'nin 50. ayetinden önce Nebisi Muhammed (s.a.v)'e şöyle buyurmaktadır: "Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma." (Maide Suresi: 5/48)
Allahu Teala, şayet yahudiler Rasulullah'ı hakem tayin ederlerse, onlar arasında hüküm verme veya onlardan yüz çevirme noktasında nebisini muhayyer bırakmış ve şöyle demiştir. "Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler. Eğer aralarında hükmedersen (kıst ile) adaletle hükmet. Şüphesiz Allah, adaletli davrananları sever." (Maide Suresi: 5/42)
Bu ayette emredilen "kıst", adalet demektir. Allah ve Rasulü'nün hükmünün dışında asla bir adalet yoktur. Allah ve Rasulü'nün emirlerine muhalif bir şekilde hüküm vermek ise bizzat cevr, zulüm, sapkınlık, küfür ve fısktır.
Bundan dolayı Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." (Maide Suresi: 5/44)
"Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir" (Maide Suresi: 5/45)
"Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir." (Maide Suresi: 5/47)
Bu ayetlerde Allahu Teala, indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin kafir, zalim ve fasık olduklarını bildirmektedir. Allahu teala'nın, kendi hükümleri ile hükmetmeyenleri kafir olmadıkları halde kafir olarak isimlendirmesi mümkün değildir. Bilakis bu kimse mutlak surette kâfirdir. Ancak ya itikadi yönden kâfirdir ya da ameli yönden kâfirdir. Bu ayetin tefsiri hakkında Tavus ve başkalarından gelen rivayetle, İbn-i Abbas'tan gelen haber, Allah¬'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin kâfir olduğuna delalet etmektedir. Ancak bu ya sahibini İslam'dan çıkaran itikadi bir küfürdür ya da sahibini İslam'dan çıkarmayan ameli bir küfürdür. Bunlardan ilki itikadi küfür olup birkaç kısma ayrılır.
İtikadi Küfrün Birincisi
Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen hakimin Allah ve Rasulü'nün hükümlerinin doğruluğunu inkar etmesidir. Bu konu da İbni Abbas'tan gelen rivayetin manası budur. İbn-i Cerir'de bu görüşü tercih etmiş ve buradaki küfrün Allah'ın indirdiği şer'i hükmü inkar etmek olduğunu söyleniştir. Bu nokta ilim ehli arasında üzerinde ihtilaf olmayan bir husustur. Çünkü ilim ehli arasında ittifakla kabul edilip kesinlik kazanan temel esasa göre, kim dinin temel meselelerinden herhangi birini, üzerinde icma edilen fer'i bir meseleyi ya da Rasulullah (s.a.v)'in getirdiği kesin olarak bilinen esasların tek bir harfini dahi inkar ederse kafir olup İslam dininden çıkmıştır.
İtikadi Küfrün İkincisi
Bu da Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen hakimin, Allah ve Rasulü'nün hükümlerinin doğruluğunu inkar etmemekle birlikte insanlar, aralarında ihtilafa düştükleri zaman onların ihtiyaçlarına cevap vermesi bakımından Rasulullah (s.a.v)'den başkasının hükmünün daha mükemmel, daha kapsamlı ve daha güzel olduğuna inanmasıdır. Sırf zihin döküntüleri, sırf düşünce süprüntüleri olan yaratıkların hükümlerinin, Hakim ve Hamîd olan Allah'ın hükmüne üstün tutulmasından dolayı yukarıda birinci bölümde zikrettiğimiz gibi böyle bir inançta hiç şüphesiz küfürdür.
Bu kimse ya mutlak olarak ya da zamanın gelişmesi, şartların değişmesi sonucu ortaya çıkan yeni hadiselere nispetle Rasulullah (s.a.v)'den başkasının hükümlerinin daha mükemmel, daha kapsamlı ve daha güzel olduğuna inanır.
Ne olursa olsun hiçbir mesele yoktur ki, onun hükmü ya kesin bir nas olarak, ya zahiren, ya naslardan istinbat edilerek ya da bir başka şekilde Allah'ın (c.c.) Kitabında ve Rasulullah (s.a.v)'in sünnetinde bulunmamış olsun. Bunu bilen bilir; bilmeyense hiç bilmez.
Allah (c.c.) ve Rasulü'nün hükmü, zamanın değişmesiyle, durumların gelişmesiyle ve olayların yenilenmesiyle değişmez. Şartların değişmesiyle fetvanın da değişeceğine dair alimlerin sözlerinin içeriği, nasibi az olan yahut hükümlerin konumlarını ve illetlerini tanımayan kimselerin zanettiği gibi değildir. Onlar bunun anlamını, kendi şehevi hayvani arzularına, dünyevi amaçlarına ve yanlış, hastalıklı tasavvurlarına uygun şekilde olduğunu zannetmişler. Bundan dolayı şartların değişmesiyle fetvalarda değişir şeklinde dile getirilen kaidenin avukatlığını yaparlar, bütün nasları bu kaideye tabi kılarlar ve böylece kelimelerin yerlerini değiştirirler.
"Rabbinin kelimesi (Kur'an) doğruluk ve adalet bakımından tamdır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir."
Alimlerin zaman ve şartların değişmesiyle fetvanında değişeceğine dair sözlerinden asıl kastettikleri şer'i asıllar, muteber illetler, Allah ve Rasul'ünün muradı olan maslahatlar mevcut oldukca fetvada bir değişiklik söz konusu olabileceğidir. Ancak bilinmektedir ki beşeri kanunları ortaya atanlar böyle sınırlamalardan çok çok uzaktırlar. Onlar ne şekilde olursa olsun: çıkardıkları kanunlarda ancak kendi hevalarına uygun olanı dile getirmektedirler. Zira olaylar ve olanlar bu söylediğimizin en şaşmaz şahitleridirler.
İtikadi Küfrün Üçüncüsü
Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen hakimin beşeri kanunların Allah ve Rasulü'nün hükümlerinden daha iyi olduğunu iddia etmemesi ile birlikte onları eşit şekilde görmesidir. Böyle bir tutum da kişinin kafir olması ve İslam dininden çıkması bakımından önceki iki bölümde olduğu gibidir. Zira bu kimse yaratılanı yaratana eşit tutmuş ve Allahu Teala'nın şu ayetine karşı inatlaşarak cephe almıştır:
"Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir." (Şura Suresi: 42/11)
Bu ayet kemal sıfatının ancak Allahu Teala'ya ait olduğunu, zatında, sıfatlarında, fiillerinde, insanların ihtilaflı hallerinde hüküm verme noktasında yaratılanlara benzemekten münezzeh olduğuna delalet eden ayetlerdendir.
İtikadi Küfrün Dördüncüsü
Allah'ın indirdiği esasların dışında bir hükümle hükmeden hâkimin, Allah ve Rasulü'nün hükmüne muhalif bir hükümle hükmetmenin caiz olduğuna inanmasıdır. Bu hâkim isterse kendi verdiği hükmün Allah ve Rasulü'nun hükmüne eşit olduğuna ya da onlardan üstün olduğuna inanmasa bile durum değişmez. Böyle bir durumda da yukarıda ilk 3 bölümde zikrettiklerimiz bu hakim için de geçerlidir. Açık, kesin, sahih, naslarla haram kılındığı bilinen şeylerin caiz olduğuna inandığı için bu kimse hakkında da yukarı da söylediklerimiz geçerlidir.
İtikadi Küfrün Beşincisi
Bu da, dine karşı gelmek, hükümleri ile boy ölçüşmeye kalkışmak, Allah'a ve Rasulüne isyan etmek bakımından şu ana kadar saydığımız küfür çeşitlerinin en büyüğü, en açığı ve en kapsamlısıdır. Bilindiği üzere şer'i mahkemelerin kaynakları, dayandıkları asıl noktalar vardır ki, bunların hepsi Allah'ın kitabı ve Rasulullah'ın sünnetidir. Beşeri kanunlarla hükmeden mahkemelerin dayanakları ise çeşitli dinler, Fransız, Amerika, İngiliz kanunları, İslam'a mensup veya dindışı bidatcilerin mezhepleridir.
İtikadi küfrün bu çeşidin de işte bu tip mahkemeler kurmak, hazırlık yapmak, beşeri kanunları bu mahkemelerde verilecek hükümler için asıllar yapmak, bu mahkemeleri çeşitli şubelere ayırmak, bu mahkemelerde mutlak olarak beşeri kanunlarla hükümler vermek, insanları buna zorlamak ve tüm bu hususlarda şer'i mahkemelere benzemek vardır.
Bu mahkemeler şimdi İslâm ülkelerinin birçoğunda kurulmuş, mükemmel hale getirilmeye çalışılmış, kapıları açılmış insanlar da bu mahkemelerin hükmüne sürüler gibi gitmektedirler. Hakimler de insanların arasında Kitap ve sünnetin hükmüne muhalif olan hükümlerle hüküm vermekte ve insanları buna mecbur bırakmaktadırlar. Bu mahkemelerin verdikleri hükümleri insanlara kabul ettiriyorlar ve bunları gerekli kılıyorlar. Acaba bu küfrün üstünde başka hangi küfür vardır? Bu şekilde bir muhalefetten sonra Muhammed (s.a.v)'in Allah'ın kulu ve rasulü olduğuna ne şekilde muhalefet edilebilir? Basit bir şekilde sunduğumuz bu konunun delilleri yeterince bilinip tanınmaktadır. Burada sözü fazla uzatmaya gerek yoktur.
Ey Akıllılar Topluluğu! Ey Zekiler ve basiret sahipleri! Sizin gibi insanların hükümlerine, sizin gibi insanların düşüncelerine, hata yapması gayet doğal olan, hataları doğrularından daha çok olan, hatta Allah ve Rasulü'nün hükümlerinden nas yahut istinbat edilenler hariç hükümlerinde doğruluk payı bulunmayan, sizlerden daha aşağıda olan kimselerin düşüncelerini ve hükümlerini, sizlere uygulamasına nasıl rıza gösterirsiniz? Sizler canlarınız, kanlarınız, mallarınız, hanım ve çocuklardan olan aile halkınız ve diğer haklarınız hususunda hüküm vermeleri için nasıl olur da bu kimseleri çağırırsınız? Onlar, kendisinde hiçbir şekilde bir hatanın bulunmadığı, ne önünden ne ardından batıl yaklaşamayan Hakim ve Hamid olan Allah tarafından indirilen, Allah ve rasûlünün hükmüyle hüküm vermeyi terkedip reddediyorlar.
İnsanların Rablerinin hükmüne itaat etmesi ve boyun eğmesi ancak, O'na ibadet etmeleri amacıyla kendilerini yaratan rablerinin hükmüne itaat etmeleri ve boyun eğmeleri ile mümkündür.
İnsanlar nasıl Allah'a secde ediyorlar, nasıl ancak O'na ibadet ediyorlar ve her hangi bir yaratılmışa ibadet etmiyorlarsa aynı şekilde Hakim, Alîm, Hamîd, Rauf, Rahîm olanın hükmüne boyun eğmeli, itaat etmeli ve uymalıdırlar.
Şüpheler ve arzuların galebe çaldığı, kalplerine karanlıkların çöktüğü pek zalim, pek cahil yaratığın hükmünü terk etmelidir. Aklı başında olanların kendilerini bundan uzak tutmaları gerekir. Çünkü bu şekilde bir harekette insanın insanı kul-köle edinmesi mevcuttur. Keyfi arzularla, hatalarla, yanlışlarla insanın insana hükmetmesi mevcuttur. Ve üstelik bu tip bir tavır da Allahu Teala'nın şu kavliyle küfürdür. "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar kafirlerin ta kendileridir." (Maide Suresi: 5/44)
İtikadi Küfrün Altıncısı
Çöllerde, benzeri yerlerde aşiret ve kabile reislerinin birçoğunun ''selomhum'' dedikleri babalarından, dedelerinden kalma sözlerle ya da geçmiş adetlerle hükmetmeleridir. Onlar bu adetleri geçmiş atalarından almışlar bunlarla insanlara hükmetmektedirler. Anlaşmazlık hallerinde Allah ve Rasulünün hükümlerinden yüz çevirip cahiliyenin hükümleri ile hükmederek bu hükümlere tabii olmaktadırlar.
Maide Suresi'nin 44. ayetinde bahsedilen küfrün ikinci kısmı ise itikadı olmayıp ameli küfürdür ve kişiyi dinden çıkarmaz. İbni Abbas'ın ayete dair yaptığı tefsir bu bölümü kapsamaktadır ki, O bu ayetin tefsirinde ''bu küfrün dışında bir küfürdür'' ya da bu sizin bildiğiniz küfür değildir' demiştir. İşte bu kişinin herhangi bir davada hüküm verirken, nefsinin arzularına ve şehvetine uyarak Allah'ın indirdiği hükümlerin dışına çıkmasıdır. Ancak bu kişinin, yaptığı hatanın büyüklüğünü ve doğru yoldan ayrıldığını da itiraf etmesi gerekmektedir. İşte böylesi bir durumda bu kişinin yapmış olduğu fiil kendisini dinden çıkarmaz. Ancak zina etmek, içki içmek, hırsızlık yapmak, yemini gamus gibi büyük günahlardan çok daha büyük bir günaha girmiştir. Çünkü Allahu Teâlâ’nın kitabında küfür olarak isimlendirdiği bir günah küfür olarak isimlendirmediği bir masiyetten daha büyüktür.
Lanetli bir kanunun, apaçık Arapça bir dille, insanları uyarması için, Cebrail (a.s) tarafından Muhammed (s.a.v)'in kalbine indirilen (vahyin) yerine konulması, apaçık bir küfürdür.
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir." (Nisa Suresi: 4/59)
Allahu Teâlâ’nın bu emri gereği, kişilerin aralarında çekiştikleri, anlaşmazlığa düştükleri ve inatlaştıkları zaman, mevcut anlaşmazlığın çözümünü Allah'a ve Rasulü'ne arz etmeleri gerekmektedir. Bu ayette "eğer anlaşmazlığa düşerseniz..." şart cümlesinden sonra zikredilen "...herhangi bir şeyde..." ifadesinin nasıl nekra olarak getirildiğini düşün! Bu cins ve miktar bakımından üzerinde ihtilaf edilen her türlü anlaşmazlığı ihtiva etmektedir.
Daha sonra Allah'a ve ahiret gününe imanın hâsıl olabilmesi için, ihtilaf edilen her türlü anlaşmazlığın çözümünün Allah'a ve Rasulü'ne götürülmesi bir şart olarak zikredilmiştir.
"Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir."
Allahu Teâlâ’nın hayır olarak isimlendirdiği her şey mutlak surette hayırlıdır. Ve kendisinde kesinlikle bir şer yoktur. Bundan dolayıdır ki, ayette belirtildiği üzere bütün anlaşmazlıkların Allah'a ve Rasulüne arzedilmesi, hem dünyada hem de ahirette sonuç bakımından hem daha hayırlı, hem de daha güzeldir. Anlaşmazlık halinde meselenin Rasulullah'tan başkasına arz edilmesi ise bir şer olup, gerek dünyada gerekse ahirette sonuç itibarı ile de en kötü olandır.
Münafıkların "Biz sadece iyilik etmek ve arayı bulmak istedik." (Nisa Suresi: 4/62) ya da "Biz ancak ıslah edicileriz." (Bakara Suresi: 2/11) sözleri ise, anlaşmazlık halinde, meselenin çözümünün Allah'a (svt) ve Rasulü'ne arzedilmesinin dünyada ve ahirette hayır olduğu gerçeğinin tam tersinedir.
Her türlü anlaşmazlık halinde Allah ve Rasulüne müracaat edilmesinin dünyada ve ahirette hayır getireceği gerçeği, heva ve heveslerinden kanun çıkaranların, insanların bu kanunlara muhtaç olması, hatta bu kanunlarla muhakeme olmanın zaruri olması yönündeki iddialarının tam aksinedir. Onların bu iddiaları, sırf Rasulullah (s.a.v)'in getirdiği şeylere karşı kötü zan beslemeleri sebe¬biyledir. Onların bu şekildeki iddialarının gereği, Allahu (svt) Teala'nın ve Rasulü'nün (sas) açıklamalarının noksan olduğu, anlaşmazlık halinde Allah (svt) ve Rasulü'nün (sas) hükümlerinin yetersiz kaldığı, Allah (svt) ve Rasulü'nün (sas) hükümlerine muhakeme olmanın dünyada ve ahirette kötü sonuçlar doğuracağını gerekli kılmaktadır.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Hayır! Rabbine and olsun ki, iş bildikleri gibi değil, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar." (Nisa Suresi: 4/65)
Allahu Teâlâ, nefiy edatlarının tekrarıyla ve yemin ederek, aralarında çıkan tartışmalı durumlarda Rasulullah'ı hakem tayin etmedikleri sürece kişilerin iman sahibi olamayacaklarını üstüne basa basa vurgulamıştır. Yine Allahu Teâlâ, sadece Rasulullah (s.a.v)'i hakem tayin etmeyi yeterli görmemiş, buna ilaveten kişilerin nefislerinde en ufak bir darlık ve sıkıntı olmaması gerektiğini de eklemiştir.
"...içlerinde hiçbir sıkıntı (hareç) duymaksızın..."
Harec, darlık demektir. Yani, nefislerin endişe ve ızdırabdan kurtularak, genişlik içinde olması gerekmektedir. Allahu Teala buna ilaveten sadece bu iki şartı da yeterli görmemiş, üçüncü bir şart olarak da Allah Rasulü'nün verdiği hükme karşı tam bir teslimiyet şartını ilave etmiştir. İste bu Rasulullah'ın hükmüne teslimiyetin tamamlanmasıdır. Zira, bu şekilde kişi nefsi isteklerinden tamamen uzaklaşmış ve hak olan hükme tam bir teslimiyet göstermiş olur. Bunun için teslimiyet şartı müekked bir mastarla te'kid edilmiştir. Açık bir şekilde görülmektedir ki, burada gelişi güzel bir teslimiyetle de yetinilmemiş, bilakis mutlak bir teslimiyet istenmiştir.
Yine aynı şekilde burada "...aralarında çıkan çekişmeli işlerde... " ifadesindeki genellemeyi düşün! Usulcülere ve diğer dil alimlerine göre göre ismi mevsul sılasıyla beraber zikredildiği zaman umum (genellik) ifade eder. Bu genelleme ve kapsam, miktar bakımından olduğu gibi cins ve çeşitlilik bakımından da böyledir. Anlaşmazlıkların büyüğü ile küçüğü arasında bir fark olmadığı gibi, türleri arasında da bir fark yoktur.
Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: "Şunları görmüyor musun? Kendilerinin sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor." (Nisa Suresi: 4/60)
Tağut kelimesi tuğyandan türemiştir. Mana olarak haddi aşmak demektir. Kim Rasulullah'ın getirdiği dışında bir şeyle hüküm verir yahut Rasulullah'ın getirdiği dışında bir hükümle muhakeme olursa bu kimse tağutun hükmü ile hükmetmiş ya da tağutun hükmü ile muhakeme olmuş demektir. Çünkü herkes için Rasulullah'ın getirdiğine muhakeme olması gerektiği gibi yine herkes için de başkasıyla değil sadece Rasulullah'ın getirdiği ile hükmetmesi gerekmektedir. Kim Rasulullah'ın getirdiği dışında bir şeyle hüküm verirse veya Rasulullah'ın getirdiği dışında bir şeye muhakeme olursa, hükmetme ya da muhakemeleşme noktasında haddini aşmış, azgınlık etmiş olur. Bu sebepten dolayı da tağut olarak isimlendirilir.
Muhakkak ki Allahu Teala, Rasulullah'ın getirmiş olduğu hü¬kümlerin dışında başka bir hükme gitmek isteyen münafıkların imanını yok saymıştır. Ayette geçen "Yez'umune" kelimesi onların iman iddialarını bir yalanlamadır. Çünkü iman iddiası ile birlikte Rasulullah (s.a.v)'in getirdiği hükümlerin dışında başka bir otoritenin hakemliğine gitmek, bir kulun kalbinde asla bir araya gelmez. Bilakis bu iki durum birbirinin tam tersidir.
Allahu Teala'nın "...Halbuki tağutu inkar etmekle emrolunmuşlardı..." sözünü düşün! Burada beşeri kanunları ortaya atanların Allahu Teala ile büyük bir inatlaşma içinde oldukları, bu hususta Allahu Teala'nın isteklerinin tam tersini yaptıkları görülmektedir. Esas olarak onlardan istenilen ibadet ettikleri tağutların kanunlarına başvurmak değil, bilakis tağutu tanımamaları ve onu inkar etmeleridir.
"Fakat zalimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine biz, yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indirdik." (Bakara Suresi: 2/59)
Daha sonra Allahu Teala "Şeytan da onları bir daha döne¬meyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor" buyurmaktadır. Ayetin bu kısmı beşeri kanunlarla muhakeme olmanın ne derece büyük bir sapıklık olduğuna ne güzel işaret etmektedir. Fakat, beşeri kanunlarla hükmedenler ya da bu kanunlara muhakeme olanlar, ayette böyle bir fiilin, şeytanın iradesi olduğu apaçık bir şekilde belirtilmesine rağmen bu yaptıkları eylemlerini doğru bir iş olarak görmektedirler.
Beşeri kanunları ortaya atanların, bu koydukları kanunlarda insanlığın menfaati ve şeytandan uzaklaşma olduğuna dair düşünceleri gerçeği yansıtmamaktadır. Aslında onların iddialarına göre insanlığın menfaati şeytanın isteklerinde olmuş oluyor. Halbuki Rahman'ın bizlerden istedikleri ve Rasulullah'ın kendisiyle gönderildiği esaslar bu vasıftan ve bu durumdan ne kadar da uzaktırlar.
Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: "Yoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesinlikle bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?" (Maide Suresi: 5/50)
Muhakkak ki Allahu Teala insanlardan bu tip kimseleri (yani beşeri kanunlarda insanlığın menfaati olduğunu iddia edenleri) kötülemiş, onların cahiliyenin hükmünü istediklerini bildirmiş ve kendi hükmünden daha güzel bir hüküm olmadığını beyan etmiştir. Bu ayetin, mevcut hükümlerin sadece iki kısımdan ibaret olduğuna nasıl delalet ettiğini iyice düşün.
Sonra bu ayetin beşeri kanunlarla amel edenlerin kendi akıllarının döküntüsünü, fikirlerinin kırıntılarını iyi ve güzel olarak iddia etmelerini nasıl reddettiğine bir bak!
"Bilinmelidir ki beşeri kanunlarla amel edenler, kabul etseler de yüz çevirseler de Allah'ın hükmünün dışında kalan bütün hükümler cahiliyyenin hükümleridir. Bununla birlikte beşeri kanunlarla amel edenlerin durumu bizden önce yaşamış cahiliye ehlinin durumundan çok daha kötü, sözleri onlardan daha asılsızdır. Çünkü cahiliye ehlinin bu konuda kendi içlerinde bir çelişkileri ve tezatları yoktu. Ancak bugün beşeri kanunlarla amel edenler çok büyük bir çelişki içindedirler. Zira, onlar bir taraftan Rasulullah'ın getirdiklerine iman ettiklerini iddia ediyorlar diğer taraftan da bu İddialarına muhalif hareket ediyorlar. Onlar bu halleri ile iman ve küfür arasında bir yol tutmak istiyorlar. Bu gibi kimseler için Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: "Bu ikisinin (imanla küfrün) arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alcaltıcı bir azab hazırlamışızdır." (Nisa Suresi: 4/150-151)
Hafız İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: "Allahu Teala, her hayrı kapsayıcı, her şerri yasaklayıcı olan hükümlerinden yüz çevirip, bunun yerine cahiliyede olduğu gibi kişilerin görüşlerine, dalalet ve sapıklığı ihtiva eden değer yargılarına ya da çeşitli dinlerin karışımı ve beşeri görüşlerden meydana gelen Cengiz Han'ın vaaz ettiği Yes'ak gibi İslam dışı hükümlere yönelenin imanını kabul etmiyor. Yes'ak; Cengiz Han'ın Kur'an, Tevrat, İncil ve kendi görüşlerine dayanarak ortaya koymuş olduğu kanunları ihtiva eden bir kitaptır. Cengiz Han öldükten sonra yerine geçen çocukları İslam'a girdikleri halde bu kitabı anayasa kitabı olarak görmeye devam ettiler. Allah'ın kitabı ve Rasulullah'ın sünnetini bir kenara atarak bu kitaptaki hükümlerle tatarlara hükmettiler. İşte böyle davranan kimseler kafirdir. Bunlarla büyük küçük her meselede yalnız Allah'ın hükmüne dönünceye kadar savaşmak farzdır. Az veya çok hiçbir konuda Allah'ın hükümlerinden başka hükümlerle hükmedilmez. Bunun için Allahu Teala -Yoksa cahiliyye hükmünü mü arıyorlar?- demektedir. Yani, Allah'ın hükmünden daha adaletli hüküm verecek kim vardır. Allah'ın şeriatına inanıp yakın ve bilgi sahibi olanlar, Allah'ın hüküm verenlerin en iyisi olduğunu, mahlukatına karşı annenin çocuğuna merhametinden daha merhametli davrandığını bilirler. Zira Allahu Teala her şeyi bilendir. Her şeye kadir olandır. Ve her şeyde adil olandır."
Allahu Teala Maide Suresi'nin 50. ayetinden önce Nebisi Muhammed (s.a.v)'e şöyle buyurmaktadır: "Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma." (Maide Suresi: 5/48)
Allahu Teala, şayet yahudiler Rasulullah'ı hakem tayin ederlerse, onlar arasında hüküm verme veya onlardan yüz çevirme noktasında nebisini muhayyer bırakmış ve şöyle demiştir. "Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler. Eğer aralarında hükmedersen (kıst ile) adaletle hükmet. Şüphesiz Allah, adaletli davrananları sever." (Maide Suresi: 5/42)
Bu ayette emredilen "kıst", adalet demektir. Allah ve Rasulü'nün hükmünün dışında asla bir adalet yoktur. Allah ve Rasulü'nün emirlerine muhalif bir şekilde hüküm vermek ise bizzat cevr, zulüm, sapkınlık, küfür ve fısktır.
Bundan dolayı Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." (Maide Suresi: 5/44)
"Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir" (Maide Suresi: 5/45)
"Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir." (Maide Suresi: 5/47)
Bu ayetlerde Allahu Teala, indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin kafir, zalim ve fasık olduklarını bildirmektedir. Allahu teala'nın, kendi hükümleri ile hükmetmeyenleri kafir olmadıkları halde kafir olarak isimlendirmesi mümkün değildir. Bilakis bu kimse mutlak surette kâfirdir. Ancak ya itikadi yönden kâfirdir ya da ameli yönden kâfirdir. Bu ayetin tefsiri hakkında Tavus ve başkalarından gelen rivayetle, İbn-i Abbas'tan gelen haber, Allah¬'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin kâfir olduğuna delalet etmektedir. Ancak bu ya sahibini İslam'dan çıkaran itikadi bir küfürdür ya da sahibini İslam'dan çıkarmayan ameli bir küfürdür. Bunlardan ilki itikadi küfür olup birkaç kısma ayrılır.
İtikadi Küfrün Birincisi
Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen hakimin Allah ve Rasulü'nün hükümlerinin doğruluğunu inkar etmesidir. Bu konu da İbni Abbas'tan gelen rivayetin manası budur. İbn-i Cerir'de bu görüşü tercih etmiş ve buradaki küfrün Allah'ın indirdiği şer'i hükmü inkar etmek olduğunu söyleniştir. Bu nokta ilim ehli arasında üzerinde ihtilaf olmayan bir husustur. Çünkü ilim ehli arasında ittifakla kabul edilip kesinlik kazanan temel esasa göre, kim dinin temel meselelerinden herhangi birini, üzerinde icma edilen fer'i bir meseleyi ya da Rasulullah (s.a.v)'in getirdiği kesin olarak bilinen esasların tek bir harfini dahi inkar ederse kafir olup İslam dininden çıkmıştır.
İtikadi Küfrün İkincisi
Bu da Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen hakimin, Allah ve Rasulü'nün hükümlerinin doğruluğunu inkar etmemekle birlikte insanlar, aralarında ihtilafa düştükleri zaman onların ihtiyaçlarına cevap vermesi bakımından Rasulullah (s.a.v)'den başkasının hükmünün daha mükemmel, daha kapsamlı ve daha güzel olduğuna inanmasıdır. Sırf zihin döküntüleri, sırf düşünce süprüntüleri olan yaratıkların hükümlerinin, Hakim ve Hamîd olan Allah'ın hükmüne üstün tutulmasından dolayı yukarıda birinci bölümde zikrettiğimiz gibi böyle bir inançta hiç şüphesiz küfürdür.
Bu kimse ya mutlak olarak ya da zamanın gelişmesi, şartların değişmesi sonucu ortaya çıkan yeni hadiselere nispetle Rasulullah (s.a.v)'den başkasının hükümlerinin daha mükemmel, daha kapsamlı ve daha güzel olduğuna inanır.
Ne olursa olsun hiçbir mesele yoktur ki, onun hükmü ya kesin bir nas olarak, ya zahiren, ya naslardan istinbat edilerek ya da bir başka şekilde Allah'ın (c.c.) Kitabında ve Rasulullah (s.a.v)'in sünnetinde bulunmamış olsun. Bunu bilen bilir; bilmeyense hiç bilmez.
Allah (c.c.) ve Rasulü'nün hükmü, zamanın değişmesiyle, durumların gelişmesiyle ve olayların yenilenmesiyle değişmez. Şartların değişmesiyle fetvanın da değişeceğine dair alimlerin sözlerinin içeriği, nasibi az olan yahut hükümlerin konumlarını ve illetlerini tanımayan kimselerin zanettiği gibi değildir. Onlar bunun anlamını, kendi şehevi hayvani arzularına, dünyevi amaçlarına ve yanlış, hastalıklı tasavvurlarına uygun şekilde olduğunu zannetmişler. Bundan dolayı şartların değişmesiyle fetvalarda değişir şeklinde dile getirilen kaidenin avukatlığını yaparlar, bütün nasları bu kaideye tabi kılarlar ve böylece kelimelerin yerlerini değiştirirler.
"Rabbinin kelimesi (Kur'an) doğruluk ve adalet bakımından tamdır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir."
Alimlerin zaman ve şartların değişmesiyle fetvanında değişeceğine dair sözlerinden asıl kastettikleri şer'i asıllar, muteber illetler, Allah ve Rasul'ünün muradı olan maslahatlar mevcut oldukca fetvada bir değişiklik söz konusu olabileceğidir. Ancak bilinmektedir ki beşeri kanunları ortaya atanlar böyle sınırlamalardan çok çok uzaktırlar. Onlar ne şekilde olursa olsun: çıkardıkları kanunlarda ancak kendi hevalarına uygun olanı dile getirmektedirler. Zira olaylar ve olanlar bu söylediğimizin en şaşmaz şahitleridirler.
İtikadi Küfrün Üçüncüsü
Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen hakimin beşeri kanunların Allah ve Rasulü'nün hükümlerinden daha iyi olduğunu iddia etmemesi ile birlikte onları eşit şekilde görmesidir. Böyle bir tutum da kişinin kafir olması ve İslam dininden çıkması bakımından önceki iki bölümde olduğu gibidir. Zira bu kimse yaratılanı yaratana eşit tutmuş ve Allahu Teala'nın şu ayetine karşı inatlaşarak cephe almıştır:
"Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir." (Şura Suresi: 42/11)
Bu ayet kemal sıfatının ancak Allahu Teala'ya ait olduğunu, zatında, sıfatlarında, fiillerinde, insanların ihtilaflı hallerinde hüküm verme noktasında yaratılanlara benzemekten münezzeh olduğuna delalet eden ayetlerdendir.
İtikadi Küfrün Dördüncüsü
Allah'ın indirdiği esasların dışında bir hükümle hükmeden hâkimin, Allah ve Rasulü'nün hükmüne muhalif bir hükümle hükmetmenin caiz olduğuna inanmasıdır. Bu hâkim isterse kendi verdiği hükmün Allah ve Rasulü'nun hükmüne eşit olduğuna ya da onlardan üstün olduğuna inanmasa bile durum değişmez. Böyle bir durumda da yukarıda ilk 3 bölümde zikrettiklerimiz bu hakim için de geçerlidir. Açık, kesin, sahih, naslarla haram kılındığı bilinen şeylerin caiz olduğuna inandığı için bu kimse hakkında da yukarı da söylediklerimiz geçerlidir.
İtikadi Küfrün Beşincisi
Bu da, dine karşı gelmek, hükümleri ile boy ölçüşmeye kalkışmak, Allah'a ve Rasulüne isyan etmek bakımından şu ana kadar saydığımız küfür çeşitlerinin en büyüğü, en açığı ve en kapsamlısıdır. Bilindiği üzere şer'i mahkemelerin kaynakları, dayandıkları asıl noktalar vardır ki, bunların hepsi Allah'ın kitabı ve Rasulullah'ın sünnetidir. Beşeri kanunlarla hükmeden mahkemelerin dayanakları ise çeşitli dinler, Fransız, Amerika, İngiliz kanunları, İslam'a mensup veya dindışı bidatcilerin mezhepleridir.
İtikadi küfrün bu çeşidin de işte bu tip mahkemeler kurmak, hazırlık yapmak, beşeri kanunları bu mahkemelerde verilecek hükümler için asıllar yapmak, bu mahkemeleri çeşitli şubelere ayırmak, bu mahkemelerde mutlak olarak beşeri kanunlarla hükümler vermek, insanları buna zorlamak ve tüm bu hususlarda şer'i mahkemelere benzemek vardır.
Bu mahkemeler şimdi İslâm ülkelerinin birçoğunda kurulmuş, mükemmel hale getirilmeye çalışılmış, kapıları açılmış insanlar da bu mahkemelerin hükmüne sürüler gibi gitmektedirler. Hakimler de insanların arasında Kitap ve sünnetin hükmüne muhalif olan hükümlerle hüküm vermekte ve insanları buna mecbur bırakmaktadırlar. Bu mahkemelerin verdikleri hükümleri insanlara kabul ettiriyorlar ve bunları gerekli kılıyorlar. Acaba bu küfrün üstünde başka hangi küfür vardır? Bu şekilde bir muhalefetten sonra Muhammed (s.a.v)'in Allah'ın kulu ve rasulü olduğuna ne şekilde muhalefet edilebilir? Basit bir şekilde sunduğumuz bu konunun delilleri yeterince bilinip tanınmaktadır. Burada sözü fazla uzatmaya gerek yoktur.
Ey Akıllılar Topluluğu! Ey Zekiler ve basiret sahipleri! Sizin gibi insanların hükümlerine, sizin gibi insanların düşüncelerine, hata yapması gayet doğal olan, hataları doğrularından daha çok olan, hatta Allah ve Rasulü'nün hükümlerinden nas yahut istinbat edilenler hariç hükümlerinde doğruluk payı bulunmayan, sizlerden daha aşağıda olan kimselerin düşüncelerini ve hükümlerini, sizlere uygulamasına nasıl rıza gösterirsiniz? Sizler canlarınız, kanlarınız, mallarınız, hanım ve çocuklardan olan aile halkınız ve diğer haklarınız hususunda hüküm vermeleri için nasıl olur da bu kimseleri çağırırsınız? Onlar, kendisinde hiçbir şekilde bir hatanın bulunmadığı, ne önünden ne ardından batıl yaklaşamayan Hakim ve Hamid olan Allah tarafından indirilen, Allah ve rasûlünün hükmüyle hüküm vermeyi terkedip reddediyorlar.
İnsanların Rablerinin hükmüne itaat etmesi ve boyun eğmesi ancak, O'na ibadet etmeleri amacıyla kendilerini yaratan rablerinin hükmüne itaat etmeleri ve boyun eğmeleri ile mümkündür.
İnsanlar nasıl Allah'a secde ediyorlar, nasıl ancak O'na ibadet ediyorlar ve her hangi bir yaratılmışa ibadet etmiyorlarsa aynı şekilde Hakim, Alîm, Hamîd, Rauf, Rahîm olanın hükmüne boyun eğmeli, itaat etmeli ve uymalıdırlar.
Şüpheler ve arzuların galebe çaldığı, kalplerine karanlıkların çöktüğü pek zalim, pek cahil yaratığın hükmünü terk etmelidir. Aklı başında olanların kendilerini bundan uzak tutmaları gerekir. Çünkü bu şekilde bir harekette insanın insanı kul-köle edinmesi mevcuttur. Keyfi arzularla, hatalarla, yanlışlarla insanın insana hükmetmesi mevcuttur. Ve üstelik bu tip bir tavır da Allahu Teala'nın şu kavliyle küfürdür. "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar kafirlerin ta kendileridir." (Maide Suresi: 5/44)
İtikadi Küfrün Altıncısı
Çöllerde, benzeri yerlerde aşiret ve kabile reislerinin birçoğunun ''selomhum'' dedikleri babalarından, dedelerinden kalma sözlerle ya da geçmiş adetlerle hükmetmeleridir. Onlar bu adetleri geçmiş atalarından almışlar bunlarla insanlara hükmetmektedirler. Anlaşmazlık hallerinde Allah ve Rasulünün hükümlerinden yüz çevirip cahiliyenin hükümleri ile hükmederek bu hükümlere tabii olmaktadırlar.
Maide Suresi'nin 44. ayetinde bahsedilen küfrün ikinci kısmı ise itikadı olmayıp ameli küfürdür ve kişiyi dinden çıkarmaz. İbni Abbas'ın ayete dair yaptığı tefsir bu bölümü kapsamaktadır ki, O bu ayetin tefsirinde ''bu küfrün dışında bir küfürdür'' ya da bu sizin bildiğiniz küfür değildir' demiştir. İşte bu kişinin herhangi bir davada hüküm verirken, nefsinin arzularına ve şehvetine uyarak Allah'ın indirdiği hükümlerin dışına çıkmasıdır. Ancak bu kişinin, yaptığı hatanın büyüklüğünü ve doğru yoldan ayrıldığını da itiraf etmesi gerekmektedir. İşte böylesi bir durumda bu kişinin yapmış olduğu fiil kendisini dinden çıkarmaz. Ancak zina etmek, içki içmek, hırsızlık yapmak, yemini gamus gibi büyük günahlardan çok daha büyük bir günaha girmiştir. Çünkü Allahu Teâlâ’nın kitabında küfür olarak isimlendirdiği bir günah küfür olarak isimlendirmediği bir masiyetten daha büyüktür.