Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tathiru'l-i'tikâd An Edran El-ilhad / Imam El-emir Es-sanani

E Çevrimdışı

ebuhasanelmakdisi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
es-San'ânî Kimdir?

Muhammed İbn İsmail el-Emir es-San'ânî, Cumadi'ûla H.1099 (M. 1680) yılında Yemen'in Kahlan bölgesinde doğdu. İlk tahsilini Yemen'de yaptı. Daha sonra Mekke'ye gidip oradaki âlimlerden ders aldı. İlim ve akidede taklide ve mezhep taassubuna karşı çıktığı için, cahil avam halk bir zamanlar kendisini öldürmek istemişlerdir. İlimde San'a'nın en ileri gelenlerindendi. Mutlak ictihad mertebesine ulaşmış olan Yemen fakihlerindendir.

Birçok öğrenci yetiştirdi. Hadis okutmakla meşhurdu. Hatta el-Mehdî'nin ordusundaki askerler bile gelip onun meclisinde ilim tahsil ediyorlardı. el-Mehdî'nin veziri, fakih Ahmed İbn Ali en-Nehamî ve ordu komutanı Elmas el-Mehdî de onun derslerine katılıp ondan ilim tahsil ediyorlardı. H.1182 yılında San'a'da vefat etti.

Allah rahmet etsin.

Tanınmış Eserleri:

1. Subulu's-Selam Şerhu Buluği'l-Meram

2. Tevdihu'l-Efkâr fi Meani'l-Enzar (İbnu'l-Vezir'in, Tenkihu'l-Enzar'ının şerhidir.)

3. et-Tahbir Şerhu Teysiri'l-Usûl İla Camii'l-Usûl fi'l-Hadis

4. el-Udde (İbn Dakik el-İyd'in el-Umde'sine yazdığı bir haşiyedir.)

5. Semeratu'n-Nazari fî İlmi'l-Eser

6. Tathiru'l-İ'tikad An Edran El-İlhad (elinizdeki eser)

7. İrsadu'n -Nukkadi İla Teysiri'l-İctihad

8. Minhatu'l-Gaffar

9. el-İktibasu lî Marifeti'l-Hakkı Min Envai'l-Kıyas

10. İcabetu's-Sâil Şerhu'l-Amul lî Manzumeti'l-Kâfili fî Usuli'l-Fıkh

11. el-İhrazu Lima fî Esasi'l-Belağati Min Kinayetin ve İcaz

12. İsbalu'l-Matarî bi Şerhi'n-Nuhbeti'l-Fiker

13. et-Tenvir (es-Suyutî'nin el-Camiu's-Sağîr'inin şerhidir.)

14. Cem'u'ş-Şetît Şerhu ve Zeylu Ebyati't-Tesbit

15. er-Ravdatu'n-Nediyye Şerhu't-Tuhfeti'l-Aleviyye

16. er-Ravdu'n-Nazır fi'l-Hutab

17. es-Sehmu's-Sâib fî Nahri'l-Kavli'l-Kâzib

18. Kasabu's-Sukker (İbn Hacer el-Askalanî'nin Nuhbe'sının manzum şeklidir.)

19. el-Mesalil el-Mardiyye fî Beyanı İttifakı Ehli's-Sunneti ve'z-Zeydiyye

20. Nusratu'l-Ma'bud fi'r-Reddi Ala Ehli Vahdeti'l-Vucûd

21. el-Envaru Alâ Kitabi'l-Îsâr

22. el-Yevakîtu fi'l-Mevakît

23. İkadu'l-Fikrati li Muracati'l-Fitra
 
E Çevrimdışı

ebuhasanelmakdisi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
İMAM ES-SAN'ÂNÎ'NİN ÖNSÖZÜ
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Kullarından, Rablerini gerçek anlamda Tevhid-i Ubudiyeti kendisine özgü kılmadan Tevhid-i Rububiyeti kabul etmeyen Allah'a hamdolsun.

O'nun muvahhid kulları, O'na ne birini denk koşarlar ve ne de O'nunla beraber bir başkasına ibadet ederler. O'ndan başkasına tevekkül etmezler, O'ndan başkasına her halükârda sığınmazlar, O'na "esma-u hüsna" sından gayrisiyle duada bulunmazlar ve O'na aracılarla ulaşmak istemezler.

"...O'nun katında O'nun izni olmadan kim şefaat edebilir?..." (Bakara: 255)

Şehadet ederim ki, ilah ancak Allah'tır. O'ndan başka ibadete layık ilah olmadığı gibi, O'nun ortağı da yoktur. Kendisine kulluk edilecek Rab ancak O'dur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nun kulu ve Rasulü'dür.

O'na (sallallahu aleyhi ve sellem) şunu emretti:

"De ki; ben Allah'ın dilediğinden başka kendim için ne bir yarar ve ne de bir zarara malik değilim..." (A'raf: 188)

Şahid olarak Allah yeter. Allah'ın salât ve selamı Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'e , O'nun ashabına ve O'na (sallallahu aleyhi ve sellem) ayıplardan uzak olarak uyanların ve kalpleri her türlü kötü itikaddan uzak olanların üzerine olsun!

Ben, Yemen'in birçok beldesinde, köylerinde, şehirlerinde, Şam, Mısır, Necd, Tihame ve tüm İslam beldelerinde, insanların kabirlerden ve yaşayanlardan meded umup gayb ve keşif ilmini iddia edenlerden hepsinin fücur ehli olup Müslümanların mescidlerine gelmedikleri, ne Allah'a ve ne de Rasulü'ne (sallallahu aleyhi ve sellem) itaat edip ittiba etmedikleri gibi, Kitabı ve de Sünneti bilmeyip haşr ve hesap gününden korkmayanlardan yardım talep ettiklerini gördükten sonra, "Tathiru'l-İ'tikad An Edran El-İlhad" adlı kitabımı yazmayı kendime farz gördüm.

Yine anladım ki, Allah'ın reddettiğini inkâr edip O'nun razı olduğu şeyi gizleyenlerden olmamak için kendime bunu vacib gördüm.

Kitabımda bunun için muvahhidlerin bilmesi vacib olan en önemli kaideleri dile getirmeye çalıştım.
 
E Çevrimdışı

ebuhasanelmakdisi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
BİRİNCİ BÖLÜM


BİRİNCİ ASIL
Kur'an'da Olan Her Şey Hakk'tır

Dinin gelmesiyle zaruri olarak biliriz ki, Kur'an'da olan her şey Hakk'tır, bâtıl değildir. Doğrudur yalan değildir, hidayettir dalâlet değildir, ilimdir cehalet değildir.

Bu öyle bir asıldır ki, bu olmadan hiç kimsenin ne İslam'ı, ne imanı ve ne de o imanı ikrar etmesi tamamlanır. Bunda icma edilmiş, üzerinde ihtilaf edilmemiştir.



İKİNCİ ASIL
Rasuller ve Nebiler Tevhid-i İbadet İle İnsanları Allah'ı Birlemeye Davet Etmek İçin Gönderilmişlerdir

Allah'ın Rasullerinin (Aleyhimusselam) hepsi, insanları "tevhid-i ibadet" ile Allah'ı birlemeye davet etmek için gönderilmişlerdir. Her Rasulün (Aleyhimusselam) kavmine ilk duyurduğu mesaj şu olmuştur:

Yalnızca Allah'a ibadet etmek ve ibadeti sadece Allah'a halis kılmak.

"...Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan gayri bir ilahınız yoktur..." (A'raf: 59, 65, 73, 85)

"...Allah'tan başkasına ibadet etmemeniz için..." (Hud: 26)

"Allah'a ibadet ediniz ve O'ndan korkup bana itaat ediniz." (Nuh: 3)

İşte bu, "La İlahe İllallah" ın içine aldığı manadır. Rasuller (Aleyhimusselam) kavimlerini bu kelimeyi sadece dille söylemeye değil, onun manasına itikad edip ona inanmaya çağırdılar.

Bu kelimenin manası; ilah olarak ancak Allah'ı tevhid etmek, O'ndan gayri ibadet edilenleri reddetmek ve onlardan beri olduğunu ilan etmektir.

Bu asıl ve içerdiği anlam, bilinmeden ve gerçekleşmeden, hiç kimsenin imanı tamamlanmaz.


ÜÇÜNCÜ ASIL
Tevhidin Kısımları

Birinci Kısım: "Tevhid-i Rububiyet":

Bu, yaratma ve rızıklandırma Tevhidi'dir. Bunun da manası; "Allah birdir, âlemi O yaratmış, O, insanların Rabbidir ve onlara rızk verendir" demektir.

Bunu, müşrikler de inkâr etmez ve bunda Allah'a ortak koşmazlardı. Bilakis bu tür Tevhidi kabul ederlerdi. (Dördüncü Asıl'da açıklanacağı gibi.)


İkinci Kısım: "Tevhid-i İbadet":

Bu Tevhidin anlamı: "İbadetlerin hepsinde Allah'ı Tevhid eylemek (ki açıklaması gelecek) işte insanların ortak (şirk) koştukları Tevhid budur. Şerik (ortak) kavramı dahi Allah'ın varlığını ikrarı içerir."

Rasuller (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) birincisini tasdik, ikincisine de insanları davet etmek için gönderilmişlerdir. Müşriklere şöyle söylemeleri bunun örneğidir:

"...Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şekk mi var? O, sizin günahlarınızın bir kısmını bağışlamak için sizi davet ediyor..." (İbrahim: 10)

"...Gökten ve yerden size rızk veren Allah'tan gayri bir yaratıcı mı var? İlah ancak O'dur. O'ndan başka ibadete layık ilah yoktur..." (Fatır: 3)

İbadette şirk koşulmasını nehyetmesine delil olarak şu ayet zikredilebilir:

"Andolsun ki biz, her ümmetten Allah'a ibadet edin ve tağuttan kaçının diye (emretmeleri için) o ümmete bir Rasul gönderdik..." (Nahl: 36)

Yani, kavimlerine "kulluk" edin dediler. "Her ümmetten" sözünün anlamı ise; onlara Risalet ve Nübüvvet, ancak "tevhid-i ibadet" için verildi demektir. Yoksa sırf Allah'ın evreni yarattığını ve O'nun gökleri ve yerleri yarattığını tanıtmak için değil. Onlar zaten bunu ikrar ediyorlardı. Bunun için ayetler genellikle "takrir-i istifham" (olumlu olanı onaylayıcı soru) biçiminde gelmiştir.

" Yaratan, yaratmayan gibi midir?..." (Nahl: 17)

" Allah'tan gayrisini mi veli edineyim? O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır..." (En'am: 14)

" İşte bunlar Allah'ın yarattıklarıdır. (Ey kâfirler!) Şimdi O'ndan başkasının ne yarattığını bana gösterin..." (Lokman: 11)

"...Gösterin bana, onlar yerden ne yaratmışlardır. Yoksa göklerde ortak -koştukları- bir şey mi var?..." (Fatır: 40)

"...Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şekk mi vardır?..." (İbrahim: 10)

Bu, "takrir-i istifham"dır ve onların bunu kabul ettiklerini gösterir. Buradan da anlamış olursun ki, müşrikler; putları ve heykelleri, Hıristiyanlar; Mesih'i (Allah'ın selamı onun üzerine olsun), annesini ve melekleri, göklerin yerin ve kendi nefislerinin yaratılmasında, Allah'a ortak koşup ibadet ettikleri için müşrik olmadılar; onlar, Allah'a ortak koştuklarının, kendilerini Allah'a yaklaştırdıklarını zannettikleri için müşrik oldular. Onlar küfür sözlerinde bile, Allah'ın varlığını ikrar etmektedirler. Onlara göre bunlar Allah katında onlara şefaat edicidirler.

Allahu Teâlâ onlar için:

"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimiz diyorlar. De ki; siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir." (Yunus: 18)

Allahu Teâlâ, onların taptıklarını şefaatçi edinmelerini şirk olarak tanımladı.

Allahu Teâlâ kendisini bundan tenzih etti. Çünkü O'nun katında, O'nun izni olmadan kimse şefaat edemez. Buna rağmen nasıl oluyor da onlar, Allah'ın kendilerine şefaat etmelerine izin vermeyeceği kimseleri şefaatçi olarak gösterebilirler?

Ne onlar şefaati haketmişler ve ne de şefaatçi edinmeye çalıştıkları kimseler onlara Allah'ın hükmü karşısında bir fayda vereceklerdir.



DÖRDÜNCÜ ASIL
Müşrikler, Allah'ın Kendilerini Yarattığını Kabul Ederler

Allahu Teâlâ'nın, kendilerine Rasuller gönderdiği müşriklerin hepsi, Allah'ın kendilerini yarattığına inanıyorlardı.

"Eğer onlara, onları kimin yarattığını sorarsan, Allah diyeceklerdir..." (Zuhruf: 87)

Yani gökleri ve yeri O'nun yarattığını itiraf ederler.

"Eğer onlara gökleri ve yeri kimin yarattığını sorarsan, onları Aziz ve Alim olan Allah yarattı derler." (Zuhruf: 9)

O'nun rızık verdiğine, canlıdan ölüyü, ölüden de canlıyı çıkardığını söylerler ve O'nun göklerden emrini yere indirdiğini kabul ederler. O'nun, insanın göz, kulak ve kalbine sahip olduğunu da söylerler.

"De ki; gökten ve yerden sizi rızıklandıran kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olup canlıdan ölüyü, ölüden de canlıyı çıkaran ve bütün işleri düzenleyen kimdir diye sor! Diyecekler ki; Allah. Onlara de ki; Allah'tan korkmaz mısınız?" (Yunus: 31)

"De ki; yeryüzü ve içinde olanlar kimindir, eğer biliyorsanız. Derler ki; Allah'ındır. De ki; bunu hatırlasanıza... De ki; yedi göklerin Rabbi, yüce arşın Rabbi, kimdir? Derler ki; Allah'tır. De ki; (o halde hâlâ) Allah'tan korkmuyor musunuz? De ki; her şeyin melekûtu elinde olan kimdir? O, korur, O'nun korunmaya ihtiyacı yoktur, eğer biliyorsanız. -Hepsi- Allah'ındır diyeceklerdir. De ki; nasıl olur da sinirlenmiş -gibi- oluyorsunuz?" (Mü'minun: 84-89)

Firavun bile, küfründeki azgınlığa, çirkin iddiasına ve en bâtıl olan sözü söylemesine rağmen, Allah onun Musa'yla (Aleyhisselam) olan konuşması hakkında şöyle diyor:

"Kesin olarak biliyorsun ki, onları (o ayetleri) ibret olsun diye göklerin ve yerin Rabbinden başkası indirmedi..." (İsra: 102)

İblis bile şöyle demişti:

"...Ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkuyorum." (Haşr: 16)

"Rabbimin beni imtihan ettiği gibi..." (A'raf: 16)

"Rabbim bana mühlet ver..." (A'raf: 141)

Müşrikler, Allah'ın kendilerinin yaratıcısı olduğunu, göklerin ve yerin içerisinde olanların Rabbi olup onların rızıklarını verici olduğunu ikrar ederler. Bunun için Rasuller onlara karşı şu şekilde delil getirip tartışmışlardır.

"Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir?..." (Nahl: 17)

"...Allah'tan gayri kendilerine ibadet ettikleriniz, bir sineği dahi yaratmak için bir araya gelseler onu yaratamayacaklardır..." (Hac: 73)

Müşrikler bunu ikrar ederler, inkâr etmezler.


BEŞİNCİ ASIL
İbadetin Esası Allah'ı Tevhiddir

İbadet, boyun eğme ve zayıflık derecesinin zirvesidir.

İbadet tabiri, Allah'tan gayrisine boyun eğmek için kullanılmamıştır. Çünkü Allah en yüce nimetlerin sahibidir. Bunun için Allah, bu türlü boyun eğmenin en yücesine layıktır.

Keşşaf da (ez-Zemahşerî'nin söylediği gibi...)

"Sonra ibadetin başı ve esası, bütün Rasullerin davet ettikleri ve Allah'ı tevhidi içeren "La İlahe İllallah'tır."

Bundan murad da; onun anlamını itikad etmek ve gerektirdikleri ile amel etmektir. Yoksa onu sadece dil ile söylemek değildir.

Bunun anlamı; Allah'ı ibadette ve ilah olmada tek bilmek, O'ndan başka kendisine ibadet edilen şeyleri inkâr edip onlardan beraatını ilan etmektir.

Kâfirler de bu anlamı bilmişlerdir. Çünkü onlar Arap dilini bilen insanlardı. Bundan dolayı dediler ki:

"İlahları bir tek ilah mı yaptı? Gerçekten bu, çok hayret edilecek bir şeydir." (Sâd: 5)

 
E Çevrimdışı

ebuhasanelmakdisi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
İKİNCİ BÖLÜM


BİRİNCİ FASIL
İbadetin Türleri


1. İ'tikadî İbadetler:

Bu, Allah'a ibadetin esasıdır. Bu da, ancak O'nun "Vahid" ve "Ehad" olduğu, yaratma ve emretmenin yalnız O'nun olduğu, yarar ve zarar vermenin ancak O'nun elinde olduğu, şeriki (ortağı) olmadığı, O'nun katında O'nun izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceğine ve bunun, O'nun uluhiyyetine layık olduğuna inanmaktır.

2. Lafzî İbadetler:

Bu, "Kelime-i Tevhid'i veya Şehadet'i dil ile söylemek" tir. Kim kelime-i tevhidi itikad ettiği halde onu diliyle söylemekten kaçınırsa, kanını ve malını korumuş olamaz. O kimse tıpkı iblis gibidir. Hâlbuki o da tevhide inanır, bilakis onu ikrar eder. Daha önce buna değinmiştik. Ancak o, Allah'ın secde emrine itaat etmediğinden dolayı kâfir oldu.

Kim de "Kelime-i Şehadet"i söyler, onun içerdiğini itikad eder, gerektirdikleriyle amel etmezse, malını ve kanını korumuş, hesabı Allah'a kalmıştır. O'nun hükmü münafıkların hükmüdür.

3. Bedenî İbadetler:

Namazdaki kıyam, rükû, secde, oruç, hac amelleri ve tavaf gibi.

4. Malî İbadetler:

Maldan bir kısmını Allah'ın emirlerine itaat için infak etme.

Malî ve bedenî ibadetlerin, söz ve davranışların da bir çok vacib ve mendubları vardır. Fakat bunlar onların esasıdır. Zekât, Sadaka-ı Fıtr, İnfak gibi.


İKİNCİ FASIL
Allah'ın Rasulleri ve Nebileri, İnsanları Şirki Terk Etmeye ve Allah'ı Tevhide Davet Etmişlerdir

Bu meseleler böyle anlaşılınca bil ki;

Allahu Teâlâ, Rasullerini ilkinden sonuncusuna kadar, Allah'ın kullarını yalnız Allah'a ibadete davet etmeleri için göndermiştir.

Allah, onlar ve onlara benzer şeyleri yarattığını ispat etmek için değil -zira onlar bunu kabul ediyorlardı- daha önce de vurgulayıp tekrarladığımız gibi... Bunun için müşrikler şöyle demişlerdi:

"Bize sadece Allah'a ibadet etmemiz için mi geldin...?" (A'raf: 70)

Yani; "Sadece O'na ibadet edip ibadeti ilahlarımıza değil de, O'na özgü kılmamızı mı istiyorsun" diyorlardı.

Onlar Allah'ı inkâr etmiyorlardı. Onlar, Rasullerinin onlardan yalnızca Allah'a ibadet etme isteklerine karşı gelip inkâr ediyorlardı.


Onlar Allah'a ibadet edilemez demediler. Bilakis bunu kabul ediyorlardı. Ancak ibadetin yalnızca Allah'a tahsis edilmesini kabul etmiyorlardı. Onlar inadına Allah ile beraber başkalarına da ibadet ettiler ve O'ndan başkalarını O'na ortak koştular ve o nedenle ilahlar edindiler.


Allahu Teâlâ onlar hakkında:

"...Bildiğiniz halde Allah'a denkler edinmeyiniz" (Bakara: 22) dedi.

Yani siz biliyorsunuz ki, Allah'ın ortağı ve dengi yoktur. Onlar (müşrikler) Hac'da telbiye getirirlerken şöyle diyorlardı:

"Sana geldim, senin ortağın yoktur. Ancak bir ortağın vardır. O da senindir. O'nun sahip olduğuna da sahipsin."

Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) "La Şerike Leke" sözünü onlardan duyduğunda derdi ki; "ancak bir ortağın vardır ona da sen maliksin" sözünü terk etselerdi Allah'ı tevhidle ifrad (vahdaniyetini ikrar) etmiş olurlardı. Onların Allah'a şirk koşmaları dahi, Allah'ın varlığını kabul etmekti.

Allahu Teâlâ kitabında şöyle der:

"...Nerede zannettiğiniz ortaklarınız?" (En'am: 22)

"...De ki; ortaklarınızı çağırın, sonra bana hilenizi yapın ve bana göz açtırmayın." (A'raf: 195)


Müşriklerin ortak edinmelerinin bizzat kendisi, Allah'ın varlığını ikrardır. Onlar "endad"a (putlarına veya tağutlarına), ancak Allah'a yaklaştırdıkları ve onlara yardım edeceklerini zannettikleri için boyun eğip adaklar ve kurbanlar sunuyorlardı.

Allahu Teâlâ da Rasulleri, onlara Allah'tan gayrisine ibadeti terk etmeleri için gönderdi. Böylece onların ortakları (endad) hakkındaki itikatları ve onlara yakınlık denen şeyin bâtıl olduğu anlaşılmış oldu. İtikad ve ibadet ancak Allah içindir. İşte "tevhid-i ibadet" budur. Onlar daha önceleri "tevhid-i rububiyet" i; yani yalnızca Allah'ın yaratıcı ve rızk verici olduğunu ikrar ediyorlardı.


Bununla öğrenmiş oluyoruz ki; tüm Rasullerin davet etmiş oldukları "tevhid", "tevhid-i ibadet" idi.

Bunun için Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

"Ancak Allah'a ibadet ediniz..." (Hûd: 2)

"...Allah'a ibadet ediniz. Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur..." (A'raf: 59)

Müşriklerden kimileri meleklere ibadet ediyor ve zor zamanlarda onlardan yardım istiyorlardı. Onlardan kimileri de taşlardan medet umar, şiddetli anlarında onlara yalvarır ve onları yardımlarına çağırırlardı. Aslında o ibadet ettikleri putlar, daha önce yaşamış olan ve sevdikleri salih insanların suretleriydi, onlar hakkında iyi zannlara sahiptiler. O salih kimseler ölünce, onlardan ayrı kalışlarına dayanamayıp teselli olmak için onların heykellerini yaptılar. Aradan uzun zamanlar geçtikten sonra da, bu heykellere tapınmaya başladılar. Onlardan bazıları Mesih'e (Aleyhisselam), kimileri de yıldızlara tapınıp zor zamanlarında onlardan yardım istediler.


Allah, Muhammed'i (Aleyhisselam), onları sadece Allah'a ibadet etmeleri, O'na "tevhid-i rububiyet"le iman ettikleri gibi, O'nu "tevhid-i ulûhiyet" le de tevhid etmeleri ve "La İlahe İllallah" kelimesinin anlamını gerçekleştirmeleri, onun gerekleriyle amel etmeleri ve Allah'la beraber başkalarına ibadet etmemeleri için gönderdi.

"Hak davet O'nundur. O'ndan gayrisine duada bulunanlara, onlar hiçbir şeyle karşılık veremezler..." (Râd: 14)

"...Eğer iman ediyorsanız, Allah'a tevekkül ediniz." (Maide: 23)

Yani, Allah'a imanda "sıdk" üzere olmanın şartı: O'ndan gayrisine güvenmemek, duada ve istiğfarda Allah'ı Tevhid gibi; "tevekkül" de de Allah'ı Tevhid eylemektir.

Allahu Teâlâ kullarına; "Ancak sana ibadet ederiz" demelerini emrettiği gibi, bir kimse ibadetle Allah'ı Tevhid etmedikçe; O'nun sözlerini tasdik etmememizi de bize emretmiştir. Yoksa aksi takdirde yalancı olup, bu sözü söyleyen tasdik olunmaz. Zira bu sözün anlamı; "Seni ibadetle tevhid ederiz. Sen'den başkasına ibadet etmeyiz" demektir. Bu aynı zamanda;

"...Sadece bana ibadet ediniz." (Ankebut: 56)

"...Sadece benden korkunuz." (Bakara: 41) emrine itaat etmektir.

Beyan ilminden de anlaşılacağı gibi, hakkı "tehir" olan bir kelimenin "takdim" olunması "hasr"ı ifade ettiğine göre, bu ifadelerin anlamı;

"Ancak Allah'a ibadet ediniz"

"O'ndan başkasına ibadet etmeyiniz"

"Ancak Allah'tan korkunuz"

"O'ndan başkasından korkmayınız" demektir.

el-Keşşaf'ta da böyle zikredilmiştir.

Duanın hepsi, -rahatlıkta ve şiddetli zamanlarda- yalvarma ve yakarma, istiğase ve istiane yalnız Allah'a yapılmadıkça, sığınma, adak adama ve kurban kesme, huşu, kıyam, rükû, secde, tavaf ve ihrama girme, tıraş ve taksirin hepsi, sadece Allah için olmadıkça, "tevhid-i uluhiyet" le Allah tevhid edilmiş sayılmaz.


Kim bu ibadetlerden birisini; bir canlı kul, ölü bir insan, cansız bir şey veya bir başka şey için yaparsa, ibadetinde (Allah'a) şirk koşmuş olur. Dolayısıyla bu ibadetle, kendisine bu ameller işlenen kimseler ilah edinilmiş olurlar. İsterse bu kimse bir sultan (kral), bir peygamber, bir veli, ağaç, kabir, cin ya da canlı birisi olsun, bu veya diğer ibadet türlerinden kendisine tahsis edilen bir şeyle ilah edinilmiş olur. Bunu yapan kimse de, Allah'a şirk koşmuş olur. Velev ki Allah'a iman edip O'na ibadet ettiğini söylese dahi.


Müşriklerin Allah'ın varlığını ikrar etmeleri ve çeşitli amellerle O'na yaklaşmak istediklerini söylemeleri, onların şirkten kurtulmuş olmalarına, kanlarının helal kılınması, esir alınmaları ve mallarının ganimet olarak alınmasına engel değildir.

Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) dediği gibi;

Allahu Teâlâ:

"Ben ortak koşulanların ortaklıktan en münezzeh olanıyım."

(Bu hadisi Allah'ın Rasulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Hureyre (r.a.) rivayet etmiştir. Hadisin tam metni şöyledir:

"Allah dedi ki: Ben ortak koşulanların ortaklıktan en uzak (hiç ihtiyacı olmayanım). Kim bir amel işler de benden başkasını onda bana ortak koşarsa, onu ve şirkini başbaşa bırakırım.'' (Müslim, Sahih; Kitabu't-Tefsir, Tefsiru Sureti'l-Casiye: c.4/2289)

Allah Azze ve Celle kendisi için yapılan bir amelde, başkasının ortak koşulmasını kabul etmez.

Allah'la beraber başkasına ibadet eden kimse iman etmemiştir.


ÜÇÜNCÜ FASIL
Yalnızca Allah'ın Varlığını İkrar Etmek, Tevhid Ehli Olmak İçin Yeterli Değildir

Şimdiye kadar söylediklerimizle de anlaşılmıştır ki; müşriklerin ibadetlerinde şirk koşmaları, ibadetlerinin bir gereği olarak ortak koştukları kimseler veya şeyler hakkında yarar ve zarar vereceklerine, kendilerini Allah'a daha çok yaklaştıracaklarına ve Allah katında kendileri için şefaatçi olacaklarına dair olan itikadları, onlar için kurbanlar kesmeleri, onları tavaf etmeleri için adak adamaları, onların huzurunda zelil bir biçimde kıyam etmeleri, secde etmeleri ve Allah'a inanmalarına rağmen, yaptıkları onları ibadetlerinde ortak koştukları için ne şirkten kurtarır ve ne de onlara bir yarar sağlar.

Onlar, Allah'ın Rububiyetine inanıp ikrar etmeleri ve yaratıcıları olduğunu söylemelerine rağmen, ibadette O'na şirk koşmuşlardır. İşte bu da onları müşrik yapmıştır. Onların bu ikrarları itibara alınmaz. Çünkü onların şirk koşmaları amellerini yok etmiştir. Dolayısıyla "tevhid-i rububiyet"i ikrar etmeleri, onlara bir yarar sağlamamıştır, "tevhid-i rububiyet"i kabul eden kimsenin üzerine farz olan, Allah'ı aynı zamanda "tevhid-i ubudiyet"le de tevhid eylemektir. Bunu yapmadığı zaman önceki ikrarı tamamen bâtıl olur. Onlar cehennem ateşinin tabakaları arasında (ortak koştuklarına) şunu söyleyeceklerdir:

"Allah adına andolsun ki, biz daha önce apaçık bir sapıklık içindeydik. Zira biz sizi âlemlerin Rabbiyle bir tutuyorduk." (Şuara: 97-98)

Hâlbuki onlar, ortak koştuklarını her yönüyle Allah'a denk tutmamışlardı. Onları, ne zerrelerden bir zerreyi yaratıcılar ve ne de rızk verenler olarak görmedikleri ve tevhid-i ubudiyete karıştırmadıkları halde bu, onları putlarla Âlemlerin Rabbini denk tutanlardan etmişti. Allahu Teâlâ:

"Onların çoğu ancak şirk koşarak iman eder." (Yusuf: 106)

Onlardan çoğu putlara ibadet etmeden, Allah'ın kendilerini yarattığını, gökleri ve yeri varettiğini ikrar etmezler.

Gerçek odur ki, Allahu Teâlâ riyayı şirk olarak adlandırmıştır.

Hâlbuki itaat eden (ibadette) Allah'tan başkasını maksad edinmemiştir. Ancak itaatiyle insanların kalplerinde bir makam sahibi olmayı arzu etmiştir. Murai (riyakâr) şüphesiz başkasının değil, Allah'ın kuludur. Fakat ibadetini, insanların kalplerinde bir makam elde etmek arzusuyla karıştırmıştır. (Allah) böylece o insanın amelini kabul etmeyip onu müşrik olarak adlandırmıştır.

Müslim'in, Ebu Hureyre'den (r.a) rivayet ettiği bir hadiste, Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Şöyle diyor:

"Allahu Teâlâ der ki: Ben, kendisine ortak koşulanların (şirkten) en münezzeh olanıyım. Kim bir amel işler ve onda bana ibadete başkasını ortak koşarsa, onu ve şirkini baş başa bırakırım."

(Bu Hadisi, Allah'ın Rasulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Hureyre (r.a.) rivayet etmiştir. Hadisin tam metni şöyledir:

"Allah dedi ki: Ben ortak koşulanların ortaklıktan en uzak olanıyım. Kim bir amel işler de benden başkasını onda bana ortak koşarsa, onu ve şirkini başbaşa bırakırım.''

Müslim, Sahih; Kitabu't-Tefsir; Tefsiru Sureti el-Casiye: c.4/2289 ve Kitabu'z-Zuhd ve'r-Rekaik; Babu Men Eşreke fî Amelini Gayrellahi: s.53, el-Beğavî, Mesabihu's-Sunne: c.1, s.20, c.3, s.4101, İbn Mace, es-Sunen; Kitabu'z-Zühd: (4203) c.2, s.1406, el-Munzirî, et-Terğibu ve't-Terhib: c.1, s.25, Ahmed İbn Hanbel, Müsned: c.3, s.215, 466, et-Tirmizî, es-Sunen: c.5, s.314)

Hatta Allahu Teâlâ, Abdulharis diye ad koymanın bile şirk olduğunu bize haber vermiştir. Allahu Teâlâ kitabında:

"Allah onlara salih bir (çocuk) verince, o ikisi onu kendilerine verdiğinde ona şirk koştular..." (A'raf: 190)

(Bu ayeti Âdem ve Havva (a.s.) hakkında nazil olduğunu zannedenler olmuştur. Hâlbuki bu ayet Âdem ile Havva'nın (a.s.) soyundan gelen iki insan hakkındadır.)

Semure İbn Cundûb'den, Rasul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dedi:

"Havva hamile kalırdı, ancak onun çocuğu yaşamazdı. İblis ona geldi ve dedi ki; senin çocuğunun yaşaması için onun ismini 'Abdulharis' koy. (Havva) çocuğun ismini öyle (Abdulharis) koydu ve o (çocuk) yaşadı. İşte bu şeytanın vahyi ve işidir. Allah Azze ve Celle ayetlerini indirdi. Bu şekilde bir isimlendirmenin şirk olduğunu İblis'in Haris olduğunu söyledi."

Bu kıssa ed-Durru'l-Mensûr'da ve başka yerlerde geçmektedir.

(Ahmed İbn Hanbel, Müsned: 19610 (Semure İbn Cundub hadisi), et-Tirmizî, es-Sunen; Kitabu't-Tefsir: 3077, ed-Durru'l-Mensûr: c.3, s.561-563, Ebu Hayyan, el-Bahru'l-Muhît: c.4, s.558'de: Âdem, Havva ve İblis arasında geçen bu konuşmalara dair Kur'an'da ve sahih hadiste bir şeyin sabit olmadığını söylüyor.)

 
E Çevrimdışı

ebuhasanelmakdisi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
DÖRDÜNCÜ FASIL

Allah'tan Başkasının Yarar ve Zarar Vereceğini İtikad Etmek Şirktir

Bil ki; kim bir ağacın, bir taşın, bir kabrin, bir meleğin, bir cinin, canlı bir şeyin veya Ölünün, zarar veya yarar vereceğini, Allah'a yaklaştırıp ve sadece bununla teşeffu (şefaat isteme) ve tevessül ile dünyalık hacetlerinden herhangi birisini Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) âmâ bir sahabenin ondan gözlerinin açılması için kendisinden dua etmesini istemesi hariç, (bu hadisin ölülere tevessüle delil olması hakkında da tartışmalar vardır) göreceğini itikad etmiş olsa, şirk koşmuş olup itikad edilmesi helal olmayanı itikad etmiş olur. Tıpkı müşriklerin putlar hakkındaki itikadları gibi.

Hele malını, çocuğunu, ölü veya diri birisi için adayan yahut bir ölüden hastalığa şifa, kaybolmuş birisinin geri dönmesi yahut isteklerinden herhangi birisinin yerine gelmesini istemek şirkin bizzat kendisidir ki, putlara tapınanlar da bu şirk üzereydiler.

Herhangi bir ölü için adakta bulunmak, kabir üzerine kurban kesip o kabre tevessülde bulunmak, o kabirden (veya sahibinden) bir ihtiyacının görülmesini istemek, cahiliyye dönemindeki müşriklerin şirk koşmaları gibi bir şirktir.


Onlar bu ibadetleri, "vesen" (heykel) veya "sanem" (put) olarak adlandırdıkları şeyler adına yapıyorlardı. Kabirciler de, veli, türbe veya makam diye adlandırdıkları şey veya yerlerin adına bunu yaparlar.

İsimlerin herhangi bir etkisi olmadığı gibi, bu (şeriatte yasaklanmış olan) anlamları da değiştirmez. Çünkü bu; luğavî, aklî ve şer'i bir zorunluluktur.

Kim şarap (hamr) içer de, onu su olarak adlandırırsa, o su değil ancak şarap içmiş olur. Cezası şarap içenin cezasıdır. Belki de o, şarabı bir başka isimle isimlendirip içtiği için de sahtekârlık veya yalan söylemekten ötürü -daha- fazla ceza görür.

Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde dediği gibi:

"Ümmetin içinden bazı topluluklar çıkıp şarap içerler ama, ona onun isminden başka bir isim verirler."

(Müellif, İbn Hibban'ın, Malik İbn Enes'in ve Buharî'nin değişik bir lafızla Ebu Musa el-Eşarî'den rivayet ettikleri hadisi kastediyor.)

Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) doğru söylemiştir. Öyle fırkalar çıktı ki, onlar şarap içip onu başka adlarla adlandırdılar ve adına "Nebiz" dediler.

Allah katında ilk kez Allah'ın gazabını üzerine çekerek isyan dolu olan şeyleri, sevimli adlarla adlandıran İblistir (Lanetullahialeyh). O, insanlığın babası Adem'e (Aleyhisselam) şöyle demişti:

"...Ey Âdem! Sana ölümsüzlük ağacı ve hiç yok olmayacak bir mülkü göstereyim mi?" (Taha: 120)

Bununla Adem'in arzularını o ağaca meylettirmek için, onun o ağaca yaklaşmasını sağlamak ve kendisinin ortaya attığı isimle, tıpkı kendisini taklid eden Haşşaşîler gurubundan olanların Allah'ın kullarından, zalimlerin düşmanca aldıklarını kendi edeplerince lokum diye adlandırılmaları gibi isimlendirdi.

Derler ki; bu, katlin edebidir, bu hırsızlığın edebidir, bu töhmetin edebidir. Böylece zulmü tahrif ederek edeb diye isimlendirirler. Tıpkı insanlardan zorla aldıklarını katkı, geçimlik, kilebe, tartı edebi diye isimlendirmeleri gibi.

Bunun hepsinin Allah katındaki adı zulüm ve düşmanlıktır. Kitab'ın ve Sünnet'in bilgisine ulaşmış ve biraz kokusundan almış olan herkes bilir ki bunların hepsi, İblis'ten alınmadır. Zira İblis, yenmesi yasak olan ağacı ölümsüzlük ağacı olarak nitelendirdi.

Hakeza kabirlere "meşhed" denilmesi ve orada yatan insana "veli" denilmesi, onu "sanem" ve "vesen" adından dışarı çıkarmaz.

Zira onlar, o kabirlere karşı yaptıklarının aynısını yaparlar. Onlar, bu kabirleri hacıların "Beytullahi'l-Haram"ı tavaf ettikleri gibi tavaf ederler.

Onlar uzaktan el ile Kabe'nin rükünlerini istilam ettikleri gibi, ellerini kaldırarak selamlarlar. Daha sonra ölülere, aslı küfür olan sözlerle hitap ederler.

Mesela; sana ve Allah'a (güvendim) deyip zorluklarla karşı karşıya kaldıklarında onların isimlerini zikredip onları çağırırlar.


(Şirk koşan) her kavmin zorluklarda yardımını dilediği birileri vardır. Iraklılar Abdulkadir Geylani'yi çağırırlar. Tihamelilerin Tihame'nin her beldesinde çağırdıkları kimseler vardır. Onlar onun adını çağırırlar...

"Ey Zeybi" "ey İbnu'l-Acil" derler.

Mekke ve Taifliler, "ey İbn Abbas" diye ona nida ederler.

Dağlılar, "ey Ebu Tayr" derler.

Yemenliler, "ey İbn Ulvan" derler.

Her beldede bu insanların adlarına çağrıda bulunup hayrın elde edilmesi ve zararlarının giderilmesi için onlardan yardım talep ederler. Bu, müşriklerin putlarına karşı yaptıkları davranışın aynısıdır.

Kaside-i Necdiyye sahibinin söylediği gibi:

"Bununla Suva'ın ve benzerlerinin anlamını geri getirdiler."

Yeğus ve Vedd, bu ne kötü bir sevgidir. Zorluklarda, mazlumların, "es-Samed" ve "el-Ferd" olan Allah'ı çağırdıkları gibi, onların adını çağırdılar. Onlar için nice kurbanlar kestiler. Allah'tan gayrisinin adına cebren veya kendi istekleriyle niceleri vardır ki, kabirleri öpüp tavaf ederler ve o kabirlerin her bir yanını elleriyle selamlarlar.

Eğer onlardan birisi; "ben onu Allah için kestim ve üzerine Allah'ın adını andım" derse ona şunu söyle:

"Eğer o kurbanı (veya adağı) Allah için kesiyorsan, niçin onu kendisi hakkında bir şeyler zannettiğin bir kimsenin türbesinde kesiyorsun?"

"Bununla o kimsenin makamının yüceliğini mi kabul ediyorsun" sorusuna, "evet" cevabı verirse ona denir ki:

"Bu kurban (adak) Allah'tan gayrisi içindir. Aksine sen Allah'tan başkasını Allah'a ortak koşuyorsun. Eğer sen bunu o kabir sahibinin makamına saygıdan dolayı yapmıyorsan, niçin o türbenin eşiklerini kanlarla pisliyorsun ve girenlerin üst ve başlarını necasete buluyorsun? Sen de çok iyi biliyorsun ki, yapmak istediğin şey bu değildir. Evinden de çıkarken bundan başka bir amaçla çıkmadın. Hakeza onlara yalvarmalar da aynı şeydir. Onların yaptıkları ameller şüphesiz ki şirktir."

Hakeza hayatta olan bazı fasıklar, çirkin ameller işledikleri halde, rahat ve zor zamanlarında onlara nidada bulunup onlardan bir şeyler isterler. Öyleleri Allah'ın mü'min kullarının toplanmasını emrettiği yerlere, Cuma ve cemaatlere gelmezler, ne bir hasta ziyaret ederler ve ne de bir cenaze kaldırırlar.

Üstelik kazançları da helal değildir. Buna rağmen, yaptıkları bu pisliklere bir de "gayb ilmi" ni bilmeyi katarlar. Şeytan onlara, kalplerine, yuva kurduğu, kalplerinde yumurtlayıp yavruladığı ve yalanlarını doğrulayacak olan kimseleri getirir. Onlar da bu -gayb ilmini- bildiğini zanneden adamı yüceltirler.

Allah Allah! Bunların aklı nerede?

Nasıl oldu da şeriat bu kadar bilinemez bir hale geldi?


Eğer onlar, kabirler, evliya, fasık ve ahlâksızlar hakkında itikad ettiklerinden dolayı, müşriklerin putları hakkında düşünüp müşrik oldukları gibi müşrik olurlar mı dersen, ben de cevap olarak "evet" derim. Çünkü onlardan sadır olan şey, müşriklerden sadır olanın aynısıdır. Bu, onları her yanlarından sarmıştır. Hatta o müşriklerin yaptıklarının üzerine, itikad, bağlılık ve insanları onlara taptırmada bazı şeyleri de eklediler. Onların birbirlerinden hiçbir farkları yoktur.

Eğer dersen ki:

"O kabirciler diyorlar ki; biz Allah'a ne ortak koşuyor ve ne de O'na -birini veya bir şeyi- denk tutuyoruz. Evliyaya iftirada bulunup onların kendileri için bir şey yapacaklarına dair itikadda bulunmak, şirk değildir" derlerse, ben de onlara;

"...Onlar kalplerinde olanı değil, ağızlarında olanı söylüyorlar.."

"..Onlar o gün imandan çok küfre yakındırlar. Kalplerinde olmayanı dilleriyle söylüyorlar. Hâlbuki Allah onların gizlediklerini biliyor." (Âl-i İmran: 167) ayetiyle cevap veririm.

Fakat o inandıkları şey, şirkin anlamı hakkında cehaletlerinin olduğuna delildir. Zira evliyayı ta'zim etmek için onların kabirlerinde hayvan kesmek şirktir.

Allahu Teâlâ ise şöyle buyurur:

"Rabbin için namaz kıl ve kurban kes." (Kevser: 2)

Yani, O'ndan başkası için değil.

Yine Allahu Teâlâ:

"Şüphesiz ki, mescidler Allah'ındır. Orada Allah'la beraber başkalarına ibadet etme." (Cin: 18)

Bildiğimiz gibi, Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) riyayı şirk olarak adlandırmıştır. İşte evliya dedikleri kimselerin yaptıkları budur. Bu, müşriklerin işledikleri fiilin aynısıdır. Bununla müşrik olmuşlardır. Onların, biz hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmuyoruz demeleri, onlara bir yarar sağlamaz. Zira davranışları, sözlerini yalanlamakta.

Eğer onlar cahildirler, yaptıklarının şirk olduğunu bilmezler, dersen; ben de derim ki;

Fakihler fıkıh kitaplarının "riddet" bablarında, kelime-i küfrü söyleyenlerin küfrüne açıkça hüküm vermişlerdir derim. Velev ki anlamını kasdetmese dahi. Bu da onların İslam'ın emrettiklerini ve "Tevhid" in mahiyetini bilmediklerine delâlet eder. O zaman da gerçek anlamıyla, küfre düşen kâfirler olurlar. (İşte bundan dolayı İslam’a hiç girmemiş kafirlerden olmuşlardır.) Çünkü Allahu Teâlâ kullarından, kendisine "ubudiyette tevhid" ile kulluk etmelerini istemiştir.

"Allah'tan başkasına ibadet etmeyin..." (Hud: 2)

"Ancak ihlâsla Allah'a ibadet etmekle, emrolundular..." (Beyyine: 5)

Kim gece ve gündüz, açık ve gizlice, korku ve şevkle Allah'a dua eder, sonra O'nunla beraber başkasını da nida edip çağırırsa, ibadette Allah'a ortak koşmuştur. Çünkü dua ibadettir. Zira Allahu Teâlâ, kitabında duayı ibadet olarak adlandırmıştır.

(Müellif burada, en-Nu'man İbn Beşir'in (r.a.) Allah'ın Rasulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ettiği; "Dua ibadetin kendisidir" hadisini kastediyor. Bu duayı Ebu Davud, es-Sunen'de; Kitabu's-Salât Babu'd-Dua'da: (1479), et-Tirmizî, es-Sunen'de, Kitabu Tefsiri'l-Kur'an'da: 2969 ve Kitabu'l-Deavat'da: 3372, İbn Mace, es-Sunen; Kitabu'd-Dua'da: c.2/1258 (3878), el-Hâkim, el-Mustedrekte; Kitabu'd-Dua: c. 1/491 'de tahric etmişlerdir.)

"...Bana dua etmekten kaçınıp büyüklük edenler, topluca cehenneme gireceklerdir." (Ğafir: 60)


Eğer dersen ki; madem onlar müşriktirler, o zaman onlara karşı cihad etmek ve -bunda- Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) takip ettiği yolu takip etmek gerekmez mi?

Ben de derim ki; ilim ehlinden bir kısım bu görüşe sahiptirler. Dediler ki;

Öncelikle onları Tevhid'e davet edip onların itikad edip inandıkları şeylerin ne yarar ve ne de zarar veremeyeceğini ve Allahu Teâlâ -kaderi- karşısında onlara bir fayda sağlamayacağını onlara açıklamak gerekir.

Onlar ve onların benzerlerinin bu itikadları şirktir.

Rasullerin getirdiğine, bu şirkten tevbe edip ondan istiğfar etmedikçe, itikadda ve amelde Allah'ı tevhid etmedikçe imanları tamamlanmaz. Bu, âlimlerin üzerine farzdır. Âlimlerin, onların adak adayıp uğrunda kurban kestikleri ve kabirleri tavaf etmeleriyle ilgili itikadlarının haram ve şirk olduğunu, bunun müşriklerin putlarına karşı yaptıklarının aynısı olduğunu açıklamaları gerekir.

Alimler, bunu imamlara ve sultanlara açıklayınca, imamların (emirlerin) ve sultanların da halka davetçiler gönderip onları halis "tevhid"e davet etmeleri gerekir.

Onlardan kim, halis Tevhid'i ikrar edip kabul ederse, kanını, malını ve canını korumuş olur.

Kim de olduğu şirk üzere ısrar ederse, Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) müşriklere karşı neyi mubah görmüşse, bunu onlara karşı da mubah kılar.


Eğer, istiğase hadislerde sabit olmuştur; insanların kıyamet günü Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa'dan (Aleyhisselam) istiğasede bulunup şefaat etmelerini isteyip ve her peygamber özrünü beyan ettikten sonra, Allah'ın Rasulü'ne (sallallahu aleyhi ve sellem) gelirler, bu da Allah'tan gayrisiyle "istiğase" de bulunmanın münker olmadığının delilidir dersen;

Biz de deriz ki; bu açık bir saptırmadır. Hayatta olan insanların kudretleri dâhilinde olan hususlarda; insanlardan istiğasede bulunmayı kimse inkâr edemez. Allahu Teâlâ Musa (Aleyhisselam) ile İsrailoğullarından olan adamın hikâyesinde şöyle der:

"...Kendi cemaatinden olan, onun düşmanından olana karşı ondan yardım diledi..." (Kasas: 15)


Kabircilerin ve diğerlerinin, evliyadan, Allah'tan başka kimsenin gücünün yetemeyeceği bir konuda istiğasede bulunması; mesela, hastadan şifa dilemek ve benzerlerini istemek haram olan istiğasedir.

Bundan daha garip olanı, kabirciler ve daha başka nice insan, inandıkları insanlar için, doğan çocuklarında onlar için bir hisse görürler. Hatta ondan, anasının karnındaki çocuğu satın alırlar ki, çocukları yaşasın. Bunlar öyle münker fiiller işlerler ki, ilk çağlardaki müşrikler ancak o kadarını işlerlerdi.

Kabirlere adaklarda bulunan insanlardan, o adakları kontrol edenlerden birisinin bana haber verdiğine göre; zamanın birinde, bir adam elinde bazı dirhemler ve kadın ziynet eşyası olduğu halde gelir ve der ki; bu falan "seyyide kadın" için, kızımın mehrinin yarısıdır. Ben kızımı evlendirdim ve mehrinin yarısını da bu kabir sahibi için adadım demiş. Bu kimseler mallarından bir kısmını kabirlere adadıkları gibi, ekinlerinden bir kısmını da adarlar. Buna "telem" diyorlar. Yemen'in bazı yerlerinde öyle şeyler yapılır ki, onların bu yaptıklarının birçoğu Allahu Teâlâ'nın şu kavlinin hükmü dairesine girer:

"Bilmedikleri için, onlara, rızk olarak verdiğimizden bir nasip ayırırlar..." (Nahl: 56)

Hem de hiç şek ve şüphe etmeden.


Evet, insanların kıyamet günü gidip peygamberlerden şefaat istemeleri, Allah'tan haklarında, kullar arasında son hükmü vermesi içindir. Bunun caiz olduğunda şüphe yoktur. Yani bununla, Allah'ın bazı kullarının bazısı için duada bulunmalarını talep edeceklerdir.

Hatta Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bile, Ömer'e (r.a.) umreye giderken;

"Kardeşim! Bizi duanda unutma" demiştir.

(el-Beyhakî, es-Sunen el-Kubra: c.5/412

(10314: Asım İbn Ubeydillah, Salim, babası Abdullah ve dedesi Ömer'den (r.anhuma).

"O, umre yapmak için Allah'ın Nebisi'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) izin isteyince Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) ona dedi ki; bizi salih dualarına ortak kıl ve bizi unutma."

10315: Aynı senedle:

''Kardeşim bizleri de duandan unutma"

Ömer (r.a.) devamla şöyle dedi;

"Bana öyle bir söz söyledi ki, o sözün yerine bütün dünyanın benim olmasını istemezdim."

Şu'be dedi ki; ben Asım'la daha sonraları Medine'de karşılaştığımda bana şöyle dedi:

"Ey kardeşim! Bizi duana ortak kıl.''

el-Beyhakî'nin hadisi rivayetiyle aldığı Abdullah İbn Yusuf, isnadında dedi ki;

Salim İbn Abdillah (İbn Ömer), babasından ve dedesinden naklediyordu. O hadisin metninde; "Bana öyle bir kelime söyledi ki, onun yerine bana bütün dünyanın verilmesini istemezdim" lafzıyla. Hadisin başında ve sonundaki "kardeşim" lafzı Salim'in lafzıdır.)

Allahu Teâlâ bizden mü'minler için dua edip onların bağışlanmaları için istiğfarda bulunmamızı istemiştir.

"Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla..." (Haşr: 10)

Ummu Suleym (r.anha) Allah'ın Rasulü'ne (şallallahu aleyhi ve sellem):

"Ya Rasulallah (sallallahu aleyhi ve sellem) 'Senin hizmetçin Enes'e dua et' diye ricada (tevessülde) bulunmuştur."

Sahabe (Allah onlardan razı olsun) Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatta İken O'ndan (sallallahu aleyhi ve sellem) dua talep ederlerdi. Bunun caiz olduğuna dair ittifak vardır.


Ölülerden veya hayatta olup da kendilerine ne bir yarar ne bir zarar -onlara ne ölümü, ne hayatı ve de hasrı getiremeyecek- ve ne de hastalarına şifa veremeyecek olan insanlardan, kaybolanların geri döndürülmesi, arazilerinin sulanması için yağmur yağdırılması, hayvanlarının sütlerinin artırılması, düşmandan korunması ve de ancak Allah'ın kudretinde olan şeyleri dileyen kabirciler, Allah'ın şu ayetinde sözünü ettiği kimselerdir:

"Allah'tan gayrı kendisine dua (ibadet) ettikleriniz, ne size bir yardımda bulunabilirler ve ne de onlara yardım edilir." (A'raf: 197)

"Allah'tan başka ibadet ettikleriniz, sizin gibi kullardır..." (A'raf: 194)

Nasıl olur da, insan cansız veya canlı olan bir şeyden (ancak Allah'ın kudretinde olan) bir şeyi talep edebilir?

Bu, Allahu Teâlâ'nın haber verdiği, müşriklerin işlediği bir ameldir.

"Allah'ın yarattığı ziraattan ve hayvanlardan bir nasip ayırdılar. Zanlarına dayanarak dediler ki; bu Allah'ın, bu da ortak koştuklarımızındır..." (En'am: 136)

"Bilmedikleri için, onlara rızk olarak verdiklerimizden bir nasip ayırıyorlar. Vallahi iftira edip uydurduklarınızdan hesaba çekileceksiniz." (Nahl: 56)

İşte o kabircilere ve hayatta olup yaşayan cahillere inanıp onların dalâlet yollarından gidenler, tıpkı müşriklerin gittikleri yolu tuttular.

Onlar hakkında, ancak Allah hakkında itikad edilmesi gereken vasıflara inandılar. Onlara mallarının bir kısmından adaklar ayırdılar ve onların özellikle kabirlerini ziyaret etmek için uzak beldelerden yolculuklara çıkıp onların kabirlerini huşu ve tezellül (zillet) içerisinde tavaf ettiler. Şiddet zamanında onların kabirlerine gidip onların yakınlığını elde etmek için kurbanlar kestiler. İşte bu, müşriklerin ibadet türlerindendir.


Kendilerine güvendiğim insanlardan bazıları, bir velinin türbesinin eşiğinde secde eden insanlar gördüklerini bana söylediler.

Öyle ki, üzerinde birinin hakkı olan kimse, Allah adına yemin ettiğinde onu doğrulamazlar. Fakat inandıkları evliyalardan birisinin adıyla yemin ettiğinde, onun yeminini kabul edip onu doğrularlar. Putlara ibadet edenler de aynen böyle idiler.

"Allah, tek başına (ortak koşulmadan) anıldığında ahirete iman etmeyenlerin kalbi nefretle dolar. O'ndan gayrisi zikredildiğinde, onların birbirlerini müjdelediklerini görürsün." (Zümer: 45)

Sahih bir hadiste Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle der:

"Kim bir halifde (ahid vermede) bulunursa, Allah'ın adıyla halifde bulunsun veya sussun."

Yine Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Lat ve Uzza adına halifde bulunan birisini duyunca, ona; La İlahe İllallah demesini emretti."

(Hadisin tamamı şöyledir:

"Kim Lat ve Uzza adına yemin ederse hemen; La İlahe İllallah, desin. Kim arkadaşına gel seninle kumar oynayalım derse, bir şey tasadduk etsin."

Hadis "sahih" tir. Abdurrezzak, el-Musannef: c.15, 931, Müslim, Sahih; Kitabu'l-Eyman; Babu'l-Halifi Billatı ve'l-Uzza: 1647, Ebu Davud, es-Sunen; Kitabu'l-Eyman: Babu'l-Halifi Bi'l-Endad: 3248, Buharî, Sahih; Tefsiru Suret en-Necm: 4820 ve Kitabu'l-Eyman: Babu La Yuhlefu Bi'l-Lati ve'l-Uzza ve't-Tavağit: 2466, et-Tirmizî, es-Sunen; Kitabu'n-Nüzûrî ve'l-Eyman: 1545. Müellif, Ebu Hureyre'nin (r.a.) Allah'ın Rasulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ettiği hadise işaret etmek istiyor. )

Bu da gösteriyor ki, o kişi bu "halif" i ile yani putun adına yemin etmekten dolayı, İslam'dan çıkıp irtidat etti ki, Rasul de (sallallahu aleyhi ve sellem) ona İslam'ını tecdid etmesini emretti.

Çünkü o bununla kâfir olmuştu "Subulu's-Selam Şerhu Buluği'l-Meram" ve "Minhatu'l-Gaffar" adlı kitaplarımızda açıkladığımız gibi.

Bu ikisi aynı şey değildir, çünkü onlar "La İlahe İllallah" dediler, Allah'ın Rasulü de (sallallahu aleyhi ve sellem);

"Ben insanlarla "La İlahe İllallah" deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Eğer onu söylerlerse, benden kanlarını ve mallarını ancak o sözün hakkıyla korurlar" demiştir.

(Müellif, Ebu Hureyre ve Abdullah İbn Ömer'in rivayet ettikleri hadise işaret ediyor. Hadisin tam metni şöyledir:

Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) dedi ki:

"Ben, insanlar La İlahe İllallah deyip benim Allah'ın Rasulü olduğumu kabul edinceye, namazı kılıp zekâtı verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Eğer bunu yaparlarsa, benden kanlarını ve mallarını, ancak İslam'ın hakkı ile korumuş olurlar, hesapları da Allah'a aittir."

Buharî, Sahih; Kitabu'l-İman: 25, Müslim, Sahih; Kitabu'l-İman; Babu'l-Emri Bi Kitali'n-Nasi Hatta Yakulu La İlahe İllallah: 8 (22/36)

Hatta Usame'ye de kelime-i şehadeti getiren bir müşriki öldürdüğünde Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem); "La İlahe İllallah dedikten sonra mı onu öldürdün?" demiştir.


Hâlbuki onlar müşriklerin hilafına namaz kılarlar, oruç tutarlar, zekât verirler ve hacca giderler dersen, ben de derim ki;

Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ancak o kelimenin hakkı ile dedi.

O kelimenin de hakkı, Allah'ı ulûhiyetinde ve ubudiyetinde tevhid etmektir.

Kabirlere karşı aşırı ilgi gösteren kabirciler, Allah'ı ubudiyet ve ulûhiyette tevhid etmemişlerdir.

Bunun için diyoruz ki;

Kelime-i şehadet ancak ona bağlılıkla yarar sağlar. Yahudilerin bazı peygamberleri inkârlarına rağmen, "kelime-i şehadet"i getirseler bu onlara bir yarar sağlamaz.

Mesela, Allah'ın gönderdiklerinden başka birisini nebi olarak görmenin de bir yararı yoktur. O kimselere "kelime-i şehadet" bir yarar sağlamaz.

Hanife oğulları, "La İlahe İllallah" deyip "Muhammed Rasulullah" (sallallahu aleyhi ve sellem) diyerek namaz kılmıyorlar mıydı?

Ancak onlar Museylimetü'l-Kezzab'a peygamber dedikleri için, sahabeler onlarla savaştılar ve onlardan esir aldılar.

Durum böyle olunca, herhangi bir "veli" ye ilahlık sıfatlarını yakıştıranların ve onları sıkıntılarında yardımlarına çağıranların durumu ne olur?

Mü'minlerin emiri Ali İbn Ebi Talib (Allah ondan razı olsun) Abdullah İbn Sebe'in taraftarlarını yaktı. Onlar da "La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah" diyorlardı. Fakat onlar Ali hakkında çok aşırı şeyler söylediler. Kabircilerin veliler hakkında taşıdıkları itikada onlar da sahiptirler. Ali de onları hiçbir isyancıyı cezalandırmadığı bir biçimde cezalandırdı.

Ali (Allah ondan razı olsun) çukurlar kazdırtıp içlerinde ateş yaktırarak onları ateşlerin içine attı, sonra onlar hakkında şöyle dedi:

"Ben, çok münker olan bu işi görünce ateşi(mi) yaktım ve Kamber'i çağırdım."

O dönemde yaşayan bir şair de şöyle söyler:

Eğer sen beni bu iki çukurdan birisine atmazsan,

Ölüm beni dilediği yere atsın!

O çukurlarda onları ateşler yakınca,

Ölümün taksid değil, peşin geldiğini gördüm.

Bu olayın ayrıntıları "Fethu'l-Bari" ve diğer hadis kaynaklarında vardır.

Ümmet; "İcma ile Ba'sı (yeniden yaratılışı) inkâr edenleri tekfir etmiştir ve bunlar öldürülür" demiştir. Velev ki ağızlarıyla; "La İlahe İllallah" deseler bile... Peki, ya Allah'a denk (eş, ortak) tutanın hali ne olacak?


Eğer Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem), Usame'nin bir adamı "La İlahe İllallah" dedikten sonra öldürmesine karşı çıkıştığını delil olarak getirmeye çalışırsak, buna karşı şunu söylememiz mümkün olur:

Şüphesiz ki kâfirlerden olup da "La İlahe İllallah" diyenin kanı ve malı mahfuz kalmış olur. Meğerki söylediğine aykırı bir iş yapmış olsun.

Bunun için Malik İbn Cusame olayında şu ayet iner:

"Ey iman edenler! Yeryüzünde -cihada- çıktığınızda kimin (mü'min olup olmadığına) araştırarak çıkın..." (Nisa: 94)

Allahu Teâlâ böylece, kelime-i tevhidi söyleyenlerin hal ve itikadlarının araştırılmasını bizden istemiştir. Eğer anlamına uygun amel ediyorsa, o Müslümanlardandır. Müslümanlar neden sorumluysa, o da ondan sorumludur. Aksi sabit olursa, bu onun kanını ve malını "kelime-i şehadet" i soyut bir biçimde söylemiş olması nedeniyle koruma altına almaz.

Hakeza kim tevhidi izhar ederse, ona ilişmekten uzak durmak gerekir. Meğerki ondan Tevhid'e aykırı olan bir durum zahir olsun. Tevhid'e aykırı bir şey kendisinden sadır olduğu zaman, soyut bir biçimde "kelime-i tevhid" i söylemiş olması kendisine bir yarar sağlamaz.

Bunun için (sadece dille Allah'ı tevhid etmek) Yahudilere fayda vermediği gibi, onlara katılanlara ve sahabenin onların ibadetlerine karşılık kendi ibadetlerini hakir gördükleri Haricîler ve onlara katılanlara bile bir yarar sağlamamıştır.

Üstelik Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) onların öldürülmesini emretmiş ve şöyle demiştir:

"Eğer ben onlara yetişirsem onları Ad Kavminin öldürülüşü gibi öldüreceğim."

(Bu, Ebu Said el-Hudrî'nin (r.a.) Allah'ın Rasulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ettiği bir hadisin son bölümüdür. Hadisin vürud sebebini, Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Yemen'den gelen bir malı taksim ederken, onun adil davranmadığını söyleyen bir adamın itirazından sonra söylediği bir sözdür. Bunun üzerine Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Bırakın onu, bunun soyundan ahir zamanda öyle insanlar çıkacak ki, onlar İslam ehlini öldürüp putperestleri sağ bırakacaklar. Eğer ben onlara yetişirsem Ad kavminin öldürülüşü gibi onları öldüreceğim."

Bu, "sahih" "merfu" olan bir hadistir. (el-Elbanî) "mevkuf" olarak rivayeti "münker" dir. Buhari, Sahih: 3/188 Müslim, Sahih: 3/110'da rivayet etmişlerdir. Aynı hadisi, Ahmed İbn Hanbel, Müsned: c.3/68, en-Nesâî, es-Sunen: 4764. İbn Ebi Asım, es-Sunne: s.426, 427 (910)

Bunun da sebebi; onların şeriatın bir kısmına aykırı davranmalarıydı. Hadislerde sabit olduğu üzere onlar gökyüzünün altındaki en şerli ölülerdir.

Bununla da anlaşılmaktadır ki; soyut bir biçimde "kelime-i tevhid" i söylemiş olmak, Allah'tan gayrisine ibadet etmek gibi bir cürmü işleyenin şirkinin sabit olmasına engel değildir.

Eğer kabirciler ve onlar gibi olanlar ve insanlar içinde bazı fasıklar hakkında bâtıl itikadlara sahip olanlar; "biz onlar için ne namaz kılar, ne oruç tutar ve ne de haccederiz" derlerse, biz de onlara ibadetin ne demek olduğunu sorarız, ibadet, sadece zikrettiğimiz anlamlarla sınırlı değildir. İbadetin başı ve esası itikaddır. Bu da, onların kalplerinde fiili olarak gerçekleşmiştir.

Üstelik o insanlar bunu itikad olarak adlandırıyorlar. Bu yaptıkları aslında akidenin bir şubesidir. Onlara dua etmeleri (yalvarmaları), onlara tevessülde bulunmaları, onlardan yardım talep edip istiğasede bulunmaları, onların adına yemin etmeleri ve benzer şeyler tümüyle bir akide edinme olayıdır.

Alimlerimiz derler ki:

"Kim kâfirlerin giysisini giyerse, bununla kâfir olur. Kim küfür olan bir kelimeyi söylerse, kâfir olur."

Sözü ve ameliyle bu dereceye girenlerin durumu nicedir?
 
E Çevrimdışı

ebuhasanelmakdisi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
BEŞİNCİ FASIL
Nezr'in (Adak) ve Nehair'in (Kurbanlar) Hükmü

Her akıl sahibi olan bilir ki, malların, sahipleri nezdinde bir değeri vardır. O malı elde etmek için velev ki haram yollardan da olsa gayretler sarfedip çölleri, dağları, bayırları ve ülkeleri aşıp uğrunda ömür harcarlar.

Böyle olan insanlardan herhangi birisi, malını ancak hayrı celbetmek veya bir adak adayan kimse gibi malını elinden çıkarırken ancak söylediğimiz niyetle çıkarır. Bu, bâtıl bir itikaddır.

Bir kabre veya türbeye gidip kurban adamak isteyen kimse, gerçekten bunun bâtıl olduğunu bilmiş olsaydı, bunun için malından bir kuruş bile harcamazdı.

"Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmeyecektir. Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder sakınırsanız, Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı (tamamen sarfetmenizi) istemez." (Muhammed: 35, 36)

Âlimlere farz olan, malını bu şekilde adayan insanlara, bunun malları bâtıl bir yolda harcamak olduğunu, bunun onlara ne bir yarar ve ne de onlara gelecek bir belayı savacağını açıklamaktır.

Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Nezr hiçbir hayrı getirmez. Ancak (Allah) onunla cimrinin malını elinden çıkartır."

(Müellif, Ebu Hureyre ve Abdullah İbn Ömer'in rivayet ettikleri hadise işaret etmektedir. Bu hadisi, Buharî, Sahih; Kitabu'l-Eyman; Babu'l-Vefai Bin-Nezr'de: (6694) zikreder.

Müslim, Sahih: 1640 (yukarıdaki lafız kısmen onundur). Ebu Davud, es-Sunen; Kitabu'l-Eymani ve'n-Nuzûr: 3288, Babu'n-Nehyi Ani'n-Nüzûr: 3288, İbn Mace, es-Sunen; Kitabu'l-Keffarat: Babu'n-Nehyi Ani'n-Nezr: 2123, İbn Hibban, Sahih: c. 10/4376, 4378.

Abdullah İbn Ömer, Allah'ın Rasulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ediyor:

"Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) nezri yasakladı ve şöyle dedi;

"nezr hiçbir hayrı getirmez. Ancak onunla cimri olanın malı alınır"

en-Nesâî, es-Sunen el-Kubra: c.3/4743, 4744, 4745)

Bu kabirlere ve türbelere adanan böyle bir malın, yeniden sahibine iade edilmesi gerekir. Bu adağı alan kimseye ise bu haramdır. Çünkü o, adak adayanın malını bâtıl yolla ve hem de hiçbir meşru karşılığı olmadan yemiştir.

Allahu Teâlâ kitabında;

"Mallarınızı aranızda bâtıl yolla yemeyiniz..." (Bakara: 188) buyurur.

Bu aynı zamanda, nezirde bulunanın şirkinin ve itikadının çirkinliğini ikrar ve ona razı olmadır. Burada razı olanın şirkinin de gözden kaçmadığı açıktır.

"Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz..." (Nisa: 48)

Bu, kâhinlerin yemeği ve zina karşılığında ödenen ücret gibidir. Çünkü bu davranış, nezirde bulunanı saptırma ve aynı zamanda "veli" nin ona yarar ve zarar vereceğini ona vehmettirmektir.

Herhangi bir münker olarak, ölü üzerine (adına) nezirde bulunanın nezrini (adadığı kurbanlığı) almaktan daha büyük ne olabilir ki?

Bundan daha büyük bir saptırma, bundan daha büyük bir günah olabilir mi?

Münkeri ma'ruf göstermek için, bundan daha şaşılacak bir şey olabilir mi?

Putlara ve heykellere adak adamak için bundan daha açık bir davranış olamaz. Putlara ve heykellere adak adayan kimse, onlardan bir "yarar" bekleyip bir "zarar" savmayı umduğu için, o puta veya heykele deve keser ve tarlasından çıkan mahsulün bir kısmını ona ayırır. Bu putların hizmetinde olan kâhinler gelir, onun getirdiği malı veya kurbanı putlar ya da heykeller adına alırlar. Böylece onun bu konudaki inancının doğru olduğuna iman etmiş olurlar.

İşte bu niyetle gelir ve putun içinde bulunduğu binanın eşiğinde kurbanını keser.

Allah, Rasullerini bu davranışları kaldırmak, yok etmek ve imha etmek için göndermiştir.


Eğer (böyle bir); adak adayan kimse, bu adağından ötürü hem yarar elde edebilir, hem de bu malını harcadığından dolayı bir zarardan korunmuş olabilir derseniz;

Deriz ki; putlar da böyledir. Hatta putlara kurbanlar sunanlar bundan daha ilerisini elde edebilirler. Bu da putun içinde birisinin sesinin gelmesi ve insanın sakladığı bazı şeyleri haber vermesidir.

Eğer bu, kabirlerden bir şey beklemenin gerçek olduğunun ve kabirler hakkındaki itikadın doğruluğuna delilse, bu putlar hakkındaki inancın doğruluğuna da delil olur. Bu da İslam'ın temelini yıkmak ve putçuluğu yeniden diriltmek demektir.

Şu bir gerçektir ki, İblis ve onun cinlerden ve insanlardan olan askerleri, (Allah'ın) kullarını saptırmak için çok büyük gayretler sarf etmektedirler. Allah şeytanın insanın bedenine kadar girmesine ve insanın göğsünde vesveseler vermesine ve kalbini hortumuyla yırtmasına kadar izin vermiştir. Hakeza İblis, putların içerisine girer, oradan insanların kulaklarına bir şeyler fısıldar. Hakeza kabircilerin de akidelerinde aynı şeyi yapar.

(Bu, Safiyye Binti Huyey'in (r.anha) Allah'ın Rasulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ettiği "hasen" bir hadistir. Buharı, Sahih; Kitabu'l-İtikâf; Babu Ziyareti'l-Mer'eti Zevceha, fi'l-İtikati: (2038) (3101), Buharî, Kitabut-Tefsir'de, Ebu Hureyre'den "merfu" olarak rivayet eder.

Müslim, Sahih; Kitabu's-Selam: 2175, ed-Darimî: c.2/27, Bu hadisi, İbn Hibban, Sahih'inde: (c.10, s.4490, 4497) tahric etmiştir. Ebu Davud, es-Sunen: 2470, 2471

Bu, Safiyye Binti Huyey'in (r.anha) Allah'ın Rasulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ettiği "hasen" bir hadisle ilgilidir. Hadisin aslı şöyledir:

"Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) mescidde itikâfta idi. Safiyye Binti Huyey diyor ki; gece onu ziyarete gittim ve onunla konuştum. Sonra geri dönmek isteyince benimle beraber kalktı (o gün onun evi Ensar'dan Usame İbn Zeyd'in avlusunda idi) bu sırada iki adam bizi görüp uzaklaşmaya ve başlarını örtmeye başladılar. Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara; olduğunuz yerde kalın, o, Safiyye Binti Huyey'dir dedi. O iki kişi; Sübhanallah ya Rasulallah, dediler. Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara dedi ki;

"şeytan insanoğlunun damarlarındaki kanda hareket eder, ben onun kalbinize bir şey atmasından korktum dedi." )

Allahu Teâlâ, onun atları ve ordusuyla Ademoğullarını kendisine benzetmesine, onların mallarına ve çocuklarına ortak olmasına izin vermiştir.

"Meleklere; Adem'e secde edin demiştik, İblisin dışında hepsi secde etti. İblis dedi ki; ben, çamurdan yarattığın bir kimseye mi secde edeceğim? Dedi ki; şu benden üstün kıldığına bir bak! Yemin ederim ki eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan, pek azı dışında onun neslini kendime bağlayacağım! Allah buyurdu: Git! Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki hepinizin cezası cehennemdir. Tam bir ceza! Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ, mallarına evlatlarına ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun, şeytan insanları aldatmadan başka bir şey vaadetmez. Şurası muhakkak ki, benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir sultanın olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter." (İsra: 61-65)

Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) hadislerinde sabit olduğu üzere:

"Şeytan, Allah'ın ihdas ettiği bazı emirlere kulak verir. Sonra onu kâhinlere haber verir. Kâhinler ise gaybden haber vermeye çalışan kimselerdir. Şeytanın onlara ulaştırdıklarına yüz yalan katarlar."

(Bu hadisi Ebu Hureyre (r.a.) rivayet etmiştir. Buharî'deki lafzı aşağıdaki gibidir:

"Şeytanlar kafile kafile göğe yaklaşırlar. Onların içinden Marid denen birisi ileri çıkar ve dinlemeye başlar. Bunun üzerine onun üzerine şimşek gönderilir. O yanıp tutuşurken arkadaşlarına şöyle der: Mesele şöyle şöyledir. Bunu duyan şeytanlar, bu duyduklarına kendileri de bir şey katarlar ve onu kâhinlere ilka ederler. Ve onlar da duydukları bir kelimeye yüz kelime eklerler."

(Buharı, Sahih: 4701, 4800, 7481, Ebu Davud, es-Sunen: 3989, et-Tirmizî, es-Sunen: 3223, İbn Mace, es-Sunen: 194, İbn Huzeyme, Kitabu't-Tevhid: s. 147, el-Beyhakî, Delailu'n-Nubuvve: c.2, s.235, İbn Mende, el-İman: s.700)


Cinlerin ve insanların şeytanları da, türbedârlara -kabircilere- ve onlar gibi olanlara vesvese verirler ve şöyle derler:

"Veli şöyle şöyle yaptı deyip onları teşvik edip aynı zamanda velilerden korkutmaya çalışırlar."

"Bilin ki, bu şeytan ancak kendisini veli edenleri korkutur. Onlardan korkmayın, iman ediyorsanız benden korkun." (Âl-i İmran: 175)

Bunun üzerine, ülkelerin idarecilerinin ve vilayetlerin valilerinin bununla izzet duyup bu işe önem verdiklerini görürsün. Böylece o kabirlere adak toplayan görevliler tayin ederler.

Hatta zaman zaman o türbedeki veli hakkında cahili itikada sahip olan âlim, kadı veya müftüler yahut da bir tarikat şeyhi görevlendirilir. Böylece iblis'in insanları aldatması tamamlanmış olur.


Bu öyle bir belâdır ki, tüm köylerin ve kasabaların sakinlerini İslam dünyasının doğusunu, batısını, kuzeyini, güneyini, Şam'ı, Yemen'i ve Aden'i içine almıştır.

İslam beldelerinden olup da içinde kabirler, türbeler, veliler ve makamlar bulunan hiçbir yer olmasın ki, o beldelerin insanları o kabirleri, türbeleri ve makamları yüceltmesinler, onlar uğruna adaklar adamasınlar, onlar adına yeminler etmesinler, onların kabirlerine gül ve reyhan atmasınlar, o kabirlerin üzerlerini kumaşlarla örtüp çevrelerini tavaf etmesinler, türbelere kandiller asmasınlar, orada diledikleri kadar ibadet yapmasınlar veya bu anlamda olan ta'zim, huşu ve tevazu türünden davranışları ve zilleti göstermesinler ve yakınlıklarını ve acizliklerini izhar etmesinler.

Üzülerek söylemek gerekir ki; Müslümanların birçok mescidlerinin içinde kabirler var, içlerinde olmasa da çevreleri kabirlerle doludur. Yahut böyle bir Camiin hemen bitişiğinde türbeler vardır. Müslümanlar namaz vakitlerinde oralara akın edip söylenilen fiillerin bazılarını işliyorlar.


Akıl sahibi olan her insan; dünyanın dört bir yanında bu kadar İslam uleması var -bu davranışların aşırı derecede münker olmasına rağmen- onlar bunu nasıl inkâr etmeyip göz yumuyorlar diyebilir?

Biz de deriz ki; eğer insaflı olmak isterseniz, geçmiştekilere (yanlışlarında) uymayı terk edip bu amellerde hakkın; doğruluğuna dair delil olan şey olduğunu, insanların -gelişigüzel- üzerinde 'nesilden nesile' 'kabileden kabileye' anlayışı ile uydukları şey olmadığını anlarsın.


Bilmiş olun ki, inkâr ederek üzerinde tartıştığımız ve bunu yıkmaya çalıştığımız bu meseleler, İslamî geçmişlerini delilsiz olarak doğru yanlış izleyenlerin genelinden sadır olmaktadır.

Bu insanlardan herhangi birisi yetişirken, çevresinde büyüdüğü ailesinin ve bulunduğu beldenin insanlarının, çocukluğundan beri bunu kendine telkin ettiklerini görür.

Bakar ki onlar, kendisi hakkında çok iyi bir itikada sahip oldukları bir kimsenin adını seslenerek ondan yardım diliyorlar, onun adına kurban kesip özellikle o insanların kabrini ziyaret için sefere çıkıyorlar, ellerini, yüzlerini onun toprağına sürüyorlar ve onun kabrini tavaf ediyorlar.

Böylece onun kalbinde, insanların yücelttikleri o insanın gerçekten büyük olduğu duygusu yerleşir. Dolayısıyla kendisi hakkında bu itikada sahip olunan kimse, çok büyük bir makama çıkarılmış olur.

Böylece uzun yıllar çocuklar bu akide üzere büyür, büyüyenler de bu akide üzere yaşlanırlar. Hiç kimseden de bunu inkâr edici bir ses duymazlar.

İlim ve fazilet sahibi olduğunu savunup kaza (hüküm), fetva, tedris (öğretim) velayet veya marifet ehli yahut emirlik ya da hâkimlik gibi makamlara getirilen insanlar, halkın ulu sayıp yücelttiklerine ikramda bulunanların ve onların bu kabirlere adanan adakları aldıklarını ve kabirler üzerine kesilen hayvanların etinden yediklerini görünce, onların bu amellerini İslam dininden ve bunu, dinin başı ve zirvesi olduğunu zannederler.


Kitap, Sünnet ve İslam âlimlerinin ilmine bir nebze de olsa sahip olan insanların veya âlimlerin münkere karşı susmaları, münkerin caiz olduğuna delil değildir.

Buna bir örnek verelim:

Bu da 'mecba' adıyla anılan Hac vergisidir...

Dinde zaruretle bunun haram olduğu bilinir. Bu hastalık her beldeyi ve diyarı sarmış durumda. Neredeyse kimsenin inkârına cesaret edemediği bir şey haline geldi. Bu haraççıların elleri, beldelerin en şereflisi olan Mekke'ye kadar uzandı. İslam'ın farizasını eda etmeye gelenlerden para alıyorlar. Hürmeti korunmuş olan beldede haram işler yapıyorlar. Hâlbuki o beldenin insanları, âlimleri, kadıları faziletli olan kimselerdir. Ancak bunu inkâr etme konusunda seslerini çıkarmıyorlar. Fetva vermekten ve karşı gelmekten yüz çeviriyorlar.

Şimdi âlimlerin ve insanların bu meseleyi inkâr etmeyip karşısında susmaları, bu verginin alınması ve elde edilmesini helal kılmaya delil olur mu?

Bunu, idrak etmede nasibi en az olan insanlar bile söyleyemezler.


Diğer bir misal vereyim:

İşte Harem-i Şerif, ittifakla ve âlimlerin icma'ı ile de dünyanın en şerefli beldesidir. Orada bazı cahil ve sapık Çerkez Sultanları bu dört (mezhebe ait) meşhur makamları ihdas ettiler:

Bu dört makam, Allah'ın kullarının ibadetlerini birbirinden ayırmıştır ve ancak âlimlerin bileceği birçok fesada yol açmıştır. Müslümanların ibadetlerini bölmüş ve onları dinlerinde ihtilafa düşmüş topluluklar haline getirmiştir.

Bu öyle bir bid'attır ki, İblisi dahi mutlu etmiştir ve Müslümanları şeytanın gözünde gülünç bir hale getirmiştir. İnsanlar buna karşı ses çıkarmayıp susmuşlardır.

Ülkelerden ve beldelerden Mescid-i Haram'a âlimler, abdallar (!) ve kutublar (!) gelip görüyorlardı. İki gözü iki kulağı olan herkes gelip buna gözleriyle şahid oluyor ve iki kulağıyla da işitiyordu. Bu kadar insanının -bu durum karşısında- susması, bunun caiz olduğunun delili midir?

Bunu marifetten azıcık nasibi olan bir insan söyleyemez.


Hakeza kabircilerden sadır olan birçok amel karşısında insanların susmaları da, bunun caiz olduğuna delil değildir.

Bunu söylemek ümmetin dalâlet üzere 'icma' etmiş olduğunu gerektirmez; çünkü en büyük cehalet karşısında sukut etmiş dersen;

Deriz ki; 'icma'ın gerçeği, Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Ümmeti'nin müctehidlerinin kendi çağından sonra herhangi bir meselede ittifak etmeleridir.

Dört mezhebin fakihleri mezhep imamlarından sonra, içtihadı imkânsız göstermeye çalışmışlardır. Velev ki bu bâtıl bir sözü ve gerçekleri bilmeyen cahil bir kimse söylese de, onların zannlarına göre, dört imamdan sonra asla icma denen bir şey meydana gelmeyecektir. Onun için soru da sorulmaz. Hâlbuki kabircilerin ihdas ettikleri bu bi'dat ve fitneler dört mezhep imamları zamanında yoktu.

Bizim araştırmalarımıza göre, icma'ın meydana gelmesi çok zordur. Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Ümmeti yeryüzünün her tarafına yayılmıştır. Bu ümmetin araştırıcı âlimleri ne sayılara sığar ve ne de durumları [tamamıyla] bilinecek gibidir. Kim dinin bu kadar yayılmasından ve âlimlerin çoğalmasından sonra 'icma'ı iddia ederse, tahkik ehli olan imamların dediğine göre, yalan bir iddiada bulunmuş olur.

Sonra farzedelim ki, onlar münkeri bilip inkâr etmemişler, aksine bunu inkâr etmeyip susmuşlardır. Bu, nereden onların 'icma' ettiklerine delil olur ki?


Şeriatın kaidelerinden anlaşıldığı üzere, inkâr için üç mertebe vardır:

Birincisi: El ile inkâr. Bu da münkeri kaldırıp değiştirmektir.

İkincisi: El ile değiştirmeye güç yetmediğinde dil ile inkârı değiştirmeye çalışmak.

Üçüncüsü: El ve dil ile değiştirememe karşısında, kalp ile inkâr etmek. Bunlardan birinin imkânsız olması diğerlerinin de imkânsız olması anlamına gelmez.


Bunun örneği, din âlimlerinden bir âlimi düşünün:

Mazlum insanların ellerinden malları -türbedarlık hakkı- adı altında alındığını gördüğü halde, bu âlim, miskin insanların paralarını ellerinden alan kimseye ne eliyle ve ne de diliyle karşı gelememiş olabilir. Zira bu, onu bid'at ve isyan ehli karşısında alay konusu edecektir. Durum böyle olunca, el ile ve dil ile inkâr şartı ortadan kalkmış olur. Geriye sadece kalp ile inkâr etmek kalıyor ki; bu da imanın en zayıfıdır.

Bir âlimin o zorba adamın insanları aldatıp ellerinden paralarını almasına karşı sustuğunu gören kimsenin, onun el ve dil ile inkâr etmede bir mazeretinin olduğunu ve onun bunu kalbiyle inkâr etmiş olacağını düşünmesi gerekir. Çünkü Müslümanlar hakkında ve özellikle âlimler hakkında hüsn-ü zann etmek vacibtir.

Harem-i Şerife girip ümmetin saflarını ayırdığı gibi kalplerinin arasını ayıran ve dini de parçalayıp ayıran bu şeytanî binaları görenler, eğer el ve dil ile inkâr edemiyorlar da ancak kalp ile inkâr ediyorlarsa, tıpkı türbecilerin halktan aldıkları paralar karşısında ses çıkaramayanlar gibi ma'zurdurlar.

Buradan da istidlalla insanların "icma" diye delil getirmeye çalıştıkları bir olay olduğu halde, kimse inkâr etmediği için "icma" hâsıl olmuştur sözlerinde ne kadar aksaklık olduğu anlaşılır.

Sözlerinin aksadığı husus, "inkâr etmedikleri"ne dair delilsiz söz söylemektir. Onların el ve dilleriyle inkâr etmemelerine karşılık, kalpleriyle inkâr etmiş olmaları muhtemeldir.


Siz de bilirsiniz ki şu zamanımızda birçok münker işlendiği halde, onu ne elinizle ve ne de dilinizle inkâr etmediğiniz halde, kalbinizle inkâr edersiniz. Cahil bir insan da, sizin bu olaylara şahid olduğunuzu görünce; falanca -münkeri- gördüğü halde inkâr etmedi der. Bunu o kimse, ya sizi kınamak için söyler veya bu sükûtu örnek almak için söyler. İlim sahibi olan kimse, sükût ile delil bulmaya çalışmaz.

İşte böylece o âlimlere dil uzatanların falanca şunu gördü, sustu veya diğerleri seslerini çıkarmadılar, bunun için "icma" oldu diyenlerin sözlerindeki sakatlığı görmüş olursunuz.

Bu söz iki bakımdan hatalıdır:

1. Diğerlerinin susmasını ve falanca işi ikrar ettiler şeklinde yorumlamanın yanlışlığını ve sükûtun delil olmasının doğru olmadığını anladınız.

2. "Bunun için icma oldu" sözlerine gelince;

İcma Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in Ümmeti'nin müctehidlerinin üzerinde ittifak ettikleridir. Sükût edenin ne ittifakından ne de aykırı düşündüğünden söz edilemez.

Bir sultanın huzurunda onun görevlilerinden birini övdüler. Orada bulunan bir adam ise hiç konuşmadan susuyordu. Sultan ona; niçin konuşmuyorsun, diye sorunca şöyle cevap verdi:

"Konuşursam onların dediklerine aykırı olan bir şey söylemiş olurum da ondan!"


Her sükût rıza göstermek değildir. Bu münkerleri [işleyip] ortaya koyanlar ellerinde kılıç ve mızrak olanlardır. Halkın kanları ve malları onların dillerinden ve kalemlerinden çıkacak bir ifadeye ve ırzları da ağızlarından çıkacak bir kelimeye bağlı olduğu sürece, herhangi bir ferd nasıl olur da dilediği şekilde onların koydukları bu münkerleri kolayca reddedebilir?

Bu gördüğümüz kubbeler ve türbeler; şirke, ilhada ve İslam'ı yıkıp binasını harap etmeye götüren en büyük fitne nedeni olmaya başladı.

Bu kubbeleri ve binaları -türbeleri-yapanların çoğunun; padişahlar, sultanlar, başkanlar ve valiler olduğunu görürsünüz.

Bu kubbeleri ve türbeleri ya bir yakınlarının üzerlerine veya hakkında hüsn-ü zann ettikleri faziletli birisinin veya bir âlimin, bir tasavvufçunun, bir fakihin, bir şeyhin yahut büyük saydıkları bir insanın kabri üzerine yaparlar. O insanları bilenler de ölü ziyareti niyetiyle onların kabirlerini ve türbelerini ziyaret etmeye giderler.

Üstelik onlara tevessülde bulunmadan, onların isimlerini çağırmadan, onlara dua edip onların bağışlanmaları için istiğfarda bulunurlar. Ta ki o insanları bilenlerden kimse kalmayıncaya kadar. Onlardan sonra gelenler, bir de üzerine kubbeli türbe yapılmış ve içerisi mumlarla süslü, değerli halılarla döşenmiş, sandukaların üzerine kumaşlar örtülmüş, üzerlerine güller ve çiçekler atıldığını görünce; bunun bir yarar sağlayıp bir zararı giderdiğine içten içe inanmaya başlarlar.

Hemen ardından türbedarlar bu kabirde yatan kimse adına yalanlar uydurarak, onun şöyle şöyle yaptığını, falana şöyle zarar verdiğini, falana da şöyle hayrı dokunduğunu söyleyerek onun fıtratına her türlü bâtılı ekmeye başlarlar.

Bunun için, Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bazı hadislerinde kabirlerin üzerine kandil yakıp aydınlatan ve üzerlerine yazı yazanları lanetlemiştir. Bu konuda gelen hadisler hayli çoktur. Bu, bizzat yasaklanmış olan bir şeydir. Üstelik büyük bir fesada yol açar.


Eğer; bak Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bile kabrinin üzerinde kubbesi var ve bunun için epey para harcandı derseniz, deriz ki;

"Bu gerçekten meselenin aslını bilmemekten kaynaklanan büyük bir cehalettir. Bu kubbenin inşa edilmesi, Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) izniyle olmadığı gibi, ne ashabının, ne tabiunun ve ne de onlara tabi olanların veya ümmetin âlimlerinin ve İslam imamlarının cevaz verdikleri bir şeydir.

Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) kabrinin üzerine inşa edilen bu kubbe, son dönem Mısır sultanlarından olan ve el-Melik el-Mansur adıyla bilinen Sultan Kalavun es-Salihî tarafından hicri 678 yılında inşa ettirilmiştir. [Allame Zeynuddin Ebu Bekr İbnu'l-Huseyin İbn Ömer el-Merağî Tahkiku'n-Nusreti Bi Tahlisi Mealimi Dari'l-Hicre adlı kitabında bunu zikreder.]

Bunlar, siyasi meselelerdir, delile dayanan meseleler değil. Arkadan gelenler önden gidenleri taklid edip dururlar.


Bu dediklerimiz zikretmek istediklerimizin bir bölümüdür. Zamanla bu belalar her yeri kuşatınca, hevaya uyulup âlimler kendilerine düşen münkeri reddetme görevlerinden yüz çevirip halkın yöneldikleri şeylere yönelince, münker ma'rufa, ma'ruf da münkere dönüştü. Böylece halkın ileri gelenlerinden bu durumlara karşı çıkıp insanları uyaracak kimse de göremez olduk.


Eğer, hayatta olan insanların veya ölülerden bazı kimselerle, harikulade işler sergileyen ve kendilerine "meczub" denilen kimselerin ilişki kurmaları ve onların bu işi yaparken, birçok insanın da kalplerini kendilerine cezbettiklerini ve onların da meczublar hakkında iyi itikad besledikleri konusunda ne düşünüyorsunuz derseniz, deriz ki:

"Meczub diye geçinen ve Allah'ın adını sakız gibi ağızlarında çiğneyip bunu sadece dillerine dolayıp onu Arapça olan lafzının şeklinin dışına çıkaranlar lanetlenmiş olan iblisin askerleri ve yeryüzünde şeytanların, sapkınlık libasını süsleyerek giydirdiği eşeklerin en büyükleridir."

Lafza-i Celal'i mutlak tek başına "Allah, Allah" diyerek söylemek ne tam, müfid (yararlı) bir kelamdır ne de Tevhid'dir. Bu olsa olsa, ancak Lafza-i Şerifi, Arapça şeklinin dışına çıkararak onunla alay etmektir.

(Arapçada tek bir kelime, tam anlam ifade etmez ve bir cümleyi oluşturmaz. Mutlaka bir terkip gerekir. Mesela; "Allah Rabbimizdir" cümlesi hem terkibdir hem de anlamı tamdır. Ama bu iki kelimeyi ayırdığımızda anlam bölünür. Daha geniş bilgi için Bkz. el-Kurtubî, el-Camiu Li Ahkami'l-Kuran (Tefsir) Enfal Suresi: 2 )

(el-Hattabî, Şe'nu'd-Dua: 16, 17 )

Sonra bu kelimeyi anlamlarından soyutlamak doğru değildir.

Diyelim ki, Zeyd adında saygın bir insan var. Onu da bir cemaat durmadan Zeyd, Zeyd diye ansalar, bu insanla alay etmek ve onu küçültmek sayılır. Özellikle de bu sözü söylerken harflerini tahrif ederlerse...

Üstelik Kitap ve Sünnet'e bakınız, acaba "lafza-i celal" i tek başına tekrarlanmış olarak görebilir misiniz?

Yoksa Kitap ve Sünnet'te olanlar "zikir" "tevhid" "teşbih" ve "tehlil" değil midir?

Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi've sellem) zikirleri, duaları, O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) ehl-i beytinin ve ashabının duaları var.

Allah'tan, Rasul'ün (sallallahu aleyhi ve sellem) hidayetinden ve O'nun ahlâkından bu kadar uzak olan insanların alışıp çıkardıkları, hırıltı, zırıltı ve eşeklerin anırmalarına benziyor?

Üstelik Lafza-i Celal'i söylerken, O'na bir de ölmüş insanlardan bazılarını, örneğin İbn Ulvan, Ahmed İbnu'l-Huseyn, Abdulkadir [el-Geylani] ve el-Aydrus gibilerinin adlarını da ekleyerek zikrederler.

Hatta durum öyle bir hal aldı ki, insanlar zulüm ve baskıdan kurtulmak için, Ali er-Rumman ve Ali el-Ahmer gibilerinin kabirlerine gidip sığınmaya başladılar. (- Yemen'de kerametlerine inanılan iki şahıs.)

Allahu Teâlâ, Rasulü'nü (sallallahu aleyhi ve sellem) iki vezirini (r.anhuma) ve ashabının ileri gelenlerini, o dalâlet ehli cahillerin ağızlarından korudu. Onlar böylece türlü şirk ve küfrü işleyip dururlar.


Lafza-i Celal'i ağızlarında sakız gibi çiğneyen ve O'nu söylerken de O'na bazı fısk ve fücur ehlinin adını ekleyerek söyleyenlerden zaman zaman harikulade şeyler, kerametler veya kendilerine keskin aletleri saplayarak, boyunlarında yılanlar, akrepler taşıyarak, ateş yalayıp onu eliyle tutmak veya ateşe girmek gibi haller zuhur edebilir derseniz:

Bunların hepsi şeytanî hallerdir. Eğer bu şeyleri ölülerin kerameti, yaşayanların hasenatı zannederseniz; bilin ki, siz gerçeği göremeyen gözü kapalı kimselersiniz. Bu sapıklardan herhangi birisi, onlardan birinin adını [zikir] anında çağırıp onları Allah'a denk ve ortak koşunca, onlardan kerametler sadır olduğunu sanırsınız ve o ölüleri, Allah'ın veli kulları olarak kabul edersiniz.

Peki, Allah herhangi bir meczubun veya salikin (sûfînin) onu Allah'a denk ve ortak koşmasından hiç razı olur mu?

Eğer böyle zannediyorsanız, çok kötü bir şey yapmış olursunuz. O ölüleri Allah'a ortak koşmuş olur ve hâşâ onları İslam ve din dairesinden çıkarmış olursunuz.

Zira siz, böylece onların Allah'a ortak ve denk koşulmasından onların razı olduklarına inanmış olursunuz. Sonra da bu halleri, ölülerin her bâtıla uyan, rezaletlerin deryasına dalmış, Allah'a bir tek secde bile etmeyen ve O'nu bir türlü yalnız zikretmeyen sapık müşriklerin izhar ettikleri kerametler olarak görürseniz, müşrikler, kâfirler ve meczupların kerametini ispat etmiş olur ve bununla İslam'ın hududunu, kerametlerini ve apaçık dinin ve şeriatın temellerini yıkmış olursunuz.


Eğer bu iki meselenin bâtıl olduğunu anlarsanız, bütün bu hallerin, şeytanî ve tağutî birer davranış ve İblis'in amellerinden olduğunu, bunu ancak şeytanların sapıklardan olan kardeşleri için uydurduklarını ve o iki grubun böylece Allah'ın kullarını saptırmak istediklerini de bilmiş olursunuz.

Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) hadislerinde sabit olduğu gibi, şeytanlar ve cinler birçok zehirli hayvan ve yılan kılığına bürünebilirler.

(Ebu Said el-Hudrî'nin (ra) Allah'ın Rasulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ettiği "Avatnir" -insanların meczupların ellerinde gördüğü yılanlar işte o şeytanlar ve cinlerdir- hadisinde Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) dedi ki:

"Bu evlerin sakinleri vardır. Eğer onlardan bir şey görürseniz üç gün onları sıkıştırınız. Eğer giderse ne ala, yoksa onu öldürün. Çünkü o kâfirdir." Yani kâfir cindir. [Müslim, Sahih; Kitabu's-Selam; Babu Katli'l-Hayyatı ve Ğayriha: (37).]

Yine Ebu Said el-Hudrî'den (ra) rivayet edilen başka bir hadiste Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) dedi ki:

"Medine'de müslüman olan cinler var. Onlardan bir şeyi görürseniz ona üç gün süre tanıyınız. Eğer bundan sonra da görünürse onu öldürünüz. Çünkü o ancak şeytandır." el-Munzirî, et-Terğibu ve't-Terbib: c.3/626 )

Bu, gerçekliğinde şüphe olmayan bir durumdur. Bu da sihir konusuna girer. Sihir ise türlere ayrılır. Öğrenilmesi zor değildir. Sihrin en büyük kapısı, Allah'a küfrederek onu inkâr etmek, Kur'an'ı helalara koymak (el-iyazu billah) vb. gibi, Allah'ın yüce kıldığını aşağılamaktır.

Bu meczupların yaptıklarını, gafil olan insanlar sakın gözlerinde büyütüp bunu harikulade şeyler olarak görmesinler?

Zira sihrin insanın davranışlarında çok büyük bir etkisi vardır. İşte böylece eşyayı, sihirle şeklinden başka bir şekle sokarlar. Firavun'un sihirbazları da vadiyi yılanla doldurmuşlardı. Hatta neredeyse Musa (as) bile, için için korkmaya başlamıştı.

Allah bu yaptıklarının büyük bir sihir olduğunu vasfetti. Sihir ondan daha büyüğünü de yapar. İbn Battuta ve bazı gezginciler, Hind diyarında bazı insanların büyük ateşler yakıp içerisine incecik elbiseler giyerek girdiklerini ve sonrada o ateşten, o incecik elbiselerine hiçbir şey olmadan çıktıklarını gördüklerini zikretmişlerdir.

Hatta İbn Battuta diyor ki; Hind krallarından birisi yanlarında getirdiği iki çocuğu parça parça ettikten ve her bir parçayı da kimsenin göremeyeceği bir şekilde bir yerlere dağıttıktan sonra, öyle bir bağırıp ağladı ki, orada bulunanların o parçaların nereden ve nasıl teker teker oraya gelip diğer parçalarla birleştiğinin farkında bile olamadılar. Ondan sonra o çocuklardan her birisi, ayağının üzerine kalkıp yürüdü. Ben bu seyahatnamenin özetlenmiş bir şeklini Hicri 1136 yılında Mekke'de okudum. Hanefi Müftülerinden Allame Seyyid Muhammed İbn Es'ad (rh.a) bunu bize yazdırdı.


Ebu'l-Ferec el-Esfehanî'nin el-Eğam adlı kitabında, senedini zikrettiği bir haberde, el-Velid İbn Ukbe'nin yanında ineğin karnına girip çıkan bir sihirbazdan söz eder. O esnada Cundub (r.a.) bunu görür. Hemen evine gider, kılıcını kuşanır ve oraya süratle geri döner. Sihirbaz tekrar ineğin karnına girince Cundub (r.a); "gördüğünüz halde, sihir mi yapıyorsunuz?" deyip ineğin karnına kılıcıyla vurduğu gibi, ineğin karnıyla beraber sihirbazı da ikiye böldü, insanlar bunu görünce dehşete kapıldılar. el-Velid İbn Ukbe bunun üzerine onu hapseder. Ardından da Halife Osman İbn Affan'a (r.a.) bu durumu bir mektupla bildirir. Hapishanedeki tutuklulardan sorumlu, bir Hıristiyan'dı. Cundub'un (r.a.) gündüz oruç tutup gece namazlara kalktığını görünce şöyle söylendi:

"Vallahi, eğer bu insan bu kavmin en şerlilerinden ise, bu kavim, doğruluk kavmidir" deyip yerine bir adam bırakarak Kûfe'ye gitti ve Kûfe'nin en faziletli insanını sordu. el-Eş'as İbn Kays dediler. Onun evine gidip misafir oldu. Baktı ki o, gece boyu uyuyor. Sabah namazına kalkınca kahvaltısını istiyor, gördü. Onun yanından ayrılınca yine sordu; "Kûfe'nin en faziletli insanı kimdir diye?" Ona; "Cerir İbn Abdillah" dediler. Ona da misafir oldu. Onun gece boyunca hep uyuduğunu, sonra da sabah namazına kalkınca kahvaltısını istediğini gördü. Bunun üzerine kıbleye dönüp; "Rabbim Cundub'un Rabbi, dinim Cundub'un dini" diyerek İslam'a girdi.

el-Beyhakî'nin es-Sunen el-Kubra'da tahric ettiği bir rivayette bu kıssa biraz daha farklı olarak zikredilir. el-Beyhakî'nin bu kıssayı Ebu'l-Esved yoluyla naklettiğine göre; el-Velid İbn Ukbe, Irak'ta iken huzurunda bir sihirbaz sihir yapıyordu. Birisinin kellesine kılıçla vurup uçurduktan sonra öyle bir çığlık atıp bağırdı ki, kellesi kesilen insan bağırarak kalkar ve sonra başı yine gövdesine oturur. İnsanlar bunu görünce "Subhanallah" demekten kendilerini alamadılar.

Orada bulunan Muhacirden bir insan, ertesi sabah kılıcını kuşanıp geldi. O sihirbaz yine aynı oyununu sergiliyordu. Bu salih insan onu görünce, kılıcını çekti ve sihirbazın başına vurup gövdesinden ayırdı ve şöyle dedi:

"Eğer doğru ise, haydi şimdi kendisini diriltsin!.."

Bunun üzerine el-Velid hapishane görevlisi Diran'a emretti ve onu hapse attırdı...

Bundan daha acaib bir başka bir olayı yine el-Beyhakî isnadıyla uzun olarak anlatır...

Bir zamanlar bir kadın vardı. Babil'de Harut ve Marut adlı iki melekten sihir öğrendi. O kadın bundan sonra, buğday alıyor, buğdaya ekmek ol diyor, buğday da ekmek oluyordu. O kadın istediği her şeyi yapıyordu.

Şeytanî haller sayılmakla bitmez. Buna bir misal olması için (hadislerde haber verildiği gibi) Deccal'in yapacaklarını bilmek yeter. Bu gibi durumlarda ölçü Kur'an ve Sünnettir.
 
Üst Ana Sayfa Alt