Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Tekfir Vakıası

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
S Çevrimdışı

soru işareti

Üyeliği İptal Edildi
Banned
"Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kişinin iman etmesi mümkün değildir."

“Hidayet Allah’tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez.”

Bunları da göz önünde bulundurarak şunu soracağım;

Bir kimse geliyor ve diyor ki "ben Allah'a inamıyorum", bir diğeri "Allah'a inanıyorum ama kitaplarına inanmıyorum", ötekisi de diyor ki "kitaplara da inanıyorum ama Kur'an'a inanmıyorum". FAKAT bunlardan biri "ben ne olursa olsun hiçbir dine inanmam" diyor. Ki böyle ateistlerle de karşılaştım. Adam "Allah'ın ayetleri olsa dahi dini hükümleri beğenmediğim için inkar ederim, o dine girmem" dedi. Yani bu inkara peşinen şartlanmış. Fakat bir diğeri de diyor ki "Müslüman arkadaşım ben tüm inançlara saygılıyım, kimsenin dinine karışmam, hakikati arıyorum, dinleri araştırıyorum, gerçek din İslam ise ona iman etmeye hazırım ancak şeytanın vesveselerinden kurtulamıyorum, henüz şüphelerimi giderebilmiş, kalbimi mutmain edebilmiş değilim" diyor yani açıkça deyim yerindeyse iman etmek için bin türlü sebep arıyor. Şimdi bu iki adam bir midir?
 
H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
"Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kişinin iman etmesi mümkün değildir."

“Hidayet Allah’tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez.”

Bunları da göz önünde bulundurarak şunu soracağım;

Bir kimse geliyor ve diyor ki "ben Allah'a inamıyorum", bir diğeri "Allah'a inanıyorum ama kitaplarına inanmıyorum", ötekisi de diyor ki "kitaplara da inanıyorum ama Kur'an'a inanmıyorum". FAKAT bunlardan biri "ben ne olursa olsun hiçbir dine inanmam" diyor. Ki böyle ateistlerle de karşılaştım. Adam "Allah'ın ayetleri olsa dahi dini hükümleri beğenmediğim için inkar ederim, o dine girmem" dedi. Yani bu inkara peşinen şartlanmış. Fakat bir diğeri de diyor ki "Müslüman arkadaşım ben tüm inançlara saygılıyım, kimsenin dinine karışmam, hakikati arıyorum, dinleri araştırıyorum, gerçek din İslam ise ona iman etmeye hazırım ancak şeytanın vesveselerinden kurtulamıyorum, henüz şüphelerimi giderebilmiş, kalbimi mutmain edebilmiş değilim" diyor yani açıkça deyim yerindeyse iman etmek için bin türlü sebep arıyor. Şimdi bu iki adam bir midir?



[D]17852[/D]



faydalanman dileği ile
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
"Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kişinin iman etmesi mümkün değildir."

“Hidayet Allah’tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez.”

Bunları da göz önünde bulundurarak şunu soracağım;

Bir kimse geliyor ve diyor ki "ben Allah'a inamıyorum", bir diğeri "Allah'a inanıyorum ama kitaplarına inanmıyorum", ötekisi de diyor ki "kitaplara da inanıyorum ama Kur'an'a inanmıyorum". FAKAT bunlardan biri "ben ne olursa olsun hiçbir dine inanmam" diyor.
Ki böyle ateistlerle de karşılaştım. Adam "Allah'ın ayetleri olsa dahi dini hükümleri beğenmediğim için inkar ederim, o dine girmem" dedi. Yani bu inkara peşinen şartlanmış.
Fakat bir diğeri de diyor ki "Müslüman arkadaşım ben tüm inançlara saygılıyım, kimsenin dinine karışmam, hakikati arıyorum, dinleri araştırıyorum, gerçek din İslam ise ona iman etmeye hazırım ancak şeytanın vesveselerinden kurtulamıyorum, henüz şüphelerimi giderebilmiş, kalbimi mutmain edebilmiş değilim" diyor yani açıkça deyim yerindeyse iman etmek için bin türlü sebep arıyor. Şimdi bu iki adam bir midir?

Kardeşim nasıl soru yazıyorsun ? 5 kişiden bahsediyorsun en son 2 kişiyi soruyorsun.

Son iki kişinin son haline bakarsak; ikisi de o an hala kafirdir. Tabi ki birincisi daha şiddetli, daha ağır suçu vardır. Haliyle cehennemdeki yeri ona göre de daha alt seviyededir.
İnsanların aklını karıştıran, İslama küfretmeyen biri ; musluman olmasa da mumin sayılabilir kuşkusudur. Ki böyle bir şeey yoktur. Böyle olmuş olmasaydı Ebu talib Cehennemlik kafir olmaz, Rasulullahta ona iman et diye ısrar etmezdi.
 
K Çevrimdışı

kalemşör1

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Ben onları eski milletler için kullandım zaten. Bugun ki, insaları müslim gördüğüme dair bir alıntı yapabilir misin?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Ben onları eski milletler için kullandım zaten. Bugun ki, insaları müslim gördüğüme dair bir alıntı yapabilir misin?

Hatanı anlamış gibi çark etmiş gördüm seni . Bu senin için iyi bir gelişme

kardeşim sen ne zaman dedin ki "İslamdan önceki eski milletlerdeki peygamberlerin ashabı, havarisi mumindi?" Aksine sen onlara musluman bile demedin kafirde. Halbuki o havari ve iman edenleri muslumandı! Sen bu kimseler için kafir diyemediğin için musluman da diyemedin. Sende çok iyi biliyorsun ki buradaki şahid olan herkes gibi, sen zaman takısı kullanmadan bugünkü gari muslimlerin kafir olmadığı için konuştun. Şimdi gelmiş , "Hz. isanın inananları için demiştim . Bugünkü muslumanlar için demedim" diyorsun. Sen geçmiş insanlar için dediğini ispatla ! Tabi ki böyle bir şey yok. Akıl sahibi musluman bugün sorduğu kimseler için bugün için cevap verilir ve öyle anlar. sana kim dedi 2000 sene önce gayri muslimler nasıldı?
Üstelik Hz. İsanın Havari ve takipcileri gayri muslım değil muslumandılar!

Şimdi geç geçmiş konulara dön ve ne demişsin , niye hep yalan ve aldatma, ayetleri nefsine göre çarpıtarak kullanma yaptığını sende gör. Biz zaten biliyoruz.
Hatanı kabul etmediğin surece bu sitede yazmana musade edilmeyecek.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Kalemşör1
"Ben günümüzdeki gayrı muslumlere kafirdir demedim , geçmişteki gayri muslumlere kafir değildir dedim"


Abdulmuizz Fida:
Sözünü geçmiş yazılarından buraya koyarak; herkes görsün ne demişsin:

****



Bu yazından anladığın(ız), bumu?

Orda Henüz islamla tanışmamış insanların tekfir edilmesini doğru bulmuyor.

Kafir, kefere yani kendisine gelen hakikati inkar eden demektir lugat manası
Yani bir kişi müslüman olmasada, kafir olmıyan bir gayri-müslim ise o tekfir edilemez.

Çünki tekfirin gerçekleşmesi için muhatab kafir olması gerekir. Kafir olması içinde hakikatin kendisine gelmesi, açıklanması iyice idrak ettikten sonra reddetmesi gerekir..

Abdulmuizz Fida:
"Kafir olmayan" nasıl musluman olmuyor?
Kafir olmayan = musluman olan demektir.
"Bir kişi musluman olmasa da" musluman olmayan kişiye, nasıl musluman diyorsun?

Şimdi diğer mesajın: İşlenecek konular çeşitli olduğu için aralara yazacağım.

****


Her gayri-müslim, kafir değildir demekle. Ve kendisine hakikatın ulaşmadığı, tebliğ etmediğiniz kimseleri tekfir edemessiniz dememle mürcie olacaksam evet en ala mürcie benim.


Abdulmuizz Fida:
Bir üstte "gayrı muslumler kafir değildir" derken; burada " her gayr-i muslim kafir değildir" demeye başlamışsın, hayırdır?
Burada demiş olduğun : "kendisine hakikatın ulaşmadığı, tebliğ etmediğiniz kimseleri tekfir edemessiniz dememle" bu sözünle Hz. İsa a.s.'ın havarileri , geçmiş peygamberlerin havari-iman edenlerini mi dediğini iddia ediyorsun? Yoksa havari ve geçmiş peygamberin iman edenlerine; hakikat ulaşmamış mı, tebliğ edilmememiş mi ki; havari , iman edenler. olsun. İman edenlere diyorsan zaten bu kimseler muslumandır, sen nasıl gayri muslumler tekfir edilir diyesin?

****



Allah teala kuranı kerimde henüz müslüman olmamış davet gelmemiş yahud henüz davet geldiği kimselere hitap ederken 'Ey insanlar' diye hitap eder. Dikkat edin kafir değiller ki, Ey kafirler diye hitap etsin henüz müslüman değiller ki, Ey müslümanlar diye hitab etsin.

Abdulmuizz Fida:
Allah c.c. Kuran-ı Kerimde mekkede inen ayetlerin bilinmesine sebeb olan şekilde "ey insanlar" diye hitap etmiştir.
Bu genel olarak kafirlere , kötü hallerini düşündürüp aklını kullanıp musluman olmaları için; tebliğe "ey kafirler" diye başlanamayacağı için, güzel bir sıfatla başlamıştır.
Ne zaman ki tebliğe rağmen anlamamışlar, küfürde diretmişler işte o zaman " deki ey kafirler (kafirun) ile başlamıştır.
Şimdi mekkede inen ayetlerin başında neden " يَا أَيُّهَا النَّاسُ ye eyyuhen nas-Ey insanlar " dediğini ;
fakat Medinede inen ayetlerin başında "ye eyyuhellezine emenu- ey iman edenler" dediği inceliği anlayamayan kimselerin; neden Mekkeki ayetlere munhasır "ey insanlar" demesinin anlayamayınca onlar kafir değillerdir diye sapıtmalarının batıl olduğunu kendi misaliyle çürüteceğiz:

"(Habîbim!) De ki: "Ey insanlar! Ben size ancak apaçık anlatan bir uyarıcıyım." (Hac 49)
Gördüğümüz gibi; Allah c.c. nın "Ey insanlar" dediklerinin, kafirken musluman olmaları için tebliğ amaçlı hitab edildiğinin ispatıdır.
Şimdi Bunların kafirliğinin ispatı :

De ki: "Ey insanlar! Eğer benim dinimde bir şüpheniz varsa, şunu bilin ki, Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam. Lâkin sizin de canınızı alacak olan Allah'a taparım. Bana müminlerden olmam emredilmiştir". (Yunus 104)
Sözün bittiği yer. Utanman varsa utan. Aklın varsa nefs yapıp inat edip diretme ve tövbe et.

****

İşte bu yüzden gayri-müslim kavramının içerisinde sadece kafirler yoktur. kafir olmıyan gayri-müslimlerde var.

Abdulmuizz Fida:
Temel eğri olunca , her katta eğrilik hızlı bir ivmeyle artmaya devam ediyor.
Gayri muslimlerin tamamı (tüm çeşitleriyle - kafir, munafık, hırıstiyan- yahudi vs tamamı) kafirdir.

****

.’’insanlar içerisinde kufre şartlanmış olanlar var ya! Senin onları uyarman ya da uyarmaman onlarca birdir(artık iman etmezler).allah onların kalplerine ve kulaklarına muhur basmış ve gözlerine de perdeyi çekmiştir.artık bürük bir azap vardır!’’(bakara:6,7)
’ellezine keferû’ daki geçmiş zaman yapısıyla çeviriye’’saplanmış’’ veya’’ şartlanmış’’ olarak yansıtılmıştır.burada da görüldüğü gibi kurana göre kafir ,kendisine açık ve net olarak gelen vahyin çağrısını açık ve net olarak inkar eden kimseye denir.


Abdulmuizz Fida:
Bakara 6 ayetini tahrif ederek buraya koyup , sanki "ey insanlar" diye başlamıştır diye kandırmaya hiç utanmıyor musun?
İşte Bakara ayetleri :
"Şu muhakkak ki inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar inanmazlar. (Bakara 6)

"Ey insanlar" hitabıyla başlayanın kafir olduğunun delilini üstte ben ekledim orada bakarsın. Bizde diyoruz ki bu hitap kafirleredir.

****



Devam edelim:

De ki; «Ey insanlar, ben Allah'ın hepinize gönderilmiş elçisiyim. O ki, göklerin ve yerin egemenliği tekelindedir, O kendisinden başka ilâh yoktur, diriltir ve öldürür. Geliniz Allah'a ve O'nun o okuma yazması olmayan (ümmi) peygamberine, Allah'a ve O'nun sözlerine inanan Peygamberine inanınız, O'na uyunuz ki, doğru yolu bulasınız.» (araf/158)

Bakın buradaki muhatablar ne kafir kimseler ne de müslim... peki size göre her gayri-müslim kafir ise bunlar kim?

Abdulmuizz Fida:
Bre cahil bunlar tabi ki kafir. Sen kafir topluluğa konferansta tebliğ yapsan söze "Ey kafirler" diye mi başlarsın "Ey insanlar" diye mi başlarsın?
Allah c.c. dan daha iyi mi Arabcayı, edeb ve uslubu biliyorsun? Madem kafan kesmiyor (bir ihtimal) neden bir tefsire bakıpta bu ayet kimler hakkınd a inmiş , kimlerden bahsediyor diye bakmıyor da, Türkçe kitabı gizi metine takılıyorsun?
Bu ayeti Taberi Tefsirinden dinleyelim:
(Ey Muhammed de ki: "Ey insanlar, şüphesiz ki ben, göklerin ve yerin hükümranı, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan, hayat veren ve öldüren Allah'ın, hepinize gönerdiği bir elçiyim. O halde Allah'a iman edin. Allah'a ve sözlerine iman eden, okuyup yazması olmayan, Allah'ın elçisi Peygambere de . Ona uyun ki doğru yola eresiniz.
Ey Muhammed, insanlara de ki: "Ben, benden önceki Peygamberler gibi insanların sadece bir kısmına değil, sizin hepinize gönderilen bir Peygamberim. Beni gönderen, göklerin ve yerin ve her ikisinde bulunan şeylerin hükümranlığını elinde bulunduran, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan, varlıklara hayat veren ve öldüren Allah'tır. O halde Allah'ın birliğini ve okur zayar olmayan Peygamberinin elçiliğini tasdik edin. O Peygamber de Allah'a iman eder ve onun âyetlerini tasdik eder. Sizler o Peygamber'in yolunu tutun ki hidayete ermiş olsanız)

Gördüğümüz gibi (altını çizdiğim gibi) bu ayetin bahis konusu olan kişiler Allaha ve peygambere gerektiği gibi iman etmeyen kafirlerdir!

İkinci ihtimal Tefsirdeki gerçekleri biliyorsun fakat, nefsini haklı çıkarmak için kasıtlı saptırıyorsun. Allah kalpleri en iyi bilendir.

****


“... Elçi’ye indirileni işittiklerinde, gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün, çünkü ondaki hakikati tanırlar: “Ey Rabbimiz!” derler, “Biz inanıyoruz. Öyleyse bizi hakikate şahit olanlarla aynı sayfaya yaz!” (5:82-83)..

İşte bu ayet daha müslüman olmamış, kimselerden övgüyle bahsediyor. Çünki hakikati bilmiyorlardı. hemen duyduklarında ise kabul ettiler..
İşte bugun toplumumuzdan bazı kimselere hakikati tebliğ edince diyecekler ki, Ya rabbi biz bunu duyduk kabul ettik...


Abdulmuizz Fida:
Bak bak sen. nelerde ortaya koyuyor benim mucidim.
Kafir musluman olacak, onu da bize önceden kafir değilmiş gibi yutturacak. Allah c.c.nın övdüğü bu kimseler, kalplerini küfürden imana açmalarından ötürüdür. Yoksa kafir değilken o kişinin musluman olmasının ne gereği var senin saçmana göre?
Az ahlakın , edebin , Allah korkun olsa nefsin için Allahın kitabıyla oynamazsın?
neden o ayete maide 82- 83 yazdığın halde sadece maide 83 ün yarısını koyuyorsun? Yoksa maide 82 ve 83 ayetlerini tam olarak görürsek o iman edip Allahın övdüğü kişilerin kafir olan Hırıstiyan ve yahudiler olduğunu mu öğreniriz?
Şimdi geldi çarpıtılmamış ayete ve izahına:

Nefsinin fısıldamalarına kapılmış cahil, hiç araştırmaz mısın ehli sunnet alimleri, gayrı muslim dediklerine ne isim veriyor? Senin gibi dalaletçe onlara gayrı muslim demeyen bir tane ehli sunnet alim saysana!

Ayeti aklı olan ehli sunnet olanlar anlar. Madem sahih anlayamıyorsun bari ehli sunnet mufessirlerini dinle.
Şimdi sapıtmana sebeb olan ayete gelelim: (Kurusa bakma numarasını yazıp metnini koyamadığın ayeti ben koyuyorum.)

“İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: "Biz Hıristiyanlarız" diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar." (Maide 82)
"Peygamber'e indirilen (Kur'ân)i dinledikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar: " Ey Rabb'imiz iman ettik, bizi de şahidlerden yaz" derler” (Maide 83)

Ayetin öncesini ve sonrasını (siyak-sibak) saklayarak bunların Hırıstiyan ve yahudiler hakkında olmadığını örteceğini mi sandın? Allahın ayetlertini nefsin için kullanmaya çalışmakla ne büyük curum işlediğinin de farkına da varamazsın sen.

Gördüğün gibi bu ayetlerin bahsettiği ehli kitap olanlar Hırıstiyan ve yahudilerdir. Bunların içerisinde muslumanlara en yakın olanların "Biz Hırıstiyanız diyen Rahip ve keşiş olanlardır."
Bunlar ne kadar yakın olsalarda Allah c.c. "Allah üçün üçüncüsüdür diyen Hırıstiyanlar ve Uzeyir Allahın oğludur diyen yahudiler için muşrik kafirlerdir" demiştir. Ve Rasulullah (s.a.v.)in geldiği dönemde tüm ehli kitap kitaplarını tahrif etmiş , hak yoldan sapmış muşrikler idiler. İçlerinde İslama ne kadar yakın olsalar da onlar Hırıstiyan ismini almış ve kafirlerdi.
Hala sana iyi niyetli diyen var mı ?

****




O halde...

Kuran kedilerine okuduğunda derler ki: Biz buna imaaan ettik. Şüphesiz bu haktır. Doğrusu biz daha öncede müslümanlardandık derler (kasas52-53)


Ne dersiniz daha önce hakikatten habersiz fakad hakikati duyunca hemen iman ettik diyenlerin kendilerine hakikat gelmeden öncede müslüman görmeleri sizce nedir, yoksa onlarda mı yanlış söylüyor... iyi ama allah şahid onlara :)



Abdulmuizz Fida:
Bu kadar da rastlantı olmaz. üst üste verdiğin iki ayet numarasının, nedense iki numarasını yazıyorsun, fakat sadece 1 tanesini bize gösteriyorsun. Bir öncekinin ikinci ayeti de yarım dı. Yoksa buradada numarasını verdiğin halde metnini koyamadığın Kasas 52 ayetinde sapık iddianı çürütecek aleyhine delil mi var ?
Şimdi Allahtan korkarak tam metni yazalım ve iman edenlerin net kafir olan Hırıstiyan ve yahudi olduğunu görelim .

Gelelim kasas ayetlerine:
- Ondan (Kur'ân'dan) önce kendilerine kitap verdiklerimiz, ona da iman ederler. (Kasas 52)
- Onlara (Kur'ân) okunduğu zaman "O'na iman ettik. Çünkü o, Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce de müslüman idik" derler. (Kasas 53)

Elmalılı hocanın maide 51-54 tefsirini izleyelim :

52-54- Bundan, yani Kur'ân'dan önce kitap verdiklerimiz, yahudilerden içlerinde Ebu Rifaa bulunan 10 kişi iman etmiş, kendilerine eziyet edilmişti.
İncil ehlinden kırk kişi Resulullah'a peygamberliğinden önce iman etmişlerdi; 32'si Cafer b. Ebu Talib ile beraber Habeşistan'dan gelmiş, 8'de Bahîra, Ebrehe, Eşref, Amir, Eymen, İdris, Nâfi' ve Temim Şam'dan gelmişlerdi. Bu âyetin indirilmesine sebep bunlar olmuş ise de âyetin mânâsının gelişine göre kitap ehlinden bütün iman edenleri içine almaktadır. Buna onlar, haklarında sözü uladıklarımız değil de onlar iman ediyorlar iki kere, biri önceden İslâmları biri de sonradan İslâm oluşları üzerine kötülüğü iyilikle savarlar, günahları ibadet ve taat ile giderirler, çünkü "Muhakkak ki iyilikler, kötülükleri giderir." (Hûd, 11/114) âyeti açıktır.


****


Bu arada 3 tane mesaj hakkı verdiydiniz. Biri gitti... ikiside sizin olsun :)


Abdulmuizz Fida:
Sen hala burdamısın?
Sakın ola sapıklık üzerine kalıp kibir yaparak nefsinin azgınlığına uyma . Bu hal üzere kalırsan, sitede başka isimlerle de olsa bırakılmayacaksın.

Kardeşim acil tövbe et.
 
H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Dostum sen beni anlamamışsın ki?
Ben bu ülkedeki gayri-müslimlerden söz ediyorum hani şu kendilerini müslüman zanneden aldatılmış zavallı insanlar yokmu, onlardan?


bu kardeş gerçekten kavramların ne anlama geldiğinden bi haber yaşayanlardan biri kesinlikle tevbe etmesi gerekiyor...
 
K Çevrimdışı

karabatak

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
aslında açık olarak konuşamasa da ben ne demek istediğini anladım arkadaşın.Yani hani müslüman olduğunu söyleyen,fakat hariciler tarafından müşrik diye ilan edilenlerden bahsediyor.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Tasdik ve Tekfir Meselesi/ Mehmed Alagaş

Bu konudaki genel kanı, Kur'an'ı Kerim'de zikredilen hükümlerin tamamını kapsamaktadır. İtikadı açıdan bu hükümlerin hepsine iman etmek elbetteki İslami bir mükellefiyetimizdir. Ancak iman edilen bu hükümler “Amel imandan bir cüzdür” görüşüyle birleştirildiği zaman, ister-istemez haksız tekfir vakasıyla karşılaşılacaktır.

Dolayısıyla tahrif edilmiş semavi bir dinde bulunmalarına rağmen bu dinin bozulmamış doğruları olan gerçeklere sarılan yani “Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunan kimselere” rahmetle yaklaşılmaktadır.
Günümüzdeki bazı kardeşlerimiz bu yaklaşımın aksine tevhidi gerçeklerin bilinmesi ve iman edilmesi şartını da ileri sürmekte, Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyi tek başına bir değer olarak kabul etmemektedirler. Nitekim böyle bir yaklaşımdan hareket ederek bu geleneksel dindarları tekfir ettikleri gibi “Allah'a ve ahiret gününe iman etmeme rağmen tevhidi gerçeklerle karşılaşmadan önce ben de müslüman değildim” diyerek, kendi geçmişlerini de tekfir etmektedirler.


Yazar ilmi seviyesini bilmem ama buradaki yazısı tam bir fiyasko. İşte üye kalemşöründe sapıtmasına sebeb olup vebaline girmiştir. Kim bilir daha nice kalemşörler daha vardır.

Yazar bu yazısında ;
"semavi bir dinde bulunmalarına rağmen bu dinin bozulmamış doğruları olan gerçeklere sarılan yani “Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunan kimselere” rahmetle yaklaşılmaktadır"
demiştir. Ki bu sözünde zaten doğruya isabet edebilmiştir.
Zaten ehli sünnet muctehid ve alimleri, Ehli kitap olan Peygambere ve getirdiği kitaba iman eden muminlerin ; dinlerinin bozulması üzerine Allah c.c. nun kendilerine bir sonraki Rasulu ve kitapları gönderilinceye kadar, Önceki Peygambere iman eden ve Allahın kitabını tahrif etmeden , şirk koşmadan yaşayan havarilerine, muminlerine musluman ismi vermişlerdir. Ta ki Kendisinden sonraki peygamber kitab ile geldiği halde, O'na iman etmeyen, kitabı kabul etmeyen önceki dinin muntesibleri , kendilerini hala Hak üzere bilselerde Kafirdirler.

Yazar, geçmiş semavi dinlerin şirk koşmayan, peygamber ve kitabın muharref olmadan önceki haline iman edip amel edenlere musluman ismini vermesi zaten ehli sunnetin kabul ettiği bir itikattir.

Fakat yazar, Yanlış kıyasla; sanki semavi dinlerin iman eden muslumanları şirk koşmuş ta , günümüzdeki tevhidi anlamayan , bilmeyenlerinde musluman sayılması gerektiğini söylemektedir.
Yazar ; İman edip , ahirete inanmakla, salih amelle bulunmakla musluman demeliyiz derken; musluman olmanın şartını tevhidin olması şartına bağlayan muvahhid muslumanlara şunları demektedir:
bu yaklaşımın aksine tevhidi gerçeklerin bilinmesi ve iman edilmesi şartını da ileri sürmekte, Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyi tek başına bir değer olarak kabul etmemektedirler. Nitekim böyle bir yaklaşımdan hareket ederek bu geleneksel dindarları tekfir ettikleri gibi “Allah'a ve ahiret gününe iman etmeme rağmen tevhidi gerçeklerle karşılaşmadan önce ben de müslüman değildim” diyerek, kendi geçmişlerini de tekfir etmektedirler.
Bu itirazdan anlıyoruz ki Yazar; İslama girmenin ilk şartı olan "Tağutu Red" etme kıyamını, yani "La İlahe İlallah"ın LA' sını anlayamamıştır.
Allah'u teala Kuran-ı kerimde tevhid olmayınca, şirkin tüm amellerin ecirlerini sildiğini bildirmiştir.
"Andolsun ki, sana da, senden öncekilere de şu vahyedildi: "Yemin ederim ki, eğer şirk koşarsan bütün çalışmaların boşa gider ve mutlaka kendine yazık edenlerden olursun." (Zumer 65)


Kişi tevhidi bilmeden şirk koşarak yaptığı amellerden dolayı sevap almayacağı gibi , buna sebeb olan şirk koşmasından dolayı da, o hal üzere ölse muşrik olacağından, kafirdir.

Bu hal üzere olan birinin; sonradan tevhidi anlayıp şirki terk ederek muvahhid bir musluman olunca; "geçmiş halimle bir farkım yok , o zamanda ben şirk koşsamda muslumandım" diyememesi, aksine "şirk koşarken kendimi musluman sanıyormuşum, şimdi İslamı , tevhidi anlıyorum; artık şirki biliyor ve şirkten Allaha sığınan bir muvahhid muslumanım" demesinde bir sakınca yoktur.
Hakikati ister söylesin (şirk koşarkenki durumu ve tevhidi anlayıp muvahhid musluman olduktan sonra şirkten kaçınan durumunu) ister söyemesin gerçek budur.

Bu konuda (yazıda) Yazar'ın tevhidi anlayışında yanlışlıklar olduğu bir gerçektir.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Mehmed Alagaş'ın herhangi bir kitabını okudun mu şimdiye kadar ?

O yazının ona ait olduğundan emin olmadan, kısacık bir alıntıyla onlarca kitap yazmış bir İslam alimini nasıl böyle karalyabiliyorsun hemen ?


Mahmed alagaşın çeşitli kitaplarını kısmen bilirim, kitaplarını detaylı inceleme şansı bulamadım ama genel anlamda iyi bir kitaba benzemekteydi. Bu yazıyı da red ve Kabul kardeş Onun adıyla koyduğu için; ben adını değil; yazıyı eleştirdim . Kim bu yazının sahibiyse yanlış yazmıştır. Yazarın adı önemli değildir. Yazının adını siler, tenkidimi baki kılarım.

Bu yazıyı savunan kalemşörde bu yazı gibi sapıtmıştır.
 
Y Çevrimdışı

Yavuz_Selim

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi

abi kalemşörün mesajlarını neden sildin ?

bi de üstte red ve kabul'un yaptığı alıntıda çarpıtma var galiba o yazının tamamını ekleyeyim.
 
Y Çevrimdışı

Yavuz_Selim

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Muvahhid Müslüman neden bu kadar kızdın anlamadım kardeş, kaynak dedin kaynak verdik
bakmadan etmeden ne diye hemen bizi yargılıyorsun? istersen Mehmed Alagaş'ın sana Ehl-i Sünnet dışı başka görüşlerini
de buraya aktarayım..

Allah için söyle bu dediğim kaynağa baktınız mı? Lütfen cevap verin...

şimdi baktım kardeşim , senin yaptığın o alıntıda çarpıtma var gibi , yazının tamamını ekleyeyim , kitabın ismi vahdete 7 adım.
 
Y Çevrimdışı

Yavuz_Selim

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Tasdik ve Tekfir Meselesi/ Mehmed Alagaş

Bu konudaki genel kanı, Kur'an'ı Kerim'de zikredilen hükümlerin tamamını kapsamaktadır. İtikadı açıdan bu hükümlerin hepsine iman etmek elbetteki İslami bir mükellefiyetimizdir. Ancak iman edilen bu hükümler “Amel imandan bir cüzdür” görüşüyle birleştirildiği zaman, ister-istemez haksız tekfir vakasıyla karşılaşılacaktır.

Dolayısıyla tahrif edilmiş semavi bir dinde bulunmalarına rağmen bu dinin bozulmamış doğruları olan gerçeklere sarılan yani “Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunan kimselere” rahmetle yaklaşılmaktadır.

Günümüzdeki bazı kardeşlerimiz bu yaklaşımın aksine tevhidi gerçeklerin bilinmesi ve iman edilmesi şartını da ileri sürmekte, Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyi tek başına bir değer olarak kabul etmemektedirler. Nitekim böyle bir yaklaşımdan hareket ederek bu geleneksel dindarları tekfir ettikleri gibi “Allah'a ve ahiret gününe iman etmeme rağmen tevhidi gerçeklerle karşılaşmadan önce ben de müslüman değildim” diyerek, kendi geçmişlerini de tekfir etmektedirler.



Red ve kabul sen cımbızlama yapmışsın , alıntı yaptığın üstteki birinci paragrafı buldum ama birinci paragraftan hemen sonra senin alıntı yaptığın üstteki 2. ve 3. paragraflar gelmiyor. Hatta 2. ve 3. paragrafları da bulamadım.

VAHDETE 7 ADIM'IN Tasdik ve Tekfir Meselesi bölümünün bir kısmını alıntı yapıyorum.

''Tağuta itaat, Allah'ın hükmüne rağmen bir itaat ise bu itaat tağuta kulluktur.

Açık bir gerçeği içeren bu cümledeki “Allah'ın hükmü” ifadesinden ne anlamamız gerekmektedir?

Bu konudaki genel kanı, Kur'an'ı Kerim'de zikredilen hükümlerin tamamını kapsamaktadır. İtikadı açıdan bu hükümlerin hepsine iman etmek elbetteki İslami bir mükellefiyetimizdir. Ancak iman edilen bu hükümler “Amel imandan bir cüzdür” görüşüyle birleştirildiği zaman, ister-istemez haksız tekfir vakasıyla karşılaşılacaktır. Bu yanılgının sebebi, “Allah'ın hükmü” ifadesinden ne anlaşılması gerektiğinin yeterince açıklık kazanmamasıdır, Kur'an'ı Kerim, hepimizin bildiği ve iman ettiği gibi, Allah'ın hükümlerin bildiren ve beyan eden bir Kitab'tır. Bir müslüman olarak Kur'an'ı Kerim'deki bütün hükümlere muhatap olduğumuz gibi, bu hükümlere İman etmekle de mükellefiz. Ancak muhatap olduğumuz bazı hükümlere karşı İslami mükellefiyetimiz, ameli değil itikadi bir mükellefiyettir. Daha açık bir ifadeyle itikadi mükellefiyetimiz bütün hükümleri kuşatmasına rağmen, ameli mükelefiyetimiz içinde bulunduğumuz konum itibariyle bütün hükümleri kuşatıcı değildir. Nitekim meseleyi ameli düzlemde değerlendirdiğimiz zaman, hiçbir kuşku duymadan iman etmekle mükellef olduğumuz bazı hükümlerle, içinde bulunduğumuz konum itibariyle ameli düzlemde henüz mükellef olmadığımızı müşahade ederiz. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bütün hükümleri, içinde bulunduğumuz konum itibariyle ameli düzlemde mükellef olduğumuz ve henüz mükellef olmadığımız hükümler şeklinde değerlendirmemiz gerekir.

İşte meselenin bu boyutu dikkate alındığı zaman “Allah'ın hükmü” ifadesinden ameli düzlemde ne anlamamız ve ne anlaşılması gerektiği de açıklık kazanacaktır. Yukarıda zikrettiğimiz cümlede geçen “Allah'ın hükmü” ifadesinden, ameli düzlemde anlamamız gereken şey, içinde bulunduğumuz konum itibariyle mükellef olduğumuz hükümlerdir.

Şanı yüce Rabbimiz cahili toplumlarda yaşayan ferdi müslümanları, cemaat yapısına geçen müslümanları ve dar'ul İslam'a kavuşan müslümanları, bu müslümanların içinde bulundukları konum itibariyle değişik hükümlerle mükellef tutmaktadır. Bu hükümleri birbiriyle mukayeseli olarak değerlendirdiğimiz ve Medine döneminde nazil olan bazı hükümlerin, Mekke döneminde neden nazil olmadığını yeterince araştırdığımız zaman, hem birçok hikmetlerle karşılaşacak ve hem de aşağıdaki ayet-i kerimelerin ne anlama geldiğini daha iyi idrak edebileceğiz.

“Allah hiçbir kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez..” [50]

“Allah hiçbir nefse, verdiğinden başkasını teklif etmez..” [51]

Evet, Rahman olan Rabbimiz hiçbir nefse güç yetireceğinden başkasını yüklemez, yüklemez ama, ne yazık ki Rabbimizin yüklemediğini yüklenen ve etraflarına da yüklemeye çalışan kardeşlerimiz bulunmaktadır!. Oysa Rahman ve Rahim olan, engin lutfu ile insanlara verdiklerinin sadece bir kısmını talep eden Rabbimiz, “Güç yetirebileceğimiz hükümlerle mükellefiz” cümlesindeki “Güç yetirebileceğimiz” ifadesinden ne anlamamız gerekir?

İnsanların sahip olduklan kişisel güç, insanlann yapılarına, durumlarına ve yeteneklerine göre değişebilen bir güç olduğuna göre, “Güç yetirebileceğimiz..” ifadesine genel olarak hangi doğru anlamı veya hangi doğru ölçüyü vermemiz gerekir?

Meseleyi herkes kendi kişisel gücüne göre değerlendirerek genel kanaatler ileri sürerse, elbetteki birçok ihtilaflar meydana gelecektir. Nitekim bazı samimi kardeşlerimiz güç yitirerek yaşadıklan bazı hükümleri, güç yetirerek yaşanması gereken hükümler olarak İleri sürmekteler ve diğer insanian da bu hükümlerle mükellef tutmaktadırlar. Dolayısıyla haksız tekfir vakalarının bir nedeni de, böylesi yaklaşımlar olmaktadır. Bu gibi ihtilaf ve yaklaşımlardan uzaklaşabilmek için bu önemli meseleyi Kur'an'ı Kerim'e götürdüğümüz zaman güç meselesinde genel olarak şu gerçeklerle karşılaşırız.

1- İslam cemaatinin bulunmadığı bir ortamda ferdi mükellefiyeti içeren bir hüküm, İlahi daveti kabul eden bütün müslümanlara şamil kılınan bir hüküm ise bu hüküm bütün insanların güç yetirebilecekleri bir hükümdür. İnsanların, insan olma hasebiyle sahip olduklan kişisel güç, bu hükmün yaşanabilmesi için yeterli bir güçtür. Nefsi marazları ve zaaflan ileri sürerek “Benim buna gücüm yetmez” demek, batıl bir yaklaşımdır. Çünkü genele şamil kılman bu hükümde, insanlann yapılanna, konumlarına ve yeteneklerine göre değişebilen kişisel gücün tavanı değil, Rabbini ölçüye göre tabanı esas alınmaktadır.

2- İlahi davetin değişik merhalelerinde sadece Resulullah (s.a.v.)'i muhatap alan hükümleri ise nübüvvetle, imametle, tebligatla, ilgili hükümler olmak üzere muhtelif gruplarda değerlendirebiliriz. Müslümanlar içinde bulundukları konum ve yüklendikleri misyon itibariyle bu hükümlerden bazılarıyla mükelleftirler. Mesela İlahi daveti şahıslarında sembolleştirmekle yükümlü olan öncü ve örnek müslümanlar, tebligatla ve mübelliğle ilgili hükümleri yaşamakla mükelleftirler. Ancak yaşadıkları bu hükümleri genele şamil kılma yetkisinde değillerdir. Çünkü davetçi müslümanların fıkhı ile davete muhatap olan ve daveti kabul eden müslümanların fıkhı arasında belirgin farklar vardır. İlahi daveti gündeme getiren bir müslüman, cahüiye toplumunda yaşamasına rağmen İsİam toplumunda yaşayan müslümanların mükellef olduklan birçok ferdi hükümleri şahsında yaşayabilir. Müslümamn bu davranışı kutlanacak ve gıpta edilecek bir davranıştır. Ne var ki kendisinin güç yetirebildiği bu davranışlara, başka insanların da güç yetirebilmesini bekleyemez. Bunu bekleme yetkisinde olmadığı gibi bu davranışları gösteremeyenleri tekfir etme yetkisinde de değildir. Çünkü İslam'ı kabul eden fertlere yüklenecek mükellefiyetlerde gösterilmesi gereken genel tavır, davetçinin kişisel potansiyeline göre değil davete muhatap olan insanların sahip oldukları kişisel potansiyellerin tabanına göre tesbit edilir. İlahi davete muhatap olan insanlann genel konumlarına göre hikmetli bir gelişim gösteren bu taban esnasında, nefsi marazlardan kaynaklanan zafiyetler dikkate alınmadığı gibi öncü müslümanların sahip olduklan aşkın potansiyel de dikkate alınmamakta ve taban esası bu iki ayrı kutuba göre tesbit edilmemektedir.

3- Gelişmiş bir cemaat yapısına kavuşan müslümanlara genel bir hüküm vazedileceği zaman, bu hükümlerde kişisel potansiyeller değil, cemaat potansiyeli dikkate alınmaktadır. Mesela davetin ilk merhalelerinde sadece Resulullah (s.a.v.)'i muhatap alan bir hüküm, Efendimiz (s.a.v.) ve bu hükme güç yetirebilen müslümanlar tarafından yaşanmasına rağmen genele şamil kılınan bir hüküm değildir. Dolayısıyla bu hükmü yaşayanlar kutlanırken, yaşama-yanlann tekfir edilmesi söz konusu değildir. Fakat görüyoruz ki davetin ilk merhalelerinde genel şamil kılınmayan bir hüküm, müslümanlar gelişmiş bir cemaat hukukunu yaşamaya başladıktan sonra genele şamil kılınmaktadır. Çünkü fert halindeyken bu hükme güç yetiremeyen müslümanlar, böyle bir cemaat yapısına kavuştukları zaman cemaat potansiyeline sahip olmaktalar ve bu cemaat potansiyeli ile güç kazanabilmektedirler. Artık kişisel potansiyelerin azlığı veya yetmezliği bir mazeret değildir. Çünkü cemaate şamil kılınan bir hükmün, cemaate bağlı fertler tarafından yaşanmasından hem bu fertler ve hem de cemaat sorumludur. Bir İslam cemaatinde genele şamil kılman bir hüküm varsa, bu cemaate bağlı olan müslümanlar ferdi düzlemde bu hükümleri yaşamakla mükellef olduklan gibi, bu hükümleri kişisel güçleriyle yaşayamayan kardeşlerine yardım etmekle de mükelleftirler. Kur'an'ı Kerim'de İslam cemaatını muhatap alan hükümler ise, hiç kuşkusuz ki davetin merhalesine ve cemaatin sahip olduğu potansiyele göre hikmetli bir gelişim göstermektedir.''

http://www.darulkitap.com/oku/kulliyatlar/v2/mehmetalagas/



aşağıya da bu bölümün tamamını ekleyeyim , darulkitap.com'daki e-kitap'tan kopyaladım bazı harf hataları olabilir.
 
Y Çevrimdışı

Yavuz_Selim

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Buraya da o bölümün tamamını alıntı yapayım:



Tasdik Ve Tekfir Meselesi


''Yaşadığımız ülkedeki müslümanların en ciddi meselelerinden birisi, tasdik ve tekfir meselesidir. Tasdik ve tekfir meselesi, günümüz müslümanlarının genellikle itidalde duramayıp ifrata veya tefride düştükleri bir meseledir. Bunun önemli bir nedeni, bazı meselelerdeki itidal çizgisi, geniş ve rahat bir çizgi olmasına rağmen; tasdik ve tekfir meselesindeki itidal çizgisi, diğerlerine nazaran biraz daha dar, biraz daha hassas bir çizgidir. Dolayısıyla bu çizgiyi anlamak ve bu hassas çizgide durabilmek, birr.r daha fazla dikkat istemektedir.

Evet, içinde yaşadığımız bu ülkede kimlerin müslümanlığını tasdik etmemiz, kimleri ise tekfir etmemiz gerekmektedir? Gerçekten aydınlarıması ve çözümlenmesi gereken karmaşık bir durumdur bu!. Çünkü yaşadığımız ülkede hak-batıl mücadelesi varsa, bu mücadelenin her iki tarafı da, müslüman olduklannı iddia eden kimselerdir!. Nitekim birçok karmaşa ve kargaşa da, bu gibi iddialardan kaynaklanmaktadır.

Bu ülkede sadece müslüman olanlar “Ben müslümanım” dese, ya da “Ben müslümanın” diyenler müslüman olsa hiç kuşkusuz ki birçok mesele netleşecek ve hak-batıl arasındaki mücadele bu bulanıklıktan kurtulacaktır.

Fakat öyle değildir!.

Yaşadığımız coğrafyada İslam'ı ihya etmek isteyenler de, İslam'ı imha etmek isteyenler de “Ben müslümanım” demektedirler. Müslümanların karşısında, “Ben müslüman değilim” diyen bir zümre, “Ben müslüman değilim” diyen bir grup yoktur.

Erinden paşasına, işçisinden patronuna, milletinden milletvekiline kadar herkes müslüman olduğunu iddia etmektedir!. Bu iddialan bir ganimet sanan ve çok kolay bir yoldan ve çok kısa bir zamanda kitleleşme hevesine kapılarak bu iddialan hiç sorgulamadan tasdik eden müslümanlar ise, bu bilinçsiz tasdik ile müslüman yandaşlar değil, müslüman sıfatı verdikleri düşmanlar kazanmışlardır!.

İşte tasdik meselesindeki sorunumuz budur. Çünkü “Ben de müslümanım” iddiasını siyasi veya politik nedenlerle bilinçsiz bir şekilde tasdik etmek, yukarıda da belirttiğim gibi bu tastiği yapanlara müslüman yandaşlar değil, müslüman sıfatı verdikleri muhalifler, müslüman sıfatı verdikleri düşmanlar kazandıracaktır.

Oysa “Ben de müslümanım” iddiası, İslam'a göre isbat gerektiren bir iddiadır. Bu iddiada bulunan herkes Kur'an-ı Kerimle ve Kur'an-ı Kerim'de çerçevesi çizilen kulluk fıkhıyla karşı karşıyadır. İslam hiç kuşkusuz id zorlayıcı bir din değildir. İslam'ın her insana verdiği bir muhayyerlik, bir tercih hakkı vardır. Fakat bu muhayyerlik ve tercih hakkı, İslam'ı kabul edip-etmeme noktasındadır. İslam'ı isteyen kabul eder, isteyen kabul etmez. İslam'ın bu konuda herhangi bir baskısı, herhangi bir zorlayıcılığı yoktur. Ancak İslam'ı kabul ettikten ya da kabul ettiğini söyledikten sonra bu muhayyerlik ortadan kalkar. Çünkü müslüman olduğunu iddia eden herkesin, müslüman gibi olma yani gücü nisbetince İslam fıkhını yaşamaya çalışma mükellefiyeti vardır. Altını çizerek tekrar etmek istiyorum.

“Müslüman olduğunu iddia eden herkesin, müslüman gibi olma yani gücü nisbetince İslam fıkhını yaşamaya çalışma mükellefiyeti vardır”

İşte bu son yazdığım cümle, “Ben de müslümanım” diyen kitlenin daha ziyade kalburüstü kesiminden bazı hınltıların, bazı homurtulann çıkmasına neden olan bir cümledir. Çünkü bu hınitı ve homurtu sahipleri böyle bir müsltimanlık istemiyorlar.

“Biz müslümanız fakat şeriata karşıyız!.” diyen bu aydınlar(!), bu ifadeleri ile şeratsız bir müslümanlık, şeriatsız bir din istemektedirler!.

“Biz Allah'a inanıyoruz. Fakat bizlere Allah'ın ayetlerini, Allah'ın hükümlerini sakın okumayın!.” diyen bu müstekbirler, konuşmayan ve işlerine hiç kanşmayan bir Allah istemektedirler!.

İyi, iyi de, konuşmayan bir Allah ve şeriatsız bir din var mıdır?

Konuşmayan tanrı(!), hepimizin bildiği gibi putperestlerin elleriyle yaptıklan ve bilmem ne tanrısı diyerek yöneldikleri putlardır. Yoksa bunlar, bu akıllı şaşkınlar da, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ı böyle bir put yerine mi koymak istiyorlar? İslam'ın ne olduğu, ne olmadığı konusunda Allah susacak, Allah susacak da bu şaşkınlar mı konuşacak?

Elbetteki şanı yüce Rabbimizi tenzih ediyor, tekrar tekrar tenzih ediyor ve böylesi sapıklann “Biz de müslümanız” iddialarını tasdik etmekten yine O'na sığınıyoruz. Çünkü böyle bir iddiayı tasdik etmek, bizlerden Önce onların kendilerine düşen bir görevdir. Böyle bir iddiada bulunuyor ve bu iddialannda samimi iseler öncelikle kendi inanç ve davranışlarıyla bu iddialarını tasdik etmeleri gerekir. Kendi itikad ve yaşantılarıyla kendi iddialannı tekzip ediyorlarsa, bu boş ve anlamsız iddiayı bizler nasıl tasdik edebiliriz ki.

Türkiye'de yaşayan müslümanların bu konuyla ilgili olarak karşılaştıktan ikinci ciddi mesele ise tekfir meselesidir. Çünkü yaşadığımız coğrafyada tevhidi gerçeklerle karşılaşan ve Kur'an-ı Kerim bütünlüğünde ortaya konulan İslami bir kimliği sahiplenen birçok kardeşimiz, Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen bu kimliğe uymayan herkesi tekfir etme eğiiimindedir. Müslümanlık iddiasında bulunan müstekbirleri ve bu müstekbirlerin açık küfürlerini gördükten sonra bu müstekbirlerle beraber aynı iddiada bulunan mustazafları, aynı iddiada bulunan geniş halk kesimlerini de tekfir eden bu anlayış, hiç kuşkusuz ki Kur'an-ı Kerime göre tahlil ve tenkid edilmesi gereken bir anlayıştır.

İnsan dergisini yayınladığımız 80 li yıllarda bu önemli konuyla ilgiii tahlil ve tenkidi yaptığımız zaman, bazı zorluklarla karşılaşmıştık. Karşılaştığımız bu zorluk, tekfir meselesinde beyan ettiğimiz bazı görüşlerin, değişik müfessirlerin kısmi görüşlerine göre tekzip edilmek istenmesiydi. Gerçi bu müfessirlerin nihai olarak ne dediği ile bizlerin ne dediği yeterince anlaşılmış olsaydı, belkide bazı keskin çıkışlar hiç olmayacaktı. Ancak bir kısım kardeşlerimiz tarafından bu yapılmamış ve müfessirlerin bazı nasslara dayalı yorumu, nass olarak telakki edilerek, bu kardeşlerimizin tekfir meselesindeki anlayışları ve yaklaşimlan daha bir katılaşmıştır.

Oysa ki hangi müfessir olursa olsun, bu müfessirlerin kişisel veya tevil sınırlarına giren yorumlan, müslümanların asli meselelerinde kesin bir kanıt olarak ileri sürülemez. Çünkü nassa dayalı yorumlar, nasslardan kaynaklanmasına rağmen nass değildir. Önemli onlan bu gibi yorumların hakka, hakikate, zamana ve mekana en uygun olanını tesbit etmek ve bu yorumlardan böyle bir bilinçle faydalanabilmektir. Fakat yaşadığımız coğrafyada yayınlanan birçok tefsir, bu tefsirlerin müfessirlerine göre değerlendirilmekte, benimsenmeyen veya İlgi duyulmayan bir müfessirin bütün söyledikleri gözardı edilebildiği gibi, sevilen bir müfessirin de bütün söyledikleri kabul görebilmektedir. Oysa ki bu müfessirler ne kadar samimi ve ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar, insan olmalan hasebiyle bu müfessirlerin de bazı konularda yanılabilecekleri dikkate alınmalıdır. Dolayı-sıyle samimi ve sahalannda yetkin birçok müfessirin geride bıraktığı eserlerden faydalanan dünya müslümanlarına düşen görev, bu müslümanlan hayırlarla yadederek nankörlükten sakınmak ve bu müslümanların eserlerinde bazı yanılgılar varsa, bu yanılgıları tesbit ederek yaygınlaşmasına engel olmaktır. Çünkü bilinçli müslümanlara yakışan tavır bu olduğu gibi, değerli müfessirleri rahatlatacak ve hoşnut edecek yaklaşım da budur. Meseleyi şimdilik daha fazla uzatmadan söz konusu eserlerde bazı özel nasslardan hareket edilerek genel yorumlar yapıldığını ve bu genel yorumlardan yanlış hükümler çıkarıldığını söyleyebiliriz. Bu konuda tek tek ömek vermek ve bu örnekleri değerlendirmekten ziyade yanlış yorumlara neden olan yaklaşımlara açıklık getirmemiz daha faydalı olabilecektir.

Kur'an'ı Kerim'deki bir hüküm tefsir edileceği zaman, bu hükmün nerede, ne zaman ve hangi konumdaki kimseleri muhatap ve mükellef gördüğü, mutlaka ve mutlaka dikkate alınması gereken bir husustur. Gerçi belirttiğimiz bu husus, genel olarak kabul edilen bir kaide olmasına rağmen, bu kaideye her zaman riayet edildiğini söyleyemeyiz. Nitekim müslümanların gündemine giren ve ayet-i kerimelere nisbet edilen bazı yanlış yorumlar, özellikle bu kaidenin gözardı edilmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’a-ı Kerim hiç kuşkusuz ki tevhidi bir hareketi baştan sona anlatan, bu hareketin merhalelerini ve her merhalenin kendine özgü fıkhını beyan eden bir Kitab'tır. Müslümanların sık sık gündemine giren tekfir vakası, tabi ki Kur'an'ı Kerim'de de bulunan bir vakadır. Ancak birçok meselede olduğu gibi tekfir meselesi de Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde ve hareketin merhalelerine göre değerlendirilmesi gereken bir meseledir.

Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, tekfir meselesi, Kur'an-ı Kerim'de tek başına değerlendirilebilecek bir mesele değildir. Mesela tekfir meselesiyle ilgili olup, bu meseleye ışık tutabilecek diğer önemli meselelerden birisi, toplumsal azgınlık meselesidir. Toplumsal değişimi arzulayarak ciddi çalışmalarda bulunan müslümanlar için tekfir meselesinden çok daha fazla önemsenmesi gereken bu mesele, “Toplumsal azgınlık nedir ve sebebleri nelerdir?” gibi sorularla Kur'an'ı Kerime götürülmesi gereken bir meseledir. Çünkü bir toplumun neden ve nasıl azdığı bilinmelidir ki, bu nedenlere müdahale edilebilmesi ve bu nedenlerden kaynaklanan azgınlıkların izale edilebilmesi mümkün olabilsin.

İşte tekfir meselesiyle de ilgili olan bu soru ile Kur'an'ın bütünlüğüne yöneldiğimiz zaman, bu sorunun Kur'an'ı Kerim'de iki ayrı boyuttan değerlendirildiğini görürüz. Mekki surelerde ağırlık kazanan birinci boyuta, batılı yaşayan bir toplumun hakkı kabul etmeme ve hakka çıkamama nedenleri üzerinde durulur. Medeni surelerde ağırlık kazanan ikinci boyutta ise hakkı yaşayan bir toplumun batıla meyletme ve batıla düşme nedenlerine açıklık getirilir. Toplumsal azgınlık meselesini batıldan hakka ve haktan batıla olmak üzere iki ayn boyutta beyan eden Kur'an'ı Kerim, her iki boyutta da tekfir vakasını gündeme getirmektedir.

Fakat ne zaman?

Hareketin hangi merhalesinde, hangi fiillerin faillerini tekfir etmektedir?

Her iki boyutta yer alan tekfir vakası, ferdi ve genel tekfir olmak üzere iki ayrı niteliğe sahiptir. Ferdi tekfir, bazı fiillerin failini muhatap alan ancak genele şamil kılınmayan tekfirdir. Genel tekfir ise tekfir konusuyla ilgili Özellikleri belirten bir zümreyi veya bir toplumu kapsayan tekfirdir. O halde tekfir meselesi dört ayrı grupta incelenmesi gereken bir meseledir. Bunlardan ikisi batılı yaşayan caniliyye toplumlarıyla ilgili olup, ferdi ve genel tekfir niteliğindedir. Diğer ikisi ise hakkı yaşarken batıla düşebilen toplumlarla ilgili olup bunlarda ferdi ve genel tekfir niteliğindedir.

Tekfir meselesiyle ilgilenen bütün kardeşlerimizin, çok kısa olarak belirttiğim bu tasnifi, mutlaka ve mutlaka dikkate almaları gerekmektedir. Çünkü ciddi Kuran araştırmalarında bulunan bütün kardeşlerimiz tarafından altı çizilerek kabul edilebilecek olan bu gerçeklerin yeterince anlaşılmaması ya da yanlış yorumlanması, tekfir meselesinde birçok yanılgılara neden olabilmektedir. Nitekim bazı tefsirlerde yer alan yanılgılı yorumlar, bu önemli konunun yeterince anlaşılmarnasından kaynaklanmaktadır. Bu tefsirlerin muhtelif yerlerinde, İslam devletinde yaşayan kimseleri muhatap alan ayet-i kerimelerden hareket edilerek cahiliyye toplumlarında yaşayan kimseler de tekfir edilebilmektedir. Yukarıda belirttiğimiz hususları yeterince anlamayan kimselere makul gözüken bu yaklaşımdaki temel yanılgı, gerçek İslam toplumu ile kendilerini İslam'a nisbet eden cahiliyye toplumları birbirinden farklı kabul edilmesine rağmen, İslam toplumuyla ve İslam toplumunda yaşayan müslümanlarla birlikte, cahiliyye toplumlarının ve bu toplumlarda yaşayan insanların da aynı hükümlerle yargılanmasıdır. Nitekim bu yaklaşımı doğru kabul eden ve bu yaklaşıma sahip çıkan kardeşlerimiz, İslam toplumunu ve İslam toplumunda yaşayan müslümanlan muhatap alan ayet-i kerimelerden hareket ederek, cahiliyye toplumlannı ve bu toplumlarda yaşayan insanları da tekfir edebilmektedirler.

İşte bu yaklaşım, açılması ve eleştirilmesi gereken bir yaklaşımdır.

Konumuzla ilgili olarak cahiliyye toplumlarını, kendilerini semavi bir dine veya semavi bir kitaba nisbet edenler ve nisbet etmeyenler olarak iki ayrı grupta değerlendirebiliz. Bu iki ayrı niteliğe sahip toplumlar bulunduğu gibi, bu iki ayrı niteliği bünyesinde kaynaştıran toplumlar da bulunmaktadır. Nitekim bazı ülkelerde yönetici kesim ve halkın bir kısmı putperest olmakla beraber, halkın büyük bir çoğunluğu kendilerini semavi bir dine veya semavi bir kitapa nisbet eden insanlardır. Cahiliye toplumlarını iki ayrı grupta değerlendirmemizin nedeni elbetteki Kur'an'ı Kerim'dir. Çünkü Kur'an'ı Kerim bu iki ayırımı yapmakta ve putperest toplumlarla, kendilerini semavi bir kitaba nisbet eden toplumlara farklı yaklaşmaktadır. Putperest toplumların, putperestlikle ilgili birçok yöneliş ve fiilleri genel olaral tekfir edilmesine rağmen kendilerini semavi bir kitaba nisbet eden ve Kur'an'ı Kerim ifadesiyle Ehl-i Kitab olan toplumlara daha farklı yaklaşılmaktadır. Bu yaklaşımdaki en önemli farklılık, Ehl-i Kitab ifadesiyle geniş bir kitle kastedilmesine rağmen bu kitlenin genel bir tanıma ve yargıya dahil edilmemesi, “Onların arasında şöyle, şöyle kimseler vardır” seklindeki İlahi hitaplarla bu kitlenen zümrelere ayrılması ve bu zümrelere farklı yaklaşılmasıdır. Ehl-i Kitaba karşı genel yaklaşım ise daha sonraki aşamalardaki meydana gelen, bir yaklaşımdır. Meselenin bu boyutunu şimdilik noktalayarak konuyla ilgili yanlış yorumlara ve yanlış yaklaşımlara açıklık getirelim.

Bir toplumun İslam toplumu olması ile bu toplumun kendilerini İslam'a nisbet etmesi tabi ki farklı şeylerdir. Herhangi bir cahiliyye toplumu kendisini İslam'a nisbet etse de, elbetteki biz bu nisbeti batıl telakki eder ve söz konusu toplumu, İslam toplumu kabul etmeyiz. Fakat sonra, sonra ne yapılması gerekmektedir?

Bazı müfessirlere nisbet edilen ve kabul gören genel yaklaşıma göre; kendilerini İslam'a nisbet eden bir toplumun bu nisbeti dikkate alınmakta ve kendilerine “Madem ki İslam olduğunuzu iddia ediyorsunuz!.” denilerek, bu toplum gerçek İslam toplumuyla ve İslam toplumunun mükellef olduğu hükümlerle karşı karşıya getirilmekte ve dolayısıyla bu nisbetlerinin batıl olduğu açıklık kazanmaktadır. İşte bu noktaya kadar gayet makul olan bu yaklaşım, aynı mecrasında akmaya devam ettiği zaman birçok yanılgılara ve tehlikeli sonuçlara neden olan bir yaklaşımdır. Nitekim bazı İslam mütefekkirlerine nisbet edilen düşüncelerin, teoride olmasa da pratikle karşılaştığı ve çıkmaza girerek dumura uğradığı noktalar, zikrettiğimiz yaklaşımın aynı mecrada akmasının bir neticesidir. Oysa kendilerini İslam'a nisbet eden bir toplumu bu yaklaşımla değerlendirdikten ve nisbetlerinin batıl olduğuna açıklık kazandırıldıktan sonra, bu yaklaşımın durdurulması gerekmektedir.

Fakat durmamıştır, durdurulamamışdır bu yaklaşım!.

Kendilerini İslam'a nisbet eden cahiliyye toplumları bu yaklaşımla değerlendirildikten sonra cahiliyye toplumlarında yaşayan ve kendilerini İslam'a nisbet eden fertler de aynı yaklaşımla değerlendirilmeye devam edilmiştir. İşte bu nokta, birçok yanılgının başlangıç noktasıdır. Bu mecrada gelişen ve gelişecek düşünceler, insanları ister istemez İki ayrı çıkmaza götürecektir. Birinci çıkmaz, haksız tekfir olayı ile birçok ilişkilerin düğümlenmesi, ikinci çıkmaz ise müslüman olma keyfiyetinin erişilmesi güç bir hedef durumuna getirilmesidir.

Ve bu iki çıkmazın ana nedeni, İslam toplumuyla ve İslam toplumunda yaşayan müslümanlarla birlikte, cahiliyye toplumlarının ve bu toplumlarda yaşayan insanların da aynı hükümlerle karşı karşıya getirilmesidir. Halbuki herhangi bir toplumun, herhangi bir cemaatin, herhangi bir ferdin İslami mükellefiyeti, zamana, mekana, konuma ve duruma göre (birbiriyle çelişmeden gelişim göstererek) değişebilen mükellefiyetlerdir.

Konumuzun başında tekfir meselesiyle ilgili en önemli meselelerden birisinin toplumsal azgınlık meselesi olduğunu belirtmiş ve toplumsal azgınlığın, haktan batıla ve batıldan hakka olmak üzere iki ayrı istikametinden söz etmiştik. Bu iki ayrı istikameti dikkate almayan ve önemsemeyen kimselerin, tekfir meselesinde hiç konuşmamala ve susmalarını istirham ediyoruz. Çünkü tekfir meselesi, bu istikametlerle çok yakından ilgili olan bir meseledir.

Mesela iki insan ele alalım.

Bunlardan birincisi İslam toplumunda yaşayan bir müslüman, diğeri ise cahiliyede yaşayan herhangi bir insan olsun. İslam toplumunda yaşayan müslüman, herhangi bir küfür fiilini işlediği zaman, bu müslüman haktan batıla meyletmiş olur. Haktan batıla meylederek küfre giren bir kimseye İslam'ın yaklaşımı, dinin ve İslam toplumunun maslahatını gözeterek tekfir etmektir. Dikkat edilirse İslam'daki bu tekfir eylemi, çok önemli iki maslahata binaen yapılan bir eylemdir. Bunlardan birincisi dinin maslahatıdır ki söz konusu küfür fiilini İşleyen kişi tekfir edilerek, bu fiil ve bu fiili işleyen fail, tertemiz bir din olan İslam'dan uzaklaştırılmıştır. İkinci gözetilen maslahat ise müslümanların maslahatıdır. Çünkü İslam toplumunu meydana getiren kimseler, birbirlerini tanımasalar da kendilerinden gözüken insanların müslüman oldukları ön kabulüyle hareket ederek karşı tarafa güven duyan kimselerdir. Dolayısıyla müslümanlardan gözükmesine rağmen küfür fiilini işleyen bu kimse tekfir edilerek, müslümanlar hem bu küfür fiilinden şiddetle sakındırılmakta ve hem de küfür fiilini işleyen kimsenin şerrinden korunmaktadır. Meselenin bu boyutunu daha fazla açmadan örnek verdiğimiz ikinci insana geçelim. Cahiliyede yaşayan bu insan aynı küfür fiilini işleyerek İslam'ı kabul etmezse, bu insan batıldan hakka gelmeyen bir insan durumundadır.

Peki, bu insana İslam'ın yaklaşımı nasıldır?

Aynı küfür fiilini işleyerek haktan batıla meyleden bir insanı hemen tekfir ettiği gibi, batıldan hakka gelmeyen bu insanı da hemen tekfir etmekte midir?

Hayır!. Elbetteki hayır!.

İslam'ın bu insana yaklaşımı, hak ve batıl tamamen ortaya çıkıncaya kadar bu insana yönelik tebliği sürdürmek ve Sünnetullah'ın bir gereği olarak mühlet vermektir.

Haktan batıla meyleden kimseye tebliğ ve mühlet hakkının verilmemesi ise İslam toplumunda yaşayan ve İslam'la müşerref oian böyle bir kimsenin, toplumsal baskı, toplumsal yanılgı ya da bilmemezlik gibi bir mazerete sahip olmamasıdır. Oysa uzun yıllar batıl bir yaşantı içinde bulunarak kendilerine empoze edilen batıl değer ölçülerinden etkilenen insanlar, bu toplumsal etkileşimin bir neticesi olarak karşılaştıkları hakkı kısa sürede algılayıp, bu hakka teslim olamayabilirler. Dolayısıyla İslam'ın bu gibi insanlara karşı müslümanlara vazettiği yaklaşım, bu insanları tekfir etmeden onlardan yumuşak sözle ayrılmak, o insanların anlayabileceği değişik versiyonlarla, hikmetle ve güncel örneklerle İslami tebliği devam ettirmek ve hak tamamen ortaya çıkıncaya kadar onlara mühlet vermektir. Dikkat edilirse, haktan batıla meylederek küfre giren kimseyi dinin ve müslümanların maslahatı gereği tekfir eden İslam, batıldan hakka gelmemek için ayak direyen insanı da, bu insanın muhtemel maslahatı için tekfir etmemektedir. Daha açık bir ifadeyle İslam'a göre herhangi bir insanı tekfir etmek veya tekfir etmemek, kin, öfke, düşmanlık gibi nefsi nedenlerden değil, dinin, müslümanların ve insanların maslahatlan gözetilerek yapılan bir eylemdir.

Verdiğimiz bu ikili örnek düşünüldüğü zaman, haktan batıla ve batıldan hakka olan bu iki ayrı istikametin, hem tekfir meselesinde ve hem de herhangi bir insanın durumunu değerlendirirken önem kazanacağı anlaşılacaktır. “Herhangi bir insanın durum değerlendirmesiyle, bu istikametlerin ne ilgisi var?” demeyin. Mesela herhangi bir taşı suya attığımız zaman meydana gelecek olan halkaları ele alalım. Taşırı düştüğü merkezdeki ilk halkaya A, bir sonrakine B ve daha sonrakine C diyelim. A halkası tertemiz bir İslam'ı, B halkası bidat ve hurafelerle karışık bir İslam anlayışını ve C halkası da küfür düzlemini temsil etsin.

Şimdi bana B konumundaki insanın durumunu sorsalar, bu soruya cevap vermeden önce söz konusu insanın daha önce nerede olduğunu soranm. Bu insan daha önce A düzlemindeyse, birçok tevhidi gerçeklen kavramasına rağmen B düzlemine kaymışsa, bu insanın durumu çok menfidir. Çünkü bu insan, haktan batıla meyleden bir insandır. Söz konusu insan daha önce C düzlemindeyse ve C düzleminden B düzlemine geçmişse, ben bu durumu müsbet bir gelişme olarak telakki ederim. Çünkü bu insan henüz hakka gelmemekle beraber, hakka yönelen bir insan durumundadır. Dikkat edilirse burada önemli olan istikamettir. İstikameti batıldan hakka doğru ise müsbet, haktan batıla doğru ise menfi bir durumdur. Dolayısıyla daha önceleri muvahhidlerin safında olan bir müslümanı, herhangi bir belamın arkasında namaz kılarken gördüğümüz zaman göstermemiz gereken tepki ile; daha önceleri marksist olan bir genci aynı bel'amın arkasında namaz kılarken gördüğümüz zaman göstermemiz gereken tepki birbirinden farklıdır. Önceleri marksist olan gencin bu durumunu, namaza teveccüh ve İslam'a meyil olarak telakki ederek müsbet karşılarız. Yöneldiği ve meylettiği dini henüz bilmeyen bu gence, tekfir değil tebliğle yaklaşmamız gerektiğini biliriz. Söz buraya geldiği zaman tekfir meselesinde sıkça gündeme gelen bir soruya da açıklık kazandırmamız gerekecektir.

İslam'a göre bilmemek mazeret midir?

Bu ciddi soruya “Mazerettir” ve “Mazeret değildir” diyerek birbiriyle kutupSaşan önemli bir çoğunluk vardır. Biz ise bu iki ayn kutuplaşmaya dahil olmadan, meselenin tahlil edilerek çözümlenebileceği kanaatindeyiz. Öncelikle şunu belirtmek isteriz ki bu mesele, toplumların keyfiyetine göre farklı düzlemlerde ele alınması gereken bir meseledir. Meseia İslam toplumunda, toplumun ahenk ve nizamıyla ilgili olarak tüm vatandaşlara defalarca tebliğ edilen İslami prensiplerde, bilmemek mazeret değildir. Çünkü bu prensipleri öğrenmek müslümanların, öğretmek ise yetkililerin görevidir. Dolayısıyla İslam toplumunun ahenk ve nizamıyla ilgili olarak yetkililerin bildirmekle, müslümanların bilmekle yükümlü oldukları İslami prensiplerde, bilmemek mazeret değildir.

Hak ile batılın birbirine karıştırıldığı ve çoğu zaman batılın hakmış gibi empoze edildiği cahili toplumlarda ise durum farklıdır. Böylesi toplumlarda yaşayan insanları kastederek “Bilmemeleri mazerettir ya da mazeret değildir” diyebilmemiz için, bu insanlann bilmeleri gereken şeyin ne olduğuna açıklık getirmemiz gerekir.

Evet, bu insanların bilmeleri gerekirken bilmedikleri şeyler nelerdir?

Tabi ki konumuz İslam olduğu için, bu soruya İslami perspektiften cevap verilecek ve “Bir İnsanın müslüman olabilmesi ve İslam'da kalabilmesi için bilmesi gereken gerçeklerdir” denilecektir.

Peki sormak istiyorum.

Bir insanın müslüman olabilmesi ve İslamlda kalabilmesi için bilmesi gereken gerçekler nelerdir?

Hiç kuşkusuz ki birçok kardeşim, bu soruya uzun ve detaylı cevaplar verebilecek bir birikime sahip kardeşlerimdir. Oysa meselenin aydınlanabilmesi için bu soruya hepimizin malumu olan cevapları vermek yerine, insanlann bilileri gereken İslami gerçekleri ikiye ayırmamız gerekecekir.

Bunlardan birincisi, tebliğe muhtaç olmayan fıtri gerçeklerdir. Diğeri ise tebliğe muhtaç gerçeklerdir. Mesela herhangi bir insan, ister cahiliye toplumunda yaşıyor olsun, isterse bir dağ başında bulunuyor olsun, bu kainatı yaratan bir Yaratıcıya iman etmekle yükümlüdür. Çünkü Kalu belada tasdik ettiğimiz bu gerçek, herkesin fıtratında bulunan ve tebliğe gerek duymayan bir gerçektir. Şanı yüce Rabbimizin isimleri, sıfatları, insanlara yönelik emir ve nehiyleri ise tebliğe muhtaç gerçeklerdir. Dolayısıyla tebliğe muhtaç gerçekler konusunda hak tebliğle karşılaşmamış ve bunun ötesinde bu gibi konularda batıl telkinlerin saldırısına uğramış olan insanların, hak tebliğe muhtaç olan böylesi gerçekleri bilmemeleri bir mazerettir. Bu mazereti dikkate alarak bilmemekten ya da yanlış bilmekten kaynaklanan bir yanlışa, bir şirke düşen insana olan İslami yaklaşımımız, bu yanlış fiili esas alarak tekfire değil, bilmemesini esas alarak tebliğe yönelmemizdir. Çünkü tebliğe muhtaç olan gerçekler konusunda, bilmemenin bir mazeret olduğunu kabul ediyoruz. Bazı kardeşlerimiz bu yaklaşımımıza karşı çıkarak “Oku emrini veren Kur'an-ı Kerim ortadadır. Okusunlar, öğrensinler” diyeceklerdir. Elbetteki Kur'an-ı Kerime ilgisiz kalmamaları, bilmeleri gereken gerçekleri okuyarak öğrenmeleri gerekmektedir. Ancak kendilerine göre haklı veya haksız nedenlerle onların bu “Oku” emrinin gereğini yapmamaları, aynı Kitab'ın bizlere yüklediği “Tebliğ edin” emrini görmemezlikten gelmemizi gerektirmez.

Bu önemli mesele,1 itidal ve insafla ele alınması gereken bir meseledir. Batıl bir itikad ve batıl bir yaşantı içinde olan bir insan, ne anlama geldiğini bilmeden kelime-i tevhidi söylediği zaman nasıl ki o kimseye hemen “Müslüman” sıfatı vermiyorsak ve vermememiz gerekiyorsa; ne anlama geldiğini bilmeden şirk ya da küfür sözünü söylediği zaman da, o kimseye hemen “Kafir” veya “Müşrik” sıfatını vermememiz gerekir.

Bilmemenin mazeret olup-olmadığı, dikkate alınıp-alınmayacağı konusuyla ilgili olarak Buhari ve Müslim'de şöyle bir hadis rivayet edilmektedir.

İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: Ben, peygamberlerden (aleyhimüsselam) birinin acıklı bir hikayesini anlatmış olan Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ı şu anda sanki tekrar seyrediyor gibiyim. Demişti ki:

“Kavmi ona şiddetle vurup yaralamıştı. O hem akan kanlarını siliyor, hem de: “Allahım, kavmimi mağfiret et, çünkü onlar bilmiyorlar” demişti.”

Evet, kendi dışımızdaki insanlara karşı göstermemiz gereken bu insaflı, bu itidalli, bu merhametli yaklaşımı, kendi içimizdeki kardeşlerimize yani müslümanlara karşı da göstermemiz lazımdır. Çünkü tekfir meselesinde haddi aşan bazı kimseier, geleneksel anlayış içindeki bazı salih kimselere zulmettikleri gibi kendilerine ve gerçekten müslüman olan kimselere de zulmetmektedirler. Bu kimseler, Kur'an-ı Kerime bir bütün olarak,yaklaşmak adına öyle bir müslüman tanımlaması getiriyorlar ki, yaşadığımız coğrafyada bu tanıma göre müslüman olabilene aşkolsun!.

Bu kimselerin temel yanılgısı, İslam toplumunda yaşayan müslümanlarla birlikte, cahiliyye toplumlannda yaşayan insanlan da aynı hükümlerle karşı karşıya getirmeleridir. Böyle bir yaklaşımın neticesi ise müslüman olma keyfiyetinin erişilmesi güç bir hedef durumuna getirilmesi ve haksız tekfir olayı ile birçok ilişkilerin düğümlenmesidir. Halbuki herhangi bir toplumun, herhangi bir cemaatin, herhangi bir insanın İslami mükellefiyeti, zamana, mekana, konuma ve duruma göre (birbiriyle çelişmeden gelişim göstererek) değişebilen mükellefiyetlerdir.

Mesela bana, “Bir müslüman nasıldır, neleri yapar, neleri yapmaz” şeklinde bir soru sorsalar, Kur'an-ı Kerim bütünlüğündeki kamil müslüman tanımını bilmeme rağmen hemen cevap vermez ve söz konusu.müslümanın durumunu, nerede ve hangi şartlarda yaşadığını sorarım. Çünkü bu soruya detaylı cevap verebilmemiz, Kur'an-ı Kerim'in dikkate aldığı hususlan, bizim de dikkate almamamıza bağlıdır. Nitekim konumuzun başında “Kur’an-ı Kerim'deki bir hüküm tefsir edileceği zaman bu hükmün nerede, ne zaman ve hangi konumdaki kimseleri mükellef tuttuğu mutlaka ve mutlaka dikkate alınmalıdır” demiştik. Çünkü müslüman olma keyfiyeti ve bu keyfiyetin getirdiği mükellefiyetler, müslümanların içinde bulunduğu konuma göre gelişim ve değişim gösteren mükellefiyetlerdir. Cahili bir toplumda yaşayan müslümanların mükellefiyetleri ile İslam toplumunda yaşayan müslümanların mükellefiyetleri tabi ki birbirinden farklıdır. Bazı kimselerin hikmetini anlayamadığı bu farklılıklar, Rahman ve Rahim olan Rabbimizin bizler için rahmet olan şu hükümlerinden kaynaklanmaktadır.

“Allah hiçbir kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez.” [47]

“Hiçbir nefse gücünün kaldırabileceği dışında birşey yüklemeyiz..” [48]

“Allah hiçbir nefse, verdiğinden başkasını teklif etmez.” [49]

Müslümanların mükellefleriyle ilgili ayet-i kerimeleri bu hükümlerin ışığında tefsir etmemiz gerektiği gibi tekfirle ilgili ayet-i kerimeleri de yine bu hükümlerin ışığında ve . müslümanların konumuna göre tefsir etmemiz gerekir. Mesela Medeni surelerde zikredilen bazı ayet-i kerimelerde, müslümanlara sakınmaları gereken fiiller bildirilmekte ve bunlardan sakınmadıkları zaman mü'min ve müslim olmadıklan beyan edilmektedir. Bu fiiller arasında her hangi bir ayırım yapmadan, cahiliyye toplumunda yaşayan müslümanları bu fiillerle karşı karşıya getirmek, bilerek veya bilmeyerek yapılan bir zulümdür. Çünkü (İslam devletinde yaşayan müslümanları mükellef tutan bu hükümlerde “Allah'ın sizlere lütfettiği bu devlete, bu nimete, bu imkanlara rağmen şunlara yapmazsanız veya bunlan yaparsınız..” İnceliği bulunmaktadır. Mesela tağuta itaat, Allah'ın hükmüne rağmen bir itaat olduğu zaman, bu itaat tağuta kulluktur. Bu gerçek, fazla tartışmadan kabul edilebilecek bir gerçektir. Fakat bu gerçeğin kabul edilmesi, meselenin aydınlanması için yeterli değildir. Nitekim birçok düşünür bu gerçeğe paralel bir bir yaklaşım göstermesine rağmen, bu yaklaşımdan hareketle yanlış vadilere sürüklenebilmiştir. Bu yanılgının nedeni “Allah'ın hükmü” ifadesiyle kasdedilen ve kasdedilmesi gereken şeyin, yeterince anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır.

Tağuta itaat, Allah'ın hükmüne rağmen bir itaat ise bu itaat tağuta kulluktur.

Açık bir gerçeği içeren bu cümledeki “Allah'ın hükmü” ifadesinden ne anlamamız gerekmektedir?

Bu konudaki genel kanı, Kur'an'ı Kerim'de zikredilen hükümlerin tamamını kapsamaktadır. İtikadı açıdan bu hükümlerin hepsine iman etmek elbetteki İslami bir mükellefiyetimizdir. Ancak iman edilen bu hükümler “Amel imandan bir cüzdür” görüşüyle birleştirildiği zaman, ister-istemez haksız tekfir vakasıyla karşılaşılacaktır. Bu yanılgının sebebi, “Allah'ın hükmü” ifadesinden ne anlaşılması gerektiğinin yeterince açıklık kazanmamasıdır, Kur'an'ı Kerim, hepimizin bildiği ve iman ettiği gibi, Allah'ın hükümlerin bildiren ve beyan eden bir Kitab'tır. Bir müslüman olarak Kur'an'ı Kerim'deki bütün hükümlere muhatap olduğumuz gibi, bu hükümlere İman etmekle de mükellefiz. Ancak muhatap olduğumuz bazı hükümlere karşı İslami mükellefiyetimiz, ameli değil itikadi bir mükellefiyettir. Daha açık bir ifadeyle itikadi mükellefiyetimiz bütün hükümleri kuşatmasına rağmen, ameli mükelefiyetimiz içinde bulunduğumuz konum itibariyle bütün hükümleri kuşatıcı değildir. Nitekim meseleyi ameli düzlemde değerlendirdiğimiz zaman, hiçbir kuşku duymadan iman etmekle mükellef olduğumuz bazı hükümlerle, içinde bulunduğumuz konum itibariyle ameli düzlemde henüz mükellef olmadığımızı müşahade ederiz. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'de zikredilen bütün hükümleri, içinde bulunduğumuz konum itibariyle ameli düzlemde mükellef olduğumuz ve henüz mükellef olmadığımız hükümler şeklinde değerlendirmemiz gerekir.

İşte meselenin bu boyutu dikkate alındığı zaman “Allah'ın hükmü” ifadesinden ameli düzlemde ne anlamamız ve ne anlaşılması gerektiği de açıklık kazanacaktır. Yukarıda zikrettiğimiz cümlede geçen “Allah'ın hükmü” ifadesinden, ameli düzlemde anlamamız gereken şey, içinde bulunduğumuz konum itibariyle mükellef olduğumuz hükümlerdir.

Şanı yüce Rabbimiz cahili toplumlarda yaşayan ferdi müslümanları, cemaat yapısına geçen müslümanları ve dar'ul İslam'a kavuşan müslümanları, bu müslümanların içinde bulundukları konum itibariyle değişik hükümlerle mükellef tutmaktadır. Bu hükümleri birbiriyle mukayeseli olarak değerlendirdiğimiz ve Medine döneminde nazil olan bazı hükümlerin, Mekke döneminde neden nazil olmadığını yeterince araştırdığımız zaman, hem birçok hikmetlerle karşılaşacak ve hem de aşağıdaki ayet-i kerimelerin ne anlama geldiğini daha iyi idrak edebileceğiz.

“Allah hiçbir kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez..” [50]

“Allah hiçbir nefse, verdiğinden başkasını teklif etmez..” [51]

Evet, Rahman olan Rabbimiz hiçbir nefse güç yetireceğinden başkasını yüklemez, yüklemez ama, ne yazık ki Rabbimizin yüklemediğini yüklenen ve etraflarına da yüklemeye çalışan kardeşlerimiz bulunmaktadır!. Oysa Rahman ve Rahim olan, engin lutfu ile insanlara verdiklerinin sadece bir kısmını talep eden Rabbimiz, “Güç yetirebileceğimiz hükümlerle mükellefiz” cümlesindeki “Güç yetirebileceğimiz” ifadesinden ne anlamamız gerekir?

İnsanların sahip olduklan kişisel güç, insanlann yapılarına, durumlarına ve yeteneklerine göre değişebilen bir güç olduğuna göre, “Güç yetirebileceğimiz..” ifadesine genel olarak hangi doğru anlamı veya hangi doğru ölçüyü vermemiz gerekir?

Meseleyi herkes kendi kişisel gücüne göre değerlendirerek genel kanaatler ileri sürerse, elbetteki birçok ihtilaflar meydana gelecektir. Nitekim bazı samimi kardeşlerimiz güç yitirerek yaşadıklan bazı hükümleri, güç yetirerek yaşanması gereken hükümler olarak İleri sürmekteler ve diğer insanian da bu hükümlerle mükellef tutmaktadırlar. Dolayısıyla haksız tekfir vakalarının bir nedeni de, böylesi yaklaşımlar olmaktadır. Bu gibi ihtilaf ve yaklaşımlardan uzaklaşabilmek için bu önemli meseleyi Kur'an'ı Kerim'e götürdüğümüz zaman güç meselesinde genel olarak şu gerçeklerle karşılaşırız.

1- İslam cemaatinin bulunmadığı bir ortamda ferdi mükellefiyeti içeren bir hüküm, İlahi daveti kabul eden bütün müslümanlara şamil kılınan bir hüküm ise bu hüküm bütün insanların güç yetirebilecekleri bir hükümdür. İnsanların, insan olma hasebiyle sahip olduklan kişisel güç, bu hükmün yaşanabilmesi için yeterli bir güçtür. Nefsi marazları ve zaaflan ileri sürerek “Benim buna gücüm yetmez” demek, batıl bir yaklaşımdır. Çünkü genele şamil kılman bu hükümde, insanlann yapılanna, konumlarına ve yeteneklerine göre değişebilen kişisel gücün tavanı değil, Rabbini ölçüye göre tabanı esas alınmaktadır.

2- İlahi davetin değişik merhalelerinde sadece Resulullah (s.a.v.)'i muhatap alan hükümleri ise nübüvvetle, imametle, tebligatla, ilgili hükümler olmak üzere muhtelif gruplarda değerlendirebiliriz. Müslümanlar içinde bulundukları konum ve yüklendikleri misyon itibariyle bu hükümlerden bazılarıyla mükelleftirler. Mesela İlahi daveti şahıslarında sembolleştirmekle yükümlü olan öncü ve örnek müslümanlar, tebligatla ve mübelliğle ilgili hükümleri yaşamakla mükelleftirler. Ancak yaşadıkları bu hükümleri genele şamil kılma yetkisinde değillerdir. Çünkü davetçi müslümanların fıkhı ile davete muhatap olan ve daveti kabul eden müslümanların fıkhı arasında belirgin farklar vardır. İlahi daveti gündeme getiren bir müslüman, cahüiye toplumunda yaşamasına rağmen İsİam toplumunda yaşayan müslümanların mükellef olduklan birçok ferdi hükümleri şahsında yaşayabilir. Müslümamn bu davranışı kutlanacak ve gıpta edilecek bir davranıştır. Ne var ki kendisinin güç yetirebildiği bu davranışlara, başka insanların da güç yetirebilmesini bekleyemez. Bunu bekleme yetkisinde olmadığı gibi bu davranışları gösteremeyenleri tekfir etme yetkisinde de değildir. Çünkü İslam'ı kabul eden fertlere yüklenecek mükellefiyetlerde gösterilmesi gereken genel tavır, davetçinin kişisel potansiyeline göre değil davete muhatap olan insanların sahip oldukları kişisel potansiyellerin tabanına göre tesbit edilir. İlahi davete muhatap olan insanlann genel konumlarına göre hikmetli bir gelişim gösteren bu taban esnasında, nefsi marazlardan kaynaklanan zafiyetler dikkate alınmadığı gibi öncü müslümanların sahip olduklan aşkın potansiyel de dikkate alınmamakta ve taban esası bu iki ayrı kutuba göre tesbit edilmemektedir.

3- Gelişmiş bir cemaat yapısına kavuşan müslümanlara genel bir hüküm vazedileceği zaman, bu hükümlerde kişisel potansiyeller değil, cemaat potansiyeli dikkate alınmaktadır. Mesela davetin ilk merhalelerinde sadece Resulullah (s.a.v.)'i muhatap alan bir hüküm, Efendimiz (s.a.v.) ve bu hükme güç yetirebilen müslümanlar tarafından yaşanmasına rağmen genele şamil kılınan bir hüküm değildir. Dolayısıyla bu hükmü yaşayanlar kutlanırken, yaşama-yanlann tekfir edilmesi söz konusu değildir. Fakat görüyoruz ki davetin ilk merhalelerinde genel şamil kılınmayan bir hüküm, müslümanlar gelişmiş bir cemaat hukukunu yaşamaya başladıktan sonra genele şamil kılınmaktadır. Çünkü fert halindeyken bu hükme güç yetiremeyen müslümanlar, böyle bir cemaat yapısına kavuştukları zaman cemaat potansiyeline sahip olmaktalar ve bu cemaat potansiyeli ile güç kazanabilmektedirler. Artık kişisel potansiyelerin azlığı veya yetmezliği bir mazeret değildir. Çünkü cemaate şamil kılınan bir hükmün, cemaate bağlı fertler tarafından yaşanmasından hem bu fertler ve hem de cemaat sorumludur. Bir İslam cemaatinde genele şamil kılman bir hüküm varsa, bu cemaate bağlı olan müslümanlar ferdi düzlemde bu hükümleri yaşamakla mükellef olduklan gibi, bu hükümleri kişisel güçleriyle yaşayamayan kardeşlerine yardım etmekle de mükelleftirler. Kur'an'ı Kerim'de İslam cemaatını muhatap alan hükümler ise, hiç kuşkusuz ki davetin merhalesine ve cemaatin sahip olduğu potansiyele göre hikmetli bir gelişim göstermektedir.

Netice olarak güç meselesine bütün bunları dikkate alarak yaklaşmamız, kendimizin güç yetirebildiği bir şeyle, herkesi mükellef tutmamamız gerekir, Mesela herhangi bir hakkı gaspedildiği zaman bunu göğüsleyebilen, bu hakkını geri alabilmek için tağuti kurumlara başvurmaktan sakınan kardeşlerim vardır. Kardeşlerimin bu yaklaşımını makbul bir takva olarak görmeme rağmen; bu yaklaşımı İslami bir teşvik olarak değil, İslami bir mükellefiyet şeklinde genele şamil kılmalarını ise makul karşılıyamıyorum. Çünkü böylesi konularda takva esas alınarak fetva verilmez. Mustazaf bir müslümanın kendisine göre oldukça önemli olan ve İslam'a göre de meşru olan bir hakkı gaspedilmişse, benim bu müslümana “Hakkını alabilmen için hiçbir tağuti kuruma başvurma” diyebilmem için, bu müslümana hakkını alabileceği ya İslami bir kurum göstermem ya da bu müsiümanın gaspedilen hakkını bizzat gidip benim almam gerekir. Bunları yapamıyorsam, susmayı tercih ediyorum. Bu müslümana “Hakkını alabilmen için tağuti kurumlara başvurman caizdir” demekten Allah'a sığındığım gibi, çaresiz kalarak bu başvuruyu yapan müslümanîan tekfir etmekten de Allah'a sığınıyorum. Ve bu vesileyle Rahman olan Rabbimizin af ve mağfiretine, hepimizin, hiç istisnasız hepimizin muhtaç olduğunu bir kez daha hatırlatmak istiyorum.

Şimdi sözü daha fazla uzatmadan ve buraya kadar yazdıklanmızı çok kısa bir mukaddime kabul ederek meseleyi genel bir çerçeve içine almak istiyoruz.

Tasdik ve tekfir meselesi, dünya müslümanlarının oldukça hassas yaklaşmaları gereken meselelerdir. Çünkü herhangi bir insanın müslümanlığını tasdik etmek ya da herhangi bir insana müşrik veya kafir diyerek tekfir etmek, bizlerin insiyatifine bırakılan ve muhayyer olduğumuz meseleler değildir. Allah adına ve Alah'ın nzası için tasdik veya tekfir etmemiz gerektiği zaman, hiç şüphesiz ki Kur'an-ı Kerim'i dikkate almamız ve Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen meselemizle ilgili ayet-i kerimeleri yerine, zamanına ve muhatabına göre değerlendirmemiz gerekecektir. Bu önemli meseleyi Kur'an-ı Kerim'e göre değerlendirmek demek, elbetteki Kur'an'dan habersiz insanları, Kur'an-ı Kerimle yargılamak demek değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de beyan edilen gerçekler, öncelikle ve öncelikle tebliğ edilmesi gereken gerçeklerdir.

Bu gerçekler tebliğ edilecektir ki, insanların bu gerçekler karşısındaki tutumları, bu gerçekler karşısındaki inanışlan ortaya çıkabilsin. Bu gerçekler tebliğ edilmeden ve bu tebliğ açıklık kazanmadan, insanlara mü'minlik, müslümanlık, müşriklik, kafirlik gibi sıfatlar vermek, Kur'ani bir yaklaşım değildir. Çünkü mü'minlik, müslümanlık, müşriklik, kafirlik gibi sıfatlar, tüm insanlann İlahi vahiy karşısındaki yaklaşımlarına, İlahi gerçekler karşısındaki tutum ve inanışlarına göre kazanacakları sıfatlardır. Dolayısıyla bizlere düşen görev, muhatabımızın iddiası ne olursa olsun (bu iddiayı tasdik veya tekzip etmeden önce) ona insan olarak yaklaşmak, insan olarak tanımlamak, insan olarak değer vermek ve ona İslam'ı''tebliğ etmektir. Bu tebliği reddeden insanları da sıfatlandırmakta acele etmeyip, İlahi tebliği reddetme nedenlerini anlamaya, bu nedenleri izale ermeye çalışarak, tebliğimize sabır, tebliğimize merhamet, tebliğimize süreklilik kazandırmamızdır.

Bu tebliğ süresince bizler için önemli olan, bu daveti kimlerin kabul ettiği, İlahi gerçeklere kimlerin teslim olduğudur. Çünkü İlahi davetin ilk dönemlerinde İslam dinine kimlerin dahil olmadıklarına değil, kimlerin dahil olduklarına önem verilmektedir. Tabi ki doğru ve hikmetli bir yaklaşımdır bu. Çünkü İslam toplumunda kimlerin İslam'dan çıktığı önemli iken, cahiliyye toplumlarında ise kimlerin İslam'a girdiği önemlidir. Dolayısıyla bu ülkeyi dar'ul İslam, bu toplumu da İslam toplumu görmediğimizden kimlerin tekfir edilmesi gerektiğini değil, bu toplumda kimlerin müslüman olduğunu, kimlerle kardeşlik hukukumuzu, kimlerle velilik hukukumuzu yaşamamız gerektiğini önemsemeliyiz.

Evet, yazdıklarımızla ilgili birçok ayet-i kerimeler ve örnekler vermekten kaçınarak meseleyi çok kısa olarak değerlendirmek istememize rağmen kitab sınırlarım zorlamış bulunuyoruz. Fakat yine de meseleye duyarlı ve itidalli kardeşlerimizin, kısa cümlelerdeki uzun manaları anlayabildikleri ve tekfir meselesine yönelik bu gibi yaklaşımlarla ilgili olarak genel bir kanaate sahip olabildikleri umudundayız.

İfrat ve tefride yönelik yaklaşımların kutuplaştığı ve her kutubun bazı ayet-i kerimeleri seçerek görüşlerini savunduğu böylesi önemli meselelerin ortak bir neticeye ulaşabilmesi, bu gibi meselelere tarafgirlikten uzak bir İtidalle yaklaşılmasına ve söz konusu meselenin Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde değerlendirilmesine bağlıdır.

Bu önemli meselede ifrat veya tefride düşmelerine rağmen bu durumlarının farkına varamayan kardeşlerimize, kendilerini tanımalarıyla ilgili olarak küçük bir ipucu vermek istiyorum. Herhangi bir meselede sahip olduğunuz görüşünüzü yüzlerce ayet-i kerimeyle çok akli olarak savunmanıza rağmen, o meseleyle ilgili birkaç farklı ayet-i kerimeyi görmemezlikten gelmeye, gündeminize almamaya veya tevillerle zorlamaya meyledebiliyorsanız, söz konusu meseleyi Kur'an'ın bütünlüğüne göre çelişkisiz değil, delil olarak ileri sürdüğünüz yüzlerce ayet-i kerimeye göre çelişkili değerlendiriyorsunuz demektir. Oysa bizleri biraraya getirebilecek olan değerlendirme, söz konusu meseleyi Kur’an'ın bütünlüğünde ele alan çelişkisiz değerlendirme olacaktır. Dolayısıyla müslümanlar arasında yaşanan bu gibi çelişkiler, kendisinde hiçbir çelişki bulunmayan Kur'an'ın bütünlüğünde değerlendirildiği zaman, çelişkisiz bir neticeye ulaşılabilecektir.

Vahdet ilişkilerindeki temel prensiplerle ilgili olarak bu kısa girişi yaptıktan sonra, bu ilişkileri geliştireceğimiz muhatapları üç ayrı tasnife tabi tutarak, meseleyi müstakil başlıklarda ele alabilir ve özellikle tasdik ve tekfir meselesini daha açık bir hale getirebiliriz.

Sözkonusu başlıkları değerlendirirken, aynı konuyla ilgili daha önceki kitab çalışmalarında belirttiğimiz muhtelif hususlara da değinecek ve gerekli gördüğümüz bazı yaklaşımları tekrar gündeme getireceğiz. Bu tekrarlarda bulunmamızın bir nedeni, bu meselelere İlahi vahiyden kaynaklanan dünkü yaklaşımlarımız ile bugünkü yaklaşımlarımız arasında bir fark olmaması, diğer önemli nedeni ise tekrar zorunda kaldığımız bu gerçeklerin, pratik yaşantıda somutlaşıncaya kadar tekrar tekrar gündeme getirilmesi gereken gerçekler oluşudur.''
 
Y Çevrimdışı

Yavuz_Selim

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
muvahhid kardeş konuya vakıf değilseniz lütfen biliyormuş gibi yapmayın.

Mehmed Alagaş Tüekiye deki günümüz insanların durumunu şöyle tesbit ediyor :

Madem kendilerini Kitaba nispet edenlere Ehl-i Kitap deniyor o halde Türkiye deki halk ta Kitap Ehlidir. Her ne kadar kitapları
tahrif edilmemiş ise de onları gizlemişlerdir. Dolayısıyla her ne kadar müslüman değilselerde Kitap Ehli dirler.

Bunun akabinde aynen kalemşör nikli şahsın da dediği gibi bunları tekfir edemeyiz diyor ve Kuran ayetlerinden Kitap Ehli bazı
kimselerin ne kadar iyi insan olduklarını anlatıyor vs vs

konuya vakıf olmadığınız uzun uzun alıntılarınızdan belli oluyor önce okuyun sonra yorum yapın

Yani mehmed alagaş burada ''ehli kitap'' diye kendilerine müslüman diyen ve seçimlerde oy kullanan insanlardan mı bahsediyor ?

Anladığım kadarıyla, mehmed alagaş seçimlerde oy kullanan insanların hepsini tekfir etmiyor galiba.

Ben şuana kadar kendisinin 3 tane kitabını okudum; ''Alnımdaki Işık'' , ''Tevhid ve şirk'' ve ''Din gerçeği ve İSLAM'' isimli kitaplarını okudum , bu kitaplarını baya beğenmiştim.
 
Y Çevrimdışı

Yavuz_Selim

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Tasdik ve Tekfir Meselesi/ Mehmed Alagaş
Dolayısıyla tahrif edilmiş semavi bir dinde bulunmalarına rağmen bu dinin bozulmamış doğruları olan gerçeklere sarılan yani “Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunan kimselere” rahmetle yaklaşılmaktadır.

Bunu bulamadım. Bu söz nerede geçiyor ?
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Ana Sayfa Alt