Âlimlerin Bidatleri Şer'i Hükümlere Göre Taksim Etmeleri
Burada beyân edilecek şeylerden birisi de âlimlerin beş tane şer'i hükmün bölümlerine göre bid’atleri de bölümlere ayırmalarıdır. Onlar bid'atlerin tamamını kötülenen tek bir bölümde toplamadılar. Onları vacip, mendup, mubah, mekruh ve haram diye kategorilere ayırdılar. Bu konuyu el'Karâfi
[75] çok geniş ve yeterli bir şekilde ele aldı. Onun bu konuda verdiği bilgilerin aslı da hocası Izzüddin ibn Abdisselam'a dayanır. İşte ben size onun ibaresini getiriyorum: el-Karâfı dedi ki:
"Bilmiş ol ki -benim bilgilerime göre- ashab'i kiram bid'atlerin kötülenmesinde ittifak halindedirler. İbn Ebi Zeyd
[76] ve daha başka*ları da buna hükmetmişlerdir. Ashab bidatlerin tafsil ve taksim edilmelerinin doğru olduğunda ve beş kısma ayrıldığında da ittifak etmişlerdir.
1) Vacip Bid'atler: Vâcipliğin kaidelerine uygun olan ve şeriatten delili bulunan bid'atler. Kaybolmalarından korkulduğu için Kur'an'ın ve şer'i hükümlerin/delillerin toplanması, vacip olan bid'ate örnektir. Bizden sonraki nesillere tebliğin ulaştırılması icmâ ile vaciptir, Bunun ihmali yine icmâ ile haramdır. Bu çeşit bid'atlerin işlenmesinin vacip oluşunda ihtilaf edilmemesi gerekir.
2) Haram Bid'atler: Haramlık kurallarının kapsamına aldığı ve haramlığına dair şeriatten delili bulunan her bid'at haramdır. Gayri meşru vergiler koymak, yeni yeni zulüm çeşitleri icat etmek, şer'i kurallara aykırı şeyler icat etmek, cahilleri âlimlerin önüne geçirmek, şer'i makamlara uygun olmayan kişileri veraset yoluyla getirmek, aslında o makama ehil olmadığı halde babasının daha önce o makamda oluşunu dayanak yapmak gibi. Bütün bunlar haram olan bid'atlerdir.
3) Mendup Bid'atler: Mendupluk kurallarının kapsamına giren ve mendup olduğuna dair deliller bulunan bid'atlerdir. Teravih namazları, halifeler, kadılar ve yöneticiler için sahabiler zamanında bulunmıyan özel giysiler, üniformalar ve makamlar ihdas edilmesi gibi. Çünkü şer'i maslahatlar ve gayeler ancak yöneticilerin insan*ların gönüllerindeki büyüklükleri ve saygmhklarıyla gerçekleştirile*bilir. Sahabiler zamanında insanlar saygılarında daha çok dini ve hicretteki öncülükleri ölçü olarak alıyorlardı.
Sonra düzen bozuldu, bu nesil gitti ve ancak şekle ve görünüşe bakarak saygı gösteren başka bir nesil geldi. Bu sebeple kamu yararını gerçekleştirmek için şekil ve suretlere daha fazla önem verildi.
Ömer ibn el-Hattab (r.a) kendisi arpa ekmeği ve tuzla karnını doyururdu. Fakat valisi için her gün yarım gövde koyun tahsis ederdi. Çünkü o bilirdi ki kendi bulunduğu durumu bir başkası uygulamış olsa insanlar üzerinde etkili olamaz, insanlar ona saygı göstermezler ve muhalefete cesaret ederlerdi. O halde kendisinin dışındakileri düzeni muhafaza edecek başka bir konumda değerlen*dirmesi gerekirdi. Bu sebeple Hz.Ömer Şam'a geldiği zaman Muaviye ibn Ebi Süfyanın kendisine muhafızlar, kıymetli binitler, parlak ve pahalı elbiseler edindiğini ve padişahlar gibi bir hayat yaşadığını gördü.
Muaviye dedi ki:
Ben böyle şeylere muhtaç olduğumuz bir yerde yaşıyorum.
Hz. Ömer ona dedi ki:
Ben bunu sana ne emrederim, ne de yasaklarım. Bunun manası, sen buna muhtaç mısın, değil misin durumunu daha iyi bilirsin, demektir. Hz. Ömer'in ve diğerlerinin bu tavrı, devlet başkanlarının ve yönetici*lerin durumlarının ülkelerin, nesillerin ve şartların farklılığına göre değişebileceğine delâlet eder. Böylece önceden bulunmayan süsler ve siyasetlerin yeniden ihdası gerekebilir, belki de bazı durumlarda bu yenilikleri yapmak vacip hale gelebilir.
4) Mekruh Bid'atler: Şer'i delillerin ve kuralların mekruhluk kapsamına aldığı bid'atlerdir. Mesela bazı ibadetler için faziletli günler tahsis edilmesi gibi. Bu sebeple Sahih'te geçtiğine göre -ki bunu Müslim ve diğerleri tahriç etmişlerdir- Rasulullah (s.a) cuma gününün oruç tutmaya veya cuma gecesinin gece ibadetine tahsis edilmesini yasaklamıştır.
[77]
Belirlenmiş menduplarda birtakım ilavelerde bulunmak da bu çeşit bid'atlerdendir. Nitekim farz namazların hemen arkasından otuz üçer defa tesbih çekmek meşru kılındığı halde bunu yüze tamamlamak, bir ölçek fıtır sadakasını on ölçek yapmak gibi... Bu tür şeylere yapılan ilaveler Şârie karşı üstünlük taslama görüntüsü verdiği gibi bir edep azlığını da ifade etmesi sebebiyle bid'attir. Bir şeyin sınırlan belirlendiği zaman o sınırlarda durmaları ve onun dışına çıkmayı edebin azlığı olarak görmeleri büyüklerin şanındandır.
Vacibe bir ilavede bulunmak daha da şiddetli yasaklanmıştır. Çünkü bu, o ilaveyle birlikte onun vâcib olduğu inancının doğmasına yol açar. Bu sebeple İmam Mâlik (r.a) Ramazan orucu gibi itikat edilmesin diye Şevval ayında tutulan altı gün orucunun birbirine ulanmasını/peşpeşe aralıksız tutulmasını yasaklamıştır. Ebu Dâvud et-Tayalisi Müsned'inde tahriç ettiğine göre, bir adam Hz. Peygamber'in (s.a) mescidine girer, farz namazı kılar, hemen arkasından iki rekat daha kılmak için ayağa kalkar. Ömer ibn el-Hattab (r.a) ona der ki:
Otur, tâ ki farz namazın ile nafile namazın arasına bir fasıla vermiş olasın. Bizden öncekiler böyle helak oldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber dedi ki:
"Allah seninle doğruyu gösterdi ey Ömer"[78]
Hz. Ömer bizden öncekilerin nafilelerle farzları birbirlerine ekledik*lerini ve hepsinin de vacip olduğuna inandıklarını ifade etmek istiyor. Bu, şer'i hükümleri değiştirmektir ve icma ile haramdır.
5) Mubah Olan Bid'atlara: Mübahlık delillerinin ve şer'i kurallarının kapsamına giren bid'atlerdir. Un eletmek için elek kullanmak gibi. Çünkü hayatın kolaylaştırılması ve düzene konul*ması mubah olan şeylerdendir. Bunun vasıtaları da mubahtır.
"O halde herhangi bir bid'at şer'i kurallar ve delillere arz edildiği zaman bu deliller ve kurallardan hangisinin kapsamına giriyorsa ona göre vâcipliğe, haramlığa veya başka bir bölüme dahil edilir. Mekruh olanları hesaba katmaksızın hepsine birden bid'at nazariyle bakılırsa o zaman bütün iyilik bütün kötülük ve şerler hepsi birden bid'at çıkarmak kapsamına girer.
Karafi'nin hocası
[79] -bid'atlerin hükümlerini beş kısma ayırdık*tan sonra- onları birbirinden ayırt etmenin kurallarını zikretti- Bunu bilmenin yolu bid'atı şer'i kurallara arz etmendir; vacibliğin kurallarına girerse o bid'at vaciptir...
Nihayet şöyle dedi:
Vacip olan bid'atlerin örnekleri vardır:
1. Allah'ın kelamını ve Peygamber'inin sözünü anlamaya yaraya*cak şeylerle meşguliyet. Bu vaciptir. Çünkü şeriati muhafaza etmek vaciptir.
2. Kitap ve Sünnetteki garip/kapalı, anlaşılması zor kelimeleri lügatten ezberlemek.
3. Fıkıh usûlünü tedvin etmek.
4. Sağlam/sahih rivayetler hasta ve zayıf olandan ayrıt etmek için cerh ve ta'dil konusunda söz söylemek
Sonra şöyle dedi:
Haram olan bid'atlerin örnekleri vardır: Kade*riye mezhebi, mürcie ve mücessime mezhebi gibi. Bunlara karşı cevap vermek ise vacip olan bid'atlerdendir.
Mendup bid'atlerin de örnekleri vardır; mesela, ribatlar (kaleler veya tekkeler) okullar, köprüler inşa etmek ve kurmak gibi. İlk dönemlerde bilinmeyen her türlü iyi şey de böyledir, Mesela tasav*vufun inceliklerini konuşmak, tartışma yöntemlerini konuşmak, meseleleri müzakere etmek için -şayet bununla Allah'ın rızası kastediliyorsa- toplantılar düzenlemek gibi.
Mekruh olan bid'atlerin de örnekleri vardır. Mescitleri ve mushafları süslemek gibi. Kur'an'ı Arapça lafızlarını değiştirecek şekilde musiki ile okumak ise en kuvvetli görüşe göre haram olan bid'atlerdendir.
Mubah olan bidatlerin örneği ise şunlardır: Sabah ve ikindi namazlarını müteakip musafaha yapmak, yiyecek, içecek, giyecek ve mesken konusunda zevke göre yenilikler ortaya koymak, taylasan giymek, elbisenin yenlerini genişletmek gibi. Bunlardan bazılarında ihtilaf edilmiştir. Ulemadan bazıları bunları mekruh görmüşler diğerleri de bunları namazlardaki istiaze ve besmele gibi Hz. Peygamber (s.a) zamanında ve daha sonraki zamanlarda işlenen sünnetlerden saymışlardır. Onun söylediklerinin özeti burada sona erdi.
Karâfı, önceki söyledikleriyle birlikte bid'atlerin kısımlara ayrıl*dığını, dolayısıyle bid'atleri yeren delillerin bunların hepsini kapsa*yacak şekilde yorumlanamayacağını, bunları tahsis eden/sınır*landıran şeyler olduğunu açıkça ifade ediyor.
[80]
Şâtıbi'nin, Karâfî'ye Ve Hocasına Verdiği Cevap
Cevap: Bu taksim, şer'i delili olmayan, hatta kendi içinde de çelişkileri olan bir uydurmadan ibarettir. Çünkü bid'atin hakikati ne şer'i naslardan, ne de şer'i kaidelerden herhangi bir delilinin olma*masıdır. Çünkü şayet bir şeyin vâcipliğine, veya mendupluğuna ya da mübahlığına dair şer'i bir delil varsa o bid'at olmaz ve emredilen veya serbest bırakılan amellerin geneline dahil bir amel olur. Bunla*rın hem bid'at olduğunu söylemek, hem de vacip veya mendup veya mübahlıklarına delâlet eden delillerin olduğunu söylemek zıdları birleştirmek demektir, (Birbirine zıt olan şeyler birleştirilemezler.)
Onlardan mekruh ve haram olanlar olduğunu başka bir yönden değil, bid'at oluşları yönünden kabul etmek mümkündür. Çünkü şayet bir şeyin yasaklığına ve mekruhluğuna delalet eden bir delil varsa bu onun bid'at olduğunu ispat etmez. Zira bunlar hırsızlık, adam öldürmek ve içki içmek gibi masiyet olmaları da mümkündür. Bid'atleri kesinlikle bu şekilde taksime tabi tutmak gerekmez. Ancak kendi bölümünde de anlatılacağı gibi mekruh ve haram diye iki kısma ayırmak mümkündür.
Ashab'i kiramın bid'atleri ittifakla reddettiklerine dair Karafi'nin söylediği şey doğrudur. Ancak onları taksimata tabi tutması doğru değildir. İşin tuhaf olan yönü ise farklı görüşlerin birbiriyle çarpışmasına ve icmayı delen şeylerin mevcudiyetini bilmesine rağmen bu konuda bir ittifakın olduğunu hikaye etmesidir. Sanki bu taksimatı yaparken hocasına düşünmeden, incelemeden uymuş gibidir. Çünkü İbn Abdisselam'ın mürsel maslahatların bizzat kendilerinin muayyen nassların hükümleri altına girmedikleri gerekçesiyle şer'i kurallarla uyum içinde olsalar bile onları bid'at olarak isimlendirdiği bellidir. İşte bundan dolayı onları bid'at lafzıyle isimlendirmeyi tasvibe delâlet, eden kurallar koydu. Çünkü o mesele üzerinde muayyen bir delil bulunmuyordu ve kendi koyduğu kurallara uyduğu için de onları bu şekilde isimlendirmek münasip düşüyordu. Taksimatı bu kurallara dayanarak yaptığı için, onun nazarında muayyen nasların hükmü altına giren fiillerle bunlar yani mürsel maslahatlar eş değerde oldular. O da mürsel maslahatları kabul edenlerden birisi haline geliverdi ve bu fiilleri lafzan bid'at diye isimlediriverdi. Nitekim Hz. Ömer (r.a) Ramazanda teravih namazını Mescidde cemaatle kılmayı bid'at diye isimlendirmişti, ileride bu konuya inşaallah temas edilecektir.
Karafi'ye gelince, onun bu taksimatı hocasının ve diğer insan*ların kastettiği mananın dışında bir manaya gelecek şekilde nakletmesi affedilemez. Çünkü o bu taksimatta herkese muhalefet etmiş ve böylece icmaya da muhalefet eden birisi haline gelmiştir.
(Şatıbi) daha sonra şöyle dedi:
Vacip (dediği) bid'ate gelince biraz önce o konuda söyleyeceğimizi söyledik, artık tekrar ona dönmeye*ceğiz. Haram (dediği) bid'ate gelince, kesinlikle onda bid'at olma özelliği yoktur. Bilakis o, tamamen şeriatın emrine muhalefetten ibarettir. Farz kılınmış zekatlar ve takdir edilmiş nafakalar gibi gerekli şer'i hükümlere benzese de (gayri meşru vergiler koymak v.s.), insanların mallarını bâtıl/haksız yollardan yemek gibi aynı derecede haramdır. Yeri geldiğinde bunun açıklaması da inşaallah yapılacaktır. Birinci bölümde buna bir nebze temas edildi.
O halde bu kısmın herhangi bir taksimat yapılmaksızın mutlak olarak bid'at olduğunu söylemek doğru değildir.
Mendup (dediği) bid'ate gelince kesinlikle bu da bid'atlerden değildir. Misal olarak verdiği teravih namazının cemaatle mescitte kılınması örneğinde düşünmek ve araştırmakla bu mesele açıklığa kavuşacaktır. Gerçek olan şu ki, Hz. Peygamber (s.a) mescidde teravih namazı kılmıştır ve arkasında da insanlar toplanmışlardır.
Ebû Davud, Ebû Zerr'in şöyle dediğini rivayet etmiştik Biz Rasulullah (s.a) ile birlikte Ramazan orucunu tuttuk. Hz. Peygamber Ramazan ayının bitmesine bir hafta kalıncaya kadar bize (farz dışında) hiçbir namaz kıldırmadı. Ramazanın bitmesine yedi gece kalınca bize gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar namaz kıldırdı. Ramazanın bitmesine altı gece kalınca bize namaz kıldırmadı. Beş gece kalınca, gecenin yarısı geçene kadar bize namaz kıldırdı. Biz dedik ki:
Ey Allah'ın Rasulü bu gecenin tamamında bize namaz kıldırsaydınız? Hz. Peygamber cevaben dedi ki:
Bir adam, imam namazı bitirinceye kadar onunla birlikte namaz kılarsa bütün geceyi ihya etmeye eşdeğerdir. Ramazanın bitmesine dört gece kalınca Rasulullah (s.a) yine namaz kıldırmadı. Ramazandan üç gece kalınca, Hz. Peygamber (s.a) ailesini, kadınlarını ve insanları topladı, bize bütün gece namaz kıldırdı. Namaz o kadar uzadı ki biz sahuru geçireceğiz, diye korktuk. Ramazanın geri kalan gecelerinde Hz. Peygamber bize namaz kıldırmadı. Aynı şekilde Tirmizi de rivayet etti.
[81]
Fakat Rasulullah (s.a) bunun ümmete farz olmasından korktuğu için teravihi cemaatle kılmaktan vazgeçti. Sahih'te Hz. Aişe'den gelen bir rivayette şöyle denilir. Hz. Peygamber (s.a) bir gece mescitte namaz kıldı, insanlar da onunla birlikte namaz kıldılar. Sonra ertesi gece yine namaz kıldı. Bu sefer insanlar daha çok idi. Üçüncü ve dördüncü gece insanlar yine toplandılar, fakat Hz. Peygamber (s.a) onların yanına çıkmadı.
Sabah olunca dedi ki:
“Sizin toplandığınızı gördüm, fakat başka bir sebepten dolayı bunun size farz olmasından korktuğum için yanınıza çıkmadım."[82]
Bu olay Ramazanda cereyan etti. Bunu Mâlik el-Muvatta'da tahriç etti. Bu hadiste teravih namazını cemaatle kılmanın sünnet oluşuna işaret eden bir delilin olduğunu iyi bir düşünün. Çünkü ilk olarak Hz. Peygamber'in onlara namaz kıldırması Ramazanda mescitte cemaatle namaz kılmanın sahihliğine delildir. Bundan sonra farz olur korkusuyle mescide çıkmaması onun kesin olarak çıkmayaca*ğına delâlet etmez. Çünkü onun zamanı vahy ve teşri zamanıdır, insanlar onunla amel ettikleri zaman mecbur edici bir vahyin inmesi mümkündür. Rasulullah'ın (s.a) vefatıyla birlikte teşri illeti ortadan kalktığı için iş aslına dönmüştür ve cevaz sabit olmuştur. Bunu nesheden/ortadan kaldıran başka bir delil de yoktur.
İki şeyden birisi sebebiyle Hz. Ebû Bekir (r.a)’de bu namazı cemaatle kıldırmadı. Ya insanların bu namazı gecenin sonunda kılmalarını -ki insanlar öyle yapıyorlardı- gecenin başında cemaatle kılmalarından daha faziletli gördü, Turtûşî böyle olduğunu zikretti, ya da mürtetlerle meşgul olurken ve teravih namazından daha önemli diğer şeylerle meşgul olurken bu tür ayrıntıları düşünmeye zaman bulamadı.
Hz. Ömer (r.a) zamanında İslam, istikrarı yakalayınca ve haberlerde de geçtiği gibi Hz. Ömer, insanların mescitte öbek öbek namaz kıldıklarını görünce şöyle dedi:
Ben bu insanları bir okuyu*cunun/imamın arkasında birleştirirsem daha iyi olur. Nihayet bunu gerçekleştirdiği zaman da insanlara gece kılacakları namazın daha faziletli olacağını hatırlatmayı da ihmal etmedi. Sonra selef onun bu uygulamasının doğruluğunda ittifak etti ve onu onayladı. Ümmet, sapıklık üzere asla birleşmez.
Şayet denilse ki, Hz. Ömer (r.a) bunu bir bid'at olarak isimlen*dirdi ve "Bu ne güzel bir bid'attir." diyerek onu güzel gördüğünü söyledi, şeriatte "bid'at-i hasene" diye bir kavram sabit olduğu zaman bid'atleri mutlak olarak güzel görmek de sabit olur.
Buna verilecek cevap şudur: Hz. Ömer (r.a) onu mânâca bid'at olduğu için değil, Hz. Peygamber (s.a) onu terk ettiği ve Hz. Ebû Bekir (r.a) zamanında da vâki olmadığı için mevcut fiili durumun zahirine bakarak bid'at diye isimlendirmiştir. Kim bu yönüyle ona bid'at ismini verirse bu isimlendirmeye itiraz edilmez.
[83] O vakit kelime anlamından hareketle bununla bid'atin cevazına dair hüküm çıkarılamaz. Çünkü bu, kelimelerin konuldukları anlamları değiştir*menin yanı tahrifin bir çeşidi olurdu.
Hz. Aişe (r.a) şöyle demişti:
Rasulullah (s.a) yapmayı sevdiği bir ameli terk etmişse, insanlar da o ameli işlerler de üzerlerine farz kılınıverir korkusuyla terk etmiş*tir."
[84]
Hz. Peygamber (s.a) ümmetine acıdığı için visal orucunu
[85] yasaklamış ve şöyle demiştir:
"Şüphesiz ben sizin gibi değilim; Ben Rabbimin yanında misafir edilirim de o beni yedirir içirir."[86]
Daha sonra insanlar inşaallah ileride de anlatılacağı gibi yasağın illetini bildikleri için (vahiy zamanı sona erdiği için) visal orucu tutmaya devam ettiler.
Karâfı verdiği örnekler arasında yöneticiler ve kadıların özel bir şekle/kıyafete bürünmelerini de zikretti. Bu da bid'at cinsinden bir şey değildir. İki şeyden dolayı bu bid'at değildir: Birincisi yüksek makam ve temsil sahiplerinin süslenmeleri ve güzel görünmeleri istenilen bir şeydir. Rasulullah'ın (s.a) de elçileri kabul ederken giydiği özel bir elbisesi vardır. Bunun illeti/sebebi yine Karafı'nin söylediği şeydir, yani bu o kişiye daha fazla heybet verir ve kalbleri daha fazla etkileyicidir. Büyüklerin saygınlığındandır. Büyükleri karşılamak için güzel elbiseler giymek de böyledir. Nitekim Eşec Abdi'1-Kays hadisinde bu geçmektedir. İkincisi, bunun özel bir delilinin olmadığını kabul etsek bile bu mürsel maslahatlar sözlük taksim sadece cinsinden bir şeydir. Onun da şeriatte sabit olduğu daha önce geçmişti. Hz. Ömer'in kendisinin arpa ekmeği yediği halde valisine yarım koyun tahsis ettiğini Karafi'nin söylemesi onun hakkında ne bir saygıyı, ne de saygısızlığı ifade eder. Belki onun ihtiyacı kadar olan şeyi ona tahsis etmiştir. Yoksa yarım koyun bazı valiler için yeterli olmayabilir, çünkü onların aile nüfusları, gelen giden misafir*leri fazla olabilir; daha fazla elbiseye, binite ve daha başka şeylere ihtiyaçları olabilir. Bunu anlamak, arpa ekmeği yemeyi anlamaktan daha kolaydır. Ayrıca yeme ve içme ile ilgili hususlarda insanlara gösteriş olsun diye iyisini yapmak doğru değildir.
Karafi'nin, "önceden bulunmayan süsler ve siyasetlerin yeniden ihdası gerekebilir, belki de bazı durumlarda bu yenilikleri yapmak vacip hale gelebilir" şeklindeki sözlerini de iyice bir incelemek lâzımdır.
Genel anlamı içinde bu söz de o bölümün sonunda söylemiş olduğu: "Bütün iyilik ve hayırlar ittihadadır/sünnete bağlanmaktadır ve bütün kötülük ve şerler ise bid'at çıkarmaktadır." sözüne aykırıdır.
Bu söz sonradan bir şey icat etmenin/bid'at çıkarmanın tamamen şer olduğu anlamını gerektirir. Bu sözle bir bid'atin vacip de olabileceğini söylemeyi birleştirmek/uyuşturmak mümkün değildir. Kendisi bir bid'atin vacip de olabileceğini söylemektedir. Vacip olduğu zaman onunla amel etmek gerekecektir. O tamamen şer olan şeylerin içinde geçtiği için (aynı anda) hem yapılması emredilen, hem de terk edilmesi emredilen bir şeydir. Bu ikisi gasbedilen yerde namaz kılmak gibi değildir. Çünkü onu birbirinden ayırmak mümkündür, (yani ikisi ayrı ayrı olgudur.) Burada ise durum şudur: Bid'at vacip olduğu zaman özellikle içerisinde şer olduğu varsayıldığı halde onu yerine getirmek vacip olur. Böyle bir durum ise zorunlu olarak bir çelişkidir. Çeşitli gayelerle süslenmek ayrı ayrı değerlen*dirildiğinde bunların içinde de yanlış olanların bulunabileceği aşikardır.
Yeni siyasetler üretmeye gelince bu, şer'i delilin gereğine uygun olarak cereyan ederse bid'at değildir. Şer'î delilin dışına çıkarsa bu nasıl mendup olur? Bu mesele de tartışma götürür.
Mekruh bid'atler kısmında ise genel olarak bid'at cinsinden şeyler söyledi ki bunlara söylenecek bir söz yoktur. Veya sırf ibadet olan şeyler üzerine bir şey ilave edilmemesi ve eksiltilmemesi gibi ihtiyat cinsinden şeyler söyledi ki bu da doğrudur. Çünkü ibadetlere ilave yapmak ve onlardan eksiltme yapmak çirkin birer bid'attir. Yasak olması yönünden böyle durumlara ve onlara vasıta olacak şeylere karşı ihtiyatlı olmak gereklidir.
Mubah olan bölümde un eleklerini örnek gösterdi. Halbuki bunlar gerçekte bid'at değil, hayatı kolaylaştırıcı vasıtalardır. Hayatı kolaylaştırmak ve refahı yükseltmek için çalışan kimseye bid'at çıkarıyor denilemez. Ancak bu yiyecekte israf etmek olarak kabul edildiği zaman bid'atle ilgili olabilir. Çünkü israf kemiyet yönünde olabileceği gibi keyfiyet yönünde de olabilir. Un elekleri her iki kısma da dâhil olabilir. Eğer (kişi) israfı kendi malından yapıyorsa mekruhtur. İsraf değilde sırf bir eşya olarak kullanılırsa o da caizdir, çünkü eşyada aslolan cevazdır.
Tarihçilerin anlattığına göre insanların ilk defa icat ettikleri dört şey vardır: Un elekleri, karın doyuracak şeyler, yemekten sonra çövenle elleri yıkamak ve sofralarda yemek yemek. Bunların hiç biri -naklen sabit olsa bile- bid'at değildir. Başka bir durumla ilgilidir. Şayet bid'at olduklarını kabul edecek olursak o zaman da mubah olduklarını kabul edemeyiz. Bilakis sapıklık olurlar ve yasaklanmış olurlar. Fakat biz onların bid'at olmadıklarını söylüyoruz.
[87]
Fasıl
İzzüddin'in söylediklerine gelince bu konuda söylenecek söz daha önce söylenenler gibidir. Vâcip bid'atlere örnek olarak verdiği şeylerden öyleleri vardır ki bunlar vacibin ancak kendileriyle tamamlandığı şeyler cinsindendirler (yani onlar olmadan vacibi yerine getirmek mümkün olmaz) Nitekim kendisi de öyle söylüyor. O halde bunlar selef tarafından yapılmış olması ve şeriatte özel olarak onlar hakkında bir aslın/delilin olması şart değildir. Çünkü bunlar bid'at değil, mesalih-i mürsele cinsinden şeylerdir.
Bu ikincisiyle ilgili söylenecek söz daha önce geçti. Birincisine gelince o da bid'at değildir. Çünkü meselâ, bir kimse hac farizasını yapmak üzere havada uçarak veya suda yürüyerek gitse o kişi bid'atçi sayılmaz. Çünkü maksat, farzı eda etmek için Mekke'ye ulaşmaktır. Bu da en iyi şekilde hâsıl olmuştur. Bu da öyledir.
Bunun bir sebebi de bu tür şeyleri daha önce tasavvuf konu*sunda kitap yazanlardan bazılarının kötülemiş olmaları ve bunları bid'atler cümlesinden saymalarıdır. Halbuki bu doğru değildir. Daha önce insanların onların söyledikleri şeyin zıddı üzerinde icma etmiş olmaları onları reddetmek için yeterlidir.
Bir diğer sebep de el-Kasım ibn el'Muhaymera'dan nakledilen şeydir. Onun yanında Arap dili ilminden söz edilince şöyle dedi:
Bu ilmin başlangıcı kibir, sonu ise taşkınlıktır.
Ve seleften birisinin şöyle dediğini nakletti:
Nahv, kalbten huşuu giderir. Kim bütün insanları gözünde küçük görmek isterse nahv ilmini öğrensin. Buna benzer başka şeyler daha nakletti. Çünkü bunların hiçbirisi Arap dili ile meşguliyeti kötülemek için delil olamaz. Çünkü nahv, bid'at olduğu için kötülenmemiş belki onunla birlikte fazladan iktisab edilen bir şey sebebiyle kötülenmiştir. Nitekim diğer kötü âlimler de ilimleri sebebiyle değil, bilakis kendilerine arız olan kibir ve kendini beğenmişlik yüzünden verilmişlerdir. Bundan dolayı ilmin bid'at olması gerekmez. Kendileriyle yerilmiş bir vasfın iktisap edildiği ilimlerin "bid'at" diye isimlendirilmeleri ya önce bu isimlendirmeye ihtiyaç duyulmayıp daha sonra ihtiyaç duyulacağından dolayı mecazî bir anlam ifade eder, ya da bid'at konusundaki bilgisizliği ifade eder. Çünkü şer'i ilimler, bu ilimlerin sahibine kibir ve kendini beğenmişlik/böbürlenme ve diğer kötü vasıflar kazandırmaz ve sonuçta kendilerinin zemmedilimelerine sebep olmazlar.
Bu mutasavvıflardan bazıları, geçmişteki bazı âlimlerden şöyle bir söz nakletmişlerdir:
İlimler dokuzdur. Bunlardan dört tanesi sünnet olan ilimlerdir ve sahabiler ve tâbiilerce de bilinmektedir. Beş tanesi ise selefçe bilinmeyen bid'at ilimlerdir.
Bilinen dört, ilim şunlardır:
Kur'an ilmi, iman ilmi, eser/rivayet ilmi ve fetva ilmi.
Bid'at olan beş ilme gelince onlar da şunlardır:
Nahiv ilmi, aruz ilmi, kıyas ilmi, fıkıhta cedel ilmi ve akli ilimler.
Şayet böyle bir nakil/rivayet varsa evvela şunu söyleyelim ki gerçek, onun söylediği gibi değildir. Çünkü Arap diliyle meşgul olanlar Ebû'l-Esved ed-Düelî'den naklen anlatırlar ki Hz. Ali ibn Ebi Talib (r.a) nahiv konusunda kurallar konulmasına işaret eden kişi*dir. Bir bedevinin Tevbe süresindeki
[88] ayetindeki "Rasûluhu" kelimesini "Rasûlihi" şeklinde esreli olarak okuduğunu işittiği zaman Hz. Ali nahvin gerekliliğine işaret etmiştir. İbn Ebî Müleyke'den rivayet edildiğine göre Hz. Ömer ibn el-Hattab (r.a), Kur'an-ı Kerim'i ancak lügati/dili bilen kimsenin okumasını emretti ve Ebu'l Esved'in okumasmı emretti, Ebu'l-Esved de nahvin kurallarını koydu. Aruz da nahiv cinsinden bir ilimdir. Nahiv ve Arap diline râşit halifelerden birisi tarafından işaret edildiği zaman bunlar râşit hâlifelerin sünnetlerinden bir sünnet olur. Bunun böyle olmadığı kabul edilse dahi mesalih-i mürsele kuralı Arap ilimlerini de kapsamına alır. Yani meşru şeyler kabilin*den olur. Bunlar mushafların yazılması ve şer'i hükümlerin tedvini cinsindendir. el-Kâsım ibn Muhaymera'dan naklen anlatılan şeylere gelince o bu görüşünden dönmüştür. Ahmed ibn Yahya Saleb dedi ki:
Nahvi kötüleyen din âlimlerin*den birisi idi ve şöyle diyordu:
[89]
Başlangıçta onu öğrenmeye çalış*mak bir meşguliyettir. Sonunda ise o ilmi bilen kişi insanları küçük görmeye başlar. Bir gün o:
"Allah'ın kulları arasında O'ndan ancak bilginler korkarlar."
[90] âyetinin harekelerini yanlış söyleyerek "Allah, bilgin kullarından korkar" manasına gelecek şekilde okumuş*tur.Bunun üzerine ona denildi ki:
Bilmediğin için küfre düştün:
Hâşâ Allah bilginlerden korkar, dedin? Şu karşılığı verdi:
Bunu bilmeye delâlet eden bir ilimden dolayı asla bir kimse ayıplanmamalı. Osman ibn Said ed-Dâni dedi ki:
Ahmed ibn Yahya'nın sözünü ettiği din âlimi el-Kâsım ibn Muhaymera'dır. Osman ibn Said ed-Dâni devamla dedi ki:
Abdullah ibn Ebû İshak ile Muhammed ibn Şîrîn arasında bir konuşma geçti. İbn Şîrîn, nahivcileri kötülüyordu. Bir cenazede birleştiler. İbn Şîrîn söz konusu âyeti şeklinde lafzatullah'ı merfu (ötre) olarak okudu. Bunun üzerine İbn Ebi İshak ona dedi ki:
Küfre girdin ya Ebâ Bekir, üstelik Allah'ın Kitabını ayakta tutan kimseleri ayıplarsın öyle mi? İbn Şîrîn dedi ki:
Eğer hata ettiysem Allah'a istiğfar ediyorum.
Kıyas ilmine gelince onun aslı da sünnette vardır. Sonra selef, kıyası bilirdi. Kıyası kötüleyen rivayetler sonra geldi. Onlar bu rivayetleri fasit kıyasa yorumladılar. Kıyas, deliller hakkında düşünüp inceleme yapmak cinsindendir. Selef, hakkında nas bulunmayan içtihadı meseleleri incelemek üzere bir araya gelirler ve hakkın ortaya çıkarılması için birbirlerine yardımcı olurlardı. Bu, iyilik ve takvada yardımlaşmak ve emredilen istişareyi yapmak cinsinden bir şeydir. Her ikisi de müslümanlara emredilmiştir.
Aklî ilimlere gelince bunun aslı/delili de Kitap ve Sünnette vardır. Çünkü Allah Tealâ kendi dininin muhaliflerine karşı akli deliller getirmiştir. Meselâ bunlardan bazıları şöyledir:
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti.[91]
"Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren, daha sonra da dirilten Allah'tır. O'na koştu*ğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır?"[92]
"Gösterin bana, onlar yerdeki hangi şeyi yarattılar? Yoksa onların göklerde mi bir ortaklıkları var?"[93]
Kur'an Hz. İbrahim'in (a.s) kâfirlerle olan tartışmasını şöyle hikaye eder:
"Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü. Yıldız batınca batanları sevmem dedi."[94]
Hadiste de bununörnekleri vardır. Meselâ kendisine hastalıkların bulaşmasın*dan söz edildiğinde
"Ya ilk defa o hastalığa yakalanana bunu kim sirayet ettirdi?"[95] demiştir.
Ayet ve hadislerde bu şekilde aklî izahlar varken akli ilimlerin bid'at olduğu nasıl söylenebilir?
İzzüddin'in, "Kaderiyye'ye ve diğer bid'atçilere cevap vermek de vâcib bid'atlardandır." sözü de yeterince açık değildir. Vâcib olduğu kabul edilse bile bu masâlih-i mürseledendir.
Haram olan bid'atlerle ilgili örneklere gelince bunların haramlıkları gayet acıktır. Mendup olan bid'atlere dair verdiği örneklere gelince, ribatlar ve medreseler inşa etmek bunlardandır. Şayet ribatlarla içinde askerlerin nöbet tutacağı kaleler ve sınır karakolları kastedilmişse şüphesiz bu meşrudur ve bid'at değildir. Şayet bu ribatlarla içinde kalacak kimseleri dünyadan el etek çektirip ibadete yöneltmek için yapılan binalar kastediliyorsa -çünkü muhaddislerin iddialarına göre ribatlar kendilerini ibadete verenler için dini amaçla inşa edilen ve orada kalanların yiyecek, giyecek ve maişetlerini karşılamak üzere kendilerine vakıflar tahsis edilen binalardır- bunların mutlaka şer'i bir aslı ya vardır veya yoktur. Şayet şer'i bir aslı/delili yoksa, değil mubah olmak veya mendup olmak, bunlar birer sapıklık olan bid'atlere dahil olurlar. Şayet bunların şer'i aslı/delili varsa o zaman da bid'at olmazlar. Bunların bid'atler sınıfına dahil edilmeleri doğru değildir.
Sonra, tasavvuf konusunda eser yazanlardan bu mesele üzerinde konuşan pek çok kişi ribatlarla (tekke ve zaviyelerle), içerisinde fakir muhacirlerin toplandığı peygamber mescidindeki suffe arasında ilgi kurmuşlardır. Suffe ehli hakkında şu âyetler inmiştir:
"Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma!"[96]
"Sabah akşam Rablerine O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et."[97]
Allah Teala onları, sırf Allah rızasını gözeterek dualarıyle ve ibadetleriyle kendilerini Allah'a verenler diye nitelen*dirmiştir. Bu onların Allah'a dua ederek kendilerini Allah'a ibadete verdiklerinin delilidir. Çünkü onların gayesi Allah'ın rızasını kazan*maktır ve hiçbir meşguliyet onları bu maksatlarından alıkoyamaz. Biz de ancak o suffenin bir benzerini veya ona yakın bir şeyi yaptık ve kendilerini Allah'a vermek, ibadete sarılmak, dünyadan ve dünya meşguliyetlerinden soyutlanmak isteyenler orada toplanırlar. Bu, insanlardan uzaklaşıp iç dünyalarının ıslahıyle meşgul olan velilerin durumudur.
Bunlar yönlerini hakka çevirmişlerdir ve yukarıda zikredilen*lerin yolundan gitmektedirler.
Ancak bunlar herhangi bir mülahazayla bid'at diye isimlen*dirilmiştir. Hayır, hayır, bunlar bid'at değil, sünnettir. Buralara mensup olanlar da sünnete tâbi olmuş kişilerdir. Bu, insanlara özel bir tarikattir/yoldur. Bu sebeple onlardan birisine:
Ne kadar miktara zekat gerekir? Denildiği zaman,
"Bizim mezhebimize göre mi, yoksa sizin mezhebinize göre mi?" diye sorar, sonra şöyle der:
"Bizim mezhebimize göre mahn-mülkün hepsi Allah'ındır sizin mezhebinize göre ise şöyle şöyledir. Bütün bunlar, insanların pek çoğunda görülen bir durumdur. İyice araştırılırmamış, şer'i delile, sahabe ve tabiilerin uygulamalarına göre değerlendirilmemiştir.
[98]