Türkiye'nin AB'ye girişi: Emperyalist bir Proje
[Bu Mekale İngilizce'den Türkçe'ye çevrilmiştir,Bize Tuhaf gelen bazı söylevler Dış Devletlerin Bakış açısını ortaya koymaktadır,anlamak için dikkatli okuyalım...] (S.E)
AB projesinin, Batılı güçlerin Türkiye'yi daha iyi sömürebilmek için ortaya koydukları bir proje olduğunu ortaya koyan bir yazı.
Nick Brauns
AB’nin Türkiye’yi de içine alması antikapitalist güçler tarafından arzulanamaz, zira bu da Birliğin doğuya doğru genişlemesinde olduğu gibi bir emperyalist projedir
Türk halkının % 70’inden fazlası Türkiye’nin AB’ye girmesine taraftar. İslami hükümet başkanı Erdoğan’dan Kürt Leyla Zana’ya kadar ülkenin siyasi sınıfı AB’ye girmek için çaba sarfediyor. Bununla refah, ülkenin demokratikleşmesi ve Kürtler ve diğer azınlıklar için kültürel haklar bekleniyor.
Birliğe katılımın ön şartları olarak AB 1993’de, Avrupa Konseyi’nde Kopenhag Kriterleri namıyla maruf şartları formüle etmişti. Fakat çoğu Türk ve Kürt AB-taraftarları için oradaki sadece demokratikleşme ve azınlık hakları gibi siyasi kriterler bir rol oynuyor, buna karşın ekonomik talebler ve bunların sosyal sonuçları gözardı ediliyor. Bu cümleden olarak ÖDP gerçi AB’nin neoliberal projesini reddediyor. Fakat o da AB’ye girişten yana, zira Avrupa sadece kapitalist çıkarları değil, fakat insan haklarını korumak için oluşturulmuş Avrupa Konvansiyonu gibi tarihi kazanımları da temsil ediyormuş.
Sermaye çıkarları
AB’ye karşı muhalefet komünist partilerin dışında özellikle sağcı güçler tarafından mesela günlük gazete Cumhuriyet çevresindeki kemalist aydınlar, ultramilliyetçi bozkurtlar, Radikalislamcılar ve askeriyenin bir kesimi tarafından sergileniyor. AB’ye bağlanış ile ulusal egemenliğin kaybedilmesi hakkındaki endişe çoğu AB-karşıtlarının argümentasyonlarında yeni bir ‚Sevr anlaşması’, yani Türk devlet bölgesinin Avrupai güçlerce paylaşılması gibi akıl dışı korkularla karışıyor. Bu analizlerde de ekonomik sonuçlar çoğu zaman hesaba katılmıyor. Bu nedenle yazımızda AB’ye girişin kimin işine yaradığı konusunu masaya yatıracağız.
Şu an AB içinde Türkiye’nin girişi konusunda bütün siyasi kampların içinde ve arasında gerçekleştirilen tartışmalarda hakim sınıfların iç ve dış siyasi çıkarları birbirinin içine geçiyor. Bu cümleden olarak Frankfurter Allgemeine Zeitung 4 Ekim 2004’de Hristiyan Demokrat Birliği Başkanı Angela Merkel’e 2006 yılında Başbakan seçilebilmesi için Türk kartını oynamayı salık veriyordu. Bu parti federal hükümete iç siyasette karşı koyacak fazla bir şeyi olmadığından Türkiye’nin AB’ye girişine net bir karşı çıkış gerekli oy çoğunluğunu sağlayabilirdi.
Burada islami kökenli göçmenlere karşı da uygulanan ırkçı yönelişli bu tip iç siyasi kampanyaların ötesinde Avrupai sermayenin temsilcileri için iki soru önplandadır:
- Türkiye Avrupai emperyalizmin güçlenmesine yol açacak mı ya da bu Birliğin zayıflatılmasına yönelik ABD’nin bir denizaltı gemisi mi ?
- Ve Türk piyasalarının, hammaddelerinin ve iş gücünün Avrupa’lı büyük konsernler ve bankalar tarafından sömürülmesi en az masraf ve riziko ile nasıl gerçekleşir ? ‚Ayrıcalıklı partnerlik’ yeterli mi ya da tam üyelik mi gerekli ?
ABD 40 yıldan fazla bir zamandır İsraille birlikte Ortadoğuda en önemli Batılı düzenleyici güç olan Türkiye’yi Avrupanın sırtından istikrarlaştırmak için AB’ye alınması için destek verdi.
Türk askeriyesi Amerikan kontrolü altında olduğu sürece, Türkiye Büyük Biritanya’nın yanısıra Avrupa’nın içinde bir başka Truva atını oluşturur. ABD’de Avrupalı muhaliflerinin ekonomik yönden geri kalmış Türkiye’de ‚fazla yemek yiyecekleri’ ümidi de olabilir.
Amerikan-Türk ilişkilerindeki artan nizalar Alman ve Fransız hükümetlerinde son iki senede Türkiye’yi uzun yıllar sürecek olan üyelik müzakereleriyle Avrupa taraftarı pozisyonlara çevirme ümidini besledi. ‚Eski Avrupa’ gibi Türk Millet Meclisi de siyasi ve ekonomik çıkarlardan dolayı Irak savaşını reddetmiş ve daha büyük Amerikan birliklerinin yerleştirilme dileğini geri çevirmişti. Türk askeriyeleri ABD’yi PKK’nin gerilya savaşçılarına karşı suskun kalma ve Irak’lı Kürtlere çok hürriyetler tanımalarından dolayı eleştiriyorlar. Petrol şehri Kerkük’de Kürt kontrolünü engellemek için Türk ordusu Kuzey Irak’a girme tehdidinde bulunuyor.
Nato-partnerleri arasındaki gerginliğin sembolik zirvesi Temmuz 2003’de sabotaj yapmakla vazifeli Türk elit askerlerinin Kuzey Irak’da Amerikan birlikleri tarafından tutuklanmalarıydı.
Türkiye Avrupa’lı konsernler ve bankalar için Ortadoğu’da kara yolundan Mezopotamya’nın ve Kafkasların petrol kaynaklarına ulaşılabilen bir köprü kafası olabilir. Bu arkaplandan bakıldığında Ekim 2004’de Federal savunma bakanı Peter Struck tarafından teklif edilen yüzlerce Leopar-tanklarının Türkiye’ye tedariki sadece askeri eski demirlerin yok edilmesi değil ve fakat 19. yüzyıldan beri dile getirilen Alman-Türk silah arkadaşlığının yeni bir verziyonu olarak anlaşılabilir.
Alman ihracat ekonomisi 70 Milyon potansiyel tüketicisi bulunan Türkiye’nin AB için avantajlar getireceği konusunda emin. Bu cümleden olarak Alman Büyük Ticaret ve Dış Ticaret Federal Birliğinin bir açıklamasında 18 Eylül 2004’de şu bilgiler yer alıyor: ‚Piyasalar, sermaye ve iş için Avrupa, ABD ve Asya arasındaki rekabet 21. Yüzyılda yoğun bir şekilde artacak. Avrupa’nın üzerinde globalleşme çerçevesindeki baskının ciddi disipline edici tesirleri bulunacak ve çözülmesinden ziyade birlikteliğinin güçlenmesine yarayacak. Bu bağlamda Türkiye demografik faktörünün yanısıra büyüklüğü ve ülkenin yeri açısından siyasi ve ekonomik avantajlar sağlıyor. Türkiye’nin Orta Asya’daki Türki Cumhuriyetler üzerindeki nüfuzu küçümsenmemeli. Avrupa Türkiye’nin girişinden şüphecilerin ve uyarıcıların bugün sandıklarından çok daha fazla fayda sağlayacaktır.’
‚Ayrıcalıklı Partnerlik’
Tam üyeliğe Hristiyan Demokratlar tarafından alternatif olarak teklif edilen 40 yıldır devam eden ‚ayrıcalıklı partnerlik’in devam etmesi Türkiye’yi üyeliğin getireceği transfer ödemeleri ve siyasi kararları belirleme hakkı gibi finansal ve siyasi dezavantajlarından uzak tutarak kontrol etme ve sömürme girişiminden başka bir şey değil.
Kemalist Cumhuriyet gazetesinin köşe yazarı olan ekonomi bilimcisi Erol Manisalı bunu haklı olarak İngiltere’nin 19. Yüzyılda Hindisyan’la yaptığı anlaşmalara benzer bir şekilde ‚Koloniyal statü’ olarak tanımlıyor.
1) 1996’daki yürürlüğe giren gümrük birliği ile Türkiye’nin dış ticaret ilişkileri Türkiye’nin söz hakkı olmaksızın Brüksel tarafından dikte ediliyor. Türkiye bu egemenlik kaybını tam üyelik yolunun bir gerekli kötü bedeli olarak kabullendi. Türkiye Avrupalı sanayi ürünlerinin pazarı durumuna gelmişken, Türk üreticilerinin kendi ürünlerini Avrupa pazarlarında takdim etmeye fazla şansları yok. Gümrük birliğinin sadece sanayi ürünleri ile sınırlandırılmasıyla uygun fiyata üreten Türk tekstil ve gıda üreticileri Avrupa pazarından uzak tutuluyorlar. Gümrük Birliği Türkiye’nin ticari yönden AB’ye git gide daha fazla bağımlı olmasıyla sonuçlanıyor; bütün ithalatın % 49’u AB’den geliyor ve bütün ihracatın % 53’ü AB’ye gidiyor. Türkiye’nin dış ticaret açığı yıllık 20 Milyar Dolardır. Türk ekonomisti İlker Ataç ‚Gümrük Birliği AB ile Türkiye arasında asimetrik bir güç ilişkisinin ifadesidir.’ diyerek uyarıda bulunuyor.
2) Bu asimetrinin sebebi en önemli AB-güçlerinin yarı çevre ülkelerine karşı emperyalist aşamasında yatıyor ve tam üyelik konumuyla da değişmez. Tam üyelikle aslında ekonominin serbestleşmesine doğru başka sorumlulukların altına girilir.
‚İşleyen bir piyasa ekonomisi’
Türkiye’de neoliberal dönüşüm Bretton-Woods-kurumları tarafından ta 1980’de başlatılmıştı. 90’lı yıllarda bu süreç artı bir dinamik kazandı, çünkü Kopenhag kriterlerine göre ‚işleyen bir piyasa ekonomisi ve AB-iç pazarda rekabet baskısına dayanabilme yeteneği’ temel bir şarttır. Türk piyasasının ürün pazarına açılımının yanısıra alt yapıyı ve sermaye piyasasını ele geçirme hedefleniyor. 90’lı yılların sonlarından itibaren bir dizi Türk enerji ve diğer devlet işletmeleri özelleştirildi ve uluslararası tekeller tarafından özellikle Almanya tarafından satın alındı. AB-ilerleme raporları radikal ‚düzenlemeleri ve kuralları azaltma’ tedbirlerini överken sanayide, banka sisteminde ve tarımdaki ağır ilerleyen özelleştirmeleri eleştiriyorlar. Türk işçilerinin üçte biri tarım sektöründe çalışıyorlar, fakat gayri safi milli hasılanın % 11,5’i orada kazanılıyor.
3) Daha son yıllarda tarım sektöründe AB-uyumu çerçevesinde devlet nüfuzu azaltıldı ve dayanak fiyatlar şeklindeki ek yardım sistemi doğrudan ‚gelir güvencesiyle’ değiştirildi. Bütün işletmelerin % 35’i düşük, kendini doyurma ekonomisine sınır olan bir üretimle iki hektardan daha az bir toprak işletiyorlar. Az sermaye yatırımıyla şümullu işletilen Anadolu tarımı yoğun sermayeli üretim yapan, yüksek subvansiyonlu AB-tarımcıları ile rekabet edebilecek düzeyde değil. AB tarafından taleb edilen rasyonelleştirme tedbirleri milyonlarca iş gücünün boş bırakılmasına yol açacak.
4) PKK’ye karşı savaş sonucu Kürt köylülerinin tehcir edilmesinden sonra – bu sefer ekonomik sebeplerle- köyden kaçış başlayacak. Bu tip göç hareketlerini engellemek için AB-komisyonu ‚uzun geçiş süreleri’ ya da hatta iş güçlerinin serbest hareketleri konusunda ‚sürekli korunma opsiyonları’ bildirdi.
Türkiye’den AB’ye giriş müzakereleri başlamadan önce özelleştirme sürecini ve finans sektörünün reformunu bitirme ve tarım sektöründeki reformları devam ettirmesi bekleniyor.
Daha açık bir ifadeyle Türk işçilerinin uzun yıllar sürecek olan müzakere sürecinin yükselen işsizlik, azalan ücretler ve sendika haklarının azaltılması gibi neoliberalizmin bir piyasa radikal verziyonuna, bu süre zarfında AB-ek yardımları beklemeksizin, tahammül etmeleri bekleniyor.
Avrupal’lı konsernler Batı Türkiye’de Batı Avrupa’daki işçiler üzerindeki baskıyı artırmak için modern fabrikalar inşa ederlerken, Batı Türkiye’li iş güçleri aynı zamanda Doğu Anadolu’da gelişen ‚sanayi yedek ordusu’nun baskısı altındalar. Ücretlerin Avrupa çapında azalmasının bir başka dalgası bunun sonucu olacak.
Demokratikleşme mi ?
Birçok Türk ve Kürt AB-taraftarı tabana dayalı bir halk hareketinin Osmanlı İmparatorluğu ya da Türkiye’de bu kadar başarılı olamadığını savunuyorlar. Reformlar sürekli eski kolonyal güçlerin dış baskısı sonucu ya da yukarıdan – askeri darbelerle- gerçekleştirilmiş. Bugün Kopenhag kriterlerinde bahsedilen ‚kurumsal istikrar, demokratik ve hukuk devletine dayalı düzen, insan haklarına riayet ve azınlıklara karşı saygı ve korunmaları’ gibi asgari siyasi standartların gerçekleştirilmesi için AB’nin baskısının zaruri olduğu vurgulanıyor.
Gerçi son iki senede gerçektende bir dizi kanun değişiklikleri yapıldı. Fakat bunların pratiğe geçirilmesi halen yetersiz. Kürt dilinde yayınlar serbest olmasına rağmen, düzenli olarak bazı Kürt şarkılarının dinletilmesi yüzünden kapatma kararları alınıyor. Halen solcu, Kürt ya da İslami muhabirler yüksek para ve hapis cezalarına çarptırılıyorlar. Ve halen Türkiye’nin Kürt güney doğusunda askeri operasyonlar gerçekleşiyor.
Türk insan hakları derneği birçok işkence olaylarını belgelediği halde, AB-Komisyonu artık ‚sistematik işkence’ görmüyor. Avrupa’daki siyasi mülteciler için bu genel masumiyet duyurusu, işkence devleti Türkiye’ye sürülmeleri için hiçbir engelin kalmadığı anlamına geliyor. İlk örnek hadise ‚Köln Halifesi’ Metin Kaplan’ın Ekim 2004’de sürülmesiydi, bunu solcu ve Kürt mültecileri takip edecek.
Türkiye sadece kağıt üzerinde AB’ye yaklaşırken, AB-devletlerinin insan hakları pratiği ‚teröre karşı mücadele’ başlığı altında Türkiye’ye yaklaşmaya başladı.
Türk mahkumlarının yıllardır ‚ölüm oruçlarıyla’ mücadele ettikleri meşhur Türk F-tipi tecrit hapisleri özellikle ‚terörle mücadele’ konusundaki Avrupai standartlarını örnek alıyor.
Türkiye’deki parlamenter Cumhuriyetin yüzünün arkasında halen 1980’de askeri darbeyle ikame edilen ‚derin devlet’ hakimiyetini sürdürüyor. Demokratikleşmede yüzeysel rötuşlardan fazlasını beklemek bir illüzyondur. Avrupai sermaye kar çıkarlarını garanti altına almak için nihai olarak Türk oligarşları ve askeriyesine muhtaç. Ordu şekilsel olarak siyasetten geri çekilip kışlaya döndüyse de arka planda herşeye hakim güç olarak duruyor. Şayet kitlelerin sefalete sürüklenmesine tepki olarak radikal İslami akımlar güçlenirse generaller düzeni ‚denenmiş tarzda’ sağlarlarsa AB tarafından pek protestolarla karşılaşmazlar. Sonuçta AB daha 1997’deki İslami hükümet başkanı Erbakan’a yönelik ‚soğuk darbeyi’ gönül huzuruyla hoş görmüştü.
Kürt sorununun çözümü
AB Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme hakkını gerçekleştirebilecek mi ? Kürtlerin AB tarafından ulusal haklarının tanınma ümitleri pek gerçekçi gözükmüyor. AB azınlıkların korunması konusunda yüzeysel kanuni değişikliklerle yetiniyor ve bölgesel bir otonomi bile talep etmiyor. Kürt kartı ülkeyi neokolonyal diktaya daha kolay boyun eğdirmek için sadece kullanılıyor. AB-komiserleri Türk Kürtlerinde muğlak vadlerle, ABD’nin Irak Kürtlerinde bulduğu gibi, uysal yardımcılar bulmayı ümit ediyor.
Avrupa Parlamentosu’nun Leyla Zana’ya Zaharow-ödülünü verirken, Avrupa’da Kürt kurtuluş hareketinin takibi devam ediyor. Bu cümleden olarak Kürt Halk Kongresi Kongra-Gel 2003 yılından beri AB’nin terör organizasyonları listesinde geçiyor. Almanya’da Kürt organizasyonları daha 80’li yılların sonlarından itibaren takip edildiler ve yasaklandılar.
Bask ülkesi örneği AB’nin kendi iktidar alanında ulusal azınlıkların kendi kaderlerini belirleme hakkını kabul etmekten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. İspanya’da sırf düşünceleri yüzünden yüzlerce siyasi mahkum bulunuyor. Ve terörle mücadele adı altında orada Kürt HADEP-partisine benzeyen solcu ulusal Batasuna partisi Avrupa’daki kurumlarda protesto olmaksızın yasaklanabildi.
İktidarın genişlemesine karşı direniş
AB yeni AB-Anayasası’nda kendisini ekonomik düzenlemelerin azaltılmasını ve askeri yönden silahlanmayı kendine hedef kılan neoliberal kapitalist bir projedir. AB’nin Türkiye’yi içine alması antikapitalist güçler tarafından arzu edilemez, zira Doğu ülkelerine genişlemede bile emperyalist yayılmanın bir şekli sözkonusuydu.
Bu yüzden Avrupa’daki ve Türkiye’deki sol demokrasi ve insan hakları adına ne liberal AB-taraftarlarının safına ne de milliyetçi ve ırkçı karşıtların tarafına geçmeli. Gelecek yıllarda neoliberal AB-uyum politikaları halk kitlelerin kendine gelmelerine yol açacak. Ondan sonra Avrupal’lı ve Türkiye’li antikapitalist güçlerin ortak bir Anti-AB-bloku fırsatı doğabilir...
1 AB Türkiye’ye bir metres gibi davranıyor. Die Welt, 22.2.2004
2 Ilker Atac: AB Türkiye’de nasıl bir devlet istiyor ? Kurswechsel 1/2004
3 Dış ekonomisi için federal ajans: Türkiye – 2004/05 yılı dönüşümünde ekonomik trendler. Branşlarda ve sektörlerde/tarımda gelişmeler, 23.11.2004
4 Werner Gumpel: AB’ye ekonomik ve sosyal yönden aşırı yük mü ? Siyasi eğitim için federal santral
Tercüme: Kamil Cengiz
[Bu Mekale İngilizce'den Türkçe'ye çevrilmiştir,Bize Tuhaf gelen bazı söylevler Dış Devletlerin Bakış açısını ortaya koymaktadır,anlamak için dikkatli okuyalım...] (S.E)
AB projesinin, Batılı güçlerin Türkiye'yi daha iyi sömürebilmek için ortaya koydukları bir proje olduğunu ortaya koyan bir yazı.
Nick Brauns
AB’nin Türkiye’yi de içine alması antikapitalist güçler tarafından arzulanamaz, zira bu da Birliğin doğuya doğru genişlemesinde olduğu gibi bir emperyalist projedir
Türk halkının % 70’inden fazlası Türkiye’nin AB’ye girmesine taraftar. İslami hükümet başkanı Erdoğan’dan Kürt Leyla Zana’ya kadar ülkenin siyasi sınıfı AB’ye girmek için çaba sarfediyor. Bununla refah, ülkenin demokratikleşmesi ve Kürtler ve diğer azınlıklar için kültürel haklar bekleniyor.
Birliğe katılımın ön şartları olarak AB 1993’de, Avrupa Konseyi’nde Kopenhag Kriterleri namıyla maruf şartları formüle etmişti. Fakat çoğu Türk ve Kürt AB-taraftarları için oradaki sadece demokratikleşme ve azınlık hakları gibi siyasi kriterler bir rol oynuyor, buna karşın ekonomik talebler ve bunların sosyal sonuçları gözardı ediliyor. Bu cümleden olarak ÖDP gerçi AB’nin neoliberal projesini reddediyor. Fakat o da AB’ye girişten yana, zira Avrupa sadece kapitalist çıkarları değil, fakat insan haklarını korumak için oluşturulmuş Avrupa Konvansiyonu gibi tarihi kazanımları da temsil ediyormuş.
Sermaye çıkarları
AB’ye karşı muhalefet komünist partilerin dışında özellikle sağcı güçler tarafından mesela günlük gazete Cumhuriyet çevresindeki kemalist aydınlar, ultramilliyetçi bozkurtlar, Radikalislamcılar ve askeriyenin bir kesimi tarafından sergileniyor. AB’ye bağlanış ile ulusal egemenliğin kaybedilmesi hakkındaki endişe çoğu AB-karşıtlarının argümentasyonlarında yeni bir ‚Sevr anlaşması’, yani Türk devlet bölgesinin Avrupai güçlerce paylaşılması gibi akıl dışı korkularla karışıyor. Bu analizlerde de ekonomik sonuçlar çoğu zaman hesaba katılmıyor. Bu nedenle yazımızda AB’ye girişin kimin işine yaradığı konusunu masaya yatıracağız.
Şu an AB içinde Türkiye’nin girişi konusunda bütün siyasi kampların içinde ve arasında gerçekleştirilen tartışmalarda hakim sınıfların iç ve dış siyasi çıkarları birbirinin içine geçiyor. Bu cümleden olarak Frankfurter Allgemeine Zeitung 4 Ekim 2004’de Hristiyan Demokrat Birliği Başkanı Angela Merkel’e 2006 yılında Başbakan seçilebilmesi için Türk kartını oynamayı salık veriyordu. Bu parti federal hükümete iç siyasette karşı koyacak fazla bir şeyi olmadığından Türkiye’nin AB’ye girişine net bir karşı çıkış gerekli oy çoğunluğunu sağlayabilirdi.
Burada islami kökenli göçmenlere karşı da uygulanan ırkçı yönelişli bu tip iç siyasi kampanyaların ötesinde Avrupai sermayenin temsilcileri için iki soru önplandadır:
- Türkiye Avrupai emperyalizmin güçlenmesine yol açacak mı ya da bu Birliğin zayıflatılmasına yönelik ABD’nin bir denizaltı gemisi mi ?
- Ve Türk piyasalarının, hammaddelerinin ve iş gücünün Avrupa’lı büyük konsernler ve bankalar tarafından sömürülmesi en az masraf ve riziko ile nasıl gerçekleşir ? ‚Ayrıcalıklı partnerlik’ yeterli mi ya da tam üyelik mi gerekli ?
ABD 40 yıldan fazla bir zamandır İsraille birlikte Ortadoğuda en önemli Batılı düzenleyici güç olan Türkiye’yi Avrupanın sırtından istikrarlaştırmak için AB’ye alınması için destek verdi.
Türk askeriyesi Amerikan kontrolü altında olduğu sürece, Türkiye Büyük Biritanya’nın yanısıra Avrupa’nın içinde bir başka Truva atını oluşturur. ABD’de Avrupalı muhaliflerinin ekonomik yönden geri kalmış Türkiye’de ‚fazla yemek yiyecekleri’ ümidi de olabilir.
Amerikan-Türk ilişkilerindeki artan nizalar Alman ve Fransız hükümetlerinde son iki senede Türkiye’yi uzun yıllar sürecek olan üyelik müzakereleriyle Avrupa taraftarı pozisyonlara çevirme ümidini besledi. ‚Eski Avrupa’ gibi Türk Millet Meclisi de siyasi ve ekonomik çıkarlardan dolayı Irak savaşını reddetmiş ve daha büyük Amerikan birliklerinin yerleştirilme dileğini geri çevirmişti. Türk askeriyeleri ABD’yi PKK’nin gerilya savaşçılarına karşı suskun kalma ve Irak’lı Kürtlere çok hürriyetler tanımalarından dolayı eleştiriyorlar. Petrol şehri Kerkük’de Kürt kontrolünü engellemek için Türk ordusu Kuzey Irak’a girme tehdidinde bulunuyor.
Nato-partnerleri arasındaki gerginliğin sembolik zirvesi Temmuz 2003’de sabotaj yapmakla vazifeli Türk elit askerlerinin Kuzey Irak’da Amerikan birlikleri tarafından tutuklanmalarıydı.
Türkiye Avrupa’lı konsernler ve bankalar için Ortadoğu’da kara yolundan Mezopotamya’nın ve Kafkasların petrol kaynaklarına ulaşılabilen bir köprü kafası olabilir. Bu arkaplandan bakıldığında Ekim 2004’de Federal savunma bakanı Peter Struck tarafından teklif edilen yüzlerce Leopar-tanklarının Türkiye’ye tedariki sadece askeri eski demirlerin yok edilmesi değil ve fakat 19. yüzyıldan beri dile getirilen Alman-Türk silah arkadaşlığının yeni bir verziyonu olarak anlaşılabilir.
Alman ihracat ekonomisi 70 Milyon potansiyel tüketicisi bulunan Türkiye’nin AB için avantajlar getireceği konusunda emin. Bu cümleden olarak Alman Büyük Ticaret ve Dış Ticaret Federal Birliğinin bir açıklamasında 18 Eylül 2004’de şu bilgiler yer alıyor: ‚Piyasalar, sermaye ve iş için Avrupa, ABD ve Asya arasındaki rekabet 21. Yüzyılda yoğun bir şekilde artacak. Avrupa’nın üzerinde globalleşme çerçevesindeki baskının ciddi disipline edici tesirleri bulunacak ve çözülmesinden ziyade birlikteliğinin güçlenmesine yarayacak. Bu bağlamda Türkiye demografik faktörünün yanısıra büyüklüğü ve ülkenin yeri açısından siyasi ve ekonomik avantajlar sağlıyor. Türkiye’nin Orta Asya’daki Türki Cumhuriyetler üzerindeki nüfuzu küçümsenmemeli. Avrupa Türkiye’nin girişinden şüphecilerin ve uyarıcıların bugün sandıklarından çok daha fazla fayda sağlayacaktır.’
‚Ayrıcalıklı Partnerlik’
Tam üyeliğe Hristiyan Demokratlar tarafından alternatif olarak teklif edilen 40 yıldır devam eden ‚ayrıcalıklı partnerlik’in devam etmesi Türkiye’yi üyeliğin getireceği transfer ödemeleri ve siyasi kararları belirleme hakkı gibi finansal ve siyasi dezavantajlarından uzak tutarak kontrol etme ve sömürme girişiminden başka bir şey değil.
Kemalist Cumhuriyet gazetesinin köşe yazarı olan ekonomi bilimcisi Erol Manisalı bunu haklı olarak İngiltere’nin 19. Yüzyılda Hindisyan’la yaptığı anlaşmalara benzer bir şekilde ‚Koloniyal statü’ olarak tanımlıyor.
1) 1996’daki yürürlüğe giren gümrük birliği ile Türkiye’nin dış ticaret ilişkileri Türkiye’nin söz hakkı olmaksızın Brüksel tarafından dikte ediliyor. Türkiye bu egemenlik kaybını tam üyelik yolunun bir gerekli kötü bedeli olarak kabullendi. Türkiye Avrupalı sanayi ürünlerinin pazarı durumuna gelmişken, Türk üreticilerinin kendi ürünlerini Avrupa pazarlarında takdim etmeye fazla şansları yok. Gümrük birliğinin sadece sanayi ürünleri ile sınırlandırılmasıyla uygun fiyata üreten Türk tekstil ve gıda üreticileri Avrupa pazarından uzak tutuluyorlar. Gümrük Birliği Türkiye’nin ticari yönden AB’ye git gide daha fazla bağımlı olmasıyla sonuçlanıyor; bütün ithalatın % 49’u AB’den geliyor ve bütün ihracatın % 53’ü AB’ye gidiyor. Türkiye’nin dış ticaret açığı yıllık 20 Milyar Dolardır. Türk ekonomisti İlker Ataç ‚Gümrük Birliği AB ile Türkiye arasında asimetrik bir güç ilişkisinin ifadesidir.’ diyerek uyarıda bulunuyor.
2) Bu asimetrinin sebebi en önemli AB-güçlerinin yarı çevre ülkelerine karşı emperyalist aşamasında yatıyor ve tam üyelik konumuyla da değişmez. Tam üyelikle aslında ekonominin serbestleşmesine doğru başka sorumlulukların altına girilir.
‚İşleyen bir piyasa ekonomisi’
Türkiye’de neoliberal dönüşüm Bretton-Woods-kurumları tarafından ta 1980’de başlatılmıştı. 90’lı yıllarda bu süreç artı bir dinamik kazandı, çünkü Kopenhag kriterlerine göre ‚işleyen bir piyasa ekonomisi ve AB-iç pazarda rekabet baskısına dayanabilme yeteneği’ temel bir şarttır. Türk piyasasının ürün pazarına açılımının yanısıra alt yapıyı ve sermaye piyasasını ele geçirme hedefleniyor. 90’lı yılların sonlarından itibaren bir dizi Türk enerji ve diğer devlet işletmeleri özelleştirildi ve uluslararası tekeller tarafından özellikle Almanya tarafından satın alındı. AB-ilerleme raporları radikal ‚düzenlemeleri ve kuralları azaltma’ tedbirlerini överken sanayide, banka sisteminde ve tarımdaki ağır ilerleyen özelleştirmeleri eleştiriyorlar. Türk işçilerinin üçte biri tarım sektöründe çalışıyorlar, fakat gayri safi milli hasılanın % 11,5’i orada kazanılıyor.
3) Daha son yıllarda tarım sektöründe AB-uyumu çerçevesinde devlet nüfuzu azaltıldı ve dayanak fiyatlar şeklindeki ek yardım sistemi doğrudan ‚gelir güvencesiyle’ değiştirildi. Bütün işletmelerin % 35’i düşük, kendini doyurma ekonomisine sınır olan bir üretimle iki hektardan daha az bir toprak işletiyorlar. Az sermaye yatırımıyla şümullu işletilen Anadolu tarımı yoğun sermayeli üretim yapan, yüksek subvansiyonlu AB-tarımcıları ile rekabet edebilecek düzeyde değil. AB tarafından taleb edilen rasyonelleştirme tedbirleri milyonlarca iş gücünün boş bırakılmasına yol açacak.
4) PKK’ye karşı savaş sonucu Kürt köylülerinin tehcir edilmesinden sonra – bu sefer ekonomik sebeplerle- köyden kaçış başlayacak. Bu tip göç hareketlerini engellemek için AB-komisyonu ‚uzun geçiş süreleri’ ya da hatta iş güçlerinin serbest hareketleri konusunda ‚sürekli korunma opsiyonları’ bildirdi.
Türkiye’den AB’ye giriş müzakereleri başlamadan önce özelleştirme sürecini ve finans sektörünün reformunu bitirme ve tarım sektöründeki reformları devam ettirmesi bekleniyor.
Daha açık bir ifadeyle Türk işçilerinin uzun yıllar sürecek olan müzakere sürecinin yükselen işsizlik, azalan ücretler ve sendika haklarının azaltılması gibi neoliberalizmin bir piyasa radikal verziyonuna, bu süre zarfında AB-ek yardımları beklemeksizin, tahammül etmeleri bekleniyor.
Avrupal’lı konsernler Batı Türkiye’de Batı Avrupa’daki işçiler üzerindeki baskıyı artırmak için modern fabrikalar inşa ederlerken, Batı Türkiye’li iş güçleri aynı zamanda Doğu Anadolu’da gelişen ‚sanayi yedek ordusu’nun baskısı altındalar. Ücretlerin Avrupa çapında azalmasının bir başka dalgası bunun sonucu olacak.
Demokratikleşme mi ?
Birçok Türk ve Kürt AB-taraftarı tabana dayalı bir halk hareketinin Osmanlı İmparatorluğu ya da Türkiye’de bu kadar başarılı olamadığını savunuyorlar. Reformlar sürekli eski kolonyal güçlerin dış baskısı sonucu ya da yukarıdan – askeri darbelerle- gerçekleştirilmiş. Bugün Kopenhag kriterlerinde bahsedilen ‚kurumsal istikrar, demokratik ve hukuk devletine dayalı düzen, insan haklarına riayet ve azınlıklara karşı saygı ve korunmaları’ gibi asgari siyasi standartların gerçekleştirilmesi için AB’nin baskısının zaruri olduğu vurgulanıyor.
Gerçi son iki senede gerçektende bir dizi kanun değişiklikleri yapıldı. Fakat bunların pratiğe geçirilmesi halen yetersiz. Kürt dilinde yayınlar serbest olmasına rağmen, düzenli olarak bazı Kürt şarkılarının dinletilmesi yüzünden kapatma kararları alınıyor. Halen solcu, Kürt ya da İslami muhabirler yüksek para ve hapis cezalarına çarptırılıyorlar. Ve halen Türkiye’nin Kürt güney doğusunda askeri operasyonlar gerçekleşiyor.
Türk insan hakları derneği birçok işkence olaylarını belgelediği halde, AB-Komisyonu artık ‚sistematik işkence’ görmüyor. Avrupa’daki siyasi mülteciler için bu genel masumiyet duyurusu, işkence devleti Türkiye’ye sürülmeleri için hiçbir engelin kalmadığı anlamına geliyor. İlk örnek hadise ‚Köln Halifesi’ Metin Kaplan’ın Ekim 2004’de sürülmesiydi, bunu solcu ve Kürt mültecileri takip edecek.
Türkiye sadece kağıt üzerinde AB’ye yaklaşırken, AB-devletlerinin insan hakları pratiği ‚teröre karşı mücadele’ başlığı altında Türkiye’ye yaklaşmaya başladı.
Türk mahkumlarının yıllardır ‚ölüm oruçlarıyla’ mücadele ettikleri meşhur Türk F-tipi tecrit hapisleri özellikle ‚terörle mücadele’ konusundaki Avrupai standartlarını örnek alıyor.
Türkiye’deki parlamenter Cumhuriyetin yüzünün arkasında halen 1980’de askeri darbeyle ikame edilen ‚derin devlet’ hakimiyetini sürdürüyor. Demokratikleşmede yüzeysel rötuşlardan fazlasını beklemek bir illüzyondur. Avrupai sermaye kar çıkarlarını garanti altına almak için nihai olarak Türk oligarşları ve askeriyesine muhtaç. Ordu şekilsel olarak siyasetten geri çekilip kışlaya döndüyse de arka planda herşeye hakim güç olarak duruyor. Şayet kitlelerin sefalete sürüklenmesine tepki olarak radikal İslami akımlar güçlenirse generaller düzeni ‚denenmiş tarzda’ sağlarlarsa AB tarafından pek protestolarla karşılaşmazlar. Sonuçta AB daha 1997’deki İslami hükümet başkanı Erbakan’a yönelik ‚soğuk darbeyi’ gönül huzuruyla hoş görmüştü.
Kürt sorununun çözümü
AB Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme hakkını gerçekleştirebilecek mi ? Kürtlerin AB tarafından ulusal haklarının tanınma ümitleri pek gerçekçi gözükmüyor. AB azınlıkların korunması konusunda yüzeysel kanuni değişikliklerle yetiniyor ve bölgesel bir otonomi bile talep etmiyor. Kürt kartı ülkeyi neokolonyal diktaya daha kolay boyun eğdirmek için sadece kullanılıyor. AB-komiserleri Türk Kürtlerinde muğlak vadlerle, ABD’nin Irak Kürtlerinde bulduğu gibi, uysal yardımcılar bulmayı ümit ediyor.
Avrupa Parlamentosu’nun Leyla Zana’ya Zaharow-ödülünü verirken, Avrupa’da Kürt kurtuluş hareketinin takibi devam ediyor. Bu cümleden olarak Kürt Halk Kongresi Kongra-Gel 2003 yılından beri AB’nin terör organizasyonları listesinde geçiyor. Almanya’da Kürt organizasyonları daha 80’li yılların sonlarından itibaren takip edildiler ve yasaklandılar.
Bask ülkesi örneği AB’nin kendi iktidar alanında ulusal azınlıkların kendi kaderlerini belirleme hakkını kabul etmekten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. İspanya’da sırf düşünceleri yüzünden yüzlerce siyasi mahkum bulunuyor. Ve terörle mücadele adı altında orada Kürt HADEP-partisine benzeyen solcu ulusal Batasuna partisi Avrupa’daki kurumlarda protesto olmaksızın yasaklanabildi.
İktidarın genişlemesine karşı direniş
AB yeni AB-Anayasası’nda kendisini ekonomik düzenlemelerin azaltılmasını ve askeri yönden silahlanmayı kendine hedef kılan neoliberal kapitalist bir projedir. AB’nin Türkiye’yi içine alması antikapitalist güçler tarafından arzu edilemez, zira Doğu ülkelerine genişlemede bile emperyalist yayılmanın bir şekli sözkonusuydu.
Bu yüzden Avrupa’daki ve Türkiye’deki sol demokrasi ve insan hakları adına ne liberal AB-taraftarlarının safına ne de milliyetçi ve ırkçı karşıtların tarafına geçmeli. Gelecek yıllarda neoliberal AB-uyum politikaları halk kitlelerin kendine gelmelerine yol açacak. Ondan sonra Avrupal’lı ve Türkiye’li antikapitalist güçlerin ortak bir Anti-AB-bloku fırsatı doğabilir...
1 AB Türkiye’ye bir metres gibi davranıyor. Die Welt, 22.2.2004
2 Ilker Atac: AB Türkiye’de nasıl bir devlet istiyor ? Kurswechsel 1/2004
3 Dış ekonomisi için federal ajans: Türkiye – 2004/05 yılı dönüşümünde ekonomik trendler. Branşlarda ve sektörlerde/tarımda gelişmeler, 23.11.2004
4 Werner Gumpel: AB’ye ekonomik ve sosyal yönden aşırı yük mü ? Siyasi eğitim için federal santral
Tercüme: Kamil Cengiz