Selamun Aleykum we Rahmetullah, kardeşim
Hocam zekat vermeyenin hükmü nedir? Darul harpte ve Darül islamda hükmü aynı mıdır?
Hocam zekat vermeyenin hükmü nedir? Darul harpte ve Darül islamda hükmü aynı mıdır?
Jazakallahu hayr, hocam,Âleykum selam we rahmetullahi we berâkatuhu;
Kardeşim; Zekat her türlü "dar"da nisab miktarı muslumana farzdır.
İslam devleti olması durumunda zekatını, emir adına zekat toplama memurlarının tesbitine göre zekat İslam devleti adına kendisine verilir. Dar'u harbte ise bu durum (hesablama ve verilecek yer) kişinin kendisi yükümlü olur.
Zekâtın fâriziyeti her durumda inkar edilerek verilmemesi durumunda kişiyi kâfir yapar.
Zekatın fariziyetini inkar etmeden çeşitli sapkın (fasid) tevillerle zekat vermekten imtina edilmesi durumunda sahibini günahkar yapar. İslam devletinde olması durumunda böyle kişiden zekatı fazlasıyla birlikte zorla alınır! Fakat bu tür zekat vermeyenlerin, fert değilde topluluk olması durumunda bağy hükmü alıb (ridde savaşları gibi) kendileriyle savaşılmaları gündeme gelir.
Ebû Hurayra (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat edince, ondan sonra Ebû Bekir (radıyallâhu anh) halife seçildi. Bunun üzerine bedevîlerden bir kısmı "irtidât" etti. (Ebû Bekir halife olarak onlarla savaşmaya karar verince);
ــ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ] لَمَّا تُوُفِّى النَّبىُّ # وَاسْتُخْلِفَ أبُو بكْرٍ وَكَفَرَ مَنْ كَفَرَ مِنَ العَرَبِ، قالَ عُمَرُ ‘بِى بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما: كَيْفَ تُقَاتِلُ النَّاسَ وقد قال رسول اللّه #: أُمِرْتُ أنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَقُولُوا َ إلَهَ إَّ اللّهُ، فَمَنْ قَالَهَا فقَدْ عَصَمَ مِنِّى مَالَهُ وَنَفْسَهُ إَّ بِحَقِّهِ، وَحِسَابُهُ عَلى اللّهِ تَعالى. فقَالَ أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ: وَاللّهِ ‘قَاتِلَنَّ مَنْ فَرَّقَ بَيْنَ الصََّةِ وَالزَّكَاةِ فَإنَّ الزَّكَاةَ حَقُّ المَالِ. وَاللّهِ لَوْ مَنَعُونِى عَنَاقاً كَانُوا يُؤَدُّنَهَا إلى رسول اللّه # لَقَاتَلْتُهُمْ عَلى مَنْعِهَا. قال عُمَرُ: فَوَاللّهِ مَا هُوَ إَّ أنْ رَأيْتُ أنَّ اللّه شَرَحَ صَدْرَ أبِى بَكْرٍ لِلْقِتَالِ فَعَرَفْتُ أنَّهُ الحَقُّ [. أخرجه الستة، وفي رواية: عِقَاً كانوا يُؤَدُّنَهُ .
»الْعَنَاقُ« هى ا‘نثى من ولد المعز.»وَالْعِقَالُ« حبل معروف، وقيل المراد به صدقة عام .
Ömer, "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "İnsanlar lailaheillallah deyinceye kadar onlarla savaşmaya emrolundum. Bunu söylediler mi, benden mallarını ve nefislerini korurlar. (İslâm´ın) hakkı hâriç artık hesapları da Allah´a kalmıştır!" demiş iken, sen nasıl insanlarla savaşırsın " dedi.
Ebû Bekir: "Allah´a yemin olsun, namazla zekâtın arasını ayıranlarla savaşacağım. Zîra zekât, malın hakkıdır. Vallahi, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a vermekte oldukları bir oğlağı vermekten vazgeçseler, onu almak için onlarla savaşacağım" dedi.
Ömer sonradan demiştir ki: "Allah´a yemin ederim, anladım ki, Ebû Bekir´in bu görüşü, Allah´ın savaş meselesinde ona ilhamından başka bir şey değildi. İyice anladım ki, bu karar hakmış."
(Buhârî, İ´tisâm 2, Zekât 1, İstitâbe 3; Muslim, İmân 32, (20); Muvatta, Zekât 30, (1, 269); Tirmizî, İmân 1, (2610); Ebû Dâvud, Zekât 1, (1556); Nesâî, Zekât 3, (5, 14)
İzâhat :
1- Bu rivâyet, Ebû Bekir (radıyallâhu anh)´in hilafeti sırasında İslâm devletini ciddi şekilde meşgul eden Ridde savaşlarının karar safhasında Ebû Bekir´le Ömer arasında cereyan eden bir ihtilâfı aksettirmektedir.
Ebû Bekir, bir kısım kabîlelerin: "Namaz kılarız, fakat zekât vermeyiz" diye îtiraz etmeleri karşısında onlarla savaşmaya karar verir. Ömer, Rasûlullah´ın bir hadislerini delil göstererek, lâilâhe illallah diyenlerle savaşmanın meşrû olmayacağını söyler. Ebû Bekir kararında azimkârdır. Bilâhare Ömer bu kararında halîfe´nin haklı olduğunu te´yîd etmiştir.
Böylece bu hâdise ile, irtidad hâdiseleri karşısında Müslümanların alması gereken tavır, daha ilk halîfeler zamanında takarrur etmiş olmaktadır.
İmam Mâlik der ki: "Allah Teâlâ Hazretlerinin farzlarından birinin (inkar etmeksizin) bir kimse men edecek olur, Müslümanlar da almaya muktedir olamazlarsa, ona karşı savaş hak olur."
2- İrtidatın çeşitleri.
Kâdı İyaz ve bâzı âlimler Ebû Bekir´i uğraştıran murtedleri üç sınıfa ayırmışlardır.
1) Tekrar putperestliğe dönenler.
2) Museylime ve Esvedu´l-Ansî´ye tâbî olanlar.
Bu iki şahıs Rasûlullah´ın sağlığında peygamberliklerini îlân etmişlerdi. Museylime´yi Yemâme halkı ve başka cemaatler tasdîk etti. el-Esved´i San´a halkı ve başka cemaatler tasdîk etti. el-Esved, Rasûlullah´ın vefatından az önce öldürüldü. Ancak ona inananlardan bir kısmı varlıklarını devam ettirdiler. Rasûlullah´ın âmilleri, Ebû Bekir zamanında onları temizleyeceklerdir. Müseylime üzerine Ebû Bekir, Hâlid İbnu Velîd (radıyallâhu anhumâ) komutasında ordu techîz edip gönderecek, Hâlid bunları tepeliyecektir.
3) Bir kısım Arablar da zekât vermemek kaydıyla Müslümanlığı devam ettirmek istediler. Bunlar, zekâtın Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanına kadar hâs bir emir olduğunu söyleyerek te´vilde bulundular. İşte sadedinde olduğumuz hadiste medâr-ı bahs edilen ihtilâfı Ebû Bekir´le Ömer bunlar hakkında yapmışlardır: Böylesi kimselerle savaş câiz mi değil mi diye.
Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın vefatından sonra Müslümanların durumunu, Ebû Muhammed İbnu Hazm, el-Milel ve´n-Nihal adlı kitabında ele alır. O da şu açıklamayı sunar:
"Peygamber´in vefatından sonra Arablar dört kısma ayrıldılar:
1) Resûlulah´ın sağlığında olduğu gibi, dinlerinde sâbit kalanlar, bunlar ekseriyette idiler.
2) Sadece zekâta karşı gelip, onu vermemek kaydıyla İslâm´a bağlılıklarını devam ettirenler. Bunlar: "Şeriatın, zekât hâriç bütün emirlerini tatbik ederiz" diyorlardı. Bunlar da sayıca çoktu ancak birinci gruba nazaran azınlıkta idiler.
3) Bir grup, alenen küfürlerini ilan etmiş, irtidât etmişti. Tuleyha ve Secâh´ın ashabları gibi. Bunlar öncekilere nisbeten az idiler. Şunu da kaydedelim ki, her kabîlede İslâm´a sadâkatını devam ettirip bunlarla mücâdele eden kimseler de vardı.
4) Bir de hiçbir tarafa katılmayıp, tevakkufu ihtiyar eden ve kim galebe çalacak diye vaziyeti gözetleyen takım vardı.
Ebû Bekir, isyankârların üzerine ordular gönderdi. Fîrûz ve maiyetindekiler el-Esved´in diyarında galebe çalıp onu katlettiler. Müseylime Yemâme´de öldürüldü. Tuleyha ve Secâh tekrar İslâm´a rücû ettiler. İrtidâd edenlerin çoğu tekrar İslâm´a döndüler. Yıl geçmeden hepsi, tekrar din-i mubîn-i İslâm´ın kanatları altına dönüp, irtidadı terkettiler.
RAFİZÎLERE BİR CEVAP
Hattâbî, bu hadisle ilgili olarak Râfizîlerin bir tenâkuz iddiasını kaydeder ve cevap verir:
"Râfizîler sadedinde olduğumuz hadisin mutenâkız olduğunu iddia ettiler. Dediler ki: "Hadisin evvelinde (Arabların) küfre girdikleri, sonunda da İslam´da sabit kaldıkları, sadece zekat vermedikleri söyleniyor. Onlar Müslüman idiyseler nasıl öldürülmeleri helâl addedilir ve zürriyetleri köle yapılır Yok kafir idiyseler Ebû Bekir, Ömer´e karşı, namazla zekâtın arasını ayırmış olmalarını delil olarak nasıl zikredebilir "
Bu îtiraza şöyle cevap verilir: "İrtidâd ettiklerini söyleyenler iki gruptur: Biri putperestliğe dönenler; biri de, "Ey Muhammed! malların bir kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al, onlara dua et, senin duan onlar için bir sükûndur..." (Tevbe 103) âyetini te´vil ederek zekât vermekten imtina edenler.
Bunlar zannettiler ki, zekât, sâdece Peygamber´e verilir. Çünkü ondan başkası, onları temizleyemez ve üzerlerine dua edemez. Öyle ise başkasının duası kendileri için nasıl bir sükûnet (emniyet) olacak "
Şu halde Ömer "...Sen nasıl insanlarla savaşırsın " sözüyle ikinci grubu kastetmiştir. Çünkü o, birinci sınıfın öldürülmesinin cevazında müterreddid değildi, tıpkı putperest, ateşperest, yahudî ve hristiyanlarla savaşma husûsunda müterreddid olmadığı gibi.
Kâdı İyaz açıklamasına şöyle devam eder:
"Ömer, bu mevzudaki hadisin, sanki sadece rivayette zikrettiği kısımını hatırlamıştır. Halbuki başka sahabeler namaz ve zekatla ilgili kısımları da beraberce hıfzedip rivâyet etmişlerdir. Nitekim Abdurrahman İbnu Ya´kub, bütün şerîatı içine alan bir muhtevâda rivâyet etmiştir. Rivâyetinde şu cümle de yer alır: "...Bana ve benim getirdiklerime de inanıncaya kadar..." savaşmakla emrolundum."
Bu ifâdenin gereği şudur: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın getirdiklerinden tek bir şeyi inkâr eden bir kimse, dâvet edildiği halde imtina eder ve savaşmaya kalkarsa, onunla savaşmak gerekir, daha da ısrar edecek olursa öldürülür."
Kâdı İyaz der ki: "Hadiste vukûa gelen ihtisar (özetleme) sebebiyle hadis hakkında şüphe araya girdi. Sanki râvî, hadisin normal vechiyle sevkini düşünmemiş, Ebû Bekir ve Ömer´in münazarasını sevketmeyi düşünmüş ve dinleyicilerin hadisin aslını bildikleri husûsundaki kanaatine îtimad etmiştir."
İbnu Hacer, bu cevabı beğenmez ve der ki: "Eğer Ömer´in yanında hadisteki "...namazı kılıncaya, zekatı verinceye kadar..." ibâresi olsaydı, zekât vermeyenlerle savaşı gayr-i meşru bulmazdı. Çünkü hadis bu muhtevâda olunca savaşmanın gayesi kelime-i şehadetin söylenmesini terkte olsun, namaz kılmayı ve zekat vermeyi terkte olsun eşittir. Ömer´in Ebû Bekir´e karşı ihticâcı ve Ebû Bekir´in ona cevabı, her ikisinin de bu hadiste namaz ve zekât´ın da zikredilmiş olduğunu duymadıklarını göstermektedir. Zîra Ömer duymuş olsaydı Ebû Bekir´e karşı o hadisle ihticâc etmezdi. Onu Ebû Bekir işitmiş olsaydı, Ömer´i, onu zikrederek reddederdi ve ihticâc etmek için "(İslâm´ın) hakkı hâriç" ibâresinin âmm olan ifâdesiyle ihticâc etmeye muhtaç olmazdı."
İSLÂM´IN HAKKI
İbnu Hacer der ki: بِحَقّه ibaresindeki zamir İslâm´a râci ise (mâna- İslâm´ın hakkı hâriç) "İslâm´ın hakkı" olduğu kesinlik kazanan her şeyi hükmüne dâhil eder. Nitekim mânadaki bu umumîlik sebebiyle, Sahâbe, namazı inkâr eden kimse ile savaşma gerektiği husûsunda ittifak etmiştir."
NAMAZLA ZEKÂTI AYIRMA:
Ebû Bekir namazla zekâtı ayıranla savaşacağını söylemiştir. Bu ayırmadan maksad namazı ikrâr ederken zekâtı inkâr etmektir. Zekâtın inkârı, farziyetini ikrâr etmekle birlikte vermeyi reddetmek şeklinde olabileceği gibi, (te´vil yoluyla) farziyeti de inkâr şeklinde de olabilir, ikisi de bir addedilmiştir. Çünkü Ebû Bekir, bu ikincileri mâzur addetmeyip, savaş ilan etmiştir.
Mazirî der ki: "Hadisin zâhirinden anlaşıldığı üzere, Ömer namazı inkar edenlerle savaşmaya muvafıktı. Ebû Bekir, onu aynı şekilde "zekât için" de savaşmak gerektiği hususunda ikna etti. Çünkü, her ikisi de Kitap´ta ve Sünnet´te beraber emredilmiş, birbirinden ayrı tellakki edilmemişlerdir."
Daha önce de belirttiğimiz gibi Kur´ân-ı Kerîm namaz ve zekâtı her seferinde, "Namazı kılın, zekâtı verin" diye beraber emreder.
ZEKÂT MALIN HAKKIDIR
Ebû Bekir, Ömer´i ikna hususunda ve kendi haklılığını delillendirme sadedinde "... zîra zekât malın hakkıdır" diyor. Şu halde, bunu namazla ayırmama gereğinin delili yapmıştır. Yani şöyle bir mâna çıkmaktadır:
"Nasıl ki ey Ömer sen de kabul ediyorsun ki nefsin hakkı olan namaz´ı inkar eden için savaşmak şarttır. Zekât için de şart olmalıdır, çünkü zekât da malın hakkıdır. Esasen Kur´ân ve sünnet bunları "İslâm´ın hakkı" olarak tesbit etmiş ve ayırmamıştır. Rasûlullah da "İslâm´ın hakkı hariç" diye istisna koymuştur. Öyle ise, "İslâm´ın hakkı"na giren herhangi bir şeyin inkârı hâlinde, Rasûlullah savaşma yetkisi vermiştir. Şu halde hadisi: "Kim namaz kılarsa nefsini koruma altına almıştır, dokunmayız, kim de zekât verirse o da malını koruma altına almıştır, dokunmayız. Zekâtını vermezse zorla alırız, daha da direnirse savaşırız." şeklinde anlamak aslına uygundur.
Bu açıklama da, gösteriyor ki, Ebû Bekir, hadisin başka vecihlerinde yer alan "... namazlarını kılıp zekâtlarını verinceye kadar.... (savaşmakla emrolundum)" ibâresini duymuş olsaydı, İslâm´ın hakkı" ibâresindeki umumilikten istifade ederek ihticâc yapmaya ihtiyaç duymadan hadisi hatırlatıverecekti.
Şârihler, Ebû Bekir´in de, Ömer´in de hadisi kısmî olarak hatırladıklarını söylerler. Mamafih, onların hatırlarında kalan, hadisi Rasûlullah´ın henüz namaz, zekat emredilmeden önce irad etmiş olması da gayet mümkündür. Çünkü başlangıçta Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) insanları iki şeye çağırıyordu: Tevhîd ve kendi risâleti.
OĞLAK:
Ebû Bekir´in, "Rasûlullah´a verdikleri bir oğlağı vermekten vazgeçseler..." ibâresinde geçen anâk kelimesi de ihtilâflıdır. Rivâyetlerde, bunun yerine ikâl (deve bağlamaya mahsus ip), kinaye olarak kezâ kelimesi ve cedyen ezvat (boynu kısa oğlak) kelimeleri de gelmiştir.
Bu farklılıklardan hareketle bazı alimler: "Anâk´ı (yani oğlak´ı) zikretmekten maksad, bizzat oğlağın kendisi değil azlığı ifadede mübâlağadır" demişlerdir. Mamafih, davarın zekâtını alırken, hepsi kuzu olan sürüden, davarın zekâtı olarak oğlak alınabileceği kanaatinde olanlar bu hadisle ihticâc etmişlerdir. Mâlikîlerden bazı fakihler büyükbaş hayvanların çoğunlukla telef olması halinde oğlağın da zekât olarak alınabileceğini söylemiştir.
Ekseriyet, bununla mübalağa kastedildiğinde ittifak eder. Yâni "Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e zekât olarak ödedikleri azıcık bir şeyi dahi vermekten imtina ederlerse almak için savaşacağım" demektir.
"Hesapları Allah´a kalmıştır " cümlesi, "Ben zâhirlerine bakarım, iç âlemlerinde samîmi olup olmadıklarını araştırmam" demektir.
HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI HÜKÜMLER:
* Sonradan çıkan hâdiseler (nevâzil) karşısında ictihada gidilir, ancak öncelikle bunların usûl´e (aslî kaynaklara) göre yapılması gerekir.
* Nevâzil´in çözümünde munazara, yani değişik görüşlerin münakaşa edilmesi esastır. Sonunda râcih olan benimsenir, zayıf olan üzerinde ısrar edilmez.
* Münâzarada belli bir edebe uyulmalıdır: Aksi görüşte olanı hata ile itham etmemek, mültefit olmak, gerçek karşı taraf nazarında zuhûr gedinceye kadar delil getirmek, hakkın zuhurundan sonra da inadlaşırsa duruma göre sertleşmek... gibi.
* Bir şeyi te´kîd için yemin câizdir.
* Bir kimse sâdece Lâilâheillallah deyip orada kalsa gerisini getirmese, katli câiz değildir. Ancak sâdece tevhîdin ikrarı ile Müslüman olunur mu Bu, münâkaşalıdır. Râcih (üstün) görüşe göre hayır! Bununla öldürülmekten vazgeçilir, Bilâhare, denenir; şâyet, risâlete de şehâdet eder ve İslâmî ahkâmı iltizam ederse Müslüman olduğuna hükmedilir.
Bağavî bu hususta der ki: Kâfir eğer putçu veya ikici ise, vahdaniyeti ikrâr etmez. Bu durumda Lâilâheillallah dedi mi Müslümanlığına hükmedilir. Sonra İslâm´ın diğer hükümlerini kabûle icbar edilir ve İslâm´a muhalif olan bütün dinlerden müberra kılınır.
Ama kâfir, vahdaniyeti ikrar edip risâleti inkâr eden cinsten ise, onun Lâilâheillallah demesiyle müslüman olduğuna hükmedilmez, Muhammedun Rasûlullah demesi aranır. Şâyet herif, Muhammed´in peygamberliği sâdece Arablara mahsus diye îtikad ederse, bunun müslüman olduğuna hükmetmek için, risâlet-i Muhammedîye´nin bütün insanlığa şâmil olduğunu söylemesi gerekir.
Adam şayet, bir vâcibi inkâr veya bir haramı helal addetmek sûretiyle küfre düştü ise, onun müslüman addedilmesi için itikadından dönmesi gerekir. Onun sarfettiği bu küfür sözü, İslâm´ı tekrar iltizam etmemesi hâlinde, kendisine mürtedlerle ilgili ahkâmın icrasını gerektirir.
* Zekâtı vermeyenle savaşılır. Ancak, İslâm´ı benimsediği halde, yukarıda belirtildiği üzere te´vile dayanarak zekât vermeyi reddedenin küfrüne, delil ikâme etmeden hükmedilmez. Sahâbe onlara galebe çaldıktan sonra, malları ganimet, zürriyetleri köle yapılıp yapılamayacağı husûsunda ihtilâf etmiştir. Yani bunlara kâfir muâmelesi mi yapılmalıdır, bâğî (isyankâr) muamelesi mi yapılmalıdır Ebû Bekir küffâr muamelesi yapmış ve öyle amel etmiştir. Ömer bu meselede de Ebû Bekir´le ihtilâfa düşmüştür. O, ikinci görüşü benimsemiş, hilafeti sırasında başkaları da bu görüşü benimsemiş ve bir şüphe ile İslâm´ın farzlarından birini inkar edene kâfir muâmelesi yapılmayıp âsi muâmelesi yapılması hususunda icma hâsıl olmuştur. Şöyle ki: Böyle birisine inkârdan rücû etmesi taleb edilir, direnip kıtâle azmederse kendisiyle savaşılır, hüccet ikâme edilir. Bu durumda dönerse, döner; dönmezse artık kâfir muamelesi yapılır.
* Kâdı İyaz der ki: "Bu kıssadan şu hüküm çıkmaktadır: Hâkim (lider), hakkında nass olmayan bir meselede içtihadda bulunursa vardığı neticeye itaat edilir, müçtehidlerden biri bunun hilâfına hükmetse bile. Eğer bu muhalif kanaatte olan müçtehid, sonradan hâkim olursa, o zaman onun da kendi içtihâdının ortaya koyduğu hükme uyması gerekir. Onun, kendinden önceki hâkimin bu meselede verdiği hükme muhâlefet etmesi câizdir. Çünkü Ömer, Ebû Bekir´in zekât vermeyenler hakkındaki görüşüne, şahsen farklı düşünmesine rağmen, itaat etti. Sonra, halîfe olunca, kendi içtihadının gerektirdiği hükme uydu. Onun bu içtihadına sahâbe ve başkaları da muvâfakat gösterdi."
Hattâbî der ki: "Hadiste şu hüküm de gelmiştir:
"Kim İslâm´ı izhâr ederse, kendisine İslâm´ın zâhirî ahkâmı icra edilir, içindeki küfrünü saklamış bile olsa. İhtilâf edilen husûs şudur:
Bir kimsenin fâsid îtikâdına muttali olunduğu halde, ondan dönmüş olmayı izhâr ederse, onun İslâm´ı kabûl edilmeli mi edilmemeli mi Şüphesiz durumunu bilmeyenin ona ahkâm-ı zâhireyi icra edeceği husûsunda ihtilâf yoktur."
* Bu kıssada bir kısım sünnetin, sahâbenin büyüklerine bile gizli kalabileceği gözükmektedir. Onların bâzı hadisleri duymamış, sonradan işitmiş olmaları büyüklüklerine mâni değildir.
* Nevevî: "Bu hadise göre namazı âmden terkeden öldürülür" diye hükmetmiştir. Ancak İbnu Dakîku´l-Îd, namaz sebebiyle öldürmenin, bu hadise göre câiz olmadığını açıklar. Der ki: "Mukâtelenin mübah olmasından katlin de mübah olduğu hükmü çıkarılamaz. çünkü "mukâtele", "müfâale babındandır, bu bab bir işte karşılıklı iki tarafın bulunmasını gerektirir." Yani mukâtele karşılıklı olarak birbirini öldürme kavgası yapmaktır. -Türkçemizdeki vuruşmak, savaşmak mânasında- halbuki katl öyle değil, birinin diğerini öldürmesidir.
Bu görüşte olanlar, Ebû Bekir´in bu savaşın sonunda bir kimseyi sabran öldürttüğüne dair rivâyet olmadığını da söylerler. Sabran öldürmek, îdama mahkum ederek, bağlayarak öldürmek demektir. Şimdilerde kurşuna dizme tabiri kullanılır. Farzı yerine getirmekten imtina edenler icbar edildiği zaman mukabelede bulunurlarsa mukavemetleri kırılıncaya kadar savaşılır. Savaş sırasında öldürülür, mukavemetleri kırılınca muhâriblere veya bâğîlere tatbik edilen ahkâm uygulanır. Öyle ise, herhangi bir farzı terkeden kimse, işi savaşmaya dökmedikçe öldürülmez. Savaşmaya dökerse mukâtele edilir. Öyle ise, hadisteki mukâtele´ye verilen cevâz, katle verilen cevaz sayılmamalıdır. Nitekim İmam Şâfiî de: "Kıtâlden katle yol yoktur bazen adamla kıtâl helal olur, fakat katli helâl olmaz" demiştir.
* Hadis zâhirî amelin kabul edilmesi gereğine delildir. İnsanlar hakkında zâhire akseden amellerine göre hüküm verilir. Bir kimsenin, mü´min olduğuna hükmetmek için kesin bir dille ifâde ettiği îtikadıyla iktifa edilir.
* Tevhîdi ikrâr edip, şeriatle amel eden ehl-i bid´a tekfir edilemez.
* Kâfirin küfründen tevbesi, zâhirî küfürbâtınî küfür ayırımı yapılmadan kabûl edilir.
BİR SUAL VE CEVABI:
Bu hadis, tevhîd´e gelmeyen herkesle kıtâl (savaş) yapmayı emrettiği halde, cizye veren veya muâhede (andlaşma) yapanlarla kıtâl nasıl terkedilir?
Bu sorunun cevabı birkaç açıdan verilebilir:
1) Nesh sebebiyle olabilir: Yani cizye almak ve muâhede yapmak yoluyla tevhid taleb etmeme izni, Rasûlullah´ın bu hadisi beyanından sonraya âittir. Bunun delili, iznin, اقتلو المشركين "Haram ayları çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün..." (Tevbe 5) âyetinden sonraya ait olmasıdır.
2) Bu, kendisinden bir kısmın hâss kılındığı âmm bir hükümdür. Zîra emirden maksad, matlûbun hâsıl olmasıdır, bir delil sebebiyle bir kısmın tehalluf edip istisna teşkil etmesi âmm hükme zarar vermez.
3) Bu, kendisiyle hâss´ın murad edildiği âmm olabilir. Böylece "... insanlarla savaşmaya..." ibâresinde geçen insanlarla kelimesiyle kastedilen, ehl-i kitap dışında kalan müşrikler olmuş olur. Bu söyleneni, hadisin Nesâî´deki vechi te´yîd eder. Orada: اُُمِرْتُ اَنْ اُقَاتِلَ الْمُشْرِكِينَ "...muşriklerle savaşmaya emredildim.." denmiştir.
4) Şehadet ve diğer zikredilen şeylerden maksad Allah´ın kelâmının yüceltilmesini ve muhâliflere iyice duyurulmasını ifâde etmektir. Bu, bazan öldürmekle, bazan cizye ile, bazan da muâhede ile olur.
5) Kıtâlden murâd, bazan bizzat kıtâldir, bazan da onun yerine geçecek olan bir başka şeydir: cizye veya gayri...
6) Cizye koymaktan maksad onları İslâm´a zorlamaktar, sebebin sebebi, sebep sayılır. Bu açıdan Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sanki şöyle söylemiş olmaktadır: "...müslüman olmalarına veya onları İslâm´da karar kıldıracak şeyi benimsemelerine kadar savaşmakla emrolundum..."