Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

VUSLAT İÇİN AYRILMANIN DESTANI: HİCRET

E Çevrimdışı

ebuhasanelmakdisi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
VUSLAT İÇİN AYRILMANIN DESTANI: HİCRET





İsmâillerimizden Allah İçin Vazgeçebilmenin Adıdır Hicret


Hicret kelimesi; sözlükte, kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları anlamına gelir. Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, dil veya kalp ile de olabilir (73/Müzzemmil 10; 4/Nisâ, 34). Bir âyette ise kalbi Allah’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamında kullanılmaktadır ki bu, Allah’a hicret (yönelme) ibâdetidir (29/Ankebût, 26). Lugatta göç etmek anlamına gelen hicret, şer’î ıstılahda; bir mü’minin, fitne beldesinden ve dini husûsunda korkuda olduğu bir yerden, dini husûsunda emniyette olacağı bir beldeye göç etmesidir. Dünyada büyük değişikliklere yol açan, yeni bir çağın başlangıcı olan en büyük ve en önemli hicret, Peygamberimiz zamanında Mekke’de yaşayan Müslümanların Medine’ye hicretidir.

Müslümanlar İslâm’ı yaşama konusunda baskıya, işkenceye, dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş arzında İslâm’ı yaşayabilecekleri bir yere göç edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklikten tekâmüle doğru mânevî hicreti sürekli yaşayacaklardır.

Kutsal değerlerin tehlikeye düştüğü sırada, sırf bedensel gâyelerle toprağa bağlılığı sürdürmek Kur'an'ın tâlimatına aykırıdır. Vatan, ancak insanî/İslâmî değerlerle birlikte kutsaldır. Diğer bir deyişle, bu değerlerden koparılmış kuru bir toprak parçası saygın belde anlamında vatan değildir. Toprağın kutsal belde olmaktan çıkışı halinde Kur'an, "Allah'ın geniş arzı"nın herhangi bir yerini Allah erleri için barınmaya daha müsait görmektedir. Bunun aksini savunarak süflî veya fânî birtakım çıkarlar için belirli bir toprak üzerinde ısrar edenler, Kur'an tarafından kınanmaktadırlar. Böyle bir ısrar, yani hicretten kaçış, kötülüklerde ısrara benzer.

Mü'min her an hicret halindedir, daha doğruya, daha güzele doğru yürüyüş, daha ileri menzillere ulaşmak için sefer halindedir. Bu bazen beldeden beldeye doğru mekân değişikliği, bazen iç âlemin bir menzilinden öteki menziline doğru hal değişikliğidir. Bütün hayat, bir yolculuktur, insan da yolcu. Önemli olan bu yolculuğu hayırlı bir kulvarda (sırât-ı müstakîmde) ve hep hayra doğru sürdürmektir. O yüzden hicret, sadece sosyolojik değil; aynı zamanda psikolojik imkân değişikliğidir. İç âlemde yapılacak hicretlere engel hale gelen topraklarda yapılacak tek hicret, oraları terk etmektir.

Hicret, son çare olsa da, onu ümitsizlik halinde başvurulan bir hareket olarak görmek doğru olmaz. Çünkü hicrette aynı zamanda kuvvetli bir ümit, vaziyetin başka bir yerde daha iyi olacağına duyulan bir temenni ve beklenti vardır. Özellikle toplu halde yapıldığında, savaşta planlı geri çekilmeye benzemektedir. Ancak, hepsinden önemlisi, hicret, bir kişinin itikadı uğrunda malını-mülkünü fedâ etmesini ve sevdiklerini, yakınlarını Allah için terk etmesini ifade eder. Pek çok peygamber, imanları uğrunda hicret etmek zorunda kalmıştır. Hicretin hakikî ruh ve biçiminin temsilcisi olarak Kur’an’da Hz. İbrâhim zikredilmektedir (19/Meryem, 47-49; 60/Mümtehıne, 4).

Kur'ân-ı Kerim'de Hicret:

Kur’ân-ı Kerim’de “hicret” kelimesi geçmez. Ama, hicret kelimesinin türediği kök olan “hecr” kökünden gelen çeşitli türevler, -ki bunların tümü hicret/göç, ayrılmak, terk etmek anlamındadır- Kur'ân-ı Kerim’de toplam 31 yerde geçer. Allah yolunda hicret edenlere, hem dünyada güzel bir yer, hem de âhirette ecir vardır (16/Nahl, 41). Hicret eden, sonra öldürülen veya ölenlere Allah güzel rızık verecek, hoşnut olacakları bir yere yerleştirecektir (22/Hacc, 58-59). Zulüm ve kötülük diyarından başka bir diyara hicret, ya gönüllü olur, veya zorla yaptırılır. Allah, hicret edenlerin, memleketlerinden çıkarılanların, kendi yolunda ezâya uğratılanların, savaşan ve öldürülenlerin günahlarını elbette örtecektir (3/Âl-i İmrân, 195). Öz diyarını zorla terk, yurttan sürülmek veya çıkarılmakla gerçekleşir. Bu durumda, zulme uğrayanların kendilerini savunma hakları da doğar (Bkz. 3/Âl-i İmrân, 195; 17/İsrâ, 76-77; 59/Haşr, 8).

Kur'an'ın hicretle kast ettiği göç, sadece bedensel değildir; psikolojik ayrılık ve yönelmeler de hicret kavramıyla belirtilir. Kalbi Allah dışındaki şeylerden ayırıp Allah'a yönelmek de hicrettir. Kur'an buna Allah'a hicret veya Allah yolunda hicret demektedir (bkz. 29/Ankebût, 26).

Müslüman bir toplumun bir beldede hayatta kalma ve İslâmî olarak gelişme mücâdelesinde son alternatif hicrettir. Belli bir ortamda İslâm’ın gelişmesi ya da hayatta kalması ihtimali ortadan kalktığında ve bu yolda gösterilecek çabaların sonuçsuz kalacağı anlaşıldığında, bir kişi ya da grup o ortamı terk etmeye karar verebilir. Bir kişi, şayet düzenli olarak teşekkül etmiş bir topluluğun üyesiyse ve topluluk hicret etmeye karar vermişse, o kişinin de toplulukla birlikte hicret etmesi gerekir. Kendi elinde olmayan şartlar dolayısıyla bunu yapamaması ayrı bir konudur (4/Nisâ, 98). Böylece hicret, bir iman imtihanı haline gelir (4/Nisâ, 88-89; 8/Enfâl, 74).

Hicret eden, hakiki bir mü’min olduğunu ispatlar (8/Enfâl, 74-75). Allah’ın rahmetine mazhar olur (2/Bakara, 218), günahları affolunur (3/Âl-i İmrân, 195) ve hem bu dünyada, hem de âhirette büyük mükâfât kazanır (9/Tevbe, 20; 16/Nahl, 41; 22/Hacc, 58; 4/Nisâ, 100).

Hicret, Allah’ın mükâfât vaad edip övdüğü bir fiil olduğu gibi, hukukî haklar da getiren bir eylemdir. Başka bir müslüman topluluğun yanına hicret edenler, o topluluktan ekonomik yardım almaya hak kazanırlar (59/Haşr, 8). Hicret etmeyenler İslâmî devlettekilerden velâyet haklarını talep edemez (4/Nisâ, 89).

Mü’min, yaşadığı ülkesinde yeterli şekilde inanç ve ibâdet hürriyetinden mahrum ise, inancına göre yaşayabileceği özgürlük ülkelerine hicret etmelidir. İmkân bulanların zulüm ülkesinden özgürlük ülkesine hicret etmeleri farzdır. İmkânları varken bunu yapmayanlar Allah katında sorumlu düşerler(29/Ankebût, 56; 4/Nisâ, 97)

Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır, bütün genişliğiyle yalnız onundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan bulunduğu yerde dinini, Allah'ın emirlerini yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor, Allah'tan başka kimselere veya şeylere kul olması için zorlanıyor ve bu telkin yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve bulmalıdır. Bütün yeryüzü Allah'ın olduğu halde, mekânların Allah indinde en çok sevileni, içinde kullarının yalnız Kendisine ibâdet ettikleri yerlerdir.

İslâm, hiçbir şeyin putlaştırılmasına müsaade etmez; isterse bu, içinde doğup büyüdüğümüz, yakınlarımızın, malımızın, ticaretimizin, acı tatlı her türlü hâtıralarımızın ve daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer olsun. Müslüman nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin bulunduğu memlekette yalnız Allah'a ibâdet etmek kolay olmaz; dinini açığa vurmakta zorluklarla karşılaşır, daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibâdetlerini serbest yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip o darlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır."

Bütün bâtıl ideolojileri, tâğutî düzenleri, câhiliyye âdet ve anlayışlarını terk eden, İslâm dışı tüm dünya görüşlerinden ayrılıp uzaklaşan, tâğuttan kaçınan kimsedir muhâcir ve bu eylemlerdir hicret. Rasûlullah (s.a.s.) da İslâm’ın ibâdet ilkelerini yerine getiren kimsenin Allah yolunda hicret etmiş gibi olacağını, fizikî (ülke değişikliği) anlamında göç etmemiş de olsa Allah’ın onu bağışlayacağını haber vermiştir (Tirmizî, Sıfatu’l-Cenneh 4, hadis no: 2650). İmanlara ve İslâmî yaşayışa çok yönlü saldırıların gözlendiği modern câhiliyyenin hortlatıldığı günümüz ortamında mü’minlerin imanlarını koruyup gereği gibi ibâdetlere sarılmaları hicrettir. Büyük Muhâcir, bu konuda şöyle buyuruyor: “Fitne zamanında ibâdet, bana hicret etmek gibidir.” (Müslim, Fiten 26, hadis no: 130; Tirmizî, Fiten 28, hd. no: 2297)

İnsanın dünyaya gelişi de, ölümü de bir hicrettir. Cennete yaratılan insan dünyaya hicret etmiş, esas hicreti de Cenneti hak eden bir hayattan sonra O’na döndürülerek yapacaktır.

"Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışlara (geçirerek) yaratıp duruyor." (39/Zümer, 6). Dokuz ay konuk olduğu annesinin karnından hicret edip dünyaya gelen bebek, çocukluğa, gençlik ve ihtiyarlığa doğru hicretini yapacak, misafiri olduğu dünyadan, sonunda anne karnı gibi daracık ve karanlık kabre göçecek. Orada da hicret bitmeyecek, âhiret denilen son(suz) hayatla hicreti tamamlayacaktır. Topraktan Yaratan’a doğru hicrettir aslında tüm dünya hayatı. Cennette yaratılan insan yine cennete dönecek. Daha doğrusu, insan O’ndan geldi, O’na dönecektir; hicret bu şekilde sona erecektir.

İnsan her an hicreti yaşamaktadır, farkında olmasa da. Kalbi/gönlü, hayali, düşünceleri, psikolojisi her an hicreti yaşamaktadır. Aynen bazı hücrelerinin ölüp bazılarının yaratılmasındaki hicret gibi; kanının devamlı hicreti gibi. Bu yazıyı okurken kaç organımız hicreti yaşıyor, düşündük mü?

Yaratanın yarattığı kanundur, sünnetullahtır hicret. O yüzden sadece insan değildir hep hicreti yaşayan. Bulutların oradan oraya hicreti olmasaydı yağmur yağmaz, yağmur bulutlardan yere hicret etmeseydi rahmetsiz kalırdı tüm varlıklar, hicret edecek yer de bulamazdı. “De ki: ‘Suyunuz çekilecek olsa, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?” (67/Mülk, 30). Bir adı da yağmur olan rahmet hicrettir, hicretin rahmet olduğu gibi. Hareketsiz/hicretsiz su bile kokuşacak, sinek yuvası ve pislik adası olacaktır.

Canlılar âlemini bir an düşünürsek, her gün milyarlarca canlı yokluk âleminden varlık âlemine hicret etmekte, doğup vücuda gelmekte, bir nicesi de hayatı terk ederek bilinmeyen âleme doğru hicretini sürdürmektedir. Bunlar, her gün gözlerimizle gördüğümüz, Yüce Allah'ın her gün, ölümü ve hayatı yaratışından, devamlı hicret kanununun işleyişinden başka bir şey değildir. "Ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yaratıyor." (16/Nahl, 8)

Arı, kovanında hapis hayatı yaşasa, çiçek çiçek hicret etmese nasıl bal yapacaktır? Demek ki bal (gibi tatlı gelen şeyler) için hicret şarttır. Leylekler kış gelince hac yolculuğuna çıkıp hicret etmese hayatlarını nasıl devam ettirecekler? Kuşlar yuvalarından hicret etmese, kendilerinin ve yavrularının karınları nasıl doyar?

Hicret, aynı zamanda Batıdan Doğuya, bâtıldan hakka, dalâlet ehlini taklitten sırât-ı müstakîme yolculuktur.

Sıçramak için geril(e)mek gerekir. Aynen bunun gibidir hicret; kaçmak, geriye dönmek değil; mevzî/strateji değişikliğidir.

Hicret, haramlardan helâlara, zulümden adâlete, isyandan tâate, atâletten faâliyete yönelmektir.

Kelime-i Tevhid, her çeşit bâtıl tanrı anlayışından, Allah’a şirk/ortak koşulan her inanç ve düşünceden Allah’a hicrettir. Tâğutları, sahte tanrıları “lâ” kılıcıyla kesip atarak, red ve terk ederek “illâ” ile Allah’a yönelip hicret etmektir. Şirk pisliğinden tevhidin güzelliğine, küfrün karanlıklarından imanın nûruna, haramların zararlarından helâl nimetlerin faydalarına hicrettir tevhid.

Tüm ibâdetler de hicret fonksiyonuna sahiptir. Namaz hicrettir, hem de göklere/yücelere miractır, yukarılara yolculuktur, asansördür, kaldıraçtır. Zekât, cimrilikten cömertliğe, sahiplik iddiâsından emânetçilik bilincine hicrettir. Hac, doğduğu veya doyduğu yerden ayrılmak, vahyin indiği yerlere beden ve gönülle hicret değil midir? Oruç, hayvanlarla ortak olan yeme-içmeyi terk edip, yiyip içmeyen meleklere benzeyip melekleşmeye hicrettir.

Tefrikadan vahdete, bireysellikten cemâate, ilgisizlikten kardeşliğe göç etmektir hicret. Tâğutların çürük ipinden kopması mümkün olmayan Allah’ın gökten uzattığı ipine (Kur’an’a) sarılmaktır hicret.

Müslümanca, muvahhidce bir hayat; İbrâhim (a.s.) gibi “Yuh olsun size de, Allah’ı bırakıp taptığınız şeylere de. Siz aklınızı hiç kullanmaz mısınız?” (21/Enbiyâ, 67) deyip, İbrâhimî hicreti yaşamaktır: “… (İbrâhim): ‘Doğrusu ben Rabbim (in emrettiği yer)e hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir’ dedi.” (29/Ankebût, 26)

Gerektiğinde hicret de bir tür cihaddır. Kâfirlerin zulmü altında ezilip kalmak ve hak dinin yayılmasına hizmet edememek, neticede çok kötü bir başkalaşıma neden olabileceğinden az çok gücü varken bundan kaçınmamak nefse bir zulümdür.

İlim aramak, haccetmek, cihad etmek veya bunlar gibi herhangi bir dinî amaçla Allah rızâsı için yapılan her hicretin Allah ve Rasûlüne yapılmış bir hicret olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ve… Mekke’den Medine’ye hicret olmasaydı? Düşünmek bile istemez insan…

Hayat, baştan sona yüzlerce, binlerce ayrılıkla doludur. Mü’min de kâfir de nice ayrılıklar tadar. Niçin sen Allah için her sevdiğinden seve seve hicreti/ayrılmayı zor görüyorsun? Bilmez misin Kur’an’da belirtilen şu sünnetullahı: “Sevdiklerinizden infak etmeden, onlardan ayrılmadan iyiliğe/cennete kavuşamazsınız.” (3/Âl-i İmrân, 92)

Hicret, kişi veya kişilerin bulundukları yerden bedenle, dil veya kalp ile göç ederek ayrılmasıdır, bir şanlı destandır hicret, sevda için güzel çile, zafer için de bir bedel.

Hicret, sadece bir takvim başlangıcı değil; bir çağın kapatılıp yeni bir çağın açılmasıdır. Hicretle birlikte câhiliyye, yerini mutluluk çağına bırakmıştır. Kur’anî tarih yorumuna göre insanlık tarihinde her biri hicretle başlayan üç çağ vardır. Hz. Âdem’in Cennetten hicreti/firakı ile başlayıp Hz. Mûsâ ve mü’minlerin Mısır’dan hicretine kadar süren kurûn-ı ûlâ/İlk çağ, bu olayla birlikte başlayan kurûn-ı vustâ/Orta çağ ve Hz. Peygamberimiz’in hicretiyle başlayıp kıyâmete/yaratıkların zorunlu hicretine kadar sürecek kurûn-ı uhrâ/Son çağ.

Hayat; iman, sabır, hicret ve cihaddır. Bunlar olmadan hayat, yaşamak değil; olsa olsa ömür tüketmek ve tükenmektir.

Bireyden cemaate, cemaatten devlete adım atmak, Hak dâvâya uygun ortamlar aramak, meş’aleyi uzaklara taşımak, muhteşem dönüş için hazırlanmaktır hicret.

Hicret, nebevî bir harekettir, peygamberlerin ortak kaderidir; Onların izinden gidenlerin de değişik biçimleriyle hayatlarının en az bir diliminde ortaya çıkan bir tavırdır.

Hicretin kendisi ve uygulanış şekli, baştan sona “tedbir” demektir; Allah’ın bilmediğimiz kapılarını açması için bildiğimiz kapıları usûlüne göre çalma, çözüm ve çıkış yolu için fiilî duâdır.

Hicret, savaş alanından kaçmak, mücâdeleyi bırakmak değil; daha güçlü bir şekilde dönmek için strateji değişikliğiyle, siyasî manevrayla kamp yeri arayıp orada güç toplamaktır.

Yurt dışında aranan destektir. Daha hızlı sıçrayabilmek için gerileme ve gerilmedir. Cephe değişikliğidir, merkezi dışarıdan sarıp kuşatmak, merkezi fetih için çevreden eyleme geçmektir hicret.

Hicret, baskıları durdurma gücünün olmadığı yerde, baskıların kendini durdurmasına izin vermemektir. Zulme boyun eğmeme, zilleti kabul etmeme bilincidir.

Hicret; yolunu bulanların, daha doğrusu yoldan çıkanların yolsuzluklarıyla Hak yolu tıkadığı durumlarda çıkış yolu bulma girişimidir.

Hicret, taşlaşmış kalpleri ve yerleri terkedip su çıkacak vâdiler keşfedip faâliyeti verimli topraklarda yoğunlaştırmaktır. Fidan halindeki dâvâyı verimsiz topraktan çıkarıp elverişli bir toprağa götürüp dikmektir hicret.

Hicret, doğduğumuz veya doyduğumuz yerin Allah için terk edilemeyecek değerde olmadığını ilan etmek, Allah'ı her şeye tercih etmektir.

Hicret, memleketinde müslümanca yaşayamayan bir mü’min için, Allah’ın geniş arzında mutlaka müslümanca ve insanca yaşanacak bir yer olduğunun bilincine varmaktır.

Hicret; kavmiyetçilik, ırkçılık, şehircilik anlayışına vurulan darbenin adıdır. Ülke vatandaşlığından ümmet bilincine yükselmektir. Kendi memleketinin bâtıl yönetimine karşı mücâdele hazırlığıdır.

Müslümanların zulüm düzeninin bir parçası olarak yaşamayı reddedişleri ve küfrün karşısına bağımsız bir güç olarak çıkma tavrıdır hicret. İnsanî ve İslâmî haklarını gasbeden tâğutlardan berî olmak, onları protesto etmektir. Sadece zulümden kurtulmak değil; aynı zamanda zulme karşı çıkma ve son verme eylemidir.

Hicret, daha yüksek ideal ve hedeflere ulaşmak için sevdiklerini gözünü kırpmadan geride bırakarak çıkılan yolculuğun adıdır, İlâhî yardımın paratoneri, zaferin müjdesidir.

Altyapısını iman ve sabrın oluşturduğu hicretin bir sonraki aşaması cihaddır. İmansız sabır, sabırsız hicret, hicretsiz cihad/kıtâl, cihadsız zafer ve kurtuluş olmaz! Hicret; sosyal, siyasal ve askerî alanlarda cihad için düğmeye basmak, eyleme geçmektir.

Bozuk çevreden güzel çevreye geçmek, çevrenin çocuklarını ve kendini mahvetmesine izin vermemektir; çevreyi düzeltemiyorsak çevrenin bizi bozmasına müsâade etmemektir.

Hicret, câhiliyye ile, onun kural, kurum ve bağlılarıyla ilişkileri koparıp atmak, bağımsız ve özgür olarak İslâm’a teslim olup O’nun hâkimiyeti için çalışmaktır.

Esâretten kurtulma gayretidir, görünen ve görünmeyen zincirleri kırmak, zindandan özgürlüğe çıkmak, mahkûmiyetten hâkimiyete adım atmaktır.

Mü’min kimse, hür olarak insanca ve dâvâsı uğruna yaşayabilmek için gerekli her bedeli ödemeye hazırdır; dünyada izzet ve devletin, âhirette de cennetin bedeli hicrettir.

Tevhid mücâdelesinde bulunan insanların şu veya bu şekilde geçmek zorunda olduğu bir kapıdır, köprüdür, süreçtir hicret.

Bedeni, dili ve kalbi ile insanın kendisine Allah’ı unutturan çevresindeki her şeyden ayrılarak bütün varlığı ile Allah’a ilticâsıdır.

Hicret, Allah’a yönelmektir, O’na yaklaşmak, O’na sığınmaktır. Madde ve menfaat için, dünyevî eğitim için; iş, aş ve eş için hicretleri çok gördük. Ama günümüzde Allah için hicret edenleri nasıl göreceğiz?

Küfürden imana, haramlardan helâllere, günahlardan sevaplara, isyandan itaate, kötülükten iyiliğe, rezîletten fazîlete göz arkada kalmadan yapılan kutlu bir yolculuktur hicret.

Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır. Evde kılınan namaza karşılık, câmiye hicret edilerek cemaatle kılınan namazın yirmi yedi derece sevabı, hicret rûhunda saklıdır.

Yeryüzü yerinde saymıyor, her an dönüyor, hareket/hicret ediyor. Gökteki tüm yıldızlar, galaksiler, güneşler de yörüngeleri etrafında her an hicret halindeler (36/Yâsin, 38-40). İnsandaki kan, vücut organları arasında hicret etmeseydi, ne olurdu? Öyleyse, hayat hicrettir, hicretsiz hayat olmaz.

Yerdeki sular buharlaşarak göklere hicret eder, bulutlar hicret içinde onları taşır, rahmet kanatları yeniden işlenip şekillenen bereket damlalarını hicret ettirerek taşıyıp uygun yerlere gönderir/hicret ettirir.

Bitki tohumları hicret ederek canlanır, yeni mekânlarda yeni bir hayata başlar; bazı hayvanların yaşaması için her mevsim vatan değiştirip hicret etmeleri hayatî bir zarûrettir.

Hemen tüm hayvan ve insanların nimetlere ulaşması için hicret etmeleri şarttır. İnsan, önce anne karnına, sonra yeryüzüne, daha sonra ebedî âleme hicret eden bir muhâcirdir. Hicret bir fıtrat kanunudur.

Allah’tan gelen ruh O’na hicret edecektir. Dünya otelinde misafir olan insan adlı yolcunun son durağı, bu muhâcirin son hicret yurdu Cennet olmalıdır, çünkü orası onun ana vatanı, baba ocağıdır. Muhâcir insan orada yaratıldı, orası için yaratıldı, onu hak etmek için yaşamalıdır.

Hicret; Allah için gerektiğinde evi, iş yerini, mahalleyi, şehri veya ülkeyi değiştirebilmektir. Gerekiyorsa işi, eşi, aşı, malı-mülkü, okulu, diplomayı, makamı, rahatı, vatanı... terk edebilmektir.

Fânî olan şeyleri terk etmedikçe Bâkî olana, ebedî olana kavuşmanın imkânsız olduğunu kavramaktır.

Hicret denilince, kardeş kavramları, “muhâcir” ve “ensâr”ı, “kardeşliği” ve “fedâkârlığı” hatırlamamak ne mümkün! Hicret rûhunu kaybedince onları da kaybettik ve kaybolduk.

Ey hicret! Sen müslümanların takvim başısın. Müslüman olduğunu iddiâ ettikleri halde, hıristiyanlara göre ve onlar gibi "yılbaşı"nı kutlayanlar seni yeterince tanımıyor ve değerlendirmiyorsa, onları da mesajınla dirilt!

Yalvarıyoruz ey güzel hicret! Ne olur bizden hicret etme!






Nerdesin Ey Güzel İsyan?



İnsanımız, çok yönlü savaşın kurbanı olarak bilinçsizleştiriliyor, güzel duygulardan arındırılıyor, tepkisiz ve dâvâsız hale getiriliyor. Kendisiyle ilgili oynanan oyunu anlamasın diye başka oyunlarla avutulup uyutuluyor. Top kafalı, müzik tutkunu, tv. tiryakisi, şans oyunları denen çeşitli kumarların esiri, paramparça “para”lanmak için koşturan bir makine haline getiriliyor. Hüsrandır, kaostur, zulümdür bu; esas kriz budur. İnsanımızın kimliksizleştirilmesi, inançsızlaştırılması ve buna seyirci kalınarak zulme dolaylı da olsa destek verilmesinden daha büyük kriz olamaz. Müslüman olduğunu iddiâ eden insan, yaratılış gâyesini unutmuş; kime, niçin ve nasıl itaat veya isyan etmesi gerektiğini düşünemeyecek hale gelmişse tabii, her şey ters yüz olacak, bireysel günahlar fesâda, fesât fitneye dönüşecek; fitne de, toplumun dünya huzurunu ve âhiret saâdetini kemirmeye başlayacaktır.

"Lâ"sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaat ve olumlu anlamda isyanı olmayan, Allah’a isyan edenlere ve âsîlerin düzenine uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların ilâh ve rab anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini hoş görmek için bin dereden su getiren, tepkisiz, laik müslümanlık(!) hâkim kılınmak isteniyor. Allah'a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah'a inanan ve isyankârların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, altısı içinden altısı dışından bir din, her çeşit bâtılı reddeden tevhid dininin yerine geçirilmek isteniyor.

Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz. Müslüman mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve isyan konusuyla ilgili şirktir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp yanlış işaretlerle mecburi istikamet diye gösterilen cehennem yolu üzerinde “dur!” diye kollarını makas gibi açanlar çıkmadıkça ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme çabasına yeterli sayıda insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt yakacaklar bile kalmayacaktır.

İtaat ve isyan bir bütündür. Yani, Allah’a itaat eden, O’na isyandan da kaçar. Hem itaat hem isyan birlikte barınamaz; beraber bulunurlarsa isyan öne çıkmış olur. Bazı insanlar, övülürken, “kumarı yok, içkisi yok, kötü alışkanlıkları yok” diye bazı isyan türü davranışlarının olmadığı, o yüzden iyi insan olduğu vurgulanır. Bu “yok”ların yanında, nelerin “var” olup olmadığı önemsenmez. Ancak, Allah’a itaat olarak tüm emirlere uyup uymadığı değerlendirilince, onun isyankâr olup olmadığı açığa çıkacaktır. Yani, itaatsizlik de bir isyandır. Allah’a tam itaat etmeyen biri, isyan içinde demektir, isterse bazı isyan türünden kötü alışkanlıkları olmasın.

Yine, Allah’a itaatle birlikte Allah’ın itaat için izin vermediği, itaat etmemizi istemediği ilke ve şahıslara itaat, birbiriyle bağdaşmaz. Biri varsa, öteki yok demektir. Tâğutu reddetmeden Allah’a imanın geçerli olmadığı (2/Bakara, 256; 16/Nahl, 36) gibi, tâğuta isyan olmadan, tâğuta kayıtsız şartsız itaatle birlikte Allah’a itaat de gerçekleşmez. Kayıtsız şartsız itaat edilecek mercî olarak kişi neyi tercih ediyorsa, ilâh olarak onu kabulleniyor demektir.

İtaat, imanın test edilmesidir. Allah’ı tek ilâh kabul eden kimse, O’na kulluğunu, O’na kayıtsız şartsız itaat etme zorunluluğu duyarak gösterecektir. İtaat olmadan cennet yoktur (4/Nisâ, 14). Allah ve Peygamber, mü’minleri kurtaracak, onlara hayat verecek şeylere çağırmaktadır. Bu dâvete icabet etmektir itaat. “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’ne icâbet edin.” (8/Enfâl, 24)

Allah’a itaati terk eden isyankâr ve kendine zulüm/yazık edenlere dünyevî cezalardan biri, kendileri gibilerin onları yönetmesidir. “Zâlimlerin bir kısmını, bir kısmının başına geçiririz.” (6/En’âm, 129). İnsanlar bozuldukları, Allah’a âsi oldukları zaman, onların kötüleri başlarına getirilir: “Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.” (Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, 2/126-127)

Hz. Ömer’in, “ben Allah’a ve Rasûlü’ne itaatten ayrılırsam, ne yaparsınız?” diye sorduğunda, cemaatten herhangi bir genç, ayağa kalkıp “Allah’a ve Rasûlüne azıcık muhâfet etsen, itaatten kıl kadar ayrılsan, seni kılıçlarımızla düzeltiriz!” diye cevaplaması, Hz. Ömer’in de bu cevaba şükretmesi, örnek alınma gereği duyulmadan, sadece tarihî bir vaka olarak değerlendirilemez.

İnsanların insanlara haksız hükmü, tahakkümü doğurur. İnsanların Allah’a itaati ise adâlet, huzur ve saâdeti neticelendirir. Şu bunalım çağını saâdet asrıyla barıştırıp bağdaştırmak, saâdeti bu asra taşımak, asr-ı saâdeti güncelleştirmek için bundan başka çözüm yoktur. Bilindiği gibi, Hz. Ebu Bekir, halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada şunları söyledi: “... Allah'a ve Rasülüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah'a âsi olursam, bana itaatiniz gerekmez!”

Olumlu anlamda isyan, gerekli şekilde ve gereken yerlere gösterildiğinde cihad farîzasını içerir. Küçüğüyle büyüğüyle, silâhlısı ve silâhsızıyla, dış düşmanlara, iç düşmanlara, şeytana veya nefse karşı olanıyla, kâfire veya münâfığa, yani her çeşidiyle cihad, bir isyandır. Dinin müsâade etmediği durumlardaki isyan ise, fesattır, fitnedir, anarşi ve terördür. İsyanın gerektiği yerleri tespit, İslâm’a göre farklı; câhiliyyeye göre farklı olduğundan, nice cihad eylemi, câhiliyye bakış açısına göre isyan; ayaklanma, terör ve fundamentalizm yaftası yiyebilmektedir. Müslümana göre de, namaz kılmayan veya tesettüre uymayan, ya da içki içen birisi Allah’a isyankâr, yani fesatçı, anarşist bir kimse kabul edilir.

“İsyan”ın sözlük anlamı, bir şeyi asa (değnek/sopa) ile engellemek demektir. Bu kelime zamanla, her türlü karşı çıkma, itaatsizlik etme, karşı koyma anlamlarını kazanmıştır. Hz. Mûsâ’nın değneğinin adı da “asâ” idi. Yani “isyan” kelimesinin kökü olan kelime. Hz. Mûsâ’nın asası hem bilinen değnek idi, hem de o günün tâğutu Firavun’a karşı O’nun haklı isyânını sembolize ediyordu. Allah’a ve O’nun peygamberine itaat etmeyip isyanla damgalanan Firavun’a (bkz. 10/Yûnus, 91; 79/Nâziât, 21) isyan, Mûsâ (a.s.)’ın mûcizesi olmaktadır. Hz. Mûsâ’nın asâ mûcizesi, aynı zamanda, zâlim ve âsilere karşı kıyâmı, onlara sopa göstermeyi, isyanı da içermektedir.

Bilindiği gibi, Mûsâ (a.s.) Firavun’un tanrılığına ve saltanatına isyan etmişti. Çünkü Firavun, yoldan çıkmış ve tanrılık iddiasına kalkışmıştı. Bir zulüm düzeni kurmuş ve o düzen ile insanlara haksız yere hükmediyordu. Hz. Mûsâ ise Allah’tan aldığı emirle ona karşı gelmiş, ona itaat etmemişti. İşte Hz. Mûsâ’nın elindeki asâ, zâlim yönetici Fir’avn’a isyanın sembolüydü.

Şeytan, Allah’ın ”Adem’e secde edin” (2/Bakara, 34) emrine karşı gelerek ilk isyan eden oldu. Yani Allah’a karşı geldi, itaat etmedi. O yüzden olumsuz anlamda isyanın pîri/duayeni şeytandır. Hz. Mûsâ’nın isyanı ise müspet ve güzel bir isyandı. Demek ki isyan kavramı hem olumlu bir mânâya, hem de olumsuz bir anlama gelebilir.

İsyan kavramının özünde hem yapma ve hem de yıkma anlayışı vardır. Günahkârlar ve isyankârlar yıkmak için, Allah’a ve O’nun ilkelerine karşı çıkarlar ve yıkıcı olurlar. Peygamberler ve onların izinden giden mü’minler, kötülüklere ve Allah’a itaatsizlik eden zâlimlere itaat etmezler, onlara ve onların zulüm dizenlerine karşı çıkarlar ve müfsitlerin yıktıklarını yapmaya çalışırlar; onların isyanları ıslah içindir, yapıcı isyandır.

İnsanların yapmaya devam ettikleri yanlış âdetlere, mevcut yönetimlerin uyguladıkları yanlış ilkelere karşı çıkmamak, isyan etmemek, korkaklıktır, zillettir, teslimiyetçiliktir. Ortada olan kötülükleri ve yanlışları kabul edip ses çıkarmamak, ilerlemeyi, olgunlaştırmayı durdurur. Peygamberlerin en temel özelliklerinden birini ve birincisini tevhid mesajını tebliğ ve onu hâkim kılma mücadelesi oluşturmaktadır. Kelime-i tevhid, “lâ” ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğuta isyan söz konusudur tevhid mesajında. Yani, Allah’a isyan edenlere isyan. Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir. Firavun da Hz. Mûsa da isyan eden âsi idiler. Hz. Mûsa, esas isyan edene karşı şanlı bir isyan içindeydi, inkılapçı bir ruh ve mûcizevî özellik taşıyordu; Firavun’un isyanı ise sonu helâkle biten, zararı hem kendine hem çevresine bulaştıran olumsuz bir isyandı.

Hz. Mûsâ ve asasından, Firavun’a isyandan söz açılmışken, kocası Firavun’a değil de Allah’a itaat eden Âsiye Hanım’ı hatırlamamak eksiklik olur. Âsiye, “isyan eden kadın” demektir. O, Allah’a itaat etmeyen birisine kocası da olsa, devlet başkanı da olsa isyan ediyor, âsiye oluyor. “Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını misal gösterdi. O, ‘Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti.”(66/Tahrim, 11)

Âsiye annemiz, Firavun’a isyan edip Allah'a ve peygamberi Mûsâ’ya iman ederek itaat ettiği için, bunun bedelini ödemiştir. Ellerinden ve ayaklarından kazıklara bağlanmış, güneş altında bırakılarak ona işkence edilmiştir. İman edip Allah’ı itaat edilecek tek mercî kabul ettiği için işkencelere mâruz kalan Âsiye, Kur'an'da mü'minlere iman ve kararlılık örneği olarak zikredilmiştir. Hadislerde de Âsiye'den övgüyle söz edilmiş ve Hz. Meryem'le birlikte o da en yüksek kemâle ermiş bir kadın olarak gösterilmiştir. (Bkz. Buhâri, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 70). İsyan edilmesi gerekenlere, sırf bedel ödemenin dünyevî zorluklarından dolayı itaatte kusur etmeyenin, Âsiye kadar zâlim ve tâğutlara isyan edemeyenin ne kadar erkek olduğu, ne kadar inançlı olduğu takdir edilebilir.

Kur’an’ın bildirdiğine göre itaat, Allah’tan gelecek rahmet ve merhametin vesilesi olduğu gibi (3/Âl-i İmrân, 132), cennetin (4/Nisâ, 13) ve inkârcılara karşı kazanılacak zaferin de anahtarıdır. Allah’a ve Rasûlü’ne isyan da, dünyevî zarar ve ziyanların sebebi olduğu gibi, esas olarak da sonu pişmanlıkla (25/Furkan, 27-29; 33/Ahzâb, 66) ve cehennemle (4/Nisâ, 14, 115) sonuçlanan âdiliktir (11/Hûd, 59). Allah’a ve Rasûlüne itaatten yüz çevirmek, mü’minlik iddasına ters düşer (24/Nûr, 47). Kalabalığa, çoğunluğa itaat de Allah’ın yolundan sapmayı sonuçlandıran bir tehlikedir (6/En’âm, 116).

İtaat Edilmesi Gereken Kimseler:

Kur’an’da itaat edilmesi gerekenler; Allah, peygamberler ve müslüman ülü’l emr olarak belirlenir (4/Nisâ, 59).

İtaat Edilmesi Yasak Olan Kimseler:





Kur’an’da itaat edilmesi yasak olan kimseler sayılarak mü’minlerin kimlere isyan etmeleri, en azından sivil itaatsizlik yapmaları gerektiği belirtilir: Kâfirler (25/Furkan, 52; 3/Âl-i İmrân, 149), ehl-i kitap (3/Âl-i İmrân, 100), münâfıklar (33/Ahzâb, 1), kendisini Allah yolundan uzaklaştıran ve saptıran liderler ve büyükler (33/Ahzâb, 64-68), şeytan ve şeytanın dostları (6/En’âm, 121), günahkârlar ve nankörler (76/İnsan, 24). Yalancılara (68/Kalem, 8-9), ahlâksızlara (68/Kalem, 10-14), gâfillere, zikirden (Allah’ı anmaktan ve Kur’an’dan) gaflette olanlara (18/Kehf, 28) namaza engel olanlara (96/Alak, 19), aşırılara, israfçı ve fesatçılara (26/Şuarâ, 151-152), şirke zorlayan ana-babaya (29/Ankebut, 8; 31/Lokman, 14-15), halka, insanların çoğun(luğun)a ve zanna (6/En’âm, 116; 49/Hucurât, 7; 6/En’âm, 116, 148; 10/Yûnus, 35-36, 66), insanların ve bilmeyenlerin hevâlarına/kötü arzu ve isteklerine: (5/Mâide, 49-50; 45/Câsiye, 18), Allah’a ve Rasûlüne isyânı (haram olan bir şeyi) emreden kim olursa olsun, ona: “Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.” (Müslim, İmâre 38) “Ma’siyet (Allah’a isyan, haram ve günah) konusunda kullara itaat edilmez. İtaat, ancak mârufadır (meşrû ve iyi olanadır).” (Buhârî, Cihad 107, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre 39; İbn Mâce, Cihad 40)

İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. İnsanımıza abdesti bozan şeyler kadar olsun imanı bozan şeyler anlatılamadığı, anlatılmasına izin verilmediği için, tersine her çeşit günah ve isyan için, bunlar imanı bozmaz, diye, bunlar olmadan da müslümanlık olur diyerek “Allah’ın affına güvendirerek kandıran kimselerin” (31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5; 57/Hadîd, 14) aldattığı insanımızın mü’mine benzeyen ne kadar vasfı kaldı değerlendirilmez. Olayın iman boyutu, kabul ve itaat sözü olan “illâ Allah” tan önce gelmesi gereken red ve isyan sözü “lâ ilâhe” ile ilgili tevhid penceresinden bakışla bir ufuk turu yaparak çağdaş yaşam değerlendirilmelidir. Kayıtsız şartsız itaat edilen Allah ise, kişi, yüce mertebe olan “Allah’ın kulu” olmayı tercih etmiş; O’na isyan edenlere itaatı tercih edince de, “emir kulu”, “kapı kulu” olmayı, yani iki dünyada rezillik ve zilleti seçmiş olur.

Tevhidî çevre içinde, toplumun ve yönetimin Allah’a itaati şiar edindiği yerde mü’mine yakışan “işittik ve itaat ettik” demek olduğu gibi; şirkin ve Hakka isyanın hâkim olduğu yönetim ve çevre şartlarında mü’mine yakışan “ne işittik, ne de itaat ettik”, yani “dinlemiyoruz, itaat etmiyoruz!” demek, kutsal isyanı öne çıkarmaktır. İslâm’ın hâkim olduğu yerdeki müslümanın temel tavrı ile İslâm’ın mahkûm olduğu konumdaki tavrı elbette aynı değildir. Bunu Âsiye ismi ile örneklendirebiliriz: Peygambermiz, câhiliyye döneminde müşrik babaları tarafından çocuklarına verilmiş olan, mânâsı şirki çağrıştıran isimleri; anlamı kötü ve ahlâksızlığı hatırlatan adları değiştirirdi (Bkz. Buhâri, Edeb 108; Ebû Dâvud, Edeb 62; İbn Mâce, Edeb 32). Bu kabilden olmak üzere “isyankâr, isyan eden kadın” anlamına geldiği için “Âsiye” ismini değiştirmiştir. Yeni müslüman olmuş bir kadının ismi Âsiye idi. Rasûlullah (s.a.s.) onun adını Cemile olarak değiştirdi ve ona: “Sen Cemile’sin” dedi. (Ahmed bin Hanbel, Müsned II/18; Dârimî, Sünen, İsti’zân 62). Ama aynı Rasûl, Kur’an’da ismi belirtilmeyen “Firavun’un hanımı”nın “Âsiye” olduğunu bildirmiş ve ondan övgüyle söz etmiştir (Buhâri, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe 70). Bundan şöyle bir çıkarım yapmak herhalde yanlış olmaz: İslâm’ın hâkim olduğu, yönetimin ve çevrenin Allah’a itaat edenlerden teşekkül ettiği ortamda Âsiye/isyankâr olmak büyük bir yanlıştır. Ama Firavunların hâkim olduğu ve Allah’a itaat etmeyenlerin egemen olduğu ortamlarda Âsiye/isyankâr olmak; dünyevî açıdan riskli olsa da en temel, kurtuluş için en emin tavır, Rasûluullah’ın övgüsüne mazhar olan en doğru yoldur.

Müslüman; ıslah adına, tebliğ adına dininden ve dâvâsından her çeşit tâvizi verebilen, Allah’ın hor gördüklerini hoş gören, “gelene ağam, gidene paşam” diyen, tepkisiz, buğzsuz, nefretsiz, dolayısıyla kişiliksiz insan değildir. Düşünmeyen, hakkı yaşamayan bir çevrede, mü’min boyun eğen, sesini çıkarmayan, tepki göstermeyen, silik bir şahsiyet olamaz. “Münkerler” etrafını kuşattığından, en azından kendini kurtarmak, bulaşıcı mikroplara karşı mücadele ederek koruyucu hekimlik tedbirlerini almak, yani “nehy-i anilmünker” yapmak mecbûriyetindedir. Tevhid eri olabilmek için; Allah’ın dışında politik, medyatik, sosyal, sanatsal, sportif, maddî, fikrî, nefsî... alanlardaki tüm ilâhları reddetmek, putların ve putçuluğun her tezâhürüne, endâdın her görüntüsüne, fanatikliğin her çeşidine tavır almak olmazsa olmaz bir zarûrettir. Muvahhid olmak, mü’mince yaşamak ve müslümanca ölmek için tâğutlara, zorbalara, ilâhlık taslayan şahıs, ilke ve kurallara, kısacası Allah’a itaat etmeyenlere “lâ” isyan bayrağını çekmek şarttır. Bu tavır takınılmadan, izzet ve onurunu korumak da, mü’min kalıp mü’min ölmek de mümkün değildir (2/Bakara, 256). Trafik ışığı olarak kırmızı lâmba konusunda itaatsizliğin cezası değerlendirilir de, Allah’ın koyduğu helâl-haram hududuna itaatsizlik, her iki dünyada cezasız mı kalır dersiniz?

İsyan, kıyam, ayaklanma, savaş ayrı şeylerdir; itaatsizlik ayrı. Küfre isyan edemeyen müslüman, en azından itaatsizlik yapmalıdır. Zâlim otoritelere karşı sivil tepki ve sivil itaatsizliğin en güzel destanlarını peygamberler yazmıştır. Nemrutlara itaat etmeyip putlarını kıran İbrahim, Firavunlara başkaldıran Mûsâ, câhiliyye şirkine karşı en şanlı direniş, en anlamlı tepki ve en güzel savaş sayfalarını yazan Hz. Muhammed...

Yeşilciler, çevreciler, hayvan severler, sendikalar, spor fanatikleri... kadar bile tepkilerini dillendiremeyen dâvâ adamları(!); sayıları kırkı bulur bulmaz sivil itaatsizlik ve tepkilerini sokağa taşıran, sloganlar atarak, tevhidi gülle gibi meydanlara savurarak kutsal isyana giden yolu açanları sadece tarihte yaşanıp bir daha tekrarlanamayacak masal gibi değerlendirirler. Onların çoğu, zenginliğin ihtiraslı rüyalarının mahmurluğu içinde dünyevîleşme çarkında veya hor gördüğü müslümanları bırakıp müşriklere hoşgörüler dağıtmakta, bazıları da tâğutları, kâfirleri darıltmamaya özen göstermekte, hatta kimse inanmasa da büyük putları sahiplendiğini ilân etmede veya etliye sütlüye karışmadan gününü gün edip, suya sabuna karışmadan temizlik(!) peşinde.... Allah'a iman ettiği halde tâğuta kulluk yapmak, küfre dolaylı da olsa hizmet etmek, Allah'a itaat etmeyene muhâlefet bile yapamadan ot gibi yaşayıp gitmek, her konumdaki ve her zihniyetteki âmire itaat edip emir kulu olmak, bütün bunlar Allah'a hakkıyla kul olmak isteyen bir müslümandan, cehennem kadar uzak olması gereken hususlardır.

İbâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, üstad Mevdûdî, belki bazılarımızın biraz abartılı ve karikatürize edilmiş bulabileceği bir örnekleme ile ibâdet-itaat ilişkisini ve bu dengenin kayboluşunu şöyle açıklar:

“Önce ibâdet’in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan sonra cevap verin: Efendisinin kendisinden yapmasını istediği işleri yapmayıp daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan bir köle hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi ona, ‘git şu şu işleri yap’ diyor; köle bulunduğu yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar ayağa kalkıp elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, ‘git falan yanlışlıkları düzelt’ diye tâlimat veriyor; ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi ‘hırsızın elini bu kötü işten kes’ diye emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve ‘hırsızın elini bu işten kes’ emrini yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine gerçekten hürmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden bir tanesi böyle davransaydı ne yapardınız Allah bilir! Allah’ın kullarından böyle davrananların kendilerini Allah’a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama kadar Allah bilir, kaç kere Kur’an’daki İlâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine getirmek için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile namaz kılar, ellerine binlik bir tesbih alır ve Allah’ın adını anarlar. Çok acıklı bir makamla Kur’an okurlar! Onları bu halde gördüğünüz zaman; ‘ne kadar müttakî, ne kadar dindar adamlar’ dersiniz. Bu yanlış anlamanın temelinde ibâdetin gerçek anlamını bilmemek yatar (Ebu’l Hasan Ali Nedvî, İslâm’ın Siyasi Yorumu, s. 77 -Mevdûdi’nin Fundamentals Of İslam adlı eserinden naklen-).

İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah'a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!

İman iddiası, itaat ile ispat edilmeden insanı kurtaramaz.

Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”(9/Tevbe, 31) Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâli da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.”(Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292)

“Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?” (42/Şûrâ, 21) “...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.” (6/En’âm, 121) “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65)“(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.” (24/Nûr, 47-48) “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44) “Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (33/Ahzâb, 36)

Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (4/Nisâ, 13-14) “Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” (8/Enfâl, 1) “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (39/Zümer, 17-18). “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (3/Al-i İmrân, 31-32) Yine bk. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115.

Ve bir hadis-i şerif:

“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” (İbn Mâce, hadis no: 4205)

Kimileri ‘Allah vardır ve yücedir’ derler, ama O’na birtakım şeyleri eş tutarlar. Bazı şeyleri ilâh (c.c.) gibi düşünüp değerlendirirler veya Allah’a ait sıfatları onlara verirler. Onların tıpkı Allah gibi saygı duyulacak, emirlerine itaat edilecek, önlerinde boyun eğilecek yüce varlıklar olduğunu düşünürler. Ya da ‘Allah büyüktür’ dedikleri halde hayatlarına ilişkin temel hükümleri bir başka makamdan alırlar. Allah’ın koyduğu helâl ve haram hükümlerini kabul etmezler, onların yerine ‘tâğutların’ hükümlerini benimserler. Bu gibi kimseler Tevhid’e iman etmemiş sayılır. Çünkü Hz. Allah, hem eşi ve benzeri olmayan tek ilâhtır, hem de tek Rab’dir. Tek Rab olmanın anlamı; yaratan, şekil verip terbiye eden, yöneten, tek sahip ve hüküm koyucu demektir. İlâhlığı Allah’a yakıştırıp da rabliği başkalarına tanıyanlar Tevhid’i bilmeyenlerdir. Böyle yapanlar ‘şirk’ koşup müşrik olanlardır.

Kur’an’ın ifadesi açık olmasına rağmen, Allah’ın hükümlerine zıt olacak şekilde, onları beğenmeyerek, ‘bana göre, bize göre, bizim sistemimize göre, çağımıza göre, falanca atamızın ilkesine göre, falanca bilim adamına ve efendiye göre’ gibi ölçüler Tevhid’e uymaz. Böyle bir inanca sahip olanlar, Allah’ın Rabliğini tanımayanlardır. “…Dikkat edin, hükmün tamamı O’nundur…”(6/En’âm, 62). Burada söz konusu edilen nokta, Allah’ın ölçülerine rağmen, sırf onların yerine geçmesi için hüküm koymak ve Allah’ın dininin yerine başka dinler uydurma mantığıdır. Bu, Tevhid’e aykırıdır.

"Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde 'işittik' diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." (8/Enfâl, 20-22) Görüldüğü gibi âyet, Allah'a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahluklar olarak tanımlıyor. "Aralarında hükmetmek üzere, Allah'ın Rasûlü'ne davet olundukları zaman, mü'minlerin sözü ancak, 'dinledik ve itaat ettik' demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."(24/Nur, 51-52)

İman ağacının meyvesidir itaat. Mü’minlik iddiasının isbatı, vahyin hayâta dönüşmesidir itaat. İmanın, zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akide, dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer, bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir Allah’a itaat. İmanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir itaat.

İslâmoğlu Hoca’nın benzetmesine göre; Allah’a inandığını söylediği halde O’nun emirlerini yapmayanın durumu şu askerin durumu gibidir: Komutan, kendisine hayâtî önemi olan bir plânı verdikten sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsîlerin cezasına.

Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler.

Amelde/itaatte tevhid, kulluğa dair eylemlerin sadece Allah'a yöneltilmesi ve Onun rızâsı için yapılmasıdır. İnançta tevhidin doğal olarak amele yansıyacağını, dolayısıyla bir tek Allah'a iman eden ve O'na ait özellikleri başka varlıklara tanımayan insanın kulluğunun da tevhid üzere olacağı kaçınılmazdır. Meseleye bu çerçeveden baktığımızda, aslında inançta tevhid ile amelde tevhidin birbirini takip eden iki ayrı unsur olmayıp, ikisi de aynı anda gerçekleşen ve birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu görürüz.

Tevhidin inanç ve amel boyutunun ayrılmaz iki unsur oluşu nedeniyle, Kur'an'da inanca ve kulluğa yönelik tevhid çağrısının daha çok birlikte yapıldığını görürüz: "İşte Rabbiniz Allah O'dur. O'ndan başka ilâh/tanrı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O'na kulluk edin, O her şeye vekîldir." (6/En'âm, 102) "Allah'a kulluk edin ve O'na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın..." (4/Nisâ, 76)"Muhakkak ki Ben, yalnızca Ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; Beni zikir için namaz kıl." (20/Tâhâ, 14)

Kur'an'ın indiriliş amacı da "sadece Allah'a kulluk" yapmaktır: "Elif lâm râ. (Bu,) Bir kitaptır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır. Tâ ki, Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz." (10/Yûnus, 1-2). Amelde tevhid, en vecîz şekliyle Kâfirûn sûresinde özetlenmiş ve bu sûreye bu özelliğinden dolayı İhlâs sûsesi (2. İhlâs sûresi) de denilmiştir. Bu sûrede sadece ibâdet ve itaatin kime yapılacağı vurgulanmıyor, isyanın ve itaatsizliğin de kime ve neye karşı olması gerektiği özetleniyor.

Allah’a ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun koyduğu kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm'dan uzaklaşmasına sebep olur. Her tarafından, küfrün her çeşidiyle, her şekilde kuşatılan günümüzün müslümanı, müslüman kalmak ve müslüman ölmek için ateşten gömlek giymeye hazır olmalıdır. “Müslüman” ismini benimsemek, ciddî ve büyük bir iddiadır. Bu iddianın isbatı, tüm iç ve dış zorluklara rağmen, itaat ve isyan sınavlarını başarmaktır. Cennetin bedeli itaat; cehennemin sebebi isyandır.

Allah’ın emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik” deyip hemen eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve kişilere karşı da “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri olan cihad erlerine selâm olsun.

İsyanınız kâfirlere, zâlimlere ve hevânıza; itaatiniz Rabbinize olsun!






Ahmet Kalkan

 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt