TÜRKİYE’NİN FIRKALARI (1)
Hamd ancak Allah içindir. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden O’na sığınırız. Allah kimi hidayete erdirirse onu saptıracak yoktur, kimide saptırırsa onu hidayete erdi(Risale-i Nurların İç Yüzü)
recek yoktur.
Allah’tan başka İlah olmadığına şahadet ederim. O tektir ve ortağı yoktur. Ve şahadet ederim ki Muhammed Onun kulu ve Resulüdür.
“Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Ali İmran; 102)
“Ey iman edenler Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah ve Resulü’ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab; 70–71)
Bundan sonra; Şüphesiz, sözlerin en doğrusu Allah’ın Kelamı Yolların en hayırlısı Muhammed (s.a.v.) ‘in yoludur. Amellerin en kötüsü ise sonradan uydurulanlardır. Sonradan uydurulup dine sokulan her amel bidat her bidat sapıklık ve her sapıklıkta ateştedir.
Cenabı Hak Buyuruyor ki:
İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti. (En am Suresi: 153)
Bu ümmet dinlerini parça parça edip fırka fırka olacak:
Dinlerini parça parça edip guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir. (En’am: 159)
Bu Ümmet önceki ümmetler gibi fırka fırka olup batıl yollar icat edecekler. Hz. Peygamberde bir hadisinde buyuruyor ki: Yahudiler 71 fırkaya bölündü, Hıristiyanlar 72 fırkaya. Ümmetim ise 73 fırkaya bölünecek. Biri dışında hepsi ateşte olacak. Kurtulan fırka benim ve ashabımın yolundan gidenlerdir." (Tirmizi, İman,18; İbnu Mace, Fiten, 17; Ebu Davud, Sünne, 1)
Fırka fırka olan bu ümmet her biri batıl yollarına insanları çağıracaklar.
İbni Mes'ud (r.a.), konuyla ilgili olarak şunu naklediyor: "Hz. Peygamber bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve 'Bu Allah'ın yoludur' dedi. Daha sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizerek 'Bunlar ise diğer yollardır. Her biri üzerinde yanlışa davet eden birtakım şeytanlar vardır.' Buyurdu.
Arkasından da şu ayeti okudu: "Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi O'nun yolundan saptırmasın. (Azabından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye ediyor." (En'âmSuresi: 153) (İbn Mâce, Mukaddime 1).
Hatta bu ümmetin bir kısmı kendilerini İslam’a nispet etseler de amel ve itikatları müşriklerinki gibi olacak.
”Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan iman etmezler” (Yusuf: 106)
Bu ümmet Yahudi ve Hıristiyanların düştüğü sapıklıkların aynısına veya benzerine düşecekler.
Ebu Said (r.a.)’tan Rivayet edildiğine göre Rasullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizden öncekilerin izlerini adım adım, karış karış takip edeceksiniz. Öyle ki bir kertenkele deliğine girseler, siz de gireceksiniz. “Ey Allah’ın Rasulü, bunlar Yahudi ve Hıristiyanlar mı? Dediler. “Ya kim olacak? Buyurdu. ( Sahih-i Buhari 3456, Müslim 2669.)
Hatta bu ümmet içinde putlara tapanlar bile çıkacak. Onları saptıranlar saptırıcı imam, önder, efendi ve büyükleri… Vb. olacak.
Burkani Sahih’inde şöyle bir ziyade ile rivayet etmektedir: Hz Peygamber Buyuruyor ki: “Ümmetim hakkında tek korktuğum şey, saptırıcı liderlerdir. Ümmetim arasına kılıç düşünce, kıyamete dek bir daha kaldırılmaz. Ümmetimden hayatta olanlar müşriklere katılmadıkça ve ümmetimden bazı kimseler putlara ibadet etmedikçe kıyamet kopmaz. Ümmetim içerisinde otuz tane yalancı deccal olacak. Hepside kendisinin peygamber olduğunu iddia edecek. Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra hiçbir peygamber yoktur. Ümmetimden bir taife, desteklenmiş olarak hak üzere bulunacaktır. Onları yıkmaya çalışanlar Allah’ın emri gelene dek hiçbir zarar veremeyecekler.” (Sahih Ebu Davud 4252, İbn Mace 3952, Ahmed 5/278, 284)
Cenabı hak Kur’an da ihtilafı, tefrikayı şiddetle men edip onun azap olduğunu şu ayetlerle naklediyor:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de o sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”(Al-i İmran Suresi: 103)
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır. O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara, “İmanınızdan sonra inkâr ettiniz, öyle mi? Öyle ise inkar etmenize karşılık azabı tadın” denilir. Yüzleri ağaranlar ise Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”(Al-i İmran Suresi: 105-107)
Rabbin dileseydi insanları (aynı inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri müstesna, onlar ihtilafa devam edeceklerdir. Zaten onları bunun için yarattı. Rabbinin, “Andolsun ki cehennemi hem cinlerden, hem insanlardan (suçlularla) dolduracağım” sözü kesinleşti.(Hud Suresi: 118-119)
Ayrılık ve tefrika bu kadar yerildiği ve yasaklandığı halde bu ümmet “Ümmetimin ihtilafı rahmettir“ batıl sözü hadis diye uydurarak hem peygambere iftira etmiştir hem de Allah ve Resulü’nün lanetlediği tefrikaya düşüp fırka fırka olmuştur.
Naklettiğimiz bu ayet ve hadisler gösteriyor ki daha önceki ümmetler gibi bu ümmet de çeşitli delalet fırkalarına ayrılacaktır. Yine önceki ümmetlerde olduğu gibi bu ümmet de dinlerini tahrif ederek batıl yolları kendilerine din edineceklerdir. Ancak hemen belirtelim ki; bu ümmet fırkalara ayrılmış olsa da hak üzere olan topluluklar kıyamete kadar var olacaktır. Yine bu din ne kadar tahrif edilirse edilsin, Ne kadar batıl din icat edilirse edilsin Allah bu dini yani Kur an ve sahih sünnetin aslını kıyamete kadar muhafaza edecektir.
İmam Malik'e ulaştığına göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) şunu söylemiştir: "Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah'ın Kitabı ve Resulünün sünneti". (Muvatta, Kader 3, (2, 899).Hakim sahih bir sened ile rivayet etmiştir, Müstedrek)
Burkani Sahih’inde şöyle bir ziyade ile rivayet etmektedir: Hz Peygamber Buyuruyor ki: Ümmetimden bir taife, desteklenmiş olarak hak üzere bulunacaktır. Onları yıkmaya çalışanlar Allah’ın emri gelene dek hiçbir zarar veremeyecekler.” (Sahih Ebu Davud 4252, İbn Mace 3952, Ahmed 5/278, 284)
Kıyamete kadar hak üzere olacak olan bu taife Allah’ın emri (ölüm veya Kıyametin kopması) gelinceye kadar hak üzere olacaktır.
O Zaman bizler ümitsizliğe kapılmadan Allah ve Resulünün işaret ettiği hak üzere olacak olan O Kur’an ve sünnet ehlini bulup onlarla beraber olmaya çalışmak. Çekişip ihtilafa düştüğümüz konuları ise Kur’an ve sünnetin hakemliğine arz etmek olmalıdır.
“... Eğer bir şeyde ihtilafa düşerseniz onu Allah’a ve Resulü’ne götürün.” (Nisa: 4/59)
Bir konu hakkında Allah ve Rasulü bir hüküm verdikleri zaman kayıtsız şartsız ona teslim olacağız.
“Müminlerin -aralarında hükmetmek üzere Allah'ın Resulü'ne davet olundukları vakit- sözü ancak, "Dinledik, itaat ettik" demeleridir. İşte asıl muratlarına erenler bunlardır.” (Nur Suresi; 51 )
“Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa Suresi;65 )
O Zaman bizlere düşen bidat ve hurafeleri terk edip dinin aslına müracaat ederek şahsımız ve bulunduğumuz topluluğun Allah’ın yoluna ne kadar tabi olduğuna veya ondan ne kadar sapmış olduğuna bakıp hakka tabi olmaktır. Hak üzere olanlarla beraber olmaktır.
Cenabı hak Kur’an da hak üzere olan bu doğrularla beraber olmayı emrediyor. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.(Tevbe Suresi 119)
Yazdığımız bu kısa risalenin konusu; Said Nursi’nin yazdığı Risale-i Nurlar adlı eserlerdir. Biz bu eserledeki bazı iddialeri inceleyip Kur’an ve Sünnete arz edeceğiz. İki adil şahit olan Kur’an ve Sahih Sünnet bakalım Risale-i Nurlar hakkında nasıl bir şahitlik yapacak. Biz şuna kesinklikle inanıyoruz ki; Her insan hata edebilir; hatadan masun olan yalnızca yüce Allah’tır. İsmet ise, peygamberlere mahsustur. Kur'an dışında hiçbir kitap da sehivden arî değildir. Ancak biz şunu da iyi biliyoruz ki; Siad Nursi ve talebeleri kitaplarının Allah katından olduğunu ve hatadan beri olduğunu iddia etmekteler.
Biz ise "Üstat, efendi, imam…“ kabul edilen herkesinde hata edebileceğini, ancak ve sadece doğru olana icap edilmesi ve yanlışların ise reddedilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bizim yazdığımız bu kısa risaledeki iddialar tamamen Risale-i Nurlar’dan alınmış iddialar olup asla ve asla bir iftira değildir. Zaten bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynaklarınıda verdik dileyen araştırabilir. Şahit olacağımız bu hakikatlerden sonra Unutulmamalı ki; Bizler gerçekten iman eden müslümalar isek yıkamayacağımız hiçbir tabu ve put yoktur.
NurRisalelerinde bize göre tenkit edilmesi gereken daha çok iddialar bulunmaktadır. Yapmak istediğimiz sadece bunların az bir kısmının eleştirisidir. Risale-i nur adlı eserlerde içerisinde büyük iddialar olmakla beraber bu eserlerde Kur’an ve Sünnete muhalif konuların bulunduğunu müşahede ettik. Biz bu iddia ve sapmaları kısaca aktarıp yine onları Kur’an ve sahih sünnete arz edeceğiz. Allah’tan bize başarı vermesini diliyorum.
*****
--- Risale-i Nurlarda Hz. Ali Efendimize Cebrail vasıtasıyla yazılı bir kitap indirildiğini Hz. Ali bu kitapçığı alıp okuyarak bütün gayba muttali olduğunu ve kim ne soracaksa sorsun kıyamete kadar olacak her şeyi biliyorum dediğini yazıyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Lemalar 18--Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 167, Onsekizinci Lem'a.)
Şia fırkasından duymaya alıştığımız bu tür batıl iddiaları Said Nursi’nin de söyleyip yazacağını bazı insanlar Said Nursi’ye atılmış iftira olarak sanabilir ancak bu ve bundan daha büyük iddiaları Said Nursi’nin yazdığı Risale-i Nurlardan aktarıyoruz. Bizim yazdığımız bu kısa risalede yazılanlar asla ve asla bir iftira olmayıp Said Nursi’nin Risale-i Nurlarından bizzat alınan iddialardır. Hemen belirtelim ki yinede tereddüt içinde olan kişilere biz diyoruz ki: İman kurtarmak için yola çıktığını söyleyen Said Nursi hakkındaki kanatlarınız bu yazdığımız kısa risaleyi okuyunca tamamen değişecektir.
Cenabı hak buyuruyor ki:
Vay o kimselere ki, elleriyle Kitabı yazarlar, sonra da onu az bir karşılığa değişmek için, “Bu, Allah’ın katındandır” derler. Vay ellerinin yazdıklarından ötürü onların haline! Vay kazandıklarından dolayı onların haline! (Bakara Suresi: 79)
Müşrikler Peygamberimizden kendisine gökten yazılı bir kitap indirilmesini istiyorlardı. Cenabı hak bunun olmayacağını bildiriyor ve şu ayeti indiriyor.
"Sana Kitabı kâğıtta yazılı olarak indirmiş olsak da, elleriyle ona dokunsalar bile, küfredenler yine de 'Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir!' derler." (En‘âm, 7.)
Peygamberimize indirilmeyen yazılı kitap Said Nursi’nin iddiasına göre Hz. Ali efendimize İndirilmiş. (!) (?) Daha çok Şia fırkasının duyduğumuz bu tür yalan ve iftiralara Said Nursi’de katılmış oldu.
*****
--- Said Nursi levh-i Mahfuzdaki Kur’an-ın aynısının kendisine yazdırıldığını. Ve bu işe şimdiye kadar da kimsenin kadir olamadığını iddia ediyor. Levh-i mahfuza bakarak Kur’an-ı oradan yazdığını iddia eden Said Nursi’nin ne kadar büyük bir iftira ve sapmanın içine düştüğünü sizler takdir edin.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Âsâ-yı Mûsa, 85, Meyve Risalesi -- Mektubat, 167-168, Yirmidokuzuncu Mektub. --Barla Lâhikası, 107-108, Yirmiyedinci Mektubdan. -- Barla Lâhikası, 310, Yirmiyedinci Mektubdan/. -- Mektubat, 169, Ondokuzuncu Mektub. -- Kastamonu Lâhikası, 110, Yirmiyedinci Mektubdan. --Kastamonu Lâhikası, 299, Yirmiyedinci Mektubdan --Mektubat, 384, Yirmidokuzuncu Mektub. --Tarihçe-i Hayat, 666,)
Said Nursi Asrı Saadetten beri hiçbir kimsenin kendisinin yazdırdığı mucizeli ve tevafuklu Kur’an yazmaya yazdırmaya muvaffak olamadığını söylüyor ve şöyle devam ediyor, Hüsrev’e "yaz!" emir buyrulması İle Levh-i Mahfuzdaki yazılan Kur'an gibi yazılması.
Cenab-ı Hak buyurmuştur ki:
"Hayır, o şerefli bir Kur'an’dır. Levh-i mahfuzdadır."( Burûc, 21-22.)
Said Nursi gabya taş atar gibi Mahiyetini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği levh-i mahfuzdaki gibi Kur'an yazdıklarını ileri sürenlerin bu iddiası da saçma sapan bir iddiadır.
Bu iddia; keyfiyetini bilmediğimiz levh-i mahfuzun yine keyfiyetini bilmediğimiz dili ve alfabesinden haberdar olmak anlamına da gelir ki, bunun sonu nereye varır bilemeyiz. Üstelik Arapça kitaplar harekesiz yazılıp okunabildiğine göre, kullarca başarılan bu iş levh-i mahfuzda -hâşâ- başarılamamış demektir. Subhanallah...
Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:
De ki: Göklerde ve yerde olanlardan Allah tan başka hiç kimse gaybı bilmez.(Neml, 65)
O halde gaybı Allah tan başka hiç kimse bilmez. Ancak o bazı resullerini bir hikmet ve maslahat dolayısıyla gaybından dilediği kadarını muttali kılabilir. Onları bundan haberdar edebilir. Allah bazı peygamberlerinin dışında gaybını kimseye açmaz.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
O gaybı bilendir. O kendi gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz. Meğerki beğenip seçtiği bir rasul ola (Cin, 26–27)
Yani Allahın kendisi muttali kılıp, haberdar ettiği kısmı dışında, gaybdan hiçbir şeyi bilemez. Buradaki rasul tabiri meleklerden ve insanlardan olan resulleri kapsar. Çünkü Allah’u Teâlâ sadece resulleri söz konusu etmiştir. Rasuller de meleklerden ve insanlardan olur.
Bu ayetlere ve Bu ayetleri destekleyen sahih hadislere rağmen gaybdan haber verdiğini lehvi mahfuza bakarak oradan Kur’an-ı yazdığını yazdırdığını İddia edenler nasıl yalan iddianın sahibi olduklarını sizlerin takdirine bırakıyorum.
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurların kendisine Allah tarafından ilham edildiğini hatta Allah tarafından yazdırıldığını söylüyor ve diyor ki:“ Bu Risale-i Nur bana Kur’an-ın indirildiği yerden indirilmiştir. Kimin haddine onun bir noktasına bile itiraz etmek…” diyerek kitaplarının vahiy kaynaklı olduğunu ve hatasız olduğunu iddia ediyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( --Mektubat, 353-354; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 267; Barla Lâhikası, 12. -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 36. -- Şuâlar, 572; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 124, Sekizinci Şua. -- Tarihçe-i Hayat, 579,-- Barla Lâhikası, 21, Yirmiyedinci Mektuptan/Hulûsi. -- Rehberler, 141 -- Müdâfaalar, 300, Afyon Müdâfâsı/Zübeyir’in Müdafaasıdır. -- Müdâfaalar, 347, Afyon Müdâfâsı. )
Cenabı hak şöyle buyuruyor:
Vay o kimselere ki, elleriyle Kitabı yazarlar, sonra da onu az bir karşılığa değişmek için, “Bu, Allah’ın katındandır” derler. Vay ellerinin yazdıklarından ötürü onların haline! Vay kazandıklarından dolayı onların haline! ( Bakara Suresi: 79)
Yüce Allah, "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar (yûhî). Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Fakat sen, onları düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!" buyurmuştur.( En'am, 112.)
Allah, burada, batıl ve asılsız şeyden "yaldızlı söz" diye bahsetmiştir. Çünkü sahibi onu elinden geldiğince süsler ve aldanmaya müsait kişinin kulağına atar; o da buna kanar ve inanır.
Said Nursî Risale-i Nurlar’ın vahiy eseri olduğunu iddia ediyor. Hatta Bu eseri Allah yazdırdı diyor. Ancak biz peygamber olmayan bir insana Allah’tan vahiy (ilham) gelir mi gelirse bunun sınırı nedir bunu anlatalım.
Said Nursi’nin iddiasının aksine risale-i nurlar batıl inanç ve hatalarla doludur. Bu hatalar ciltler dolusu kitabı dolduracak çoklukta ve vahim hatalardır. Cenabı hak kullarının kalbine ilham eder elbette ancak şeytanın da insanların kalbine vahiy (ilham) edeceği Kur’an da bize haber veriliyor. Allah bir kulun kalbine batıl şeyleri vahiy (ilham ) etmeyeceğine göre Risale-i Nurlardaki batıl şeylerin şeytanın ilhamı olduğu ortaya çıkıyor. Hatta şeytan insanı saptırmak için insana yaptığı ilhamların içine bazen doğru şeylerde katabilir, bunun amacı bu doğruların içine kattığı batıl şeylerle insanı saptırmaktır.
Öncelikle şu kesin olarak bilinmelidir ki İslam da ilmin kaynağı ilham veya rüya kesinlikle değildir. İlham veya rüya peygamberler için bilgi kaynağıdır onların rüyaları ve kalplerine gelen ilhamlar vahiy olup Allah şeytanı onların rüya ve ilhamlarına karıştırmamıştır. Diğer insanların Rüyaları ve kalplerine gelen ilhamlar Rahmani olduğu gibi şeytanide olabilir. Bize düşen bunları Kur’an ve sahih sünnete arz ederek Kur’an ve sünnete muhalif değillerse Allah’a hamd etmek, değilse Allah’a sığınıp onlardan uzak durmaktır.
Said Nursi ye gelen ilhamlar Rahmani olsa bile bunların dinde delil olması söz konusu değildir. Bu ancak kendini bağlar, Akıl sahibi bir insan ise bu ilhamlarını önce Kur’an ve sünnetin onayına arz eder. İnsanlara Kur’an ve sünnetin ahkâmını beyan ederdi.
Eğer ilham delil veya bilgi kaynağı olsa idi insanların sayısınca yollar ortaya çıkardı herkes kendine göre bir yol icat ederdi. Oysa hiçbir İslam âlimi buna tevessül etmemiştir.
Buharî ve Müslim’de Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Sizden önceki ümmetler arasında, kendilerine ilham olunanlar vardı. Eğer benim ümmetim içinde de böyle biri varsa, o da Ömer’dir." ( Buhārî, Fezâilu’s-Sahâbe, 6/37; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 2/23)
"Kendilerine ilham olunanlar" şeklinde tercüme edilen "muhaddesûn" (kendilerine haber verilenler, kendilerine söz söylenenler) hakkında İmam Buharî, "Onların dillerine bir şeyin doğrusu geliverir." (Nak. Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi,10/232.) İmam Süfyan b. Uyeyne, "Muhaddes diye kavrayışlı ve anlayışlı kişiye denir." (Tirmizî, Menkabe, 54/3938)
İmam Cafer Sadık da, "Muhaddes, Allah’ın kendisine gerçekleri anlamasını sağladığı kimsedir." demişlerdir. (Nak. Mutahharî, Hâtemiyyet,çev. Şamil Öcal, Fecr Yayınları, Ankara 1989, 32)
Mülhemûn’dan olan Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki:
"Ben üç şeyde Rabbime muvafakat ettim: “Ey Allah’ın Elçisi, İbrahim makamını namazgâh edinelim” dedim. Müteakiben “Siz de İbrahim makamından bir namazgâh edinin!” (Bakara, 215) ayeti nazil oldu.
Bir de hicap ayeti ki, “Ya Resulullah, kadınlarına emretsen de, onlar perde içine girseler! Çünkü hayırlı-hayırsız kimseler onlarla konuşabiliyor” dedim. Bunun üzerine hicap ayeti (Ahzâb, 32–33) nazil oldu.
Keza, Peygamber’in zevceleri, bir keresinde kendisine karşı kıskançlık göstermek üzere ittifak etmişlerdi. Eğer o, sizi boşarsa, yerinize Rabbinin ona sizden hayırlılarını vermesi ümit edilir, dedim. Derken bu (Tahrîm, 5) ayeti nazil oldu." (Buhārî, Salât, 32/52.)
Hz. Ömer’in bu sözleri, ayetlerin inmesinden önce olduğu hâlde, "Rabbim bana muvafakat etti" demeyip de, "Ben Rabbime muvafakat ettim" demesi onun ne kadar anlayışlı fakih ve Rabbine karşı ne kadar edepli olduğunun bir delilidir. Burada görüşünde isabet eden Hz. Ömer Hudeybiye anlaşmasında ise görüşünde hata etmiştir ve Peygambere (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) muhalefet etmiştir. Nitekim şeytan, ilhama mazhar olan Hz. Ömer’e Hudeybiye Antlaşması sırasında, Furkan suresinin okunuşu ile ilgili olarak Hakim b. Hizam’la olan tartışmasında ve Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) vefatı sırasında birtakım aldatmalarda bulunmuş ve Ömer’in nefsine arız olan bu düşünceler ve yanlışlardan ancak kendisine Ayet ve hadisler arz olununca dönmüştür. Ömer gibi bu ümmetin Ebu Bekr (Radıyallahu Anh)’dan sonra en hayırlısı bile hata etmiştir.
Anlaşılacağı üzere ilham; Allah’ın, meseleleri daha açık görüşle anlaması için kişinin kalbini açması, bunu kişiye kolaylaştırması ve onu doğruya sevk etmesidir. Yoksa ciltlerce risaleleri, kişiye âdeta zorla, "ihtiyarı ve rızası haricinde yazdırması" değildir.
Cenab-ı Hak buyurmuştur ki:
"Senden önce gönderilen her Rasul ve her nebi bir temennide bulunduğu zaman, şeytan onun temennisine bir şey sokmuştur. Fakat Allah, şeytanın soktuğu şeyi iptal eder, sonra da ayetlerini sağlamlaştırır. (...)"( Hac, 22/52.)
Bu ayeti kerimede açıkça görülüyor ki; Şeytan Peygamberlerin kalplerine bile bir şeyler sokuşturmaya çalışmıştır ancak Allah Peygamberleri şeytanın vesveselerinden korumuştur. Böylece Allah kendi ayetlerini muhkem hâle getirmiştir. Zira nebi, hak üzeredir. Oysa diğer bütün insanlar şeytanın vesveselerinden korunmamışlardır. Onlar ancak kalplerine gelen şeyleri Kur’an ve Sünnete arz ederek onun onayladığına uyup onaylamadığından uzak durmaları gerekir.
Hz. Ömer, ashab-ı kiram ile istişare eder ve bazen kendi görüşünü bırakıp onların düşüncesine katılır, bazen de ashap ona uyardı. Olur ki, Ömer bir söz söyler, ama bir Müslüman kadın kalkıp onun sözlerini reddeder ve gerçeği açıklar, Ömer de kendi görüşünden vazgeçip, bu kadının sözlerine hak verirdi. Meselâ, mehir miktarını belirleme meselesinde böyle olmuştu. Yine olur ki, o bir görüşe sahip olur, fakat o konuda kendisine Hz. Peygamber’den bir hadis hatırlatılır, bunun üzerine hemen kendi görüşünü terk ederek bu hadisle amel ederdi. Çeşitli konularda, ilgili bazı sünnetleri kendisinden aşağı mertebede bulunan kişilerden alırdı. Bazen bir şey söyleyip, kendisine "isabetlisin!" denildiğinde o: "Vallahi Ömer, gerçeğe isabet mi etti, yoksa yanıldı mı, bilmiyor!" şeklinde cevap verirdi.
Bizden önceki ümmetlerde kendisine ilham verilenlerin varlığı kesindir. Böyle kimselerin bu ümmette (ümmet-i Muhammed’de) bulunması, ümmetlerin en faziletlisi olmakla beraber, (yukarıda naklettiğimiz hadiste) şart edatına bağlanmıştır. Çünkü bizden önceki ümmetlerin onlara ihtiyacı vardı. Bu ümmet ise, Nebilerinin ve onun risaletinin kemalinden dolayı onlardan müstağnidir. Allah Tealâ, bu ümmeti Nebiden sonra, keşif, ilham, muhaddes ve rüya sahibi kimselere muhtaç kılmadı. Şart edatıyla yapılan bu bağlantı, ümmetin kemalinden ve müstağni oluşundandır, noksan oluşundan değil. Sıddık, muhaddesten (İlham olunandan) daha kâmildir, çünkü sıddıklığın kemali; mana bağlılığı ile ilham, içe doğma, keşif gibi şeylerden müstağnidir. Çünkü sıddık bütün kalbini, sırrını, içini-dışını Resulüne teslim etmiştir. Bununla o, diğer şeylerden müstağni olur.
Birçok hayalperest ve cahilin "Kalbim Rabbimden bana bunu ilham ediyor" dediği şeye gelince; kalbinin ona bir şeyler söylemiş olması doğrudur, fakat kimden? Rabbinden mi, yoksa şeytanından mı? "Kalbim bana Rabbimden böyle ilham etti" derse, kendisine ilham edip etmediğini bilmediği birine söz isnat etmiş olur ki, bu da yalandır. Bu ümmetin muhaddesi, asla böyle söylemez, hiçbir zaman böyle bir şeyi ağzına almaz. Şüphesiz Allah, Ömer’i, bunu söylemekten korumuştur. Bilâkis, bir gün kâtibi "Bu, müminlerin emîri Ömer b. Hattab’a Allah’ın gösterdiği (öğrettiği, ilham ettiği) şeydir" diye yazdığında, Ömer: "Hayır, onu sil! Bu, Ömer b. Hattab’ın gördüğü şeydir, eğer o doğruysa Allah’tandır; yanlış ise Ömer’dendir. Allah ve Resulü ondan beridir, uzaktır, diye yaz!" buyurmuştur. Ömer "kelâle" (miras hukukuyla ilgili bir kavram) konusunda: Bu konuda kendi görüşümü söylüyorum, eğer doğruysa Allah’tan; şayet yanlış olursa benden ve şeytandandır, der. Resulullah (s.a.v.)’ın şahadeti ile muhaddes olan Ömer’in sözü böyledir. Oysa Tasavvuf fırkasına mensup birçok kişinin ve Said Nursi’nin "Rabbim, kalbime böyle ilham etti" dediğini görürsün.
Bu konuda Hz. Ebu Bekir’in tavrı da Hz. Ömer’inki gibidir. Nitekim o da, "Kendi reyimi söylüyorum. Eğer isabet edersem Allah’tandır; hata edersem bendendir." demiştir. Aynı mealdeki sözler, Hz. Ali’den ve İbn Mesud’dan da rivayet edilmektedir.
İbn Kayyım el-Cevziyye, İgasetu’l-Lehfan fi Mesayidi’ş-Şeytan adlı eserinde der ki:
Peygamberlerden başkaları, şahsî düşüncelerinde ve ilhamlarında hata da ederler, isabet de. Onların zan ve ilhamları, düşünceleri ve hatıraları, Allah’ın kulları için delil ve hüccet niteliği taşıyamaz.
Allah’ın ilhamına mazhar olanların sadatı, ashab-ı kiram efendilerimizdir. Onlardan Hz. Ömer (r.a.)’in, ilâhî ilhama mazhar olduğu, hadis ve nice olaylar ile sabittir. Böyleyken o, belli bir konuda fikrini söyler, mertebesi ondan çok aşağı bulunan biri de kendisine itiraz ederdi. O da, gelen itirazı anlayışla karşılar, üzerinde düşünüp istişarelerde bulunur, kendisinin hatalı olduğu anlaşılır, o da hatasından dönerdi. Şahsî düşüncelerini ve ilhamlarını, daima Allah’ın Kitabına, Resulullah’ın Sünnetine arz ederdi. Kendi zan ve ilhamlarına itibar ve itimat etmezdi. Yani onları değil, Allah’ın Kitabını ve Resulünün Sünnetini hakem tanırdı.
Bu ümmetin en faziletlisi ve hakka en yakın olan sahabe ve tabiin böyle iken birde Said Nursi’nin iddialarına bakınız. Yazdığı kitabın Allah katından yazdırıldığından o kadar emin ki noktasına bile kimsenin itiraz edemeyeceğini söylüyor. Risale-i Nurlar’ın, Kur’an’ın indirildiği yerden indirilmiştir diyecek kadar sapmış ve şeytanın oyuncağı olmuştur.
Said Nursi ve onun gibi şeytanın oyuncağı olmuş kişiler Kur’an ve Sünnet ilmini öğrenmeleri ona uymaları gerekirken kalplerine gelen batıl ilhamları kendilerine din edinmekteler. Oysa vasıtasız olarak yüce Allah ile konuşup, doğrudan doğruya ondan ilim ve marifet alan zatlar, ancak Hz. Musa (a.s.) gibi peygamberlerdir. Bunun için ona "Kelimullah" denilmiştir. Bu cahil kişiler ise, kendilerinin de Kelimullah olduğunu zannetmekte, ilim ve din dışı sözler söylemektedirler. Evet, bu kişiler bazı sesler duymuşlardır. Fakat Rahman’ın değil, şeytanın sesini... Ya da nefs-i emmaresinin sesini.
Ashab-ı kiramın, kendi düşüncelerini ve kararlarını itham etmelerinin misalleri pek çoktur. Hâlbuki onlar, bu ümmetin en hayırlıları, kalpleri en temiz, ilimleri en derin olanlarıdır. Nefsanî ve şeytanî ahvalden en uzak bulunanlar onlardır. Kitaba ve Sünnete en çok ittiba edenler de onlardır. Kitabı ve Sünneti aradan çıkarıp "Bana kalbim, Rabbimden alarak dedi ki..." diyenler ise, Kitaba ve Sünnete en uzak olanlardır. Gerçekten züht ve takva sahibi olanlar ise, dosdoğru yol üzerinde bulunup, asla şahsî keşiflerine ve ilhamlarına önem vermezler. Bunları kendilerine hakem tanımazlar. Herhangi keşfi ve ilhamı, Kitaptan ve Sünnetten iki şahit olmaksızın kabul etmezler. İşte bu ümmetin gerçek takva sahibi kişileri de bunlardır.
*****
--- Said Nursi kimseye soru sormamak kaydıyla ilmini Rüya yoluyla ve Hz. Peygamberden aldığını iddia ediyor. Sadece üç ay ilmi tahsili olan Said Nursi’nin ilmi rüya ve ilham kaynaklı olduğu naklediyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Tarihçe-i Hayat, 32, İlk Hayatı. -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 102; Şuâlar, 564, Birinci Şua. --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 21-22, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar)
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, Said Nursi’ye rüyasında, ümmetine soru sormaması şartıyla Kur’an ilimi öğretileceğini müjdelediğini iddia etmiştir. Said Nursî, rüyaların delil ve hüccet olmadığını belirtmesine karşın, Kur'an ilminin kendisine Hz. Peygamber tarafından rüyada verildiğini söylemektedir. Delil ve hüccete dayanmayan bir yolla, Kur'an ilmi öğrenilemez, elde edilemez. Elde edilen bir şey varsa da bu, ilim olarak vasıflandırılamaz. İslâm, ilim edinme yollarını, bilgi kaynaklarını göstermiştir. Rüyalar din hakkında delil olmadığı gibi ilminde kaynağı olmaz.
Şimdi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in rüyada görülme meselesini ele alalım:
"Rüyasında beni gören, (hak olarak) beni görmüştür, çünkü şeytan ben(im suretim)le hayale giremez." (Buhārî, Ta‘bir, 10/13.)
"Beni rüyada gören, hakikaten görmüştür, çünkü şeytan benim şeklime giremez."(Müslim, Rü'yâ, 1/10.)
Bu hadis-i şerifin izahı şöyledir: Bir kimse, Hz. Peygamber’i kendi şekli ve sureti ile görürse, gerçekten Hz. Peygamber’i görmüş olur. Çünkü şeytana Hz. Peygamber’in şekline girerek birini aldatabilme gücü verilmemiştir. Bu açıklamayı Muhammed b. Şirin yapmıştır. İmam Buharî onun şu sözünü nakletmektedir:
"Peygamber’i rüyada görmek, kişinin onu ancak hayatında vasıflandığı sureti üzere gördüğü zaman gerçekleşir."( Buhārî, Ta‘bir, 10/12.)
Allâme İbn Hacer, sağlam senetlerle şöyle rivayet etmektedir: Bir kimse İbn Sirin’e, "Ben rüyamda Hz. Peygamber’i gördümdeyince" ne şekilde, ne biçimde gördüğünü sorardı. O kimse Hz. Peygamber’in şekline ve şemailine uymayan bir biçim söylerse, İbn Sirin ona: "Sen Hz. Peygamber’i görmemişsin"derdi. İbn Abbas’ın tutumu ve davranışı da aynıydı. Nitekim Hâkim, senediyle bunu nakletmiştir. Doğrusu şu ki: Hadisin sözleri de bu manayı tevsik ve ispat etmektedir. Bu hadisin sahih senetlerle nakledilen sözlerinin hepsinden anlaşılan şey, şeytanın Hz. Peygamber’in şekline giremediğidir. Yoksa herhangi bir şekle girip, insanı Hz. Peygamber’i gördüğünü zannettirerek aldatması değil.
Bu konuda, birçok âlimin görüşü bu minval üzeredir. Şeyh Alâaddin der ki:
Demek ki, sahih olan rüya Resulullah’ın sahih bir nakille sabit olan suretini görmektir. Şayet, biri bu suretten başka bir surette Resulullah’ı rüyasında gördüğünü zannederse; o, Resulullah’ı görmemiştir.
Bazı kimseler, "Eğer şeytanın hilesinden korunmak, Hz. Peygamber’i sadece kendi asıl şekli ile görülmesi şartına bağlı olsaydı, o zaman bu koruma, ancak sağlığında Peygamber’i görmüş olan kişiler için mümkün olurdu. Daha sonraki dönemlerde gelen kimseler, rüyalarında gördükleri şahsın suretinin Hz. Peygamber’e veya başka bir kimseye ait olduğunu nasıl bilebilirler?" diye soruyorlar. Böyle bir sorunun cevabı şudur: Daha sonraki dönemlerde gelen kimseler, rüyalarında gördükleri şahsın Hz. Peygamber olduğunu tam bir güvenle söyleyemezler. Ama rüyalarının manasının ve konusunun Kur'an-ı Kerim ve Sünnetin bildirdiklerine uyup uymadığını kesin olarak bilebilirler. Eğer bu rüya, Kitaba ve Sünnete uygunluk gösteriyorsa, o zaman gerçekten rüyasında gördüğü kimsenin Hz. Peygamber olması ihtimali çok daha fazladır. Çünkü şeytan bir kimseye doğru yolu göstermek için değişik şekle giremez.
Eğer bir kimse rüyasında Hz. Peygamber’i görse de, ondan herhangi bir emir alsa veya bir şeyi o kimseye men etse ya da din konusunda ondan bir çeşit işaret ve ima yollu bir şey görse; o gördüğü, duyduğu şeylerin Kitapta ve Sünnette benzerini görmeden onlara uyması, uygulaması caiz değildir. Allah Tealâ ve Peygamberi, din konusunda, bizi rüyalara, ilhamlara ve keşiflere bırakmamış, hakkı ve batılı, doğruyu ve yanlışı pırıl pırıl bir Kitap ve senetli, delilli bir Sünnet içinde önümüze koymuştur. Eğer gördüğünüz bir rüya veya keşif yahut ilham, Kitaba ve Sünnete uygun ise, o zaman Peygamber’i görmeyi nasip etti diye veya keşif ve ilham nimetini lütfetti diye Allah’a şükrediniz. Ama o gördüğünüz rüya, Kitaba ve Sünnete ters ve aykırı ise, o zaman da onu reddederek, böyle denemelerden ve imtihanlardan koruması için Allah’a yalvarınız.
Bu inceliği anlayamamaktan dolayı pek çok kimse, dalâlete düşmüştür ve düşmeye devam etmektedir. Bizzat tanıdığım bazı kimseler rüyalarında, inandıkları sapık bir mezhebin kurucusuna Hz. Peygamber’in iltifat ettiğini veya onu desteklediğini gördüklerini zannettiklerinden dolayı, o sapık mezhebe bağlanmışlardır. Eğer onlar, rüyada gördükleri herhangi bir insan şeklinin Hz. Peygamber olamayacağı ve Hz. Peygamber’i gerçekten rüyada görmek nasip olsa bile, onunla dinî bir hüküm elde edilemeyeceği gerçeğini bilmiş olsalardı, böyle bir sapıklığa düşmezlerdi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki:
"(...) Rüya üç türlüdür: (...) Üçüncüsü: Kişinin kendi kendine konuştuğu (düşündüğü) şeylerden meydana gelir. (...)"(Müslim, Rü'yâ, 6.)
Bütün bu aktardıklarımız göstermektedir ki, Said Nursî ve şakirtleri davalarını ispat edebilmek için birtakım rüyalara sığınmışlardır. Bunlara tâbi olanların birçoğu da, rüyalarında gördükleri ile hareket edip, bunlara inanmışlar ve arkalarından gitmişlerdir.
Anlatılan bu rüyaların Nur Risaleleri’nde uzun uzun zikredilmesi tesadüfî değildir. Zira bu çeşit rüyalar, safdil ve basit insanları aldatmada kullanılan en yaygın vesiledir.
Bildiğimiz gibi, avam tabakasının ve cahillerin büyük bir kısmı rüyaya bağlanırlar, rüyadan gelen her şeyi tasdik ederler, onu hayatlarında takip edecekleri yolu aydınlatan bir ışık sayarlar; alâmetlerini, hayallerindeki kalıntıları incelemeye koyulurlar.
Sadık rüyalar azdır. Bunlar sadık rüya olsa bile bunlar zannı delildir ve üzerine itikadı esaslar kurulamaz, bir fikrin ispatına veya dinî hükümlerden herhangi birine delil olamaz.
*****
---Said Nursi ABD, İngiltere ve birçok Avrupa devletinin devlet olarak İslam’ı kabul edeceğini Kur’ana sarılacağını bildiriyor Bu ülkelerin kominizim ve dinsizliğe karşı İslam’ı kabul ederek mücadele edeceğini ve Amerika’nın bütün kuvvetiyle İslam’a ve Müslümanlara destek olacağını, Müslümanlarla ittifak halinde olacağını, İslam’ı destekleyip yayacağını, Yeni İslam devletlerini destekleyeceğini yazıyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( -- Emirdağ Lâhikası I, 242, Yirmiyedinci Mektuptan/Aziz); -- Tarihçe-i Hayat, 489, Emirdağ Hayatı -- Rehberler, 36, Gençlik Rehberi/Onikinci Söz’ün İkinci Makamının Zeyli. --Tarihçe-i Hayat, 88, İlk Hayatı -- İctimâi Reçeteler II, 101, Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesi.)
Said Nursî, tek tek şahısların İslâm’la tanışıp hidayet bulmaları ile, devlet ve hükümetlerin faaliyetlerini birbirine karıştırmıştır. Bu devletler şu ana kadar bırakın İslam’ı kabul etmeyi İslam’a düşmanlığını hala devam ettirmekteler. Yine bu devletler Müslümanlara yeryüzünde zulüm etmeye de devam etmekteler. Üstelik kominizim yıkılıp yok olduğuna göre Said Nursi’nin gabya attığı bir taş daha yalana isabet ettiği ispatlanmış oldu.
Bu devletlerde Hıristiyanlık tekrar gündeme gelmiş, haçlı ruhu hortlayarak Müslüman asıllı ulusların başına belâ olmuştur. Avrupa’nın ortasında Bosna Hersek’te Müslümanlar soykırıma uğradılar. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile orada da tekrar gündeme gelen Hıristiyanlık, Ermeni zulmüyle Müslümanlara kan kusturmaya devam etmektedir. Rusya, Müslüman Çeçenlere hâlâ büyük zulümler uygulamaktadır.
Said Nursî, İngiltere’den de bahsetmektedir ki, yukarıda da belirtildiği gibi, orada bazı şahıslar İslâm ile müşerref olmuşlardır. Ama İngiltere devlet olarak, asırlardır İslâm ve Müslümanların en büyük düşmanıdır. Yıllarca İslâm ülkelerini sömürmüş, Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya çalışmıştır. Hâlâ da bu faaliyetlerine birçoğu fakir olan Asya ve Afrika ülkelerinde, hatta Türkiye’de misyonerleri vasıtasıyla devam etmektedir. Müslümanlara yaptığı en büyük düşmanlık ise, Said Nursî’nin de hayatta olduğu bir tarihte, İslâm topraklarının ortasına İsrail gibi bir terörist Yahudi devletini kurması olmuştur. Keza, Amerika da bu işin en büyük ortağıdır. Bunlar yakın tarihin bilinen olaylarıdır ki, Amerika gibi zalim bir devleti, Said Nursî nasıl olmuş da Müslüman olacağını, İslam’a hizmet edeceğini, İslam devletlerine destek ve himaye edeceğini iddia ediyor.
Oysa Amerika; Asya’yı, Afrika’yı ve en önemlisi Ortadoğu’yu karıştıran, barışı ve sükûneti önleyen, hatta oraları Müslüman kanına bulayan bir devlettir. Hâlen Filistin başta olmak üzere Ortadoğu’nun birçok ülkesinde Müslüman kanı, Hıristiyanlar ve Yahudiler tarafından akıtılmaktadır ki, bunların en büyük destekçisi Amerika ve İngiltere’dir. Irak’ın hâlinden hiç bahsetmeyelim.
Nur Risaleleri’ndeki Said Nursî’yi tavsif eden övgü dolu cümlelerin ayaklarının yere basmadığının en bariz delili, bu safdil ve basiretsiz yorumlardır. O zamanlar Amerika’nın aradığı salim dine (!) talip ve Amerika’nın biçtiği bu rolü oynamaya amade olan bu zihniyetin, Amerika’nın uyguladığı şeytanî siyaseti başka türlü yorumlaması da beklenemezdi.
Said Nursi ABD, İngiltere ve Avrupa’nın birçok devletinin Müslüman olup İslam’a ve Müslümanlara hizmet edeceğini değil de, Nurculuk adındaki batıl dine müsamaha gösterip yardım edeceğine söyleseydi bu kehanetinde isabet etmiş olurdu. Malum olduğu gibi kâfirler İslam’ı ve Müslümanları yıkmak için Tasavvuf gibi nurculuk gibi batıl yolları ve fırkaları hep koruyup desteklemiştir, Çünkü bu kâfirler iyi biliyorlar ki; İslam’ı tahrif edip, Müslümanları zehirleyip yerde süründürmek için bu batıl fırkalar biçilmiş hazır kaftan gibidir. Bu kaftanın allanıp pullanıp Müslümanlara İslam diye giydirilmesi gerektiğini biliyorlar. Bu batıl fırkaların/dinlerin ismi bazen diyalog olur, Bazen aşk ve hoşgörü olur, Bazen demokrasi olur, Bazen tasavvuf olur, Bazen nurculuk olur… Vb.
İsimler değişse de bu fırkaların belirgin özellikleri şunlardır: Küfre ve kefire gayet hoşgörülü, Müslüman’a ise gizli ve açık kin ve düşmanlık beslerler, Kur’an ve Sünnetten yaban eşeği gibi kaçtıkları halde kendi elleriyle yazdıkları batıl eserlerine ise sıkı sıkı sarılırlar. Sünnet ehlinden ve sünnetten kaçtıkları halde, Bidat ve hurafelerin peşinde koşup ona sarılırlar, Müslümanları çeşitli isimlerle itham ettikleri halde kendi batıl yollarını ve önderlerini yaldızlı sözlerle yerlere göklere sığdıramazlar.
Said Nursi gibi şahısların bu batıl inançları etkisini o kadar göstermiştir ki; Türkiye’nin en meşhur nurcu liderleri papanın elini öpecek kadar alçalmıştır. Bundan daha kötüsü Müslümanların memleketlerini işgal eden Hıristiyanlara karşı cihat eden mücahitler için ise bakın o nurcu liderler ne diyor: “Bunlar insanlar içinde en çok nefret ettiğim kişilerdir” diyerek kâfire dost olduğunu ortaya koymuştur.
*****
---Said Nursi Risale-i Nurlarda; Dünyada ki sıkıntılar, felaketler, sebebiyle kâfirlere de merhamet ve mükâfat vardır. Diyor ve şöyle devam ediyor:” Kâfirlerden olanlar meşakkat ve sıkıntı sebebiyle ölürse on beş yaşına kadar olanlar hangi dinden olursa olsun şehit hükmündedir. On beş yaşından yukarı olan kâfirler ölürse de masum ve mazlum ise; mükâfatı büyüktür belki onu Cehennem’den kurtarır.” diyor
Said Nursi şöyle devam ediyor: Din hususunda fetret dönemi yaşıyoruz. Hz. İsa gelince dinin hakikatiyle hükmedecek. Şimdi fetret döneminde yaşayan Hz. İsa’ya mensup Hıristiyanların çektikleri sıkıntı ve felaketler onların günah ve küfürleri için birer kefaret olur. Bu belki cehennemden çıkmalarına sebep olur. Diyor. Said Nursi Kalbine böyle bir ihtar gelmesinden dolayı da şükrediyor (Bu ihtar kimden geliyor sa ?!)
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( --Kastamonu Lâhikası, 114-115, Yirmiyedinci Mektubdan/Gayet ehemmiyetlidir; -- Tarihçe-i Hayat, 290, Kastamonu Hayatı/Üstad Bediüzzaman’ın İkinci Dünya Harbi Esnasında Yazdığı Mühim Bir Mektub.)
Said Nursî, bu büyük iddialarına ilmî bir tek delil göstermemiştir. Tek delili (?), kimin ettiği belli olmayan kalbine gelen ihtarlardır. Said Nursî’ye, Allah’ın Kitabından ve Resulünün sahih hadislerinden aldığımız haberler ile cevap vereceğiz:
Cennet ve nimetleri kâfirlere haram kılınmış olup, yüce Allah, başlarına ne musibet gelirse gelsin kâfirleri cennete koyacak değildir. Küfrün cezası da içinde ebedî kalınacak olan cehennemdir. Bunlar nasslar ile sabittir.
Cehennemin pek çok tabakası, çeşit çeşit azabı vardır.
"Şüphe yoktur ki, münafıklar ateşin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için asla bir yardımcı bulamazsın." ( Nisa, Suresi:145.)
"Cehennem ise, o azgınların hepsinin birden buluşma yeridir. Onun yedi kapısı, her kapının da, oradan girmek için ayrılmış bir grubu vardır." (Hicr, Suresi: 43–44.)
Hz. Peygamber (s.a.v.) de bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet günü cehennem ehlinin en hafif azap göreni, ayak çukurlarına iki ateş parçası konulacak olandır ki, bunların sıcaklığından beyni kaynayacaktır." (Buhārî, Rikāk, 51/145; Müslim, İman, 91/363.)
"Mükâfat" kelimesi ise, bu konuda kaçınılması gereken bir sözdür. Kâfirler mükâfatlandırılacak ne yapmışlardır?
"(...) Kâfir olarak ölenlerin bütün amelleri dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada sürekli kalacaklardır." (Bakara, Suresi:217.)
"(...) İmanı tanımayıp küfre sapanın ameli boşa gitmiştir. Kendisi de ahirette kaybedenlerdendir." ( Mâide Suresi:5.)
"Rablerini inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer (ki, rüzgâr sebebiyle ondan hiçbir eser kalmamış gibi) onlar da kıyamette amellerinden hiçbir şey elde edemezler. İşte bu, çok uzak bir sapıklıktır." (İbrahim, Suresi:18)
"İnkâr edenlerin ve Allah’ın yolundan saptıranların amellerini Allah boşa çıkarır. İman edip salih amel işleyenlerin ve Muhammed’e Rablerinden hak olarak indirilene inananların kötülüklerini ise örter ve hâllerini ıslah eder. Bu, inkâr edenlerin batıla; iman edenlerin ise Rablerinden gelen hakka tâbi olmaları dolayısıyladır. İşte Allah, onların durumlarını, insanlara böyle anlatır." (Muhammed, Suresi:1–3.)
"Küfredenler ise, yüzükoyun düşüş onların olsun! (Allah) onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu, onların, Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmamaları sebebiyledir. Allah da onların amellerini heder etmiştir." (Muhammed, Suresi:8-9)
Sahih-i Müslim’in İman Bölümü’nde 92. Bap "Kâfir Olarak Ölene Hiçbir Amelin Fayda Vermeyeceğine Delil Babı"dır. Bu bapta nakledilen hadis de şöyledir:
Aişe (r.anhâ) şöyle dedi:
-Ey Allah’ın Elçisi, İbn Cüd'an cahiliye devrinde akrabasına yardım eder, fakirleri doyururdu. Acaba bunlar ona bir fayda verir mi? dedim. O:
-Hayır, fayda vermez. Çünkü o bir gün bile "Ya Rabbi, din gününde benim günahlarımı mağfiret eyle" dememiştir, buyurdu. (Müslim, Îmân, 92/365.)
Hz. Peygamber, bu adamın ahirete inanmadığını, böyle birine ise, yaptığı hayır ve hasenatın hiçbir faydası olmayacağını belirtmiştir.
Kadı Iyaz diyor ki: Kâfirlere amellerinin fayda vermeyeceğine, bunlardan dolayı sevap görmeyeceklerine, azapları da hafifletilmeyeceğine icma-ı ümmet mün'akıt olmuştur. Lâkin, suçlarına göre küffarın azapları birbirinden şiddetli olacaktır. (Nak. Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 2/246–247.)
Said Nursî’nin "masumlardan kimleri kastettiği anlaşılmıyor. Eğer kastedilen kâfirlerin çocukları ise, bunların durumu hakkında ulema ihtilâf etmiştir. Bazı âlimler, onların cennetlik olduğu görüşündedirler ki, onlar için sadece "ehl-i necat" demişlerdir. Bu görüşten hareket edilse dahi, "şehadet" kelimesi onlar için yine kullanılamaz. Çünkü birine ancak naslar da belirlenen durumlar doğrultusunda "şehit" denebilir ki, bunlar için böyle bir şey asla varit değildir.
Kâfirlerin çocuklarının babalarına tâbi olduğu ve haklarında tevakkuf edilip, "Yaşayacak olsalardı onların neler yapacaklarını Allah daha iyi bilir" şeklinde ifade edilen görüşteki âlimlere göre ise, onlara ehli-i necat bile denilmez, nerede kaldı ki şehit denilsin... Said Nursî’nin masumlardan kastı, herhangi bir durumdaki kâfirler ise, bu kelimenin onlar için kullanılması "şahadete ve şühedaya" yapılan bir iftira ve zulümdür.
Bizim burada maksadımız, kâfirlerin çocuklarının durumunu tahkik etmek değil, sadece, ne şekilde ölürlerse ölsünler ya da öldürülsünler onlara "şehit" denilemeyeceğini ortaya koymaktan ibarettir.
On beş yaşına kadar olanların, hangi dinden olurlarsa olsunlar "şehit" kabul edilmesi, İslâm’a aykırıdır. Örneğin; bir çocuk on dört yaşında iken buluğa erse ve küfür üzere iken bir musibet sırasında ölse, o, kâfir olarak ölmüştür, şehit olarak ölmesi ise şurada kalsın...
Said Nursî, zamanını âdeta "fetret devri" olarak görmektedir. Bahsimiz olan bu mektup, Tarihçe-i Hayat’ta da belirtildiği gibi, 2. Dünya Savaşı sırasında yazılmıştır. Savaş esnasında ölen Hıristiyanların durumunu, kendince ele almaktadır. Said Nursî, Hıristiyanlardan genel olarak bahsetmektedir.
Kesin ve mütevatir olarak bilinmektedir ki, Hz. Muhammed (s.a.v.) müşrikleri kendisine iman etmeye davet ettiği gibi ehl-i kitabı da kendisine iman etmeye davet etmiş; müşriklerle savaştığı gibi ehl-i kitapla da savaşmıştır. Tebuk yılı Hıristiyanlara açılan savaşlara ve yapılan seriyyelere bizzat kendisi de katılmış, hatta azatlısı ve oğul edindiği Zeyd b. Muhammed, Cafer ve başka yakınları Hıristiyanlarla yapılan savaşlarda öldürülmüşlerdir. Yine Necran Hıristiyanlarının cizye vermelerini kendisi istemiştir.
Kendisinden sonra Raşit halifeleri de ehl-i kitapla savaşmış; onlardan olup kendilerine savaş açanlara savaş açmış ve savaşmayıp kendilerine cizye vermeyi kabul edenlerden cizyeyi almışlardır.
Kur'an, ehl-i kitabı Hz. Muhammed’e uymaya davet eden, ona tâbi olmayanları tekfir edip kınayan ve lânet eden; tıpkı müşrikler için söz konusu olduğu gibi ehl-i kitaptan ona tâbi olmayanların cehennemi hak ettiklerini ifade eden ayetlerle doludur. Bu ayetlerin birinde şöyle buyrulmaktadır: "Ey kitap ehli, biz bazı yüzleri silip arkalarına döndürmeden, ya da cumartesi adamlarını lânetlediğimiz gibi onları da lânetlemeden önce, yanınızdakini doğrulayıcı olarak indirdiğimiz (Kitab)e iman edin." (Nisâ, 4/47) Kur'an’da "Ey kitap ehli...", "Ey İsrail oğulları..." ifadeleriyle başlayan pek çok ayet vardır.
Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır: "Kitap ehlinden ve müşriklerden (Hakk’ı) tanımayanlar, kendilerine açık delil gelinceye kadar (bulundukları hâlden) ayrılacak değillerdi. (İşte o delil), Allah tarafından (gönderilmiş) tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir. O sahifelerde doğru yazılmış hükümler vardır. Kitap ehli, ancak kendilerine açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler. Oysa kendilerine, dini yalnız Allah’a halis kılarak, Allah’ı birleyenler olarak ona kulluk etmeleri, namaz kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur. Kitap ehlinden ve (Allah’a) ortak koşanlardan kâfir olanlar, cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar halkın şerlileridir. İnanan ve iyi işler yapanlar da halkın en hayırlılarıdır." (Beyyine, 98/1-7) Benzeri ayetler Kur'an’da pek çoktur. Yüce Allah ayrıca şöyle buyurmuştur: "De ki: 'Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın elçisiyim.'" (A‘râf, 7/158) "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe’, 34/28)
Müstefiz haberle gelen bir rivayette Peygamber (s.a.v.)’in: "(Diğer) Peygamberlere beş konuda üstün kılındım" buyurduğu ve bunlardan birinin de şu olduğu nakledilmiştir: "(Diğer) Peygamberler sadece kendi kavmine gönderilirdi, ben ise bütün insanlara gönderildim." (Müslim, Tirmizî, İbn Hanbel)Hatta Hz. Muhammed (s.a.v.)’in insanlarla birlikte cinlere de gönderildiği mütevatir haberlerle sabittir. O hâlde, mütevatir nakille kesin olarak bilinmektedir ki, Hz. Muhammed (s.a.v.) kitap ehlini kendisine iman etmeye davet etmiş, onlardan kendisine iman etmeyenlerin küfrüne hükmetmiş, İslâm’ı kabul edinceye ya da cizyeyi verinceye kadar kendileriyle savaşılmasını emretmiş, bizzat kendisi onlarla savaşmış, cizye vermelerini emretmiş, savaşçılarını öldürmüş, çocuk ve kadınlarını esir almış, mallarını ganimet olarak almıştır. Hıristiyanlardan cizye almıştır. Âl-i İmrân suresi de bu konuda nazil olmuştur. Yine Tebuk Yılı Hıristiyanlarla savaşmış ve Berâe suresi bu konuda inmiştir.
Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ ve Mâide sureleriyle diğer Medenî surelerin hepsinde kitap ehli, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e iman etmeye davet edilmiş ve onlara çeşitli hitaplarda bulunulmuştur. Bu konuların onda birini anlatmaya kalkacak olsak, bu fetvanın sınırlarını aşar.
İnsanlar arasında Hz. Muhammed (s.a.v.)’e en mükemmel şekilde tâbi olan, emirlerine en çok itaat eden ve sözünü en çok tutan Ebu Bekir ve Ömer gibi halifeleri ile ensardan ve muhacirinden onlarla beraber olanlar, İran’a akın düzenledikleri gibi Bizans’a da akın düzenlemiş; Mecusîlerle harbettikleri gibi kitap ehliyle de harbetmiş; savaşanlarını öldürmüş ve boyun eğerek eliyle cizye verenlerin cizyelerini kabul etmişlerdir.
Bu konuda varit olan sahih hadislerden biri şöyledir: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, Yahudi olsun Hristiyan olsun beni duyup da bana iman etmeyen cehenneme girer."
Said b. Cübeyr: "Kavimlerden kim onu inkâr ederse, onun yeri ateştir." (Hûd, 11/17) ayetinin bu hadisi doğruladığını söylemektedir.
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz her peygamberi, Allah’ın izniyle itaat edilmesi amacıyla gönderdik." (Nisâ, 4/64)
Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Onlar ki, Allah’ı ve elçilerini inkâr ederler. Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isterler. 'Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz' derler; bu ikisinin (inanmakla inkârın) arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Ve onlar ki, Allah’a ve elçilerine inandılar, onlardan hiçbiri arasında ayrım yapmadılar." (Nisâ, 4/150-152)İsrailoğullarına hitap ederken şöyle buyurmaktadır: "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyamet gününde de (onlar) azabın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir." (Bakara, 2/85)
Naklettiğimiz bu ayet ve hadisler iddialarının tamamen batıl olduğu anlaşılmaktadır. Bu iddialar batıl olduğuna göre Said Nursi’nin kalbine gelen ilhamların şeytanları tarafından fısıldandığı anlaşılıyor.
İslam dini Hz. Muhammed (s.a.v.) le gönderilince önceki bütün semavi dinlerin hükmü kaldırılmıştır. Hz. Muhammed, İslâm dinini ehl-i kitap da dâhil insanlara tebliğ etmiş; Allah’ın dini tamamlanmıştır. Hz. Peygamber’den sonra ne bir resul ne de bir nebi gelecektir. Müslümanlar, bugüne kadar İslâm dinini dünyaya yaymışlar, insanlığa onu tebliğ etmişlerdir. İşte bu yüzden "fetret devri" diye bir devir kalmamıştır. Evet, İslâm’ın zuhurundan kıyamete değin, insanlık fetret devri yaşamayacaktır. Hz. Muhammed’in son peygamber olmasındaki hikmetlerden biri de, onun peygamberliği ile gelen mesajın kaybolmayacağının garanti edilmiş olmasıdır. Haberleşme imkânlarından yoksun kalmış, davetin kendisine ulaşamadığı kişiler olabilir ki, durumlarını en iyi bilen Allah’tır.
Kim Hz. Peygamber’in ayın ikiye bölünmesi, taşların tesbih etmesi, parmakları arasından su fışkırması ve bütün Arap ediplerine meydan okuduğu hâlde Kur'an’ın benzerinin yapılmasından âciz kalınması gibi tabiatüstü mucizelerini, sıfatlarını ve peygamberlik için ortaya çıkışını tevatüren işittikten sonra onu tekzip eder, ondan yüz çevirir, kulak ardı eder, üzerinde düşünüp kafa yormaz ve bütün bu mucizelerini duyduktan sonra hemen onu tasdik edivermezse, o kimse; münkirdir, tekzipçidir. Bundan dolayı kâfirdir.
Kanaatime göre, zikredilen hususların, onları duyanlarda işin gerçek olan yönünü araştırma isteğini uyandırması da lâzımdır. Bu durum dine karşı alâka gösteren, dünyayı ahiretten daha çok sevmeyenler için bahis konusu olur. Dünyaya fazla dalındığı, Allah korkusu ve dinî işlerin önemi akla getirilmediği için böyle bir istek duyulmazsa, bu da küfürdür.
Nur Risaleleri’nin birçok yerinde Avrupa ülkelerinde Müslümanlığı kabul etmiş kişilerden söz edilmekte, adları ve İslâm hakkındaki sözleri nakledilmektedir. O hâlde, nerede kaldı fetret devri?
Hıristiyanların türlü türlü şirk ve küfürleri vardır. Onların cehenneme girmesini istemeyen, çektikleri sıkıntılar ve savaşlarda öldürülmeleri gibi sebepler yüzünden onları "şehit" olmakla tavsif eden biri; bunu onlara "şefkat ve rikkatinden dolayı söylediğini" iddia ediyorsa, gerçek şefkat ve rikkatin ne olduğunu bilmiyor demektir.
Hıristiyanlara gösterilecek şefkat ancak Hz. Ömer (r.a.)’in şu şefkati gibi olmalıdır:
Ebu İmran el-Cüvenî’den;
Ömer, bir gün bir rahibin manastırı önünden geçerken durmuş ve beraberindekiler rahibe "Müminlerin emîri seni bekliyor" diye seslenmişler. Rahip çıktığı zaman, dünyayı terk edip fazla ibadet ettiği için benzinin solduğunu gören Ömer (r.a.) ağlamıştır. Bunun üzerine beraberindekiler Ömer’e:
-Bu Hıristiyan’dır, demişler. Ömer de:
-Hıristiyan olduğunu biliyorum ve o sebeple ona acıyorum. "O gün, öyle yüzler vardır ki, zillet içinde aşağılanmıştır. Çalışmış, boşuna yorulmuştur. Kızgın bir ateşe yollanırlar. Kaynar bir kaynaktan içirilirler." (Gāşiye, 88/2–5) ayetlerini hatırladım da onun, bu kadar yorulduğu hâlde ateşe girmesine acıdım, demiştir. (M. Yûsuf Kândehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, çev. Ahmed Meylani, İslamî Neşriyat, Konya 1980, 1/61-62. Beyhakî, İbnu’l-Münzir ve Hâkim rivayet etmişlerdir.)
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"(...) Kıyamet günü bir tellâl: 'Her ümmet neye ve kime tapıyor idiyse onun ardına düşsün!' diye ilân edecek. Bunun üzerine Allah’tan başka şeylere, putlara, heykellere, dikili taşlara tapan ne kadar müşrik varsa, onlardan hiçbiri geri kalmaksızın cehennemin içine dökülürler. Artık ortalıkta yalnız Allah’a ibadet eden gerek salih, gerek facir kimselerle, kitap ehli bakiyelerinden başka kimse kalmayınca, Yahudilerden geri kalanlar çağrılacak ve onlara:
-Siz kime ibadet ederdiniz? Diye sorulacak. Onlar:
-Biz, Allah’ın oğlu Uzeyr’e ibadet ederdik, diye cevap verecekler. Bunun üzerine onlara:
-Yalan söylüyorsunuz, Allah hiçbir eş ve çocuk edinmedi, denilecek.
-Şimdi siz ne istersiniz? Diye sorulacak. Onlar da:
-Ey Rabbimiz, çok susadık, bize su ihsan et, diyecekler. Bunun üzerine onlara:
-Haydi, subaşına gelmez misiniz? Diye işaret olunacak.
Akabinde onlar bir araya getirilip, cehenneme doğru sevk olunacaklar. O cehennem ateşine ki, onların görüşünde yalımları birbirini kırıp geçiren serap gibi görünecek ve onu su zannedip birbiri ardınca ateşin içine dökülecekler. Sonra Hıristiyanlar çağrılacak. Onlara da:
-Siz kime tapardınız? Diye sorulacak. Onlar da:
-Biz, Allah’ın oğlu İsa’ya ibadet ederdik, diyecekler. Onlara da:
-Yalan söylüyorsunuz, Allah hiçbir eş ve oğul edinmiş değildir, denilecek ve ‘Ne istiyorsunuz?’ diye sorulacak.
Onlar da, kendilerinden evvelki Yahudilerin su isteyip cehenneme sevk olunmaları gibi cehenneme sevk olunacaklar. (...)" (Buhārî, Tefsîr, 80/103.)
Said Nursî’nin zikrettiği şeyler ancak Müslümanlar için geçerlidir. Nitekim bu konuda birçok hadis vardır:
"Şehitler beş (nev'i)dir: Vebadan ölen, karın hastalığından ölen, suda boğulan, yıkık altında kalıp ölen, bir de Allah yolunda şehit olan." (Buhārî, Cihâd, 30/45; Müslim, İmâre, 51/164.)
"(...) Allah yolunda öldürülmekten başka yedi (çeşit daha) şehitlik vardır: Taundan ölen şehittir, boğularak ölen şehittir, karın ağrısıyla ölen şehittir, yanarak ölen şehittir, göçük altında kalarak ölen şehittir, doğum esnasında ölen kadın şehittir." (Ebû Dâvud, Cenâiz, 11/3111; Muvatta', Cenâiz, 12/36.)
Bu sekiz sınıf insanın hepsi de şehittir. Yalnız, bunların içerisinde en faziletli olanlar Allah yolunda hayatlarını kaybedenlerdir. Diğerleri ise, ölümleri esnasında çekmiş oldukları tahammül edilmez acılardan ve meşakkatlerden dolayı Allah yolunda savaşırken öldürülen şehitlerin eriştiği bazı keramet ve faziletlere erişirlerse de, her hususta onlara denk olamazlar. Allah yolunda savaşırken öldürülenlerin cenazeleri yıkanmaz. (...) Diğerleri hakkında dünyada şehit muamelesi yapılmaz. Bunların cenazeleri yıkanır.
Bu hadisleri mevzu kabul eden, hatta onlarla alay eden bazı Müslümanlar da vardır. Allah’ın rahmetinin genişliğini anlamayan ve "şahadet" kavramını dar bir alana hapseden bu kişilere cevap vermenin yeri ise burası değildir. Bunu zikretmemizin sebebi, ifrat ve tefrit hastalığına dikkat çekmektir. İşte bir yanda Hıristiyanları bile şehit kabul eden ehl-i ifrat, diğer yanda çeşitli musibetler esnasında ölen Müslümanların bile şahadetini kabul etmeyen ehl-i tefrit...
Hz. Peygamber buyurdu ki:"Müslüman, vücuduna batan bir diken dâhil, yorgunluk, hastalık, keder, hüzün, eza ve iç sıkıntısı isabet ederse; Allah, bunlarla onun günahlarından bir kısmını örter." (Buhārî, Marzâ, 1/2.)
"(...) Allah, hastalıktan veya başka bir şeyden kendisine eza isabet eden her Müslümanın günahını, ağacın yapraklarını döktüğü gibi döker." (Buhārî, Marzâ, 3/8; Müslim, Birr, 14/45.)
Bu konuda başka hadisler de vardır. Anlatmak istediğimiz; bütün bunların Müslümanlar için geçerli olduğudur, yoksa Hıristiyanlar ya da diğer kâfirler için değil...
Aslında, "şefkat, rahmet" olarak takdim edilen "Hıristiyanların da şehit sayılabileceği" görüşünün arka plânında çok daha çirkin ve gizli emeller yatmaktadır. Bu görüş, İslâm’ın ilk zamanlarından günümüze kadar Müslümanları ayakta tutan "şahadet" kavramını sırtından bıçaklamaya yöneliktir. Bu ümmet, tarih boyunca Hıristiyanlarla savaşmış, dinini ve toprağını haçlı çapulcularına karşı ancak "şehit" kavramıyla korumuştur. Şimdi ise "hakikat" diye sunulan ve gerçekte ise ihanetten ibaret olan "Hıristiyanlar da şehid olabilir" telâkkisiyle, Müslüman’ın zihninden "şahadet-şehit" mefhumu silinmek ve Hıristiyanlar karşısında Müslümanları savunmasız bırakmak istenmektedir. Müslüman, şehit olabileceklerle nasıl savaşacaktır?
Biz, ümmetinden olmakla şereflendiğimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bir hadisini naklederek incelememizi bitirelim:
Ebu Burde (r.a.)’den, o da Ebu Musa (r.a.)’dan naklen rivayet etti. Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki:
"Kıyamet günü geldiği zaman Allah Azze ve Celle, her bir Müslüman’a bir Yahudi veya Hristiyan verecek ve 'Bu, ateşten (cehennemden) kurtuluşun için fidyendir.' diyecektir."(Müslim, Tevbe, 8/49. (Müslim, Tevbe, 8/50.)
*****
--- Said Nursi Risle-i Nurlarda diyor ki: Bu dehşetli zamanda ancak Hıristiyanlık âleminin Müslümanlıkla ittifakı yani İncil, Kur'an ile ittifak ederek ve Kur'ana tâbi olması neticesi elde edilecek semavî bir kuvvetle mağlup edileceğini söylüyor ve şöyle devam ediyor: … Amerika’nın hak dine uyarak beşeriyetin saadetini temin edeceğini bildiriyor.
Said Nursi bu saadeti bu asrın müceddidi olan Risale-i Nurun sağlayacağını söylüyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(Emirdağ Lâhikası I, 62, Yirmi yedinci Mektuptan/)
Bu Risalenin konusu Nur Risaleleri’nin incelenmesi değil de, Nurcuların dünyadaki faaliyetlerinin asıl amaçlarının incelenmesi olsaydı, söylenecek çok şey vardı. Ama biz kendimizi tutalım da burada şu kadarını söyleyelim: Amerika olsa olsa sömürü düzeninin devamı, dünyanın karıştırılması gibi düşüncelerle heyet gönderir. CIA, yıllardır Mossad ile birlikte bunun için çalışmaktadır.
Said Nursî’nin Hıristiyanlarla Müslümanların birleşeceği, komünizm ve dinsizliğin ancak bu şekilde mağlup edileceği şeklindeki kehaneti gerçekleşmeden komünizm tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Üstelik komünizmin yıkılması sürecine Müslümanların ciddi bir katkısından söz edilemez. Hatta birçok Müslüman, o süreç devam ederken aymazlık içinde hâlâ "İslâm sosyalizmi"nden bahsediyorlardı. Eski komünist ülkelerde dinsizliğin yerini tekrar Hıristiyanlık almıştır. Emperyalist-faşist devletler, oralarda filizlenmeye çalışan İslâmiyet’i ve Müslümanları boğmaya çalışmaktadır. Eski Sovyetlerdeki özellikle Müslüman Türklerin kurdukları devletlere, lâiklik ihraç edilmektedir. Türkiye, bu ülkelere model ülke olarak gösterilmektedir ki, epeydir bu konuda Türkiye’ye biçilen misyon, batının çıkarlarını korumaktan ibarettir.
Yine ne kadar acıdır ki, fakir ve çaresiz, hata büyük çoğunluğu aç olan Afrika ülkelerinde, Müslümanların bu durumlarından istifade eden misyonerler, gıda ve sağlık yardımı bahanesiyle aslında ehl-i İslâmı dininden döndürmeye çalışmaktadır. Açtıkları okul, hastane, yemekhane vb.ni Müslümanları dinlerinden vazgeçirmek için kullanmaktadır. Ya çok safdil ve bütün bunlardan habersiz ya da aslında gizli ve kirli emeller sahibi, kurnaz ve sinsi olan, dinleri birleştirmek gibi bir hedef için çalışan, istediği zaman Papa’yla bile görüşebilen bu zihniyet, öyle ya da böyle, Amerika’nın kendi çıkarları için uydurmaya çalıştığı dine talip olduğunu açıkça ilân etmiştir.
Hâlâ yaşanan Irak faciasını herkes "naklen" seyrettiğinden, biz Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri adlı kitaptan birkaç satır aktararak biraz daha eski katliamlardan bahsedelim:
Haçlı seferlerinden bu yana İslâm’ı yıkmaya çalışan Hıristiyan dünyasının sadece silâha, fantom ve miragelara başvurmadığı bir gerçektir. Haddi zatında onların görünmeyen, pasif silâhları, insanlığı yok etmeye matuf bombalarından daha tehlikelidirler.
Bu tehlikeli silâh, misyoner-casus faaliyetleridir.
Lübnan faciasıyla bütün dünyayı kan kokutan hadise, haçlı seferlerinden başka bir şey değil!... İsteyenler buna rağmen başlarını kuma sokup deve kuşu olmaya devam edebilirler; ta ki bu haçlı bombalarından birisi de onların kum altındaki kafalarına düşsün!...
Unutulmamalıdır ki, bu zehirli akım, sadece ve sadece Müslümanlara müteveccihtir. Şimdilik Müslümanları ekonomik ve kültürel yönden sömürmekle yetinen Hıristiyan Haçlı dünyasının esas gayesi Ortadoğu’yu kana bulayıp, Müslümanları bu kanda boğmaktır; ta ki diğer Müslümanlara sıra gelsin...
Lübnan gitti, sırada Mısır var. Gazetelerden okuduğumuza göre bütün Mısır okullarında Hıristiyanlık öğretilmeye başlamış bile. O Mısır ki, her gün yüzlerce Müslüman şehit ediliyor veya tutuklanıyor.
Bu korkunç tehlikeden kurtulmak için onları tanımamız lâzımdır. İşte bu küçük eser, belki bu konuda size yardımcı olabilecektir.
Biz, biz olmazsak; başkası bizi kendisi yapmaya çalışacaktır.
Biz, biz olalım; Hz. Muhammed (s.a.v.)’in izinde...
Katolik Kilisesinde, bizzat Papa’nın yönettiği bu emperyalizm aleti dinî-siyasî örgüt Çonregatio de Propaganda File teşkilâtının faaliyetlerindendir. Haçlı seferleri hangi merkezlerden idare ediliyorsa, misyoner faaliyetleri de aynı merkezden idare edilmektedir.
Eğer bugün Amerika ve Fransa Beyrut’u top ateşine veriyorlarsa, bunun hazırlayıcıları misyonerlerdir.
Artık gerçekler kabul edilmelidir!
Sosyal krizleri had safhaya ulaşan Polonya’ya Rusya saldırmadı. Çünkü, Katolik dünyasından çekindi. Ama, Afganistan’da durum öyle değil. Rusya, hiçbir Hıristiyan’ın Afgan Müslüman’ının imdadına koşmayacağını biliyor. Biliyor ve onun için yağdırıyor napalm bombalarını mücahitlerin üstüne... (Afganistan’da birkaç yıl önce aynı şeylerin Amerika ve İngiltere tarafından da yapılması ne kadar manidardır.)
Lübnan’daki Müslüman-Hıristiyan mücadelesinde, hiçbir Müslüman devletin doğrudan Müslümanlara yardım etmemesine karşın, bütün Hıristiyan devletleri, Lübnan Hıristiyanlarına yardım etmektedir.
Lübnan’ı kana bulayan lâik (!) Fransa’nın Ermeni katillerine karşı takındığı hoşgörü, basit bir hadise değildir ve öyle nitelendirilip, geçiştirilemez. Biz kabul etmesek bile, Fransa’nın bu tutumu, haçlı zihniyetinin, çağımızda misyoner faaliyetlerine ve onların gizli eylemli faaliyetlerine dönüştüğü bir akımın meyvesidir.
Sözü uzatmadan şunu tekrar etmek isteriz ki, esas gayeleri Hz. İsa’nın isteği dışında da olan bu emperyalist misyonerleri iyi tanıyalım. Ta ki Allah’ın emir buyurduğu gibi onları kendimize rehber edinmeyelim!
"Ey iman edenler, Yahudileri de, Hıristiyanları da kendinize yâr (ve üstünüze hâkim) edinmeyin! Onlar (ancak) birbirinin yâranlarıdırlar. İçinizden kim onları dost (ve hâkim) edinirse o da onlardandır. Şüphesiz, Allah o zalim güruhuna muvaffakiyet vermez." (Mâide, 5/51) (...) (İhsan Süreyya Sırma, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri, Beyan Yayınları, 7-9.)
Dinsizliğe karşı İncil ile Kur'an’ın ittihat edeceğini zannedip bu yolda çalışanlar; bütün bu yapılanların aslında İslâm’ı Hıristiyanlığa, Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya, İslâm’ı ve Müslümanları yok etmeye yönelik olduğunu fark edemiyorlarsa gaflet içinde; fark ettikleri hâlde bilinçli olarak buna hâlâ devam ediyorlarsa dalâlet ve hıyanet içindedirler.
Şimdi de Nur Risaleleri’ndeki şu ibretamiz ibareleri okuyalım:
BİR DERECE MAHREMDİR. (...) Hem Salâhaddin’in, Asâ-yı Musa’yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz: "Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki, her halde şimâl cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hürmet-i riba ile, burjuvaları avâmın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir." Her ne ise, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım. Said Nursî. (Emirdağ Lâhikası I, 150, Yirmiyedinci Mektuptan/Bir Derece Mahremdir; Tarihçe-i Hayat, 473, Emirdağ Hayatı/Bir Derece Mahremdir.)
Nurcuların misyonerlerle ittifakı... Ne diyelim, yolunuz açık olsun!
Nurcu liderlerin Papanın elini öpecek kadar Hıristiyanlara muhabbetinin tohumları Said Nursi tarafından nasıl ekildiğini anlaşılıyor. Bu muhabbeti işgal edilen İslam topraklarını savunan mücahitlere besliyorlar mı acaba? Mümkün değil işgale direnen mücahitler için bakın ne o nurcu liderler ne diyorlar. “Bunlar dünyada en nefret ettiğim insanlar “ diyorlar Yahudi ve Hıristiyanların nurcularla olan derin muhabbetlerinin tohumları on yıllar önce nasıl atıldığı anlaşılıyor. Sizler bir nurcunun ABD. İsrail, İngiltere… Vb. gibi ülkelerin işgallerine direndiğini cihat ettiğini veya bunlara terörist dediğini hiç duydunuz mu?
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda; Müslümanlar ile Hıristiyanların aralarındaki ihtilaflı meseleleri dikkate almamaları gerektiğini bildiriyor. Müslümanlar ile Hıristiyanların ittifak ederek küfrün hücumuna karşı beraber direnmesi gerektiğini söylüyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( --Emirdağ Lâhikası I, 194, Yirmiyedinci Mektuptan.)
Peki, Müslümanların Hıristiyanlarla aralarındaki ihtilâfın aslı nedir? Yukarıda naklettiğimiz cümlelerde özetlenen meseleler değil mi? Biz, nasıl olur da Kur'an’ın "nazara aldığı", Allah’ın ulûhiyetiyle ilgili, Hıristiyanların şirk ve küfürleriyle ilgili, Allah’ın elçileriyle ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’le ilgili meseleleri nazara almayız?
Said Nursî’nin bu sözleri sebebiyle, özellikle bir grup takipçileri, kelime-i şehadetin ikinci cümlesini "fer'î" görüp, öyle takdim etmiyorlar mı? Hıristiyanlarla ittifak etmek namı hesabına Hz. Muhammed’in resullüğünün ikrarından vazgeçip "İbrahim’i dinler" çığırtkanlığı yapmıyorlar mı?
İbadet, yardım dileme ve bunun kapsamına giren korkma, umma, sığınma, tevekkül, tövbe, bağışlanmayı dileme gibi bütün şeyler, ortağı bulunmayan ve tek olan Allah’a yapılır. İbadet, ulûhiyetine; yardım dileme de rububiyetine bağlıdır. Allah, âlemlerin Rabbidir; ondan başka ilâh, ondan başka Rab yoktur. Ne bir melek, ne bir peygamber, ne de bir başkası. Büyük günahların en büyüğü, Allah’a ortak koşmaktır. Seni yaratan o olduğu hâlde, başkasını ona eşit kılmandır. Ortak koşmak; ibadetinde, tevekkülünde ve yardım dilemende başkasına pay tanımandır.
Hıristiyanlarsa, bunların hemen tümünde şirke ve küfre düşmüşlerdir.
Bütün bunlar, dinin temeli olan iki şahadetin (kelime-i şahadetin); 1- Allah’tan başka ilâh bulunmadığına, 2- Muhammed’in, onun kulu ve elçisi olduğuna şahadet etmenin ayrıntılarıdır. İlâh, kulların kendisine kulluk etmelerini hak etmiş olandır. Onu sevme ve ondan korkma fiilleri de bunun içine girer. Bu nedenle ulûhiyetine tâbi olan şeyler, bütünüyle Allah’ın hakkıdır. Risaleti ilgilendiren şeyler ise, Resulün hakkıdır.
Dinin temeli iki şahadet olunca, bu ümmet de şahitlerdir ve şahitlik bu ümmetin niteliğidir.
Nitekim Cenab-ı Hak, "Böylece sizi, orta (vasat) bir ümmet yaptık ki, insanlara karşı şahitler olasınız, bu Peygamber de size şahit olsun. (...)" buyurmuştur. (Bakara, Suresi:143.)
Yine bunun içindir ki âlimler, iki şahadeti dinî yükümlülüklerin ilki saymışlardır. Ehl-i Sünnetin en ileri gelenleri bu görüştedir. (...) Şirkin aslı da, bu noktadan sapmadır. Bu anlamı saptırarak dinin esası olan tevhit doktrinini bozdular.
Bunun nedenlerinden biri; Allah’ın, Resulü Hz. Muhammed’le birlikte gönderdiği özel şeriatın dışına çıkıp Sabiîn, Hıristiyanlar ve Yahudilerle benzerliği olan ortak noktalara saplanmaktır ki, o da "alışveriş, tıpkı faiz gibidir" diyenlerin yaptığı kıyasa benzeyen fasit bir kıyastır.
İbadetler, din ve ittiba üzere kuruludur, heva ve ibtida (icat etmek) üzere değil. İslâm iki temele dayanır:
Birincisi: Sadece Allah’a ibadet edip, ona ortak koşmamak.
İkincisi: Heva ve bidatlere göre değil, Resulullah (s.a.v.)’ın dili üzere bildirdiği şekilde Allah’a ibadet etmek. Allah, şöyle buyurmaktadır:
"Sonra seni de (din) işinde bir şeriatın üstüne memur kıldık. O hâlde sen, ona tâbi ol! Bilmezlerin heveslerine uyma. Şüphesiz onlar, seni Allah’tan müstağni kılamazlar. (...)" (Câsiye, Suresi: 18–19)
"Yoksa Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı var? (...)" (Şura, Suresi: 21)
Allah Resulünün gösterdiği şeklin dışında hiç kimse Allah’a vacip veya müstehap olarak ibadet etmek hakkına sahip değildir. Sonradan uydurulan şeylerle, bid'atlerle Allah’a ibadet edemeyiz. (...) Hiç kimse, Allah’tan başkasına ibadet etme yetkisine sahip değildir. Yalnızca Allah için namaz kılmalı, onun için oruç tutmalı, Beytullah’ı haccetmeli, Allah’a tevekkül etmeli, Allah’tan korkmalı, ona adak adamalı ve ancak ona
Yemin etmelidir.
Bidat’ın ne kadar kötü bir şey olduğuna örnek olması için şu iki hadis düşünen akıl sahipleri için ibret vericidir.
Hz. Peygamber buyuruyor ki; Cabir b. Abdullah (r.a.)’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasullah (s.a.v.) “Kabrin alçı ve kireç ile sıvanmasını, üzerine oturulmasını ve üzerine bina (mescit, türbe,anıt …vb. ) yapılmasını yasakladı.” (Müslim 970/94)
İbn. Mes’ud (r.a.) ‘den rivayete göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “ şüphesiz insanların en şerli olanları, kıyamet kopacağı sırada hayatta bulunanlar ve kabirleri mescit edinen kimselerdir.”(Ahmed 1/405, 1/435, İbn Ebi Şeybe “el- Musannef” 11815, Ebu ya’la el-Müsned 5316)
Hz Peygamber bu iki hadiste Kendilerini İslam’a nispet etmiş olsalar bile türbeci zihniyeti insanların en şerlilerinden sayması üzerinde düşünülmesi gereken bir husus. Hatta bu türbeci olan bu zihniyeti üzerlerine kıyametin kopacağı insanlarla beraber zikretmesi olayın vahametini ortaya koymaktadır.
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda Kendisinin müceddid olduğunu iddia ediyor. Acaba müceddid nedir? Said Nursi gerçekten bir müceddid mi?
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 14-16, Parlak --- Tarihçe-i Hayat, 323-324, Kastamonu Hayatı ---Kastamonu Lâhikası, 96, Yirmiyedinci Mektubdan. -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 258 -- Emirdağ Lâhikası I, 113-114, Yirmiyedinci Mektuptan -- Kastamonu Lâhikası, 208, Yirmiyedinci Mektubdan --Tarihçe-i Hayat, 460, Emirdağ Hayatı)
Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayet olunduğuna göre, Rasulüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphe yok ki Allah, her yüzyıl başında bu ümmete (dinî durumunu) yenileyen birisini (müceddid) gönderecektir."( Ebû Dâvud, Melâhim, 1/4291.)
Müceddid; Teceddüd ve tecdîd "cidd" kökünden gelir; yenilemek manasında kullanılır.
Resulullah (s.a.v.)’ın "Yüce Allah, her yüzyılın başında bu ümmet için dinini yenileyen (müceddit) gönderir." sözü, her yüzyılın başında sadece bir tek yenileyicinin ortaya çıkmasını gerektirmez. Bir tek yenileyici de çıkabilir, birden fazla da. Hadis metninde geçen "men" bağlacı, tekil için de çoğul için de kullanılır.
Ebu Hureyre’den nakledilen hadisi şu hadis daha da açıklığa kavuşturmaktadır.
"Bu ilmi her neslin kâmil kişileri taşıyacak; onu aşırı gidenlerin bozmasından, batıl inançlıların karıştırmasından ve bilgisizlerin yanlış yorumlamasından koruyacaklardır."
Müceddidlerin yaptığı tecdid’i yani dini yenilemeyi şöyle anlamak gerekir:
Tecdit: (Yenileme) İslâm’ı bozmadan, ebedî prensiplerini değiştirmeden korumak, yeni nesillerin anlayacağı kalıplarda sunmak, yaşamak ve yaşatmaktır.
Tecdit: (Yenileme) İslâmiyet’in inanca, ahlâka, yaşayışa ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir. Bu tatbikin ise o esasların, zamanın ve muhitin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde tefsir edilmesinden sonra yapılması.
Tecdit: (Yenileme) Kitap, Sünnet gibi kaynaklardan, zamana ve zemine uygun hükümler çıkarmak, ortaya koymak; kapalı kalmış noktaları açıklığa kavuşturmak; uygulamadan kaldırılmış İslamî naslara hayatiyet kazandırmak; dini desteklemek ve yaymak; hakkın ve gerçeğin yanında olmak; toplum için faydalı olanı yapmak; ilâhî nizama hâkimiyet sağlamak.
Tecdit: (Yenileme) Esasını bozmadan dini korumak, toplumun ihtiyaçlarını, onun katıksız ve tükenmez kaynaklarından karşılamak, ilâhî nizamdan sapmaları düzeltmek ve önlemek, İslâm’ı asrın anlayışına söyletmektir. Tecdit toplumun kalkınması ve dünyada refahı, ahiret’de felâhı için gereken tüm tedbirin alınması; nazarî, fikrî, amelî faaliyetlerin icrasıdır.
Peygamberlerle mücedditler arasındaki farkı Mevdudî şöyle açıklıyor:
Şöyle ki: Peygamber, bizzat Allah tarafından görevlendirilmiştir ve o, kendisine verilen bu görevin bilincindedir. Ona vahiy gelir. Görevine kendisinin peygamber olduğunu belirterek başlar ve insanların, davetini kabul etmelerini ister. Onun davetini kabul imana; ret küfre sebep olur. Buna karşılık, bunlardan hiç birisi müceddit için geçerli özellikler değildir. O, bu göreve açık bir tayin sonucu gelmemiştir. Çoğu zaman, kendisinin bir müceddit olduğunun farkında dahi değildir. Sadece, samimî bir Müslüman olmanın gayreti içindedir, bunun gerektirdiği şeyleri yapmak için çabalar. Genellikle de vefatından sonra, onun yaptıklarını bilen kişiler, onun bir müceddit olduğunu anlarlar. O, kendisine doğrudan kesin bilgi verildiğini iddia etmediği gibi, bir ilham gerçekleşse dahi, bunun çoğu zaman farkına varmaz. Onun, kendisiyle birlikte gönderilmiş bir
dinin tebliğcisi olduğu iddiası kesinlikle yoktur, olamaz da. Bir müceddid halkı hiçbir zaman kendisine davet etmez. Onun daveti ancak ve ancak peygamberin getirdiklerinedir. Yine hiçbir müceddid kendisine uyanların affolunacakları, imanla kabre girip cennete gidecekleri gibi bir iddiası yoktur. O, sadece hakkı bildirir.
O, peygamberin getirdiklerine aynen uymak gayreti ve arzusu içindedir. İslâm’ı yaşayıştaki samimiyetinden dolayı müminler onun etrafında toplanırlar. Bir müceddid’in yaptıkları bunun dışında olan şeyler değildir. Ona iman etmek veya tasdik etmek diye bir şey söz konusu olamaz. O da, diğer insanlar gibi peygambere uymakla, onu tasdik etmekle sorumludur. Bir müceddide karşı çıkmak ile peygambere karşı çıkmak arasında hiçbir benzerlik yoktur. Onu reddetmek insanı dinden çıkarmaz. Bir peygamberi tasdik edip onun getirdiklerine teslim olduktan sonra, bir müceddi de karşı çıkmak, sahip olunan İslâm inancına hiçbir zarar vermez. Yeter ki, reddedilen, karşı çıkılan şey, peygamberin getirdiği hakikatlerden birisi olmasın. (Mevdûdî, İslâm’da İhyâ Hareketleri, 53–54)
Müceddid’in kim olduğunu ve onun yaptığı Tecdit’in ne olduğunu kısaca anlattıktan sonra Said Nursi’nin Müceddid olduğuna kanaat getirmek imkânsızdır. Nur Risaleleri’nde tecdit (yenileme) namına belki tek satıra rastlanmaz. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız müceddidlik öyle Said Nursi’nin yaptığı gibi cifir, abced hesabıyla, rüyalarla iddia ve ispat edilecek bir şey değildir. Said Nursî; Müslümanların meselelerine çözüm bulmak bir tarafa, gerçek müceddidlerin mücadele edip ortadan kaldırmaya çalıştıkları birçok hurafeyi ve bid'ati savunan birisidir. Hatta sırf davasını desteklemek için birçok hurafeyi hortlatmıştır. Kitabı uydurma ve zayıf hadislerle dolu olan hatta hadis uyduran birinin müceddit olduğu nerede görülmüştür? Velhâsıl, Nur Risaleleri’nde tecdidin ismi vardır cismi yoktur.
*****
--- Çoğu Hz. Peygamber (s.a.v.) ile ilgili olan bu ayetlere Said Nursî ve talebeleri tarafından getirilen ebcedi yorumları okuyan aklıselim sahibi kişiler risale-i nurların asrın en büyük tefsiri laflarının gerçekle alakasının olup olmadığını hayretle göreceklerdir.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( Bu konu kapsamlı, uzun bir mevzu olduğu için araştırmak isteyenler Risale-i Nur’un Tılsımlar Mecmûası ve Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, adlı kısımlarına bakmaları yeterlidir .)
Said Nursî’nin en ciddi iddialarının dayanağı olan ebcet ve cifir hesabı ile yüce Kur'an tefsir adı altında âdete tahrif edilip edilmediğini okuyucuların takdirine bırakıyoruz.
Rabbimize hamd olsun ki: Rabbimiz Kur-an’ın aslını kıyamete kadar korumayı kendi üzerine almıştır. Rabbimiz diğer kutsal kitaplar gibi Kuran ın da korunmasını insanların üzerine bıraksaydı bu gün Kuran’ın aslına ait bir şey elimizde olması mümkün olmazdı. Kuran’ın aslının tahribatının yapılması mümkün olmasa da... Tefsir ve yorum olarak tahribatlar olacaktır bu konuda Müslümanların dikkatli olmaları gerekir.
Said Nursi’nin yaptığı tefsirlere örnekler vermeden önce ebced ve cifir nedir kısaca onu anlatalım: Yazılan bir yazıdan veya şiirden manalar, tarihler, şifreler, çıkarma işidir. İslam’dan önce ve sonra birçok medeniyet ebcet ve cifir hesabına başvurmuştur. Daha çok kâhinlerin ve medyumların başvurduğu
ebcet ve cifir hesabı Hint, Yahudi, cahiliye Arapları ve birçok medeniyet taraftarları başvurmuştur.
Her medeniyet kendi dil ve dinine göre ebcet ve hurufilikte başka başka düzenlemeler yapmış, Örneğin: İslam’dan sonra İslam toplumunda bu batıl ilimle uğraşanlar yaptıkları işin meşruluğunu kabul ettirebilmek için bu konu hakkında hadisler uydurmaları gibi.
Ebcet hesabının temel mantığı özetlemek gerekirse şudur: Bir dildeki harflere karşılık gelecek sayılar verilir, tablolar oluşturulur. Daha sonra örneğin: Kuranda bazı
Ayetlerden, cümle ve kelimelerdeki bu harflerin karşılığı olan sayıları matematikteki dört işleme tabi tutarak işine geldiği şekilde evirip çevirerek. Ku’an-ın falan kişiye veya kitaba işaret ettiği, müjdelediği, övdüğü, yerdiği, gelecekte şunlara işaret ettiği, şu tarihe işaret ettiği, … V.b. gibi. Varsayımlar çıkarma işidir. İlimle İslam’la alakası olmayan saçma sapan sonuçlar ve varsayımlar üretmektir.
Ebcet ve cifir ilmi İslam’ın şiddetle ret ettiği büyücüler, falcılar muskacılar ve medyumların uğraştığı batıl bir ilimdir.
NUR RİSALELERİ’NDE EBCED VE CİFİR HESABIYLA TEFSİR (!) EDİLEN AYETLERDEN BAZILARI ŞUNLARDIR:
"Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna (.Fatiha, 6–7.)"
Risale-i Nurlara işaret etmesi ve nurcularında âhir zamanda makbul bir gurup olacağını bildiriyor. (!)
"Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'an)den şüphe içindeyseniz, haydi onun (surelerinden birisi) gibi bir sure getirin! (Bunun için) Allah’tan başka şahitlerinizi de (yardıma) çağırın; eğer sözünüzde doğru kimseler iseniz." (Bakara, 2/23 )
Nur’un başlangıç" tarihidir. Nur’un tağuta meydan okumasını gösteriyormuş.(!)
"Rabbimiz, onlara kendi içlerinden, senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder! Her zaman üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin, sen! (Bakara, 2/129)
Bu ayettin Risale-i Nurları kastettiğini Said Nursi kuvvetle bildiriyor. (!)
"Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitabı ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Elçi gönderdik."( Bakara, 2/151)
Bu ayettin Risale-i Nurları kastettiğini Said Nursi kuvvetle bildiriyor.(!)
"Dinde zorlama yoktur. Hak yol, batıl yoldan ayrılmıştır. Tağutu inkâr eden ve Allah’a inanan, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur. Allah işitendir, bilendir." (Bakara, 2/256)
Bu ayetten Said Nursi 1350 sayısını buluyor. Buda risalelerin adeta manevi bir kılıç gibi olduğunu vurguluyor ki maddi kılıca gerek bırakmayacak derecede güçlü imiş(!)
"Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tağuttur. (O ise) onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedî kalacaklardır." (Bakara, 257)
Risale-i Nurların ismine işaret eder(!)
"(Ey Muhammed!) Onları hidayete erdirmek, senin üzerine borç değildir; fakat Allah, dilediği kimseye hidayet eder. (...) (Bakara, 272)
Risâle-i Nûr = 598. ( Ne manaya geliyorsa)
"Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler, sana indirilene ve senden önce indirilen(ler)e inanırlar. O namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah’a ve ahiret gününe inananlar var ya, işte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz." (Nisâ, 4/162)
1344 sayısı bulunur. Buda Risalet-ün-Nur ve şâkirdlerini işaret ediyormuş (!)
"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir burhan (açık ve kesin bir delil) geldi ve size apaçık bir nur indirdik." (Nisâ, 4/162)
Risale-i nurların bu asırdaki Allahın bir burhanı olduğunu ve 598 sayısını bularak Resail-in-Nur’a ve Risale-in-Nur adedine tevafuk ettiğini ve risale-i nurların Allahın yerdeki buhanı olduğunu haber veriyormuş.(!)
"Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu size açıklayan, çoğundan da vazgeçen Peygamberimiz size gelmiştir. Ayrıca size, Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap da gelmiştir. Allah, o Kitapla rızasına uygun hareket edenleri selâmet yollarına iletir; onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola sevk eder." ( Mâide, 15–16.)
1366 veya 1362 ( formül farkı oluyor tabi) sayısını buluyor. Risale-i Nur, Kur'an’nın nurudur, kuranın hidayetini neşreden bir kitap ve bu vazifeyi en ileri derecede risale-i nurlar götürüyor o zaman bu ayetin risale-i nurlara işaret ettiğine şüphe duyulmamalıdır.(!)
"Allah’ı, onun Elçisini ve müminleri dost edinen (bilsin ki), galip gelecek olanlar yalnızca Allah’ın taraftarlarıdır." (Mâide, 5/56.)
Bu ayetin tefsirinde: On iki seneden beri en acınacak mağlubiyetimiz zamanında dahi, cifir ve ebced hesabiyle galibiyetimize aynı tarihiyle müjde ediyor.(!)
"Ölüyken dirilttiğimiz, insanlar arasında kendisiyle yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan çıkmayan kimse gibi olur mu? İşte, kâfirlere yapmış oldukları şeyler böyle cazip gösterilmiştir."(En'âm, 6/122)
Bu ayet Risale-i Nur ve müellifine işaret ediyormuş Şöyle ki:”meyten” kelimesi cifir hesabıyla 500 eder "Said-ün-Nursî" imside cifir hesabıyla 500 eder Said Nurside meyten (ölü) hükmünde idi risale-i nurlarla ihya edildi onunla hayat buldu. Yine ebcet hesabıyla 1334 sayısı bulunuyor Said Nursi’nin harpte maddî ve dehşetli bir maddi ölümden kurtulması ve felsefe ve gafletten gelen manevî bir ölümden kurtulup kuranla hayat bulmasının tarihi yani bu ayet yine Risalet-ün-Nur’a, hem müellifine, işaret ediyormuş.(!)
Said Nursi’nin Nasıl Tefsir (!) yaptığını sanırım anlıyorsunuz.
Yine bu ayet işaret ediyormuş ki: Risale-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve cennete gidecekler diye müjde veriyormuş. Bu tıpkı tarikat şeyhlerinin eteğimize yapışanlar kurtulur cennete gider demelerine benziyor.
"Eğer yüz çevirirlerse, de ki: 'Allah bana yeter. Ondan başka ilâh yoktur. O, büyük arşın Rabbidir.'"(Tevbe, 9/129)
Resail-in-Nur’un başlangıcı olan İşarat-ül-İ’caz tefsirinin tarih-i te'lifine tam tamına tevafuk eder.(!)
"Musa’yı ayetlerimizle göndermiş ve 'Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve Allah’ın günlerini onlara hatırlat; zira bunda, her sabreden ve her şükreden için deliller vardır!' diye de emretmiştik."(İbrâhîm, 5.)
Makam-ı cifrîsi, şeddeliler birer sayılmak cihetinde bin üç yüz elli bir ederek Risale-i Nur’un şimdilik beyanına izin olmayan ehemmiyetli vazifesinin ve bu evâmir-i Kur'aniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına tevafuk-u cifrî ve muvafakat-ı mâneviye karinesiyle ve kıssadan hisse almak münasebet-i mefhumiye remzi ile Risale-i Nur’a imân bakar. Daha yazılacak çok gaybî işaretler var fakat izin verilmedi şimdilik kaldı.(!)
"Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir."(İbrâhîm, 24)
Risalet-ün-Nur’un güzel Risalet-ün-Nur’un zuhur ve intişarına ve yükselmesinin tarihine Risalet-ün-Nur’un güzel sözleri bu âyetin bu asırda bir medar-ı nazarıdır.(!)
"Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun bir örneği, içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. Işık bir cam içindedir, cam ise, doğuya da batıya da ait olmayan mübarek, ateş değmese bile yağı neredeyse ışık verecek olan bir zeytin ağacından yakılan, sanki inci bir yıldız gibidir. Nur üzerine nurdur. Allah, dilediğini nuruna hidayet eder. Allah, böyle misalleri insanlar için verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir."( Nûr, 24/35.)
Bu ayeti Said Nursi ebcet ve cifir hesabıyla ( yani toplama, çıkarma, çarpma, bölme yaparak ) ŞÖYLE TEFSİR ETMİŞTİR. (!)
Bu ayet risale-i nurlara beş cümle on cihetten bakıyor.
Risale-i Nur’a bakan
Birinci cümlesi: yani Allah ın veya Nuru Muhammed inin misali şu cifir hesabıyla 998 olur ki bu da risale-i nurlara işaret ediyormuş (!)
İkinci Cümlesi: Ayet cifir hesabıyla Risâle-i Nur’un adedi olan 548 sayısını veriyormuş(!)
Üçüncü Cümlesi: Ayet cifir hesabıyla Risâle-i Nur’un adedi olan 598 sayısını verir.(!)
Dördüncü Cümlesi: Ayet cifir hesabıyla 999 sayısını verir. Ancak önemli değil bir sayı farkla (998) Risale-i nura işaret ediyormuş.(!)
Beşinci Cümlesi: Risalet-ün-Nur müellifinin ismiyle meşhur bir lâkabına işaret ediyormuş.(!)
"Şehrin öbür yakasından bir adam koşarak gelip dedi ki: 'Ey Musa, ileri gelen bazı kimseler, seni öldürme konusunda aralarında görüşmektedirler! Hemen çık; gerçekten ben, sana öğüt verenlerdenim.'"( Kasas, 28/20.)
Ve câe min aksa’l-Medîneti raculun yes'â kāle = Nur tercümanına aksâ-yı şarktan, Rus esaretinden firar edip İstanbul’a gelmesi tarihidir.(!)
Allah’ın Ayetlerinin tefsir diye tahrif edilip edilmediğini aklıselim sahipleri görmektedir. Şu tefsire bakın ki sanki Kur’an Said Nursi’nin hayat hikâyesini anlatıyor?
"(Bu) Kitabın indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah tarafındandır."( Zümer, 39/1).
Bu ayet ebced ve cifir hesabıyla 22 eder ki bu risale-i nur’un ismine zatına ve intişarına işaret ediyormuş.(!)
"Ey iman edenler, seslerinizi Peygamber’in sesi üzerine yükseltmeyin! Farkına varmadan amellerinizin boşa gitmemesi için, birbirinize karşı bağırarak konuştuğunuz gibi, Peygamber’e karşı da bağırarak konuşmayın! "( Hucurât, 49/2)
"Savti’n-Nebiyyi" 599, "Resâili’n-Nûrsi" 599’dur. Bu ayet-i kerimeye göre, Risale-i Nur’un sadâ-yı Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den başka bir şey olmadığı ve sair her nev'i beyanların onun fevkine yükseltilmemesi ihtar olunmaktadır.(!)
"Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar; Allah ise, kâfirler hoş görmeseler de, nurunu tamamlayacaktır."( Saf, 8.)
Avrupa’nın bir müstemlekât nâzırı, Kur'anın nurunu söndürmesine çalışması tarihine ve Resail-in-Nur müellifi dahi ona karşı o inkılâb-ı fikrî sayesinde o nuru parlatmaya çalışması aynı tarihe (...)Risale-i Nur ve Nurun düşmanları tarafından gelen zulümatı dağıtacağının manasını müjdeliyor.(!)
"Ey örtüsüne bürünen!"( Muzzemmil, 73/1.)
Yâ eyyuhe’l-Muzzemmil = 233 Kürdî = 234.(!)
"Bu öğüt, şerefli ve tertemiz elçiler eliyle yazılmış, şerefi büyük, yüce ve temiz sahifelerdedir."( Abese, 13-16)
Risale-i Nur’un nâşir ve kâtiblerine mânâ-yı işarî ile bakıyor.(!)
"Allah tarafından (gönderilmiş) tertemiz sahifeler okuyan bir elçidir. Onlarda dosdoğru yazılmış hükümler vardır."( Beyyine, 2-3 )
Risale-i Nur’un sayfalarına işaret ediyor cifir hesabıyla 1360 küsurdan sonra bu parlak vaziyeti gösterecekler diye icmâlen fehmettik (!)
Said Nursi uydurma bir hadisi ebced ve cifir hakkında delil olarak nakletmektedir. Her şeyden önce, zayıf hadis bile delil olarak ileri sürülemez. Üstelik bu hadisin kaynağını da vermemiştir. Bu hadisi sahih hadis olduğunu iddia etsek bile bu hadis ebced ve cifir hesabının makbul olduğunu değil batıl olduğunu vurguluyor.
İmam İbn Kesir de şöyle der: Bu harflerle vakitlerin bilindiği, olayların, fitnelerin ve savaşların zamanlarının çıkarılacağını öne sürenler ise; Kur'an’da olmayan şeyler iddia etmekte ve uçulması gerekmeyen yerde uçmaya kalkışmaktadırlar. Bu husus, zayıf bir hadiste varit olmuştur ki, bu hadis bile istihracın doğruluğundan çok, batıl olduğuna delâlet etmektedir.
İmam Şatıbî de şöyle der: Bazılarına göre huruf-u mukattadan maksat, bu ümmetin ecelini belirleyen sayı remizleridir (cifr hesabı gibi). Siyer kitaplarında bu manaya delâlet eden sözler vardır. Bu iddianın dikkate alınabilmesi için, Kur'an indiği sırada Arapların harflere belli sayılar yükleyerek tarih düşme ya da zaman belirleme gibi bir usûlü bildikleri sabit olmalıdır. Oysaki onların böyle şeyleri bildikleri asla sabit değildir. Bunun aslı, siyer müelliflerinin de zikrettiği gibi Yahudilere dayanmaktadır.
İbn Abbas (r.a.) ebced hesabının bir çeşit sihir olduğu görüşündedir:
Allâme İbn Hacer şöyle der: Bu (ebced hesabı ve ondan ümmetin beka müddeti, olaylar, fitnelerin ve savaşların zamanlarının çıkarılması vb. şeyler) batıldır, ona itimat edilemez. İbn Abbas’ın Ebî Câd hesabından sakındırdığı ve onu sihir cümlesinden saydığı sabittir. Bu (sihir saymak) uzak bir görüş değildir, çünkü bu işin şeriatta aslı yoktur.
Subhi es-Salih bu konuda der ki: Bu nevi hesaba dayalı neticeler "Ebî Câd hesabı"olarak isimlendirilir ki, âlimler şiddetle buna karşı çıkmış ve ondan sakındırmışlardır.
Manidardır ki, yine İbn Abbas (r.a.)’tan, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Nice Ebu Câd harflerini öğrenen vardır ki, ancak müneccimlik yapmıştır. Kıyamet günü Allah indinde, onun için iyilikten ve hayırdan bir nasip yoktur."
Yine İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadis de şöyledir: Hz. Peygamber buyurmuştur ki:
"Yıldızlardan bir ilim alan (müneccimlik yapan), sihirden bir şube alır. (Bilgisi) arttıkça o (sihir) da artar."
Bu hesabın; adı ne olursa olsun, hangi milletten alınırsa alınsın, Araplar onu ister kullanmış olsun ister olmasınlar, varacağımız son nokta şudur:
Arap elifbasındaki harflere verilen sayı değerlerinin -bu değerlerin muhtelif olduğunu da biliyoruz-Allah indinde de aynı sayıları ifade ettiğini ileri sürmek, Allah hakkında bilmeden söz söylemek demektir.
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda dinin yüze yakın tılsımını keşfettiğini yazıyor. Bu Tılsımlar o kadar önem arz ediyormuş ki bu güne kadar bunların anlaşılmaması nedeniyle birçok kişi imanını bile kaybedebiliyormuş. Bunları keşfederek filozofları da susturmuş. Acaba Said Nursi’nin keşfettiği bu tılsım nedir.?
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( ---Şuâlar, 531, Onbeşinci Şua. --Kastamonu Lâhikası, 231, Yirmiyedinci Mektubdan. --Tılsımlar Mecmûası, 5 -- Şuâlar, 391, Ondördüncü Şua )
Tılsım, herkesin bilip çözemediği gizli şey, gizli sır, fevkalâde kuvvet ve tesiri hâiz olan şey anlamlarına gelmektedir.
Bir şeyin çözümünün zor olması başka bir şey; o şeyin gizli, sır olması başka bir şeydir. Dinin, imanın, ayet ve hadislerin müşkülü olabilir, ama bunlar gizli, sırlı değildir. Dinimiz, Kitabımız apaçıktır. Allah Teâlâ, onu insanlar için anlaşılır biçimde indirmiştir. Uydurmalardan arınmış Resulün Sünneti de ayaktadır. O hâlde, dinimiz esrar perdesiyle örtülü değildir. Esrarengiz bir dinle Allah’a nasıl kulluk edilebilir?
Kur'an’ın bir ismi "Beyan" olup şu ayetlerle de bütün tılsımcı ve şifrecileri yalanlamaktadır. .
"Bu, insanlar için bir beyandır. (...)"(Âl-i İmrân, 138.)
"Andolsun, sana apaçık ayetler indirdik. (...)" (Bakara, 99.)
"(...) Sana, her şeyi açıklayıcı olmak üzere bu Kitabı indirdik. (...)" (Nahl, 89.)
"(...) Bunlar, apaçık Kitabın ayetleridir. Biz, onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik ki anlayasınız." ( Yûsuf, 1–2.)
"Ve işte biz, Kur'an’ı böyle açık açık ayetler olarak indirdik. (...)" (Hacc, 16.)
Birçok dinî meseleyi herkesin bilip çözemeyeceği bir gerçektir ve gayet tabiîdir. Anlaşılması zor birçok müşkülü ancak müçtehitler, âlimler halledebilir.
Nur Risaleleri dinin, imanın, ayet ve hadislerin hangi müşkülünü çözmüş? Hangi muammayı keşfedip halletmiş? Said Nursi, birçok ayet ve hadisi ebced ve cifir hesaplarına tâbi tutmuş, kendisi ve risalelerine çeşitli paylar çıkarmıştır. Kur'an’ın hakikî tefsiri olduğu iddia edilen Nur Risaleleri’nde, bilinen anlamıyla doğru-düzgün tefsir bile yoktur. Zaten, bunu Said Nursi de bilmektedir ve bu konunun üstünü mugalâta yaparak örtmeye çalışmıştır:
Said Nursi, bazı mevzu hadisleri risalelerine almış, birçok rivayeti birbirine karıştırmış, çoğu hadisi yanlış yorumlamıştır. İnsanların şüpheye ve terettüde düşüp bazı uydurma hadisleri inkâr ederek imanlarını kaybedeceklerini sanmış, sözde onları kurtarmak için batıl yorumlar yapmıştır. Hatta bazı hadisleri yorumlarken hadis uydurmuştur. Hz. Ali’ye isnat ettiği uydurma kasidelerin vahiy olduğunu ileri sürerek, birtakım şeyleri tertemiz ve arı vahye sokuşturmaya çalışmıştır.
Said Nursinin "dinin, imanın, Ku’ran’ın tılsımları, muammaları" dediği şeyler; kendisine ve risalelerine Kur'an’ın, hadislerin, Hz. Ali’nin gizli, sırlı, imalı... İşaretlerinden başka bir şey olmadığı gibi, Nur Risaleleri’nin bunları "keşf ve hallettiğini" iddia ettiği şeyler de bu işaretlerin deşifresinden ibarettir. Tabiî ki, bunların gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktur, bunlar Said Nursî’nin muhayyelâtından ibarettir.
İmam Gazali, tılsımlar hakkında şunları söyler:
Bunlar dinde yeri olmayıp, hiçbir fayda sağlamayan, sihir, tılsım, şubeze, telbisat gibi ilimlerdir.
(Bazı ilimler) sahibini veya başkasına zararlı olması bakımından nehiy olunmuştur. Sihir ve tılsım ilimleri gibi...
Azı da çoğu da yerilen ilimler, ne dine ne de dünyaya kârı olan bilgilerdir. Bu gibi bilgilerin zararı, kârından çoktur. Sihir, tılsım ve nücum ilmi gibi. Bunların bazılarının hiçbir kârı yok, belki insanın en kıymetli sermayesi olan ömrünü bunlara sarf etmekle zarar ve ziyanı vardır.
İmam Gazalî ne kadar da doğru söylemiştir. Said Nursî de, ömrünü ebced ve cifir hesapları yaparak, tevafuklar arayarak, fallar açarak geçirmiş; âdeta Gazalî’nin işaret ettiği neticeye mazhar olmuştur.
Mevdudî, Yahudilerle tılsım arasındaki ilişkiye şöyle temas etmektedir:
Yahudiler esaretleri, cahillikleri, fakirlikleri ve yurtsuz dolaşmaları gibi nedenlerle ahlâken ve maddî yönden çok bozulup tüm iyi niteliklerini kaybettiklerinde sihir, büyü, tılsım ve buna benzer diğer sanatlarla ilgilenmeye başladılar. Hiçbir çaba sarf etmeksizin bu tür tılsımlarla ve büyülerle kendi geleceklerini kazanabilecekleri konusunda kendilerini aldatmaya başladılar. (Mevdûdî, Tefhim, 1/87–88.)
İşte yeryüzünü dolduran binlerce insan... Her bir topluluğun, peygamberlerin iddia etmediği, sırların ve hakikatlerin kendi gruplarında bulunduğunu, bu sırların ve hakikatlerin kendi mümtaz âlimlerince bilindiğini ve bunlara ancak tam teslimiyetle muttali olunabileceğini iddia ettiğini görürsün. Onlar, bu iddialarına delil olarak mevzu hadisler ve batıl tefsirler ileri sürerler.
Bu iddia sahipleri tılsım, sır gibi afakî şeylerle insanları aldatmakta, hem kendileri sapmakta hem de başkalarını saptırmaktalar.
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda ilk yaratılan şeyin Allah’ın kendi nurundan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in nuru olduğunu, Hz. Muhammed’in nurundan da kâinatın yaratıldığını ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bu kâinatın hem çekirdeği hem de meyvesi olduğunu anlatıyor. Bu konuda hadisler naklediyor. Biz bu hadislerin sahih mi? Uydurma mı? Oldukları hususunda bilgi vereceğiz. Daha sonra yaratılışın Kur’an ve sahih sünnette nasıl olduğunu anlatmaya çalışacağız.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları: (Mesnevî-i Nuriye, 110, Habbe.), (Sözler, 539, Otuzbirinci Söz/Üçüncü Esas/İkinci Temsil.) ,
(Sözler, 542-543, Otuzbirinci Söz/Üçüncü Esas/İkinci Müşkil)
Allah’ın ilk olarak kendi nurundan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in nurunu yaratmış olduğu, sabit bir gerçek olmadığı gibi, bunu belirten hiçbir sahih rivayet de yoktur. Bilâkis, Allah’ın ilk yarattığı şeyin "kalem" olduğuna dair hadisler vardır. Ebu Davud’un Sünen’inde Ubade b. Samit’ten naklen Resulullah’ın şu hadisi zikredilir:
"Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Kaleme 'Yaz!' dedi. Kalem: 'Ya Rabbi, ne yazayım?' dedi. Allah: 'Kıyamet kopuncaya kadar olacak her şeyin kaderini yaz!' buyurdu." (Ebû Dâvud, Sünnet, 17/4700.)
Hadisin son kısmı Tirmizî’de:
"Kaderi, olanı ve ebede kadar olacak olanı yaz!" şeklindedir. (Tirmizî, Kader, 16/2244; Tefsîr, 66/3537. Tirmizî, hadis için "hasen-sahîh-garîbtir" demiştir.)
İlk yaratılan şeyin "akıl" olduğu yönünde rivayetler varsa da, bunların hepsi asılsız, yalan ve uydurmadır. ( Bak. Aliyyu'l-Karî, Esrâru’l-Merfû‘a, 143-144; 154-155, Suyûtî, Leâli’l-Masnû‘a, 1/129-130.)
İmran b. Husayn’dan rivayet edilmiştir ki, Peygamberimizin huzuruna Yemenli bazı insanlar geldiler ve âlemin yaratılışını sordular. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Allah vardı ve ondan başka hiçbir şey yoktu. Arşı, su üzerindeydi. Allah, her şeyi zikirde (levh-i mahfuzda) yazdı (takdir ve tespit etti). Gökleri ve yeri yarattı." (Buhārî, Bed’i’l-Halk, 1/2.)
Abdullah b. Amr b. Âs’tan rivayet edildiğine göre de, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Allah, göklerle yeri yaratmadan elli bin sene önce mahlûkatın kaderini yazdı. Arşı da, su üzerindeydi." (Müslim, Kader, 2/16.)
Bu hadislerden, suyun ve arşın kalemden önce yaratıldığı anlaşılmaktadır. Bu konuda başka hadisler de vardır.
Kâinatın Peygamber’in nurundan yaratılması hakkında gelen hadislerde tamamen uydurma olup bu konuda hiçbir sahih hadis bulunmamaktadır. Ayrıca, bu kanaat Allah’ın Kitabına o kadar muhaliftir ki, Kuran’ı okuyan kişinin gözünden kaçması mümkün değildir.
Yaratılış hakkında Kuran’da birçok ayet-i kerime vardır ki, birkaçı şöyledir:
"(Allah) gökleri ve yeri yoktan var edendir. (...)"(En'âm, 6/101.)
"Şu küfredenler bilmezler mi ki, gökler ve yer bitişik idi de, biz onları ayırdık ve bütün canlı şeyleri sudan yarattık. (...)"(Enbiyâ, 21/30.)
"Hâlbuki o, sizi çeşitli merhalelerde yaratmıştır. Görmüyor musunuz, Allah yedi kat göğü nasıl yaratmış? Bunların arasında ayı bir nur yapmış; güneşi de bir kandil kılmış. Allah, sizi bir bitki gibi yerden yarattı. Sonra sizi oraya döndürecek ve yine oradan çıkaracak. Geniş yollardan geçebilmeniz için Allah size yeryüzünü yaydı." (Nûh, 71/14/20.)
"Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, zeytinleri, narları birbirine benzer-benzemez biçimde yaratan hep odur. (...) Hayvanlardan da (çeşit çeşit yarattı). Kimi yük taşır, kiminin tüyünden döşek yapılır. (...)"(En'âm, 6/141-142.)
"Allah, her canlıyı sudan yarattı; onlardan kimi karnı üzerinde (sürünerek), kimi iki ayaküstünde, kimi de dört ayaküstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir." (Nûr, 24/45.)
"Gökte burçlar yaratan ve orada aydınlatıcı olarak güneşi ve ayı var eden Allah ne yücedir." (Furkān, 25/61)
"Gökte büyük yıldızlar yarattık ve onları bakanlar için süsledik." (Hicr, 15/16.)
Sünnette de yaratılış hakkında birçok haber varit olmuştur. Bunları hadis imamları kitaplarında rivayet etmişlerdir. Örneğin İmam Buharî, Sahih’inde yaratılış konusunda "Kitâbu Bed'i’l-Halk" adında bir bölüm açmış, 17 bapta 129 hadis rivayet etmiştir.
İlk yaratılanın Allah’ın nurundan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in nuru olduğu. Ve Hz. Muhammed’in nurundan da kâinatın yaratıldığına dair. Kuran’dan ve Sünnetten hiçbir delil bulunmamaktadır.
Vahdet-i vücut telâkkisinden kaynaklanan bu sözler, aslında temel olarak Hıristiyanlık inançlarına dayanmaktadır. Hıristiyanlara göre Hz. İsa (a.s.), Allah’ın oğludur. Hz. İsa, Allah ile insanlar arasında bir vasıta kabul edilmiştir. Hadis diye nakledilen yukarıdaki sözlerin sahibi olan tasavvufçuların inancına göre de; Hz. Muhammed (s.a.v.), taayyün (belli olan, meydana çıkan, beliren)lerin ilkidir ve Hz. İsa’nın üstünde baba Allah’tan başka bir şey bulunmadığı gibi, Hz. Muhammed’in üstünde de zat-ı ehadiyetten başka bir şey yoktur. Bunu ispatlamak için de, kâinatın ve içindeki her şeyin Hz. Muhammed’in nurundan yaratıldığını ve dolayısıyla ilk olarak da Muhammed’in nurunun halk olunduğunu söylemişlerdir. Yoksa bu gibi sözlerin Hz. Peygamber’den sâdır olmasına imkân yoktur.
Hıristiyanlara göre; Hz. İsa olmasaydı, Allah ile mahlûkat arasındaki bağ kopar ve âlem yok olurdu. Bunlara göre de; Hz. Muhammed olmasaydı, ne gökler, ne yeryüzü, ne zaman, ne de insan olurdu. Bu amaçla "Levlâke (...)" hadisini de uydurmuşlar ve bununla Hıristiyanlara üstünlük sağlamayı düşünmüşlerdir.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in olmadığı bir zamanda nasıl olur da bütün kâinat onun nurundan yaratılmış olabilir? İşte bu soru yöneltildiğinde vahdet-i vücutçular şu hadisi ileri sürerler:
Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayet edilmiştir, dedi ki:
-Ey Allah’ın Elçisi! Peygamberliğin ne zaman vacip (sabit) oldu? Diye sordular. Resulullah şöyle buyurdu: -Âdem ruh ile ceset arasında iken. (Tirmizî, Menâkıb, 1/3850.)
İmam Ahmed’in Meyseretü’l-Fecr’den rivayetinde şu şekildedir:
Meysere diyor ki: Ben:
-Ey Allah’ın Elçisi, ne zaman peygamber oldun? (Hadisin diğer bir varyantında) Ne zaman peygamber olarak takdir olundun? Diye sordum. O da:
-Âdem ruh ile ceset arasında iken, buyurdu. ( Müsned, 4/66; 5/59, 379.)
Oysa bu hadis, Peygamber Efendimizin o zaman bizzat var olduğundan değil, sadece, Cenab-ı Hakk’ın takdirinden haber vermektedir. Nitekim Müslim’de Abdullah b. Amr’dan rivayetle Hz. Peygamber’in şu hadisi yer alır:
"Allah, gökleri ve yeri yaratmazdan elli bin sene önce mahlûkatın kaderini yazmıştır. (...)"Müslim, Kader, 2/16.)
Yukarıda Ebu Davud’dan ve Tirmizî’den naklettiğimiz kalem hakkındaki hadiste de, kıyamet kopuncaya kadar olacak her şeyin kaderinin (takdirinin) yazıldığı belirtilmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin takdir olunmasının, diğer mahlûkatın kaderinden bu vecihte farklı bir yanı yoktur. Ondan özel olarak haber verilmesinin sebebi, onun Âdemoğlunun efendisi, onlar içinde en yüce mertebeye ve en büyük değere sahip olmasıdır.
Efendimiz, henüz Âdem (a.s.) ruh ile ceset arasında iken peygamber olduğunu, yani peygamberliğinin takdir olunduğunu haber vermiştir. Bu husus -Allah bilir ya- şundan ileri gelmektedir: Yaratma işiyle görevli melekler vasıtasıyla gerçekleşen takdir, işte bu vaziyette belirlenmekte ve kendisine ruhun verilmesinden önce her yaratığın yapacağı şeyler yazılıp, onlar için takdir olunmakta ve açıklanmaktadır. Nitekim İmam Buharî ve Müslim, Peygamber Efendimizin bu hususla ilgili bir hadisini tahriç ederler. Abdullah b. Mesud (r.a.)’dan rivayet edilmiştir, o şöyle der:
Doğru sözlü olan ve doğruluğu tasdik edilmiş bulunan Resulullah bize şunları anlattı: "Sizin anne karnında yaratılışınız şöyle tamamlanır: Önce kırk gün meni (nutfe)dir. Sonra bir o kadar süre alâka olur. Daha sonra kırk gün et parçası (mudga) hâlini alır. Bunu takiben Cenab-ı Hak görevli meleği gönderir, bu meleğe dört şey emredilip şöyle denir: 'Bunun rızkını, ecelini, hayatı boyunca yapacağı amellerini ve şakî ya da said olacağını yaz!' Bundan sonra da ona ruh verilir. (...)"Buhārî, Bed'ü'l-Halk, 6/18; Müslim, Kader, 1/1.)
Peygamberimiz, o zamanda kendisinin peygamber olarak yazıldığını bildirmektedir. İşte onun peygamber olarak yazılışı; "Ne zaman peygamber oldun?" sorusuna karşı "Âdem ruh ile ceset arasında iken" cevabıyla ifade olunan peygamber oluşunun ne manaya geldiğini belirtmektedir. Bu oluş, yazı ile sübut bulan takdirdeki oluştur, yoksa aynî vücut plânında bir oluş değil. Çünkü onun peygamberliği ancak hayatının kırkıncı yılı başlarında, Cenab-ı Hakk’ın durumu ona bildirmesiyle gerçekleşmiştir. Nitekim Allah Teâlâ buyurmaktadır ki:
"İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vah yettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz. (...)"(Şûrâ, 42/52.)
"Rabbin seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup yola iletmedi mi?" ( Duhâ, 93/6-7.)
"Biz, bu Kuran’ı vah yetmekle sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Sen, ondan (Kuran’dan) önce (bunları) bilmeyenlerdendin." (Yûsuf, 12/3.)
Alâk suresi, Cenab-ı Hakk’ın ona indirdiği ilk suredir ve bununla o, nebi olmuştur. Daha sonra yüce Rabbimiz ona Müddessir suresini vah yetti ki, bununla da Peygamberimiz "Kalk, inzarda bulun!" emrini alarak resul oldu. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, bu surede, aynî ve ilmî vücuttan bahsetmektedir. Zaten, bu durum, insanların duyulara ihtiyaç duymayacağı şekilde ve kalbiyle anlayacağı biçimde açıktır; şüphesiz hiçbir şey, oluşundan önce vücut bulamaz.
İbn Arabî’nin ve halk arasındaki diğer cahillerin yaptıkları gibi, bu bilgisiz kimselerin rivayet ettikleri "Âdem, su ile çamur arasındayken ben peygamberdim." (Fusûs, 36; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 2/169,173.), "Âdem, ne su ne de çamur iken ben peygamberdim" (Aclûnî, age, 2/169.) şeklindeki sözlerin ise aslı, esası yoktur; bunlar güvenilir âlimler tarafından rivayet edilmediği gibi, bu lâfızlar sahih kitaplardan herhangi birisinde de yer almamıştır. Aksine, bu rivayetler bütünüyle yanlış ve asılsızdır. Hz. Âdem, hiçbir zaman su ile çamur arasında olmamıştır. Cenab-ı Hak, onu topraktan yaratmış, çamur hâine gelinceye kadar toprağı su ile karıştırmış; çamur iyice kurumuş ve sonuçta pişmiş çamur gibi balçık hâlini almıştır. Âdem (a.s.) için su ile çamur arasında, su ile çamurdan meydana gelmiş bir hâl söz konusu değildir.
Eşyanın, oluşundan önce Cenab-ı Hak için malûm olmasına gelince; bu üzerinde hiçbir şüphenin bulunmadığı bir gerçektir. Eşyanın, Cenab-ı Hak ya da melekleri yanında yazılıp kaderlerinin belirlenmiş olması da aynı şekildedir. Nitekim bu hususa Kitap ve Sünnet işaret etmekte, birçok haber de bunu kanıtlamaktadır.
Said Nursî, Hz. Peygamber’in mahiyetinin nur olduğunu iddia etmekte, talebelerinden birinin yazdığı şiirde de Hz. Peygamber’in Allah’ın nurundan yaratıldığı söylenmektedir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in babasının Abdulmuttalib oğlu Abdullah olduğu, Kureyş kabilesinin Haşimoğulları kolundan olduğu, fil senesinde Mekke’de Veheb kızı Amine’den doğduğu tevatüren sabittir. Normal bir insan gibi doğmuş, normal bir insan gibi yaşamış, kendisinden önceki peygamberler gibi peygamberlikle görevlendirilmiş, onların getirmiş oldukları inanç sisteminin ve tevhit akidesinin dışına çıkmamıştır. Ömrü ne kadar takdir edilmişse o kadar yaşamış, sonra da ahirete irtihal etmiştir. "Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir."
Kur'an-ı Kerim’de Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bir insan olduğu birçok ayetlerde belirtilmiştir:
"Allah’ın, kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik verdiği hiçbir insanın, diğer insanlara 'Allah’ı bırakıp da bana kul olun!' demesi mümkün değildir. (...)" (Âl-i İmrân, 3/79.)
"(...) De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, elçi olan bir insandan başka neyim?" (İsrâ, 17/93.)
"De ki: Ben de sizin gibi bir insanım. İlâhınızın tek bir ilâh olduğu bana vahyediliyor. (...)"(Kehf, 18/10.)
"De ki: Ben de sizin gibi sadece bir beşerim. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. (...)"(Kehf, 18/10.)
Hz. Peygamber de diğer insanlar gibi bir insandır. Diğerlerinden ayrılan tarafı, vahye muhatap olmasıdır. O da, her insan gibi hastalık, açlık, susuzluk, elem, lezzet, hayat ve ölüm gibi olayları yaşamıştır. Hem diğer peygamberlerin, hem de Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kâfir ve müşrikler tarafından yalanlanmalarının en önemli sebeplerinden birisi, melek değil insan olmalarıdır.
"Kendilerine hidayet gelince, insanların iman etmelerine engel olan şey, 'Allah, peygamber olarak bir insan mı gönderdi?' demeleridir. De ki: Eğer yeryüzünde (insanlar yerine) yürüyen-oturan melekler olsaydı, gökten peygamber olarak bir melek indirirdik." (İsrâ, 17/94-95.)
"(...) O zulmedenler, aralarında şu konuşmayı gizlediler: 'Bu (Muhammed) da sizin gibi bir insan değil mi? Şimdi, siz göz göre göre sihre mi kapılacaksınız?'" (Enbiyâ, 21/3.)
"(...) Onlar da şöyle demişlerdi: 'Siz de bizim gibi bir beşersiniz. Atalarımızın ibadet ettiklerinden bizi çevirmek istiyorsunuz. O hâlde bize açık delil getirin!' Peygamberleri de demişlerdi ki: 'Biz de şüphesiz sizin gibi beşerden başka bir şey değiliz. Allah, kullarından dilediğine nimetini lütfeder. Fakat Allah’ın izni olmadan size delil getiremeyiz.' (...)"(Ra‘d, 14/10-11.)
"(Nuh’un) kavminden ileri gelenleri, ahirete kavuşmayı yalanlayanlar ve kendilerine dünya hayatında refaha kavuşturduklarımız da demişlerdi ki: 'Bu da sizin gibi bir insandan başkası değil; sizin yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor.'" (Mu'minûn, 23/24.)
"Evvelce küfredip de yaptıklarının cezasını çekenlerin haberi size geldi mi? Onlar için acı bir azap vardır. Bu, peygamberlerinin kendilerine apaçık delillerle gelip de, onların 'Bize bir insan mı hidayet edecek?' diyerek küfretmiş ve yüz çevirmiş olmalarındandı. (...)"(Tegābun, 64/6.)
Kuran’da peygamberlerin de insan olduğunu ve bu yüzden yalanlandıklarını bildiren daha pek çok ayet vardır.
Nurdan yaratılan ancak meleklerdir ve ancak onların mahiyetleri nurdur. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Melekler nurdan yaratıldı. Cinler de alevli bir ateşten yaratıldı. Âdem ise size vasfolunan şeyden yaratıldı." ( Müslim, Zühd, 10/60.)
Resulullah, nurdan ve Âdem (a.s.)’in yaratıldığı şeyden söz ettiği hâlde, kendisinin nurdan yaratıldığına dair bir şey söylememiştir. Hz. Âdem ise, bütün insanlığın olduğu gibi Hz. Muhammed’in de atasıdır. Allah, Hz. Peygamber’e "melek olmadığını" belirtmesini emretmiştir:
"De ki: '(...) Size 'ben meleğim' de demiyorum; ben ancak bana vahyolunana tâbi oluyorum.' (...)"(En'âm, 6/50.)
"Size, yanımda Allah’ın hazineleri bulunduğunu söylemiyorum; gaybı bilmem, ‘ben meleğim’ de demiyorum. (...)" (Hûd, 11/31.)
İnsanın yaratıldığı şey hakkında Kuran’da şöyle buyrulmuştur:
"Allah, insanı ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı. Cinleri de dumanı halis bir ateşten yarattı." (Rahmân, 55/14-15.)
"Biz, insanı balçıktan, şekil verilmiş çamurdan yarattık. Cinni ise, insanı yaratmadan önce alevli ateşten yarattık." (Hicr, 15/26-27.)
"Şu bir gerçektir ki, biz insanı çamurun safından yarattık. Sonra onu sağlam bir kalış yerinde bir nutfe yaptık. Sonra nutfeyi asılı bir hücre kümesine çevirdik; hücre kümesini bir et parçası hâline getirdik; et parçasından kemik yarattık; kemiğe et giydirdik; nihayet onu bambaşka bir varlık olarak inşa ettik. (...)" (Mu'minûn, 23/12-14.)
"Her şeyin yaratılışını güzel yapan, insanı yaratmaya çamurdan başlayan, sonra neslini hakir bir sudan, bir meniden meydana getiren; sonra ona biçim veren, ruhundan üfleyen, böylece size kulaklar, gözler ve kalpler veren işte odur. (...)"(Secde, 32/7-9.)
"Sizi önce topraktan, sonra nutfeden, sonra alâka (rahim duvarına asılıp gömülen hücre topluluğun)dan yaratan, sonra büluğ çağına erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için sizi yaşatıyor. (...)"(Mu'min, 40/67)
"Öyleyse insan, neden yaratıldığına (bir) baksın. O, atılan sudan yaratılmıştır ki, bu su, bel kemiği ile kaburgalar arasında (bulunan organlar)’dan çıkar." (Tārık, 86/5-7.)
"Kahrolası insan ne kadar da nankördür! (Allah) onu hangi şeyden yarattı? Bir parça meni (sperm)den. Onu yarattı, ona biçim verdi." (Abese, 80/17-19.)
"O (insan), rahme dökülen meniden bir nutfe değil miydi? Sonra da asılı bir hücre kümesi olmadı mı? Allah, onu yaratıp şekil vermedi mi? Sonra da ondan erkek ve dişi iki çift yapmadı mı?" (Kıyâmet, 75/37-39. Ayrıca bak. Fâtır, 35/11; Furkān, 25/54; Nisâ, 4/1; A’râf, 7/11-12; Âl-i İmrân, 3/59.)
Kuran’da ve Sünnette insanın yaratılışı hakkında birçok haber varit olmuştur. Bizim burada maksadımız ise, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in de nurdan değil, ayetlerde anılan şeylerden yaratıldığına işaret etmektir.
Yüce Peygamber (s.a.v.), diğer insanlar gibi bir insan olduğuna göre, ne nurdan ne de altından yaratılmıştır. O, ancak döl suyundan yaratılmıştır. Yaratıldığı maddesi, bedeni bakımından Peygamber Efendimiz işte bu anlattığımızdan ibarettir. (Kardavî, Çağdaş Problemlere Fetvalar, 190.)
Elçi ve hidayet rehberi oluşuna bakacak olursak; o, Allah’tan bir nurdur. Dünyayı aydınlatan bir kandildir. Bunu kendisine hitaben Kur'an-ı Kerim ilân etmektedir:
"Ey Peygamber, biz seni şahit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Ve izniyle Allah’a davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak." (Ahzâb, 33/45-46)
Ehl-i kitaba hitaben Kur'an şu haberi veriyor:
"(...) Gerçekten size Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi." (Mâide, 5/15)
Bu ayet-i kerimelerdeki "nur" kelimesiyle Resulullah Efendimiz (s.a.v.) kastedilmiştir. Nitekim ona indirilen Kur'an-ı Kerim’in kendisi de bir nurdur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
"Artık Allah’a, elçisine ve indirdiğimiz nura (Kur'an’a) inanın. (...)" (Teğābun, 64/8)
"Ey insanlar, size Rabbinizden delil geldi ve size apaçık bir nur (Kur'an) indirdik." (Nisâ, 4/174)
Şu nakledeceğimiz ayet-i kerimelerle Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimizin görevini belirtmiştir:
"Elif, lâm, râ. (Bu), Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp güçlü ve övgüye lâyık (olan Allah)ın yoluna iletmen için sana indirdiğimiz bir Kitaptır." (İbrâhîm, 14/1)
Peygamber (s.a.v.) şöyle dua ederdi:
"Allahım, kalbime nur, gözüme nur, kulağıma nur, sağıma nur, soluma nur, üstüme nur, altıma nur, önüme nur ve arkama nur ver ve benim için nuru büyüt!" (Buhārî, Daavât, 9/12; Müslim, Salâti’l-Müsâfirîn, 26/181)
O, nur peygamberi idi. Hidayetin, doğru yolun elçisi idi. (Kardavî, Çağdaş Problemlere Fetvalar, 190-191.)
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yaratılışa sebep olduğunu, o olmasa idi kâinatın da olmayacağını söylüyor. Bu iddiasına hadis diye bazı deliller getirmeye çalışıyor. Biz bu hadisleri(!) ve yaratılışın sebepleri hakkında bilgi vermeye gayret edeceğiz.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları: (...)(Mesnevî-i Nuriye, 22, Reşhalar/Beşinci Reşha.) ( Sözler, 65; Zülfikar Mecmuası, 359-360, Onuncu Söz/Haşir Bahsi/Beşinci Hakikat; Mesnevî-i Nuriye, 38, Lâsiyyemalar; ) (...)(Şuâlar, 480-481, Onbeşinci Şua/El-Hüccetü’z-Zehra/Üçüncü Medrese-i Yûsufiye’nin Bir Tek Dersinin Üçüncü Kısmı/Birinci İşaret.) (Mektubat, 281, Yirmidördüncü Mektubun İkinci Zeyli/Birinci Nükte.) (Barla Lâhikası, 242, Yirmi Yedinci Mektuptan/Hâfız Ali’nin Fıkrasıdır.) (...)(Mektubat, 163; Zülfikar Mecmuası, 291, Ondokuzuncu Mektub/Mu’cizât-ı Ahmediyye/Onaltıncı İşaret/Üçüncü Kısım/Elhâsıl/Hâşiye.)
"Bütün eşya ve eflâki Senin için yarattım Habibim !"
“Evet, Sultan-ı LEVLAKE LEVLAK, öyle bir reistir ki “
“Ey habibim sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.”
Nur Risaleleri’ndebirçok kez tekrarlanan bu sözlerin Said Nursi kutsi hadis olduğunu bildirmiştir. Yine bazı imam ve din adamlarının çokça naklettiği bu sözler halk arasında da kutsi hadis olarak bilinmektedir. Oysa; hadis diye nakledilen buna benzer sözler tamamen uydurma hadistir, Bunların kaynağı olmadığı gibi bu sözler Kuran ve Sahih Sünnete de aykırıdır.
Eflâk, "feleku" isminin çoğuludur. Felek; yuvarlak kum tepesi, yuvarlak ve müteharrik dalga, yıldızın döndüğü boşluk, yörünge, kendinde yıldızların döndüğü gök anlamlarına gelmektedir. (Mevlût Sarı, el-Mevârid Arapça-Türkçe Lûgat, Bahar Yayınları, İstanbul, 1179.)
Felek kelimesi, Kur'an’da iki yerde "yörünge" anlamında kullanılmıştır:
"Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan odur. (Bunların) her biri bir felekte (yörüngede) yüzmektedir." (Enbiyâ, 21/33.)
"Ne güneş aya erişebilir, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte yüzmektedir. ( Yâsîn, 36/40.)
"Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım." Bu söz bazı kaynaklarda farklı lafızlarla nakledildiği de olmuştur. Hadis-i kutsi diye nitelenen bu sözün sıhhati hadis âlimlerine göre şöyledir:
Şevkânî; Fevaid’de hadis için Sağanî’nin "mevzu" (uydurma) dediğini nakleder. (Şevkânî, Fevâidu’l-Mecmû‘a, 326.)
Aliyyu’l-Karî de şöyle demiştir: Sağanî: "(Bu hadis) şüphesiz mevzudur" dedi.
İbn Asakir’in rivayetini İbnu’l-Cevzî de uzun bir hadiste Selman (r.a.)’dan merfu olarak tahriç etmiş ve demiştir ki: "Şüphesiz mevzudur". ( Nak. Sabbâğ, Tahkīk ve Ta‘lik, 288 (İbnu’l-Cevzî, Mevzûât, 1/288-290).)
Sağanî ve özellikle İbnu’l-Cevzî’nin hadis tenkidinde -bazılarının ileri sürdüğü derecede olmasa da- müteşeddit olduklarını biz de biliyor ve kabul ediyoruz. Fakat bu hadisin uydurma olduğunu sadece onlar değil, hadis tenkidinde gevşek davrananlardan Suyutî de belirtmiştir. (Suyûtî, Leâli’l-Masnû‘a, 1/272. el-Leâlî’deki lâfız şöyledir: "(...) Dünyayı ve ehlini, seni üstün tuttuğumu, katımda sana verdiğim dereceyi, yeri bilsinler diye yarattım. Sen olmasaydın, dünyayı yaratmazdım." şeklindedir.)
Şeyh Nasıruddin Elbanî Silsiletü’l-Ehadisi’z-Zaife ve’l-Mevzua’da bu hadis için şöyle der: Ben, bu hadisin senedi üzerinde durmadım bile. Onun zayıflığında hiç tereddüt de etmedim.
İnsanlığın ve hatta âlemlerin Hz. Peygamber’e karşı bir minnet borcu vardır. O, Âdemoğlunun efendisidir ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Yoksa, "O yaratılmasaydı, hiçbir şey yaratılmazdı" gibi bir söz ve inanç yanlıştır ve Hıristiyanların Hz. İsa hakkındaki akidesiyle aynıdır. Allah Teâlâ, yaratmaya onunla başlamadı ve onu yaratmadan önce birçok mahlûk yarattı. O, yaratılışın gayesi de değildir. Bütün bunlar kaderle alakalıdır.
Said Nursî ve talebeleri, bu uydurma hadisi "kâinatın, ahiretin, cennetin, cehennemin, bütün eşyanın ve mevcudatın yaratılma sebebinin Hz. Peygamber (s.a.v.) olduğu ve bu sayılanların onun için yaratıldığı" şeklinde anlamışlardır. O hâlde, bu manayı sorgulamamız gerekmektedir:
Abbas b. Abdulmuttalib, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e "Ebu Talib’e bir faydan olabildi mi?" diye sorduğunda; Hz. Peygamber şu cevabı vermiştir:
"(...) lev lâ ene lekâne fi’d-derki’l-esfeli mine’n-nâr." (Müslim, Îmân, 90/357.)
"(...) Eğer ben olmasaydım; o, ateşin en derin yerinde olurdu."
Hz. Peygamber’in bu sözünden, kendisi olmasaydı cehennemin yine de var olacağı anlaşılmaktadır. Cehennem var olduğuna göre; cennet de var olurdu, dünya da... Dolayısıyla, bu sahih hadisten yukarıda zikrettiğimiz "sen olmasaydın cennet yaratılmazdı; sen olmasaydın cehennem yaratılmazdı; sen olmasaydın dünya yaratılmazdı..." şeklindeki hadislerin tümünün uydurma olduğu anlaşılır.
Biz, Cenab-ı Halık’ın neyi niçin, kimin için yarattığını Kur'an-ı Kerim’den araştıralım. (Naklettiğimiz ayetlerin orijinal lâfızlarına bakıldığında; ayetlerde « ﻞ » harf-i cerrinin geçtiği ve bu harf-i cerrin talil (sebep-neden bildirir, "için" manasına, yerine göre de ...sebebiyle, ...nedeniyle, ...den ötürü, diye) bildiren anlamda kullanıldığı görülecektir.)
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah, hanginizin daha güzel amel sahibi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yarattı. (...)"( Mülk, 67/4.)
"Hanginizin amelinin daha güzel olduğunu denemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan odur. (...)"(Hûd, 11/7.)
"Allah, gökleri ve yeri hak ile ve her nefsin, hiç haksızlığa uğratılmadan, kendi kazandığının karşılığını alsın diye yaratmıştır." (Câsiye, 45/22.)
"Kötülük yapanları, işledikleriyle cezalandırmak ve bazı küçük günahlar dışında günahların büyüklerinden ve hayâsızlıklardan sakınıp iyilik edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırmak için göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’a aittir. (...)" (Necm, 53/31-32.)
"Yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah’tır. Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilimle kuşattığını bilmeniz için (Allah’ın) emri bunlar arasında iner durur." (Talâk, 65/12.)
"Eğer Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa, ihtilâf edip durmaktadırlar. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri (bu ihtilâftan) istisna teşkil ederler. Zaten, Allah, insanları bunun için yaratmıştır. (...)" (Hûd, 11/118-119.)
"Andolsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık. (...)" (A‘râf, 7/179.)
"Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dediğinde (...)" (Bakara, 2/30.)
"Sonra onların ardından, nasıl amel edeceğinizi görmek için sizi, yeryüzünün halifeleri yaptık." (Yûnus, 10/14.)
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; fakat onu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. O, çok zalim ve çok cahil idi. Onun bu emaneti yüklenmesi, Allah’ın erkek münafıklara ve kadın münafıklara, erkek müşriklere ve kadın müşriklere azap etmesi, erkek müminlerin ve kadın müminlerin de tövbelerini kabul etmesi içindi. (...)" (Ahzâb, 33/72-73.)
"Doğrusu biz insanı, imtihan etmek için karışık bir nutfeden yarattık. (...)"(İnsân, 76/2.)
"Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56.)
"Allah; Kâbe’yi, o Beyt-i Haram’ı, haram ay’ı, kurbanı ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için bir nizam kıldı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah’ın her şeyi bilen olduğunu sizin bilmeniz içindir." (Mâide, 5/97.)
"Arz üzerinde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve onda isteyip arayanlar için rızkları tam dört günde takdir etti." (Fussılet, 41/10.)
"Güneşi ışık (kaynağı), ayı nur yapan, senelerin sayısını ve hesabı bilmeniz için, aya konak yerleri takdir eden odur. (...)"(Yûnus, 10/5.)
"Gökte büyük yıldızlar yarattık ve onları bakanlar için süsledik." ( Hicr, 15/16.)
"Karaların ve denizlerin karanlıklarında kendileriyle yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için yaratan odur. (...)"8En'âm, 6/97.9
"Geceyi size, içinde dinlenesiniz diye (karanlık), gündüzü de (çalışıp kazanasınız diye) aydınlık yapan odur. (...)"(Yûnus, 10/67.)
"İbret alasınız diye her şeyi çift çift (erkek, dişi) yarattık." (Zâriyât, 51/49.)
"Atları, katırları ve merkepleri, sizin binmeniz için ve süs olarak yaratmıştır. (...)"(Nahl, 16/8.)
"Rabbinizden gelecek olan mağfirete ve takva sahipleri için hazırlanan, genişliği gökler ve yer kadar cennete koşun." (Âl-i İmrân, 3/133.)
"Kâfirler için hazırlanan ateşten sakının." (Âl-i İmrân, 3/131.)
"(...) Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey, ondan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve bundan büyüğü de apaçık bir kitaptadır. İnanıp iyi işler yapanları mükafatlandırmak için (her şeyi apaçık bir kitapta tespit etmiştir). Onlar için mağfiret ve güzel bir rızk vardır." (Sebe', 34/3-4.)
"Gerçek şu ki, biz, peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik; insanların adaletle hareket etmeleri için, onlarla birlikte kitabı ve mizanı da indirdik. Keza, kendisinde çok büyük bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) faydalar bulunan demiri de indirdik (yarattık). Bütün bunlar, Allah’ın, kendisine (dinine) ve peygamberlerine gıyabında yardım edenleri bilmesi (ortaya çıkarması) içindir. (...)"(Hadîd, 57/25.)
Yüce Rabbimizin, yarattığını niçin, kim için ve hangi sebepten yarattığı, delilsizce ve sorumsuzca kendisine isnat edilen uydurma kudsî hadislerden değil, fakat onun kelâmı olduğunda şüphe olmayan, doğru yola eriştirici Kur'an-ı Hakim’den öğrenilir. Ayet-i kerimeler; kâinatın, dünyanın, mevcudatın ve bilhassa insanın, ahiretin, cennetin ve cehennemin niçin yaratıldığını ve yaratılış sebeplerini, başka söze hacet bırakmayan şekilde göstermiştir.
Ayetlerde zikredilen bunca hikmet, bu uydurma hadise göre Hz. Peygamber olmasaydı tahakkuk etmeyecekti. Birçok güzellik ancak Cenab-ı Hakk’ın "yaratması"yla tezahür eder. Allah Teâlâ’nın "Halık" ismini kavrayan biri, bu sözün uydurma olduğundan bir an bile şüphe etmez.
Şüphesiz, sözlerin en güzeli Allah’ın Kitabıdır ve Allah Kitabında şöyle buyurmaktadır:
"Muhammed, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o, ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Ökçeleri üzerinde geriye dönen, Allah’a hiçbir ziyan veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (Âl-i İmrân, 3/144.)
*****
--- Risale-i Nurlarda Hz. Peygambere nispet ettikleri bir dua güya Hz. Peygamber bir savaştan döndüğünde üzerindeki zırhından dolayı çok sıkıntı çekmiş tam bu sırada Cebrail gelmiş ve demiş ki: Ya Muhammed’e bu duayı oku sana hiçbir şey olmaz bu seni korur demiş. Hatta bu yalan haberde o kadar ileri gitmişler ki bu duayı okuyanın 900 peygamber sevabına nail olacağı söyleniyor. Cevşen adı verilen bu dua Hz. Peygamber adına uydurulan bir yalandır.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( --Sözler, 424, Onbirinci Şua. --Şuâlar, 213, Onbirinci Şua --Şuâlar, 88, Yedinci Şua --Şuâlar, 48, Üçüncü Şua/Münâcat; Lem'alar, 445, Münâcat; Âsâ-yı Mûsa, 187, --Lem'alar, 415, Otuzuncu Lem'a/Hâtime. --Şuâlar, 484, Onbeşinci Şua/Elhüccetü’z-Zehra --Mesnevî-i Nuriye, 156, --Şuâlar, 110, Yedinci Şua/Âyetü’l-Kübra; Mektubat, 199)
Cep kitapçığı şeklinde basıldığı hâlde kaynağı hakkında bilgi verilmemiştir. Bu duanın Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ait olduğu iddia edildiğine göre, hadis kitaplarında yer alması gerekirdi. Oysa hadis kitaplarında böyle bir duaya rastlanmamaktadır. Şu hâlde, bu duanın Hz. Peygamber’e isnadı yalandır. Bunun katmerli yalan olduğu şundan belli ki: Bu duayı okuyanlar 900 peygamber sevabına nail olacakmış.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e bir gazvede zırhını çıkarmasını ve Cevşen’i okumasını emreden bir vahiy getirdiğini de iddia etmektedir. Bu haberin de ne bir kaynağı ve ne de bir mesnedi vardır.
Sonra, söz konusu vahiy hangi gazvede gelmiştir? Resulullah’ın herhangi bir gazvede zırhını çıkardığına dair hiçbir rivayet yoktur.
Bilakis, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu sabittir:
"Bir peygambere, zırhını giydikten sonra, onunla düşmanları arasında Allah Teâlâ hükmünü vermedikçe zırhını çıkarması yaraşmaz."
Üstelik Cebrail (a.s.), Hz. Peygamber’e zırhını çıkarmasını değil, çıkarmamasını emretmiştir. Hendek Harbi’nde kâfirlerin dağıldığı gecenin sabahı Müslümanlar Medine’ye dönüp silâhlarını bıraktıkları sırada, Cebrail, Resulullah’a gelmiş ve "Zırhını çıkarıyor musun? Melekler, henüz silâhı bırakmadılar. Allah Teâlâ, sana Benî Kurayza üzerine yürümeni emrediyor; ben de onlara gidiyorum." demişti.
Savaşta zırhı çıkarmak şöyle dursun, Hz. Peygamber (s.a.v.) Uhud Günü iki zırhı üst üste giymiştir. Yine aynı savaşta Resulullah’ın başında miğferi de vardı ve aldığı darbe ile miğfer kırılmış; Peygamberimiz de yaralanmıştı. Resulullah’ın savaşlarda kullanmak üzere 9 kılıcı, 7 zırhı, 6 yayı, 2 kalkanı, 5 mızrağı, 2 miğferi vb. silâh ve teçhizatı vardı. Herhâlde, bu Cevşen’den sonra hepsini kaldırıp atmıştır (!) mı(?)
Allah Teâlâ, Kitabında kendisini nasıl tavsif, kendisine nasıl ve hangi sözlerle dua edeceğimizin örneklerini göstermiştir. Hadis kitaplarında da Resulullah (s.a.v.)’tan sahih olarak rivayet edilen
Yüzlerce dua varken, böyle mesnetsiz bir münacatın dua olarak mislinin olmadığı iddiası, çürütülmeye bile gerek olmayan bir iddiadan öteye geçemez. Cevşen’in dahi misli olmadığı iddiası da boştur.
Ayrıca İslam duaları yazıp muska yapıp boyna asılmasını değil, duayı okuyarak Allah’ münacaat edilmesini emrediyor.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki:
Sahih’de rivayet edildiğine göre Ebu Beşir el-Ensari (r.a.) bir sefer sırasında Rasulellah (s.a.v.) ile birlikteydi. Peygamber (s.a.v.) birisiyle hiçbir devenin boynunda yay kirişinden yapılma ya da herhangi bir türde gerdanlık bırakılmayıp koparılması için haber gönderdi. (Sahih Buhari: 3005, Müslim: 2115, Ebu Davud: 2552)
Develerin boyunlarına asılan bu şeyler ile nazardan, beladan… Vb. korunmak amaçlanıyordu. Rasulüllah bütün bunları koparılıp atılmasını emrediyordu.
İbn-i Mes’ud (R.a.) şöyle anlatmaktadır: “Rasulullah’ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim: … temaim (muska) ve tivele şirktir.” (Ahmet ve Ebu Davud rivayet etmiştir.)
Tivele: Kadın ve erkeğin birbirlerini sevmesini sağlamak amacıyla yapılan bir tür büyü.
Abdullah b. ‘Ukeym’den merfu olarak rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: (Muska v.b. ) herhangi bir şey takana (yardım olunmaz ve) takındığı şeyle baş başa bırakılır.(İmam Ahmed ve Tirmizi tarafından rivayet edilmiştir.)
İmam Ahmed’in Rufeyfi’den rivayet edildiğine göre peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ey Rufeyfi umarım ömrün uzun olur. Sakalını bağlayandan, Muska takandan hayvan pisliği ile ya da kemikle istinca yapandan Muhammed’in beri olduğunu insanlara bildir.” ( Sahih Ahmed 4/109, Ebu Davud 36, el-Elbani Sahihi Süneni Ebu Davud’da hadisin sahih olduğunu söylemiştir.)
Sa’id b. Cubeyr şöyle demektedir:” bir insanda takılı olan Muskayı koparmak bir köle azadına denktir. Yine Veki’den gelen rivayete göre İbrahim şöyle demektedir: Seleften kavuştuklarımız Kur’an’dan olan ya da olmayan tüm muskaları kerih görürlerdi. (İbn Ebi Şeybe 5/36)
Hiçbir hadis kaynağında bulunmayan cevşen bir bidat olduğu gibi üzerinde taşıyanı koruyacağı, okuyana 900 peygamber sevabı verileceği gibi iddialarda bu yalanın katmerleşmiş şeklidir. Ayrıca nakledilen bu hadislerden muska veya cevşen gibi şeylerin hurafe ve şirk olduğu da anlaşılıyor.
*****
---Said Nursi Risale-i Nurlarda kendisine sorulan “Hızır hayatta mıdır? “sorusuna cevap olarak Hızır’ın hayatta olduğunu iddia ediyor. Yine Hızır’ın bir anda birçok yerde olabileceğini, Bazen bizim gibi yiyip içeceğini, insanlarla görüşebileceğini yardım edebileceğini iddia ediyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( --Mektubat, 5-6, Birinci Mektub/Dört Sualin Muhtasar Cevabıdır/Birinci Sual.)
Hz. Hızır (a.s.)’ın hayatta olup olmaması meselesi eskiden beri tartışıla gelmiştir. Mutasavvıflar, Hızır’ın sağ olduğunu, hatta zor durumda kalanların imdadına yetiştiğini ileri sürmüşlerdir. Aynı iddia burada Said Nursi tarafından tekrarlanmıştır. Said Nursi Hızır’ın yaşadığına delil olarak sadece bazı ehl-i şuhûd ve keşif olan evliyânın Hızır’la olan maceralarını ve hikâyelerini onun yaşadığının delili olarak belirtmiştir.
Ehlisünnet âlimlerinin hiçbirisi Hızır’ın hayatta olduğunu iddia etmemiştir. Hızır’ın hayatta olduğuna dair Kur’an’da, Sünnet’de bir delil bulunmamaktadır. Yine bu ümmetin en hayırlı nesli olan sahabe, tabiin ve tebai’t-tabiin den hiçbir kimsede Hızır’ın hayatta olduğunu iddia etmemişlerdir.
Hızır’ın yaşadığını iddia etmek akla, mantığa, gerçeğe, ilme ve İslâm’a uygun değildir. Bu tamamen uydurulan bir hurafedir. İnsanlar tabii kurallara göre doğarlar yaşarla ve ölürler. Hızır bir insan olduğuna göre onun bu kural ve kanunların dışında olması düşünülemez,
Hızır’ın yaşamakta olduğuna dair nakledilen rivayetler ise uydurma veya zayıf hadislerdir. Hiçbir şekilde sahih değildir. O hâlde, zannî bilgilerle ve zayıf rivayetlerle kesin ve açık olan aklî hükümlerin teknik bir ifade ile yakini yatın karşısına çıkmak nakli de aklı da bilmemek olur.
Bazı hadis kaynaklarında Hızır’la ilgili rivayetler vardır. Bunlar ya zayıf ya da uydurmadır. Bu konuda sahih bir hadis bulunmamaktadır. Hadisçiler bazen bir konudaki haber ve rivayetlerin sahih olanını, zayıf olanını ve uydurma olanını bir araya toplamışlardır. Bundan maksatları, o rivayetlerin sahih, zayıf ve uydurma olanlarını belirtmektir. Ümmetin bu tür rivayetleri bilerek dikkatli olmaları ve zayıf ve uydurma rivayetleri tanımaları için kitaplarında nakletmişlerdir. Hızır’ın yaşamadığını bildirmiş olan bazı hadis âlimleri şunlardır:
İbn Hacer, Hızır ve İlyas’ın hâlâ yaşadığının sabit olmadığı görüşündedir.
İbn Kayyım: "Hızır’ın hayatına dair nakledilmiş rivayetlerin hepsi yalandır, bu hususta sahih bir hadis yoktur" demiştir.
Ali el-Karî, Hızır’dan ve hayatından bahseden hadislerin hepsinin yalan olduğunu, hayatına dair rivayetlerin hiçbirinin sahih olmadığını belirtir.
İbn Hazm’ın açıklamasına göre; Yahudiler, İlyas ve Fenhas İbnu’l-Âzâr’ın bugüne kadar hayatta olduklarını ileri sürüyorlardı. Bugün, Hızır ve İlyas’ın hâlen yaşadığı inancı da bunun kalıntılarından başka bir şey değildir.
M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadîsler adlı kitabında Hızır ve İlyas’ın hayatlarından bahseden hadislerin mevzu olduğunu söyler.
İmam Ahmed şöyle dedi: "Kim gaip olan bir kimseye isnat ediyorsa, ona haksızlık etmiş olur. Bunu ancak şeytan ortaya atıyor."
Buharî’ye Hızır ve İlyas’ın hâlâ yaşayıp yaşamadıkları sorulduğunda şöyle dedi: "Bu nasıl olabilir? Hâlbuki Resulullah, 'Bir asır sonra yeryüzündekilerden kimse kalmaz' diyor."
Ebu’l-Ferec İbn el-Cevzî, yüce Allah’ın, "Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık" (Enbiyâ, 34) ayetini okudu ve Hızır ve İlyas’ın yaşayanlar arasında olmadıklarını söyledi.
İmam Buharî’nin zikrettiği hadis şöyledir:
"Bu gecenizi görüyorsunuz ya, işte bu gecenizden itibaren yüz seneye kadar (bugün) yeryüzünde olanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır." (Buhārî, İlim, 42/57.)
Yusuf el-Kardavî de şöyle demiştir:
Bazı insanlar Hz. Hızır’ın, Hz. Musa’dan sonra Hz. İsa zamanına kadar, sonra da Hz. Muhammed (s.a.v.)’in zamanına kadar yaşadığını, günümüze dek yaşamakta olduğunu, kıyamete değin de yaşayacağını söylemektedirler. Falan kimseyle karşılaştığına, falan kimseye hırka giydirdiğine ve falanca kimseye söz verdiğine dair bazı hikâyeler, kıssa ve rivayetler uydururlar, hatta Cenab-ı Allah’ın onu yetkili bir görevli olarak yeryüzüne indirmiş olduğuna dair efsaneler düzerler.
Bunların zannettikleri gibi Hızır (a.s.)’ın sağ ve mevcut olduğuna delâlet eden kesin deliller yoktur. Tam bunun tersi istikamette olan deliller vardır. Hızır’ın sağ olmadığına dair Kur'an’dan, Sünnetten, akıldan ve muhakkik âlimlerin ettikleri icmadan deliller vardır.
İbrahim el-Harbî’ye Hızır (a.s.)’ın hâlen hayatta olup olmadığını sorduklarında, İbrahim şu cevabı vermişti: "Halk arasında karşılaşılan bu şahıs, şeytandan başkası olamaz." İbrahim el-Harbî ile Buharî dışındaki birçok imam da kendilerine bu konuda soru sorulduğunda, Kur'an-ı Kerim’den şu ayeti cevap olarak okumuşlardır: "Biz, senden önce hiçbir insana ebedîlik vermedik. Şimdi sen vefat edersen, onlar ebedî mi kalacaklar?" (Enbiyâ, 34)
İbn Teymiye de bu konuda şöyle demektedir:
Ashap arasında, kendisine Hızır (a.s.)’ın geldiğini iddia eden kimse çıkmamıştır. Çünkü Hz. Musa’nın çağdaşı olan Hızır, vefat etmiştir. Birçok kimseye gelip görünen Hızır, ancak ve ancak ya insan suretine girmiş bir cin (şeytan) ya da yalancı bir insandır; "Ben Hızır’ım" dediğine göre bir melek olması da caiz değildir. Çünkü melekler yalan söylemezler. Yalanı sadece insanlar ve cinler söyler. Şahsen ben, burada anlatması uzun sürecek "Ben Hızır’ım" diye kendilerine cinlerin geldiği bazı kimseleri tanıyorum. Şüphesiz sahabe, üzerlerinde böyle bir teşevvüşün cereyanına imkân bırakmayacak tarzda bilgi sahibi idi.
Şiîlikteki Mehdî’nin hâlâ yaşamakta olduğu inancına benzeyen ve belki de o inancın Sünnî muhit içinde tebdil-i kıyafet etmiş bir şekli olan Hızır’ın hâlâ yaşamakta olduğu inancı birçok hurafenin, efsanenin ve menkıbenin kaynağı olmuştur. Ayet ve hadisten açık, kesin ve sıhhatli hiçbir mesnedi bulunmadığı hâlde bu telâkki "kat'î bir akide" hâline getirilmiştir.
Şu hâlde Hızır’ın bu uzun asırlar boyunca çöllerde, kurak arazilerde ve dağlarda yaşamını sürdürmesinin, (bu inanışta olanlara göre) faydası ve hikmeti nedir? Bunun ardında şer'î ve aklî bir fayda yoktur. Bunun tek sebebi şu olsa gerektir: İnsanlar her zaman garipliğe, acayipliğe, kıssalara ve efsanelere meylederler. Kendi hayallerini işleterek bazı tasvirlerde bulunurlar. Sonra da bu tasvirlerine dinî bir görünüm verirler. Dinî görünüme büründürülen hayal mahsulü bu efsaneler de, basit insanlar nezdinde revaç bulurlar. Bu efsaneleri kendi dinlerinin parçası sanırlar. Oysaki bu gibi şeylerin dinle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktur. Hızır hakkındaki hikâyeler, delilsiz ve mesnetsiz birer uydurmacadan ibarettir.
*****
--- Risale-i nurlarda bazı evliyaların ol deyince yani yaratacağını o şeyin olacağını iddia ediyor. Yine ölülerin dirilere tasarruf edeceğini, yardım edeceğini ve dirileri koruyacağını iddia ediyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Barla Lâhikası, 234, Yirmiyedinci Mektuptan --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 15-16, --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 180, Sekizinci Lem'a/Şeyh-i Geylânî’nin -kendinden sekizyüz sene sonra- gayb âşinâ gözüyle haber verdiği bir hâdise-i Kur'aniyedir/Beşinci Vecih. --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 187, Sekizinci Lem'a --Rehberler, 261; Lem'alar, 162, Yirminci Lem'a/İhlâs Hakkında/Üçüncü Düsturunuz; --Mektubat, 54, Onbeşinci Mektub/Dördüncü Suâlinizin Meâli. --Mektubat, 6. Birinci Mektub/Dördüncü Tabaka-i Hayat.)
"Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeyin yöneticisidir." (Zümer, 62.)
"Bilmedin mi ki, göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı, yönetimi, mülkiyeti) yalnız Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı vardır." ( Bakara Suresi:, 2/107.)
"Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah, her şeye kadirdir."(Âl-i İmrân Suresi, 189.)
"Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Yaşatan, öldüren odur. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır." (Tevbe, 9/116.)
Şirk, Allah’a mahsus olan sıfatlardan herhangi birini, münezzeh ve yüce Allah’tan başkasına isnat etmektir. Bu sıfatlar KÜN FE YEKÛN ("ol" der olur) ile tabir edilen irade ile âlemde tasarruf etmek, gibi sıfatlardır.
Yüce Allah şöyle buyurur:
"Gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratan odur. 'Ol' dediği gün, oluverir. Sözü haktır. (...)"(En'âm Suresi: 73.)
"Biz bir şeyi(n olmasını) istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona 'ol' dememizdir, derhâl oluverir.” ( Nahl Suresi: 40.)
İşte bu ayetler, "KÜN FE YEKÛN = OL DER OLUVERİR dairesinde" sözün ve kudretin, şeriki olmayan yüce Allah’a ait olduğunu göstermektedir. Nur Risaleleri’nde, sadece Allah’a ait olan bu sıfatla kulları da vasıflandırılmıştır.
Öldükten sonra peygamberlerin bile, ümmetleri üzerinde herhangi bir tasarrufları söz konusu değildir. Hiçbir ortağı olmayan yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
"Allah, elçileri toplayacağı gün: 'Size ne cevap verildi?' der. 'Bizim bilgimiz yok, gizlileri bilen yalnız sensin' derler." ( En'âm Suresi: 109)
Onlar şöyle demek istemişlerdir: "Bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Bizim bildiğimiz, ancak onların bize, biz hayatta iken vermiş oldukları cevaplardır. Biz, vefat ettikten sonra, onların ne yaptıklarını bilemiyoruz. Ceza ve mükâfat, insanın hatimesine (son anına) göredir. Onların hatimesi ise, bizce malûm değildir." İşte bundan dolayı peygamberler, "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gaybları hakkıyla bilen sensin" demişlerdir.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Ve yine Allah demişti ki: Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara: 'Beni ve annemi, Allah’tan başka iki Tanrı edinin' dedin? 'Hâşâ, dedi, sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gaybları bilen yalnız sensin, sen! Ben onlara: Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin diye senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim. Ben onların içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat sen beni vefat ettirince onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen her şeyi görensin!'" (En'âm Suresi: 117.)
Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyuruyor:
"Kıyamet günü yaratıklardan ilk elbise giyecek olan kişi İbrahim’dir. Dikkat edin! Şu muhakkak ki, o gün ümmetimden bir takımadamlar getirilir de, onlar tutulup sol tarafa götürülürler. Ben hemen: 'Ya Rab, onlar benim sahabelerimdir!' derim. Bana: 'Şüphesiz sen, onların senin ardından dinde ne bid'atler çıkardıklarını bilmiyorsun.' denilir. Buna cevaben ben de, Allah’ın salih kulu (Meryem oğlu İsa)’nın dediği gibi derim: 'Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat sen, beni vefat ettirip içlerinden alınca, üstlerine görüp gözetici yalnız sen oldun...' Yine bana: 'Şüphesiz bunlar, sen kendilerinden ayrıldığından beri ökçeleri üzerine basarak geri dönmüş mürtetlerdir.' denilir." ( Buhārî, Tefsîr, 113/147. İmam Buhârî, hadisin Kitâbu’l-Enbiyâ’daki rivayetinde şunu ekler: Kabisa: "Onlar, Ebu Bekir zamanında dinden dönen mürtetlerdir. Ebu Bekir onlarla harbetti" demiştir.)
Görüldüğü gibi, vefat ettikten sonra ulu’l-azm peygamberlerin bile, ümmetlerinin murakabesi ile ilgili durumları böyleyken, Nur Risaleleri’nde ise değil peygamberler, evliya bile öldükten sonra murakıp ve mutasarrıflığa devam ettirilmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Ancak işitenler (çağrıya) icabet eder. Ölülere gelince; Allah onları diriltir, sonra ona döndürülürler." (En'âm Suresi: 36.)
"Allah’tan başka yalvardıkları hiçbir şey yaratamazlar, zaten kendileri yaratılmışlardır. Onlar ölüdürler; diri değil. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler." (Nahl Suresi: 20–21)
Esasen, insanların ilâh edindiği şeye dua (yardım, himmet dileme) etmesine, ondan yardım dilemesine sebep olan düşünce, şüphesiz ki onun tabiat kanunları üzerinde hükmünü geçirmeye ve tabiat kanunlarının nüfuzu haricinde bir kuvvete malik olduğunu kabul etmeye götüren düşüncedir. İşte bu düşünce evliya ve üstad kabul edilen kişiler hakkında beslenmiştir. Buda onların birer ilah edinilmesi anlamına gelir. Bu ise İslam’da büyük şirk olup insanı dinden çıkarır. Ümmetin imanını kurtarmak için yola çıktığını iddia eden Said Nursi’nin nasıl bir iman sırsızı olduğu ortaya çıkmaktadır. Allah bu gibilerin şerlerinden bu ümmeti muhafaza etsin.
*****
---Risale-i nurlarda Cenabı Hakkın şehit ve evliyanın ruhlarını berzah âleminden dünyaya gönderip onlarla diğer insanlara yardım ettiğini iddia ediyor. Bu iddiayı Fethullah GÜLEN ‘de kitaplarında savunuyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Rehberler, 261; Lem'alar, 162, Yirminci Lem'a/ --Mektubat, 54, Onbeşinci Mektub/Dördüncü Suâlinizin Meâli.
--Mektubat, 6. Birinci Mektub.)
Risale-i nurlardaki bu batıl iddialara Kur’an ve sünnet bakın nasıl cevap veriyor:
"Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma; hayır, onlar diridirler. Rableri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i İmrân Suresi: 169)
Tirmizî, bu ayetin tefsirinde şu hadis-i şerifi nakleder:
Cabir b. Abdullah (r.a.)’tan rivayet edilmiştir. O şöyle dedi:
Resulullah (s.a.v.) bir gün bana rastladı ve:
—Ya Cabir, neden seni düşünceli görüyorum? Buyurdular. Ben:
—Ey Allah’ın Resulü, babam şehit oldu, arkasında borç ve (bakılması gereken bir) aile bıraktı, dedim. Resulullah (s.a.v.):
—Babanın Allah tarafından nasıl karşılandığını sana müjdeleyeyim mi? buyurdu.
—Evet, ya Resulullah, (s.a.v.) dedim. Buyurdu ki:
—Allah, hiç kimseyle perde arkasından konuşmamışken, babanla perde olmaksızın yüz yüze konuştu ve ona: "İste benden, vereyim!" buyurdu. O da: "Ey Rabbim, senin yolunda ikinci kez öldürüleyim, beni dirilt!" dedi. Allah Teâlâ: "Ne var ki, onların (ölülerin) tekrar (dünyaya) dönemeyeceklerine dair benim sabık hükmüm vardır." buyurdu. O da: "Ya Rabbi, arkamda kalanlara bunu ulaştır!" dedi. Allah Teâlâ da: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma (...)" ayetini indirdi.
(Tirmizî, Tefsîr, 4/3196. Tirmizî, "hadis hasen-gariptir" dedi. İbn Mâce de yine hasen isnatla rivayet etmiştir. Hâkim de rivayet edip "isnadı sahih" demiştir (Munzirî, Tergîb ve Terhîb, 3/217). Hadisi İbn Merdûye iki ayrı senetle; Beyhakî, Ebû Ubâde el-Ensârî hadisinden ve Cabir’e varan bir senetle hadisin bir başka şeklini rivayet etmiştir. (İbn Kesir, 4/1443))
İbn Abbas (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu rivayet etti:
"Uhud’da kardeşlerinize (şehitlik) isabet edince Allah, onların ruhlarını yeşil kuşların içine yerleştirdi. Cennet nehirlerine uğrar meyvelerinden yerler, (sonra) arşın gölgesinde asılı olan altından kandillere dönerler. Şehitler yediklerinin, içtiklerinin ve kaldıkları yerin güzelliğini görünce, 'Bizim cennette diri olup da rızıklandığımızı, cihada yönelmeleri ve harpten korkup kaçmamaları için (dünyada bulunan) kardeşlerimize kim haber verecek?' derler. (Bunun üzerine) her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah: '(Bunu) sizden onlara ben eriştireceğim' buyurdu ve:
'Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. (...)' ayetini indirdi."
(Ebû Dâvud, Cihâd, 25/2520. Hâkim de rivayet etmiş, "isnadı sahihtir" demiştir. (Munzirî, Tergîb ve Terhîb, 3/234). Hadisi İmam Ahmed ve İbn Cerir de rivayet etmişlerdir. (İbn Kesir, 4/1442))
Bu hadisler, şehitlere bile dünyaya dönüp çeşitli tasarruflarda bulunmalarına izin verilmediğini ispat etmektedir, diğerleri ise şurada kalsın. Şehitlerin dünyaya dönememeleri konusundaki bu hüküm, diğer ölüleri evveliyatla kapsamaktadır.
Bizim burada amacımız sadece; insanların -peygamber, veli, şehit dahi olsalar- öldükten sonra âlemde herhangi bir tasarruflarının olamayacağını göstermektir, yoksa ölülerin ruhlarının birbirlerini ziyaret ederek müzakere etmesi vb. meseleleri biz de kabul ve teslim ediyoruz. Zaten, konumuz da bunlar değildir.
"Nihayet, onlardan birine ölüm geldiği zaman: 'Rabbim! Yapmadan bıraktığım amel-i salihi işlemem için beni (dünyaya) geri gönderiniz!' der. Asla! Söylediği sadece kendi sözüdür (olmayacak bir lâftır). Önlerinde ise, diriltilecekleri güne kadar bir engel (berzah) vardır. Sûra üflendiği zaman, artık o gün, aralarında ne soy sop kalır, ne de birbirlerine onu sorarlar. Artık tartıları ağır gelenler, kurtulanlar; tartıları hafif gelenler de, sürekli kalacakları cehennemde kendilerine yazık edenlerdir." (Mu'minûn Suresi: 99–103.)
Ölen Peygamberde olsa şehide olsa dünyaya geri döndürülmüyorsa? Savaşta veya herhangi bir zamanda ortaya çıkıp insanlara yardım eden ve bizlere insan şeklinde gözüken kişilerin kim olduğu sorulursa bunlar ayet ve hadislerin bize haber verdiğine göre bunlar insan suretine giren meleklerdir.
Allah bedir harbinde üç bin melek ile müminlere yardım etti.
Hani sen müminlere, “Rabbinizin, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. (Al-i İmran Suresi:124)
Hatta bu melekleri Müslümanlar ve Müşrikler sarıklı insan suretinde gördüklerini Sahih Hadisler bize bildiriyor.
Yine Allah’u teala bize kendisine itaat üzere olmamız halinde Yine meleklerle yardım edeceğini bize haber veriyor.
Evet, sabrettiğiniz ve Allah’a karşı gelmekten sakındığınız takdirde; onlar ansızın üzerinize gelseler bile Rabbiniz nişanlı beş bin melekle size yardım eder. (Al-i İmran Suresi:125)
Şeytanlarında (cinlerin) insanları saptırmak için açıkça gözüktüğü Sahih hadislerde bize haber veriliyor.
Bir hadis-i şerifte;
Resulullah (s.a.v.) bize bir hutbe irad etti. Hutbesinin büyük çoğunluğunda deccalden bahsederek bizi ondan sakındırdı. Onun sözlerinden bir kısmı şöyle idi:
(…) deccal’in diğer bir fitnesi de şudur: Bir Bedevi’ye, Babanı ve anneni senin için diriltsem, senin rabbin olduğuma şahadet eder misin? Diyecek, Bedevi evet deyince; Şeytan babası ve anası suretinde kendisine temessül (gözükecek) edecek.
Ey oğulcuğum; ona uy, o senin rabbindir. Diyecek (…) (İbn Mace 4077, Hakim 4/536)
Deccal hakkında nakledilen bu uzun hadisin bu kısmında şeytanın bedeviyi saptırmak için bedevinin babası ve annesi şeklinde gözükeceğini bize haber vermektedir. Şeytanların insanları saptırmak için değişik suretlere girip insanlara gözükeceğine dair birçok sahih hadis vardır.
Bu bilgilerden habersiz olan bazı insanlar bid’atçı, hurafeci, cahil insanların yalan yanlış bilgilerinden etkilenerek değişik zaman ve mekânlarda gördükleri melekleri veya şeytanları, evliya kabul ettikleri ölülerin ruhları veya şehitlerin ruhları olduğunu zannederek delalete düşmektedirler. İşte Said Nursi ve onun gibiler din diye batıl hurafelerle bu ümmetin fertlerini böyle zehirlemektedir.
*****
--- Risale-i Nurlarda Hz. Ali’nin ve diğer bütün evliyanın gaybı bildiğini iddia ediyor. Ve diyor ki geçmiş ve geleceğe ait bütün gayb bu kişilerin elindeki bir kitap gibidir onlar gabya dair her şeyi bilirler diye iddia ediyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 163, Yirmisekizinci Lem'a --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 167, Onsekizinci Lem'a.
--Şuâlar, 573; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 125, Sekizinci Şua/İmam-ı --Zülfikar Mecmuası, 439, Zülfikar’ın Hâtimesi
--Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 198, Sekizinci Lem'a/Gavs, Barla Lâhikası, 233, Yirmi Yedinci Mektuptan/ --Şuâlar, 447, Beşinci Şua/Otuzbirinci Mektuptan Otuzbirinci Lem'anın Beşinci Şuâ’ıdır/Dördüncü Nokta.)
Oysa sınırlıda olsa bazı Peygamberler hariç hiç kimsenin gaybı bilemeyeceğini aşağıda delilleriyle ortaya koyduk.
"Gaybın anahtarları onun yanındadır, onları ondan başkası bilmez. (En'âm Suresi: 59)
" De ki: 'Gayb yalnızca Allah’ındır (gaybı bilen odur).' (Yûnus Suresi:20)
"Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. (Hûd Suresi:11/123)
"De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilmez. (Neml Suresi: 65)
"Bunlar sana vahyettiğimiz, gayba ait haberlerdendir. Onlardan hangisi Meryem’i sorumluluğuna alacak diye kalemleriyle kur'a atarlarken sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin." ( Âl-i İmrân Suresi: 44 )
"Bunlar (Nuh ve kavminin kıssası) sana vahyettiğimiz gayba ait haberlerdendir. Ne sen ne de kavmin daha önce bunları biliyordunuz. (...)" (Hûd Suresi: 49)
"İşte sana vahiy ettiğimiz bu (Yusuf kıssası), gayb’a ait haberlerdendir. Onlar (Yusuf’un kardeşleri) yapacakları işe topluca karar verip, o hileli düzeni kurarlarken sen yanlarında değildin." ( Yûsuf Suresi: 102)
"(...) Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Allah (her şeyi) bilen, (her şeyden) haberi olandır." (Lukmân Suresi: 34.)
"De ki: 'Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem, size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana tâbi oluyorum.' (...)"(En'âm, 50.)
"De ki: 'Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda ve ne de bir zarar vermeye sahibim. Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır elde ederdim ve bana hiç bir kötülük de dokunmazdı. Oysa ben, inanan kimseler için ancak bir uyarıcı ve bir müjdeciyim." ( A‘râf Suresi: 188.)
ALLAH, GAYBTAN DİLEDİĞİ KADARINI, SADECE DİLEDİĞİ PEYGAMBERİNE BİLDİRİR
"(...) Allah sizi gayba muttali kılacak da değildir; ancak Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer. O hâlde Allah’a ve Peygamberine iman edin. (...)" (Al-i İmrân Suresi 179.)
"O, gaybı bilendir. Dilediği peygamberden başka hiç kimseye gaybını bildirmez. O, (peygamberinin) önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar." (Cin Suresi: 26–27)
O halde gaybı Allah tan başka hiç kimse bilmez. Ancak o bazı resullerini bir hikmet ve maslahat dolayısıyla gaybından dilediği kadarını muttali kılabilir. Onları bundan haberdar edebilir.
Bu nakledilen ayetler gösteriyor ki gaybtan haber verdiklerini iddia edenler yalandan başka bir şey konuşmuyorlar demektir. Bu insanlar birde Hz. Ali’nin gaybı bildiğini söyleyerek bu büyük sahabeye iftira atıyorlar.
*****
--- Said Nursî, Risale-i Nurlarda Hz. Ali’ye isnat edilen uydurma kasideleri ebcet ve cifir hesaplarına tabi tutarak birçok batıl yorumlar çıkarmıştır.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Şuâlar, 560; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 98, Birinci Şua --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 136, Sekizinci Şua ---Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 141, Sekizinci Şua --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 139, Sekizinci Şua/İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü anhü) Risale-i Nura dair üçüncü BİR KERÂMETİDİR/Altıncı Remz.)
Güya Hz. Ali’nin yazdığı bu kasideler Risale-i Nur’a işaret ediyormuş, Risale-i nur şakirtlerini işaret ediyormuş, risale-i nurun makbuliyeti’ni bildiriyormuş, Yine Hz.Ali Risale-i Nur’a dua ediyormuş, Risale-i nurları met ediyormuş, Risale-i Nurun Tarihini ve mahiyetini gösteriyormuş.
Hz. Ali ve Abdukadir Geylani kerametleriyle gaybı bilerek Risâle-i Nur şakirtlerine iltifat ediyor ve hizmetlerini alkışlıyormuş, Hatta Risâle-i Nur talebelerine gelecek bir musibeti bilerek şefaatçi olarak önlediğini ima ediyormuş.
Hatta Said Nursi o kadar ileri gidiyor ki: Hz. Ali Kur’anın mucizevî Beyanı olan Risale-i Nur’u Allah dan Kur'an’a çelik bir sur ve parlak bir yıldız istemiş ve duası kabul olmuş. (PES DOĞRUSU KURAN KENDİNİ SAVUNAMIYORDA(!) RİSALE-İ NUR ONU SAVUNACAKMIŞ(!)
Hz. Ali’nin Risale-i Nur ile çok meşgul oluyormuş..
Hz. Ali Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi onun üç ismine iki isim daha vermiş miş (Bu adam Hz. Ali yi anlaşılan kabrinde rahat bırakmamış. ) (...).
İşte Bütün Bunlar Said Nursinin iddiaları Aslında bu iddialara ilmi cevap vermek ilme saygısızlıktır ancak biz yinede bazıları belki akleder ümidiyle cevap yazalım. Bu iddiaların sahibi yaşıyor olsaydı ruh ve sinir hastalıkları bölümüne acilen yatırılması gerekirdi.
Said Nursî, Hz. Ali (r.a.)’ye isnat ettiği bu kasidenin ne isnadını nede kaynağını vermemiştir.
Rafızîler, Şiîler ve bilgilerini bunlardan alan kimseler, ehlibeytten aldıklarını iddia ettikleri ya dinî ilimlerle ya da tabiî ilimlerle ilgili birtakım sırlara ve hakikatlere muttali olduklarını iddia ederler. Onlar böyle bir iddiayı, gizlenmesinin öğütlenmesi ve hakikati bilinemeyen bu sırlara iman edilmesi gerekli birtakım hususlardan dolayı ileri sürmektedirler. Hâlbuki iddialarının tamamı uydurulmuş bir yalan ve atılmış bir iftiradır.
Bu Rafızîler, çeşitli gruplar içinde en çok yalan uyduran ve en çok gizli ilim iddiasında bulunanlardır. Bu sebeple Batıniler ve Karma tiler de Rafızî sayılmışlardır.
Rafızîler ilk olarak emîrü’l-müminin Ali b. Ebu Talip (r.a.) döneminde çıkmışlar ve Hz. Ali’nin özel olarak bazı ilimlere ait sırlara ve vasiyete sahip olduğu iddiasında bulunmaya başlamışlardır. Bunun üzerine Hz. Ali’nin ileri gelen yakınları, ona böyle bir şeyin olup olmadığını sormuşlar, Hz. Ali de böyle bir şeyin olmadığını bildirmişti. Daha sonra çevrede böyle bir sözün söylendiğini öğrenen Hz. Ali halka bir konuşma yapmış ve kendisinin böyle bir sırra ve vasiyete sahip olmadığını açıklamıştı.
Ebu Cühayfe’den sahih olarak şu rivayet nakledilir:
Ben, Ali b. Ebu Talip’e:
—Allah’ın Kitabında bulunandan başka yanınızda vahiyden bir şey var mıdır? Diye sordum. Ali (r.a.):
—Hayır, yoktur. Taneyi toprak içinde yaran ve insanı yaratan Allah’a yemin ederim ki, benim bildiğim şey, ancak Allah’ın Kuran’daki hükümleri anlama hususunda insana ihsan etmekte olduğu anlama kabiliyetidir. Bir de şu sahifede yazılı olan hükümlerdir, dedi. Ben:
—Bu sahifedeki hükümler nedir? Dedim. Ali:
—Bu sahifede maktulün diyeti, esirin kurtarılması ve bir kâfire mukabil bir Müslüman’ın öldürülmeyeceği hükümleri vardır, dedi.( Buhārî, Cihâd, 170/247)
Ulema, bu ve benzer sahih hadislere dayanarak Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye ve ehlibeyte özel mahiyette bir ilim verildiği yolunda Hz. Ali’ye ve ehlibeyte nispet edilerek nakledilen rivayetlerin asılsız olduğunu göstermiştir. Sözü edilen özel ilimler cefr, bitâhe, cedvel ve benzeri şeylerle Bâtınî Karmatîlerin Şiadan aldıkları diğer birtakım hususlardır. Hiç şüphe yok ki, başka bir kimseye nispet edilmeyen pek çok yalan ve asılsız rivayet Hz. Ali’ye ve ehlibeyte nispet edilmiştir. (İbn Teymiye, Külliyat, 80–81; 2/229.)
Said Nursî, Hz. Ali’ye isnat ettiği bu uydurma kasidelerden kendisi ve Nur Risaleleri’ne pay çıkarmakla kalmamış, pervasızca bunların kaynağının vahiy olduğunu da iddia etmiştir:
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda Hz. Peygambere Celcelutiye kasidesi adında bir kasidenin vahiy edildiğini Hz. Peygamberin Bu vahyi sadece Hz. Ali’ye bildirdiğini bildirmektedir. Yine bu kasidenin Said Nursi’ye ve Risale-i Nurlara işaret ettiğini, Gelecekten haber verdiğini, iddia ediyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Şuâlar, 560; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 98, Birinci Şua --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 136, Sekizinci Şua --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 141, Sekizinci Şua/İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü anhü) Risale-i Nura dair üçüncü BİR KERÂMETİDİR/Yedinci Remz.)
Kaynağı vahiy olduğu iddia edilen bir metnin Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gelen ve onun emriyle yazılıp, nakledilen Kur'an-ı Kerim’de ya da sabit hadislerde yer alması gerekir. Peki, vahiy olduğu iddia edilen bu "Celcelutiye kasidesi" nerededir? Kur'an’da olmadığına göre, hangi hadis koleksiyonunda yer almaktadır? Bu kaside, sahih hadis kaynaklarında rivayet edilmesi bir yana, zayıf ya da mevzu hadisler arasında bile kendine bir yer bulamamıştır.
Cenab-ı Hak buyurmuştur ki:
"Allah’a karşı yalan uydurarak iftira edenden daha zalim kimdir? (...)" (Ankebût, 29/68.)
Bu kasidenin vahiy ile inzal edildiği iddiası, Allah’a iftira olduğu gibi, Hz. Peygamber’e de iftiradır. Çünkü Nur Risaleleri’nden anlaşıldığına göre; Hz. Peygamber bunu herkese duyurmamış, bilakis Hz. Ali’ye hasretmiştir. Öyleyse, Hz. Peygamber tebliğ görevini -hâşâ- yerine getirmemiş olmaktadır.
Anseme şöyle demiştir:
"Ben Abdullah İbn Abbas’ın yanındaydım. Bir adam gelip ona dedi ki:
—İnsanlardan bir kısmı geliyor ve sizin (ehlibeytin) yanınızda Hz. Peygamber’in açıklamadığı şeylerin bulunduğunu söylüyorlar, ne dersin?
Abdullah İbn Abbas dedi ki:
—Bilmiyor musun, Allah Teâlâ Resulüne (s.a.v.): 'Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini duyurmamış olursun. (...)' (Mâide, 5/67) buyuruyor. Allah’a andolsun ki, Resulullah (s.a.v.) bize beyaz üzerinde karalık miras bırakmamıştır." (İbn Kesir, 5/2417. İmam İbn Kesir, bu haberin sağlam olduğunu belirtmektedir.)
Ebu’t-Tufeyl şöyle demiştir:
Ali b. Ebu Talib’e dedik ki:
—Bize, Resulullah’ın (s.a.v.) sana sır olarak bildirdiği bir şey söyle! Ali dedi ki:
—O, insanlardan gizleyip de sır olarak bana bir şey vermedi… (Müslim, Ezāhī, 8/45.)
Lâkin ben onun şöyle buyurduğunu işittim:
"Allah’tan başkası namına hayvan kesene Allah lânet etsin! (...)" (Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 9/246.)
Said Nursî ve şakirtleri, kirli emellerine ulaşmak için daha çok şia kaynaklı olan bu yalanları bizzat kendileri ifşa ettiler. Bu ifşaat, Hz. Ali (r.a.)’ye ve ehlibeyte atılmış birer iftiradır; çünkü Hz. Ali’nin ve ehlibeytin yanında Allah’ın Kitabından başka vahiyden bir şey olduğunu en başta kendileri yalanlamıştır.
Hz. Ali, Oğlu Hz Hasanın tavsiyesini dinlemediğine pişman olduğunu söyleyerek Sıffîn savaşının gecesinde şöyle diyordu: "Ey Hasan! Baban, işin buna varacağını bilemedi. Allah’a kasem ederim ki, Sa‘d b. Malik ile Abdullah b. Ömer’in yaptıkları iş iştir. Yaptıkları doğru ise sevabı büyüktür, yanlış ise cezası azdır." (İbn Teymiye, el-Munteka, çev. Cemaleddin Sancar, Pınar Matbaacılık, İstanbul 1986, 392-393.)
Hz. Ali, şahadeti ile bitecek olayların bile sonuçlarını kestirememişken, kendisinden yüzyıllar sonra gelecek bir adamdan ve onun risalelerinden haber verecek... Üstelik onca sıkıntısının arasında oturacak ebced ve cifir hesapları yaparak, kelimelerin Süryanîcesini de göz önüne alıp şifreli-gizli bir şekilde kaside yazacak... Şüphesiz ki, bunlar mümkün değildir. Bu iddialar, Hz. Ali (r.a.)’ye atılmış birer iftiradır.
*****
--- Meşhur bir söz vardır “ bozacının şahidi şıracı “ diye işte Said Nursi’de bunun gibi Hacı Bayram veli’den nakledilen bir hikâyeyi Risale-i Nurlarda bize naklediyor. Önce bu Hikâyeyi nakledelim Hikâye şöyle: “Hacı Bayram velinin müritleri aşırı çoğalınca zamanın devlet erkânı telalaşa düşüyor. O’nun müritlerini dağıtmak istiyor. Hacı Bayram demiş ki: Benim yalnız bir buçuk müridim var isterseniz imtihan yapalım bir yerde çadır kurdu, müritlerini oraya topladı. Dedi: Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emrimi kabul ederse, cennete gidecek. Çadırın yanına birer birer çağırdı. Çadırın içinde gizli bir koyun kesti; güya emrini dinleyen müritlerini çadırda kesiyor ve cennete gönderiyor. O kanı gören diğer müritler hiç biri şeyhi dinlemediler, inkâra başladılar. Yalnız bir adam dedi: Başım fedâ olsun. Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti, başkaları dağıldılar. O zât, hükümet adamlarına dedi: İşte benim yalnız bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Şuâlar, 299, Onüçüncü Şua/Aziz, Sıddık Kardeşlerim!)
Bu hikâye meşhur olup, bununla şeyhe kayıtsız bir itaatin gerekli olduğu telkin edilmektedir. Konuyu önce Kuran’a ve Sünnete göre değerlendirelim, Sonrada Said Nursi’nin bu hikâyeyi anlatma sebebini aktaralım.
"Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Resule ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin! Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve Peygamber’e havale edin! Bu sizin için daha hayırlı ve sonuç bakımından da daha güzeldir." (Nisâ, 59.)
Bu ayet şu olay üzerine nazil olmuştur
Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) bir seriye’nin başına ensardan bir adamı emîr, yani kumandan yapıp gönderdi. Bu zatın emrindeki mücahitlere de kumandanlarına itaat etmelerini emretti. Bu kumandan, sefer esnasında bir meseleden dolayı maiyetindekilere öfkelendi de:
—Peygamber (s.a.v.) sizlere bana itaat etmenizi emretmedi mi? diye sordu. Onlar da:
—Evet, emretti, dediler. Bunun üzerine kumandan:
—Öyleyse benim için odun toplayın! Dedi.
Mücahitler odun topladılar. Bu defa da kumandan:
—Odunları yakınız! Emrini verdi. Mücahitler odunu yakınca da:
—Bu ateşe giriniz! Diye emretti.
Bu emir üzerine askerlerin bir kısmı ateşe girmeyi düşündüler. Fakat bazıları da bunları tutmaya ve:
—Bizler ateşten Peygamber’e kaçıp sığınmış kimseleriz, demeye başladılar.
Onlar bu karşılıklı konuşmaya devam ederken nihayet ateş söndü. Kumandanın da öfkesi geçip sakinleşti. Bu olay Peygamber’e ulaşınca:
"Eğer mücahitler ateşe girselerdi, artık kıyamet gününe kadar ateşten çıkamazlardı. İtaat ancak marufta olur." buyurdu. (Buhārî, Megāzî, 61/340; Müslim, İmâre, 8/40.)
Hadisteki bu olay ile yukarıda zikredilen Hacı Bayram hâdise -farklı amaçlar taşısa da- birbirine benzemektedir. Mücahitler, verilen emir maruf olmadığından, emri dinlememişler ve ateşe girmemişlerdir. Hikâyedeki şeyhin verdiği emir de şüphesiz maruf olarak kabul edilemez. Şeyhin biri erkek, diğeri de kadın olan iki müridi (şeyhe göre bir buçuk müridi) kesileceklerini zannederek ve bunu kabul ederek bile bile çadıra girmişlerdir. Böylece, maruf olmayan bir emirde, şeyhe itaate hazır olduklarını göstermişlerdir. Burada kınanması gerekenler, şeyhi dinlemeyenler değil, bilâkis şeyhe boyun eğip cennete gideceğini zanneden ahmak müritlerdir.
Bir kısım mücahidin tereddüde düşmesi, Resule mutlak itaat dolayısıyla onun itaati emrettiğine de itaatin gerekeceğini düşünmelerinden kaynaklanmıştır. Fakat Peygamber’in terbiyesi etkisini göstermiş ve hiçbiri bu hataya düşmemiştir.
"Yaratana isyan olduğu takdirde, mahlûka itaat yoktur" kezalik "İtaat ancak maruftadır" hadis-i şerifleri de bunun delilidir. Bu hâlde, amirin her emri memuru mesuliyetten kurtarmaya kâfi gelmez.
Hikâyenin elle tutulacak hiçbir tarafı yoktur. İslâm’ın bütün ilkelerine aykırıdır. Müslümanlar; Hıristiyan papazların halka tapuyla cennet dağıttıkları dönemde, Peygamberlerinin getirdiği nurla, cennete girmeyi "din adamları"nın belirleyemeyeceğini, cennetin satılamayacağını çoktan öğrenmişlerdi.
Said Nursî, bir de bu hikâyeden hikmetler (!) çıkarıp kendi müritleri ne şöyle demektedir:
Cenâb-ı Hakk’a yüz binler şükür olsun ki; Risâle-i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şakirtlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. O eski şeyhin aksine olarak Isparta ve civarı kahramanların himmetiyle, o zâyi olan bir buçuk adam yerine on bin ilâve oldu. İnşâallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek.
*****
--- Yine Said Nursi başka bir hikâyeyi Risale-i Nurlarda bize şöyle naklediyor: Abdulkadir Geylani’nin yanında bir hanımın bir tek evladı bulunuyormuş. İhtiyar kadın oğlunun hücresine bakıyor oğlu kuru ekmek yiyor. Evladının haline acımış, AbdulKadir Geylani’nin yanına giriyor Bakmış ki: AbdulKadir Geylani kızartılmış bir tavuk yiyor. Kadın demiş ki "Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!" AbdulKadir Geylani tavuğa demiş: "Kum Biiznillâh" O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı çıkmış. AbdulKadir Geylani demiş ki: "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman, o da tavuk yesin”
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Lem'alar, 141, Ondokuzuncu Lem'a/İktisat Risalesi/Üçüncü Nükte.)
AbdulKadir Geylani Adına uydurulan birçok hikâyeden biri olan bu hikâyeden Said Nursi acaba kendine nasıl bir pay çıkaracak: Önce bu uyduruk batıl hikâyeyi iki adil şahide arz edelim:
Bir müridin tavuk yiyebilmesi için diriltme derecesine (!) mi gelmesi gerekiyor? O takdirde hiçbir mürit tavuk yiyemez, çünkü hem müritler, hem de şeyhleri diriltme kudretinden yoksundurlar. Oysa yaratmak Allah’a mahsustur.
Sonra, bırakın veliyi sıradan biri bile, kendisi tavuk yerken gelen perişan bir ananın çocuğu için istediği bir parçacık tavuk etini vermez mi? Abdulkadir Geylânî gibi biri, bir parçacık tavuk etini vermeyecek ve üstelik alay edercesine o zavallı kadına "keramet" gösterecek! Gerçekten bunlar saçma sapan şeylerdir. Hani nerede Nur Risaleleri’nde anlatılan "Vedûd ismine mazhar" evliya? Nerede cenneti bile istemeyenler? Nerede diğer insanların kurtulması için cehennemi sadece kendilerinin doldurmasını isteyenler? Vallahi, Abdulkadir Geylânî değil, Said Nursî’nin bize evliya diye takdim ettiği tipler, bırakın cennetten vazgeçmeyi işte böyle bir parça tavuk etinden bile vazgeçemezler.
Mucizeyi getirmek, peygamberlerin elinde değildir. Allah, onu istediği zaman peygamberlerin elinde yaratır. Bu husus, tamamen Allah’ın iradesine bağlıdır. Allah, ne zaman isterse o zaman mucizeyi yaratır. Peygamberlerin istediği zaman mucize olmaz. Allah, gerçekten mucize görmekle yola gelecek insanlar bulunduğu zaman ilâhî hikmet uyarınca, peygamberlerinin elinde mucizeler meydana getirir.
"Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi (yapabilirsen) yerin içine (inebileceğin) bir delik ya da göğe (çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi elbette onları hidayet üzerinde toplardı, o hâlde cahillerden olma!" (En'âm, 35.)
" (...) De ki: 'Mucizeler ancak Allah’ın katındadır.' (...)" (En'âm, 109.)
"Andolsun, biz senden önce de elçiler gönderdik, onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir ayet (mucize) getiremezdi. (...)"
(Ra’d, 38.)
"Elçileri onlara dediler ki: 'Biz de sizin gibi insandan başka bir şey değiliz. Fakat Allah, kullarından dilediğine nimetini lütfeder. Allah’ın izni olmadan biz size delil getiremeyiz. İnananlar Allah’a dayansınlar." (İbrâhîm, 11.)
Peygamberler mucizeleri istedikleri zaman gösteremediklerine göre, veliler de kerametlerini istedikleri zaman gösteremezler. O, Allah’ın bir lütfudur ve ancak Allah’ın dilediği zaman vuku bulur. Yoksa keramet sahibi her istediği zaman kerametini izhar edemez. Hatta İsa (a.s.) bile kendisinden gökten bir sofra istenince:
"Allah’ım, Rabbimiz, bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki; bizim için, önce ve sonra gelenlerimiz için (o gün) bir bayram ve (o olay) senden bir mucize olsun. Bizi rızıklandır, sen rızk verenlerin en hayırlısısın!" (Mâide, 5/114.) demiştir.
Hz. İsa (a.s.) Allah’ın Resulü olmasına rağmen mucize için Allah’a yalvarıp yakarırken, nasıl olur da gereksiz bir hâlde Şeyh Geylânî keramet gösterebilir?
Kerametler, Allah’ın mümin kuluna diniyle ve dünyasıyla ilgili nimetidir. Din hususunda hüccet olur, dünya konusunda da müminlerin bir ihtiyacını giderir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in mucizeleri de din için hüccet oluyor ve Müslümanlar için bir ihtiyacı gideriyordu. Yiyecek ve içeceklerde meydana gelen bereket, parmakları arasından su akması, dua ettiğinde yağmurun yağması, kâfirlerin yenilmesi ve hastanın şifa bulması, hazır bulunanlarca bilinmeyen ve yararlı olan haberler vermesi gibi.
Bir ananın huzurunda tavuğu diriltmenin din hususunda ne gibi bir hücceti olabilir? Dünya konusunda müminlerin hangi ihtiyacını giderebilir?
Yücelerden yüce Allah cümlemizi, insanlardan işittiği her sözü kritiksiz olarak hemen kabullenen mukallitler olmaktan korusun.
Allah, bize kendi velileri ile şeytanın velilerini ayırt edecek bir nur ve feraset ihsan etsin ve bizi velilerine iftira atmaktan korusun.
*****
--- Said Nursi bu Ümmetin içine birde evlenmeme hurafesini sokarak Hıristiyanların rahip ve rahibe hayatını bu ümmetin içine soktu. Birçok nurcu lider ve nur talebesi Hz. Peygamberin evlenme sünnetinden yüz çevirip, üstatlarının batıl yoluna(dinine) girerek evlenmeyip rahip ve rahibe hayatını kendilerine din edindiler.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( ABD’de himaye edilen nurcu liderden, nur medreselerindeki abi ve ablalar bunlar evlenmeyerek rahip ve rahibe hayatı yaşamaktalar. Bunlar evlenme sünnetine yüz çevirip Üstatları’nın batıl yolunu yol edinmişler. Kör olmayan herkese canlı kaynaklar. )
İslam fıtrat dinidir Evliliği esas alır. Bazıları Fuhuş ve zinayı hayat tarzı olarak benimsedikleri için bu tipler evlilikten uzak dururlar. Allah’ın, Resulü’nün, Meleklerin ve Müminlerin laneti bu fuhuş ve zina ehlinin üzerinedir.
Cenabı hak buyuruyor ki:
Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.( İsra Suresi 32)
Onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar. Kıyamet günü onun azabı kat kat artırılır ve horlanmış olarak orada ebedi kalır. (Furkan Suresi:68-69)
Bazıları da ibadet, hizmet gibi sebeplerle evliliği terk ederler bunlarda Hıristiyan Rahip ve Rahibeleri gibi bir hayat tarzı benimserler. Oysa Cenabı Hak Hıristiyanların uydurdukları evlenmeme âdetinden dolayı onları kınıyor. Bunun Allah’ın bir emri olmadığını bize haber veriyor.
Sonra bunların peşinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik, ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. (Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir. (Hadid Suresi: 27 )
Oysa İslam evlenmemeyi harama şerre yakın olarak vasıflandırıp bundan Müslümanları men ediyor,
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:
“Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.” (Buhari. Nikah: 1)
“Sünnetimi yaşatan beni sevmiş olur, beni seven de cennette benimle beraberdir.” (Tirmizi, İlim: 16)
“Altı kişiye ben, Allah ve duâsı makbul olunmuş her peygamber lânet ettik… (Bunlardan biri) Sünnetimi terk edenler.” (Tirmizi C/4. Sf: 457)
Bu hadislerde peygamberlerin sünnetlerinden biri olan evlenme sünnetini terk edenler lanetlenip kınanırken, Bakınız Allah ve Resulü Müslümanların evlenmesini hatta çok eşle evlenmesini nasıl teşvik ediyor.
Nisa suresi Ayet:3 de Şöyle buyuruyor
”Eğer yetim(kız)lar konusunda adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, bu durumda, size helal olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Şayet (yine de) adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir (eş) ya da sağ ellerinizin malik olduğu (cariye) ile (yetinin.) Bu sapmamanıza daha yakındır.” (Nisa Suresi: 3)
Allah’ın Resulü şöyle buyuruyor:
“…Ey gençler topluluğu, sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan en iyi saklar ve fercide en iyi korur. Evlenmeye gücü yetmeyen de oruç tutsun. Çünkü oruç onun için bir kalkandır.” Buyurdu (Buhari, 5066 – Müslim, 1401 – Nesai, 2238 – Tirmizi, 1081 – Darimi, 2/132 – Ahmed, 1/424-432 – Albani, 1781,el-irva da)
Bu konuda Allah’ın resulü insanları evlenmeye teşvik etmiş ve Allah’ın evlenenlere yardım edeceğini o kimselere müjdelemiştir. Allah’ın Resulü şöyle buyurmuştur; “Üç kişi var ki, onlara yardım etmek Allah’ın kendi üzerine aldığı bir haktır. Allah yolunda cihat eden mücahit, iffetli olmak isteğiyle evlenen kimse ve (kendi bedelini) ödemek isteğiyle anlaşma yapan köledir.” Buyurdu. (Nesai,3120 -3218 – Tirmizi, 1655 – İbni Mace, 2518 – Ahmed, 2/151-437)
Ve yine Said bin Cubeyr İbni Abbas (RA) şöyle buyurmuştur. “ İbni Abbas bana “evlendin mi? ” dedi. Ben “hayır” evlenmedim” dedim. İbni Abbas “Evlen çünkü bu ümmetin en hayırlısı kadınları çok olandır dedi” (Buhari, 5069)
Allah’ın resulü de evlenip çoluk çocuk sahibi olmayı şu hadisi ile pekiştirmiştir ki; çok çoluk, çocuk sahibi olmak için elbette çok eşle evlenmek daha uygundur;
Ma’kıl bin Yesar şöyle dedi; ” Resulullah “Sizler kocalarına sevgi besleyen ve çocuk doğuran kadınlarla evlenin. Çünkü ben (geçmiş) ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övünürüm” buyurdu” (Ebu Davud,2050 – Nesai,3227 – İbni Hibban, 1229 da mevarid de – Hakim, 2/162)
Bu hakikatlerden sonra nurculuk dinine mensup nurlu (!) beyler ve hanımlar rahip ve rahibe hayatı terk edip önce İslam dinine mensup birer Müslüman olup, sonra helal eşler edinirler mi acaba?
*****
--- Cahil kişi cesaretli olurmuş derler. Said Nursi O toplumun imanını kurtarmak için Cehennem’e atılmaya hazır olduğunu, hatta hem dünyasını hem Ahreti’ni feda edeceğine ve feda ettiğini, bazılarının cennete girmesi için kendisinin cehenneme girmeye razı alacağını iddia edip yazıyor. Hz. Ebu Bekir’inde cehenneme razı olduğunu iddia ediyor. Acaba böyle m?
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( --Sözler, 584, Otuzikinci Söz/İkinci Mevkıf/Dördüncü Remiz --Sözler, 706, Teşrin-i sâni (1950) de Ankara Üniversitesinde (...) dinlenmiş olan bir konferanstır. --Rehberler, 159-160, Hanımlar Rehberi--Emirdağ Lâhikası II, 137, Yirmiyedinci Mektuptan) --Şuâlar, 368, Ondördüncü Şuâ --Tarihçe-i Hayat, 657-658, --Sözler, 706, Teşrin-i sâni (1950) de Ankara Üniversitesinde (...) bir konferanstır; Emirdağ Lâhikası II, 137, Yirmiyedinci Mektuptan --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 12, )
Said Nursi Risale-i Nurlarda Hz. Ebu Bekir hakkında şu nakli yapmaktadır Güya “Sıddık-ı Ekber (r.a) demiştir ki: "Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki, ehl-i imana yer kalmasın." Said Nursi Hz. Ebu Bekir hakkında naklettiği bu sözün kaynağını vermemiştir zaten istese de veremezdi çünkü bu söz uydurulan bir yalan olup Hz. Ebu Bekir’e atılmış bir iftiradır.
Risale-i nurlar bunun gibi yalan söz ve uydurma hadislerle doludur maalesef.
Bir kimse iman ehline hizmet edip delaletten kurtarmak için, Ahiret hayatını neden feda eder. Gerçi Said Nursî, bazen bu cümlelerini "lüzum olsa" şeklinde kayıtlamıştır; ama bu bile, lüzumsuz ve boş bir sözdür. Yüce Allah, yukarıda anılan hizmetler karşılığında, ahiret hayatının feda edilmesini asla istememiştir. Ne Kur’an’da, Ne bir Peygamber’den, nede bir sahabeden Said Nursinin sözleri gibi bir söz asla nakledilmemiştir.
Ayeti kerimelerde, Hadisi Şeriflerde ve sahabenin sözlerinde bize öğretilen ise Allah’ın azabından korkup ondan Allah’a sığınmak, Nimetlerini ise şiddetle istemektir.
(Hz. İbrahim (a.s.) Rabbim, beni nimet cennetinin vârislerinden kıl! (Şuarâ, 85.)
“Rabbimiz, biz, 'Rabbinize inanın' diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen inandık. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı iyilerle birlikte al! Rabbimiz, bize, elçilerine vaat ettiğini ver, kıyamet günü bizi rezil, perişan etme! Zira sen verdiğin sözden caymazsın.' Rableri onlara karşılık verdi: 'Ben, sizden erkek ve kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz. Göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler... Elbette, onların kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. (Yaptıklarına) Allah katında bir karşılık olarak (onlara bu nimetleri vereceğim). Karşılıkların en güzeli, Allah katındadır.'" (Âl-i İmrân, 193–195.)
Allah’ın bize örnek gösterdiği mümin şöyle demiştir:
"(...) 'Ey kavmim, elçilere uyun! Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar. Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Siz de hep ona döndürüleceksiniz. Ondan başka tanrılar edinir miyim hiç? Eğer o çok esirgeyen, bana bir zarar vermek dilese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar. O takdirde ben, apaçık bir sapıklık içinde olurum. Ben, sizin Rabbinize inandım, (gelin) beni dinleyin!' Ona: 'Cennete gir' denilince dedi ki: 'Keşke, kavmim bilseydi, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını...'" (Yâsîn, 20–27.)
Şüphesiz ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) insanların inanmalarını, ehl-i imanın kurtulmasını, bizden ve Said Nursi’den çok daha fazla istemiştir. Ama ondan böylesi sözler asla sâdır olmamıştır.
Yüce Allah, Resulüne hitaben şöyle buyurmuştur:
"Herhâlde sen, inanmıyorlar diye nerdeyse kendini helâk edeceksin." (Şuarâ, 26/3.)
"Herhâlde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye üzüntüden kendini helâk edeceksin." ( Kehf, 6.)
"(...) Allah dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğine de hidayet eder. Bundan dolayı nefsin onların üzüntüsüyle harap olup gitmesin. (...)"(Fâtır, 8.)
Allah Teâlâ, Resulünü ayet-i kerimelerle teselli etmiştir:
"Doğrusu biz seni, gerçekle, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennem halkından sen sorumlu değilsin." (Bakara, 119.)
"(...) Sen ancak kendinden sorumlu tutulacaksın. İman edenleri de teşvik et! (...)" (Nisâ, 4/84.)
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki:
"Düşmanla karşılaşma (savaşma)yı temenni etmeyiniz. Fakat (harp felâketinden, dünya ve ahiret çetinliklerinden ve belâlarından koruması için) Allah’tan afiyet isteyiniz!" (Buhārî, Temennî, 8/12.)
Görüldüğü gibi Resulullah, Allah’tan afiyet ve selâmet istememizi emretmiştir; musibetlerin en büyüğü olan cehennemi değil...
"Şükrettiğiniz ve iman da ettiğiniz takdirde, Allah size neden azap etsin? Allah, şükredenlerin mükâfatını veren, her şeyi hakkıyla bilendir." (Nisâ, 147.)
İslâm için, İslâm ümmeti için bin Said olsun, bizim gibi bin değil yüz bin kişi feda olsun tamam; ama öteki sözler niye, ne gerek var bunlara?
"Rabbinizden gelecek olan mağfirete ve takva sahipleri için hazırlanan, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!" (Âl-i İmrân,133.)
"Çalışanlar bunun (azaba uğratılmamak, nimet cennetlerine kavuşmak) için çalışsınlar!" (Sâffât, 61.)
"(...) İşte yarışanlar bunun (cennet nimetleri) için yarışsınlar!" (Mutaffifîn, 26.)
"Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği gök ve yerin genişliği gibi olup Allah’a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanan cennete kavuşmak için yarışın! (...)" (Hadîd, 21.)
Allah Azze ve Celle, Said Nursî’nin gözünde sevdası olmayan cenneti şöyle tanıtıp haber vermektedir:
"Allah’tan korkanlara vaat olunan ve içinde tadı ve kokusu değişmeyen sudan, tadı bozulmayan sütten, içenlere lezzet veren şaraptan ve süzme baldan ırmaklar, her çeşit meyveler ve Rablerinden bir de mağfiret bulunan cennetteki bir kimse; ateşte daimî olan, kaynar su içirilip de bağırsakları parça parça dökülen kimse gibi midir?" (Muhammed, 15.)
"Rabbinin makamından korkanlara da iki cennet vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisi de çeşit çeşit ağaçlara ve meyvelere sahiptir. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her iki cennette de akıp giden iki pınar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisinde de her çeşit meyveden çift çift vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Astarları atlastan yataklara dayanırlar. Her iki cennetin de toplanacak meyveleri çok yakındır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? O cennetlerde bakışlarını yalnız kocalarına çeviren, onlardan önce hiçbir insanın ve cinin dokunmadığı kadınlar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Sanki onlar yakut ve mercan gibidirler. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İyiliğin karşılığı yalnız iyiliktir. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Hem de bu iki cennet koyu yeşildirler. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisinden de fışkıran iki pınar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisinde de çeşit çeşit meyveler, hurma ve nar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisinde de iyi huylu güzel kadınlar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? O kadınlar ceylan gözlü olup, çadırlara hasredilmişlerdir. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Onlara daha önce ne bir insan ne de bir cin dokunmuştur. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Cennette yeşil yastıklara ve son derece güzel döşeklere dayanırlar. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?" (Rahmân, 46–77.)
Yüce Rabbimizin, özellik ve nimetlerini bildirdiği cennet, hiçbir şekilde ve surette, hiç kimse için zindan olamaz. Yeryüzünde ne olursa olsun, cenneti "zindan" diye vasıflandırmaya kimsenin hakkı yoktur. Cennet her durumda, içinde olan herkes için "zindan" olmaktan münezzehtir.
Şimdi de Said Nursî’nin gözünde korkusu olmayan cehennemle ilgili ayetlerden birkaçını okuyalım:
"(...) Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının!" (Bakara,24.)
"Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının!" (Âl-i İmrân,131.)
"Ey iman edenler, kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun! (...)" (Tahrîm, 6.)
"Oraya (cehenneme) atıldıkları zaman, kaynar hâldeki uğultusunu işitirler. Neredeyse öfkeden çatlayacak olur. (...)" (Mülk, 7–8.)
"Onlar cehenneme gireceklerdir. Ne kötü bir yataktır orası. İşte azap bu; öyle ise onu tatsınlar. Kaynar su ve irin... Ve bunun benzeri başka cinsten azap!" (Sād, 56–58.)
Cehennemde yanmaya razı olup, vücudu yanarken gönlünün gül-gülistan olacağını iddia edene şu ayet-i kerimeleri hatırlatmaktan başka ne yapılabilir?
Milletimizin imanını her mümin selâmette görmek ister; fakat hiçbir mümin nefsi için cehenneme razı da olmamalıdır. Hele, orada yanarken gönlünün gül-gülistan olacağını asla zan ve iddia etmemelidir.
Ayakta, oturarak ve yatarak Allah’ı zikreden, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkürde bulunan akıl sahipleri ise şöyle derler:
"(...) Rabbimiz, Seni tenzih ederiz; bizi ateşin azabından koru. Rabbimiz! Şüphesiz sen, ateşe attığını hor ve aşağılık kılmışsındır." (Al-i İmrân, 191-192)
Cennet ve cehennem hakkında Hz. Peygamber (s.a.v.)’den birçok hadis rivayet edilmiştir. Biz, onlardan sadece birini nakledeceğiz:
Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki:
"Allah, cennet ve cehennemi yaratınca Cibril’i (a.s.) cennete göndererek:
—Cennete ve orada cennetlikler için hazırladıklarıma bak! Buyurdu. Cibril, gidip döndükten sonra:
—İzzet ve kuvvetine yemin ederim ki, cenneti işiten herkes mutlaka oraya girmek ister, dedi. Allah’ın emri ile cennet, nefse ağır gelen amel ve ibadetlerle çevrelendikten sonra Cibril’e:
—Tekrar oraya git, cennet ehli için neler hazırladığımı gör! Dedi. Cibril, gidip de cennetin, nefsin hoşlanmadığı şeylerle çevrelendiğini, oraya girmek için ağır görevler gerektiğini görünce Allah’a:
—İzzet ve kuvvetine yemin ederim ki, oraya hiç kimsenin girememesinden korkarım, dedi. Bunun üzerine Allah Tealâ:
—Bir de git, cehennemi ve orada cehennemlikler için neler hazırladığımı gör! Buyurdu. Gidip cehennemde birbirinin üzerinde ateşleri görünce, dönüp:
—İzzet ve kuvvetine yemin ederim ki, onu işiten hiç kimse oraya girmek istemez, dedi. Allah’ın emri ile hemen cehennemin etrafı ve ona giden yollar nefse hoş gelen, fakat insanı günaha sokan şeylerle bezendiğini görünce Rabbine dönerek:
—İzzet ve kuvvetine yemin ederim ki, hiç kimsenin cehennemden kurtulamayıp, ona gireceğinden korkarım, dedi." (Tirmizî, Cenne, 20/2685. Tirmizi "hadis, hasen-sahîhtir" demiştir.)
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kemale ermekle vasıflandırdığı Asiye (Buhārî, Enbiyâ, 48/105.)
Rabbine şöyle yakarmıştır:
"(...) Rabbim, bana katında, cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun’dan ve onun işlerinden kurtar ve beni şu zalimler topluluğundan da kurtar!" (Tahrîm, 11.)
İşte yüce Allah’ın; Firavun’la, onun zulmüyle, zalimler topluluğuyla çevrelenmiş, iman edenlere örnek gösterdiği kâmil bir müminin duası...
Said Nursî "Kur'ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur" sözüyle cenneti, gerçekten zindan olarak tavsif etmek istememiş; fakat bu hâlin, cennette de olsa kendisine hüzün (üzüntü, gam, keder, tasa) vereceğini anlatmak istemiş olabilir. Lâkin, kastı bu dahi olsa bu sözler, yine boş ve anlamsızdır; çünkü Kur'an, yeryüzünde hiçbir zaman cemaatsiz kalmayacaktır. Bir şart cümlesini, bir muhâl (imkânsız) ile meşrut kılmanın sonucu da muhâldir. Bu da, batıl bir sözün sarfından başka bir anlama gelmez.
Said Nursî, birinci cümlesinde "Kur'ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa (...)" demiştir ki, bunun muhâl olduğunu ispat ettik. Şimdi, ikinci cümlesini (Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur) ele alalım:
Sözün zahirî ifadesini, birçok delille çürüttük. Sözün bâtını (yani Said Nursî’nin kastettiğini sandığımız anlam) da muhâldir. Çünkü cennette hiç kimse mahzun olmayacaktır:
Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
"(...) Girin cennete! Size hiçbir korku yoktur; mahzun olacaklar da sizler değilsiniz." (A’râf, 49.)
"Allah, o muttakilere şöyle buyurur: Ey kullarım! Bugün size hiçbir korku yoktur ve mahzun olacaklar da sizler değilsiniz. Bunlar, ayetlerimize iman edenler ve Müslüman olanlardır. Onlara denir ki: 'Siz ve eşleriniz, sevinç içinde, girin cennete!'" (Zuhruf, 68–70.)
"'Rabbimiz Allah’tır' deyip, sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, mahzun olacaklar da onlar değildir. Bunlar, cennet ehli olup, yapmış olduklarına mükâfat olarak, orada ebedî kalacaklardır." (Ahkāf, 13–14.)
Said Nursî’nin cennet ve cehennem hakkındaki bu muvazenesiz sözleri; bazılarına, coşkun, kendisini İslâm ve Müslümanlar için feda etmeye hazır, iman için her şeyi göze almış birinin sözleri gibi gelse de; bize, "cennet de haktır, cehennem de haktır" şiarından sapış, yüce Allah’ın hem lütfunu, hem de kahrını küçümseyiş, "avam"dan farklı olmak için bir hamaset taslayış gibi gelmektedir. Bu sözler; âdeta, "kulluk" bilincini yitirmiş, cennet ve cehennemi zikrederken -Allah’ın onca tergib ve terhibine rağmen meydan okurcasına- istihfafkâr, ne havfı ne de recası kalmış, ubudiyete yakışan zillet hırkasının içinde olması gerekirken ancak rububiyete yaraşan kibir ridasına ve azamet izarına bürünmüş birinin sözleri olabilir.
Allah’ın muhabbetini veya rızasını cennetinden ayırmaya çalışanların bahsi geçmişti. Hatta sadece Allah’ı isteyenlerin (?), cenneti birkaç köşkle birkaç huriye hasredenlerin olduğunu da biliyorduk. Cehennemi küçümseyen, onun azabını önemsemeyen birçok kişi de olmuştur. Ama gözünde ne cennet sevdası ne de cehennem korkusu olan; cenneti zindan, cehennemi ise güllük gülistanlık gören birini herhâlde tarih az kaydetmiştir...
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda Cuma namazını bazen kılmadığını yazıyor. Bunu eleştirenlere ise şöyle diyor:
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Elmadağ Lâhikası I, 45, Yirmiyedinci Mektuptan)
Ben Şafiyim. Şafi mezhebinde cumanın bir şartı kırk adamın imamın arkasında Fatiha okuması gerekir onun için burada bana Cuma farz değil. Said Nursi’nin Cuma kılmamasının diğer mazeretini ise şöyle açıklıyor; Herkesin arkasında mezhebime göre namaz kılamıyorum. Ve okumakla yetişemiyorum. Ve daha fatihanın yarısını okumadan, imam rükuya gidiyor. Bizde Fatihayı okumak farzdır.
Biz burada imam şafinin yaptığı içtihadın isabet edip etmediğini anlatmayacağız. Burada şunu belirmek gerekir ki Bir müctehid her şeyden önce taklitçi olmaz. Said Nursi hem imam şafiyi taklit ettiğini söylüyor hem de bu mezhebin bu konudaki içtihadını bilmiyor ve yanlış anlıyor.
İmam Şafiî’ye göre, Cuma cemaatinin asgarî sayısı kırk kişi olup, bir köyde ikamet etmekte olan kırk kişi toplanırlarsa, Cuma namazı kılmak bunlar üzerine farz olur. Sayı eğer kırka ulaşmazsa, o takdirde bu köy halkına Cuma namazı kılmak farz olmaz.
Burada köyün zikredilmesi, nüfusu az olduğundandır. Yoksa şehirdekilere Cuma namazının farz olduğunda müçtehitler arasında ihtilâf yoktur.
İmam Şafiî, en az kırk kişinin aynı zamanda imamın arkasında Fatiha okumasını da asla şart koşmamıştır. Fatiha okumayı imama uyanlar için farz görmesi, Cuma namazının farz olması için Cuma cemaatinden en az kırk kişinin Fatiha okumasını da Cumanın şartlarından görmesi anlamına gelemez. Bunun şart olduğu kabul edildiği takdirde, cemaatin mezhebin namaz için farz kabul ettiği her şeyi yapıp yapmadıklarını araştırmak gerekecektir. Bu araştırmaysa hem mümkün değildir, hem de men edilmiştir. Hadi, cemaatin de Fatiha okuduğunu kabul edelim. Kişiye Cuma namazının farz olması için bu da yetmeyecektir. Çünkü Said Nursî’nin dediğine göre, Cuma namazının farz olabilmesi için cemaatten en az kırk kişi Fatiha’yı hatasız okumalıdır. Merhum İmam Şafiî (r.a.), "Namazda Fatiha suresini okumak farzdır. Okuyabilen kimse namazda Fatiha’dan bir harf bile terk ederse namazı sahih olmaz." demiştir. O hâlde, her Şafiî Cuma namazından önce cemaatin Fatiha suresini okuyuşunu imtihan etmelidir! Hatta bu iş, -bırakalım namazın farzlarını- abdestin farzlarına, ihtilâflı meselelerde bozulup bozulmamasına kadar dayanır. Cemaatin abdestinin ve namazının kendi mezhebine göre yerine getirilip getirilmediğinin hafiyeliğini yapmak, kişiyi kendisinin üzerine farz-ı ayn olan işleri bırakmasına yol açar.
Said Nursî, muhtemelen birtakım siyasî mülâhazalarla Cuma namazı kılmamıştır. Bu fiiline bahane olarak Şafiî mezhebinin görüşlerini göstermesi tamamen tutarsızdır ve Şafiî mezhebine karşı da haksızlıktır.
Muhammed b. Abdulazim şöyle demiştir:
Cehalet ve taassuptan ileri gelen davranışlardan birisi de; bir veya birden fazla müçtehidin kavline göre yerine getirme imkânı varken -sırf bir mezhebe bağlanıp kalma yüzünden- Allah Teâlâ’nın farzlarından birini geçirmektir. (...) Herhangi şekilde olursa olsun farzı yerine getirmek, bütün durumlarda onu geçirmeye tercih edilir. (Muhammed b. Abdulazim, el-Kavlü’s-Sedîd, 122.)
Şafiî mezhebinin görüşünü yanlış yorumlayıp, Cuma namazının kendisine farz olmadığını iddia eden taklitçi "müceddid" Said Nursî’nin verdiği cevapta ileri sürdüğü ikinci mazeret, özrü kabahatinden büyük cinstendir. Şöyle diyor:
Evet, özrü kabahatinden büyüktür. Çünkü taklit ettiği mezhebin konu hakkındaki kavlini bile bilmiyor. Oysa:
Cemaatle namaz kılan Fatiha suresini bitirememiş olsa da, imam rükûa gidince imamla birlikte rükûa gider. Namazı eksik olmaz.
Said Nursî’nin Cuma namazı kılmamasının kendince bir sebebi daha vardır ki, biz bu sebep üzerinde konuşmak istemiyor, yorumu okura bırakıyoruz:
(...) Hem camiye, cumaya gitmeye beni men'eden merdumgirizlik Merdumgiriz: (İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen) hastalığı (...)
(...) hem yirmibeş senedir ben münzevi yaşadığım için, kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum (...)
Evet, Said Nursi’nin bazen Cuma namazı kılmamasının mazeretleri bunlar yorumu okuyucuya bırakıyoruz.
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda garip ve acayip iddialarda bulunmuştur. Bu iddia sahiplerine ilmi bir cevap verilmez, onlar acilen psikiyatri servisine sek edilmeliler ancak biz yinede belki akleden birileri olur ümidiyle kısa cevaplar nakletmeye gayret ettik. Bu iddiaları okuyanlar görecek ki; Said Nursi adeta her şeyden kendine ve risalelerine bir pay çıkarmaya çalışmış; seller, depremler, yangınlar, birinin ölmesi, birinin hapse girmesi… Vb. tabi ve olağan olaylar sanki hep Risale-i Nurlar ile alakalı kâinatın merkezinde Said Nursi ve Risale-i Nurlar var. Bunlara yan bakanlar dünya ve ahrette perişan oluyor(!). Bunlara tabi olup hizmet edenler ise dünyada ve ahrette huzur bulup kurtuluyorlar(!).
Risale-i Nurlarda geçen bu iddialar çok ve uzun olduğu için biz örnek olması için sadeleştirip özetleyerek sadece bir kısmını aktarıyoruz:
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(Bu mevzu geniş olduğundan biz ancak örnek olması için sınırlı sayıda kaynak veriyoruz):
(--Siracü’n-Nûr, 168, Denizli Müdâfaası. -- Siracü’n-Nûr, 187-188, Denizli Müdâfaası. -- Şuâlar, 254, Onikinci Şua -- Şuâlar, 287, Onüçüncü Şua. -- Şuâlar, 308-311, Onüçüncü Şua. --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 270 --Kastamonu Lâhikası, 14, Yirmiyedinci Mektubdan. -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 17-18, -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 19-20, -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 23, --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 57, --Tarihçe-i Hayat, 557, -- Tarihçe-i Hayat, 661, -- Şuâlar, 261, Onikinci Şuâ --Kastamonu Lâhikası, 293, Yirmiyedinci --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 58, -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 270, --Şuâlar, 240, Onbirinci Şua)
Risale-i Nurlarda geçen bazı iddialar:
*Risale-i Nurlara kötülük edenlere risale-i Nurlar rüzgâr, sel, yangın, deprem… Vb. şeylerle cezalar verir.
*Risale-i Nurlarla münazaraya girmeyin o mağlup olmaz.
*Risale-i nurlar doğrudan Kur an’a Kur an ise arşa bağlı, Kimin haddine elini ona uzatsın da o kuvvetli ipleri çözsün. Onu Hz. Ali ve Abdulkadir Geylani müjdelemiş.
*Bir kısım afetler Risale-i Nurlara dil uzatıldığından meydana gelmiştir.
*Risâle-i Nurlar Nuh’un gemisi gibidir. Bize ve ona kimse ilişmesin yoksa başlarına bir felaket gelmesinden korksunlar, akıllarını başlarına alsınlar. Bazı zelzeleler bu sebepten meydana gelmiştir. Aklınızı başınıza alın.
*Mustafa, Lütfi, Rüşdü, Husrev, Bekir Bey, Re'fet (nur talebeleri)Bakınız ne diyorlar:
Üstadımız Isparta’ya getirildi. Üstadımızın teşrif ettiği zaman, yaz mevsiminin sıcak zamanı idi. Yağmurlar kesilmiş, sular azalmış, her yer kurumuştu. Risale-i Nur şakirtleri olan bizler şahit olduk ki, Üstadımızın Isparta’ya gelmesi ile bereketli harika bir yağmur yağdı ve bu yağmur Isparta’yı yeniden yeşertip hayat verdi. Risale-i nurun bereketi ile yağan bu yağmur yöre halkının yüzünü güldürdü ruhları huzur buldu.
Risale-i Nurun neşrine vasıta olan Üstadımız geldiği gün, Isparta’yı kurak toz toprak içinde görmüş, Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamayacağım diye telaş ediyordu. Arkadaşımız olan Bekir Bey’den değirmenleri çeviren suyu göstererek "Isparta’nın suyu bu kadar mıdır?" diye sormuştu. Bekir Bey cevap verdi: "Gölcüğün suyu kesilmiş, gelmiyor. Isparta’nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur" dedi. Üstadımızın, Isparta’da çok talebeleri bulunduğundan ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki, elli seneden beri Isparta böyle hâdiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksan dokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki, o tevafuk, tesadüfî değil. Bu rahmet, Isparta’ya rahmet olan Risale-i Nur’a bakıyor. (...)
*Sid Nursi Risale-i Nura sesleniyor ve diyor ki: Bütün insanlık hatta bütün hayvanat seni kabule hazırlanıyor. Hattâ çekirgeler ve arı ve serçe kuşu gibi bir kısım hayvanat dahi, senin bu sözlerin ve nurun okunurken, pervâne gibi etrafında dolaşıp, sana olan iştiyaklarını ve nurundan ve sözlerinden feyz alarak başlarını, başlarımıza çarpmakla güya bize anlatmak istemeleri ne kadar gariptir. Örneğin: Sava’da iki çekirge ve Emirdağ’ında iki güvercin ve iki kuş, İnebolu’da iki acayip kuş, Isparta ve Sava’da bülbül ve hüdhüd, bu kerâmeti gösterdiler
* Evet, bu mes'ele, küçük bir mes'ele değil! Kâinat ve hayvanat ile dahi alâkadardır. Ben Risale-i Nur’un bir şâkirdi olmak itibariyle onun serbestiyetin den kendi hisseme düşen bu kâr ve neticeyi binler altın lira kadar kazancım var kanaat ediyorum. Başka yüz binler Risale-i Nur şâkirdleri ve takviye-i îmana muhtaç ehl-i îmanın istifadeleri buna kıyas edilsin.
*Said Nursi diyor ki: Yedi yaşından on yaşına kadar masum çocuklar, faytonla gezdiğim vakit beni görünce koşup, ellerime sarılmalarının hikmeti nedir diye hayret ediyordum. Birden ihtar (kim ihtar etti ?) edildi ki; Bu masum çocuklar Risale-i Nur ile saadet bulacaklarını, tehlike-i maneviyelerden kurtulacaklarını hissettikleri için elimi öpüp bana iltifat ettiklerini anladım.?
*İki hadisenin önemini size anlatmak için ihtar aldım (Bu ihtarı kimden aldın?).
Birincisi: Mederese hocalarının on beş yılda öğrettiği ilmi nur şakirtleri on haftada kazanırlar.
Eski Said’in, onbeş yaşında iken medrese usûlünce onbeş senede okunan ilmi onbeş haftada okumağa muvaffak oldu.
İkincisi: Aynı saatte, ağır penceremiz adeta sebepsiz kaplarım, şişelerim ve yemeklerim üzerine düştü. Biz tahmin ettik ki, bütün her şey kırıldı. Hâlbuki hârika olarak hiçbir kırık ve zâyiat olmadı. Yalnız bana hediye gelen pişirdiğim et döküldü. Fakat Nur’un namzed yeni talebelerine kısmet oldu, benim de hediye kabul etmemek olan kaidemi muhafaza etti ve birinci hâdiseye hârikalığıyle tasdik edip imza bastı.
* Husrev anlatıyor: Kurban arefesin den bir gün evvel Üstadım gezmeye gidecekti. At getirmek üzere beni gönderdiği zaman, Üstadıma dedim:
*Yirmi senede kaç vilâyetin zâbıtaları kıyafetime ilişmedi. Yalnız yirmi beş sene evvel Ankara Valisi Nevzat Bey, cebren kıyafetime ilişmek istedi; hem muvaffak olamadı, hem kendi kendini intihar etmekle tokadını yedi.
* Eğirdirde"Asâ-yı Mûsa’yı müsadere eden ve mahkemeye veren adam kendisi iki sene hapis cezasıyla tokat yedi ve Husreve hiddetle bir ay ceza veren hâkimin istifaya mecbur olmasıyla ve refikasının oradan müfarakatiyle bir nevi tokat yemesi gibi, aynen burada dahi size leffen gönderdiğimiz pusulada yazılan tokatlar kat'î gösteriyorlar ki; biz, bir himayet ve inayet altındayız; bile ilişenler, âhirette şiddetli tokatlar yiyecekleri gibi, dünyada dahi bir kısmı çabuk çarpılır.
*Bana hizmet eden ve "Meyve"yi yazan Ali Rıza. Bir gün, yazdığını ona verecektim. O, haylazlığından yemek pişirmek bahanesi ile gelmedi, bir tokat yedi. O vakit onun tenceresi sağlam iken, dibi, yemeği ile beraber tamamen düştü ve döküldü. Evet, doğrudur Ali Rıza
*Ziya "Meyve"nin gençliğe ve namaza dair mes'elelerini kendine yazdı, namaza başladı. Fakat haylazlık yaptı, namazı ve yazıyı bıraktı. Birden, o vakitte tokat yedi. Hilâf-ı âdet sebepsiz, başı üstündeki sepeti ve elbiseleri yandı. O kadar kalabalık içinde yanıncaya kadar kimse farkında olmaması, kasdî bir şefkat tokadı olduğunu gösterdi. Evet, doğrudur Ziya
*Mahmud’dur. Ona "Meyve"deki gençlik ve namaz mes'elelerini okudum ve dedim: Kumar oynama, namaz kıl. Kabûl etti. Fakat haylazlık galebe etti, namaz kılmadı, kumar oynadı. Birden, hiddet tokadını yedi. Üç-dört def'ada daima mağlûb oldu, fakir hâliyle beraber kırk lira ve sako ve pantolonu kumara verdi, daha aklı başına gelmedi.
Evet, doğrudur Mahmud
*Ondört yaşında Süleyman nâmında bir çocuk, ziyâde haylazlık yapıyordu. Ona dedim: Uslu dur. Namazını kıl. Senden büyük haylazlık içinde temkinli ol. O, namaza başladı, fakat yine namazı terk edip haylazlığa girdi. Birden tokat yedi. Uyuz illetine mübtelâ oldu, yirmi gün yatağında yatmağa mecbur
Evet, doğrudur Süleyman
*Bana bidâyette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam, kapıma yakın bir şarkı kulağıma geldi, evrad ile meşguliyetime zarar verdi. Ben, hiddet ettim, çıktım, gördüm ki; hilâf-ı âdet Ömer’dir. Ben de hilâf-ı âdet bir tokat vurdum. Birden, sabahleyin hilâf-ı âdet olarak o Ömer, başka hapishaneye gönderildi
Evet, doğrudur Ömer
Risale-i Nurlarda geçen bu iddialara dini bir cevap vermek lüzumsuzluk arz ediyor. Bu anlatılan olayların sahipleri ancak ruh hastalığı ile ilgilenen tabiplere sek edilmelidir.
Yalnız, burada şu kadarını söyleyelim ki, biz, Resulünün "Allah’ın kulu" olduğuna şahadet etmeyenin İslâmlığını kabul etmeyen bir dinin mensubuyuz ve ısrarla kendisinin "kul" olduğunun altını çizen bir Resulün ümmetiyiz. O, öyle yüce bir resuldür ki, biraz sonra aktaracağımız olayı kendisiyle ilişkilendirip lehine yorumlayabileceği fırsat eline geçtiği hâlde realiteden asla ayrılmamıştır, yalana kat'a tenezzül etmemiştir. O, ruhu öylesine sağlıklı bir kuldur ki, kendisiyle ilgili olmayan olayları ilgiliymiş gibi de algılamaz. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu konuda da bize düsturu göstermiştir:
Ebu Bekre, İbn Mesud, İbn Ömer, İbn Abbas, Mugire b. Şube, Aişe, Ebu Musa (r.anhum) gibi birçok sahabeden rivayet edildiğine göre; Resulullah (s.a.v.) zamanında, oğlu İbrahim’in öldüğü gün güneş tutuldu. İnsanlar, "Güneş, İbrahim’in ölümünden dolayı tutuldu." dediler. Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki: "Şüphesiz ki, güneşle ay, Allah’ın ayetlerinden iki ayettir. Bunlar, hiçbir kimsenin ölümünden ve hayatından dolayı tutulmaz. Bu tutulmayı gördüğünüz zaman hemen namaz kılın ve Allah’a dua edin!" (Buhārî, Küsûf, 1/4; 2/5.)
Şimdi, "kâinatın Risale-i Nur ile alâkadar olduğunu, Risale-i Nur’un başına gelen belâdan ve musibetten bulutların dahi kan ağladığını" iddia eden zihniyete sormak lâzım:
Üstadınızın tutuklandığı veya Nurculuğunuz yüzünden size menfi bir şey yapıldığı veyahut üstadınız öldüğü gün güneş veya ay tutulsaydı; Sizler mertçe "güneşin veya ayın tutulmasının bu olaylarla bir alâkası yoktur" diyebilir miydiniz? Yoksa hülyalara dalıp her hadiseyi kendinize yorarak avamı aldatmak için bu olayı da üstadınıza ve Risale-i Nurlara mı ilişkilendirir miydiniz?
İmam İbn Kayyım demiştir ki:
Şeytanın insanlara kurduğu hilelerden ve tuzaklardan biri de, batıl ve saçma sözler, birbiriyle çelişen hayal ve vehimlerdir. Bunlar, zihinlerin süprüntüsü ve fikirlerin kırıntısı durumundadır. Böyle batıl söz ve düşüncelere ancak kalpleri hayretler ve karanlıklar içinde bulunanlar yer verirler. Böyleleri hakkı batıldan, hatayı sevaptan (doğrudan) ayırt edemezler. Bunlar, şüphe dalgaları ve hayalet bulutları içinde birbiriyle çarpışır dururlar. Bu şüphe, hayal ve vehimleri oradan buraya taşıyan da, kıyl-ü kal’den (o böyle söylemiş, filân şöyle dedi... Gibi lâkırdılardan) başka bir şey değildir. Bir dedikodu ve çekişmedir sürer gider. Dayanılacak ve güvenilecek bir bilgiye ve inanca ulaştırıcı bir durum söz konusu değildir. Sadece saçma sapan sözler ve birtakım aldatmacalar vardır ortada. Nitekim bir ayet-i celilede şöyle buyrulmuştur:
"Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine saçma ve yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Artık onları, o uydurdukları şeylerle baş başa bırak!" (En'âm, 112)
İşte bu duruma düştükleri için, Allah’ın Kitabı Kur'an’ı arkalarına atmışlar da onunla ciddî bir şekilde ilgileri bulunmamaktadır. Bu yüzden ağızlarından çıkan lâkırdılar, iddialarının aksine Kur'an’a ve hakikate uygun düşmemektedir. Onlar, kendiliklerinden batıl, münker ve yalan şeyler söylemekte, şek ve şüpheler içinde yuvarlanıp gitmektedirler.
Bitmez tükenmez hayretler, şaşkınlıklar içinde şeytanlardan gelen fısıltılara kulak asıp sapıtmışlar, hakem olarak Kur'an’a müracaat edecekleri yerde, öncekilerin dedikodularına kulak asar bir hâle gelmişlerdir. Bunları değişmez ölçüler sanıp ilim ve diyanet ehli ile cidal ve husumet ederler. Kesin delili bırakıp hevasına ve hevesine uymuş ve bu yüzden nicelerini de sapıtmış kimselerin peşinden gidip dosdoğru yolu kaybederler.
Şeytanın insanlara kurduğu hilelerden ve tuzaklardan bir diğeri, kulun kendisini beğenmesidir. Ucup denilen bu duygu ile şeytan kula yaklaşır ve ona, kendisini beğenmesi için bazı şeyleri kabul ettirir. Meselâ: Elinin öpülmesini, kendisinin övülmesini, kendisiyle teberrük edilmesini (kendisinin mübarek bir zat sayılmasını), kendisinden dua ve himmet istenilmesini ve daha buna benzer şeyleri ister. Böylece kendisini ve şanını yüce görür, kibre ve ucba düşer. Başkaları kendisine, "vaktin imamı, asrın kutbu sensin!" deseler hemen kabul eder. Kendisini, kendisiyle belâların def edildiği evtaddan sayar. Kendisine denilse ki: "Bugün insanlar, Allah’tan isteyeceklerini senin yüzün hürmetine istiyorlar, seninle tevessül ediyorlar"; kabul eder ve bu yüzden sürura gark olur. Bilmez ki, bütün bunlar, onun helâk olmasının ta kendisidir. O, artık kendisini bu makamda gördüğü için, kendisine hürmette ve tazimde kusur edene hışımlanır ve içinden ona kin besler. Gerçekte ise, kulun bu duruma düşmesi, iflâsın en büyüğüdür. Hatta bu durum, büyük günahlar üzerinde ısrar edenlerin hâlinden bile daha kötüdür! (İbn Kayyım el-Cevziyye, İgâsetu’l-Lehfân fî Mesâyidi’ş-Şeytān, 1/420–421.)
SONUÇ
--- Risale-i Nurlar hakkında yazılacak eleştiriye tabi tutulacak çok mevzu var ancak biz bu risaleyi mümkün olduğunca kısa tutmaya çalıştık. Şimdi bütün bu naklettiğimiz hakikatler den sonra akıl sahipleri için hak ve batıl ortaya çıkmıştır. Müslümanların dinini, imanı kurtarmak için yola çıkanların hakikat de yol kesiciler olduğu ortaya çıkmıştır.
Biz bu çalışmayı Abdullah TEKHAFIZOĞLU Beyin değerli eseri Risale-i Nurlar’ın İç Yüzü adlı eserinden derledik. Bu eserde ki Risale-i nurlardan yapılan alıntıları gönümüz Türkçesine çevirerek özetledik. Yine risale-i nurlara verilen cevapları da aslına sadık kalmak kaydıyla mümkün olduğunca kısaltmaya çalıştık. Bazı katkılarımızı da bu çalışmaya dâhil ettik. Risale-i Nurlar’ın gerçek yüzünü daha detaylı öğrenmek isteyen okuyucuların Abdullah TEKHAFIZOĞLU Beyin Yaklaşık 600 sayfa olan Risale-i Nurlar’ın İç Yüzü adlı eserini mutlaka okumalarını tavsiye ederiz. Abdullah TEKHAFIZOĞLU Beyin yaptığı çalışmadan dolayı kendisine şahsım adına teşekkürlerimi arz ederim. Allah ilmini, amelini, ihlâsını artırsın. Allah kendisinden razı olsun İnşa Allah.
Bundan sonra
“…Tâ ki helâk olan kişi apaçık bir delil ile helâk olsun, diri kalan kişi de yine apaçık bir delil yaşasın. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitici, kemaliyle bilicidir.” (Enfal Suresi;42)
Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra peygambere karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir. ( Nisa Suresi: 115)
İman eden kullar olarak bizlere Kur’an ve sahih sünnete uymamız batıl yollarına davet eden iblis ve yardımcılarına da muhalefet etmemiz emredilmiştir.
Bütün bu hakikatlerden sonra yinede efendilerinin ve üstatlarının batıl yoluna (dinine) tabi olanlara ise şu ayetleri hatırlatıyoruz.
Yüzlerinin ateşte evirilip çevrileceği gün, derler ki: "Eyvahlar bize, keşke Allah'a itaat etseydik ve Resul’e itaat etseydik. Ve dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten biz, (sadetena) efendilerimize ve (kebirena) büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular. Rabbimiz, onlara azaptan iki katını ver ve büyük bir lanet ile lanet et." (Ahzab Suresi: 66–68)
Bakara suresinde de şöyle der;
Öyle ki (o gün) kendilerine tabi olunanlar, kendilerine tabi olanlardan uzaklaşıp-kaçmışlardır. (Artık) Onlar azabı görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar (ve ilişkiler) de parçalanıp-kopmuştur. (O zaman, yönetilip) Uyanlar derler ki: "Eğer bize bir kere (daha dünyaya dönme) fırsatı verilse(ydi) muhakkak (şimdi) onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşır (onları yüzüstü bırakır)dık." Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını onulmaz hasretlerle gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak değildirler) (Bakara Suresi: 166,167)
Hidayet yolunu seçip ona tabi olanlara Allah’ın selamı olsun.
“Kim doğru yolu bulursa, o doğru yolu ancak kendi faydasına bulmuş olur. Kim de sapıklık ederse o da yalnız kendi aleyhine sapmış olur…” (İsra Suresi; 15)
Gittikleri yol atalarının, efendilerinin ve üstatlarının yolu bile olsa bütün bu batıl yolları terk edip, Hak sözü dileyip ona tabi olanlara selam olsun
"Sözü dinleyip de en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akledenlerin ta kendisidir."(Zümer Suresi;18)
Bütün batıl fırkaları terk edip İslam’a tabi olan ve ben Müslümanlardanım diyen bütün Müminlere selam olsun.
Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve “Kuşkusuz ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir? (Fussilet Suresİ: 41)
NOT (1): Bu yazının derlenmesinde Abdullah TEKHAFIZOĞLU Beyin değerli eseri Risale-i Nurlar’ın İç Yüzü adlı eserden azami derecede faydalanılmıştır.
NOT (2): Derlediğimiz bu yazıdaki Risale-i Nurlardan alınan iddiaların kaynağı Tenvir Neşriyat’ın yayımladığı Risale-i Nur Külliyatından alınmıştır.
Allah’ın selamı hidayete tabi olanların üzerine olsun.
Hamd ancak Allah içindir. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden O’na sığınırız. Allah kimi hidayete erdirirse onu saptıracak yoktur, kimide saptırırsa onu hidayete erdi(Risale-i Nurların İç Yüzü)
recek yoktur.
Allah’tan başka İlah olmadığına şahadet ederim. O tektir ve ortağı yoktur. Ve şahadet ederim ki Muhammed Onun kulu ve Resulüdür.
“Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Ali İmran; 102)
“Ey iman edenler Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Ki Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah ve Resulü’ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab; 70–71)
Bundan sonra; Şüphesiz, sözlerin en doğrusu Allah’ın Kelamı Yolların en hayırlısı Muhammed (s.a.v.) ‘in yoludur. Amellerin en kötüsü ise sonradan uydurulanlardır. Sonradan uydurulup dine sokulan her amel bidat her bidat sapıklık ve her sapıklıkta ateştedir.
Cenabı Hak Buyuruyor ki:
İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti. (En am Suresi: 153)
Bu ümmet dinlerini parça parça edip fırka fırka olacak:
Dinlerini parça parça edip guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir. (En’am: 159)
Bu Ümmet önceki ümmetler gibi fırka fırka olup batıl yollar icat edecekler. Hz. Peygamberde bir hadisinde buyuruyor ki: Yahudiler 71 fırkaya bölündü, Hıristiyanlar 72 fırkaya. Ümmetim ise 73 fırkaya bölünecek. Biri dışında hepsi ateşte olacak. Kurtulan fırka benim ve ashabımın yolundan gidenlerdir." (Tirmizi, İman,18; İbnu Mace, Fiten, 17; Ebu Davud, Sünne, 1)
Fırka fırka olan bu ümmet her biri batıl yollarına insanları çağıracaklar.
İbni Mes'ud (r.a.), konuyla ilgili olarak şunu naklediyor: "Hz. Peygamber bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve 'Bu Allah'ın yoludur' dedi. Daha sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizerek 'Bunlar ise diğer yollardır. Her biri üzerinde yanlışa davet eden birtakım şeytanlar vardır.' Buyurdu.
Arkasından da şu ayeti okudu: "Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi O'nun yolundan saptırmasın. (Azabından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye ediyor." (En'âmSuresi: 153) (İbn Mâce, Mukaddime 1).
Hatta bu ümmetin bir kısmı kendilerini İslam’a nispet etseler de amel ve itikatları müşriklerinki gibi olacak.
”Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan iman etmezler” (Yusuf: 106)
Bu ümmet Yahudi ve Hıristiyanların düştüğü sapıklıkların aynısına veya benzerine düşecekler.
Ebu Said (r.a.)’tan Rivayet edildiğine göre Rasullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizden öncekilerin izlerini adım adım, karış karış takip edeceksiniz. Öyle ki bir kertenkele deliğine girseler, siz de gireceksiniz. “Ey Allah’ın Rasulü, bunlar Yahudi ve Hıristiyanlar mı? Dediler. “Ya kim olacak? Buyurdu. ( Sahih-i Buhari 3456, Müslim 2669.)
Hatta bu ümmet içinde putlara tapanlar bile çıkacak. Onları saptıranlar saptırıcı imam, önder, efendi ve büyükleri… Vb. olacak.
Burkani Sahih’inde şöyle bir ziyade ile rivayet etmektedir: Hz Peygamber Buyuruyor ki: “Ümmetim hakkında tek korktuğum şey, saptırıcı liderlerdir. Ümmetim arasına kılıç düşünce, kıyamete dek bir daha kaldırılmaz. Ümmetimden hayatta olanlar müşriklere katılmadıkça ve ümmetimden bazı kimseler putlara ibadet etmedikçe kıyamet kopmaz. Ümmetim içerisinde otuz tane yalancı deccal olacak. Hepside kendisinin peygamber olduğunu iddia edecek. Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra hiçbir peygamber yoktur. Ümmetimden bir taife, desteklenmiş olarak hak üzere bulunacaktır. Onları yıkmaya çalışanlar Allah’ın emri gelene dek hiçbir zarar veremeyecekler.” (Sahih Ebu Davud 4252, İbn Mace 3952, Ahmed 5/278, 284)
Cenabı hak Kur’an da ihtilafı, tefrikayı şiddetle men edip onun azap olduğunu şu ayetlerle naklediyor:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de o sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”(Al-i İmran Suresi: 103)
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır. O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara, “İmanınızdan sonra inkâr ettiniz, öyle mi? Öyle ise inkar etmenize karşılık azabı tadın” denilir. Yüzleri ağaranlar ise Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”(Al-i İmran Suresi: 105-107)
Rabbin dileseydi insanları (aynı inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri müstesna, onlar ihtilafa devam edeceklerdir. Zaten onları bunun için yarattı. Rabbinin, “Andolsun ki cehennemi hem cinlerden, hem insanlardan (suçlularla) dolduracağım” sözü kesinleşti.(Hud Suresi: 118-119)
Ayrılık ve tefrika bu kadar yerildiği ve yasaklandığı halde bu ümmet “Ümmetimin ihtilafı rahmettir“ batıl sözü hadis diye uydurarak hem peygambere iftira etmiştir hem de Allah ve Resulü’nün lanetlediği tefrikaya düşüp fırka fırka olmuştur.
Naklettiğimiz bu ayet ve hadisler gösteriyor ki daha önceki ümmetler gibi bu ümmet de çeşitli delalet fırkalarına ayrılacaktır. Yine önceki ümmetlerde olduğu gibi bu ümmet de dinlerini tahrif ederek batıl yolları kendilerine din edineceklerdir. Ancak hemen belirtelim ki; bu ümmet fırkalara ayrılmış olsa da hak üzere olan topluluklar kıyamete kadar var olacaktır. Yine bu din ne kadar tahrif edilirse edilsin, Ne kadar batıl din icat edilirse edilsin Allah bu dini yani Kur an ve sahih sünnetin aslını kıyamete kadar muhafaza edecektir.
İmam Malik'e ulaştığına göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) şunu söylemiştir: "Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah'ın Kitabı ve Resulünün sünneti". (Muvatta, Kader 3, (2, 899).Hakim sahih bir sened ile rivayet etmiştir, Müstedrek)
Burkani Sahih’inde şöyle bir ziyade ile rivayet etmektedir: Hz Peygamber Buyuruyor ki: Ümmetimden bir taife, desteklenmiş olarak hak üzere bulunacaktır. Onları yıkmaya çalışanlar Allah’ın emri gelene dek hiçbir zarar veremeyecekler.” (Sahih Ebu Davud 4252, İbn Mace 3952, Ahmed 5/278, 284)
Kıyamete kadar hak üzere olacak olan bu taife Allah’ın emri (ölüm veya Kıyametin kopması) gelinceye kadar hak üzere olacaktır.
O Zaman bizler ümitsizliğe kapılmadan Allah ve Resulünün işaret ettiği hak üzere olacak olan O Kur’an ve sünnet ehlini bulup onlarla beraber olmaya çalışmak. Çekişip ihtilafa düştüğümüz konuları ise Kur’an ve sünnetin hakemliğine arz etmek olmalıdır.
“... Eğer bir şeyde ihtilafa düşerseniz onu Allah’a ve Resulü’ne götürün.” (Nisa: 4/59)
Bir konu hakkında Allah ve Rasulü bir hüküm verdikleri zaman kayıtsız şartsız ona teslim olacağız.
“Müminlerin -aralarında hükmetmek üzere Allah'ın Resulü'ne davet olundukları vakit- sözü ancak, "Dinledik, itaat ettik" demeleridir. İşte asıl muratlarına erenler bunlardır.” (Nur Suresi; 51 )
“Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa Suresi;65 )
O Zaman bizlere düşen bidat ve hurafeleri terk edip dinin aslına müracaat ederek şahsımız ve bulunduğumuz topluluğun Allah’ın yoluna ne kadar tabi olduğuna veya ondan ne kadar sapmış olduğuna bakıp hakka tabi olmaktır. Hak üzere olanlarla beraber olmaktır.
Cenabı hak Kur’an da hak üzere olan bu doğrularla beraber olmayı emrediyor. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.(Tevbe Suresi 119)
Yazdığımız bu kısa risalenin konusu; Said Nursi’nin yazdığı Risale-i Nurlar adlı eserlerdir. Biz bu eserledeki bazı iddialeri inceleyip Kur’an ve Sünnete arz edeceğiz. İki adil şahit olan Kur’an ve Sahih Sünnet bakalım Risale-i Nurlar hakkında nasıl bir şahitlik yapacak. Biz şuna kesinklikle inanıyoruz ki; Her insan hata edebilir; hatadan masun olan yalnızca yüce Allah’tır. İsmet ise, peygamberlere mahsustur. Kur'an dışında hiçbir kitap da sehivden arî değildir. Ancak biz şunu da iyi biliyoruz ki; Siad Nursi ve talebeleri kitaplarının Allah katından olduğunu ve hatadan beri olduğunu iddia etmekteler.
Biz ise "Üstat, efendi, imam…“ kabul edilen herkesinde hata edebileceğini, ancak ve sadece doğru olana icap edilmesi ve yanlışların ise reddedilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bizim yazdığımız bu kısa risaledeki iddialar tamamen Risale-i Nurlar’dan alınmış iddialar olup asla ve asla bir iftira değildir. Zaten bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynaklarınıda verdik dileyen araştırabilir. Şahit olacağımız bu hakikatlerden sonra Unutulmamalı ki; Bizler gerçekten iman eden müslümalar isek yıkamayacağımız hiçbir tabu ve put yoktur.
NurRisalelerinde bize göre tenkit edilmesi gereken daha çok iddialar bulunmaktadır. Yapmak istediğimiz sadece bunların az bir kısmının eleştirisidir. Risale-i nur adlı eserlerde içerisinde büyük iddialar olmakla beraber bu eserlerde Kur’an ve Sünnete muhalif konuların bulunduğunu müşahede ettik. Biz bu iddia ve sapmaları kısaca aktarıp yine onları Kur’an ve sahih sünnete arz edeceğiz. Allah’tan bize başarı vermesini diliyorum.
*****
--- Risale-i Nurlarda Hz. Ali Efendimize Cebrail vasıtasıyla yazılı bir kitap indirildiğini Hz. Ali bu kitapçığı alıp okuyarak bütün gayba muttali olduğunu ve kim ne soracaksa sorsun kıyamete kadar olacak her şeyi biliyorum dediğini yazıyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Lemalar 18--Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 167, Onsekizinci Lem'a.)
Şia fırkasından duymaya alıştığımız bu tür batıl iddiaları Said Nursi’nin de söyleyip yazacağını bazı insanlar Said Nursi’ye atılmış iftira olarak sanabilir ancak bu ve bundan daha büyük iddiaları Said Nursi’nin yazdığı Risale-i Nurlardan aktarıyoruz. Bizim yazdığımız bu kısa risalede yazılanlar asla ve asla bir iftira olmayıp Said Nursi’nin Risale-i Nurlarından bizzat alınan iddialardır. Hemen belirtelim ki yinede tereddüt içinde olan kişilere biz diyoruz ki: İman kurtarmak için yola çıktığını söyleyen Said Nursi hakkındaki kanatlarınız bu yazdığımız kısa risaleyi okuyunca tamamen değişecektir.
Cenabı hak buyuruyor ki:
Vay o kimselere ki, elleriyle Kitabı yazarlar, sonra da onu az bir karşılığa değişmek için, “Bu, Allah’ın katındandır” derler. Vay ellerinin yazdıklarından ötürü onların haline! Vay kazandıklarından dolayı onların haline! (Bakara Suresi: 79)
Müşrikler Peygamberimizden kendisine gökten yazılı bir kitap indirilmesini istiyorlardı. Cenabı hak bunun olmayacağını bildiriyor ve şu ayeti indiriyor.
"Sana Kitabı kâğıtta yazılı olarak indirmiş olsak da, elleriyle ona dokunsalar bile, küfredenler yine de 'Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir!' derler." (En‘âm, 7.)
Peygamberimize indirilmeyen yazılı kitap Said Nursi’nin iddiasına göre Hz. Ali efendimize İndirilmiş. (!) (?) Daha çok Şia fırkasının duyduğumuz bu tür yalan ve iftiralara Said Nursi’de katılmış oldu.
*****
--- Said Nursi levh-i Mahfuzdaki Kur’an-ın aynısının kendisine yazdırıldığını. Ve bu işe şimdiye kadar da kimsenin kadir olamadığını iddia ediyor. Levh-i mahfuza bakarak Kur’an-ı oradan yazdığını iddia eden Said Nursi’nin ne kadar büyük bir iftira ve sapmanın içine düştüğünü sizler takdir edin.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Âsâ-yı Mûsa, 85, Meyve Risalesi -- Mektubat, 167-168, Yirmidokuzuncu Mektub. --Barla Lâhikası, 107-108, Yirmiyedinci Mektubdan. -- Barla Lâhikası, 310, Yirmiyedinci Mektubdan/. -- Mektubat, 169, Ondokuzuncu Mektub. -- Kastamonu Lâhikası, 110, Yirmiyedinci Mektubdan. --Kastamonu Lâhikası, 299, Yirmiyedinci Mektubdan --Mektubat, 384, Yirmidokuzuncu Mektub. --Tarihçe-i Hayat, 666,)
Said Nursi Asrı Saadetten beri hiçbir kimsenin kendisinin yazdırdığı mucizeli ve tevafuklu Kur’an yazmaya yazdırmaya muvaffak olamadığını söylüyor ve şöyle devam ediyor, Hüsrev’e "yaz!" emir buyrulması İle Levh-i Mahfuzdaki yazılan Kur'an gibi yazılması.
Cenab-ı Hak buyurmuştur ki:
"Hayır, o şerefli bir Kur'an’dır. Levh-i mahfuzdadır."( Burûc, 21-22.)
Said Nursi gabya taş atar gibi Mahiyetini Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği levh-i mahfuzdaki gibi Kur'an yazdıklarını ileri sürenlerin bu iddiası da saçma sapan bir iddiadır.
Bu iddia; keyfiyetini bilmediğimiz levh-i mahfuzun yine keyfiyetini bilmediğimiz dili ve alfabesinden haberdar olmak anlamına da gelir ki, bunun sonu nereye varır bilemeyiz. Üstelik Arapça kitaplar harekesiz yazılıp okunabildiğine göre, kullarca başarılan bu iş levh-i mahfuzda -hâşâ- başarılamamış demektir. Subhanallah...
Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:
De ki: Göklerde ve yerde olanlardan Allah tan başka hiç kimse gaybı bilmez.(Neml, 65)
O halde gaybı Allah tan başka hiç kimse bilmez. Ancak o bazı resullerini bir hikmet ve maslahat dolayısıyla gaybından dilediği kadarını muttali kılabilir. Onları bundan haberdar edebilir. Allah bazı peygamberlerinin dışında gaybını kimseye açmaz.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
O gaybı bilendir. O kendi gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz. Meğerki beğenip seçtiği bir rasul ola (Cin, 26–27)
Yani Allahın kendisi muttali kılıp, haberdar ettiği kısmı dışında, gaybdan hiçbir şeyi bilemez. Buradaki rasul tabiri meleklerden ve insanlardan olan resulleri kapsar. Çünkü Allah’u Teâlâ sadece resulleri söz konusu etmiştir. Rasuller de meleklerden ve insanlardan olur.
Bu ayetlere ve Bu ayetleri destekleyen sahih hadislere rağmen gaybdan haber verdiğini lehvi mahfuza bakarak oradan Kur’an-ı yazdığını yazdırdığını İddia edenler nasıl yalan iddianın sahibi olduklarını sizlerin takdirine bırakıyorum.
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurların kendisine Allah tarafından ilham edildiğini hatta Allah tarafından yazdırıldığını söylüyor ve diyor ki:“ Bu Risale-i Nur bana Kur’an-ın indirildiği yerden indirilmiştir. Kimin haddine onun bir noktasına bile itiraz etmek…” diyerek kitaplarının vahiy kaynaklı olduğunu ve hatasız olduğunu iddia ediyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( --Mektubat, 353-354; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 267; Barla Lâhikası, 12. -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 36. -- Şuâlar, 572; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 124, Sekizinci Şua. -- Tarihçe-i Hayat, 579,-- Barla Lâhikası, 21, Yirmiyedinci Mektuptan/Hulûsi. -- Rehberler, 141 -- Müdâfaalar, 300, Afyon Müdâfâsı/Zübeyir’in Müdafaasıdır. -- Müdâfaalar, 347, Afyon Müdâfâsı. )
Cenabı hak şöyle buyuruyor:
Vay o kimselere ki, elleriyle Kitabı yazarlar, sonra da onu az bir karşılığa değişmek için, “Bu, Allah’ın katındandır” derler. Vay ellerinin yazdıklarından ötürü onların haline! Vay kazandıklarından dolayı onların haline! ( Bakara Suresi: 79)
Yüce Allah, "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar (yûhî). Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Fakat sen, onları düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!" buyurmuştur.( En'am, 112.)
Allah, burada, batıl ve asılsız şeyden "yaldızlı söz" diye bahsetmiştir. Çünkü sahibi onu elinden geldiğince süsler ve aldanmaya müsait kişinin kulağına atar; o da buna kanar ve inanır.
Said Nursî Risale-i Nurlar’ın vahiy eseri olduğunu iddia ediyor. Hatta Bu eseri Allah yazdırdı diyor. Ancak biz peygamber olmayan bir insana Allah’tan vahiy (ilham) gelir mi gelirse bunun sınırı nedir bunu anlatalım.
Said Nursi’nin iddiasının aksine risale-i nurlar batıl inanç ve hatalarla doludur. Bu hatalar ciltler dolusu kitabı dolduracak çoklukta ve vahim hatalardır. Cenabı hak kullarının kalbine ilham eder elbette ancak şeytanın da insanların kalbine vahiy (ilham) edeceği Kur’an da bize haber veriliyor. Allah bir kulun kalbine batıl şeyleri vahiy (ilham ) etmeyeceğine göre Risale-i Nurlardaki batıl şeylerin şeytanın ilhamı olduğu ortaya çıkıyor. Hatta şeytan insanı saptırmak için insana yaptığı ilhamların içine bazen doğru şeylerde katabilir, bunun amacı bu doğruların içine kattığı batıl şeylerle insanı saptırmaktır.
Öncelikle şu kesin olarak bilinmelidir ki İslam da ilmin kaynağı ilham veya rüya kesinlikle değildir. İlham veya rüya peygamberler için bilgi kaynağıdır onların rüyaları ve kalplerine gelen ilhamlar vahiy olup Allah şeytanı onların rüya ve ilhamlarına karıştırmamıştır. Diğer insanların Rüyaları ve kalplerine gelen ilhamlar Rahmani olduğu gibi şeytanide olabilir. Bize düşen bunları Kur’an ve sahih sünnete arz ederek Kur’an ve sünnete muhalif değillerse Allah’a hamd etmek, değilse Allah’a sığınıp onlardan uzak durmaktır.
Said Nursi ye gelen ilhamlar Rahmani olsa bile bunların dinde delil olması söz konusu değildir. Bu ancak kendini bağlar, Akıl sahibi bir insan ise bu ilhamlarını önce Kur’an ve sünnetin onayına arz eder. İnsanlara Kur’an ve sünnetin ahkâmını beyan ederdi.
Eğer ilham delil veya bilgi kaynağı olsa idi insanların sayısınca yollar ortaya çıkardı herkes kendine göre bir yol icat ederdi. Oysa hiçbir İslam âlimi buna tevessül etmemiştir.
Buharî ve Müslim’de Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Sizden önceki ümmetler arasında, kendilerine ilham olunanlar vardı. Eğer benim ümmetim içinde de böyle biri varsa, o da Ömer’dir." ( Buhārî, Fezâilu’s-Sahâbe, 6/37; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 2/23)
"Kendilerine ilham olunanlar" şeklinde tercüme edilen "muhaddesûn" (kendilerine haber verilenler, kendilerine söz söylenenler) hakkında İmam Buharî, "Onların dillerine bir şeyin doğrusu geliverir." (Nak. Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi,10/232.) İmam Süfyan b. Uyeyne, "Muhaddes diye kavrayışlı ve anlayışlı kişiye denir." (Tirmizî, Menkabe, 54/3938)
İmam Cafer Sadık da, "Muhaddes, Allah’ın kendisine gerçekleri anlamasını sağladığı kimsedir." demişlerdir. (Nak. Mutahharî, Hâtemiyyet,çev. Şamil Öcal, Fecr Yayınları, Ankara 1989, 32)
Mülhemûn’dan olan Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki:
"Ben üç şeyde Rabbime muvafakat ettim: “Ey Allah’ın Elçisi, İbrahim makamını namazgâh edinelim” dedim. Müteakiben “Siz de İbrahim makamından bir namazgâh edinin!” (Bakara, 215) ayeti nazil oldu.
Bir de hicap ayeti ki, “Ya Resulullah, kadınlarına emretsen de, onlar perde içine girseler! Çünkü hayırlı-hayırsız kimseler onlarla konuşabiliyor” dedim. Bunun üzerine hicap ayeti (Ahzâb, 32–33) nazil oldu.
Keza, Peygamber’in zevceleri, bir keresinde kendisine karşı kıskançlık göstermek üzere ittifak etmişlerdi. Eğer o, sizi boşarsa, yerinize Rabbinin ona sizden hayırlılarını vermesi ümit edilir, dedim. Derken bu (Tahrîm, 5) ayeti nazil oldu." (Buhārî, Salât, 32/52.)
Hz. Ömer’in bu sözleri, ayetlerin inmesinden önce olduğu hâlde, "Rabbim bana muvafakat etti" demeyip de, "Ben Rabbime muvafakat ettim" demesi onun ne kadar anlayışlı fakih ve Rabbine karşı ne kadar edepli olduğunun bir delilidir. Burada görüşünde isabet eden Hz. Ömer Hudeybiye anlaşmasında ise görüşünde hata etmiştir ve Peygambere (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) muhalefet etmiştir. Nitekim şeytan, ilhama mazhar olan Hz. Ömer’e Hudeybiye Antlaşması sırasında, Furkan suresinin okunuşu ile ilgili olarak Hakim b. Hizam’la olan tartışmasında ve Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) vefatı sırasında birtakım aldatmalarda bulunmuş ve Ömer’in nefsine arız olan bu düşünceler ve yanlışlardan ancak kendisine Ayet ve hadisler arz olununca dönmüştür. Ömer gibi bu ümmetin Ebu Bekr (Radıyallahu Anh)’dan sonra en hayırlısı bile hata etmiştir.
Anlaşılacağı üzere ilham; Allah’ın, meseleleri daha açık görüşle anlaması için kişinin kalbini açması, bunu kişiye kolaylaştırması ve onu doğruya sevk etmesidir. Yoksa ciltlerce risaleleri, kişiye âdeta zorla, "ihtiyarı ve rızası haricinde yazdırması" değildir.
Cenab-ı Hak buyurmuştur ki:
"Senden önce gönderilen her Rasul ve her nebi bir temennide bulunduğu zaman, şeytan onun temennisine bir şey sokmuştur. Fakat Allah, şeytanın soktuğu şeyi iptal eder, sonra da ayetlerini sağlamlaştırır. (...)"( Hac, 22/52.)
Bu ayeti kerimede açıkça görülüyor ki; Şeytan Peygamberlerin kalplerine bile bir şeyler sokuşturmaya çalışmıştır ancak Allah Peygamberleri şeytanın vesveselerinden korumuştur. Böylece Allah kendi ayetlerini muhkem hâle getirmiştir. Zira nebi, hak üzeredir. Oysa diğer bütün insanlar şeytanın vesveselerinden korunmamışlardır. Onlar ancak kalplerine gelen şeyleri Kur’an ve Sünnete arz ederek onun onayladığına uyup onaylamadığından uzak durmaları gerekir.
Hz. Ömer, ashab-ı kiram ile istişare eder ve bazen kendi görüşünü bırakıp onların düşüncesine katılır, bazen de ashap ona uyardı. Olur ki, Ömer bir söz söyler, ama bir Müslüman kadın kalkıp onun sözlerini reddeder ve gerçeği açıklar, Ömer de kendi görüşünden vazgeçip, bu kadının sözlerine hak verirdi. Meselâ, mehir miktarını belirleme meselesinde böyle olmuştu. Yine olur ki, o bir görüşe sahip olur, fakat o konuda kendisine Hz. Peygamber’den bir hadis hatırlatılır, bunun üzerine hemen kendi görüşünü terk ederek bu hadisle amel ederdi. Çeşitli konularda, ilgili bazı sünnetleri kendisinden aşağı mertebede bulunan kişilerden alırdı. Bazen bir şey söyleyip, kendisine "isabetlisin!" denildiğinde o: "Vallahi Ömer, gerçeğe isabet mi etti, yoksa yanıldı mı, bilmiyor!" şeklinde cevap verirdi.
Bizden önceki ümmetlerde kendisine ilham verilenlerin varlığı kesindir. Böyle kimselerin bu ümmette (ümmet-i Muhammed’de) bulunması, ümmetlerin en faziletlisi olmakla beraber, (yukarıda naklettiğimiz hadiste) şart edatına bağlanmıştır. Çünkü bizden önceki ümmetlerin onlara ihtiyacı vardı. Bu ümmet ise, Nebilerinin ve onun risaletinin kemalinden dolayı onlardan müstağnidir. Allah Tealâ, bu ümmeti Nebiden sonra, keşif, ilham, muhaddes ve rüya sahibi kimselere muhtaç kılmadı. Şart edatıyla yapılan bu bağlantı, ümmetin kemalinden ve müstağni oluşundandır, noksan oluşundan değil. Sıddık, muhaddesten (İlham olunandan) daha kâmildir, çünkü sıddıklığın kemali; mana bağlılığı ile ilham, içe doğma, keşif gibi şeylerden müstağnidir. Çünkü sıddık bütün kalbini, sırrını, içini-dışını Resulüne teslim etmiştir. Bununla o, diğer şeylerden müstağni olur.
Birçok hayalperest ve cahilin "Kalbim Rabbimden bana bunu ilham ediyor" dediği şeye gelince; kalbinin ona bir şeyler söylemiş olması doğrudur, fakat kimden? Rabbinden mi, yoksa şeytanından mı? "Kalbim bana Rabbimden böyle ilham etti" derse, kendisine ilham edip etmediğini bilmediği birine söz isnat etmiş olur ki, bu da yalandır. Bu ümmetin muhaddesi, asla böyle söylemez, hiçbir zaman böyle bir şeyi ağzına almaz. Şüphesiz Allah, Ömer’i, bunu söylemekten korumuştur. Bilâkis, bir gün kâtibi "Bu, müminlerin emîri Ömer b. Hattab’a Allah’ın gösterdiği (öğrettiği, ilham ettiği) şeydir" diye yazdığında, Ömer: "Hayır, onu sil! Bu, Ömer b. Hattab’ın gördüğü şeydir, eğer o doğruysa Allah’tandır; yanlış ise Ömer’dendir. Allah ve Resulü ondan beridir, uzaktır, diye yaz!" buyurmuştur. Ömer "kelâle" (miras hukukuyla ilgili bir kavram) konusunda: Bu konuda kendi görüşümü söylüyorum, eğer doğruysa Allah’tan; şayet yanlış olursa benden ve şeytandandır, der. Resulullah (s.a.v.)’ın şahadeti ile muhaddes olan Ömer’in sözü böyledir. Oysa Tasavvuf fırkasına mensup birçok kişinin ve Said Nursi’nin "Rabbim, kalbime böyle ilham etti" dediğini görürsün.
Bu konuda Hz. Ebu Bekir’in tavrı da Hz. Ömer’inki gibidir. Nitekim o da, "Kendi reyimi söylüyorum. Eğer isabet edersem Allah’tandır; hata edersem bendendir." demiştir. Aynı mealdeki sözler, Hz. Ali’den ve İbn Mesud’dan da rivayet edilmektedir.
İbn Kayyım el-Cevziyye, İgasetu’l-Lehfan fi Mesayidi’ş-Şeytan adlı eserinde der ki:
Peygamberlerden başkaları, şahsî düşüncelerinde ve ilhamlarında hata da ederler, isabet de. Onların zan ve ilhamları, düşünceleri ve hatıraları, Allah’ın kulları için delil ve hüccet niteliği taşıyamaz.
Allah’ın ilhamına mazhar olanların sadatı, ashab-ı kiram efendilerimizdir. Onlardan Hz. Ömer (r.a.)’in, ilâhî ilhama mazhar olduğu, hadis ve nice olaylar ile sabittir. Böyleyken o, belli bir konuda fikrini söyler, mertebesi ondan çok aşağı bulunan biri de kendisine itiraz ederdi. O da, gelen itirazı anlayışla karşılar, üzerinde düşünüp istişarelerde bulunur, kendisinin hatalı olduğu anlaşılır, o da hatasından dönerdi. Şahsî düşüncelerini ve ilhamlarını, daima Allah’ın Kitabına, Resulullah’ın Sünnetine arz ederdi. Kendi zan ve ilhamlarına itibar ve itimat etmezdi. Yani onları değil, Allah’ın Kitabını ve Resulünün Sünnetini hakem tanırdı.
Bu ümmetin en faziletlisi ve hakka en yakın olan sahabe ve tabiin böyle iken birde Said Nursi’nin iddialarına bakınız. Yazdığı kitabın Allah katından yazdırıldığından o kadar emin ki noktasına bile kimsenin itiraz edemeyeceğini söylüyor. Risale-i Nurlar’ın, Kur’an’ın indirildiği yerden indirilmiştir diyecek kadar sapmış ve şeytanın oyuncağı olmuştur.
Said Nursi ve onun gibi şeytanın oyuncağı olmuş kişiler Kur’an ve Sünnet ilmini öğrenmeleri ona uymaları gerekirken kalplerine gelen batıl ilhamları kendilerine din edinmekteler. Oysa vasıtasız olarak yüce Allah ile konuşup, doğrudan doğruya ondan ilim ve marifet alan zatlar, ancak Hz. Musa (a.s.) gibi peygamberlerdir. Bunun için ona "Kelimullah" denilmiştir. Bu cahil kişiler ise, kendilerinin de Kelimullah olduğunu zannetmekte, ilim ve din dışı sözler söylemektedirler. Evet, bu kişiler bazı sesler duymuşlardır. Fakat Rahman’ın değil, şeytanın sesini... Ya da nefs-i emmaresinin sesini.
Ashab-ı kiramın, kendi düşüncelerini ve kararlarını itham etmelerinin misalleri pek çoktur. Hâlbuki onlar, bu ümmetin en hayırlıları, kalpleri en temiz, ilimleri en derin olanlarıdır. Nefsanî ve şeytanî ahvalden en uzak bulunanlar onlardır. Kitaba ve Sünnete en çok ittiba edenler de onlardır. Kitabı ve Sünneti aradan çıkarıp "Bana kalbim, Rabbimden alarak dedi ki..." diyenler ise, Kitaba ve Sünnete en uzak olanlardır. Gerçekten züht ve takva sahibi olanlar ise, dosdoğru yol üzerinde bulunup, asla şahsî keşiflerine ve ilhamlarına önem vermezler. Bunları kendilerine hakem tanımazlar. Herhangi keşfi ve ilhamı, Kitaptan ve Sünnetten iki şahit olmaksızın kabul etmezler. İşte bu ümmetin gerçek takva sahibi kişileri de bunlardır.
*****
--- Said Nursi kimseye soru sormamak kaydıyla ilmini Rüya yoluyla ve Hz. Peygamberden aldığını iddia ediyor. Sadece üç ay ilmi tahsili olan Said Nursi’nin ilmi rüya ve ilham kaynaklı olduğu naklediyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Tarihçe-i Hayat, 32, İlk Hayatı. -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 102; Şuâlar, 564, Birinci Şua. --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 21-22, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar)
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, Said Nursi’ye rüyasında, ümmetine soru sormaması şartıyla Kur’an ilimi öğretileceğini müjdelediğini iddia etmiştir. Said Nursî, rüyaların delil ve hüccet olmadığını belirtmesine karşın, Kur'an ilminin kendisine Hz. Peygamber tarafından rüyada verildiğini söylemektedir. Delil ve hüccete dayanmayan bir yolla, Kur'an ilmi öğrenilemez, elde edilemez. Elde edilen bir şey varsa da bu, ilim olarak vasıflandırılamaz. İslâm, ilim edinme yollarını, bilgi kaynaklarını göstermiştir. Rüyalar din hakkında delil olmadığı gibi ilminde kaynağı olmaz.
Şimdi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in rüyada görülme meselesini ele alalım:
"Rüyasında beni gören, (hak olarak) beni görmüştür, çünkü şeytan ben(im suretim)le hayale giremez." (Buhārî, Ta‘bir, 10/13.)
"Beni rüyada gören, hakikaten görmüştür, çünkü şeytan benim şeklime giremez."(Müslim, Rü'yâ, 1/10.)
Bu hadis-i şerifin izahı şöyledir: Bir kimse, Hz. Peygamber’i kendi şekli ve sureti ile görürse, gerçekten Hz. Peygamber’i görmüş olur. Çünkü şeytana Hz. Peygamber’in şekline girerek birini aldatabilme gücü verilmemiştir. Bu açıklamayı Muhammed b. Şirin yapmıştır. İmam Buharî onun şu sözünü nakletmektedir:
"Peygamber’i rüyada görmek, kişinin onu ancak hayatında vasıflandığı sureti üzere gördüğü zaman gerçekleşir."( Buhārî, Ta‘bir, 10/12.)
Allâme İbn Hacer, sağlam senetlerle şöyle rivayet etmektedir: Bir kimse İbn Sirin’e, "Ben rüyamda Hz. Peygamber’i gördümdeyince" ne şekilde, ne biçimde gördüğünü sorardı. O kimse Hz. Peygamber’in şekline ve şemailine uymayan bir biçim söylerse, İbn Sirin ona: "Sen Hz. Peygamber’i görmemişsin"derdi. İbn Abbas’ın tutumu ve davranışı da aynıydı. Nitekim Hâkim, senediyle bunu nakletmiştir. Doğrusu şu ki: Hadisin sözleri de bu manayı tevsik ve ispat etmektedir. Bu hadisin sahih senetlerle nakledilen sözlerinin hepsinden anlaşılan şey, şeytanın Hz. Peygamber’in şekline giremediğidir. Yoksa herhangi bir şekle girip, insanı Hz. Peygamber’i gördüğünü zannettirerek aldatması değil.
Bu konuda, birçok âlimin görüşü bu minval üzeredir. Şeyh Alâaddin der ki:
Demek ki, sahih olan rüya Resulullah’ın sahih bir nakille sabit olan suretini görmektir. Şayet, biri bu suretten başka bir surette Resulullah’ı rüyasında gördüğünü zannederse; o, Resulullah’ı görmemiştir.
Bazı kimseler, "Eğer şeytanın hilesinden korunmak, Hz. Peygamber’i sadece kendi asıl şekli ile görülmesi şartına bağlı olsaydı, o zaman bu koruma, ancak sağlığında Peygamber’i görmüş olan kişiler için mümkün olurdu. Daha sonraki dönemlerde gelen kimseler, rüyalarında gördükleri şahsın suretinin Hz. Peygamber’e veya başka bir kimseye ait olduğunu nasıl bilebilirler?" diye soruyorlar. Böyle bir sorunun cevabı şudur: Daha sonraki dönemlerde gelen kimseler, rüyalarında gördükleri şahsın Hz. Peygamber olduğunu tam bir güvenle söyleyemezler. Ama rüyalarının manasının ve konusunun Kur'an-ı Kerim ve Sünnetin bildirdiklerine uyup uymadığını kesin olarak bilebilirler. Eğer bu rüya, Kitaba ve Sünnete uygunluk gösteriyorsa, o zaman gerçekten rüyasında gördüğü kimsenin Hz. Peygamber olması ihtimali çok daha fazladır. Çünkü şeytan bir kimseye doğru yolu göstermek için değişik şekle giremez.
Eğer bir kimse rüyasında Hz. Peygamber’i görse de, ondan herhangi bir emir alsa veya bir şeyi o kimseye men etse ya da din konusunda ondan bir çeşit işaret ve ima yollu bir şey görse; o gördüğü, duyduğu şeylerin Kitapta ve Sünnette benzerini görmeden onlara uyması, uygulaması caiz değildir. Allah Tealâ ve Peygamberi, din konusunda, bizi rüyalara, ilhamlara ve keşiflere bırakmamış, hakkı ve batılı, doğruyu ve yanlışı pırıl pırıl bir Kitap ve senetli, delilli bir Sünnet içinde önümüze koymuştur. Eğer gördüğünüz bir rüya veya keşif yahut ilham, Kitaba ve Sünnete uygun ise, o zaman Peygamber’i görmeyi nasip etti diye veya keşif ve ilham nimetini lütfetti diye Allah’a şükrediniz. Ama o gördüğünüz rüya, Kitaba ve Sünnete ters ve aykırı ise, o zaman da onu reddederek, böyle denemelerden ve imtihanlardan koruması için Allah’a yalvarınız.
Bu inceliği anlayamamaktan dolayı pek çok kimse, dalâlete düşmüştür ve düşmeye devam etmektedir. Bizzat tanıdığım bazı kimseler rüyalarında, inandıkları sapık bir mezhebin kurucusuna Hz. Peygamber’in iltifat ettiğini veya onu desteklediğini gördüklerini zannettiklerinden dolayı, o sapık mezhebe bağlanmışlardır. Eğer onlar, rüyada gördükleri herhangi bir insan şeklinin Hz. Peygamber olamayacağı ve Hz. Peygamber’i gerçekten rüyada görmek nasip olsa bile, onunla dinî bir hüküm elde edilemeyeceği gerçeğini bilmiş olsalardı, böyle bir sapıklığa düşmezlerdi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki:
"(...) Rüya üç türlüdür: (...) Üçüncüsü: Kişinin kendi kendine konuştuğu (düşündüğü) şeylerden meydana gelir. (...)"(Müslim, Rü'yâ, 6.)
Bütün bu aktardıklarımız göstermektedir ki, Said Nursî ve şakirtleri davalarını ispat edebilmek için birtakım rüyalara sığınmışlardır. Bunlara tâbi olanların birçoğu da, rüyalarında gördükleri ile hareket edip, bunlara inanmışlar ve arkalarından gitmişlerdir.
Anlatılan bu rüyaların Nur Risaleleri’nde uzun uzun zikredilmesi tesadüfî değildir. Zira bu çeşit rüyalar, safdil ve basit insanları aldatmada kullanılan en yaygın vesiledir.
Bildiğimiz gibi, avam tabakasının ve cahillerin büyük bir kısmı rüyaya bağlanırlar, rüyadan gelen her şeyi tasdik ederler, onu hayatlarında takip edecekleri yolu aydınlatan bir ışık sayarlar; alâmetlerini, hayallerindeki kalıntıları incelemeye koyulurlar.
Sadık rüyalar azdır. Bunlar sadık rüya olsa bile bunlar zannı delildir ve üzerine itikadı esaslar kurulamaz, bir fikrin ispatına veya dinî hükümlerden herhangi birine delil olamaz.
*****
---Said Nursi ABD, İngiltere ve birçok Avrupa devletinin devlet olarak İslam’ı kabul edeceğini Kur’ana sarılacağını bildiriyor Bu ülkelerin kominizim ve dinsizliğe karşı İslam’ı kabul ederek mücadele edeceğini ve Amerika’nın bütün kuvvetiyle İslam’a ve Müslümanlara destek olacağını, Müslümanlarla ittifak halinde olacağını, İslam’ı destekleyip yayacağını, Yeni İslam devletlerini destekleyeceğini yazıyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( -- Emirdağ Lâhikası I, 242, Yirmiyedinci Mektuptan/Aziz); -- Tarihçe-i Hayat, 489, Emirdağ Hayatı -- Rehberler, 36, Gençlik Rehberi/Onikinci Söz’ün İkinci Makamının Zeyli. --Tarihçe-i Hayat, 88, İlk Hayatı -- İctimâi Reçeteler II, 101, Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesi.)
Said Nursî, tek tek şahısların İslâm’la tanışıp hidayet bulmaları ile, devlet ve hükümetlerin faaliyetlerini birbirine karıştırmıştır. Bu devletler şu ana kadar bırakın İslam’ı kabul etmeyi İslam’a düşmanlığını hala devam ettirmekteler. Yine bu devletler Müslümanlara yeryüzünde zulüm etmeye de devam etmekteler. Üstelik kominizim yıkılıp yok olduğuna göre Said Nursi’nin gabya attığı bir taş daha yalana isabet ettiği ispatlanmış oldu.
Bu devletlerde Hıristiyanlık tekrar gündeme gelmiş, haçlı ruhu hortlayarak Müslüman asıllı ulusların başına belâ olmuştur. Avrupa’nın ortasında Bosna Hersek’te Müslümanlar soykırıma uğradılar. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile orada da tekrar gündeme gelen Hıristiyanlık, Ermeni zulmüyle Müslümanlara kan kusturmaya devam etmektedir. Rusya, Müslüman Çeçenlere hâlâ büyük zulümler uygulamaktadır.
Said Nursî, İngiltere’den de bahsetmektedir ki, yukarıda da belirtildiği gibi, orada bazı şahıslar İslâm ile müşerref olmuşlardır. Ama İngiltere devlet olarak, asırlardır İslâm ve Müslümanların en büyük düşmanıdır. Yıllarca İslâm ülkelerini sömürmüş, Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya çalışmıştır. Hâlâ da bu faaliyetlerine birçoğu fakir olan Asya ve Afrika ülkelerinde, hatta Türkiye’de misyonerleri vasıtasıyla devam etmektedir. Müslümanlara yaptığı en büyük düşmanlık ise, Said Nursî’nin de hayatta olduğu bir tarihte, İslâm topraklarının ortasına İsrail gibi bir terörist Yahudi devletini kurması olmuştur. Keza, Amerika da bu işin en büyük ortağıdır. Bunlar yakın tarihin bilinen olaylarıdır ki, Amerika gibi zalim bir devleti, Said Nursî nasıl olmuş da Müslüman olacağını, İslam’a hizmet edeceğini, İslam devletlerine destek ve himaye edeceğini iddia ediyor.
Oysa Amerika; Asya’yı, Afrika’yı ve en önemlisi Ortadoğu’yu karıştıran, barışı ve sükûneti önleyen, hatta oraları Müslüman kanına bulayan bir devlettir. Hâlen Filistin başta olmak üzere Ortadoğu’nun birçok ülkesinde Müslüman kanı, Hıristiyanlar ve Yahudiler tarafından akıtılmaktadır ki, bunların en büyük destekçisi Amerika ve İngiltere’dir. Irak’ın hâlinden hiç bahsetmeyelim.
Nur Risaleleri’ndeki Said Nursî’yi tavsif eden övgü dolu cümlelerin ayaklarının yere basmadığının en bariz delili, bu safdil ve basiretsiz yorumlardır. O zamanlar Amerika’nın aradığı salim dine (!) talip ve Amerika’nın biçtiği bu rolü oynamaya amade olan bu zihniyetin, Amerika’nın uyguladığı şeytanî siyaseti başka türlü yorumlaması da beklenemezdi.
Said Nursi ABD, İngiltere ve Avrupa’nın birçok devletinin Müslüman olup İslam’a ve Müslümanlara hizmet edeceğini değil de, Nurculuk adındaki batıl dine müsamaha gösterip yardım edeceğine söyleseydi bu kehanetinde isabet etmiş olurdu. Malum olduğu gibi kâfirler İslam’ı ve Müslümanları yıkmak için Tasavvuf gibi nurculuk gibi batıl yolları ve fırkaları hep koruyup desteklemiştir, Çünkü bu kâfirler iyi biliyorlar ki; İslam’ı tahrif edip, Müslümanları zehirleyip yerde süründürmek için bu batıl fırkalar biçilmiş hazır kaftan gibidir. Bu kaftanın allanıp pullanıp Müslümanlara İslam diye giydirilmesi gerektiğini biliyorlar. Bu batıl fırkaların/dinlerin ismi bazen diyalog olur, Bazen aşk ve hoşgörü olur, Bazen demokrasi olur, Bazen tasavvuf olur, Bazen nurculuk olur… Vb.
İsimler değişse de bu fırkaların belirgin özellikleri şunlardır: Küfre ve kefire gayet hoşgörülü, Müslüman’a ise gizli ve açık kin ve düşmanlık beslerler, Kur’an ve Sünnetten yaban eşeği gibi kaçtıkları halde kendi elleriyle yazdıkları batıl eserlerine ise sıkı sıkı sarılırlar. Sünnet ehlinden ve sünnetten kaçtıkları halde, Bidat ve hurafelerin peşinde koşup ona sarılırlar, Müslümanları çeşitli isimlerle itham ettikleri halde kendi batıl yollarını ve önderlerini yaldızlı sözlerle yerlere göklere sığdıramazlar.
Said Nursi gibi şahısların bu batıl inançları etkisini o kadar göstermiştir ki; Türkiye’nin en meşhur nurcu liderleri papanın elini öpecek kadar alçalmıştır. Bundan daha kötüsü Müslümanların memleketlerini işgal eden Hıristiyanlara karşı cihat eden mücahitler için ise bakın o nurcu liderler ne diyor: “Bunlar insanlar içinde en çok nefret ettiğim kişilerdir” diyerek kâfire dost olduğunu ortaya koymuştur.
*****
---Said Nursi Risale-i Nurlarda; Dünyada ki sıkıntılar, felaketler, sebebiyle kâfirlere de merhamet ve mükâfat vardır. Diyor ve şöyle devam ediyor:” Kâfirlerden olanlar meşakkat ve sıkıntı sebebiyle ölürse on beş yaşına kadar olanlar hangi dinden olursa olsun şehit hükmündedir. On beş yaşından yukarı olan kâfirler ölürse de masum ve mazlum ise; mükâfatı büyüktür belki onu Cehennem’den kurtarır.” diyor
Said Nursi şöyle devam ediyor: Din hususunda fetret dönemi yaşıyoruz. Hz. İsa gelince dinin hakikatiyle hükmedecek. Şimdi fetret döneminde yaşayan Hz. İsa’ya mensup Hıristiyanların çektikleri sıkıntı ve felaketler onların günah ve küfürleri için birer kefaret olur. Bu belki cehennemden çıkmalarına sebep olur. Diyor. Said Nursi Kalbine böyle bir ihtar gelmesinden dolayı da şükrediyor (Bu ihtar kimden geliyor sa ?!)
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( --Kastamonu Lâhikası, 114-115, Yirmiyedinci Mektubdan/Gayet ehemmiyetlidir; -- Tarihçe-i Hayat, 290, Kastamonu Hayatı/Üstad Bediüzzaman’ın İkinci Dünya Harbi Esnasında Yazdığı Mühim Bir Mektub.)
Said Nursî, bu büyük iddialarına ilmî bir tek delil göstermemiştir. Tek delili (?), kimin ettiği belli olmayan kalbine gelen ihtarlardır. Said Nursî’ye, Allah’ın Kitabından ve Resulünün sahih hadislerinden aldığımız haberler ile cevap vereceğiz:
Cennet ve nimetleri kâfirlere haram kılınmış olup, yüce Allah, başlarına ne musibet gelirse gelsin kâfirleri cennete koyacak değildir. Küfrün cezası da içinde ebedî kalınacak olan cehennemdir. Bunlar nasslar ile sabittir.
Cehennemin pek çok tabakası, çeşit çeşit azabı vardır.
"Şüphe yoktur ki, münafıklar ateşin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için asla bir yardımcı bulamazsın." ( Nisa, Suresi:145.)
"Cehennem ise, o azgınların hepsinin birden buluşma yeridir. Onun yedi kapısı, her kapının da, oradan girmek için ayrılmış bir grubu vardır." (Hicr, Suresi: 43–44.)
Hz. Peygamber (s.a.v.) de bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet günü cehennem ehlinin en hafif azap göreni, ayak çukurlarına iki ateş parçası konulacak olandır ki, bunların sıcaklığından beyni kaynayacaktır." (Buhārî, Rikāk, 51/145; Müslim, İman, 91/363.)
"Mükâfat" kelimesi ise, bu konuda kaçınılması gereken bir sözdür. Kâfirler mükâfatlandırılacak ne yapmışlardır?
"(...) Kâfir olarak ölenlerin bütün amelleri dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada sürekli kalacaklardır." (Bakara, Suresi:217.)
"(...) İmanı tanımayıp küfre sapanın ameli boşa gitmiştir. Kendisi de ahirette kaybedenlerdendir." ( Mâide Suresi:5.)
"Rablerini inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer (ki, rüzgâr sebebiyle ondan hiçbir eser kalmamış gibi) onlar da kıyamette amellerinden hiçbir şey elde edemezler. İşte bu, çok uzak bir sapıklıktır." (İbrahim, Suresi:18)
"İnkâr edenlerin ve Allah’ın yolundan saptıranların amellerini Allah boşa çıkarır. İman edip salih amel işleyenlerin ve Muhammed’e Rablerinden hak olarak indirilene inananların kötülüklerini ise örter ve hâllerini ıslah eder. Bu, inkâr edenlerin batıla; iman edenlerin ise Rablerinden gelen hakka tâbi olmaları dolayısıyladır. İşte Allah, onların durumlarını, insanlara böyle anlatır." (Muhammed, Suresi:1–3.)
"Küfredenler ise, yüzükoyun düşüş onların olsun! (Allah) onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu, onların, Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmamaları sebebiyledir. Allah da onların amellerini heder etmiştir." (Muhammed, Suresi:8-9)
Sahih-i Müslim’in İman Bölümü’nde 92. Bap "Kâfir Olarak Ölene Hiçbir Amelin Fayda Vermeyeceğine Delil Babı"dır. Bu bapta nakledilen hadis de şöyledir:
Aişe (r.anhâ) şöyle dedi:
-Ey Allah’ın Elçisi, İbn Cüd'an cahiliye devrinde akrabasına yardım eder, fakirleri doyururdu. Acaba bunlar ona bir fayda verir mi? dedim. O:
-Hayır, fayda vermez. Çünkü o bir gün bile "Ya Rabbi, din gününde benim günahlarımı mağfiret eyle" dememiştir, buyurdu. (Müslim, Îmân, 92/365.)
Hz. Peygamber, bu adamın ahirete inanmadığını, böyle birine ise, yaptığı hayır ve hasenatın hiçbir faydası olmayacağını belirtmiştir.
Kadı Iyaz diyor ki: Kâfirlere amellerinin fayda vermeyeceğine, bunlardan dolayı sevap görmeyeceklerine, azapları da hafifletilmeyeceğine icma-ı ümmet mün'akıt olmuştur. Lâkin, suçlarına göre küffarın azapları birbirinden şiddetli olacaktır. (Nak. Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 2/246–247.)
Said Nursî’nin "masumlardan kimleri kastettiği anlaşılmıyor. Eğer kastedilen kâfirlerin çocukları ise, bunların durumu hakkında ulema ihtilâf etmiştir. Bazı âlimler, onların cennetlik olduğu görüşündedirler ki, onlar için sadece "ehl-i necat" demişlerdir. Bu görüşten hareket edilse dahi, "şehadet" kelimesi onlar için yine kullanılamaz. Çünkü birine ancak naslar da belirlenen durumlar doğrultusunda "şehit" denebilir ki, bunlar için böyle bir şey asla varit değildir.
Kâfirlerin çocuklarının babalarına tâbi olduğu ve haklarında tevakkuf edilip, "Yaşayacak olsalardı onların neler yapacaklarını Allah daha iyi bilir" şeklinde ifade edilen görüşteki âlimlere göre ise, onlara ehli-i necat bile denilmez, nerede kaldı ki şehit denilsin... Said Nursî’nin masumlardan kastı, herhangi bir durumdaki kâfirler ise, bu kelimenin onlar için kullanılması "şahadete ve şühedaya" yapılan bir iftira ve zulümdür.
Bizim burada maksadımız, kâfirlerin çocuklarının durumunu tahkik etmek değil, sadece, ne şekilde ölürlerse ölsünler ya da öldürülsünler onlara "şehit" denilemeyeceğini ortaya koymaktan ibarettir.
On beş yaşına kadar olanların, hangi dinden olurlarsa olsunlar "şehit" kabul edilmesi, İslâm’a aykırıdır. Örneğin; bir çocuk on dört yaşında iken buluğa erse ve küfür üzere iken bir musibet sırasında ölse, o, kâfir olarak ölmüştür, şehit olarak ölmesi ise şurada kalsın...
Said Nursî, zamanını âdeta "fetret devri" olarak görmektedir. Bahsimiz olan bu mektup, Tarihçe-i Hayat’ta da belirtildiği gibi, 2. Dünya Savaşı sırasında yazılmıştır. Savaş esnasında ölen Hıristiyanların durumunu, kendince ele almaktadır. Said Nursî, Hıristiyanlardan genel olarak bahsetmektedir.
Kesin ve mütevatir olarak bilinmektedir ki, Hz. Muhammed (s.a.v.) müşrikleri kendisine iman etmeye davet ettiği gibi ehl-i kitabı da kendisine iman etmeye davet etmiş; müşriklerle savaştığı gibi ehl-i kitapla da savaşmıştır. Tebuk yılı Hıristiyanlara açılan savaşlara ve yapılan seriyyelere bizzat kendisi de katılmış, hatta azatlısı ve oğul edindiği Zeyd b. Muhammed, Cafer ve başka yakınları Hıristiyanlarla yapılan savaşlarda öldürülmüşlerdir. Yine Necran Hıristiyanlarının cizye vermelerini kendisi istemiştir.
Kendisinden sonra Raşit halifeleri de ehl-i kitapla savaşmış; onlardan olup kendilerine savaş açanlara savaş açmış ve savaşmayıp kendilerine cizye vermeyi kabul edenlerden cizyeyi almışlardır.
Kur'an, ehl-i kitabı Hz. Muhammed’e uymaya davet eden, ona tâbi olmayanları tekfir edip kınayan ve lânet eden; tıpkı müşrikler için söz konusu olduğu gibi ehl-i kitaptan ona tâbi olmayanların cehennemi hak ettiklerini ifade eden ayetlerle doludur. Bu ayetlerin birinde şöyle buyrulmaktadır: "Ey kitap ehli, biz bazı yüzleri silip arkalarına döndürmeden, ya da cumartesi adamlarını lânetlediğimiz gibi onları da lânetlemeden önce, yanınızdakini doğrulayıcı olarak indirdiğimiz (Kitab)e iman edin." (Nisâ, 4/47) Kur'an’da "Ey kitap ehli...", "Ey İsrail oğulları..." ifadeleriyle başlayan pek çok ayet vardır.
Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır: "Kitap ehlinden ve müşriklerden (Hakk’ı) tanımayanlar, kendilerine açık delil gelinceye kadar (bulundukları hâlden) ayrılacak değillerdi. (İşte o delil), Allah tarafından (gönderilmiş) tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir. O sahifelerde doğru yazılmış hükümler vardır. Kitap ehli, ancak kendilerine açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler. Oysa kendilerine, dini yalnız Allah’a halis kılarak, Allah’ı birleyenler olarak ona kulluk etmeleri, namaz kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur. Kitap ehlinden ve (Allah’a) ortak koşanlardan kâfir olanlar, cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar halkın şerlileridir. İnanan ve iyi işler yapanlar da halkın en hayırlılarıdır." (Beyyine, 98/1-7) Benzeri ayetler Kur'an’da pek çoktur. Yüce Allah ayrıca şöyle buyurmuştur: "De ki: 'Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın elçisiyim.'" (A‘râf, 7/158) "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe’, 34/28)
Müstefiz haberle gelen bir rivayette Peygamber (s.a.v.)’in: "(Diğer) Peygamberlere beş konuda üstün kılındım" buyurduğu ve bunlardan birinin de şu olduğu nakledilmiştir: "(Diğer) Peygamberler sadece kendi kavmine gönderilirdi, ben ise bütün insanlara gönderildim." (Müslim, Tirmizî, İbn Hanbel)Hatta Hz. Muhammed (s.a.v.)’in insanlarla birlikte cinlere de gönderildiği mütevatir haberlerle sabittir. O hâlde, mütevatir nakille kesin olarak bilinmektedir ki, Hz. Muhammed (s.a.v.) kitap ehlini kendisine iman etmeye davet etmiş, onlardan kendisine iman etmeyenlerin küfrüne hükmetmiş, İslâm’ı kabul edinceye ya da cizyeyi verinceye kadar kendileriyle savaşılmasını emretmiş, bizzat kendisi onlarla savaşmış, cizye vermelerini emretmiş, savaşçılarını öldürmüş, çocuk ve kadınlarını esir almış, mallarını ganimet olarak almıştır. Hıristiyanlardan cizye almıştır. Âl-i İmrân suresi de bu konuda nazil olmuştur. Yine Tebuk Yılı Hıristiyanlarla savaşmış ve Berâe suresi bu konuda inmiştir.
Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ ve Mâide sureleriyle diğer Medenî surelerin hepsinde kitap ehli, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e iman etmeye davet edilmiş ve onlara çeşitli hitaplarda bulunulmuştur. Bu konuların onda birini anlatmaya kalkacak olsak, bu fetvanın sınırlarını aşar.
İnsanlar arasında Hz. Muhammed (s.a.v.)’e en mükemmel şekilde tâbi olan, emirlerine en çok itaat eden ve sözünü en çok tutan Ebu Bekir ve Ömer gibi halifeleri ile ensardan ve muhacirinden onlarla beraber olanlar, İran’a akın düzenledikleri gibi Bizans’a da akın düzenlemiş; Mecusîlerle harbettikleri gibi kitap ehliyle de harbetmiş; savaşanlarını öldürmüş ve boyun eğerek eliyle cizye verenlerin cizyelerini kabul etmişlerdir.
Bu konuda varit olan sahih hadislerden biri şöyledir: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, Yahudi olsun Hristiyan olsun beni duyup da bana iman etmeyen cehenneme girer."
Said b. Cübeyr: "Kavimlerden kim onu inkâr ederse, onun yeri ateştir." (Hûd, 11/17) ayetinin bu hadisi doğruladığını söylemektedir.
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz her peygamberi, Allah’ın izniyle itaat edilmesi amacıyla gönderdik." (Nisâ, 4/64)
Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Onlar ki, Allah’ı ve elçilerini inkâr ederler. Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isterler. 'Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz' derler; bu ikisinin (inanmakla inkârın) arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Ve onlar ki, Allah’a ve elçilerine inandılar, onlardan hiçbiri arasında ayrım yapmadılar." (Nisâ, 4/150-152)İsrailoğullarına hitap ederken şöyle buyurmaktadır: "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyamet gününde de (onlar) azabın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir." (Bakara, 2/85)
Naklettiğimiz bu ayet ve hadisler iddialarının tamamen batıl olduğu anlaşılmaktadır. Bu iddialar batıl olduğuna göre Said Nursi’nin kalbine gelen ilhamların şeytanları tarafından fısıldandığı anlaşılıyor.
İslam dini Hz. Muhammed (s.a.v.) le gönderilince önceki bütün semavi dinlerin hükmü kaldırılmıştır. Hz. Muhammed, İslâm dinini ehl-i kitap da dâhil insanlara tebliğ etmiş; Allah’ın dini tamamlanmıştır. Hz. Peygamber’den sonra ne bir resul ne de bir nebi gelecektir. Müslümanlar, bugüne kadar İslâm dinini dünyaya yaymışlar, insanlığa onu tebliğ etmişlerdir. İşte bu yüzden "fetret devri" diye bir devir kalmamıştır. Evet, İslâm’ın zuhurundan kıyamete değin, insanlık fetret devri yaşamayacaktır. Hz. Muhammed’in son peygamber olmasındaki hikmetlerden biri de, onun peygamberliği ile gelen mesajın kaybolmayacağının garanti edilmiş olmasıdır. Haberleşme imkânlarından yoksun kalmış, davetin kendisine ulaşamadığı kişiler olabilir ki, durumlarını en iyi bilen Allah’tır.
Kim Hz. Peygamber’in ayın ikiye bölünmesi, taşların tesbih etmesi, parmakları arasından su fışkırması ve bütün Arap ediplerine meydan okuduğu hâlde Kur'an’ın benzerinin yapılmasından âciz kalınması gibi tabiatüstü mucizelerini, sıfatlarını ve peygamberlik için ortaya çıkışını tevatüren işittikten sonra onu tekzip eder, ondan yüz çevirir, kulak ardı eder, üzerinde düşünüp kafa yormaz ve bütün bu mucizelerini duyduktan sonra hemen onu tasdik edivermezse, o kimse; münkirdir, tekzipçidir. Bundan dolayı kâfirdir.
Kanaatime göre, zikredilen hususların, onları duyanlarda işin gerçek olan yönünü araştırma isteğini uyandırması da lâzımdır. Bu durum dine karşı alâka gösteren, dünyayı ahiretten daha çok sevmeyenler için bahis konusu olur. Dünyaya fazla dalındığı, Allah korkusu ve dinî işlerin önemi akla getirilmediği için böyle bir istek duyulmazsa, bu da küfürdür.
Nur Risaleleri’nin birçok yerinde Avrupa ülkelerinde Müslümanlığı kabul etmiş kişilerden söz edilmekte, adları ve İslâm hakkındaki sözleri nakledilmektedir. O hâlde, nerede kaldı fetret devri?
Hıristiyanların türlü türlü şirk ve küfürleri vardır. Onların cehenneme girmesini istemeyen, çektikleri sıkıntılar ve savaşlarda öldürülmeleri gibi sebepler yüzünden onları "şehit" olmakla tavsif eden biri; bunu onlara "şefkat ve rikkatinden dolayı söylediğini" iddia ediyorsa, gerçek şefkat ve rikkatin ne olduğunu bilmiyor demektir.
Hıristiyanlara gösterilecek şefkat ancak Hz. Ömer (r.a.)’in şu şefkati gibi olmalıdır:
Ebu İmran el-Cüvenî’den;
Ömer, bir gün bir rahibin manastırı önünden geçerken durmuş ve beraberindekiler rahibe "Müminlerin emîri seni bekliyor" diye seslenmişler. Rahip çıktığı zaman, dünyayı terk edip fazla ibadet ettiği için benzinin solduğunu gören Ömer (r.a.) ağlamıştır. Bunun üzerine beraberindekiler Ömer’e:
-Bu Hıristiyan’dır, demişler. Ömer de:
-Hıristiyan olduğunu biliyorum ve o sebeple ona acıyorum. "O gün, öyle yüzler vardır ki, zillet içinde aşağılanmıştır. Çalışmış, boşuna yorulmuştur. Kızgın bir ateşe yollanırlar. Kaynar bir kaynaktan içirilirler." (Gāşiye, 88/2–5) ayetlerini hatırladım da onun, bu kadar yorulduğu hâlde ateşe girmesine acıdım, demiştir. (M. Yûsuf Kândehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, çev. Ahmed Meylani, İslamî Neşriyat, Konya 1980, 1/61-62. Beyhakî, İbnu’l-Münzir ve Hâkim rivayet etmişlerdir.)
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"(...) Kıyamet günü bir tellâl: 'Her ümmet neye ve kime tapıyor idiyse onun ardına düşsün!' diye ilân edecek. Bunun üzerine Allah’tan başka şeylere, putlara, heykellere, dikili taşlara tapan ne kadar müşrik varsa, onlardan hiçbiri geri kalmaksızın cehennemin içine dökülürler. Artık ortalıkta yalnız Allah’a ibadet eden gerek salih, gerek facir kimselerle, kitap ehli bakiyelerinden başka kimse kalmayınca, Yahudilerden geri kalanlar çağrılacak ve onlara:
-Siz kime ibadet ederdiniz? Diye sorulacak. Onlar:
-Biz, Allah’ın oğlu Uzeyr’e ibadet ederdik, diye cevap verecekler. Bunun üzerine onlara:
-Yalan söylüyorsunuz, Allah hiçbir eş ve çocuk edinmedi, denilecek.
-Şimdi siz ne istersiniz? Diye sorulacak. Onlar da:
-Ey Rabbimiz, çok susadık, bize su ihsan et, diyecekler. Bunun üzerine onlara:
-Haydi, subaşına gelmez misiniz? Diye işaret olunacak.
Akabinde onlar bir araya getirilip, cehenneme doğru sevk olunacaklar. O cehennem ateşine ki, onların görüşünde yalımları birbirini kırıp geçiren serap gibi görünecek ve onu su zannedip birbiri ardınca ateşin içine dökülecekler. Sonra Hıristiyanlar çağrılacak. Onlara da:
-Siz kime tapardınız? Diye sorulacak. Onlar da:
-Biz, Allah’ın oğlu İsa’ya ibadet ederdik, diyecekler. Onlara da:
-Yalan söylüyorsunuz, Allah hiçbir eş ve oğul edinmiş değildir, denilecek ve ‘Ne istiyorsunuz?’ diye sorulacak.
Onlar da, kendilerinden evvelki Yahudilerin su isteyip cehenneme sevk olunmaları gibi cehenneme sevk olunacaklar. (...)" (Buhārî, Tefsîr, 80/103.)
Said Nursî’nin zikrettiği şeyler ancak Müslümanlar için geçerlidir. Nitekim bu konuda birçok hadis vardır:
"Şehitler beş (nev'i)dir: Vebadan ölen, karın hastalığından ölen, suda boğulan, yıkık altında kalıp ölen, bir de Allah yolunda şehit olan." (Buhārî, Cihâd, 30/45; Müslim, İmâre, 51/164.)
"(...) Allah yolunda öldürülmekten başka yedi (çeşit daha) şehitlik vardır: Taundan ölen şehittir, boğularak ölen şehittir, karın ağrısıyla ölen şehittir, yanarak ölen şehittir, göçük altında kalarak ölen şehittir, doğum esnasında ölen kadın şehittir." (Ebû Dâvud, Cenâiz, 11/3111; Muvatta', Cenâiz, 12/36.)
Bu sekiz sınıf insanın hepsi de şehittir. Yalnız, bunların içerisinde en faziletli olanlar Allah yolunda hayatlarını kaybedenlerdir. Diğerleri ise, ölümleri esnasında çekmiş oldukları tahammül edilmez acılardan ve meşakkatlerden dolayı Allah yolunda savaşırken öldürülen şehitlerin eriştiği bazı keramet ve faziletlere erişirlerse de, her hususta onlara denk olamazlar. Allah yolunda savaşırken öldürülenlerin cenazeleri yıkanmaz. (...) Diğerleri hakkında dünyada şehit muamelesi yapılmaz. Bunların cenazeleri yıkanır.
Bu hadisleri mevzu kabul eden, hatta onlarla alay eden bazı Müslümanlar da vardır. Allah’ın rahmetinin genişliğini anlamayan ve "şahadet" kavramını dar bir alana hapseden bu kişilere cevap vermenin yeri ise burası değildir. Bunu zikretmemizin sebebi, ifrat ve tefrit hastalığına dikkat çekmektir. İşte bir yanda Hıristiyanları bile şehit kabul eden ehl-i ifrat, diğer yanda çeşitli musibetler esnasında ölen Müslümanların bile şahadetini kabul etmeyen ehl-i tefrit...
Hz. Peygamber buyurdu ki:"Müslüman, vücuduna batan bir diken dâhil, yorgunluk, hastalık, keder, hüzün, eza ve iç sıkıntısı isabet ederse; Allah, bunlarla onun günahlarından bir kısmını örter." (Buhārî, Marzâ, 1/2.)
"(...) Allah, hastalıktan veya başka bir şeyden kendisine eza isabet eden her Müslümanın günahını, ağacın yapraklarını döktüğü gibi döker." (Buhārî, Marzâ, 3/8; Müslim, Birr, 14/45.)
Bu konuda başka hadisler de vardır. Anlatmak istediğimiz; bütün bunların Müslümanlar için geçerli olduğudur, yoksa Hıristiyanlar ya da diğer kâfirler için değil...
Aslında, "şefkat, rahmet" olarak takdim edilen "Hıristiyanların da şehit sayılabileceği" görüşünün arka plânında çok daha çirkin ve gizli emeller yatmaktadır. Bu görüş, İslâm’ın ilk zamanlarından günümüze kadar Müslümanları ayakta tutan "şahadet" kavramını sırtından bıçaklamaya yöneliktir. Bu ümmet, tarih boyunca Hıristiyanlarla savaşmış, dinini ve toprağını haçlı çapulcularına karşı ancak "şehit" kavramıyla korumuştur. Şimdi ise "hakikat" diye sunulan ve gerçekte ise ihanetten ibaret olan "Hıristiyanlar da şehid olabilir" telâkkisiyle, Müslüman’ın zihninden "şahadet-şehit" mefhumu silinmek ve Hıristiyanlar karşısında Müslümanları savunmasız bırakmak istenmektedir. Müslüman, şehit olabileceklerle nasıl savaşacaktır?
Biz, ümmetinden olmakla şereflendiğimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bir hadisini naklederek incelememizi bitirelim:
Ebu Burde (r.a.)’den, o da Ebu Musa (r.a.)’dan naklen rivayet etti. Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki:
"Kıyamet günü geldiği zaman Allah Azze ve Celle, her bir Müslüman’a bir Yahudi veya Hristiyan verecek ve 'Bu, ateşten (cehennemden) kurtuluşun için fidyendir.' diyecektir."(Müslim, Tevbe, 8/49. (Müslim, Tevbe, 8/50.)
*****
--- Said Nursi Risle-i Nurlarda diyor ki: Bu dehşetli zamanda ancak Hıristiyanlık âleminin Müslümanlıkla ittifakı yani İncil, Kur'an ile ittifak ederek ve Kur'ana tâbi olması neticesi elde edilecek semavî bir kuvvetle mağlup edileceğini söylüyor ve şöyle devam ediyor: … Amerika’nın hak dine uyarak beşeriyetin saadetini temin edeceğini bildiriyor.
Said Nursi bu saadeti bu asrın müceddidi olan Risale-i Nurun sağlayacağını söylüyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(Emirdağ Lâhikası I, 62, Yirmi yedinci Mektuptan/)
Bu Risalenin konusu Nur Risaleleri’nin incelenmesi değil de, Nurcuların dünyadaki faaliyetlerinin asıl amaçlarının incelenmesi olsaydı, söylenecek çok şey vardı. Ama biz kendimizi tutalım da burada şu kadarını söyleyelim: Amerika olsa olsa sömürü düzeninin devamı, dünyanın karıştırılması gibi düşüncelerle heyet gönderir. CIA, yıllardır Mossad ile birlikte bunun için çalışmaktadır.
Said Nursî’nin Hıristiyanlarla Müslümanların birleşeceği, komünizm ve dinsizliğin ancak bu şekilde mağlup edileceği şeklindeki kehaneti gerçekleşmeden komünizm tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Üstelik komünizmin yıkılması sürecine Müslümanların ciddi bir katkısından söz edilemez. Hatta birçok Müslüman, o süreç devam ederken aymazlık içinde hâlâ "İslâm sosyalizmi"nden bahsediyorlardı. Eski komünist ülkelerde dinsizliğin yerini tekrar Hıristiyanlık almıştır. Emperyalist-faşist devletler, oralarda filizlenmeye çalışan İslâmiyet’i ve Müslümanları boğmaya çalışmaktadır. Eski Sovyetlerdeki özellikle Müslüman Türklerin kurdukları devletlere, lâiklik ihraç edilmektedir. Türkiye, bu ülkelere model ülke olarak gösterilmektedir ki, epeydir bu konuda Türkiye’ye biçilen misyon, batının çıkarlarını korumaktan ibarettir.
Yine ne kadar acıdır ki, fakir ve çaresiz, hata büyük çoğunluğu aç olan Afrika ülkelerinde, Müslümanların bu durumlarından istifade eden misyonerler, gıda ve sağlık yardımı bahanesiyle aslında ehl-i İslâmı dininden döndürmeye çalışmaktadır. Açtıkları okul, hastane, yemekhane vb.ni Müslümanları dinlerinden vazgeçirmek için kullanmaktadır. Ya çok safdil ve bütün bunlardan habersiz ya da aslında gizli ve kirli emeller sahibi, kurnaz ve sinsi olan, dinleri birleştirmek gibi bir hedef için çalışan, istediği zaman Papa’yla bile görüşebilen bu zihniyet, öyle ya da böyle, Amerika’nın kendi çıkarları için uydurmaya çalıştığı dine talip olduğunu açıkça ilân etmiştir.
Hâlâ yaşanan Irak faciasını herkes "naklen" seyrettiğinden, biz Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri adlı kitaptan birkaç satır aktararak biraz daha eski katliamlardan bahsedelim:
Haçlı seferlerinden bu yana İslâm’ı yıkmaya çalışan Hıristiyan dünyasının sadece silâha, fantom ve miragelara başvurmadığı bir gerçektir. Haddi zatında onların görünmeyen, pasif silâhları, insanlığı yok etmeye matuf bombalarından daha tehlikelidirler.
Bu tehlikeli silâh, misyoner-casus faaliyetleridir.
Lübnan faciasıyla bütün dünyayı kan kokutan hadise, haçlı seferlerinden başka bir şey değil!... İsteyenler buna rağmen başlarını kuma sokup deve kuşu olmaya devam edebilirler; ta ki bu haçlı bombalarından birisi de onların kum altındaki kafalarına düşsün!...
Unutulmamalıdır ki, bu zehirli akım, sadece ve sadece Müslümanlara müteveccihtir. Şimdilik Müslümanları ekonomik ve kültürel yönden sömürmekle yetinen Hıristiyan Haçlı dünyasının esas gayesi Ortadoğu’yu kana bulayıp, Müslümanları bu kanda boğmaktır; ta ki diğer Müslümanlara sıra gelsin...
Lübnan gitti, sırada Mısır var. Gazetelerden okuduğumuza göre bütün Mısır okullarında Hıristiyanlık öğretilmeye başlamış bile. O Mısır ki, her gün yüzlerce Müslüman şehit ediliyor veya tutuklanıyor.
Bu korkunç tehlikeden kurtulmak için onları tanımamız lâzımdır. İşte bu küçük eser, belki bu konuda size yardımcı olabilecektir.
Biz, biz olmazsak; başkası bizi kendisi yapmaya çalışacaktır.
Biz, biz olalım; Hz. Muhammed (s.a.v.)’in izinde...
Katolik Kilisesinde, bizzat Papa’nın yönettiği bu emperyalizm aleti dinî-siyasî örgüt Çonregatio de Propaganda File teşkilâtının faaliyetlerindendir. Haçlı seferleri hangi merkezlerden idare ediliyorsa, misyoner faaliyetleri de aynı merkezden idare edilmektedir.
Eğer bugün Amerika ve Fransa Beyrut’u top ateşine veriyorlarsa, bunun hazırlayıcıları misyonerlerdir.
Artık gerçekler kabul edilmelidir!
Sosyal krizleri had safhaya ulaşan Polonya’ya Rusya saldırmadı. Çünkü, Katolik dünyasından çekindi. Ama, Afganistan’da durum öyle değil. Rusya, hiçbir Hıristiyan’ın Afgan Müslüman’ının imdadına koşmayacağını biliyor. Biliyor ve onun için yağdırıyor napalm bombalarını mücahitlerin üstüne... (Afganistan’da birkaç yıl önce aynı şeylerin Amerika ve İngiltere tarafından da yapılması ne kadar manidardır.)
Lübnan’daki Müslüman-Hıristiyan mücadelesinde, hiçbir Müslüman devletin doğrudan Müslümanlara yardım etmemesine karşın, bütün Hıristiyan devletleri, Lübnan Hıristiyanlarına yardım etmektedir.
Lübnan’ı kana bulayan lâik (!) Fransa’nın Ermeni katillerine karşı takındığı hoşgörü, basit bir hadise değildir ve öyle nitelendirilip, geçiştirilemez. Biz kabul etmesek bile, Fransa’nın bu tutumu, haçlı zihniyetinin, çağımızda misyoner faaliyetlerine ve onların gizli eylemli faaliyetlerine dönüştüğü bir akımın meyvesidir.
Sözü uzatmadan şunu tekrar etmek isteriz ki, esas gayeleri Hz. İsa’nın isteği dışında da olan bu emperyalist misyonerleri iyi tanıyalım. Ta ki Allah’ın emir buyurduğu gibi onları kendimize rehber edinmeyelim!
"Ey iman edenler, Yahudileri de, Hıristiyanları da kendinize yâr (ve üstünüze hâkim) edinmeyin! Onlar (ancak) birbirinin yâranlarıdırlar. İçinizden kim onları dost (ve hâkim) edinirse o da onlardandır. Şüphesiz, Allah o zalim güruhuna muvaffakiyet vermez." (Mâide, 5/51) (...) (İhsan Süreyya Sırma, Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri, Beyan Yayınları, 7-9.)
Dinsizliğe karşı İncil ile Kur'an’ın ittihat edeceğini zannedip bu yolda çalışanlar; bütün bu yapılanların aslında İslâm’ı Hıristiyanlığa, Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya, İslâm’ı ve Müslümanları yok etmeye yönelik olduğunu fark edemiyorlarsa gaflet içinde; fark ettikleri hâlde bilinçli olarak buna hâlâ devam ediyorlarsa dalâlet ve hıyanet içindedirler.
Şimdi de Nur Risaleleri’ndeki şu ibretamiz ibareleri okuyalım:
BİR DERECE MAHREMDİR. (...) Hem Salâhaddin’in, Asâ-yı Musa’yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz: "Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki, her halde şimâl cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hürmet-i riba ile, burjuvaları avâmın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir." Her ne ise, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım. Said Nursî. (Emirdağ Lâhikası I, 150, Yirmiyedinci Mektuptan/Bir Derece Mahremdir; Tarihçe-i Hayat, 473, Emirdağ Hayatı/Bir Derece Mahremdir.)
Nurcuların misyonerlerle ittifakı... Ne diyelim, yolunuz açık olsun!
Nurcu liderlerin Papanın elini öpecek kadar Hıristiyanlara muhabbetinin tohumları Said Nursi tarafından nasıl ekildiğini anlaşılıyor. Bu muhabbeti işgal edilen İslam topraklarını savunan mücahitlere besliyorlar mı acaba? Mümkün değil işgale direnen mücahitler için bakın ne o nurcu liderler ne diyorlar. “Bunlar dünyada en nefret ettiğim insanlar “ diyorlar Yahudi ve Hıristiyanların nurcularla olan derin muhabbetlerinin tohumları on yıllar önce nasıl atıldığı anlaşılıyor. Sizler bir nurcunun ABD. İsrail, İngiltere… Vb. gibi ülkelerin işgallerine direndiğini cihat ettiğini veya bunlara terörist dediğini hiç duydunuz mu?
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda; Müslümanlar ile Hıristiyanların aralarındaki ihtilaflı meseleleri dikkate almamaları gerektiğini bildiriyor. Müslümanlar ile Hıristiyanların ittifak ederek küfrün hücumuna karşı beraber direnmesi gerektiğini söylüyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( --Emirdağ Lâhikası I, 194, Yirmiyedinci Mektuptan.)
Peki, Müslümanların Hıristiyanlarla aralarındaki ihtilâfın aslı nedir? Yukarıda naklettiğimiz cümlelerde özetlenen meseleler değil mi? Biz, nasıl olur da Kur'an’ın "nazara aldığı", Allah’ın ulûhiyetiyle ilgili, Hıristiyanların şirk ve küfürleriyle ilgili, Allah’ın elçileriyle ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’le ilgili meseleleri nazara almayız?
Said Nursî’nin bu sözleri sebebiyle, özellikle bir grup takipçileri, kelime-i şehadetin ikinci cümlesini "fer'î" görüp, öyle takdim etmiyorlar mı? Hıristiyanlarla ittifak etmek namı hesabına Hz. Muhammed’in resullüğünün ikrarından vazgeçip "İbrahim’i dinler" çığırtkanlığı yapmıyorlar mı?
İbadet, yardım dileme ve bunun kapsamına giren korkma, umma, sığınma, tevekkül, tövbe, bağışlanmayı dileme gibi bütün şeyler, ortağı bulunmayan ve tek olan Allah’a yapılır. İbadet, ulûhiyetine; yardım dileme de rububiyetine bağlıdır. Allah, âlemlerin Rabbidir; ondan başka ilâh, ondan başka Rab yoktur. Ne bir melek, ne bir peygamber, ne de bir başkası. Büyük günahların en büyüğü, Allah’a ortak koşmaktır. Seni yaratan o olduğu hâlde, başkasını ona eşit kılmandır. Ortak koşmak; ibadetinde, tevekkülünde ve yardım dilemende başkasına pay tanımandır.
Hıristiyanlarsa, bunların hemen tümünde şirke ve küfre düşmüşlerdir.
Bütün bunlar, dinin temeli olan iki şahadetin (kelime-i şahadetin); 1- Allah’tan başka ilâh bulunmadığına, 2- Muhammed’in, onun kulu ve elçisi olduğuna şahadet etmenin ayrıntılarıdır. İlâh, kulların kendisine kulluk etmelerini hak etmiş olandır. Onu sevme ve ondan korkma fiilleri de bunun içine girer. Bu nedenle ulûhiyetine tâbi olan şeyler, bütünüyle Allah’ın hakkıdır. Risaleti ilgilendiren şeyler ise, Resulün hakkıdır.
Dinin temeli iki şahadet olunca, bu ümmet de şahitlerdir ve şahitlik bu ümmetin niteliğidir.
Nitekim Cenab-ı Hak, "Böylece sizi, orta (vasat) bir ümmet yaptık ki, insanlara karşı şahitler olasınız, bu Peygamber de size şahit olsun. (...)" buyurmuştur. (Bakara, Suresi:143.)
Yine bunun içindir ki âlimler, iki şahadeti dinî yükümlülüklerin ilki saymışlardır. Ehl-i Sünnetin en ileri gelenleri bu görüştedir. (...) Şirkin aslı da, bu noktadan sapmadır. Bu anlamı saptırarak dinin esası olan tevhit doktrinini bozdular.
Bunun nedenlerinden biri; Allah’ın, Resulü Hz. Muhammed’le birlikte gönderdiği özel şeriatın dışına çıkıp Sabiîn, Hıristiyanlar ve Yahudilerle benzerliği olan ortak noktalara saplanmaktır ki, o da "alışveriş, tıpkı faiz gibidir" diyenlerin yaptığı kıyasa benzeyen fasit bir kıyastır.
İbadetler, din ve ittiba üzere kuruludur, heva ve ibtida (icat etmek) üzere değil. İslâm iki temele dayanır:
Birincisi: Sadece Allah’a ibadet edip, ona ortak koşmamak.
İkincisi: Heva ve bidatlere göre değil, Resulullah (s.a.v.)’ın dili üzere bildirdiği şekilde Allah’a ibadet etmek. Allah, şöyle buyurmaktadır:
"Sonra seni de (din) işinde bir şeriatın üstüne memur kıldık. O hâlde sen, ona tâbi ol! Bilmezlerin heveslerine uyma. Şüphesiz onlar, seni Allah’tan müstağni kılamazlar. (...)" (Câsiye, Suresi: 18–19)
"Yoksa Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı var? (...)" (Şura, Suresi: 21)
Allah Resulünün gösterdiği şeklin dışında hiç kimse Allah’a vacip veya müstehap olarak ibadet etmek hakkına sahip değildir. Sonradan uydurulan şeylerle, bid'atlerle Allah’a ibadet edemeyiz. (...) Hiç kimse, Allah’tan başkasına ibadet etme yetkisine sahip değildir. Yalnızca Allah için namaz kılmalı, onun için oruç tutmalı, Beytullah’ı haccetmeli, Allah’a tevekkül etmeli, Allah’tan korkmalı, ona adak adamalı ve ancak ona
Yemin etmelidir.
Bidat’ın ne kadar kötü bir şey olduğuna örnek olması için şu iki hadis düşünen akıl sahipleri için ibret vericidir.
Hz. Peygamber buyuruyor ki; Cabir b. Abdullah (r.a.)’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasullah (s.a.v.) “Kabrin alçı ve kireç ile sıvanmasını, üzerine oturulmasını ve üzerine bina (mescit, türbe,anıt …vb. ) yapılmasını yasakladı.” (Müslim 970/94)
İbn. Mes’ud (r.a.) ‘den rivayete göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “ şüphesiz insanların en şerli olanları, kıyamet kopacağı sırada hayatta bulunanlar ve kabirleri mescit edinen kimselerdir.”(Ahmed 1/405, 1/435, İbn Ebi Şeybe “el- Musannef” 11815, Ebu ya’la el-Müsned 5316)
Hz Peygamber bu iki hadiste Kendilerini İslam’a nispet etmiş olsalar bile türbeci zihniyeti insanların en şerlilerinden sayması üzerinde düşünülmesi gereken bir husus. Hatta bu türbeci olan bu zihniyeti üzerlerine kıyametin kopacağı insanlarla beraber zikretmesi olayın vahametini ortaya koymaktadır.
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda Kendisinin müceddid olduğunu iddia ediyor. Acaba müceddid nedir? Said Nursi gerçekten bir müceddid mi?
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 14-16, Parlak --- Tarihçe-i Hayat, 323-324, Kastamonu Hayatı ---Kastamonu Lâhikası, 96, Yirmiyedinci Mektubdan. -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 258 -- Emirdağ Lâhikası I, 113-114, Yirmiyedinci Mektuptan -- Kastamonu Lâhikası, 208, Yirmiyedinci Mektubdan --Tarihçe-i Hayat, 460, Emirdağ Hayatı)
Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayet olunduğuna göre, Rasulüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphe yok ki Allah, her yüzyıl başında bu ümmete (dinî durumunu) yenileyen birisini (müceddid) gönderecektir."( Ebû Dâvud, Melâhim, 1/4291.)
Müceddid; Teceddüd ve tecdîd "cidd" kökünden gelir; yenilemek manasında kullanılır.
Resulullah (s.a.v.)’ın "Yüce Allah, her yüzyılın başında bu ümmet için dinini yenileyen (müceddit) gönderir." sözü, her yüzyılın başında sadece bir tek yenileyicinin ortaya çıkmasını gerektirmez. Bir tek yenileyici de çıkabilir, birden fazla da. Hadis metninde geçen "men" bağlacı, tekil için de çoğul için de kullanılır.
Ebu Hureyre’den nakledilen hadisi şu hadis daha da açıklığa kavuşturmaktadır.
"Bu ilmi her neslin kâmil kişileri taşıyacak; onu aşırı gidenlerin bozmasından, batıl inançlıların karıştırmasından ve bilgisizlerin yanlış yorumlamasından koruyacaklardır."
Müceddidlerin yaptığı tecdid’i yani dini yenilemeyi şöyle anlamak gerekir:
Tecdit: (Yenileme) İslâm’ı bozmadan, ebedî prensiplerini değiştirmeden korumak, yeni nesillerin anlayacağı kalıplarda sunmak, yaşamak ve yaşatmaktır.
Tecdit: (Yenileme) İslâmiyet’in inanca, ahlâka, yaşayışa ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir. Bu tatbikin ise o esasların, zamanın ve muhitin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde tefsir edilmesinden sonra yapılması.
Tecdit: (Yenileme) Kitap, Sünnet gibi kaynaklardan, zamana ve zemine uygun hükümler çıkarmak, ortaya koymak; kapalı kalmış noktaları açıklığa kavuşturmak; uygulamadan kaldırılmış İslamî naslara hayatiyet kazandırmak; dini desteklemek ve yaymak; hakkın ve gerçeğin yanında olmak; toplum için faydalı olanı yapmak; ilâhî nizama hâkimiyet sağlamak.
Tecdit: (Yenileme) Esasını bozmadan dini korumak, toplumun ihtiyaçlarını, onun katıksız ve tükenmez kaynaklarından karşılamak, ilâhî nizamdan sapmaları düzeltmek ve önlemek, İslâm’ı asrın anlayışına söyletmektir. Tecdit toplumun kalkınması ve dünyada refahı, ahiret’de felâhı için gereken tüm tedbirin alınması; nazarî, fikrî, amelî faaliyetlerin icrasıdır.
Peygamberlerle mücedditler arasındaki farkı Mevdudî şöyle açıklıyor:
Şöyle ki: Peygamber, bizzat Allah tarafından görevlendirilmiştir ve o, kendisine verilen bu görevin bilincindedir. Ona vahiy gelir. Görevine kendisinin peygamber olduğunu belirterek başlar ve insanların, davetini kabul etmelerini ister. Onun davetini kabul imana; ret küfre sebep olur. Buna karşılık, bunlardan hiç birisi müceddit için geçerli özellikler değildir. O, bu göreve açık bir tayin sonucu gelmemiştir. Çoğu zaman, kendisinin bir müceddit olduğunun farkında dahi değildir. Sadece, samimî bir Müslüman olmanın gayreti içindedir, bunun gerektirdiği şeyleri yapmak için çabalar. Genellikle de vefatından sonra, onun yaptıklarını bilen kişiler, onun bir müceddit olduğunu anlarlar. O, kendisine doğrudan kesin bilgi verildiğini iddia etmediği gibi, bir ilham gerçekleşse dahi, bunun çoğu zaman farkına varmaz. Onun, kendisiyle birlikte gönderilmiş bir
dinin tebliğcisi olduğu iddiası kesinlikle yoktur, olamaz da. Bir müceddid halkı hiçbir zaman kendisine davet etmez. Onun daveti ancak ve ancak peygamberin getirdiklerinedir. Yine hiçbir müceddid kendisine uyanların affolunacakları, imanla kabre girip cennete gidecekleri gibi bir iddiası yoktur. O, sadece hakkı bildirir.
O, peygamberin getirdiklerine aynen uymak gayreti ve arzusu içindedir. İslâm’ı yaşayıştaki samimiyetinden dolayı müminler onun etrafında toplanırlar. Bir müceddid’in yaptıkları bunun dışında olan şeyler değildir. Ona iman etmek veya tasdik etmek diye bir şey söz konusu olamaz. O da, diğer insanlar gibi peygambere uymakla, onu tasdik etmekle sorumludur. Bir müceddide karşı çıkmak ile peygambere karşı çıkmak arasında hiçbir benzerlik yoktur. Onu reddetmek insanı dinden çıkarmaz. Bir peygamberi tasdik edip onun getirdiklerine teslim olduktan sonra, bir müceddi de karşı çıkmak, sahip olunan İslâm inancına hiçbir zarar vermez. Yeter ki, reddedilen, karşı çıkılan şey, peygamberin getirdiği hakikatlerden birisi olmasın. (Mevdûdî, İslâm’da İhyâ Hareketleri, 53–54)
Müceddid’in kim olduğunu ve onun yaptığı Tecdit’in ne olduğunu kısaca anlattıktan sonra Said Nursi’nin Müceddid olduğuna kanaat getirmek imkânsızdır. Nur Risaleleri’nde tecdit (yenileme) namına belki tek satıra rastlanmaz. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız müceddidlik öyle Said Nursi’nin yaptığı gibi cifir, abced hesabıyla, rüyalarla iddia ve ispat edilecek bir şey değildir. Said Nursî; Müslümanların meselelerine çözüm bulmak bir tarafa, gerçek müceddidlerin mücadele edip ortadan kaldırmaya çalıştıkları birçok hurafeyi ve bid'ati savunan birisidir. Hatta sırf davasını desteklemek için birçok hurafeyi hortlatmıştır. Kitabı uydurma ve zayıf hadislerle dolu olan hatta hadis uyduran birinin müceddit olduğu nerede görülmüştür? Velhâsıl, Nur Risaleleri’nde tecdidin ismi vardır cismi yoktur.
*****
--- Çoğu Hz. Peygamber (s.a.v.) ile ilgili olan bu ayetlere Said Nursî ve talebeleri tarafından getirilen ebcedi yorumları okuyan aklıselim sahibi kişiler risale-i nurların asrın en büyük tefsiri laflarının gerçekle alakasının olup olmadığını hayretle göreceklerdir.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( Bu konu kapsamlı, uzun bir mevzu olduğu için araştırmak isteyenler Risale-i Nur’un Tılsımlar Mecmûası ve Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, adlı kısımlarına bakmaları yeterlidir .)
Said Nursî’nin en ciddi iddialarının dayanağı olan ebcet ve cifir hesabı ile yüce Kur'an tefsir adı altında âdete tahrif edilip edilmediğini okuyucuların takdirine bırakıyoruz.
Rabbimize hamd olsun ki: Rabbimiz Kur-an’ın aslını kıyamete kadar korumayı kendi üzerine almıştır. Rabbimiz diğer kutsal kitaplar gibi Kuran ın da korunmasını insanların üzerine bıraksaydı bu gün Kuran’ın aslına ait bir şey elimizde olması mümkün olmazdı. Kuran’ın aslının tahribatının yapılması mümkün olmasa da... Tefsir ve yorum olarak tahribatlar olacaktır bu konuda Müslümanların dikkatli olmaları gerekir.
Said Nursi’nin yaptığı tefsirlere örnekler vermeden önce ebced ve cifir nedir kısaca onu anlatalım: Yazılan bir yazıdan veya şiirden manalar, tarihler, şifreler, çıkarma işidir. İslam’dan önce ve sonra birçok medeniyet ebcet ve cifir hesabına başvurmuştur. Daha çok kâhinlerin ve medyumların başvurduğu
ebcet ve cifir hesabı Hint, Yahudi, cahiliye Arapları ve birçok medeniyet taraftarları başvurmuştur.
Her medeniyet kendi dil ve dinine göre ebcet ve hurufilikte başka başka düzenlemeler yapmış, Örneğin: İslam’dan sonra İslam toplumunda bu batıl ilimle uğraşanlar yaptıkları işin meşruluğunu kabul ettirebilmek için bu konu hakkında hadisler uydurmaları gibi.
Ebcet hesabının temel mantığı özetlemek gerekirse şudur: Bir dildeki harflere karşılık gelecek sayılar verilir, tablolar oluşturulur. Daha sonra örneğin: Kuranda bazı
Ayetlerden, cümle ve kelimelerdeki bu harflerin karşılığı olan sayıları matematikteki dört işleme tabi tutarak işine geldiği şekilde evirip çevirerek. Ku’an-ın falan kişiye veya kitaba işaret ettiği, müjdelediği, övdüğü, yerdiği, gelecekte şunlara işaret ettiği, şu tarihe işaret ettiği, … V.b. gibi. Varsayımlar çıkarma işidir. İlimle İslam’la alakası olmayan saçma sapan sonuçlar ve varsayımlar üretmektir.
Ebcet ve cifir ilmi İslam’ın şiddetle ret ettiği büyücüler, falcılar muskacılar ve medyumların uğraştığı batıl bir ilimdir.
NUR RİSALELERİ’NDE EBCED VE CİFİR HESABIYLA TEFSİR (!) EDİLEN AYETLERDEN BAZILARI ŞUNLARDIR:
"Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna (.Fatiha, 6–7.)"
Risale-i Nurlara işaret etmesi ve nurcularında âhir zamanda makbul bir gurup olacağını bildiriyor. (!)
"Eğer kulumuz (Muhammed)a indirdiğimiz (Kur'an)den şüphe içindeyseniz, haydi onun (surelerinden birisi) gibi bir sure getirin! (Bunun için) Allah’tan başka şahitlerinizi de (yardıma) çağırın; eğer sözünüzde doğru kimseler iseniz." (Bakara, 2/23 )
Nur’un başlangıç" tarihidir. Nur’un tağuta meydan okumasını gösteriyormuş.(!)
"Rabbimiz, onlara kendi içlerinden, senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder! Her zaman üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin, sen! (Bakara, 2/129)
Bu ayettin Risale-i Nurları kastettiğini Said Nursi kuvvetle bildiriyor. (!)
"Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitabı ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Elçi gönderdik."( Bakara, 2/151)
Bu ayettin Risale-i Nurları kastettiğini Said Nursi kuvvetle bildiriyor.(!)
"Dinde zorlama yoktur. Hak yol, batıl yoldan ayrılmıştır. Tağutu inkâr eden ve Allah’a inanan, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur. Allah işitendir, bilendir." (Bakara, 2/256)
Bu ayetten Said Nursi 1350 sayısını buluyor. Buda risalelerin adeta manevi bir kılıç gibi olduğunu vurguluyor ki maddi kılıca gerek bırakmayacak derecede güçlü imiş(!)
"Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tağuttur. (O ise) onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedî kalacaklardır." (Bakara, 257)
Risale-i Nurların ismine işaret eder(!)
"(Ey Muhammed!) Onları hidayete erdirmek, senin üzerine borç değildir; fakat Allah, dilediği kimseye hidayet eder. (...) (Bakara, 272)
Risâle-i Nûr = 598. ( Ne manaya geliyorsa)
"Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler, sana indirilene ve senden önce indirilen(ler)e inanırlar. O namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah’a ve ahiret gününe inananlar var ya, işte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz." (Nisâ, 4/162)
1344 sayısı bulunur. Buda Risalet-ün-Nur ve şâkirdlerini işaret ediyormuş (!)
"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir burhan (açık ve kesin bir delil) geldi ve size apaçık bir nur indirdik." (Nisâ, 4/162)
Risale-i nurların bu asırdaki Allahın bir burhanı olduğunu ve 598 sayısını bularak Resail-in-Nur’a ve Risale-in-Nur adedine tevafuk ettiğini ve risale-i nurların Allahın yerdeki buhanı olduğunu haber veriyormuş.(!)
"Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu size açıklayan, çoğundan da vazgeçen Peygamberimiz size gelmiştir. Ayrıca size, Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap da gelmiştir. Allah, o Kitapla rızasına uygun hareket edenleri selâmet yollarına iletir; onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola sevk eder." ( Mâide, 15–16.)
1366 veya 1362 ( formül farkı oluyor tabi) sayısını buluyor. Risale-i Nur, Kur'an’nın nurudur, kuranın hidayetini neşreden bir kitap ve bu vazifeyi en ileri derecede risale-i nurlar götürüyor o zaman bu ayetin risale-i nurlara işaret ettiğine şüphe duyulmamalıdır.(!)
"Allah’ı, onun Elçisini ve müminleri dost edinen (bilsin ki), galip gelecek olanlar yalnızca Allah’ın taraftarlarıdır." (Mâide, 5/56.)
Bu ayetin tefsirinde: On iki seneden beri en acınacak mağlubiyetimiz zamanında dahi, cifir ve ebced hesabiyle galibiyetimize aynı tarihiyle müjde ediyor.(!)
"Ölüyken dirilttiğimiz, insanlar arasında kendisiyle yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan çıkmayan kimse gibi olur mu? İşte, kâfirlere yapmış oldukları şeyler böyle cazip gösterilmiştir."(En'âm, 6/122)
Bu ayet Risale-i Nur ve müellifine işaret ediyormuş Şöyle ki:”meyten” kelimesi cifir hesabıyla 500 eder "Said-ün-Nursî" imside cifir hesabıyla 500 eder Said Nurside meyten (ölü) hükmünde idi risale-i nurlarla ihya edildi onunla hayat buldu. Yine ebcet hesabıyla 1334 sayısı bulunuyor Said Nursi’nin harpte maddî ve dehşetli bir maddi ölümden kurtulması ve felsefe ve gafletten gelen manevî bir ölümden kurtulup kuranla hayat bulmasının tarihi yani bu ayet yine Risalet-ün-Nur’a, hem müellifine, işaret ediyormuş.(!)
Said Nursi’nin Nasıl Tefsir (!) yaptığını sanırım anlıyorsunuz.
Yine bu ayet işaret ediyormuş ki: Risale-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve cennete gidecekler diye müjde veriyormuş. Bu tıpkı tarikat şeyhlerinin eteğimize yapışanlar kurtulur cennete gider demelerine benziyor.
"Eğer yüz çevirirlerse, de ki: 'Allah bana yeter. Ondan başka ilâh yoktur. O, büyük arşın Rabbidir.'"(Tevbe, 9/129)
Resail-in-Nur’un başlangıcı olan İşarat-ül-İ’caz tefsirinin tarih-i te'lifine tam tamına tevafuk eder.(!)
"Musa’yı ayetlerimizle göndermiş ve 'Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve Allah’ın günlerini onlara hatırlat; zira bunda, her sabreden ve her şükreden için deliller vardır!' diye de emretmiştik."(İbrâhîm, 5.)
Makam-ı cifrîsi, şeddeliler birer sayılmak cihetinde bin üç yüz elli bir ederek Risale-i Nur’un şimdilik beyanına izin olmayan ehemmiyetli vazifesinin ve bu evâmir-i Kur'aniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına tevafuk-u cifrî ve muvafakat-ı mâneviye karinesiyle ve kıssadan hisse almak münasebet-i mefhumiye remzi ile Risale-i Nur’a imân bakar. Daha yazılacak çok gaybî işaretler var fakat izin verilmedi şimdilik kaldı.(!)
"Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir."(İbrâhîm, 24)
Risalet-ün-Nur’un güzel Risalet-ün-Nur’un zuhur ve intişarına ve yükselmesinin tarihine Risalet-ün-Nur’un güzel sözleri bu âyetin bu asırda bir medar-ı nazarıdır.(!)
"Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun bir örneği, içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. Işık bir cam içindedir, cam ise, doğuya da batıya da ait olmayan mübarek, ateş değmese bile yağı neredeyse ışık verecek olan bir zeytin ağacından yakılan, sanki inci bir yıldız gibidir. Nur üzerine nurdur. Allah, dilediğini nuruna hidayet eder. Allah, böyle misalleri insanlar için verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir."( Nûr, 24/35.)
Bu ayeti Said Nursi ebcet ve cifir hesabıyla ( yani toplama, çıkarma, çarpma, bölme yaparak ) ŞÖYLE TEFSİR ETMİŞTİR. (!)
Bu ayet risale-i nurlara beş cümle on cihetten bakıyor.
Risale-i Nur’a bakan
Birinci cümlesi: yani Allah ın veya Nuru Muhammed inin misali şu cifir hesabıyla 998 olur ki bu da risale-i nurlara işaret ediyormuş (!)
İkinci Cümlesi: Ayet cifir hesabıyla Risâle-i Nur’un adedi olan 548 sayısını veriyormuş(!)
Üçüncü Cümlesi: Ayet cifir hesabıyla Risâle-i Nur’un adedi olan 598 sayısını verir.(!)
Dördüncü Cümlesi: Ayet cifir hesabıyla 999 sayısını verir. Ancak önemli değil bir sayı farkla (998) Risale-i nura işaret ediyormuş.(!)
Beşinci Cümlesi: Risalet-ün-Nur müellifinin ismiyle meşhur bir lâkabına işaret ediyormuş.(!)
"Şehrin öbür yakasından bir adam koşarak gelip dedi ki: 'Ey Musa, ileri gelen bazı kimseler, seni öldürme konusunda aralarında görüşmektedirler! Hemen çık; gerçekten ben, sana öğüt verenlerdenim.'"( Kasas, 28/20.)
Ve câe min aksa’l-Medîneti raculun yes'â kāle = Nur tercümanına aksâ-yı şarktan, Rus esaretinden firar edip İstanbul’a gelmesi tarihidir.(!)
Allah’ın Ayetlerinin tefsir diye tahrif edilip edilmediğini aklıselim sahipleri görmektedir. Şu tefsire bakın ki sanki Kur’an Said Nursi’nin hayat hikâyesini anlatıyor?
"(Bu) Kitabın indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah tarafındandır."( Zümer, 39/1).
Bu ayet ebced ve cifir hesabıyla 22 eder ki bu risale-i nur’un ismine zatına ve intişarına işaret ediyormuş.(!)
"Ey iman edenler, seslerinizi Peygamber’in sesi üzerine yükseltmeyin! Farkına varmadan amellerinizin boşa gitmemesi için, birbirinize karşı bağırarak konuştuğunuz gibi, Peygamber’e karşı da bağırarak konuşmayın! "( Hucurât, 49/2)
"Savti’n-Nebiyyi" 599, "Resâili’n-Nûrsi" 599’dur. Bu ayet-i kerimeye göre, Risale-i Nur’un sadâ-yı Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den başka bir şey olmadığı ve sair her nev'i beyanların onun fevkine yükseltilmemesi ihtar olunmaktadır.(!)
"Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar; Allah ise, kâfirler hoş görmeseler de, nurunu tamamlayacaktır."( Saf, 8.)
Avrupa’nın bir müstemlekât nâzırı, Kur'anın nurunu söndürmesine çalışması tarihine ve Resail-in-Nur müellifi dahi ona karşı o inkılâb-ı fikrî sayesinde o nuru parlatmaya çalışması aynı tarihe (...)Risale-i Nur ve Nurun düşmanları tarafından gelen zulümatı dağıtacağının manasını müjdeliyor.(!)
"Ey örtüsüne bürünen!"( Muzzemmil, 73/1.)
Yâ eyyuhe’l-Muzzemmil = 233 Kürdî = 234.(!)
"Bu öğüt, şerefli ve tertemiz elçiler eliyle yazılmış, şerefi büyük, yüce ve temiz sahifelerdedir."( Abese, 13-16)
Risale-i Nur’un nâşir ve kâtiblerine mânâ-yı işarî ile bakıyor.(!)
"Allah tarafından (gönderilmiş) tertemiz sahifeler okuyan bir elçidir. Onlarda dosdoğru yazılmış hükümler vardır."( Beyyine, 2-3 )
Risale-i Nur’un sayfalarına işaret ediyor cifir hesabıyla 1360 küsurdan sonra bu parlak vaziyeti gösterecekler diye icmâlen fehmettik (!)
Said Nursi uydurma bir hadisi ebced ve cifir hakkında delil olarak nakletmektedir. Her şeyden önce, zayıf hadis bile delil olarak ileri sürülemez. Üstelik bu hadisin kaynağını da vermemiştir. Bu hadisi sahih hadis olduğunu iddia etsek bile bu hadis ebced ve cifir hesabının makbul olduğunu değil batıl olduğunu vurguluyor.
İmam İbn Kesir de şöyle der: Bu harflerle vakitlerin bilindiği, olayların, fitnelerin ve savaşların zamanlarının çıkarılacağını öne sürenler ise; Kur'an’da olmayan şeyler iddia etmekte ve uçulması gerekmeyen yerde uçmaya kalkışmaktadırlar. Bu husus, zayıf bir hadiste varit olmuştur ki, bu hadis bile istihracın doğruluğundan çok, batıl olduğuna delâlet etmektedir.
İmam Şatıbî de şöyle der: Bazılarına göre huruf-u mukattadan maksat, bu ümmetin ecelini belirleyen sayı remizleridir (cifr hesabı gibi). Siyer kitaplarında bu manaya delâlet eden sözler vardır. Bu iddianın dikkate alınabilmesi için, Kur'an indiği sırada Arapların harflere belli sayılar yükleyerek tarih düşme ya da zaman belirleme gibi bir usûlü bildikleri sabit olmalıdır. Oysaki onların böyle şeyleri bildikleri asla sabit değildir. Bunun aslı, siyer müelliflerinin de zikrettiği gibi Yahudilere dayanmaktadır.
İbn Abbas (r.a.) ebced hesabının bir çeşit sihir olduğu görüşündedir:
Allâme İbn Hacer şöyle der: Bu (ebced hesabı ve ondan ümmetin beka müddeti, olaylar, fitnelerin ve savaşların zamanlarının çıkarılması vb. şeyler) batıldır, ona itimat edilemez. İbn Abbas’ın Ebî Câd hesabından sakındırdığı ve onu sihir cümlesinden saydığı sabittir. Bu (sihir saymak) uzak bir görüş değildir, çünkü bu işin şeriatta aslı yoktur.
Subhi es-Salih bu konuda der ki: Bu nevi hesaba dayalı neticeler "Ebî Câd hesabı"olarak isimlendirilir ki, âlimler şiddetle buna karşı çıkmış ve ondan sakındırmışlardır.
Manidardır ki, yine İbn Abbas (r.a.)’tan, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Nice Ebu Câd harflerini öğrenen vardır ki, ancak müneccimlik yapmıştır. Kıyamet günü Allah indinde, onun için iyilikten ve hayırdan bir nasip yoktur."
Yine İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadis de şöyledir: Hz. Peygamber buyurmuştur ki:
"Yıldızlardan bir ilim alan (müneccimlik yapan), sihirden bir şube alır. (Bilgisi) arttıkça o (sihir) da artar."
Bu hesabın; adı ne olursa olsun, hangi milletten alınırsa alınsın, Araplar onu ister kullanmış olsun ister olmasınlar, varacağımız son nokta şudur:
Arap elifbasındaki harflere verilen sayı değerlerinin -bu değerlerin muhtelif olduğunu da biliyoruz-Allah indinde de aynı sayıları ifade ettiğini ileri sürmek, Allah hakkında bilmeden söz söylemek demektir.
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda dinin yüze yakın tılsımını keşfettiğini yazıyor. Bu Tılsımlar o kadar önem arz ediyormuş ki bu güne kadar bunların anlaşılmaması nedeniyle birçok kişi imanını bile kaybedebiliyormuş. Bunları keşfederek filozofları da susturmuş. Acaba Said Nursi’nin keşfettiği bu tılsım nedir.?
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( ---Şuâlar, 531, Onbeşinci Şua. --Kastamonu Lâhikası, 231, Yirmiyedinci Mektubdan. --Tılsımlar Mecmûası, 5 -- Şuâlar, 391, Ondördüncü Şua )
Tılsım, herkesin bilip çözemediği gizli şey, gizli sır, fevkalâde kuvvet ve tesiri hâiz olan şey anlamlarına gelmektedir.
Bir şeyin çözümünün zor olması başka bir şey; o şeyin gizli, sır olması başka bir şeydir. Dinin, imanın, ayet ve hadislerin müşkülü olabilir, ama bunlar gizli, sırlı değildir. Dinimiz, Kitabımız apaçıktır. Allah Teâlâ, onu insanlar için anlaşılır biçimde indirmiştir. Uydurmalardan arınmış Resulün Sünneti de ayaktadır. O hâlde, dinimiz esrar perdesiyle örtülü değildir. Esrarengiz bir dinle Allah’a nasıl kulluk edilebilir?
Kur'an’ın bir ismi "Beyan" olup şu ayetlerle de bütün tılsımcı ve şifrecileri yalanlamaktadır. .
"Bu, insanlar için bir beyandır. (...)"(Âl-i İmrân, 138.)
"Andolsun, sana apaçık ayetler indirdik. (...)" (Bakara, 99.)
"(...) Sana, her şeyi açıklayıcı olmak üzere bu Kitabı indirdik. (...)" (Nahl, 89.)
"(...) Bunlar, apaçık Kitabın ayetleridir. Biz, onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik ki anlayasınız." ( Yûsuf, 1–2.)
"Ve işte biz, Kur'an’ı böyle açık açık ayetler olarak indirdik. (...)" (Hacc, 16.)
Birçok dinî meseleyi herkesin bilip çözemeyeceği bir gerçektir ve gayet tabiîdir. Anlaşılması zor birçok müşkülü ancak müçtehitler, âlimler halledebilir.
Nur Risaleleri dinin, imanın, ayet ve hadislerin hangi müşkülünü çözmüş? Hangi muammayı keşfedip halletmiş? Said Nursi, birçok ayet ve hadisi ebced ve cifir hesaplarına tâbi tutmuş, kendisi ve risalelerine çeşitli paylar çıkarmıştır. Kur'an’ın hakikî tefsiri olduğu iddia edilen Nur Risaleleri’nde, bilinen anlamıyla doğru-düzgün tefsir bile yoktur. Zaten, bunu Said Nursi de bilmektedir ve bu konunun üstünü mugalâta yaparak örtmeye çalışmıştır:
Said Nursi, bazı mevzu hadisleri risalelerine almış, birçok rivayeti birbirine karıştırmış, çoğu hadisi yanlış yorumlamıştır. İnsanların şüpheye ve terettüde düşüp bazı uydurma hadisleri inkâr ederek imanlarını kaybedeceklerini sanmış, sözde onları kurtarmak için batıl yorumlar yapmıştır. Hatta bazı hadisleri yorumlarken hadis uydurmuştur. Hz. Ali’ye isnat ettiği uydurma kasidelerin vahiy olduğunu ileri sürerek, birtakım şeyleri tertemiz ve arı vahye sokuşturmaya çalışmıştır.
Said Nursinin "dinin, imanın, Ku’ran’ın tılsımları, muammaları" dediği şeyler; kendisine ve risalelerine Kur'an’ın, hadislerin, Hz. Ali’nin gizli, sırlı, imalı... İşaretlerinden başka bir şey olmadığı gibi, Nur Risaleleri’nin bunları "keşf ve hallettiğini" iddia ettiği şeyler de bu işaretlerin deşifresinden ibarettir. Tabiî ki, bunların gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktur, bunlar Said Nursî’nin muhayyelâtından ibarettir.
İmam Gazali, tılsımlar hakkında şunları söyler:
Bunlar dinde yeri olmayıp, hiçbir fayda sağlamayan, sihir, tılsım, şubeze, telbisat gibi ilimlerdir.
(Bazı ilimler) sahibini veya başkasına zararlı olması bakımından nehiy olunmuştur. Sihir ve tılsım ilimleri gibi...
Azı da çoğu da yerilen ilimler, ne dine ne de dünyaya kârı olan bilgilerdir. Bu gibi bilgilerin zararı, kârından çoktur. Sihir, tılsım ve nücum ilmi gibi. Bunların bazılarının hiçbir kârı yok, belki insanın en kıymetli sermayesi olan ömrünü bunlara sarf etmekle zarar ve ziyanı vardır.
İmam Gazalî ne kadar da doğru söylemiştir. Said Nursî de, ömrünü ebced ve cifir hesapları yaparak, tevafuklar arayarak, fallar açarak geçirmiş; âdeta Gazalî’nin işaret ettiği neticeye mazhar olmuştur.
Mevdudî, Yahudilerle tılsım arasındaki ilişkiye şöyle temas etmektedir:
Yahudiler esaretleri, cahillikleri, fakirlikleri ve yurtsuz dolaşmaları gibi nedenlerle ahlâken ve maddî yönden çok bozulup tüm iyi niteliklerini kaybettiklerinde sihir, büyü, tılsım ve buna benzer diğer sanatlarla ilgilenmeye başladılar. Hiçbir çaba sarf etmeksizin bu tür tılsımlarla ve büyülerle kendi geleceklerini kazanabilecekleri konusunda kendilerini aldatmaya başladılar. (Mevdûdî, Tefhim, 1/87–88.)
İşte yeryüzünü dolduran binlerce insan... Her bir topluluğun, peygamberlerin iddia etmediği, sırların ve hakikatlerin kendi gruplarında bulunduğunu, bu sırların ve hakikatlerin kendi mümtaz âlimlerince bilindiğini ve bunlara ancak tam teslimiyetle muttali olunabileceğini iddia ettiğini görürsün. Onlar, bu iddialarına delil olarak mevzu hadisler ve batıl tefsirler ileri sürerler.
Bu iddia sahipleri tılsım, sır gibi afakî şeylerle insanları aldatmakta, hem kendileri sapmakta hem de başkalarını saptırmaktalar.
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda ilk yaratılan şeyin Allah’ın kendi nurundan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in nuru olduğunu, Hz. Muhammed’in nurundan da kâinatın yaratıldığını ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bu kâinatın hem çekirdeği hem de meyvesi olduğunu anlatıyor. Bu konuda hadisler naklediyor. Biz bu hadislerin sahih mi? Uydurma mı? Oldukları hususunda bilgi vereceğiz. Daha sonra yaratılışın Kur’an ve sahih sünnette nasıl olduğunu anlatmaya çalışacağız.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları: (Mesnevî-i Nuriye, 110, Habbe.), (Sözler, 539, Otuzbirinci Söz/Üçüncü Esas/İkinci Temsil.) ,
(Sözler, 542-543, Otuzbirinci Söz/Üçüncü Esas/İkinci Müşkil)
Allah’ın ilk olarak kendi nurundan Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in nurunu yaratmış olduğu, sabit bir gerçek olmadığı gibi, bunu belirten hiçbir sahih rivayet de yoktur. Bilâkis, Allah’ın ilk yarattığı şeyin "kalem" olduğuna dair hadisler vardır. Ebu Davud’un Sünen’inde Ubade b. Samit’ten naklen Resulullah’ın şu hadisi zikredilir:
"Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Kaleme 'Yaz!' dedi. Kalem: 'Ya Rabbi, ne yazayım?' dedi. Allah: 'Kıyamet kopuncaya kadar olacak her şeyin kaderini yaz!' buyurdu." (Ebû Dâvud, Sünnet, 17/4700.)
Hadisin son kısmı Tirmizî’de:
"Kaderi, olanı ve ebede kadar olacak olanı yaz!" şeklindedir. (Tirmizî, Kader, 16/2244; Tefsîr, 66/3537. Tirmizî, hadis için "hasen-sahîh-garîbtir" demiştir.)
İlk yaratılan şeyin "akıl" olduğu yönünde rivayetler varsa da, bunların hepsi asılsız, yalan ve uydurmadır. ( Bak. Aliyyu'l-Karî, Esrâru’l-Merfû‘a, 143-144; 154-155, Suyûtî, Leâli’l-Masnû‘a, 1/129-130.)
İmran b. Husayn’dan rivayet edilmiştir ki, Peygamberimizin huzuruna Yemenli bazı insanlar geldiler ve âlemin yaratılışını sordular. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Allah vardı ve ondan başka hiçbir şey yoktu. Arşı, su üzerindeydi. Allah, her şeyi zikirde (levh-i mahfuzda) yazdı (takdir ve tespit etti). Gökleri ve yeri yarattı." (Buhārî, Bed’i’l-Halk, 1/2.)
Abdullah b. Amr b. Âs’tan rivayet edildiğine göre de, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Allah, göklerle yeri yaratmadan elli bin sene önce mahlûkatın kaderini yazdı. Arşı da, su üzerindeydi." (Müslim, Kader, 2/16.)
Bu hadislerden, suyun ve arşın kalemden önce yaratıldığı anlaşılmaktadır. Bu konuda başka hadisler de vardır.
Kâinatın Peygamber’in nurundan yaratılması hakkında gelen hadislerde tamamen uydurma olup bu konuda hiçbir sahih hadis bulunmamaktadır. Ayrıca, bu kanaat Allah’ın Kitabına o kadar muhaliftir ki, Kuran’ı okuyan kişinin gözünden kaçması mümkün değildir.
Yaratılış hakkında Kuran’da birçok ayet-i kerime vardır ki, birkaçı şöyledir:
"(Allah) gökleri ve yeri yoktan var edendir. (...)"(En'âm, 6/101.)
"Şu küfredenler bilmezler mi ki, gökler ve yer bitişik idi de, biz onları ayırdık ve bütün canlı şeyleri sudan yarattık. (...)"(Enbiyâ, 21/30.)
"Hâlbuki o, sizi çeşitli merhalelerde yaratmıştır. Görmüyor musunuz, Allah yedi kat göğü nasıl yaratmış? Bunların arasında ayı bir nur yapmış; güneşi de bir kandil kılmış. Allah, sizi bir bitki gibi yerden yarattı. Sonra sizi oraya döndürecek ve yine oradan çıkaracak. Geniş yollardan geçebilmeniz için Allah size yeryüzünü yaydı." (Nûh, 71/14/20.)
"Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, zeytinleri, narları birbirine benzer-benzemez biçimde yaratan hep odur. (...) Hayvanlardan da (çeşit çeşit yarattı). Kimi yük taşır, kiminin tüyünden döşek yapılır. (...)"(En'âm, 6/141-142.)
"Allah, her canlıyı sudan yarattı; onlardan kimi karnı üzerinde (sürünerek), kimi iki ayaküstünde, kimi de dört ayaküstünde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir." (Nûr, 24/45.)
"Gökte burçlar yaratan ve orada aydınlatıcı olarak güneşi ve ayı var eden Allah ne yücedir." (Furkān, 25/61)
"Gökte büyük yıldızlar yarattık ve onları bakanlar için süsledik." (Hicr, 15/16.)
Sünnette de yaratılış hakkında birçok haber varit olmuştur. Bunları hadis imamları kitaplarında rivayet etmişlerdir. Örneğin İmam Buharî, Sahih’inde yaratılış konusunda "Kitâbu Bed'i’l-Halk" adında bir bölüm açmış, 17 bapta 129 hadis rivayet etmiştir.
İlk yaratılanın Allah’ın nurundan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in nuru olduğu. Ve Hz. Muhammed’in nurundan da kâinatın yaratıldığına dair. Kuran’dan ve Sünnetten hiçbir delil bulunmamaktadır.
Vahdet-i vücut telâkkisinden kaynaklanan bu sözler, aslında temel olarak Hıristiyanlık inançlarına dayanmaktadır. Hıristiyanlara göre Hz. İsa (a.s.), Allah’ın oğludur. Hz. İsa, Allah ile insanlar arasında bir vasıta kabul edilmiştir. Hadis diye nakledilen yukarıdaki sözlerin sahibi olan tasavvufçuların inancına göre de; Hz. Muhammed (s.a.v.), taayyün (belli olan, meydana çıkan, beliren)lerin ilkidir ve Hz. İsa’nın üstünde baba Allah’tan başka bir şey bulunmadığı gibi, Hz. Muhammed’in üstünde de zat-ı ehadiyetten başka bir şey yoktur. Bunu ispatlamak için de, kâinatın ve içindeki her şeyin Hz. Muhammed’in nurundan yaratıldığını ve dolayısıyla ilk olarak da Muhammed’in nurunun halk olunduğunu söylemişlerdir. Yoksa bu gibi sözlerin Hz. Peygamber’den sâdır olmasına imkân yoktur.
Hıristiyanlara göre; Hz. İsa olmasaydı, Allah ile mahlûkat arasındaki bağ kopar ve âlem yok olurdu. Bunlara göre de; Hz. Muhammed olmasaydı, ne gökler, ne yeryüzü, ne zaman, ne de insan olurdu. Bu amaçla "Levlâke (...)" hadisini de uydurmuşlar ve bununla Hıristiyanlara üstünlük sağlamayı düşünmüşlerdir.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in olmadığı bir zamanda nasıl olur da bütün kâinat onun nurundan yaratılmış olabilir? İşte bu soru yöneltildiğinde vahdet-i vücutçular şu hadisi ileri sürerler:
Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayet edilmiştir, dedi ki:
-Ey Allah’ın Elçisi! Peygamberliğin ne zaman vacip (sabit) oldu? Diye sordular. Resulullah şöyle buyurdu: -Âdem ruh ile ceset arasında iken. (Tirmizî, Menâkıb, 1/3850.)
İmam Ahmed’in Meyseretü’l-Fecr’den rivayetinde şu şekildedir:
Meysere diyor ki: Ben:
-Ey Allah’ın Elçisi, ne zaman peygamber oldun? (Hadisin diğer bir varyantında) Ne zaman peygamber olarak takdir olundun? Diye sordum. O da:
-Âdem ruh ile ceset arasında iken, buyurdu. ( Müsned, 4/66; 5/59, 379.)
Oysa bu hadis, Peygamber Efendimizin o zaman bizzat var olduğundan değil, sadece, Cenab-ı Hakk’ın takdirinden haber vermektedir. Nitekim Müslim’de Abdullah b. Amr’dan rivayetle Hz. Peygamber’in şu hadisi yer alır:
"Allah, gökleri ve yeri yaratmazdan elli bin sene önce mahlûkatın kaderini yazmıştır. (...)"Müslim, Kader, 2/16.)
Yukarıda Ebu Davud’dan ve Tirmizî’den naklettiğimiz kalem hakkındaki hadiste de, kıyamet kopuncaya kadar olacak her şeyin kaderinin (takdirinin) yazıldığı belirtilmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğinin takdir olunmasının, diğer mahlûkatın kaderinden bu vecihte farklı bir yanı yoktur. Ondan özel olarak haber verilmesinin sebebi, onun Âdemoğlunun efendisi, onlar içinde en yüce mertebeye ve en büyük değere sahip olmasıdır.
Efendimiz, henüz Âdem (a.s.) ruh ile ceset arasında iken peygamber olduğunu, yani peygamberliğinin takdir olunduğunu haber vermiştir. Bu husus -Allah bilir ya- şundan ileri gelmektedir: Yaratma işiyle görevli melekler vasıtasıyla gerçekleşen takdir, işte bu vaziyette belirlenmekte ve kendisine ruhun verilmesinden önce her yaratığın yapacağı şeyler yazılıp, onlar için takdir olunmakta ve açıklanmaktadır. Nitekim İmam Buharî ve Müslim, Peygamber Efendimizin bu hususla ilgili bir hadisini tahriç ederler. Abdullah b. Mesud (r.a.)’dan rivayet edilmiştir, o şöyle der:
Doğru sözlü olan ve doğruluğu tasdik edilmiş bulunan Resulullah bize şunları anlattı: "Sizin anne karnında yaratılışınız şöyle tamamlanır: Önce kırk gün meni (nutfe)dir. Sonra bir o kadar süre alâka olur. Daha sonra kırk gün et parçası (mudga) hâlini alır. Bunu takiben Cenab-ı Hak görevli meleği gönderir, bu meleğe dört şey emredilip şöyle denir: 'Bunun rızkını, ecelini, hayatı boyunca yapacağı amellerini ve şakî ya da said olacağını yaz!' Bundan sonra da ona ruh verilir. (...)"Buhārî, Bed'ü'l-Halk, 6/18; Müslim, Kader, 1/1.)
Peygamberimiz, o zamanda kendisinin peygamber olarak yazıldığını bildirmektedir. İşte onun peygamber olarak yazılışı; "Ne zaman peygamber oldun?" sorusuna karşı "Âdem ruh ile ceset arasında iken" cevabıyla ifade olunan peygamber oluşunun ne manaya geldiğini belirtmektedir. Bu oluş, yazı ile sübut bulan takdirdeki oluştur, yoksa aynî vücut plânında bir oluş değil. Çünkü onun peygamberliği ancak hayatının kırkıncı yılı başlarında, Cenab-ı Hakk’ın durumu ona bildirmesiyle gerçekleşmiştir. Nitekim Allah Teâlâ buyurmaktadır ki:
"İşte sana da böyle emrimizden bir ruh vah yettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, bir nur yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete iletiyoruz. (...)"(Şûrâ, 42/52.)
"Rabbin seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup yola iletmedi mi?" ( Duhâ, 93/6-7.)
"Biz, bu Kuran’ı vah yetmekle sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Sen, ondan (Kuran’dan) önce (bunları) bilmeyenlerdendin." (Yûsuf, 12/3.)
Alâk suresi, Cenab-ı Hakk’ın ona indirdiği ilk suredir ve bununla o, nebi olmuştur. Daha sonra yüce Rabbimiz ona Müddessir suresini vah yetti ki, bununla da Peygamberimiz "Kalk, inzarda bulun!" emrini alarak resul oldu. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, bu surede, aynî ve ilmî vücuttan bahsetmektedir. Zaten, bu durum, insanların duyulara ihtiyaç duymayacağı şekilde ve kalbiyle anlayacağı biçimde açıktır; şüphesiz hiçbir şey, oluşundan önce vücut bulamaz.
İbn Arabî’nin ve halk arasındaki diğer cahillerin yaptıkları gibi, bu bilgisiz kimselerin rivayet ettikleri "Âdem, su ile çamur arasındayken ben peygamberdim." (Fusûs, 36; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 2/169,173.), "Âdem, ne su ne de çamur iken ben peygamberdim" (Aclûnî, age, 2/169.) şeklindeki sözlerin ise aslı, esası yoktur; bunlar güvenilir âlimler tarafından rivayet edilmediği gibi, bu lâfızlar sahih kitaplardan herhangi birisinde de yer almamıştır. Aksine, bu rivayetler bütünüyle yanlış ve asılsızdır. Hz. Âdem, hiçbir zaman su ile çamur arasında olmamıştır. Cenab-ı Hak, onu topraktan yaratmış, çamur hâine gelinceye kadar toprağı su ile karıştırmış; çamur iyice kurumuş ve sonuçta pişmiş çamur gibi balçık hâlini almıştır. Âdem (a.s.) için su ile çamur arasında, su ile çamurdan meydana gelmiş bir hâl söz konusu değildir.
Eşyanın, oluşundan önce Cenab-ı Hak için malûm olmasına gelince; bu üzerinde hiçbir şüphenin bulunmadığı bir gerçektir. Eşyanın, Cenab-ı Hak ya da melekleri yanında yazılıp kaderlerinin belirlenmiş olması da aynı şekildedir. Nitekim bu hususa Kitap ve Sünnet işaret etmekte, birçok haber de bunu kanıtlamaktadır.
Said Nursî, Hz. Peygamber’in mahiyetinin nur olduğunu iddia etmekte, talebelerinden birinin yazdığı şiirde de Hz. Peygamber’in Allah’ın nurundan yaratıldığı söylenmektedir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in babasının Abdulmuttalib oğlu Abdullah olduğu, Kureyş kabilesinin Haşimoğulları kolundan olduğu, fil senesinde Mekke’de Veheb kızı Amine’den doğduğu tevatüren sabittir. Normal bir insan gibi doğmuş, normal bir insan gibi yaşamış, kendisinden önceki peygamberler gibi peygamberlikle görevlendirilmiş, onların getirmiş oldukları inanç sisteminin ve tevhit akidesinin dışına çıkmamıştır. Ömrü ne kadar takdir edilmişse o kadar yaşamış, sonra da ahirete irtihal etmiştir. "Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir."
Kur'an-ı Kerim’de Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bir insan olduğu birçok ayetlerde belirtilmiştir:
"Allah’ın, kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik verdiği hiçbir insanın, diğer insanlara 'Allah’ı bırakıp da bana kul olun!' demesi mümkün değildir. (...)" (Âl-i İmrân, 3/79.)
"(...) De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, elçi olan bir insandan başka neyim?" (İsrâ, 17/93.)
"De ki: Ben de sizin gibi bir insanım. İlâhınızın tek bir ilâh olduğu bana vahyediliyor. (...)"(Kehf, 18/10.)
"De ki: Ben de sizin gibi sadece bir beşerim. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. (...)"(Kehf, 18/10.)
Hz. Peygamber de diğer insanlar gibi bir insandır. Diğerlerinden ayrılan tarafı, vahye muhatap olmasıdır. O da, her insan gibi hastalık, açlık, susuzluk, elem, lezzet, hayat ve ölüm gibi olayları yaşamıştır. Hem diğer peygamberlerin, hem de Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kâfir ve müşrikler tarafından yalanlanmalarının en önemli sebeplerinden birisi, melek değil insan olmalarıdır.
"Kendilerine hidayet gelince, insanların iman etmelerine engel olan şey, 'Allah, peygamber olarak bir insan mı gönderdi?' demeleridir. De ki: Eğer yeryüzünde (insanlar yerine) yürüyen-oturan melekler olsaydı, gökten peygamber olarak bir melek indirirdik." (İsrâ, 17/94-95.)
"(...) O zulmedenler, aralarında şu konuşmayı gizlediler: 'Bu (Muhammed) da sizin gibi bir insan değil mi? Şimdi, siz göz göre göre sihre mi kapılacaksınız?'" (Enbiyâ, 21/3.)
"(...) Onlar da şöyle demişlerdi: 'Siz de bizim gibi bir beşersiniz. Atalarımızın ibadet ettiklerinden bizi çevirmek istiyorsunuz. O hâlde bize açık delil getirin!' Peygamberleri de demişlerdi ki: 'Biz de şüphesiz sizin gibi beşerden başka bir şey değiliz. Allah, kullarından dilediğine nimetini lütfeder. Fakat Allah’ın izni olmadan size delil getiremeyiz.' (...)"(Ra‘d, 14/10-11.)
"(Nuh’un) kavminden ileri gelenleri, ahirete kavuşmayı yalanlayanlar ve kendilerine dünya hayatında refaha kavuşturduklarımız da demişlerdi ki: 'Bu da sizin gibi bir insandan başkası değil; sizin yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor.'" (Mu'minûn, 23/24.)
"Evvelce küfredip de yaptıklarının cezasını çekenlerin haberi size geldi mi? Onlar için acı bir azap vardır. Bu, peygamberlerinin kendilerine apaçık delillerle gelip de, onların 'Bize bir insan mı hidayet edecek?' diyerek küfretmiş ve yüz çevirmiş olmalarındandı. (...)"(Tegābun, 64/6.)
Kuran’da peygamberlerin de insan olduğunu ve bu yüzden yalanlandıklarını bildiren daha pek çok ayet vardır.
Nurdan yaratılan ancak meleklerdir ve ancak onların mahiyetleri nurdur. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Melekler nurdan yaratıldı. Cinler de alevli bir ateşten yaratıldı. Âdem ise size vasfolunan şeyden yaratıldı." ( Müslim, Zühd, 10/60.)
Resulullah, nurdan ve Âdem (a.s.)’in yaratıldığı şeyden söz ettiği hâlde, kendisinin nurdan yaratıldığına dair bir şey söylememiştir. Hz. Âdem ise, bütün insanlığın olduğu gibi Hz. Muhammed’in de atasıdır. Allah, Hz. Peygamber’e "melek olmadığını" belirtmesini emretmiştir:
"De ki: '(...) Size 'ben meleğim' de demiyorum; ben ancak bana vahyolunana tâbi oluyorum.' (...)"(En'âm, 6/50.)
"Size, yanımda Allah’ın hazineleri bulunduğunu söylemiyorum; gaybı bilmem, ‘ben meleğim’ de demiyorum. (...)" (Hûd, 11/31.)
İnsanın yaratıldığı şey hakkında Kuran’da şöyle buyrulmuştur:
"Allah, insanı ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı. Cinleri de dumanı halis bir ateşten yarattı." (Rahmân, 55/14-15.)
"Biz, insanı balçıktan, şekil verilmiş çamurdan yarattık. Cinni ise, insanı yaratmadan önce alevli ateşten yarattık." (Hicr, 15/26-27.)
"Şu bir gerçektir ki, biz insanı çamurun safından yarattık. Sonra onu sağlam bir kalış yerinde bir nutfe yaptık. Sonra nutfeyi asılı bir hücre kümesine çevirdik; hücre kümesini bir et parçası hâline getirdik; et parçasından kemik yarattık; kemiğe et giydirdik; nihayet onu bambaşka bir varlık olarak inşa ettik. (...)" (Mu'minûn, 23/12-14.)
"Her şeyin yaratılışını güzel yapan, insanı yaratmaya çamurdan başlayan, sonra neslini hakir bir sudan, bir meniden meydana getiren; sonra ona biçim veren, ruhundan üfleyen, böylece size kulaklar, gözler ve kalpler veren işte odur. (...)"(Secde, 32/7-9.)
"Sizi önce topraktan, sonra nutfeden, sonra alâka (rahim duvarına asılıp gömülen hücre topluluğun)dan yaratan, sonra büluğ çağına erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için sizi yaşatıyor. (...)"(Mu'min, 40/67)
"Öyleyse insan, neden yaratıldığına (bir) baksın. O, atılan sudan yaratılmıştır ki, bu su, bel kemiği ile kaburgalar arasında (bulunan organlar)’dan çıkar." (Tārık, 86/5-7.)
"Kahrolası insan ne kadar da nankördür! (Allah) onu hangi şeyden yarattı? Bir parça meni (sperm)den. Onu yarattı, ona biçim verdi." (Abese, 80/17-19.)
"O (insan), rahme dökülen meniden bir nutfe değil miydi? Sonra da asılı bir hücre kümesi olmadı mı? Allah, onu yaratıp şekil vermedi mi? Sonra da ondan erkek ve dişi iki çift yapmadı mı?" (Kıyâmet, 75/37-39. Ayrıca bak. Fâtır, 35/11; Furkān, 25/54; Nisâ, 4/1; A’râf, 7/11-12; Âl-i İmrân, 3/59.)
Kuran’da ve Sünnette insanın yaratılışı hakkında birçok haber varit olmuştur. Bizim burada maksadımız ise, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in de nurdan değil, ayetlerde anılan şeylerden yaratıldığına işaret etmektir.
Yüce Peygamber (s.a.v.), diğer insanlar gibi bir insan olduğuna göre, ne nurdan ne de altından yaratılmıştır. O, ancak döl suyundan yaratılmıştır. Yaratıldığı maddesi, bedeni bakımından Peygamber Efendimiz işte bu anlattığımızdan ibarettir. (Kardavî, Çağdaş Problemlere Fetvalar, 190.)
Elçi ve hidayet rehberi oluşuna bakacak olursak; o, Allah’tan bir nurdur. Dünyayı aydınlatan bir kandildir. Bunu kendisine hitaben Kur'an-ı Kerim ilân etmektedir:
"Ey Peygamber, biz seni şahit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Ve izniyle Allah’a davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak." (Ahzâb, 33/45-46)
Ehl-i kitaba hitaben Kur'an şu haberi veriyor:
"(...) Gerçekten size Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi." (Mâide, 5/15)
Bu ayet-i kerimelerdeki "nur" kelimesiyle Resulullah Efendimiz (s.a.v.) kastedilmiştir. Nitekim ona indirilen Kur'an-ı Kerim’in kendisi de bir nurdur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
"Artık Allah’a, elçisine ve indirdiğimiz nura (Kur'an’a) inanın. (...)" (Teğābun, 64/8)
"Ey insanlar, size Rabbinizden delil geldi ve size apaçık bir nur (Kur'an) indirdik." (Nisâ, 4/174)
Şu nakledeceğimiz ayet-i kerimelerle Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimizin görevini belirtmiştir:
"Elif, lâm, râ. (Bu), Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp güçlü ve övgüye lâyık (olan Allah)ın yoluna iletmen için sana indirdiğimiz bir Kitaptır." (İbrâhîm, 14/1)
Peygamber (s.a.v.) şöyle dua ederdi:
"Allahım, kalbime nur, gözüme nur, kulağıma nur, sağıma nur, soluma nur, üstüme nur, altıma nur, önüme nur ve arkama nur ver ve benim için nuru büyüt!" (Buhārî, Daavât, 9/12; Müslim, Salâti’l-Müsâfirîn, 26/181)
O, nur peygamberi idi. Hidayetin, doğru yolun elçisi idi. (Kardavî, Çağdaş Problemlere Fetvalar, 190-191.)
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yaratılışa sebep olduğunu, o olmasa idi kâinatın da olmayacağını söylüyor. Bu iddiasına hadis diye bazı deliller getirmeye çalışıyor. Biz bu hadisleri(!) ve yaratılışın sebepleri hakkında bilgi vermeye gayret edeceğiz.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları: (...)(Mesnevî-i Nuriye, 22, Reşhalar/Beşinci Reşha.) ( Sözler, 65; Zülfikar Mecmuası, 359-360, Onuncu Söz/Haşir Bahsi/Beşinci Hakikat; Mesnevî-i Nuriye, 38, Lâsiyyemalar; ) (...)(Şuâlar, 480-481, Onbeşinci Şua/El-Hüccetü’z-Zehra/Üçüncü Medrese-i Yûsufiye’nin Bir Tek Dersinin Üçüncü Kısmı/Birinci İşaret.) (Mektubat, 281, Yirmidördüncü Mektubun İkinci Zeyli/Birinci Nükte.) (Barla Lâhikası, 242, Yirmi Yedinci Mektuptan/Hâfız Ali’nin Fıkrasıdır.) (...)(Mektubat, 163; Zülfikar Mecmuası, 291, Ondokuzuncu Mektub/Mu’cizât-ı Ahmediyye/Onaltıncı İşaret/Üçüncü Kısım/Elhâsıl/Hâşiye.)
"Bütün eşya ve eflâki Senin için yarattım Habibim !"
“Evet, Sultan-ı LEVLAKE LEVLAK, öyle bir reistir ki “
“Ey habibim sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.”
Nur Risaleleri’ndebirçok kez tekrarlanan bu sözlerin Said Nursi kutsi hadis olduğunu bildirmiştir. Yine bazı imam ve din adamlarının çokça naklettiği bu sözler halk arasında da kutsi hadis olarak bilinmektedir. Oysa; hadis diye nakledilen buna benzer sözler tamamen uydurma hadistir, Bunların kaynağı olmadığı gibi bu sözler Kuran ve Sahih Sünnete de aykırıdır.
Eflâk, "feleku" isminin çoğuludur. Felek; yuvarlak kum tepesi, yuvarlak ve müteharrik dalga, yıldızın döndüğü boşluk, yörünge, kendinde yıldızların döndüğü gök anlamlarına gelmektedir. (Mevlût Sarı, el-Mevârid Arapça-Türkçe Lûgat, Bahar Yayınları, İstanbul, 1179.)
Felek kelimesi, Kur'an’da iki yerde "yörünge" anlamında kullanılmıştır:
"Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratan odur. (Bunların) her biri bir felekte (yörüngede) yüzmektedir." (Enbiyâ, 21/33.)
"Ne güneş aya erişebilir, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir felekte yüzmektedir. ( Yâsîn, 36/40.)
"Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım." Bu söz bazı kaynaklarda farklı lafızlarla nakledildiği de olmuştur. Hadis-i kutsi diye nitelenen bu sözün sıhhati hadis âlimlerine göre şöyledir:
Şevkânî; Fevaid’de hadis için Sağanî’nin "mevzu" (uydurma) dediğini nakleder. (Şevkânî, Fevâidu’l-Mecmû‘a, 326.)
Aliyyu’l-Karî de şöyle demiştir: Sağanî: "(Bu hadis) şüphesiz mevzudur" dedi.
İbn Asakir’in rivayetini İbnu’l-Cevzî de uzun bir hadiste Selman (r.a.)’dan merfu olarak tahriç etmiş ve demiştir ki: "Şüphesiz mevzudur". ( Nak. Sabbâğ, Tahkīk ve Ta‘lik, 288 (İbnu’l-Cevzî, Mevzûât, 1/288-290).)
Sağanî ve özellikle İbnu’l-Cevzî’nin hadis tenkidinde -bazılarının ileri sürdüğü derecede olmasa da- müteşeddit olduklarını biz de biliyor ve kabul ediyoruz. Fakat bu hadisin uydurma olduğunu sadece onlar değil, hadis tenkidinde gevşek davrananlardan Suyutî de belirtmiştir. (Suyûtî, Leâli’l-Masnû‘a, 1/272. el-Leâlî’deki lâfız şöyledir: "(...) Dünyayı ve ehlini, seni üstün tuttuğumu, katımda sana verdiğim dereceyi, yeri bilsinler diye yarattım. Sen olmasaydın, dünyayı yaratmazdım." şeklindedir.)
Şeyh Nasıruddin Elbanî Silsiletü’l-Ehadisi’z-Zaife ve’l-Mevzua’da bu hadis için şöyle der: Ben, bu hadisin senedi üzerinde durmadım bile. Onun zayıflığında hiç tereddüt de etmedim.
İnsanlığın ve hatta âlemlerin Hz. Peygamber’e karşı bir minnet borcu vardır. O, Âdemoğlunun efendisidir ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Yoksa, "O yaratılmasaydı, hiçbir şey yaratılmazdı" gibi bir söz ve inanç yanlıştır ve Hıristiyanların Hz. İsa hakkındaki akidesiyle aynıdır. Allah Teâlâ, yaratmaya onunla başlamadı ve onu yaratmadan önce birçok mahlûk yarattı. O, yaratılışın gayesi de değildir. Bütün bunlar kaderle alakalıdır.
Said Nursî ve talebeleri, bu uydurma hadisi "kâinatın, ahiretin, cennetin, cehennemin, bütün eşyanın ve mevcudatın yaratılma sebebinin Hz. Peygamber (s.a.v.) olduğu ve bu sayılanların onun için yaratıldığı" şeklinde anlamışlardır. O hâlde, bu manayı sorgulamamız gerekmektedir:
Abbas b. Abdulmuttalib, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e "Ebu Talib’e bir faydan olabildi mi?" diye sorduğunda; Hz. Peygamber şu cevabı vermiştir:
"(...) lev lâ ene lekâne fi’d-derki’l-esfeli mine’n-nâr." (Müslim, Îmân, 90/357.)
"(...) Eğer ben olmasaydım; o, ateşin en derin yerinde olurdu."
Hz. Peygamber’in bu sözünden, kendisi olmasaydı cehennemin yine de var olacağı anlaşılmaktadır. Cehennem var olduğuna göre; cennet de var olurdu, dünya da... Dolayısıyla, bu sahih hadisten yukarıda zikrettiğimiz "sen olmasaydın cennet yaratılmazdı; sen olmasaydın cehennem yaratılmazdı; sen olmasaydın dünya yaratılmazdı..." şeklindeki hadislerin tümünün uydurma olduğu anlaşılır.
Biz, Cenab-ı Halık’ın neyi niçin, kimin için yarattığını Kur'an-ı Kerim’den araştıralım. (Naklettiğimiz ayetlerin orijinal lâfızlarına bakıldığında; ayetlerde « ﻞ » harf-i cerrinin geçtiği ve bu harf-i cerrin talil (sebep-neden bildirir, "için" manasına, yerine göre de ...sebebiyle, ...nedeniyle, ...den ötürü, diye) bildiren anlamda kullanıldığı görülecektir.)
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah, hanginizin daha güzel amel sahibi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yarattı. (...)"( Mülk, 67/4.)
"Hanginizin amelinin daha güzel olduğunu denemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan odur. (...)"(Hûd, 11/7.)
"Allah, gökleri ve yeri hak ile ve her nefsin, hiç haksızlığa uğratılmadan, kendi kazandığının karşılığını alsın diye yaratmıştır." (Câsiye, 45/22.)
"Kötülük yapanları, işledikleriyle cezalandırmak ve bazı küçük günahlar dışında günahların büyüklerinden ve hayâsızlıklardan sakınıp iyilik edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırmak için göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’a aittir. (...)" (Necm, 53/31-32.)
"Yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah’tır. Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve Allah’ın her şeyi ilimle kuşattığını bilmeniz için (Allah’ın) emri bunlar arasında iner durur." (Talâk, 65/12.)
"Eğer Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa, ihtilâf edip durmaktadırlar. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri (bu ihtilâftan) istisna teşkil ederler. Zaten, Allah, insanları bunun için yaratmıştır. (...)" (Hûd, 11/118-119.)
"Andolsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık. (...)" (A‘râf, 7/179.)
"Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' dediğinde (...)" (Bakara, 2/30.)
"Sonra onların ardından, nasıl amel edeceğinizi görmek için sizi, yeryüzünün halifeleri yaptık." (Yûnus, 10/14.)
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; fakat onu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. O, çok zalim ve çok cahil idi. Onun bu emaneti yüklenmesi, Allah’ın erkek münafıklara ve kadın münafıklara, erkek müşriklere ve kadın müşriklere azap etmesi, erkek müminlerin ve kadın müminlerin de tövbelerini kabul etmesi içindi. (...)" (Ahzâb, 33/72-73.)
"Doğrusu biz insanı, imtihan etmek için karışık bir nutfeden yarattık. (...)"(İnsân, 76/2.)
"Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56.)
"Allah; Kâbe’yi, o Beyt-i Haram’ı, haram ay’ı, kurbanı ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için bir nizam kıldı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah’ın her şeyi bilen olduğunu sizin bilmeniz içindir." (Mâide, 5/97.)
"Arz üzerinde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve onda isteyip arayanlar için rızkları tam dört günde takdir etti." (Fussılet, 41/10.)
"Güneşi ışık (kaynağı), ayı nur yapan, senelerin sayısını ve hesabı bilmeniz için, aya konak yerleri takdir eden odur. (...)"(Yûnus, 10/5.)
"Gökte büyük yıldızlar yarattık ve onları bakanlar için süsledik." ( Hicr, 15/16.)
"Karaların ve denizlerin karanlıklarında kendileriyle yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin için yaratan odur. (...)"8En'âm, 6/97.9
"Geceyi size, içinde dinlenesiniz diye (karanlık), gündüzü de (çalışıp kazanasınız diye) aydınlık yapan odur. (...)"(Yûnus, 10/67.)
"İbret alasınız diye her şeyi çift çift (erkek, dişi) yarattık." (Zâriyât, 51/49.)
"Atları, katırları ve merkepleri, sizin binmeniz için ve süs olarak yaratmıştır. (...)"(Nahl, 16/8.)
"Rabbinizden gelecek olan mağfirete ve takva sahipleri için hazırlanan, genişliği gökler ve yer kadar cennete koşun." (Âl-i İmrân, 3/133.)
"Kâfirler için hazırlanan ateşten sakının." (Âl-i İmrân, 3/131.)
"(...) Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey, ondan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve bundan büyüğü de apaçık bir kitaptadır. İnanıp iyi işler yapanları mükafatlandırmak için (her şeyi apaçık bir kitapta tespit etmiştir). Onlar için mağfiret ve güzel bir rızk vardır." (Sebe', 34/3-4.)
"Gerçek şu ki, biz, peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik; insanların adaletle hareket etmeleri için, onlarla birlikte kitabı ve mizanı da indirdik. Keza, kendisinde çok büyük bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) faydalar bulunan demiri de indirdik (yarattık). Bütün bunlar, Allah’ın, kendisine (dinine) ve peygamberlerine gıyabında yardım edenleri bilmesi (ortaya çıkarması) içindir. (...)"(Hadîd, 57/25.)
Yüce Rabbimizin, yarattığını niçin, kim için ve hangi sebepten yarattığı, delilsizce ve sorumsuzca kendisine isnat edilen uydurma kudsî hadislerden değil, fakat onun kelâmı olduğunda şüphe olmayan, doğru yola eriştirici Kur'an-ı Hakim’den öğrenilir. Ayet-i kerimeler; kâinatın, dünyanın, mevcudatın ve bilhassa insanın, ahiretin, cennetin ve cehennemin niçin yaratıldığını ve yaratılış sebeplerini, başka söze hacet bırakmayan şekilde göstermiştir.
Ayetlerde zikredilen bunca hikmet, bu uydurma hadise göre Hz. Peygamber olmasaydı tahakkuk etmeyecekti. Birçok güzellik ancak Cenab-ı Hakk’ın "yaratması"yla tezahür eder. Allah Teâlâ’nın "Halık" ismini kavrayan biri, bu sözün uydurma olduğundan bir an bile şüphe etmez.
Şüphesiz, sözlerin en güzeli Allah’ın Kitabıdır ve Allah Kitabında şöyle buyurmaktadır:
"Muhammed, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o, ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Ökçeleri üzerinde geriye dönen, Allah’a hiçbir ziyan veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (Âl-i İmrân, 3/144.)
*****
--- Risale-i Nurlarda Hz. Peygambere nispet ettikleri bir dua güya Hz. Peygamber bir savaştan döndüğünde üzerindeki zırhından dolayı çok sıkıntı çekmiş tam bu sırada Cebrail gelmiş ve demiş ki: Ya Muhammed’e bu duayı oku sana hiçbir şey olmaz bu seni korur demiş. Hatta bu yalan haberde o kadar ileri gitmişler ki bu duayı okuyanın 900 peygamber sevabına nail olacağı söyleniyor. Cevşen adı verilen bu dua Hz. Peygamber adına uydurulan bir yalandır.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( --Sözler, 424, Onbirinci Şua. --Şuâlar, 213, Onbirinci Şua --Şuâlar, 88, Yedinci Şua --Şuâlar, 48, Üçüncü Şua/Münâcat; Lem'alar, 445, Münâcat; Âsâ-yı Mûsa, 187, --Lem'alar, 415, Otuzuncu Lem'a/Hâtime. --Şuâlar, 484, Onbeşinci Şua/Elhüccetü’z-Zehra --Mesnevî-i Nuriye, 156, --Şuâlar, 110, Yedinci Şua/Âyetü’l-Kübra; Mektubat, 199)
Cep kitapçığı şeklinde basıldığı hâlde kaynağı hakkında bilgi verilmemiştir. Bu duanın Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ait olduğu iddia edildiğine göre, hadis kitaplarında yer alması gerekirdi. Oysa hadis kitaplarında böyle bir duaya rastlanmamaktadır. Şu hâlde, bu duanın Hz. Peygamber’e isnadı yalandır. Bunun katmerli yalan olduğu şundan belli ki: Bu duayı okuyanlar 900 peygamber sevabına nail olacakmış.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e bir gazvede zırhını çıkarmasını ve Cevşen’i okumasını emreden bir vahiy getirdiğini de iddia etmektedir. Bu haberin de ne bir kaynağı ve ne de bir mesnedi vardır.
Sonra, söz konusu vahiy hangi gazvede gelmiştir? Resulullah’ın herhangi bir gazvede zırhını çıkardığına dair hiçbir rivayet yoktur.
Bilakis, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu sabittir:
"Bir peygambere, zırhını giydikten sonra, onunla düşmanları arasında Allah Teâlâ hükmünü vermedikçe zırhını çıkarması yaraşmaz."
Üstelik Cebrail (a.s.), Hz. Peygamber’e zırhını çıkarmasını değil, çıkarmamasını emretmiştir. Hendek Harbi’nde kâfirlerin dağıldığı gecenin sabahı Müslümanlar Medine’ye dönüp silâhlarını bıraktıkları sırada, Cebrail, Resulullah’a gelmiş ve "Zırhını çıkarıyor musun? Melekler, henüz silâhı bırakmadılar. Allah Teâlâ, sana Benî Kurayza üzerine yürümeni emrediyor; ben de onlara gidiyorum." demişti.
Savaşta zırhı çıkarmak şöyle dursun, Hz. Peygamber (s.a.v.) Uhud Günü iki zırhı üst üste giymiştir. Yine aynı savaşta Resulullah’ın başında miğferi de vardı ve aldığı darbe ile miğfer kırılmış; Peygamberimiz de yaralanmıştı. Resulullah’ın savaşlarda kullanmak üzere 9 kılıcı, 7 zırhı, 6 yayı, 2 kalkanı, 5 mızrağı, 2 miğferi vb. silâh ve teçhizatı vardı. Herhâlde, bu Cevşen’den sonra hepsini kaldırıp atmıştır (!) mı(?)
Allah Teâlâ, Kitabında kendisini nasıl tavsif, kendisine nasıl ve hangi sözlerle dua edeceğimizin örneklerini göstermiştir. Hadis kitaplarında da Resulullah (s.a.v.)’tan sahih olarak rivayet edilen
Yüzlerce dua varken, böyle mesnetsiz bir münacatın dua olarak mislinin olmadığı iddiası, çürütülmeye bile gerek olmayan bir iddiadan öteye geçemez. Cevşen’in dahi misli olmadığı iddiası da boştur.
Ayrıca İslam duaları yazıp muska yapıp boyna asılmasını değil, duayı okuyarak Allah’ münacaat edilmesini emrediyor.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki:
Sahih’de rivayet edildiğine göre Ebu Beşir el-Ensari (r.a.) bir sefer sırasında Rasulellah (s.a.v.) ile birlikteydi. Peygamber (s.a.v.) birisiyle hiçbir devenin boynunda yay kirişinden yapılma ya da herhangi bir türde gerdanlık bırakılmayıp koparılması için haber gönderdi. (Sahih Buhari: 3005, Müslim: 2115, Ebu Davud: 2552)
Develerin boyunlarına asılan bu şeyler ile nazardan, beladan… Vb. korunmak amaçlanıyordu. Rasulüllah bütün bunları koparılıp atılmasını emrediyordu.
İbn-i Mes’ud (R.a.) şöyle anlatmaktadır: “Rasulullah’ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim: … temaim (muska) ve tivele şirktir.” (Ahmet ve Ebu Davud rivayet etmiştir.)
Tivele: Kadın ve erkeğin birbirlerini sevmesini sağlamak amacıyla yapılan bir tür büyü.
Abdullah b. ‘Ukeym’den merfu olarak rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: (Muska v.b. ) herhangi bir şey takana (yardım olunmaz ve) takındığı şeyle baş başa bırakılır.(İmam Ahmed ve Tirmizi tarafından rivayet edilmiştir.)
İmam Ahmed’in Rufeyfi’den rivayet edildiğine göre peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ey Rufeyfi umarım ömrün uzun olur. Sakalını bağlayandan, Muska takandan hayvan pisliği ile ya da kemikle istinca yapandan Muhammed’in beri olduğunu insanlara bildir.” ( Sahih Ahmed 4/109, Ebu Davud 36, el-Elbani Sahihi Süneni Ebu Davud’da hadisin sahih olduğunu söylemiştir.)
Sa’id b. Cubeyr şöyle demektedir:” bir insanda takılı olan Muskayı koparmak bir köle azadına denktir. Yine Veki’den gelen rivayete göre İbrahim şöyle demektedir: Seleften kavuştuklarımız Kur’an’dan olan ya da olmayan tüm muskaları kerih görürlerdi. (İbn Ebi Şeybe 5/36)
Hiçbir hadis kaynağında bulunmayan cevşen bir bidat olduğu gibi üzerinde taşıyanı koruyacağı, okuyana 900 peygamber sevabı verileceği gibi iddialarda bu yalanın katmerleşmiş şeklidir. Ayrıca nakledilen bu hadislerden muska veya cevşen gibi şeylerin hurafe ve şirk olduğu da anlaşılıyor.
*****
---Said Nursi Risale-i Nurlarda kendisine sorulan “Hızır hayatta mıdır? “sorusuna cevap olarak Hızır’ın hayatta olduğunu iddia ediyor. Yine Hızır’ın bir anda birçok yerde olabileceğini, Bazen bizim gibi yiyip içeceğini, insanlarla görüşebileceğini yardım edebileceğini iddia ediyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( --Mektubat, 5-6, Birinci Mektub/Dört Sualin Muhtasar Cevabıdır/Birinci Sual.)
Hz. Hızır (a.s.)’ın hayatta olup olmaması meselesi eskiden beri tartışıla gelmiştir. Mutasavvıflar, Hızır’ın sağ olduğunu, hatta zor durumda kalanların imdadına yetiştiğini ileri sürmüşlerdir. Aynı iddia burada Said Nursi tarafından tekrarlanmıştır. Said Nursi Hızır’ın yaşadığına delil olarak sadece bazı ehl-i şuhûd ve keşif olan evliyânın Hızır’la olan maceralarını ve hikâyelerini onun yaşadığının delili olarak belirtmiştir.
Ehlisünnet âlimlerinin hiçbirisi Hızır’ın hayatta olduğunu iddia etmemiştir. Hızır’ın hayatta olduğuna dair Kur’an’da, Sünnet’de bir delil bulunmamaktadır. Yine bu ümmetin en hayırlı nesli olan sahabe, tabiin ve tebai’t-tabiin den hiçbir kimsede Hızır’ın hayatta olduğunu iddia etmemişlerdir.
Hızır’ın yaşadığını iddia etmek akla, mantığa, gerçeğe, ilme ve İslâm’a uygun değildir. Bu tamamen uydurulan bir hurafedir. İnsanlar tabii kurallara göre doğarlar yaşarla ve ölürler. Hızır bir insan olduğuna göre onun bu kural ve kanunların dışında olması düşünülemez,
Hızır’ın yaşamakta olduğuna dair nakledilen rivayetler ise uydurma veya zayıf hadislerdir. Hiçbir şekilde sahih değildir. O hâlde, zannî bilgilerle ve zayıf rivayetlerle kesin ve açık olan aklî hükümlerin teknik bir ifade ile yakini yatın karşısına çıkmak nakli de aklı da bilmemek olur.
Bazı hadis kaynaklarında Hızır’la ilgili rivayetler vardır. Bunlar ya zayıf ya da uydurmadır. Bu konuda sahih bir hadis bulunmamaktadır. Hadisçiler bazen bir konudaki haber ve rivayetlerin sahih olanını, zayıf olanını ve uydurma olanını bir araya toplamışlardır. Bundan maksatları, o rivayetlerin sahih, zayıf ve uydurma olanlarını belirtmektir. Ümmetin bu tür rivayetleri bilerek dikkatli olmaları ve zayıf ve uydurma rivayetleri tanımaları için kitaplarında nakletmişlerdir. Hızır’ın yaşamadığını bildirmiş olan bazı hadis âlimleri şunlardır:
İbn Hacer, Hızır ve İlyas’ın hâlâ yaşadığının sabit olmadığı görüşündedir.
İbn Kayyım: "Hızır’ın hayatına dair nakledilmiş rivayetlerin hepsi yalandır, bu hususta sahih bir hadis yoktur" demiştir.
Ali el-Karî, Hızır’dan ve hayatından bahseden hadislerin hepsinin yalan olduğunu, hayatına dair rivayetlerin hiçbirinin sahih olmadığını belirtir.
İbn Hazm’ın açıklamasına göre; Yahudiler, İlyas ve Fenhas İbnu’l-Âzâr’ın bugüne kadar hayatta olduklarını ileri sürüyorlardı. Bugün, Hızır ve İlyas’ın hâlen yaşadığı inancı da bunun kalıntılarından başka bir şey değildir.
M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadîsler adlı kitabında Hızır ve İlyas’ın hayatlarından bahseden hadislerin mevzu olduğunu söyler.
İmam Ahmed şöyle dedi: "Kim gaip olan bir kimseye isnat ediyorsa, ona haksızlık etmiş olur. Bunu ancak şeytan ortaya atıyor."
Buharî’ye Hızır ve İlyas’ın hâlâ yaşayıp yaşamadıkları sorulduğunda şöyle dedi: "Bu nasıl olabilir? Hâlbuki Resulullah, 'Bir asır sonra yeryüzündekilerden kimse kalmaz' diyor."
Ebu’l-Ferec İbn el-Cevzî, yüce Allah’ın, "Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık" (Enbiyâ, 34) ayetini okudu ve Hızır ve İlyas’ın yaşayanlar arasında olmadıklarını söyledi.
İmam Buharî’nin zikrettiği hadis şöyledir:
"Bu gecenizi görüyorsunuz ya, işte bu gecenizden itibaren yüz seneye kadar (bugün) yeryüzünde olanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır." (Buhārî, İlim, 42/57.)
Yusuf el-Kardavî de şöyle demiştir:
Bazı insanlar Hz. Hızır’ın, Hz. Musa’dan sonra Hz. İsa zamanına kadar, sonra da Hz. Muhammed (s.a.v.)’in zamanına kadar yaşadığını, günümüze dek yaşamakta olduğunu, kıyamete değin de yaşayacağını söylemektedirler. Falan kimseyle karşılaştığına, falan kimseye hırka giydirdiğine ve falanca kimseye söz verdiğine dair bazı hikâyeler, kıssa ve rivayetler uydururlar, hatta Cenab-ı Allah’ın onu yetkili bir görevli olarak yeryüzüne indirmiş olduğuna dair efsaneler düzerler.
Bunların zannettikleri gibi Hızır (a.s.)’ın sağ ve mevcut olduğuna delâlet eden kesin deliller yoktur. Tam bunun tersi istikamette olan deliller vardır. Hızır’ın sağ olmadığına dair Kur'an’dan, Sünnetten, akıldan ve muhakkik âlimlerin ettikleri icmadan deliller vardır.
İbrahim el-Harbî’ye Hızır (a.s.)’ın hâlen hayatta olup olmadığını sorduklarında, İbrahim şu cevabı vermişti: "Halk arasında karşılaşılan bu şahıs, şeytandan başkası olamaz." İbrahim el-Harbî ile Buharî dışındaki birçok imam da kendilerine bu konuda soru sorulduğunda, Kur'an-ı Kerim’den şu ayeti cevap olarak okumuşlardır: "Biz, senden önce hiçbir insana ebedîlik vermedik. Şimdi sen vefat edersen, onlar ebedî mi kalacaklar?" (Enbiyâ, 34)
İbn Teymiye de bu konuda şöyle demektedir:
Ashap arasında, kendisine Hızır (a.s.)’ın geldiğini iddia eden kimse çıkmamıştır. Çünkü Hz. Musa’nın çağdaşı olan Hızır, vefat etmiştir. Birçok kimseye gelip görünen Hızır, ancak ve ancak ya insan suretine girmiş bir cin (şeytan) ya da yalancı bir insandır; "Ben Hızır’ım" dediğine göre bir melek olması da caiz değildir. Çünkü melekler yalan söylemezler. Yalanı sadece insanlar ve cinler söyler. Şahsen ben, burada anlatması uzun sürecek "Ben Hızır’ım" diye kendilerine cinlerin geldiği bazı kimseleri tanıyorum. Şüphesiz sahabe, üzerlerinde böyle bir teşevvüşün cereyanına imkân bırakmayacak tarzda bilgi sahibi idi.
Şiîlikteki Mehdî’nin hâlâ yaşamakta olduğu inancına benzeyen ve belki de o inancın Sünnî muhit içinde tebdil-i kıyafet etmiş bir şekli olan Hızır’ın hâlâ yaşamakta olduğu inancı birçok hurafenin, efsanenin ve menkıbenin kaynağı olmuştur. Ayet ve hadisten açık, kesin ve sıhhatli hiçbir mesnedi bulunmadığı hâlde bu telâkki "kat'î bir akide" hâline getirilmiştir.
Şu hâlde Hızır’ın bu uzun asırlar boyunca çöllerde, kurak arazilerde ve dağlarda yaşamını sürdürmesinin, (bu inanışta olanlara göre) faydası ve hikmeti nedir? Bunun ardında şer'î ve aklî bir fayda yoktur. Bunun tek sebebi şu olsa gerektir: İnsanlar her zaman garipliğe, acayipliğe, kıssalara ve efsanelere meylederler. Kendi hayallerini işleterek bazı tasvirlerde bulunurlar. Sonra da bu tasvirlerine dinî bir görünüm verirler. Dinî görünüme büründürülen hayal mahsulü bu efsaneler de, basit insanlar nezdinde revaç bulurlar. Bu efsaneleri kendi dinlerinin parçası sanırlar. Oysaki bu gibi şeylerin dinle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktur. Hızır hakkındaki hikâyeler, delilsiz ve mesnetsiz birer uydurmacadan ibarettir.
*****
--- Risale-i nurlarda bazı evliyaların ol deyince yani yaratacağını o şeyin olacağını iddia ediyor. Yine ölülerin dirilere tasarruf edeceğini, yardım edeceğini ve dirileri koruyacağını iddia ediyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Barla Lâhikası, 234, Yirmiyedinci Mektuptan --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 15-16, --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 180, Sekizinci Lem'a/Şeyh-i Geylânî’nin -kendinden sekizyüz sene sonra- gayb âşinâ gözüyle haber verdiği bir hâdise-i Kur'aniyedir/Beşinci Vecih. --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 187, Sekizinci Lem'a --Rehberler, 261; Lem'alar, 162, Yirminci Lem'a/İhlâs Hakkında/Üçüncü Düsturunuz; --Mektubat, 54, Onbeşinci Mektub/Dördüncü Suâlinizin Meâli. --Mektubat, 6. Birinci Mektub/Dördüncü Tabaka-i Hayat.)
"Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeyin yöneticisidir." (Zümer, 62.)
"Bilmedin mi ki, göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı, yönetimi, mülkiyeti) yalnız Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı vardır." ( Bakara Suresi:, 2/107.)
"Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah, her şeye kadirdir."(Âl-i İmrân Suresi, 189.)
"Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Yaşatan, öldüren odur. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır." (Tevbe, 9/116.)
Şirk, Allah’a mahsus olan sıfatlardan herhangi birini, münezzeh ve yüce Allah’tan başkasına isnat etmektir. Bu sıfatlar KÜN FE YEKÛN ("ol" der olur) ile tabir edilen irade ile âlemde tasarruf etmek, gibi sıfatlardır.
Yüce Allah şöyle buyurur:
"Gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratan odur. 'Ol' dediği gün, oluverir. Sözü haktır. (...)"(En'âm Suresi: 73.)
"Biz bir şeyi(n olmasını) istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona 'ol' dememizdir, derhâl oluverir.” ( Nahl Suresi: 40.)
İşte bu ayetler, "KÜN FE YEKÛN = OL DER OLUVERİR dairesinde" sözün ve kudretin, şeriki olmayan yüce Allah’a ait olduğunu göstermektedir. Nur Risaleleri’nde, sadece Allah’a ait olan bu sıfatla kulları da vasıflandırılmıştır.
Öldükten sonra peygamberlerin bile, ümmetleri üzerinde herhangi bir tasarrufları söz konusu değildir. Hiçbir ortağı olmayan yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
"Allah, elçileri toplayacağı gün: 'Size ne cevap verildi?' der. 'Bizim bilgimiz yok, gizlileri bilen yalnız sensin' derler." ( En'âm Suresi: 109)
Onlar şöyle demek istemişlerdir: "Bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Bizim bildiğimiz, ancak onların bize, biz hayatta iken vermiş oldukları cevaplardır. Biz, vefat ettikten sonra, onların ne yaptıklarını bilemiyoruz. Ceza ve mükâfat, insanın hatimesine (son anına) göredir. Onların hatimesi ise, bizce malûm değildir." İşte bundan dolayı peygamberler, "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gaybları hakkıyla bilen sensin" demişlerdir.
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Ve yine Allah demişti ki: Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara: 'Beni ve annemi, Allah’tan başka iki Tanrı edinin' dedin? 'Hâşâ, dedi, sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gaybları bilen yalnız sensin, sen! Ben onlara: Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin diye senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim. Ben onların içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat sen beni vefat ettirince onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen her şeyi görensin!'" (En'âm Suresi: 117.)
Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyuruyor:
"Kıyamet günü yaratıklardan ilk elbise giyecek olan kişi İbrahim’dir. Dikkat edin! Şu muhakkak ki, o gün ümmetimden bir takımadamlar getirilir de, onlar tutulup sol tarafa götürülürler. Ben hemen: 'Ya Rab, onlar benim sahabelerimdir!' derim. Bana: 'Şüphesiz sen, onların senin ardından dinde ne bid'atler çıkardıklarını bilmiyorsun.' denilir. Buna cevaben ben de, Allah’ın salih kulu (Meryem oğlu İsa)’nın dediği gibi derim: 'Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat sen, beni vefat ettirip içlerinden alınca, üstlerine görüp gözetici yalnız sen oldun...' Yine bana: 'Şüphesiz bunlar, sen kendilerinden ayrıldığından beri ökçeleri üzerine basarak geri dönmüş mürtetlerdir.' denilir." ( Buhārî, Tefsîr, 113/147. İmam Buhârî, hadisin Kitâbu’l-Enbiyâ’daki rivayetinde şunu ekler: Kabisa: "Onlar, Ebu Bekir zamanında dinden dönen mürtetlerdir. Ebu Bekir onlarla harbetti" demiştir.)
Görüldüğü gibi, vefat ettikten sonra ulu’l-azm peygamberlerin bile, ümmetlerinin murakabesi ile ilgili durumları böyleyken, Nur Risaleleri’nde ise değil peygamberler, evliya bile öldükten sonra murakıp ve mutasarrıflığa devam ettirilmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Ancak işitenler (çağrıya) icabet eder. Ölülere gelince; Allah onları diriltir, sonra ona döndürülürler." (En'âm Suresi: 36.)
"Allah’tan başka yalvardıkları hiçbir şey yaratamazlar, zaten kendileri yaratılmışlardır. Onlar ölüdürler; diri değil. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler." (Nahl Suresi: 20–21)
Esasen, insanların ilâh edindiği şeye dua (yardım, himmet dileme) etmesine, ondan yardım dilemesine sebep olan düşünce, şüphesiz ki onun tabiat kanunları üzerinde hükmünü geçirmeye ve tabiat kanunlarının nüfuzu haricinde bir kuvvete malik olduğunu kabul etmeye götüren düşüncedir. İşte bu düşünce evliya ve üstad kabul edilen kişiler hakkında beslenmiştir. Buda onların birer ilah edinilmesi anlamına gelir. Bu ise İslam’da büyük şirk olup insanı dinden çıkarır. Ümmetin imanını kurtarmak için yola çıktığını iddia eden Said Nursi’nin nasıl bir iman sırsızı olduğu ortaya çıkmaktadır. Allah bu gibilerin şerlerinden bu ümmeti muhafaza etsin.
*****
---Risale-i nurlarda Cenabı Hakkın şehit ve evliyanın ruhlarını berzah âleminden dünyaya gönderip onlarla diğer insanlara yardım ettiğini iddia ediyor. Bu iddiayı Fethullah GÜLEN ‘de kitaplarında savunuyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Rehberler, 261; Lem'alar, 162, Yirminci Lem'a/ --Mektubat, 54, Onbeşinci Mektub/Dördüncü Suâlinizin Meâli.
--Mektubat, 6. Birinci Mektub.)
Risale-i nurlardaki bu batıl iddialara Kur’an ve sünnet bakın nasıl cevap veriyor:
"Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma; hayır, onlar diridirler. Rableri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i İmrân Suresi: 169)
Tirmizî, bu ayetin tefsirinde şu hadis-i şerifi nakleder:
Cabir b. Abdullah (r.a.)’tan rivayet edilmiştir. O şöyle dedi:
Resulullah (s.a.v.) bir gün bana rastladı ve:
—Ya Cabir, neden seni düşünceli görüyorum? Buyurdular. Ben:
—Ey Allah’ın Resulü, babam şehit oldu, arkasında borç ve (bakılması gereken bir) aile bıraktı, dedim. Resulullah (s.a.v.):
—Babanın Allah tarafından nasıl karşılandığını sana müjdeleyeyim mi? buyurdu.
—Evet, ya Resulullah, (s.a.v.) dedim. Buyurdu ki:
—Allah, hiç kimseyle perde arkasından konuşmamışken, babanla perde olmaksızın yüz yüze konuştu ve ona: "İste benden, vereyim!" buyurdu. O da: "Ey Rabbim, senin yolunda ikinci kez öldürüleyim, beni dirilt!" dedi. Allah Teâlâ: "Ne var ki, onların (ölülerin) tekrar (dünyaya) dönemeyeceklerine dair benim sabık hükmüm vardır." buyurdu. O da: "Ya Rabbi, arkamda kalanlara bunu ulaştır!" dedi. Allah Teâlâ da: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma (...)" ayetini indirdi.
(Tirmizî, Tefsîr, 4/3196. Tirmizî, "hadis hasen-gariptir" dedi. İbn Mâce de yine hasen isnatla rivayet etmiştir. Hâkim de rivayet edip "isnadı sahih" demiştir (Munzirî, Tergîb ve Terhîb, 3/217). Hadisi İbn Merdûye iki ayrı senetle; Beyhakî, Ebû Ubâde el-Ensârî hadisinden ve Cabir’e varan bir senetle hadisin bir başka şeklini rivayet etmiştir. (İbn Kesir, 4/1443))
İbn Abbas (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu rivayet etti:
"Uhud’da kardeşlerinize (şehitlik) isabet edince Allah, onların ruhlarını yeşil kuşların içine yerleştirdi. Cennet nehirlerine uğrar meyvelerinden yerler, (sonra) arşın gölgesinde asılı olan altından kandillere dönerler. Şehitler yediklerinin, içtiklerinin ve kaldıkları yerin güzelliğini görünce, 'Bizim cennette diri olup da rızıklandığımızı, cihada yönelmeleri ve harpten korkup kaçmamaları için (dünyada bulunan) kardeşlerimize kim haber verecek?' derler. (Bunun üzerine) her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah: '(Bunu) sizden onlara ben eriştireceğim' buyurdu ve:
'Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. (...)' ayetini indirdi."
(Ebû Dâvud, Cihâd, 25/2520. Hâkim de rivayet etmiş, "isnadı sahihtir" demiştir. (Munzirî, Tergîb ve Terhîb, 3/234). Hadisi İmam Ahmed ve İbn Cerir de rivayet etmişlerdir. (İbn Kesir, 4/1442))
Bu hadisler, şehitlere bile dünyaya dönüp çeşitli tasarruflarda bulunmalarına izin verilmediğini ispat etmektedir, diğerleri ise şurada kalsın. Şehitlerin dünyaya dönememeleri konusundaki bu hüküm, diğer ölüleri evveliyatla kapsamaktadır.
Bizim burada amacımız sadece; insanların -peygamber, veli, şehit dahi olsalar- öldükten sonra âlemde herhangi bir tasarruflarının olamayacağını göstermektir, yoksa ölülerin ruhlarının birbirlerini ziyaret ederek müzakere etmesi vb. meseleleri biz de kabul ve teslim ediyoruz. Zaten, konumuz da bunlar değildir.
"Nihayet, onlardan birine ölüm geldiği zaman: 'Rabbim! Yapmadan bıraktığım amel-i salihi işlemem için beni (dünyaya) geri gönderiniz!' der. Asla! Söylediği sadece kendi sözüdür (olmayacak bir lâftır). Önlerinde ise, diriltilecekleri güne kadar bir engel (berzah) vardır. Sûra üflendiği zaman, artık o gün, aralarında ne soy sop kalır, ne de birbirlerine onu sorarlar. Artık tartıları ağır gelenler, kurtulanlar; tartıları hafif gelenler de, sürekli kalacakları cehennemde kendilerine yazık edenlerdir." (Mu'minûn Suresi: 99–103.)
Ölen Peygamberde olsa şehide olsa dünyaya geri döndürülmüyorsa? Savaşta veya herhangi bir zamanda ortaya çıkıp insanlara yardım eden ve bizlere insan şeklinde gözüken kişilerin kim olduğu sorulursa bunlar ayet ve hadislerin bize haber verdiğine göre bunlar insan suretine giren meleklerdir.
Allah bedir harbinde üç bin melek ile müminlere yardım etti.
Hani sen müminlere, “Rabbinizin, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. (Al-i İmran Suresi:124)
Hatta bu melekleri Müslümanlar ve Müşrikler sarıklı insan suretinde gördüklerini Sahih Hadisler bize bildiriyor.
Yine Allah’u teala bize kendisine itaat üzere olmamız halinde Yine meleklerle yardım edeceğini bize haber veriyor.
Evet, sabrettiğiniz ve Allah’a karşı gelmekten sakındığınız takdirde; onlar ansızın üzerinize gelseler bile Rabbiniz nişanlı beş bin melekle size yardım eder. (Al-i İmran Suresi:125)
Şeytanlarında (cinlerin) insanları saptırmak için açıkça gözüktüğü Sahih hadislerde bize haber veriliyor.
Bir hadis-i şerifte;
Resulullah (s.a.v.) bize bir hutbe irad etti. Hutbesinin büyük çoğunluğunda deccalden bahsederek bizi ondan sakındırdı. Onun sözlerinden bir kısmı şöyle idi:
(…) deccal’in diğer bir fitnesi de şudur: Bir Bedevi’ye, Babanı ve anneni senin için diriltsem, senin rabbin olduğuma şahadet eder misin? Diyecek, Bedevi evet deyince; Şeytan babası ve anası suretinde kendisine temessül (gözükecek) edecek.
Ey oğulcuğum; ona uy, o senin rabbindir. Diyecek (…) (İbn Mace 4077, Hakim 4/536)
Deccal hakkında nakledilen bu uzun hadisin bu kısmında şeytanın bedeviyi saptırmak için bedevinin babası ve annesi şeklinde gözükeceğini bize haber vermektedir. Şeytanların insanları saptırmak için değişik suretlere girip insanlara gözükeceğine dair birçok sahih hadis vardır.
Bu bilgilerden habersiz olan bazı insanlar bid’atçı, hurafeci, cahil insanların yalan yanlış bilgilerinden etkilenerek değişik zaman ve mekânlarda gördükleri melekleri veya şeytanları, evliya kabul ettikleri ölülerin ruhları veya şehitlerin ruhları olduğunu zannederek delalete düşmektedirler. İşte Said Nursi ve onun gibiler din diye batıl hurafelerle bu ümmetin fertlerini böyle zehirlemektedir.
*****
--- Risale-i Nurlarda Hz. Ali’nin ve diğer bütün evliyanın gaybı bildiğini iddia ediyor. Ve diyor ki geçmiş ve geleceğe ait bütün gayb bu kişilerin elindeki bir kitap gibidir onlar gabya dair her şeyi bilirler diye iddia ediyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 163, Yirmisekizinci Lem'a --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 167, Onsekizinci Lem'a.
--Şuâlar, 573; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 125, Sekizinci Şua/İmam-ı --Zülfikar Mecmuası, 439, Zülfikar’ın Hâtimesi
--Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 198, Sekizinci Lem'a/Gavs, Barla Lâhikası, 233, Yirmi Yedinci Mektuptan/ --Şuâlar, 447, Beşinci Şua/Otuzbirinci Mektuptan Otuzbirinci Lem'anın Beşinci Şuâ’ıdır/Dördüncü Nokta.)
Oysa sınırlıda olsa bazı Peygamberler hariç hiç kimsenin gaybı bilemeyeceğini aşağıda delilleriyle ortaya koyduk.
"Gaybın anahtarları onun yanındadır, onları ondan başkası bilmez. (En'âm Suresi: 59)
" De ki: 'Gayb yalnızca Allah’ındır (gaybı bilen odur).' (Yûnus Suresi:20)
"Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. (Hûd Suresi:11/123)
"De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilmez. (Neml Suresi: 65)
"Bunlar sana vahyettiğimiz, gayba ait haberlerdendir. Onlardan hangisi Meryem’i sorumluluğuna alacak diye kalemleriyle kur'a atarlarken sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin." ( Âl-i İmrân Suresi: 44 )
"Bunlar (Nuh ve kavminin kıssası) sana vahyettiğimiz gayba ait haberlerdendir. Ne sen ne de kavmin daha önce bunları biliyordunuz. (...)" (Hûd Suresi: 49)
"İşte sana vahiy ettiğimiz bu (Yusuf kıssası), gayb’a ait haberlerdendir. Onlar (Yusuf’un kardeşleri) yapacakları işe topluca karar verip, o hileli düzeni kurarlarken sen yanlarında değildin." ( Yûsuf Suresi: 102)
"(...) Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Allah (her şeyi) bilen, (her şeyden) haberi olandır." (Lukmân Suresi: 34.)
"De ki: 'Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem, size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana tâbi oluyorum.' (...)"(En'âm, 50.)
"De ki: 'Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda ve ne de bir zarar vermeye sahibim. Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır elde ederdim ve bana hiç bir kötülük de dokunmazdı. Oysa ben, inanan kimseler için ancak bir uyarıcı ve bir müjdeciyim." ( A‘râf Suresi: 188.)
ALLAH, GAYBTAN DİLEDİĞİ KADARINI, SADECE DİLEDİĞİ PEYGAMBERİNE BİLDİRİR
"(...) Allah sizi gayba muttali kılacak da değildir; ancak Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer. O hâlde Allah’a ve Peygamberine iman edin. (...)" (Al-i İmrân Suresi 179.)
"O, gaybı bilendir. Dilediği peygamberden başka hiç kimseye gaybını bildirmez. O, (peygamberinin) önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar." (Cin Suresi: 26–27)
O halde gaybı Allah tan başka hiç kimse bilmez. Ancak o bazı resullerini bir hikmet ve maslahat dolayısıyla gaybından dilediği kadarını muttali kılabilir. Onları bundan haberdar edebilir.
Bu nakledilen ayetler gösteriyor ki gaybtan haber verdiklerini iddia edenler yalandan başka bir şey konuşmuyorlar demektir. Bu insanlar birde Hz. Ali’nin gaybı bildiğini söyleyerek bu büyük sahabeye iftira atıyorlar.
*****
--- Said Nursî, Risale-i Nurlarda Hz. Ali’ye isnat edilen uydurma kasideleri ebcet ve cifir hesaplarına tabi tutarak birçok batıl yorumlar çıkarmıştır.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Şuâlar, 560; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 98, Birinci Şua --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 136, Sekizinci Şua ---Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 141, Sekizinci Şua --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 139, Sekizinci Şua/İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü anhü) Risale-i Nura dair üçüncü BİR KERÂMETİDİR/Altıncı Remz.)
Güya Hz. Ali’nin yazdığı bu kasideler Risale-i Nur’a işaret ediyormuş, Risale-i nur şakirtlerini işaret ediyormuş, risale-i nurun makbuliyeti’ni bildiriyormuş, Yine Hz.Ali Risale-i Nur’a dua ediyormuş, Risale-i nurları met ediyormuş, Risale-i Nurun Tarihini ve mahiyetini gösteriyormuş.
Hz. Ali ve Abdukadir Geylani kerametleriyle gaybı bilerek Risâle-i Nur şakirtlerine iltifat ediyor ve hizmetlerini alkışlıyormuş, Hatta Risâle-i Nur talebelerine gelecek bir musibeti bilerek şefaatçi olarak önlediğini ima ediyormuş.
Hatta Said Nursi o kadar ileri gidiyor ki: Hz. Ali Kur’anın mucizevî Beyanı olan Risale-i Nur’u Allah dan Kur'an’a çelik bir sur ve parlak bir yıldız istemiş ve duası kabul olmuş. (PES DOĞRUSU KURAN KENDİNİ SAVUNAMIYORDA(!) RİSALE-İ NUR ONU SAVUNACAKMIŞ(!)
Hz. Ali’nin Risale-i Nur ile çok meşgul oluyormuş..
Hz. Ali Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi onun üç ismine iki isim daha vermiş miş (Bu adam Hz. Ali yi anlaşılan kabrinde rahat bırakmamış. ) (...).
İşte Bütün Bunlar Said Nursinin iddiaları Aslında bu iddialara ilmi cevap vermek ilme saygısızlıktır ancak biz yinede bazıları belki akleder ümidiyle cevap yazalım. Bu iddiaların sahibi yaşıyor olsaydı ruh ve sinir hastalıkları bölümüne acilen yatırılması gerekirdi.
Said Nursî, Hz. Ali (r.a.)’ye isnat ettiği bu kasidenin ne isnadını nede kaynağını vermemiştir.
Rafızîler, Şiîler ve bilgilerini bunlardan alan kimseler, ehlibeytten aldıklarını iddia ettikleri ya dinî ilimlerle ya da tabiî ilimlerle ilgili birtakım sırlara ve hakikatlere muttali olduklarını iddia ederler. Onlar böyle bir iddiayı, gizlenmesinin öğütlenmesi ve hakikati bilinemeyen bu sırlara iman edilmesi gerekli birtakım hususlardan dolayı ileri sürmektedirler. Hâlbuki iddialarının tamamı uydurulmuş bir yalan ve atılmış bir iftiradır.
Bu Rafızîler, çeşitli gruplar içinde en çok yalan uyduran ve en çok gizli ilim iddiasında bulunanlardır. Bu sebeple Batıniler ve Karma tiler de Rafızî sayılmışlardır.
Rafızîler ilk olarak emîrü’l-müminin Ali b. Ebu Talip (r.a.) döneminde çıkmışlar ve Hz. Ali’nin özel olarak bazı ilimlere ait sırlara ve vasiyete sahip olduğu iddiasında bulunmaya başlamışlardır. Bunun üzerine Hz. Ali’nin ileri gelen yakınları, ona böyle bir şeyin olup olmadığını sormuşlar, Hz. Ali de böyle bir şeyin olmadığını bildirmişti. Daha sonra çevrede böyle bir sözün söylendiğini öğrenen Hz. Ali halka bir konuşma yapmış ve kendisinin böyle bir sırra ve vasiyete sahip olmadığını açıklamıştı.
Ebu Cühayfe’den sahih olarak şu rivayet nakledilir:
Ben, Ali b. Ebu Talip’e:
—Allah’ın Kitabında bulunandan başka yanınızda vahiyden bir şey var mıdır? Diye sordum. Ali (r.a.):
—Hayır, yoktur. Taneyi toprak içinde yaran ve insanı yaratan Allah’a yemin ederim ki, benim bildiğim şey, ancak Allah’ın Kuran’daki hükümleri anlama hususunda insana ihsan etmekte olduğu anlama kabiliyetidir. Bir de şu sahifede yazılı olan hükümlerdir, dedi. Ben:
—Bu sahifedeki hükümler nedir? Dedim. Ali:
—Bu sahifede maktulün diyeti, esirin kurtarılması ve bir kâfire mukabil bir Müslüman’ın öldürülmeyeceği hükümleri vardır, dedi.( Buhārî, Cihâd, 170/247)
Ulema, bu ve benzer sahih hadislere dayanarak Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye ve ehlibeyte özel mahiyette bir ilim verildiği yolunda Hz. Ali’ye ve ehlibeyte nispet edilerek nakledilen rivayetlerin asılsız olduğunu göstermiştir. Sözü edilen özel ilimler cefr, bitâhe, cedvel ve benzeri şeylerle Bâtınî Karmatîlerin Şiadan aldıkları diğer birtakım hususlardır. Hiç şüphe yok ki, başka bir kimseye nispet edilmeyen pek çok yalan ve asılsız rivayet Hz. Ali’ye ve ehlibeyte nispet edilmiştir. (İbn Teymiye, Külliyat, 80–81; 2/229.)
Said Nursî, Hz. Ali’ye isnat ettiği bu uydurma kasidelerden kendisi ve Nur Risaleleri’ne pay çıkarmakla kalmamış, pervasızca bunların kaynağının vahiy olduğunu da iddia etmiştir:
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda Hz. Peygambere Celcelutiye kasidesi adında bir kasidenin vahiy edildiğini Hz. Peygamberin Bu vahyi sadece Hz. Ali’ye bildirdiğini bildirmektedir. Yine bu kasidenin Said Nursi’ye ve Risale-i Nurlara işaret ettiğini, Gelecekten haber verdiğini, iddia ediyor.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Şuâlar, 560; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 98, Birinci Şua --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 136, Sekizinci Şua --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 141, Sekizinci Şua/İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü anhü) Risale-i Nura dair üçüncü BİR KERÂMETİDİR/Yedinci Remz.)
Kaynağı vahiy olduğu iddia edilen bir metnin Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gelen ve onun emriyle yazılıp, nakledilen Kur'an-ı Kerim’de ya da sabit hadislerde yer alması gerekir. Peki, vahiy olduğu iddia edilen bu "Celcelutiye kasidesi" nerededir? Kur'an’da olmadığına göre, hangi hadis koleksiyonunda yer almaktadır? Bu kaside, sahih hadis kaynaklarında rivayet edilmesi bir yana, zayıf ya da mevzu hadisler arasında bile kendine bir yer bulamamıştır.
Cenab-ı Hak buyurmuştur ki:
"Allah’a karşı yalan uydurarak iftira edenden daha zalim kimdir? (...)" (Ankebût, 29/68.)
Bu kasidenin vahiy ile inzal edildiği iddiası, Allah’a iftira olduğu gibi, Hz. Peygamber’e de iftiradır. Çünkü Nur Risaleleri’nden anlaşıldığına göre; Hz. Peygamber bunu herkese duyurmamış, bilakis Hz. Ali’ye hasretmiştir. Öyleyse, Hz. Peygamber tebliğ görevini -hâşâ- yerine getirmemiş olmaktadır.
Anseme şöyle demiştir:
"Ben Abdullah İbn Abbas’ın yanındaydım. Bir adam gelip ona dedi ki:
—İnsanlardan bir kısmı geliyor ve sizin (ehlibeytin) yanınızda Hz. Peygamber’in açıklamadığı şeylerin bulunduğunu söylüyorlar, ne dersin?
Abdullah İbn Abbas dedi ki:
—Bilmiyor musun, Allah Teâlâ Resulüne (s.a.v.): 'Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini duyurmamış olursun. (...)' (Mâide, 5/67) buyuruyor. Allah’a andolsun ki, Resulullah (s.a.v.) bize beyaz üzerinde karalık miras bırakmamıştır." (İbn Kesir, 5/2417. İmam İbn Kesir, bu haberin sağlam olduğunu belirtmektedir.)
Ebu’t-Tufeyl şöyle demiştir:
Ali b. Ebu Talib’e dedik ki:
—Bize, Resulullah’ın (s.a.v.) sana sır olarak bildirdiği bir şey söyle! Ali dedi ki:
—O, insanlardan gizleyip de sır olarak bana bir şey vermedi… (Müslim, Ezāhī, 8/45.)
Lâkin ben onun şöyle buyurduğunu işittim:
"Allah’tan başkası namına hayvan kesene Allah lânet etsin! (...)" (Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 9/246.)
Said Nursî ve şakirtleri, kirli emellerine ulaşmak için daha çok şia kaynaklı olan bu yalanları bizzat kendileri ifşa ettiler. Bu ifşaat, Hz. Ali (r.a.)’ye ve ehlibeyte atılmış birer iftiradır; çünkü Hz. Ali’nin ve ehlibeytin yanında Allah’ın Kitabından başka vahiyden bir şey olduğunu en başta kendileri yalanlamıştır.
Hz. Ali, Oğlu Hz Hasanın tavsiyesini dinlemediğine pişman olduğunu söyleyerek Sıffîn savaşının gecesinde şöyle diyordu: "Ey Hasan! Baban, işin buna varacağını bilemedi. Allah’a kasem ederim ki, Sa‘d b. Malik ile Abdullah b. Ömer’in yaptıkları iş iştir. Yaptıkları doğru ise sevabı büyüktür, yanlış ise cezası azdır." (İbn Teymiye, el-Munteka, çev. Cemaleddin Sancar, Pınar Matbaacılık, İstanbul 1986, 392-393.)
Hz. Ali, şahadeti ile bitecek olayların bile sonuçlarını kestirememişken, kendisinden yüzyıllar sonra gelecek bir adamdan ve onun risalelerinden haber verecek... Üstelik onca sıkıntısının arasında oturacak ebced ve cifir hesapları yaparak, kelimelerin Süryanîcesini de göz önüne alıp şifreli-gizli bir şekilde kaside yazacak... Şüphesiz ki, bunlar mümkün değildir. Bu iddialar, Hz. Ali (r.a.)’ye atılmış birer iftiradır.
*****
--- Meşhur bir söz vardır “ bozacının şahidi şıracı “ diye işte Said Nursi’de bunun gibi Hacı Bayram veli’den nakledilen bir hikâyeyi Risale-i Nurlarda bize naklediyor. Önce bu Hikâyeyi nakledelim Hikâye şöyle: “Hacı Bayram velinin müritleri aşırı çoğalınca zamanın devlet erkânı telalaşa düşüyor. O’nun müritlerini dağıtmak istiyor. Hacı Bayram demiş ki: Benim yalnız bir buçuk müridim var isterseniz imtihan yapalım bir yerde çadır kurdu, müritlerini oraya topladı. Dedi: Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve emrimi kabul ederse, cennete gidecek. Çadırın yanına birer birer çağırdı. Çadırın içinde gizli bir koyun kesti; güya emrini dinleyen müritlerini çadırda kesiyor ve cennete gönderiyor. O kanı gören diğer müritler hiç biri şeyhi dinlemediler, inkâra başladılar. Yalnız bir adam dedi: Başım fedâ olsun. Yanına gitti. Sonra bir kadın dahi gitti, başkaları dağıldılar. O zât, hükümet adamlarına dedi: İşte benim yalnız bir buçuk müridim bulunduğunu gördünüz.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Şuâlar, 299, Onüçüncü Şua/Aziz, Sıddık Kardeşlerim!)
Bu hikâye meşhur olup, bununla şeyhe kayıtsız bir itaatin gerekli olduğu telkin edilmektedir. Konuyu önce Kuran’a ve Sünnete göre değerlendirelim, Sonrada Said Nursi’nin bu hikâyeyi anlatma sebebini aktaralım.
"Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Resule ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin! Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve Peygamber’e havale edin! Bu sizin için daha hayırlı ve sonuç bakımından da daha güzeldir." (Nisâ, 59.)
Bu ayet şu olay üzerine nazil olmuştur
Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) bir seriye’nin başına ensardan bir adamı emîr, yani kumandan yapıp gönderdi. Bu zatın emrindeki mücahitlere de kumandanlarına itaat etmelerini emretti. Bu kumandan, sefer esnasında bir meseleden dolayı maiyetindekilere öfkelendi de:
—Peygamber (s.a.v.) sizlere bana itaat etmenizi emretmedi mi? diye sordu. Onlar da:
—Evet, emretti, dediler. Bunun üzerine kumandan:
—Öyleyse benim için odun toplayın! Dedi.
Mücahitler odun topladılar. Bu defa da kumandan:
—Odunları yakınız! Emrini verdi. Mücahitler odunu yakınca da:
—Bu ateşe giriniz! Diye emretti.
Bu emir üzerine askerlerin bir kısmı ateşe girmeyi düşündüler. Fakat bazıları da bunları tutmaya ve:
—Bizler ateşten Peygamber’e kaçıp sığınmış kimseleriz, demeye başladılar.
Onlar bu karşılıklı konuşmaya devam ederken nihayet ateş söndü. Kumandanın da öfkesi geçip sakinleşti. Bu olay Peygamber’e ulaşınca:
"Eğer mücahitler ateşe girselerdi, artık kıyamet gününe kadar ateşten çıkamazlardı. İtaat ancak marufta olur." buyurdu. (Buhārî, Megāzî, 61/340; Müslim, İmâre, 8/40.)
Hadisteki bu olay ile yukarıda zikredilen Hacı Bayram hâdise -farklı amaçlar taşısa da- birbirine benzemektedir. Mücahitler, verilen emir maruf olmadığından, emri dinlememişler ve ateşe girmemişlerdir. Hikâyedeki şeyhin verdiği emir de şüphesiz maruf olarak kabul edilemez. Şeyhin biri erkek, diğeri de kadın olan iki müridi (şeyhe göre bir buçuk müridi) kesileceklerini zannederek ve bunu kabul ederek bile bile çadıra girmişlerdir. Böylece, maruf olmayan bir emirde, şeyhe itaate hazır olduklarını göstermişlerdir. Burada kınanması gerekenler, şeyhi dinlemeyenler değil, bilâkis şeyhe boyun eğip cennete gideceğini zanneden ahmak müritlerdir.
Bir kısım mücahidin tereddüde düşmesi, Resule mutlak itaat dolayısıyla onun itaati emrettiğine de itaatin gerekeceğini düşünmelerinden kaynaklanmıştır. Fakat Peygamber’in terbiyesi etkisini göstermiş ve hiçbiri bu hataya düşmemiştir.
"Yaratana isyan olduğu takdirde, mahlûka itaat yoktur" kezalik "İtaat ancak maruftadır" hadis-i şerifleri de bunun delilidir. Bu hâlde, amirin her emri memuru mesuliyetten kurtarmaya kâfi gelmez.
Hikâyenin elle tutulacak hiçbir tarafı yoktur. İslâm’ın bütün ilkelerine aykırıdır. Müslümanlar; Hıristiyan papazların halka tapuyla cennet dağıttıkları dönemde, Peygamberlerinin getirdiği nurla, cennete girmeyi "din adamları"nın belirleyemeyeceğini, cennetin satılamayacağını çoktan öğrenmişlerdi.
Said Nursî, bir de bu hikâyeden hikmetler (!) çıkarıp kendi müritleri ne şöyle demektedir:
Cenâb-ı Hakk’a yüz binler şükür olsun ki; Risâle-i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şakirtlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. O eski şeyhin aksine olarak Isparta ve civarı kahramanların himmetiyle, o zâyi olan bir buçuk adam yerine on bin ilâve oldu. İnşâallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek.
*****
--- Yine Said Nursi başka bir hikâyeyi Risale-i Nurlarda bize şöyle naklediyor: Abdulkadir Geylani’nin yanında bir hanımın bir tek evladı bulunuyormuş. İhtiyar kadın oğlunun hücresine bakıyor oğlu kuru ekmek yiyor. Evladının haline acımış, AbdulKadir Geylani’nin yanına giriyor Bakmış ki: AbdulKadir Geylani kızartılmış bir tavuk yiyor. Kadın demiş ki "Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!" AbdulKadir Geylani tavuğa demiş: "Kum Biiznillâh" O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı çıkmış. AbdulKadir Geylani demiş ki: "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman, o da tavuk yesin”
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Lem'alar, 141, Ondokuzuncu Lem'a/İktisat Risalesi/Üçüncü Nükte.)
AbdulKadir Geylani Adına uydurulan birçok hikâyeden biri olan bu hikâyeden Said Nursi acaba kendine nasıl bir pay çıkaracak: Önce bu uyduruk batıl hikâyeyi iki adil şahide arz edelim:
Bir müridin tavuk yiyebilmesi için diriltme derecesine (!) mi gelmesi gerekiyor? O takdirde hiçbir mürit tavuk yiyemez, çünkü hem müritler, hem de şeyhleri diriltme kudretinden yoksundurlar. Oysa yaratmak Allah’a mahsustur.
Sonra, bırakın veliyi sıradan biri bile, kendisi tavuk yerken gelen perişan bir ananın çocuğu için istediği bir parçacık tavuk etini vermez mi? Abdulkadir Geylânî gibi biri, bir parçacık tavuk etini vermeyecek ve üstelik alay edercesine o zavallı kadına "keramet" gösterecek! Gerçekten bunlar saçma sapan şeylerdir. Hani nerede Nur Risaleleri’nde anlatılan "Vedûd ismine mazhar" evliya? Nerede cenneti bile istemeyenler? Nerede diğer insanların kurtulması için cehennemi sadece kendilerinin doldurmasını isteyenler? Vallahi, Abdulkadir Geylânî değil, Said Nursî’nin bize evliya diye takdim ettiği tipler, bırakın cennetten vazgeçmeyi işte böyle bir parça tavuk etinden bile vazgeçemezler.
Mucizeyi getirmek, peygamberlerin elinde değildir. Allah, onu istediği zaman peygamberlerin elinde yaratır. Bu husus, tamamen Allah’ın iradesine bağlıdır. Allah, ne zaman isterse o zaman mucizeyi yaratır. Peygamberlerin istediği zaman mucize olmaz. Allah, gerçekten mucize görmekle yola gelecek insanlar bulunduğu zaman ilâhî hikmet uyarınca, peygamberlerinin elinde mucizeler meydana getirir.
"Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi (yapabilirsen) yerin içine (inebileceğin) bir delik ya da göğe (çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi elbette onları hidayet üzerinde toplardı, o hâlde cahillerden olma!" (En'âm, 35.)
" (...) De ki: 'Mucizeler ancak Allah’ın katındadır.' (...)" (En'âm, 109.)
"Andolsun, biz senden önce de elçiler gönderdik, onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir ayet (mucize) getiremezdi. (...)"
(Ra’d, 38.)
"Elçileri onlara dediler ki: 'Biz de sizin gibi insandan başka bir şey değiliz. Fakat Allah, kullarından dilediğine nimetini lütfeder. Allah’ın izni olmadan biz size delil getiremeyiz. İnananlar Allah’a dayansınlar." (İbrâhîm, 11.)
Peygamberler mucizeleri istedikleri zaman gösteremediklerine göre, veliler de kerametlerini istedikleri zaman gösteremezler. O, Allah’ın bir lütfudur ve ancak Allah’ın dilediği zaman vuku bulur. Yoksa keramet sahibi her istediği zaman kerametini izhar edemez. Hatta İsa (a.s.) bile kendisinden gökten bir sofra istenince:
"Allah’ım, Rabbimiz, bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki; bizim için, önce ve sonra gelenlerimiz için (o gün) bir bayram ve (o olay) senden bir mucize olsun. Bizi rızıklandır, sen rızk verenlerin en hayırlısısın!" (Mâide, 5/114.) demiştir.
Hz. İsa (a.s.) Allah’ın Resulü olmasına rağmen mucize için Allah’a yalvarıp yakarırken, nasıl olur da gereksiz bir hâlde Şeyh Geylânî keramet gösterebilir?
Kerametler, Allah’ın mümin kuluna diniyle ve dünyasıyla ilgili nimetidir. Din hususunda hüccet olur, dünya konusunda da müminlerin bir ihtiyacını giderir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in mucizeleri de din için hüccet oluyor ve Müslümanlar için bir ihtiyacı gideriyordu. Yiyecek ve içeceklerde meydana gelen bereket, parmakları arasından su akması, dua ettiğinde yağmurun yağması, kâfirlerin yenilmesi ve hastanın şifa bulması, hazır bulunanlarca bilinmeyen ve yararlı olan haberler vermesi gibi.
Bir ananın huzurunda tavuğu diriltmenin din hususunda ne gibi bir hücceti olabilir? Dünya konusunda müminlerin hangi ihtiyacını giderebilir?
Yücelerden yüce Allah cümlemizi, insanlardan işittiği her sözü kritiksiz olarak hemen kabullenen mukallitler olmaktan korusun.
Allah, bize kendi velileri ile şeytanın velilerini ayırt edecek bir nur ve feraset ihsan etsin ve bizi velilerine iftira atmaktan korusun.
*****
--- Said Nursi bu Ümmetin içine birde evlenmeme hurafesini sokarak Hıristiyanların rahip ve rahibe hayatını bu ümmetin içine soktu. Birçok nurcu lider ve nur talebesi Hz. Peygamberin evlenme sünnetinden yüz çevirip, üstatlarının batıl yoluna(dinine) girerek evlenmeyip rahip ve rahibe hayatını kendilerine din edindiler.
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( ABD’de himaye edilen nurcu liderden, nur medreselerindeki abi ve ablalar bunlar evlenmeyerek rahip ve rahibe hayatı yaşamaktalar. Bunlar evlenme sünnetine yüz çevirip Üstatları’nın batıl yolunu yol edinmişler. Kör olmayan herkese canlı kaynaklar. )
İslam fıtrat dinidir Evliliği esas alır. Bazıları Fuhuş ve zinayı hayat tarzı olarak benimsedikleri için bu tipler evlilikten uzak dururlar. Allah’ın, Resulü’nün, Meleklerin ve Müminlerin laneti bu fuhuş ve zina ehlinin üzerinedir.
Cenabı hak buyuruyor ki:
Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.( İsra Suresi 32)
Onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah’ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar. Kıyamet günü onun azabı kat kat artırılır ve horlanmış olarak orada ebedi kalır. (Furkan Suresi:68-69)
Bazıları da ibadet, hizmet gibi sebeplerle evliliği terk ederler bunlarda Hıristiyan Rahip ve Rahibeleri gibi bir hayat tarzı benimserler. Oysa Cenabı Hak Hıristiyanların uydurdukları evlenmeme âdetinden dolayı onları kınıyor. Bunun Allah’ın bir emri olmadığını bize haber veriyor.
Sonra bunların peşinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik, ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. (Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir. (Hadid Suresi: 27 )
Oysa İslam evlenmemeyi harama şerre yakın olarak vasıflandırıp bundan Müslümanları men ediyor,
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:
“Sünnetimden yüz çeviren benden değildir.” (Buhari. Nikah: 1)
“Sünnetimi yaşatan beni sevmiş olur, beni seven de cennette benimle beraberdir.” (Tirmizi, İlim: 16)
“Altı kişiye ben, Allah ve duâsı makbul olunmuş her peygamber lânet ettik… (Bunlardan biri) Sünnetimi terk edenler.” (Tirmizi C/4. Sf: 457)
Bu hadislerde peygamberlerin sünnetlerinden biri olan evlenme sünnetini terk edenler lanetlenip kınanırken, Bakınız Allah ve Resulü Müslümanların evlenmesini hatta çok eşle evlenmesini nasıl teşvik ediyor.
Nisa suresi Ayet:3 de Şöyle buyuruyor
”Eğer yetim(kız)lar konusunda adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, bu durumda, size helal olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Şayet (yine de) adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir (eş) ya da sağ ellerinizin malik olduğu (cariye) ile (yetinin.) Bu sapmamanıza daha yakındır.” (Nisa Suresi: 3)
Allah’ın Resulü şöyle buyuruyor:
“…Ey gençler topluluğu, sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan en iyi saklar ve fercide en iyi korur. Evlenmeye gücü yetmeyen de oruç tutsun. Çünkü oruç onun için bir kalkandır.” Buyurdu (Buhari, 5066 – Müslim, 1401 – Nesai, 2238 – Tirmizi, 1081 – Darimi, 2/132 – Ahmed, 1/424-432 – Albani, 1781,el-irva da)
Bu konuda Allah’ın resulü insanları evlenmeye teşvik etmiş ve Allah’ın evlenenlere yardım edeceğini o kimselere müjdelemiştir. Allah’ın Resulü şöyle buyurmuştur; “Üç kişi var ki, onlara yardım etmek Allah’ın kendi üzerine aldığı bir haktır. Allah yolunda cihat eden mücahit, iffetli olmak isteğiyle evlenen kimse ve (kendi bedelini) ödemek isteğiyle anlaşma yapan köledir.” Buyurdu. (Nesai,3120 -3218 – Tirmizi, 1655 – İbni Mace, 2518 – Ahmed, 2/151-437)
Ve yine Said bin Cubeyr İbni Abbas (RA) şöyle buyurmuştur. “ İbni Abbas bana “evlendin mi? ” dedi. Ben “hayır” evlenmedim” dedim. İbni Abbas “Evlen çünkü bu ümmetin en hayırlısı kadınları çok olandır dedi” (Buhari, 5069)
Allah’ın resulü de evlenip çoluk çocuk sahibi olmayı şu hadisi ile pekiştirmiştir ki; çok çoluk, çocuk sahibi olmak için elbette çok eşle evlenmek daha uygundur;
Ma’kıl bin Yesar şöyle dedi; ” Resulullah “Sizler kocalarına sevgi besleyen ve çocuk doğuran kadınlarla evlenin. Çünkü ben (geçmiş) ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övünürüm” buyurdu” (Ebu Davud,2050 – Nesai,3227 – İbni Hibban, 1229 da mevarid de – Hakim, 2/162)
Bu hakikatlerden sonra nurculuk dinine mensup nurlu (!) beyler ve hanımlar rahip ve rahibe hayatı terk edip önce İslam dinine mensup birer Müslüman olup, sonra helal eşler edinirler mi acaba?
*****
--- Cahil kişi cesaretli olurmuş derler. Said Nursi O toplumun imanını kurtarmak için Cehennem’e atılmaya hazır olduğunu, hatta hem dünyasını hem Ahreti’ni feda edeceğine ve feda ettiğini, bazılarının cennete girmesi için kendisinin cehenneme girmeye razı alacağını iddia edip yazıyor. Hz. Ebu Bekir’inde cehenneme razı olduğunu iddia ediyor. Acaba böyle m?
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
( --Sözler, 584, Otuzikinci Söz/İkinci Mevkıf/Dördüncü Remiz --Sözler, 706, Teşrin-i sâni (1950) de Ankara Üniversitesinde (...) dinlenmiş olan bir konferanstır. --Rehberler, 159-160, Hanımlar Rehberi--Emirdağ Lâhikası II, 137, Yirmiyedinci Mektuptan) --Şuâlar, 368, Ondördüncü Şuâ --Tarihçe-i Hayat, 657-658, --Sözler, 706, Teşrin-i sâni (1950) de Ankara Üniversitesinde (...) bir konferanstır; Emirdağ Lâhikası II, 137, Yirmiyedinci Mektuptan --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 12, )
Said Nursi Risale-i Nurlarda Hz. Ebu Bekir hakkında şu nakli yapmaktadır Güya “Sıddık-ı Ekber (r.a) demiştir ki: "Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki, ehl-i imana yer kalmasın." Said Nursi Hz. Ebu Bekir hakkında naklettiği bu sözün kaynağını vermemiştir zaten istese de veremezdi çünkü bu söz uydurulan bir yalan olup Hz. Ebu Bekir’e atılmış bir iftiradır.
Risale-i nurlar bunun gibi yalan söz ve uydurma hadislerle doludur maalesef.
Bir kimse iman ehline hizmet edip delaletten kurtarmak için, Ahiret hayatını neden feda eder. Gerçi Said Nursî, bazen bu cümlelerini "lüzum olsa" şeklinde kayıtlamıştır; ama bu bile, lüzumsuz ve boş bir sözdür. Yüce Allah, yukarıda anılan hizmetler karşılığında, ahiret hayatının feda edilmesini asla istememiştir. Ne Kur’an’da, Ne bir Peygamber’den, nede bir sahabeden Said Nursinin sözleri gibi bir söz asla nakledilmemiştir.
Ayeti kerimelerde, Hadisi Şeriflerde ve sahabenin sözlerinde bize öğretilen ise Allah’ın azabından korkup ondan Allah’a sığınmak, Nimetlerini ise şiddetle istemektir.
(Hz. İbrahim (a.s.) Rabbim, beni nimet cennetinin vârislerinden kıl! (Şuarâ, 85.)
“Rabbimiz, biz, 'Rabbinize inanın' diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen inandık. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı iyilerle birlikte al! Rabbimiz, bize, elçilerine vaat ettiğini ver, kıyamet günü bizi rezil, perişan etme! Zira sen verdiğin sözden caymazsın.' Rableri onlara karşılık verdi: 'Ben, sizden erkek ve kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz. Göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler... Elbette, onların kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. (Yaptıklarına) Allah katında bir karşılık olarak (onlara bu nimetleri vereceğim). Karşılıkların en güzeli, Allah katındadır.'" (Âl-i İmrân, 193–195.)
Allah’ın bize örnek gösterdiği mümin şöyle demiştir:
"(...) 'Ey kavmim, elçilere uyun! Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar. Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Siz de hep ona döndürüleceksiniz. Ondan başka tanrılar edinir miyim hiç? Eğer o çok esirgeyen, bana bir zarar vermek dilese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar. O takdirde ben, apaçık bir sapıklık içinde olurum. Ben, sizin Rabbinize inandım, (gelin) beni dinleyin!' Ona: 'Cennete gir' denilince dedi ki: 'Keşke, kavmim bilseydi, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını...'" (Yâsîn, 20–27.)
Şüphesiz ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) insanların inanmalarını, ehl-i imanın kurtulmasını, bizden ve Said Nursi’den çok daha fazla istemiştir. Ama ondan böylesi sözler asla sâdır olmamıştır.
Yüce Allah, Resulüne hitaben şöyle buyurmuştur:
"Herhâlde sen, inanmıyorlar diye nerdeyse kendini helâk edeceksin." (Şuarâ, 26/3.)
"Herhâlde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye üzüntüden kendini helâk edeceksin." ( Kehf, 6.)
"(...) Allah dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğine de hidayet eder. Bundan dolayı nefsin onların üzüntüsüyle harap olup gitmesin. (...)"(Fâtır, 8.)
Allah Teâlâ, Resulünü ayet-i kerimelerle teselli etmiştir:
"Doğrusu biz seni, gerçekle, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennem halkından sen sorumlu değilsin." (Bakara, 119.)
"(...) Sen ancak kendinden sorumlu tutulacaksın. İman edenleri de teşvik et! (...)" (Nisâ, 4/84.)
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki:
"Düşmanla karşılaşma (savaşma)yı temenni etmeyiniz. Fakat (harp felâketinden, dünya ve ahiret çetinliklerinden ve belâlarından koruması için) Allah’tan afiyet isteyiniz!" (Buhārî, Temennî, 8/12.)
Görüldüğü gibi Resulullah, Allah’tan afiyet ve selâmet istememizi emretmiştir; musibetlerin en büyüğü olan cehennemi değil...
"Şükrettiğiniz ve iman da ettiğiniz takdirde, Allah size neden azap etsin? Allah, şükredenlerin mükâfatını veren, her şeyi hakkıyla bilendir." (Nisâ, 147.)
İslâm için, İslâm ümmeti için bin Said olsun, bizim gibi bin değil yüz bin kişi feda olsun tamam; ama öteki sözler niye, ne gerek var bunlara?
"Rabbinizden gelecek olan mağfirete ve takva sahipleri için hazırlanan, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!" (Âl-i İmrân,133.)
"Çalışanlar bunun (azaba uğratılmamak, nimet cennetlerine kavuşmak) için çalışsınlar!" (Sâffât, 61.)
"(...) İşte yarışanlar bunun (cennet nimetleri) için yarışsınlar!" (Mutaffifîn, 26.)
"Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği gök ve yerin genişliği gibi olup Allah’a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanan cennete kavuşmak için yarışın! (...)" (Hadîd, 21.)
Allah Azze ve Celle, Said Nursî’nin gözünde sevdası olmayan cenneti şöyle tanıtıp haber vermektedir:
"Allah’tan korkanlara vaat olunan ve içinde tadı ve kokusu değişmeyen sudan, tadı bozulmayan sütten, içenlere lezzet veren şaraptan ve süzme baldan ırmaklar, her çeşit meyveler ve Rablerinden bir de mağfiret bulunan cennetteki bir kimse; ateşte daimî olan, kaynar su içirilip de bağırsakları parça parça dökülen kimse gibi midir?" (Muhammed, 15.)
"Rabbinin makamından korkanlara da iki cennet vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisi de çeşit çeşit ağaçlara ve meyvelere sahiptir. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her iki cennette de akıp giden iki pınar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisinde de her çeşit meyveden çift çift vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Astarları atlastan yataklara dayanırlar. Her iki cennetin de toplanacak meyveleri çok yakındır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? O cennetlerde bakışlarını yalnız kocalarına çeviren, onlardan önce hiçbir insanın ve cinin dokunmadığı kadınlar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Sanki onlar yakut ve mercan gibidirler. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İyiliğin karşılığı yalnız iyiliktir. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Hem de bu iki cennet koyu yeşildirler. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisinden de fışkıran iki pınar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisinde de çeşit çeşit meyveler, hurma ve nar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Her ikisinde de iyi huylu güzel kadınlar vardır. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? O kadınlar ceylan gözlü olup, çadırlara hasredilmişlerdir. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Onlara daha önce ne bir insan ne de bir cin dokunmuştur. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? Cennette yeşil yastıklara ve son derece güzel döşeklere dayanırlar. O hâlde şimdi, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?" (Rahmân, 46–77.)
Yüce Rabbimizin, özellik ve nimetlerini bildirdiği cennet, hiçbir şekilde ve surette, hiç kimse için zindan olamaz. Yeryüzünde ne olursa olsun, cenneti "zindan" diye vasıflandırmaya kimsenin hakkı yoktur. Cennet her durumda, içinde olan herkes için "zindan" olmaktan münezzehtir.
Şimdi de Said Nursî’nin gözünde korkusu olmayan cehennemle ilgili ayetlerden birkaçını okuyalım:
"(...) Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının!" (Bakara,24.)
"Kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının!" (Âl-i İmrân,131.)
"Ey iman edenler, kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun! (...)" (Tahrîm, 6.)
"Oraya (cehenneme) atıldıkları zaman, kaynar hâldeki uğultusunu işitirler. Neredeyse öfkeden çatlayacak olur. (...)" (Mülk, 7–8.)
"Onlar cehenneme gireceklerdir. Ne kötü bir yataktır orası. İşte azap bu; öyle ise onu tatsınlar. Kaynar su ve irin... Ve bunun benzeri başka cinsten azap!" (Sād, 56–58.)
Cehennemde yanmaya razı olup, vücudu yanarken gönlünün gül-gülistan olacağını iddia edene şu ayet-i kerimeleri hatırlatmaktan başka ne yapılabilir?
Milletimizin imanını her mümin selâmette görmek ister; fakat hiçbir mümin nefsi için cehenneme razı da olmamalıdır. Hele, orada yanarken gönlünün gül-gülistan olacağını asla zan ve iddia etmemelidir.
Ayakta, oturarak ve yatarak Allah’ı zikreden, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkürde bulunan akıl sahipleri ise şöyle derler:
"(...) Rabbimiz, Seni tenzih ederiz; bizi ateşin azabından koru. Rabbimiz! Şüphesiz sen, ateşe attığını hor ve aşağılık kılmışsındır." (Al-i İmrân, 191-192)
Cennet ve cehennem hakkında Hz. Peygamber (s.a.v.)’den birçok hadis rivayet edilmiştir. Biz, onlardan sadece birini nakledeceğiz:
Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki:
"Allah, cennet ve cehennemi yaratınca Cibril’i (a.s.) cennete göndererek:
—Cennete ve orada cennetlikler için hazırladıklarıma bak! Buyurdu. Cibril, gidip döndükten sonra:
—İzzet ve kuvvetine yemin ederim ki, cenneti işiten herkes mutlaka oraya girmek ister, dedi. Allah’ın emri ile cennet, nefse ağır gelen amel ve ibadetlerle çevrelendikten sonra Cibril’e:
—Tekrar oraya git, cennet ehli için neler hazırladığımı gör! Dedi. Cibril, gidip de cennetin, nefsin hoşlanmadığı şeylerle çevrelendiğini, oraya girmek için ağır görevler gerektiğini görünce Allah’a:
—İzzet ve kuvvetine yemin ederim ki, oraya hiç kimsenin girememesinden korkarım, dedi. Bunun üzerine Allah Tealâ:
—Bir de git, cehennemi ve orada cehennemlikler için neler hazırladığımı gör! Buyurdu. Gidip cehennemde birbirinin üzerinde ateşleri görünce, dönüp:
—İzzet ve kuvvetine yemin ederim ki, onu işiten hiç kimse oraya girmek istemez, dedi. Allah’ın emri ile hemen cehennemin etrafı ve ona giden yollar nefse hoş gelen, fakat insanı günaha sokan şeylerle bezendiğini görünce Rabbine dönerek:
—İzzet ve kuvvetine yemin ederim ki, hiç kimsenin cehennemden kurtulamayıp, ona gireceğinden korkarım, dedi." (Tirmizî, Cenne, 20/2685. Tirmizi "hadis, hasen-sahîhtir" demiştir.)
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kemale ermekle vasıflandırdığı Asiye (Buhārî, Enbiyâ, 48/105.)
Rabbine şöyle yakarmıştır:
"(...) Rabbim, bana katında, cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun’dan ve onun işlerinden kurtar ve beni şu zalimler topluluğundan da kurtar!" (Tahrîm, 11.)
İşte yüce Allah’ın; Firavun’la, onun zulmüyle, zalimler topluluğuyla çevrelenmiş, iman edenlere örnek gösterdiği kâmil bir müminin duası...
Said Nursî "Kur'ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur" sözüyle cenneti, gerçekten zindan olarak tavsif etmek istememiş; fakat bu hâlin, cennette de olsa kendisine hüzün (üzüntü, gam, keder, tasa) vereceğini anlatmak istemiş olabilir. Lâkin, kastı bu dahi olsa bu sözler, yine boş ve anlamsızdır; çünkü Kur'an, yeryüzünde hiçbir zaman cemaatsiz kalmayacaktır. Bir şart cümlesini, bir muhâl (imkânsız) ile meşrut kılmanın sonucu da muhâldir. Bu da, batıl bir sözün sarfından başka bir anlama gelmez.
Said Nursî, birinci cümlesinde "Kur'ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa (...)" demiştir ki, bunun muhâl olduğunu ispat ettik. Şimdi, ikinci cümlesini (Cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur) ele alalım:
Sözün zahirî ifadesini, birçok delille çürüttük. Sözün bâtını (yani Said Nursî’nin kastettiğini sandığımız anlam) da muhâldir. Çünkü cennette hiç kimse mahzun olmayacaktır:
Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
"(...) Girin cennete! Size hiçbir korku yoktur; mahzun olacaklar da sizler değilsiniz." (A’râf, 49.)
"Allah, o muttakilere şöyle buyurur: Ey kullarım! Bugün size hiçbir korku yoktur ve mahzun olacaklar da sizler değilsiniz. Bunlar, ayetlerimize iman edenler ve Müslüman olanlardır. Onlara denir ki: 'Siz ve eşleriniz, sevinç içinde, girin cennete!'" (Zuhruf, 68–70.)
"'Rabbimiz Allah’tır' deyip, sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, mahzun olacaklar da onlar değildir. Bunlar, cennet ehli olup, yapmış olduklarına mükâfat olarak, orada ebedî kalacaklardır." (Ahkāf, 13–14.)
Said Nursî’nin cennet ve cehennem hakkındaki bu muvazenesiz sözleri; bazılarına, coşkun, kendisini İslâm ve Müslümanlar için feda etmeye hazır, iman için her şeyi göze almış birinin sözleri gibi gelse de; bize, "cennet de haktır, cehennem de haktır" şiarından sapış, yüce Allah’ın hem lütfunu, hem de kahrını küçümseyiş, "avam"dan farklı olmak için bir hamaset taslayış gibi gelmektedir. Bu sözler; âdeta, "kulluk" bilincini yitirmiş, cennet ve cehennemi zikrederken -Allah’ın onca tergib ve terhibine rağmen meydan okurcasına- istihfafkâr, ne havfı ne de recası kalmış, ubudiyete yakışan zillet hırkasının içinde olması gerekirken ancak rububiyete yaraşan kibir ridasına ve azamet izarına bürünmüş birinin sözleri olabilir.
Allah’ın muhabbetini veya rızasını cennetinden ayırmaya çalışanların bahsi geçmişti. Hatta sadece Allah’ı isteyenlerin (?), cenneti birkaç köşkle birkaç huriye hasredenlerin olduğunu da biliyorduk. Cehennemi küçümseyen, onun azabını önemsemeyen birçok kişi de olmuştur. Ama gözünde ne cennet sevdası ne de cehennem korkusu olan; cenneti zindan, cehennemi ise güllük gülistanlık gören birini herhâlde tarih az kaydetmiştir...
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda Cuma namazını bazen kılmadığını yazıyor. Bunu eleştirenlere ise şöyle diyor:
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(--Elmadağ Lâhikası I, 45, Yirmiyedinci Mektuptan)
Ben Şafiyim. Şafi mezhebinde cumanın bir şartı kırk adamın imamın arkasında Fatiha okuması gerekir onun için burada bana Cuma farz değil. Said Nursi’nin Cuma kılmamasının diğer mazeretini ise şöyle açıklıyor; Herkesin arkasında mezhebime göre namaz kılamıyorum. Ve okumakla yetişemiyorum. Ve daha fatihanın yarısını okumadan, imam rükuya gidiyor. Bizde Fatihayı okumak farzdır.
Biz burada imam şafinin yaptığı içtihadın isabet edip etmediğini anlatmayacağız. Burada şunu belirmek gerekir ki Bir müctehid her şeyden önce taklitçi olmaz. Said Nursi hem imam şafiyi taklit ettiğini söylüyor hem de bu mezhebin bu konudaki içtihadını bilmiyor ve yanlış anlıyor.
İmam Şafiî’ye göre, Cuma cemaatinin asgarî sayısı kırk kişi olup, bir köyde ikamet etmekte olan kırk kişi toplanırlarsa, Cuma namazı kılmak bunlar üzerine farz olur. Sayı eğer kırka ulaşmazsa, o takdirde bu köy halkına Cuma namazı kılmak farz olmaz.
Burada köyün zikredilmesi, nüfusu az olduğundandır. Yoksa şehirdekilere Cuma namazının farz olduğunda müçtehitler arasında ihtilâf yoktur.
İmam Şafiî, en az kırk kişinin aynı zamanda imamın arkasında Fatiha okumasını da asla şart koşmamıştır. Fatiha okumayı imama uyanlar için farz görmesi, Cuma namazının farz olması için Cuma cemaatinden en az kırk kişinin Fatiha okumasını da Cumanın şartlarından görmesi anlamına gelemez. Bunun şart olduğu kabul edildiği takdirde, cemaatin mezhebin namaz için farz kabul ettiği her şeyi yapıp yapmadıklarını araştırmak gerekecektir. Bu araştırmaysa hem mümkün değildir, hem de men edilmiştir. Hadi, cemaatin de Fatiha okuduğunu kabul edelim. Kişiye Cuma namazının farz olması için bu da yetmeyecektir. Çünkü Said Nursî’nin dediğine göre, Cuma namazının farz olabilmesi için cemaatten en az kırk kişi Fatiha’yı hatasız okumalıdır. Merhum İmam Şafiî (r.a.), "Namazda Fatiha suresini okumak farzdır. Okuyabilen kimse namazda Fatiha’dan bir harf bile terk ederse namazı sahih olmaz." demiştir. O hâlde, her Şafiî Cuma namazından önce cemaatin Fatiha suresini okuyuşunu imtihan etmelidir! Hatta bu iş, -bırakalım namazın farzlarını- abdestin farzlarına, ihtilâflı meselelerde bozulup bozulmamasına kadar dayanır. Cemaatin abdestinin ve namazının kendi mezhebine göre yerine getirilip getirilmediğinin hafiyeliğini yapmak, kişiyi kendisinin üzerine farz-ı ayn olan işleri bırakmasına yol açar.
Said Nursî, muhtemelen birtakım siyasî mülâhazalarla Cuma namazı kılmamıştır. Bu fiiline bahane olarak Şafiî mezhebinin görüşlerini göstermesi tamamen tutarsızdır ve Şafiî mezhebine karşı da haksızlıktır.
Muhammed b. Abdulazim şöyle demiştir:
Cehalet ve taassuptan ileri gelen davranışlardan birisi de; bir veya birden fazla müçtehidin kavline göre yerine getirme imkânı varken -sırf bir mezhebe bağlanıp kalma yüzünden- Allah Teâlâ’nın farzlarından birini geçirmektir. (...) Herhangi şekilde olursa olsun farzı yerine getirmek, bütün durumlarda onu geçirmeye tercih edilir. (Muhammed b. Abdulazim, el-Kavlü’s-Sedîd, 122.)
Şafiî mezhebinin görüşünü yanlış yorumlayıp, Cuma namazının kendisine farz olmadığını iddia eden taklitçi "müceddid" Said Nursî’nin verdiği cevapta ileri sürdüğü ikinci mazeret, özrü kabahatinden büyük cinstendir. Şöyle diyor:
Evet, özrü kabahatinden büyüktür. Çünkü taklit ettiği mezhebin konu hakkındaki kavlini bile bilmiyor. Oysa:
Cemaatle namaz kılan Fatiha suresini bitirememiş olsa da, imam rükûa gidince imamla birlikte rükûa gider. Namazı eksik olmaz.
Said Nursî’nin Cuma namazı kılmamasının kendince bir sebebi daha vardır ki, biz bu sebep üzerinde konuşmak istemiyor, yorumu okura bırakıyoruz:
(...) Hem camiye, cumaya gitmeye beni men'eden merdumgirizlik Merdumgiriz: (İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen) hastalığı (...)
(...) hem yirmibeş senedir ben münzevi yaşadığım için, kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum (...)
Evet, Said Nursi’nin bazen Cuma namazı kılmamasının mazeretleri bunlar yorumu okuyucuya bırakıyoruz.
*****
--- Said Nursi Risale-i Nurlarda garip ve acayip iddialarda bulunmuştur. Bu iddia sahiplerine ilmi bir cevap verilmez, onlar acilen psikiyatri servisine sek edilmeliler ancak biz yinede belki akleden birileri olur ümidiyle kısa cevaplar nakletmeye gayret ettik. Bu iddiaları okuyanlar görecek ki; Said Nursi adeta her şeyden kendine ve risalelerine bir pay çıkarmaya çalışmış; seller, depremler, yangınlar, birinin ölmesi, birinin hapse girmesi… Vb. tabi ve olağan olaylar sanki hep Risale-i Nurlar ile alakalı kâinatın merkezinde Said Nursi ve Risale-i Nurlar var. Bunlara yan bakanlar dünya ve ahrette perişan oluyor(!). Bunlara tabi olup hizmet edenler ise dünyada ve ahrette huzur bulup kurtuluyorlar(!).
Risale-i Nurlarda geçen bu iddialar çok ve uzun olduğu için biz örnek olması için sadeleştirip özetleyerek sadece bir kısmını aktarıyoruz:
Bu iddiaların Risale-i Nurlardaki kaynakları:
(Bu mevzu geniş olduğundan biz ancak örnek olması için sınırlı sayıda kaynak veriyoruz):
(--Siracü’n-Nûr, 168, Denizli Müdâfaası. -- Siracü’n-Nûr, 187-188, Denizli Müdâfaası. -- Şuâlar, 254, Onikinci Şua -- Şuâlar, 287, Onüçüncü Şua. -- Şuâlar, 308-311, Onüçüncü Şua. --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 270 --Kastamonu Lâhikası, 14, Yirmiyedinci Mektubdan. -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 17-18, -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 19-20, -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 23, --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 57, --Tarihçe-i Hayat, 557, -- Tarihçe-i Hayat, 661, -- Şuâlar, 261, Onikinci Şuâ --Kastamonu Lâhikası, 293, Yirmiyedinci --Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 58, -- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 270, --Şuâlar, 240, Onbirinci Şua)
Risale-i Nurlarda geçen bazı iddialar:
*Risale-i Nurlara kötülük edenlere risale-i Nurlar rüzgâr, sel, yangın, deprem… Vb. şeylerle cezalar verir.
*Risale-i Nurlarla münazaraya girmeyin o mağlup olmaz.
*Risale-i nurlar doğrudan Kur an’a Kur an ise arşa bağlı, Kimin haddine elini ona uzatsın da o kuvvetli ipleri çözsün. Onu Hz. Ali ve Abdulkadir Geylani müjdelemiş.
*Bir kısım afetler Risale-i Nurlara dil uzatıldığından meydana gelmiştir.
*Risâle-i Nurlar Nuh’un gemisi gibidir. Bize ve ona kimse ilişmesin yoksa başlarına bir felaket gelmesinden korksunlar, akıllarını başlarına alsınlar. Bazı zelzeleler bu sebepten meydana gelmiştir. Aklınızı başınıza alın.
*Mustafa, Lütfi, Rüşdü, Husrev, Bekir Bey, Re'fet (nur talebeleri)Bakınız ne diyorlar:
Üstadımız Isparta’ya getirildi. Üstadımızın teşrif ettiği zaman, yaz mevsiminin sıcak zamanı idi. Yağmurlar kesilmiş, sular azalmış, her yer kurumuştu. Risale-i Nur şakirtleri olan bizler şahit olduk ki, Üstadımızın Isparta’ya gelmesi ile bereketli harika bir yağmur yağdı ve bu yağmur Isparta’yı yeniden yeşertip hayat verdi. Risale-i nurun bereketi ile yağan bu yağmur yöre halkının yüzünü güldürdü ruhları huzur buldu.
Risale-i Nurun neşrine vasıta olan Üstadımız geldiği gün, Isparta’yı kurak toz toprak içinde görmüş, Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamayacağım diye telaş ediyordu. Arkadaşımız olan Bekir Bey’den değirmenleri çeviren suyu göstererek "Isparta’nın suyu bu kadar mıdır?" diye sormuştu. Bekir Bey cevap verdi: "Gölcüğün suyu kesilmiş, gelmiyor. Isparta’nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur" dedi. Üstadımızın, Isparta’da çok talebeleri bulunduğundan ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki, elli seneden beri Isparta böyle hâdiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksan dokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki, o tevafuk, tesadüfî değil. Bu rahmet, Isparta’ya rahmet olan Risale-i Nur’a bakıyor. (...)
*Sid Nursi Risale-i Nura sesleniyor ve diyor ki: Bütün insanlık hatta bütün hayvanat seni kabule hazırlanıyor. Hattâ çekirgeler ve arı ve serçe kuşu gibi bir kısım hayvanat dahi, senin bu sözlerin ve nurun okunurken, pervâne gibi etrafında dolaşıp, sana olan iştiyaklarını ve nurundan ve sözlerinden feyz alarak başlarını, başlarımıza çarpmakla güya bize anlatmak istemeleri ne kadar gariptir. Örneğin: Sava’da iki çekirge ve Emirdağ’ında iki güvercin ve iki kuş, İnebolu’da iki acayip kuş, Isparta ve Sava’da bülbül ve hüdhüd, bu kerâmeti gösterdiler
* Evet, bu mes'ele, küçük bir mes'ele değil! Kâinat ve hayvanat ile dahi alâkadardır. Ben Risale-i Nur’un bir şâkirdi olmak itibariyle onun serbestiyetin den kendi hisseme düşen bu kâr ve neticeyi binler altın lira kadar kazancım var kanaat ediyorum. Başka yüz binler Risale-i Nur şâkirdleri ve takviye-i îmana muhtaç ehl-i îmanın istifadeleri buna kıyas edilsin.
*Said Nursi diyor ki: Yedi yaşından on yaşına kadar masum çocuklar, faytonla gezdiğim vakit beni görünce koşup, ellerime sarılmalarının hikmeti nedir diye hayret ediyordum. Birden ihtar (kim ihtar etti ?) edildi ki; Bu masum çocuklar Risale-i Nur ile saadet bulacaklarını, tehlike-i maneviyelerden kurtulacaklarını hissettikleri için elimi öpüp bana iltifat ettiklerini anladım.?
*İki hadisenin önemini size anlatmak için ihtar aldım (Bu ihtarı kimden aldın?).
Birincisi: Mederese hocalarının on beş yılda öğrettiği ilmi nur şakirtleri on haftada kazanırlar.
Eski Said’in, onbeş yaşında iken medrese usûlünce onbeş senede okunan ilmi onbeş haftada okumağa muvaffak oldu.
İkincisi: Aynı saatte, ağır penceremiz adeta sebepsiz kaplarım, şişelerim ve yemeklerim üzerine düştü. Biz tahmin ettik ki, bütün her şey kırıldı. Hâlbuki hârika olarak hiçbir kırık ve zâyiat olmadı. Yalnız bana hediye gelen pişirdiğim et döküldü. Fakat Nur’un namzed yeni talebelerine kısmet oldu, benim de hediye kabul etmemek olan kaidemi muhafaza etti ve birinci hâdiseye hârikalığıyle tasdik edip imza bastı.
* Husrev anlatıyor: Kurban arefesin den bir gün evvel Üstadım gezmeye gidecekti. At getirmek üzere beni gönderdiği zaman, Üstadıma dedim:
*Yirmi senede kaç vilâyetin zâbıtaları kıyafetime ilişmedi. Yalnız yirmi beş sene evvel Ankara Valisi Nevzat Bey, cebren kıyafetime ilişmek istedi; hem muvaffak olamadı, hem kendi kendini intihar etmekle tokadını yedi.
* Eğirdirde"Asâ-yı Mûsa’yı müsadere eden ve mahkemeye veren adam kendisi iki sene hapis cezasıyla tokat yedi ve Husreve hiddetle bir ay ceza veren hâkimin istifaya mecbur olmasıyla ve refikasının oradan müfarakatiyle bir nevi tokat yemesi gibi, aynen burada dahi size leffen gönderdiğimiz pusulada yazılan tokatlar kat'î gösteriyorlar ki; biz, bir himayet ve inayet altındayız; bile ilişenler, âhirette şiddetli tokatlar yiyecekleri gibi, dünyada dahi bir kısmı çabuk çarpılır.
*Bana hizmet eden ve "Meyve"yi yazan Ali Rıza. Bir gün, yazdığını ona verecektim. O, haylazlığından yemek pişirmek bahanesi ile gelmedi, bir tokat yedi. O vakit onun tenceresi sağlam iken, dibi, yemeği ile beraber tamamen düştü ve döküldü. Evet, doğrudur Ali Rıza
*Ziya "Meyve"nin gençliğe ve namaza dair mes'elelerini kendine yazdı, namaza başladı. Fakat haylazlık yaptı, namazı ve yazıyı bıraktı. Birden, o vakitte tokat yedi. Hilâf-ı âdet sebepsiz, başı üstündeki sepeti ve elbiseleri yandı. O kadar kalabalık içinde yanıncaya kadar kimse farkında olmaması, kasdî bir şefkat tokadı olduğunu gösterdi. Evet, doğrudur Ziya
*Mahmud’dur. Ona "Meyve"deki gençlik ve namaz mes'elelerini okudum ve dedim: Kumar oynama, namaz kıl. Kabûl etti. Fakat haylazlık galebe etti, namaz kılmadı, kumar oynadı. Birden, hiddet tokadını yedi. Üç-dört def'ada daima mağlûb oldu, fakir hâliyle beraber kırk lira ve sako ve pantolonu kumara verdi, daha aklı başına gelmedi.
Evet, doğrudur Mahmud
*Ondört yaşında Süleyman nâmında bir çocuk, ziyâde haylazlık yapıyordu. Ona dedim: Uslu dur. Namazını kıl. Senden büyük haylazlık içinde temkinli ol. O, namaza başladı, fakat yine namazı terk edip haylazlığa girdi. Birden tokat yedi. Uyuz illetine mübtelâ oldu, yirmi gün yatağında yatmağa mecbur
Evet, doğrudur Süleyman
*Bana bidâyette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam, kapıma yakın bir şarkı kulağıma geldi, evrad ile meşguliyetime zarar verdi. Ben, hiddet ettim, çıktım, gördüm ki; hilâf-ı âdet Ömer’dir. Ben de hilâf-ı âdet bir tokat vurdum. Birden, sabahleyin hilâf-ı âdet olarak o Ömer, başka hapishaneye gönderildi
Evet, doğrudur Ömer
Risale-i Nurlarda geçen bu iddialara dini bir cevap vermek lüzumsuzluk arz ediyor. Bu anlatılan olayların sahipleri ancak ruh hastalığı ile ilgilenen tabiplere sek edilmelidir.
Yalnız, burada şu kadarını söyleyelim ki, biz, Resulünün "Allah’ın kulu" olduğuna şahadet etmeyenin İslâmlığını kabul etmeyen bir dinin mensubuyuz ve ısrarla kendisinin "kul" olduğunun altını çizen bir Resulün ümmetiyiz. O, öyle yüce bir resuldür ki, biraz sonra aktaracağımız olayı kendisiyle ilişkilendirip lehine yorumlayabileceği fırsat eline geçtiği hâlde realiteden asla ayrılmamıştır, yalana kat'a tenezzül etmemiştir. O, ruhu öylesine sağlıklı bir kuldur ki, kendisiyle ilgili olmayan olayları ilgiliymiş gibi de algılamaz. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu konuda da bize düsturu göstermiştir:
Ebu Bekre, İbn Mesud, İbn Ömer, İbn Abbas, Mugire b. Şube, Aişe, Ebu Musa (r.anhum) gibi birçok sahabeden rivayet edildiğine göre; Resulullah (s.a.v.) zamanında, oğlu İbrahim’in öldüğü gün güneş tutuldu. İnsanlar, "Güneş, İbrahim’in ölümünden dolayı tutuldu." dediler. Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki: "Şüphesiz ki, güneşle ay, Allah’ın ayetlerinden iki ayettir. Bunlar, hiçbir kimsenin ölümünden ve hayatından dolayı tutulmaz. Bu tutulmayı gördüğünüz zaman hemen namaz kılın ve Allah’a dua edin!" (Buhārî, Küsûf, 1/4; 2/5.)
Şimdi, "kâinatın Risale-i Nur ile alâkadar olduğunu, Risale-i Nur’un başına gelen belâdan ve musibetten bulutların dahi kan ağladığını" iddia eden zihniyete sormak lâzım:
Üstadınızın tutuklandığı veya Nurculuğunuz yüzünden size menfi bir şey yapıldığı veyahut üstadınız öldüğü gün güneş veya ay tutulsaydı; Sizler mertçe "güneşin veya ayın tutulmasının bu olaylarla bir alâkası yoktur" diyebilir miydiniz? Yoksa hülyalara dalıp her hadiseyi kendinize yorarak avamı aldatmak için bu olayı da üstadınıza ve Risale-i Nurlara mı ilişkilendirir miydiniz?
İmam İbn Kayyım demiştir ki:
Şeytanın insanlara kurduğu hilelerden ve tuzaklardan biri de, batıl ve saçma sözler, birbiriyle çelişen hayal ve vehimlerdir. Bunlar, zihinlerin süprüntüsü ve fikirlerin kırıntısı durumundadır. Böyle batıl söz ve düşüncelere ancak kalpleri hayretler ve karanlıklar içinde bulunanlar yer verirler. Böyleleri hakkı batıldan, hatayı sevaptan (doğrudan) ayırt edemezler. Bunlar, şüphe dalgaları ve hayalet bulutları içinde birbiriyle çarpışır dururlar. Bu şüphe, hayal ve vehimleri oradan buraya taşıyan da, kıyl-ü kal’den (o böyle söylemiş, filân şöyle dedi... Gibi lâkırdılardan) başka bir şey değildir. Bir dedikodu ve çekişmedir sürer gider. Dayanılacak ve güvenilecek bir bilgiye ve inanca ulaştırıcı bir durum söz konusu değildir. Sadece saçma sapan sözler ve birtakım aldatmacalar vardır ortada. Nitekim bir ayet-i celilede şöyle buyrulmuştur:
"Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine saçma ve yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Artık onları, o uydurdukları şeylerle baş başa bırak!" (En'âm, 112)
İşte bu duruma düştükleri için, Allah’ın Kitabı Kur'an’ı arkalarına atmışlar da onunla ciddî bir şekilde ilgileri bulunmamaktadır. Bu yüzden ağızlarından çıkan lâkırdılar, iddialarının aksine Kur'an’a ve hakikate uygun düşmemektedir. Onlar, kendiliklerinden batıl, münker ve yalan şeyler söylemekte, şek ve şüpheler içinde yuvarlanıp gitmektedirler.
Bitmez tükenmez hayretler, şaşkınlıklar içinde şeytanlardan gelen fısıltılara kulak asıp sapıtmışlar, hakem olarak Kur'an’a müracaat edecekleri yerde, öncekilerin dedikodularına kulak asar bir hâle gelmişlerdir. Bunları değişmez ölçüler sanıp ilim ve diyanet ehli ile cidal ve husumet ederler. Kesin delili bırakıp hevasına ve hevesine uymuş ve bu yüzden nicelerini de sapıtmış kimselerin peşinden gidip dosdoğru yolu kaybederler.
Şeytanın insanlara kurduğu hilelerden ve tuzaklardan bir diğeri, kulun kendisini beğenmesidir. Ucup denilen bu duygu ile şeytan kula yaklaşır ve ona, kendisini beğenmesi için bazı şeyleri kabul ettirir. Meselâ: Elinin öpülmesini, kendisinin övülmesini, kendisiyle teberrük edilmesini (kendisinin mübarek bir zat sayılmasını), kendisinden dua ve himmet istenilmesini ve daha buna benzer şeyleri ister. Böylece kendisini ve şanını yüce görür, kibre ve ucba düşer. Başkaları kendisine, "vaktin imamı, asrın kutbu sensin!" deseler hemen kabul eder. Kendisini, kendisiyle belâların def edildiği evtaddan sayar. Kendisine denilse ki: "Bugün insanlar, Allah’tan isteyeceklerini senin yüzün hürmetine istiyorlar, seninle tevessül ediyorlar"; kabul eder ve bu yüzden sürura gark olur. Bilmez ki, bütün bunlar, onun helâk olmasının ta kendisidir. O, artık kendisini bu makamda gördüğü için, kendisine hürmette ve tazimde kusur edene hışımlanır ve içinden ona kin besler. Gerçekte ise, kulun bu duruma düşmesi, iflâsın en büyüğüdür. Hatta bu durum, büyük günahlar üzerinde ısrar edenlerin hâlinden bile daha kötüdür! (İbn Kayyım el-Cevziyye, İgâsetu’l-Lehfân fî Mesâyidi’ş-Şeytān, 1/420–421.)
SONUÇ
--- Risale-i Nurlar hakkında yazılacak eleştiriye tabi tutulacak çok mevzu var ancak biz bu risaleyi mümkün olduğunca kısa tutmaya çalıştık. Şimdi bütün bu naklettiğimiz hakikatler den sonra akıl sahipleri için hak ve batıl ortaya çıkmıştır. Müslümanların dinini, imanı kurtarmak için yola çıkanların hakikat de yol kesiciler olduğu ortaya çıkmıştır.
Biz bu çalışmayı Abdullah TEKHAFIZOĞLU Beyin değerli eseri Risale-i Nurlar’ın İç Yüzü adlı eserinden derledik. Bu eserde ki Risale-i nurlardan yapılan alıntıları gönümüz Türkçesine çevirerek özetledik. Yine risale-i nurlara verilen cevapları da aslına sadık kalmak kaydıyla mümkün olduğunca kısaltmaya çalıştık. Bazı katkılarımızı da bu çalışmaya dâhil ettik. Risale-i Nurlar’ın gerçek yüzünü daha detaylı öğrenmek isteyen okuyucuların Abdullah TEKHAFIZOĞLU Beyin Yaklaşık 600 sayfa olan Risale-i Nurlar’ın İç Yüzü adlı eserini mutlaka okumalarını tavsiye ederiz. Abdullah TEKHAFIZOĞLU Beyin yaptığı çalışmadan dolayı kendisine şahsım adına teşekkürlerimi arz ederim. Allah ilmini, amelini, ihlâsını artırsın. Allah kendisinden razı olsun İnşa Allah.
Bundan sonra
“…Tâ ki helâk olan kişi apaçık bir delil ile helâk olsun, diri kalan kişi de yine apaçık bir delil yaşasın. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitici, kemaliyle bilicidir.” (Enfal Suresi;42)
Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra peygambere karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir. ( Nisa Suresi: 115)
İman eden kullar olarak bizlere Kur’an ve sahih sünnete uymamız batıl yollarına davet eden iblis ve yardımcılarına da muhalefet etmemiz emredilmiştir.
Bütün bu hakikatlerden sonra yinede efendilerinin ve üstatlarının batıl yoluna (dinine) tabi olanlara ise şu ayetleri hatırlatıyoruz.
Yüzlerinin ateşte evirilip çevrileceği gün, derler ki: "Eyvahlar bize, keşke Allah'a itaat etseydik ve Resul’e itaat etseydik. Ve dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten biz, (sadetena) efendilerimize ve (kebirena) büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular. Rabbimiz, onlara azaptan iki katını ver ve büyük bir lanet ile lanet et." (Ahzab Suresi: 66–68)
Bakara suresinde de şöyle der;
Öyle ki (o gün) kendilerine tabi olunanlar, kendilerine tabi olanlardan uzaklaşıp-kaçmışlardır. (Artık) Onlar azabı görmüşlerdir ve aralarındaki bütün bağlar (ve ilişkiler) de parçalanıp-kopmuştur. (O zaman, yönetilip) Uyanlar derler ki: "Eğer bize bir kere (daha dünyaya dönme) fırsatı verilse(ydi) muhakkak (şimdi) onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşır (onları yüzüstü bırakır)dık." Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını onulmaz hasretlerle gösterecektir. Ve onlar ateşten çıkacak değildirler) (Bakara Suresi: 166,167)
Hidayet yolunu seçip ona tabi olanlara Allah’ın selamı olsun.
“Kim doğru yolu bulursa, o doğru yolu ancak kendi faydasına bulmuş olur. Kim de sapıklık ederse o da yalnız kendi aleyhine sapmış olur…” (İsra Suresi; 15)
Gittikleri yol atalarının, efendilerinin ve üstatlarının yolu bile olsa bütün bu batıl yolları terk edip, Hak sözü dileyip ona tabi olanlara selam olsun
"Sözü dinleyip de en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akledenlerin ta kendisidir."(Zümer Suresi;18)
Bütün batıl fırkaları terk edip İslam’a tabi olan ve ben Müslümanlardanım diyen bütün Müminlere selam olsun.
Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve “Kuşkusuz ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir? (Fussilet Suresİ: 41)
NOT (1): Bu yazının derlenmesinde Abdullah TEKHAFIZOĞLU Beyin değerli eseri Risale-i Nurlar’ın İç Yüzü adlı eserden azami derecede faydalanılmıştır.
NOT (2): Derlediğimiz bu yazıdaki Risale-i Nurlardan alınan iddiaların kaynağı Tenvir Neşriyat’ın yayımladığı Risale-i Nur Külliyatından alınmıştır.
Allah’ın selamı hidayete tabi olanların üzerine olsun.