Tevbe-i Nasuh ile alâkalı bir âyette inanan insanlar muhatap alınıyor ve şöyle deniyor: “Ey iman edenler! Kendi nefsiniz hakkında hayırhahlık düşüncesiyle Allah’a tevbe edin” (Tahrim, 66/8).
Ayette üzerinde durulması gereken üç kelime var. Bunlar sırasıyla: İman, tevbe ve nasuh kelimeleridir.
Birinci kelime imandır. İman, İslâm’ın bütününü dil ile ikrar kalb ile tasdik etmek, demektir. İnanılması gereken meselelerin hepsine inanmadıkça insan iman etmiş sayılamaz.
Bizim için mühim olan imanın şer’i ma’nâsıdır. Bununla beraber “İman” kelimesinin lügat ma’nâsı nazara alınacak olursa, her iman eden insan Allah’ın teminatı altına girmiş olur. Evet, dünyada, dağlar gibi hadiselerin altında kalıp ezilmekten; ahirette ise dünyanın en büyük musibet ve belasına rahmet okutacak kadar dehşet verici azabın pençesine düşmekten, insan ancak imanı sayesinde kurtulur ve emniyete erer.
İkinci kelime tevbedir. Tevbe kişinin kendini yenilemesi ve bir iç-onarımdır. Yani, sapdırıcı düşünce ve davranışlarla bozulan kalbî muvânezeyi, yeniden düzene koyma uğrunda, ferdin, Hak’dan Hakk’a kaçması, daha doğrusu, O’nun gazabından lütfuna, hisabından rahmet ve inâyetine sığınmasıdır tevbe.
Tevbeyi, günah duygusuyla, benliğin bir hisablaşması şeklinde ta’rif etmek de mümkündür. Yani, nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve idaresine karşı, benlik ve iradenin, yüce dağlar gibi, günahların karşısına dikilip ona geçit vermemesidir tevbe.
Günah, muvâzenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse, tevbe, usûlüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmakdır. Diğer bir ifade ile, günah; vicdanın muvakkat bir murakabesizliğinden, rûhun aldığı yara ise, tevbe; kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi ve çok ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması ve böylece duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.
Günah, insanda şeytanın hâkimiyeti ve nefsin tesiriyle olduğuna göre, tevbe, şeytana karşı duyguların müdafaası ve ruhdaki âhenksizliği, dezarmoniyi düzenleme gayreti demektir.
Günah, erozyonlarının; ruhu törpüleyip aşındırmasına karşılık tevbe, gönül zeminini, düşünce ve sözlerin en güzeli “kelime-i tayyibe” ile çimlendirmek ve o erozyonların tahribatını önlemekdir. Gözlerin döneyazacağı, yüreklerin hoplayacağı gün gelmeden, yürekleri hoplatan tevbe gayreti ne mübecceldir! Keşke onu, her günahın açdığı gediği kapatacak seviyede, âh-u eninlerle yapmaya muvaffak olabilseydik!
İnsanlar dünyaya günahsız ve masum olarak gelirler. Hiçbir eğrilikleri yoktur. Fıtratın bu temiz ve doğru yolundan ayrılan insanlar, kendilerini kuvve-i inbatiyesi olmayan bir toprağın bağrına atar ve orada çürürler. Evet, günahlar insanları, yolun kenarına atıp çürüten faktörlerdir. Günahtan sonra insanın yeniden rücûu hakkında bir ayette “Ve enîbu ilâ rabbiküm ve eslimû.” (Zümer, 39/54) “Allah’a inâbe edin (döndüm-geldim) deyin, Allah’a teslim olun” buyuruluyor. Öyleyse tevbe, insanın bazen günahlarla temizliğini yitirince, hemen temizlenip asliyetine dönmesidir. Nitekim bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “İnsan günah işleyince, kalbinde bir siyah nokta belirir. Tevbe ile hemen onu silmezse, o nokta kalbinde öylece kalır. Sonra ikinci bir günah işlerse, kalbinde bir nokta daha belirir.” Yani günah işleme fikri artık onun dimağında gelişmiş olur. Nasıl ki merdivenin ilk basamağına adım atan bir insan, ikinci basamağa adım atma fikrine de hazırlanır. İkiye atan, üçe çok rahat adımını atar ve bir kere günah istikametinde perdeyi yırtınca -Allah korusun- artık sıkılmadan, haya etmeden, peşi peşine çok günahlar işleyebilir.. ve günah merdivenlerinden aşağıya, gayyaya doğru gitmeye başlar. Onun için yine büyük bir söz sultanı diyor ki: “Herbir günah içinden küfre giden bir yol vardır.” Tevbe, bu yolları tıkama, aşağıya doğru atılan adımı değiştirme, insanı Allah’a götüren helezona girdirme ve Allah’a yükseltme gayretidir.
Tevbe şaşmışlıktan, yoldan çıkmışlıktan sonra, tekrar dönüp-gelip sahibini bulmadır. Onun içindir ki; Efendimiz Buhari ve Müslim’deki bir hadislerinde bu dönüşü şu şekilde anlatmaktadır: “Allah kulunun tevbesinden sonsuz derecede memnun ve mesrur olur. Şöyle ki, bir insan çölde yolculuk yapıyor. Bütün azığı, eşyası ve suyu üzerinde olan devesi onu bırakıp kaçıyor. Adam sağa-sola koşuşup devesini arıyor; fakat sonunda yorgun ve ümitsiz bir halde bir ağacın altında uyuya kalıyor. Gözlerini açtığında bir de ne görsün; devesi, üzerindeki eşyasıyla beraber başucunda durmaktadır. Adam sevincinden öyle hale geliyor ki, Cenab-ı Hakk’a şükrederken yanlışlıkla, “Ben Senin rabbin, Sen de benim kulumsun” diyor. İşte tevbe eden kulu karşısında Cenab-ı Hakk’ın ferahı bu adamınkinden daha fazladır.”
Elbetteki Hadiste geçen “ferah” tabirini, bizim anladığımız ma’nâda ve bizim ölçülerimiz içinde Cenab-ı Hakk’a izafe ve isnad edemeyiz. O’nun ferahı istiğna-ı mutlakına uygun bir ferah-ı mukaddestir ki, biz onun keyfiyetini idrakten aciziz. Bununla beraber, kulun tevbesi, Cenab-ı Hakk’ı işte bu şekilde memnun etmektedir. Ve bizim için mühim olan da bu ma’nâyı anlamaktır.
Tevbenin iki yönü vardır. Bunlardan birincisi bize, ikincisi ise Cenâb-ı Hakk’a aittir. İşte bu ma’nâ içindir ki, Efendimiz: “Men tâbe tâbellah”. “Tevbe edene Allah da tevbe eder.” buyuruyor. Bizden tevbe Allah’a dönmektir. Allah’ın tevbesi ise rahmetiyle bize teveccüh buyurup, kapısını yeniden açmasıdır. Biz yoldan çıkmakla, Allah’ın bize bakan bütün pencereleri kapanmış, bütün menfezleride tıkanmış oluyor. Sonra da pişmanlık duyuyor ve: “Neden yaptık? Niçin fıtratımıza zıt bir yola girdik?” diyoruz. Biz içimizden kendimizi düzeltmeye başlarken ve nedamet hissiyle çırpınıp bir metafizik gerilime geçerken, birdenbire bakıyoruz ki, kapılar-menfezler bize yeniden açılmaya başlanmış. Birincisi bizim tevbemizdi. Yani o, bir niyet, bir düşünce ve bizi kıvrandıran bir nedametti. İkincisi de Allah’ın tevbesi. O da bize kapıyı ve menfezleri açtı ve “Kullarım Ben sizi unutmadım, terketmedim, siz Beni hatırladığınız sürece; ahd-ü peymanınızı elli defa dahi bozsanız Beni burada bulacaksınız.” dedi... Evet, O Erhamürrahimindir. Ne yaparsak yapalım dilimizden: “Ya Erhamerrahimin irhamna ya Gafûr ya Gaffar veğfirlenâ zünûbenâ ve tecavez ann seyyiatinâ” demeyi düşürmemeliyiz.
Üçüncü kelime “Nasûh”dur. Nasuh, “faûl” vezninde ism-i fail bir kelimedir. Mubalağa ifade eder. Çok ciddi hayırhahlık, nefsine nasihat edicilik demektir. O, nasihat ile aynı kökten gelir. Nasihat, bir insanın iyi düşünmesi, iyi görmesi, başkalarının iyiliğini istemesidir. “Eddînü ennasîha” “Din, nasihattir.” derken, başkaları hakkında hayırhah olarak hareket etmek kasdedilmektedir. Yoldan sapmasınlar diye insanların ellerinden tutma, Allah’ı, Peygamberi anlatma, bunun icabıdır. Bugün, İslâm’a hizmet eden güzide müslümanlar, nûranî kadro, Hz.Mesih’in dilinde “kudsiler ordusu” diye isimlendirilmektedir. Zuhur eden hadiseler karşısında gök parça parça üzerlerine dökülse, yer şak şak olup açılan korkunç kraterleriyle onları yutmaya çalışsa, yine de İslâm’a hizmet eden bu kudsiler, dine sahip çıkacak ve elinde kor taşıyan yiğitlerin ruh haletiyle kendilerine düşen vazifeyi bir lahza hatırlarından çıkarmayacaklardır.
Evet, Allah’ı, Rasûlü’nü, Kur’an’ı, İslâm’ı ve mübarek dinimizi anlatma, itminansız gönüllere itminan kazandırma, ahiret ümidi adına her şeyi kaybetmiş insanların vicdanında yeniden ahiret duygusunu tüttürme ve insanların gönüllerinde cennetin binlerce sene hayatı bir dakika rü’yeti cemaline mukabil gelmeyen Cenab-ı Hakk’ın cemalini görme arzusunu mayalama.. işte bunların hepsi hayırhahlıktır. Ve bunların hepsine bir çırpıda, Efendimiz “En nasîha” buyuruyor. Ve sonra da “Dinin ruhu nasihattır” diyor. Nasûh yukarıda da söylediğimiz gibi, çok hayırhah demektir. İnsanın en fazla hayırhahlığı da kendi nefsine olmalıdır. Kişi en başta nefsini bütün kötülüklerden korumalıdır. Nefsin korunması, temel hukukun beş prensibinden bir tanesidir. İnsan nefsini yani kendisini içkiden, zinadan, küfre ve dalâlete girmeden koruyacaktır. Bu korumalardan her birisi “Usul-ü hamse”den biriyle alakalıdır. İnsan nefsini cehenneme layık bir hatab haline gelmekten muhafaza etmelidir. Eğer odun gibi yaşarsa, odun gibi haşrolur, odunların gideceği yer de bellidir. Kur’an; “İnnehüm hatabü cehennem.” “Onlar, cehennemin odunlarıdır.” diyor. Böyle olunca, her insanın nefsine karşı hayırhahlığı, günahlara karşı çok dikkatli, titiz ve hassas olmasıyla mümkündür. İnsan nefsi için o kadar hayırhah davranmalıdır ki, “Allah onu bir kere küfür ve dalâletten çıkardıktan sonra, küfre ve dalâlete dönme, ona cehenneme girmekten daha ziyade ızdırap verici olmalıdır.”
Bununla beraber insan yine sürçüp kayabilir. Böyle bir durum karşısında da o hemen akıl ve vicdanını harekete geçirerek, “Ben Allah’tan kopmakla bu hâle geldim. Öyle ise, ancak O’na yeniden bağlanmakla bu durumdan kur-tulabilirim.” diyecek ve Cenab-ı Hak’la olan irtibatını kuvvetlendirmeye çalışacaktır. Onun bu cehdi, nasuh tevbenin bir yanını teşkil etmektedir.
Onun diğer yanı da şudur: İnsan bir daha eski günahlarına dönmeyerek, nefsi hakkında hep hayır düşünmüş olmalıdır. İnsan nasıl evlatlarının istikbâlleri hakkında hep hayır düşünür, onların iyi olmasını ve yükselmelerini diler, öyle de kendi hakkında da hep iyi şeyler dilemelidir. Onun için de, daha işin başında günahlara girmemeye azimli olmalı ve günahları açısından nefsini ele alırken, kendisinin Allah’dan uzaklaşmasını affedilmez çok büyük bir cürüm ve kapatılmaz bir uçurum olarak kabul etmelidir ki, böylece nasûh tevbe yapmış sayılsın. Allah (c.c.) bu zâviyeden buyuruyor ki: “Tûbû ilallahî tevbeten nasûha” Yani siz, imanınız sayesinde, emniyet zemininde bulunuyorsunuz evet, iman etmişsiniz, gözünüz açılmış, akı-karayı birbirinden tefrik eder duruma gelmişsiniz; sonra Allah’a güvenmiş ve dayanmışsınız. Bu bakımdan, şayet sürçseniz yada bir an yoldan inhiraf etseniz, katiyyen ye’se (ümitsizlik) düşmemelisiniz; zira ye’se düşmeyi gerektiren hiçbir şey yok; çünkü Allah, şirkten başka her şeyi mağfiret edeceğine söz vermiştir (Nisa, 4/84). Öyleyse düştüğünüz yerde kalakalmamalısınız; hemen harekete geçip, Alah’a yönelerek, eski günahlara da nedamet edip; kendinizi yeniden bulmaya çalışmalısınız ki, zannediyorum “tevbe-i nasûh” denen müstesna yöneliş de bu olsa gerek. Ayrıca, bu tevbe için şu şartları öne sürmüşlerdir:
Birincisi: İşlenen günah kul hakkıyla alâkalı ise, evvelâ o hak sahibine verilmeli ve ondan helallik dilenilmelidir.
İkincisi: Bir daha aynı günaha dönmemek üzere ciddi ve kesin bir kararlılık içinde olunmalıdır.
Üçüncüsü: O günahla tevbe arasında ikinci bir günah işlemeye vakit bırakmamalı, yani elden geldiğince günahlar beş dakika bile tevbesiz kalmamalıdır.
Tevbenin bir başka buudu da şudur: Günah, ruhda bir ızdırap şeklinde duyulmalı, vicdan da o günaha karşı bir nefret, bir tiksinti ve bir ürperti hissetmelidir. Bir insan, işlediği günahlar karşısında hasta olmuyor ve ızdırap çekmiyorsa, alışa geldiği gibi ağzıyla tevbe etse dahi, onun yaptığı tevbe değil, sadece bir merasim ve yararsız bir kaç söz söylemekten ibaret kalır. Tevbe, vicdanın duyduğu nedamet ve bu nedametle insanın iki büklüm olmasıdır. Dil ile söylemek ise, sadece böyle iki büklüm olmuşluğa kavlen iştirak ve bir tercümanlıktır. Evet, tevbe ancak ızdırabın terennümüdür. Ne varki bu terennümü de yine Sahib-i Şeriat’tan öğreneceksin. Yani nedamet ve ızdıraplarını Resulullah’dan öğrendiğin şeylerle soluklayacaksın: “Esteğfirullah el-azîm el-kerîm ellezi lâ ilâhe illahu tevbete abdin zalimin layemlikü linefsihi mevten velâ hayaten vela nüşurâ” “Tevbe ve istiğfar ediyorum. Öyle bir kul, bir bende, bir tasmalının tevbesi gibi tevbe ediyorum ki, kendi kendine, ne dirilebilir, ne ölebilir, ne hareket edebilir, ne yatabilir, ne kalkabilir. İşte ben böyle acizlerden aciz bir zavallı; Sana günah ve zulümlerimden dolayı tevbe ediyorum.” Allah Rasulü’nden mervi bir hadiste, tevbe ve istigfardan önce iki rekat namaz kılmaktan, sonra da tevbe edenin başını yere koyarak tam konsantre olup, Rabbin rahmetiyle münasebete geçeceği ana kadar, secdede “Ya Hayyu ya Kayyum bi rahmetike esteğîsü eslihlî şe’ni külleh velâ tekilni ilâ nefsi tarfete ayn” “Ey Hayy-u Kayyum, benim her halimi ıslah eyle, Sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle başbaşa bırakma” gibi dualardan da söz ediliyor. Yani içteki nedametin bu sözlerle soluklanması tavsiye ediliyor. Bu mevzuda yine Efendimiz’den (a.s.m.) şeref südur olmuş, sabah akşam okunan ve “seyyid-ül istiğfar” diye bilinen bir dua daha mervidir ki oda: “Allahümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’t euzü bike min şerri ma sana’t, ebuu leke bini’metike aleyye ve ebuu bizenbi feğfirli feinnehu leyağfiruzzunube illa ent” istiğfarıdır. Seleften bazıları, “ente” kelimesinin sonuna “Ya Gaffar, Ya Gafur” isimlerini de ilave etmişler. Bunlar, Efendimiz’den mervi olanlar arasında olmasa da Rabbimiz’in iki mübarek ismini şefaatçi yaparak Allah’a teveccüh etme mânâsında çok güzeldir.
Evet tevbe, kalbin nedamet ve ızdırap duymasıdır. Biz böyle bir ızdırabı, tevbe ve istiğfarda kullanılan kelimelerle eda ettiğimiz sürece makbuldür. Ancak, içimizde günaha karşı hiçbir ızdırap duymadan, dilimiz: “Estağfirullah estağfirullah el azîm el kerîm ellezi lâ ilâhe illahü el-hayyel-kayyum ve etubü ileyh.” veya “Elimle, dilimle, ağzımla, gözümle, kulağımla işlediğim her günahdan tevbe ettim, pişman oldum..” diyor fakat duygu ve düşüncelerimiz bu kelimelere refakat etmiyorsa ve içteki dalgalanmalar soluklarımızı kesecek kadar ağırlıklarını hissettirmiyorsa, boşuna uğraşıyoruz demektir. İnsan hiç olmazsa Allah karşısında günahlarını ifade de, vicdanından gelen sesleri soluklamalıdır. Evet tevbe ve istiğfar ederken şaka ve merasim yapmıyor, herhangi bir folklörü icra etmiyoruz. Bilakis Allah karşısında gerçekten işlediğimiz bir günahtan gerçek bir nedamet duygusunu Allah’a takdim ediyoruz.
Ve son olarak burada şunu da arzedeyim: Camilerde yapılan nikah ve iman tecdidi gibi, aslı esası olmayan, ve bir mânâ ifade etmeyen sözlerin mü’minlere kazandıracağı hiçbirşey yoktur. Hele nikah gibi, ciddi bazı esaslara bağlı bir mesele de, “İnnî üridü en üceddidel-imane vennikahe” demek sadece bir tevbe olarak değil söz, dil kaideleri bakımından da tenkide açıktır. Çünkü adam: “Ben nikahımı ve dinimi yenilemeyi düşünüyorum.” diyor. Yenilediğini de söylemiyor. Yani, düşünüyorum ilerde yenileyebilirim, demek istiyor. Allah korusun, bu çok tehlikeli bir ifadedir. Çünkü bir insan, bilerek veya bilmeyerek kelime-i küfrü telaffuz etmişse hemen anında tecdidi iman etmesi lazımdır. Bunun yegane çaresi vicdanından gelerek, işlediği bütün günahlara, ciddi bir hissi nedametle arkasını dönüp “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasulüh.” demektir. Bunun ise tehire tahammülü yoktur. Müslümanları boş şeylerle avutmak faydasızdır. Ciddi tevbe edelim. Her hata ve her sürçmelerimizden ürperelim ve Allah’a yönelelim. Bütün bunları yaparken de Allah Resulü’nün ta’lim ve irşad daireleri içinde kalmaya çalışalım.
Ayette üzerinde durulması gereken üç kelime var. Bunlar sırasıyla: İman, tevbe ve nasuh kelimeleridir.
Birinci kelime imandır. İman, İslâm’ın bütününü dil ile ikrar kalb ile tasdik etmek, demektir. İnanılması gereken meselelerin hepsine inanmadıkça insan iman etmiş sayılamaz.
Bizim için mühim olan imanın şer’i ma’nâsıdır. Bununla beraber “İman” kelimesinin lügat ma’nâsı nazara alınacak olursa, her iman eden insan Allah’ın teminatı altına girmiş olur. Evet, dünyada, dağlar gibi hadiselerin altında kalıp ezilmekten; ahirette ise dünyanın en büyük musibet ve belasına rahmet okutacak kadar dehşet verici azabın pençesine düşmekten, insan ancak imanı sayesinde kurtulur ve emniyete erer.
İkinci kelime tevbedir. Tevbe kişinin kendini yenilemesi ve bir iç-onarımdır. Yani, sapdırıcı düşünce ve davranışlarla bozulan kalbî muvânezeyi, yeniden düzene koyma uğrunda, ferdin, Hak’dan Hakk’a kaçması, daha doğrusu, O’nun gazabından lütfuna, hisabından rahmet ve inâyetine sığınmasıdır tevbe.
Tevbeyi, günah duygusuyla, benliğin bir hisablaşması şeklinde ta’rif etmek de mümkündür. Yani, nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve idaresine karşı, benlik ve iradenin, yüce dağlar gibi, günahların karşısına dikilip ona geçit vermemesidir tevbe.
Günah, muvâzenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse, tevbe, usûlüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmakdır. Diğer bir ifade ile, günah; vicdanın muvakkat bir murakabesizliğinden, rûhun aldığı yara ise, tevbe; kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi ve çok ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması ve böylece duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.
Günah, insanda şeytanın hâkimiyeti ve nefsin tesiriyle olduğuna göre, tevbe, şeytana karşı duyguların müdafaası ve ruhdaki âhenksizliği, dezarmoniyi düzenleme gayreti demektir.
Günah, erozyonlarının; ruhu törpüleyip aşındırmasına karşılık tevbe, gönül zeminini, düşünce ve sözlerin en güzeli “kelime-i tayyibe” ile çimlendirmek ve o erozyonların tahribatını önlemekdir. Gözlerin döneyazacağı, yüreklerin hoplayacağı gün gelmeden, yürekleri hoplatan tevbe gayreti ne mübecceldir! Keşke onu, her günahın açdığı gediği kapatacak seviyede, âh-u eninlerle yapmaya muvaffak olabilseydik!
İnsanlar dünyaya günahsız ve masum olarak gelirler. Hiçbir eğrilikleri yoktur. Fıtratın bu temiz ve doğru yolundan ayrılan insanlar, kendilerini kuvve-i inbatiyesi olmayan bir toprağın bağrına atar ve orada çürürler. Evet, günahlar insanları, yolun kenarına atıp çürüten faktörlerdir. Günahtan sonra insanın yeniden rücûu hakkında bir ayette “Ve enîbu ilâ rabbiküm ve eslimû.” (Zümer, 39/54) “Allah’a inâbe edin (döndüm-geldim) deyin, Allah’a teslim olun” buyuruluyor. Öyleyse tevbe, insanın bazen günahlarla temizliğini yitirince, hemen temizlenip asliyetine dönmesidir. Nitekim bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “İnsan günah işleyince, kalbinde bir siyah nokta belirir. Tevbe ile hemen onu silmezse, o nokta kalbinde öylece kalır. Sonra ikinci bir günah işlerse, kalbinde bir nokta daha belirir.” Yani günah işleme fikri artık onun dimağında gelişmiş olur. Nasıl ki merdivenin ilk basamağına adım atan bir insan, ikinci basamağa adım atma fikrine de hazırlanır. İkiye atan, üçe çok rahat adımını atar ve bir kere günah istikametinde perdeyi yırtınca -Allah korusun- artık sıkılmadan, haya etmeden, peşi peşine çok günahlar işleyebilir.. ve günah merdivenlerinden aşağıya, gayyaya doğru gitmeye başlar. Onun için yine büyük bir söz sultanı diyor ki: “Herbir günah içinden küfre giden bir yol vardır.” Tevbe, bu yolları tıkama, aşağıya doğru atılan adımı değiştirme, insanı Allah’a götüren helezona girdirme ve Allah’a yükseltme gayretidir.
Tevbe şaşmışlıktan, yoldan çıkmışlıktan sonra, tekrar dönüp-gelip sahibini bulmadır. Onun içindir ki; Efendimiz Buhari ve Müslim’deki bir hadislerinde bu dönüşü şu şekilde anlatmaktadır: “Allah kulunun tevbesinden sonsuz derecede memnun ve mesrur olur. Şöyle ki, bir insan çölde yolculuk yapıyor. Bütün azığı, eşyası ve suyu üzerinde olan devesi onu bırakıp kaçıyor. Adam sağa-sola koşuşup devesini arıyor; fakat sonunda yorgun ve ümitsiz bir halde bir ağacın altında uyuya kalıyor. Gözlerini açtığında bir de ne görsün; devesi, üzerindeki eşyasıyla beraber başucunda durmaktadır. Adam sevincinden öyle hale geliyor ki, Cenab-ı Hakk’a şükrederken yanlışlıkla, “Ben Senin rabbin, Sen de benim kulumsun” diyor. İşte tevbe eden kulu karşısında Cenab-ı Hakk’ın ferahı bu adamınkinden daha fazladır.”
Elbetteki Hadiste geçen “ferah” tabirini, bizim anladığımız ma’nâda ve bizim ölçülerimiz içinde Cenab-ı Hakk’a izafe ve isnad edemeyiz. O’nun ferahı istiğna-ı mutlakına uygun bir ferah-ı mukaddestir ki, biz onun keyfiyetini idrakten aciziz. Bununla beraber, kulun tevbesi, Cenab-ı Hakk’ı işte bu şekilde memnun etmektedir. Ve bizim için mühim olan da bu ma’nâyı anlamaktır.
Tevbenin iki yönü vardır. Bunlardan birincisi bize, ikincisi ise Cenâb-ı Hakk’a aittir. İşte bu ma’nâ içindir ki, Efendimiz: “Men tâbe tâbellah”. “Tevbe edene Allah da tevbe eder.” buyuruyor. Bizden tevbe Allah’a dönmektir. Allah’ın tevbesi ise rahmetiyle bize teveccüh buyurup, kapısını yeniden açmasıdır. Biz yoldan çıkmakla, Allah’ın bize bakan bütün pencereleri kapanmış, bütün menfezleride tıkanmış oluyor. Sonra da pişmanlık duyuyor ve: “Neden yaptık? Niçin fıtratımıza zıt bir yola girdik?” diyoruz. Biz içimizden kendimizi düzeltmeye başlarken ve nedamet hissiyle çırpınıp bir metafizik gerilime geçerken, birdenbire bakıyoruz ki, kapılar-menfezler bize yeniden açılmaya başlanmış. Birincisi bizim tevbemizdi. Yani o, bir niyet, bir düşünce ve bizi kıvrandıran bir nedametti. İkincisi de Allah’ın tevbesi. O da bize kapıyı ve menfezleri açtı ve “Kullarım Ben sizi unutmadım, terketmedim, siz Beni hatırladığınız sürece; ahd-ü peymanınızı elli defa dahi bozsanız Beni burada bulacaksınız.” dedi... Evet, O Erhamürrahimindir. Ne yaparsak yapalım dilimizden: “Ya Erhamerrahimin irhamna ya Gafûr ya Gaffar veğfirlenâ zünûbenâ ve tecavez ann seyyiatinâ” demeyi düşürmemeliyiz.
Üçüncü kelime “Nasûh”dur. Nasuh, “faûl” vezninde ism-i fail bir kelimedir. Mubalağa ifade eder. Çok ciddi hayırhahlık, nefsine nasihat edicilik demektir. O, nasihat ile aynı kökten gelir. Nasihat, bir insanın iyi düşünmesi, iyi görmesi, başkalarının iyiliğini istemesidir. “Eddînü ennasîha” “Din, nasihattir.” derken, başkaları hakkında hayırhah olarak hareket etmek kasdedilmektedir. Yoldan sapmasınlar diye insanların ellerinden tutma, Allah’ı, Peygamberi anlatma, bunun icabıdır. Bugün, İslâm’a hizmet eden güzide müslümanlar, nûranî kadro, Hz.Mesih’in dilinde “kudsiler ordusu” diye isimlendirilmektedir. Zuhur eden hadiseler karşısında gök parça parça üzerlerine dökülse, yer şak şak olup açılan korkunç kraterleriyle onları yutmaya çalışsa, yine de İslâm’a hizmet eden bu kudsiler, dine sahip çıkacak ve elinde kor taşıyan yiğitlerin ruh haletiyle kendilerine düşen vazifeyi bir lahza hatırlarından çıkarmayacaklardır.
Evet, Allah’ı, Rasûlü’nü, Kur’an’ı, İslâm’ı ve mübarek dinimizi anlatma, itminansız gönüllere itminan kazandırma, ahiret ümidi adına her şeyi kaybetmiş insanların vicdanında yeniden ahiret duygusunu tüttürme ve insanların gönüllerinde cennetin binlerce sene hayatı bir dakika rü’yeti cemaline mukabil gelmeyen Cenab-ı Hakk’ın cemalini görme arzusunu mayalama.. işte bunların hepsi hayırhahlıktır. Ve bunların hepsine bir çırpıda, Efendimiz “En nasîha” buyuruyor. Ve sonra da “Dinin ruhu nasihattır” diyor. Nasûh yukarıda da söylediğimiz gibi, çok hayırhah demektir. İnsanın en fazla hayırhahlığı da kendi nefsine olmalıdır. Kişi en başta nefsini bütün kötülüklerden korumalıdır. Nefsin korunması, temel hukukun beş prensibinden bir tanesidir. İnsan nefsini yani kendisini içkiden, zinadan, küfre ve dalâlete girmeden koruyacaktır. Bu korumalardan her birisi “Usul-ü hamse”den biriyle alakalıdır. İnsan nefsini cehenneme layık bir hatab haline gelmekten muhafaza etmelidir. Eğer odun gibi yaşarsa, odun gibi haşrolur, odunların gideceği yer de bellidir. Kur’an; “İnnehüm hatabü cehennem.” “Onlar, cehennemin odunlarıdır.” diyor. Böyle olunca, her insanın nefsine karşı hayırhahlığı, günahlara karşı çok dikkatli, titiz ve hassas olmasıyla mümkündür. İnsan nefsi için o kadar hayırhah davranmalıdır ki, “Allah onu bir kere küfür ve dalâletten çıkardıktan sonra, küfre ve dalâlete dönme, ona cehenneme girmekten daha ziyade ızdırap verici olmalıdır.”
Bununla beraber insan yine sürçüp kayabilir. Böyle bir durum karşısında da o hemen akıl ve vicdanını harekete geçirerek, “Ben Allah’tan kopmakla bu hâle geldim. Öyle ise, ancak O’na yeniden bağlanmakla bu durumdan kur-tulabilirim.” diyecek ve Cenab-ı Hak’la olan irtibatını kuvvetlendirmeye çalışacaktır. Onun bu cehdi, nasuh tevbenin bir yanını teşkil etmektedir.
Onun diğer yanı da şudur: İnsan bir daha eski günahlarına dönmeyerek, nefsi hakkında hep hayır düşünmüş olmalıdır. İnsan nasıl evlatlarının istikbâlleri hakkında hep hayır düşünür, onların iyi olmasını ve yükselmelerini diler, öyle de kendi hakkında da hep iyi şeyler dilemelidir. Onun için de, daha işin başında günahlara girmemeye azimli olmalı ve günahları açısından nefsini ele alırken, kendisinin Allah’dan uzaklaşmasını affedilmez çok büyük bir cürüm ve kapatılmaz bir uçurum olarak kabul etmelidir ki, böylece nasûh tevbe yapmış sayılsın. Allah (c.c.) bu zâviyeden buyuruyor ki: “Tûbû ilallahî tevbeten nasûha” Yani siz, imanınız sayesinde, emniyet zemininde bulunuyorsunuz evet, iman etmişsiniz, gözünüz açılmış, akı-karayı birbirinden tefrik eder duruma gelmişsiniz; sonra Allah’a güvenmiş ve dayanmışsınız. Bu bakımdan, şayet sürçseniz yada bir an yoldan inhiraf etseniz, katiyyen ye’se (ümitsizlik) düşmemelisiniz; zira ye’se düşmeyi gerektiren hiçbir şey yok; çünkü Allah, şirkten başka her şeyi mağfiret edeceğine söz vermiştir (Nisa, 4/84). Öyleyse düştüğünüz yerde kalakalmamalısınız; hemen harekete geçip, Alah’a yönelerek, eski günahlara da nedamet edip; kendinizi yeniden bulmaya çalışmalısınız ki, zannediyorum “tevbe-i nasûh” denen müstesna yöneliş de bu olsa gerek. Ayrıca, bu tevbe için şu şartları öne sürmüşlerdir:
Birincisi: İşlenen günah kul hakkıyla alâkalı ise, evvelâ o hak sahibine verilmeli ve ondan helallik dilenilmelidir.
İkincisi: Bir daha aynı günaha dönmemek üzere ciddi ve kesin bir kararlılık içinde olunmalıdır.
Üçüncüsü: O günahla tevbe arasında ikinci bir günah işlemeye vakit bırakmamalı, yani elden geldiğince günahlar beş dakika bile tevbesiz kalmamalıdır.
Tevbenin bir başka buudu da şudur: Günah, ruhda bir ızdırap şeklinde duyulmalı, vicdan da o günaha karşı bir nefret, bir tiksinti ve bir ürperti hissetmelidir. Bir insan, işlediği günahlar karşısında hasta olmuyor ve ızdırap çekmiyorsa, alışa geldiği gibi ağzıyla tevbe etse dahi, onun yaptığı tevbe değil, sadece bir merasim ve yararsız bir kaç söz söylemekten ibaret kalır. Tevbe, vicdanın duyduğu nedamet ve bu nedametle insanın iki büklüm olmasıdır. Dil ile söylemek ise, sadece böyle iki büklüm olmuşluğa kavlen iştirak ve bir tercümanlıktır. Evet, tevbe ancak ızdırabın terennümüdür. Ne varki bu terennümü de yine Sahib-i Şeriat’tan öğreneceksin. Yani nedamet ve ızdıraplarını Resulullah’dan öğrendiğin şeylerle soluklayacaksın: “Esteğfirullah el-azîm el-kerîm ellezi lâ ilâhe illahu tevbete abdin zalimin layemlikü linefsihi mevten velâ hayaten vela nüşurâ” “Tevbe ve istiğfar ediyorum. Öyle bir kul, bir bende, bir tasmalının tevbesi gibi tevbe ediyorum ki, kendi kendine, ne dirilebilir, ne ölebilir, ne hareket edebilir, ne yatabilir, ne kalkabilir. İşte ben böyle acizlerden aciz bir zavallı; Sana günah ve zulümlerimden dolayı tevbe ediyorum.” Allah Rasulü’nden mervi bir hadiste, tevbe ve istigfardan önce iki rekat namaz kılmaktan, sonra da tevbe edenin başını yere koyarak tam konsantre olup, Rabbin rahmetiyle münasebete geçeceği ana kadar, secdede “Ya Hayyu ya Kayyum bi rahmetike esteğîsü eslihlî şe’ni külleh velâ tekilni ilâ nefsi tarfete ayn” “Ey Hayy-u Kayyum, benim her halimi ıslah eyle, Sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle başbaşa bırakma” gibi dualardan da söz ediliyor. Yani içteki nedametin bu sözlerle soluklanması tavsiye ediliyor. Bu mevzuda yine Efendimiz’den (a.s.m.) şeref südur olmuş, sabah akşam okunan ve “seyyid-ül istiğfar” diye bilinen bir dua daha mervidir ki oda: “Allahümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’t euzü bike min şerri ma sana’t, ebuu leke bini’metike aleyye ve ebuu bizenbi feğfirli feinnehu leyağfiruzzunube illa ent” istiğfarıdır. Seleften bazıları, “ente” kelimesinin sonuna “Ya Gaffar, Ya Gafur” isimlerini de ilave etmişler. Bunlar, Efendimiz’den mervi olanlar arasında olmasa da Rabbimiz’in iki mübarek ismini şefaatçi yaparak Allah’a teveccüh etme mânâsında çok güzeldir.
Evet tevbe, kalbin nedamet ve ızdırap duymasıdır. Biz böyle bir ızdırabı, tevbe ve istiğfarda kullanılan kelimelerle eda ettiğimiz sürece makbuldür. Ancak, içimizde günaha karşı hiçbir ızdırap duymadan, dilimiz: “Estağfirullah estağfirullah el azîm el kerîm ellezi lâ ilâhe illahü el-hayyel-kayyum ve etubü ileyh.” veya “Elimle, dilimle, ağzımla, gözümle, kulağımla işlediğim her günahdan tevbe ettim, pişman oldum..” diyor fakat duygu ve düşüncelerimiz bu kelimelere refakat etmiyorsa ve içteki dalgalanmalar soluklarımızı kesecek kadar ağırlıklarını hissettirmiyorsa, boşuna uğraşıyoruz demektir. İnsan hiç olmazsa Allah karşısında günahlarını ifade de, vicdanından gelen sesleri soluklamalıdır. Evet tevbe ve istiğfar ederken şaka ve merasim yapmıyor, herhangi bir folklörü icra etmiyoruz. Bilakis Allah karşısında gerçekten işlediğimiz bir günahtan gerçek bir nedamet duygusunu Allah’a takdim ediyoruz.
Ve son olarak burada şunu da arzedeyim: Camilerde yapılan nikah ve iman tecdidi gibi, aslı esası olmayan, ve bir mânâ ifade etmeyen sözlerin mü’minlere kazandıracağı hiçbirşey yoktur. Hele nikah gibi, ciddi bazı esaslara bağlı bir mesele de, “İnnî üridü en üceddidel-imane vennikahe” demek sadece bir tevbe olarak değil söz, dil kaideleri bakımından da tenkide açıktır. Çünkü adam: “Ben nikahımı ve dinimi yenilemeyi düşünüyorum.” diyor. Yenilediğini de söylemiyor. Yani, düşünüyorum ilerde yenileyebilirim, demek istiyor. Allah korusun, bu çok tehlikeli bir ifadedir. Çünkü bir insan, bilerek veya bilmeyerek kelime-i küfrü telaffuz etmişse hemen anında tecdidi iman etmesi lazımdır. Bunun yegane çaresi vicdanından gelerek, işlediği bütün günahlara, ciddi bir hissi nedametle arkasını dönüp “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasulüh.” demektir. Bunun ise tehire tahammülü yoktur. Müslümanları boş şeylerle avutmak faydasızdır. Ciddi tevbe edelim. Her hata ve her sürçmelerimizden ürperelim ve Allah’a yönelelim. Bütün bunları yaparken de Allah Resulü’nün ta’lim ve irşad daireleri içinde kalmaya çalışalım.