Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Zikir Çekmek Bidat mı?

E Çevrimdışı

Ebu'l Bera

Üye
İslam-TR Üyesi
Allah size akıl fikir versin Neymiş osmanlı küfür içerisindeymişde Vehhabi onlarla cihad etmiş...
doğru kimin için etmişse..?
Ekli dosyayı görüntüle 2532


Ekli dosyayı görüntüle 2533

Muhammed bin Abdulvahhab ile bugun ki müşrik, tağut Suud devletini bir mi tutuyorsun? Bugun ki Suud hükümeti Abd ajanı, Müslüman düşmanıdır. Meselelere vakıf olmadan yorum yapmaman gerekir.

Üç Arap hükümeti kuruldu. Birincisi Muhammed bin Abdulvahhab'ın devleti. Bu yıkıldı. Sonra yine torunu kurdu. Oda yıkıldı. Bu iki devlet muvahhid mücahidler olarak hayatlarını sürdürdüler.

Son Arap hükümeti ise, İngiliz Ajanı suud bin Abdulaziz'in 1926'da kuruldu. Bugün ki tağut Suud devleti budur.
 
E Çevrimdışı

ENSARİ

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
doğru sapla saman karışmış sanki geçmişteki doğruyduda..bu yanlış olsun..onların dedelerini nasıl Osmanlı darağacına gönderdiyse..bıunlarıda inşaAllah göndermek bize nasip olur..
 
E Çevrimdışı

Ebu'l Bera

Üye
İslam-TR Üyesi
doğru sapla saman karışmış sanki geçmişteki doğruyduda..bu yanlış olsun..onların dedelerini nasıl Osmanlı darağacına gönderdiyse..bıunlarıda inşaAllah göndermek bize nasip olur..

Vallahi Muhammed bin Abdulvahhab çok kabirperest, sofi müşrik kellesi aldı. Muhammed bin Suud'da. Bunların hepside Allah'ın kaderi ile hastalıktan öldü. Ama Muhammed bin Abdulvahhab'ın torunu asılarak şehit edildi. Gurur duy bunla.
 
C Çevrimdışı

cihad_38

Üye
İslam-TR Üyesi
Bidat olan topluca çekmek mi, sesli çekmek mi yoksa çakıl taşları ya da tesbihle çekmek mi?

Saydıklarınızın hepside bidattır! Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunların hiç birini yapmamıştır

1453. Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh şöyle dedi:
Muâviye radıyallahu anh mescidde halka halinde oturan bir cemaatin yanına geldi ve: - Burada niçin böyle toplandınız? diye sordu. - Allah’ı zikretmek için toplandık, diye cevap verdiler. O tekrar:
- Allah aşkına doğru söyleyin. Siz buraya sadece Allah’ı zikretmek için mi oturdunuz? diye sordu. - Evet, sadece bu maksatla oturduk, dediler. Bunun üzerine Muâviye: - Ben sizin sözünüze inanmadığım için yemin vermiş değilim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e benim kadar yakın olup da benden daha az hadis rivayet eden yoktur. Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir ilim halkasında oturan sahâbîlerinin yanına geldi de onlara: - “Burada niçin oturuyorsunuz?” diye sordu. - Bize İslâmiyet’i nasip ederek büyük bir lutufta bulunması sebebiyle Allah’ı zikretmek ve ona hamdetmek için oturuyoruz, diye cevap verdiler. Resûl-i Ekrem: - “Gerçekten siz buraya sadece Allah’ı zikretmek için mi oturdunuz?” diye sordu. - Evet, vallahi sadece bu maksatla oturduk, dediler. Bunun üzerine Allah'ın Resûlü: - “Ben size inanmadığım için yemin vermiş değilim. Fakat bana Cebrâil gelerek Allah Teâlâ’nın meleklere sizinle iftihar ettiğini haber verdi de onun için böyle söyledim” buyurdu.
Müslim, Zikir 40. Ayrıca bk. Nesâî, Kudât 37

hadisler zayıfmı diye sormam renklendirdiğim kelimeler içindi. topluca zikir çekmek,zikir yapmak için toplanmak da bidat olarak anlatılmış.
 
E Çevrimdışı

ENSARİ

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Bidatler kaç çeşittir ve bazıları neden bidat-ı hasene olarak adlandırılmıştır..
Feyyûmî el-Misbah’da şöyle dedi: “Allah (Celle Celalühü) mahlûkatı ibdâ’ etmekle ibdâ’ etti, onları modelsiz olarak yarattı, demektir. Ebda’tü ve Ebda’tühü onu çıkardım ve ihdâs ettim demektir. Bu mana’dan olarak muhâlif hale bid’at denilmiştir. Bid’at ibtida’dan isimdir. Nasıl ki, rıf’at (yükseklik) irtifa’dan ise, sonra bulunan (bid’atın) dinde noksanlık ve yahut fazlalık olan şeylerde kullanılması galip oldu. Lakin kimi zaman bir kısmı mekruh olmaz ve mübah bid’at olarak isimlendirilir.”

Hafız Ğumârî şöyle diyor: “Yalnız başına terk, kendisiyle beraber, terk edilenin yasaklanan bir şey olduğuna dâir bir nass bulunmadıkça, onun (terk edilen şeyin) haramlığına delâlet etmez. Aksine o işin en fazla, meşru olduğunu gösterir. O terk edilen (yapılmayan) işin mahsurlu oluşu ise tek başına terkten anlaşılmaz.”

من سنفى الاسلام سنة حسنة فعمل بها بعده كتب له مثل اجر من عمل بها، ولا ينقص من اجورهمشيئ ومن سن فى الاسلام سنة سيئة فعمل بها بعده كتب عليه مثل وزر من عمل بها ولاينقص من اوزارهم شيئ

“Kim İslâm’da iyi bir çığır açar da, kendinden sonrakiler onunla amel ederlerse, onunla amel edenlerin sevaplarının aynısı, o çığırı açan kimseye yazılır ve öbürlerinin sevaplarından da hiçbir şey eksiltilmez. Kim de İslâm’da kötü bir çığır açar da kendinden sonrakiler onunla amel ederlerse, onunla amel edenlerin günahlarının aynısı, o kötü çığırı açan kimseye yazılır ve öbürlerinin günahlarından hiçbir şey eksiltilmez.”[2]

Hz.Ömer (Radıyallahu Anh)’ın “bu ne güzel bir bid’attir”,3] sözü bu türdendir. Bu (terâvîh namazın topluca kılınması) hayırlı fiillerden olunca ve methedilen fiillere dâhil bulununca, onu bid’at diye isimlendirip methetmiştir. Çünkü Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onu bu şekliyle onlara sünnet kılmamıştır. Onu bazı gecelerde kılmış sonrada terk etmiş, ona devam etmemiş, onun için insanları toplamamıştır. Hz. Ebû Bekir (Radıyallahu Anh) zamanında yoktu. Sadece Ömer (Radıyallahu Anh) insanları onun için topladı ve ona teşvik etti. Bu yüzden ona bid’at ismini verdi. Hâlbuki o gerçekte sünnettir. Çünkü Aleyhi’ssalatü ve’s-selâm Efendimiz: “Sünnetime ve benden sonraki raşid halifelerin sünnetine yapışınız[4] ve benden sonra iki kişiye Ebû Bekir ve Ömer’e uyunuz” buyurdu.[5] Diğer “Her icad edilen bid’attır” hadisi bu te’vile hamledilir. Sadece şunu murad etmektedir; Şeriatın asıllarına ters düşen, sünnete uymayan şeyler.[6](İbnü’l Esir’in sözleri burada son buldu.)

Nebî (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mübahların tamamını işlememiştir. Hatta kendisi işlediği zaman, ümmetine farz olması yahut meşakkatli hale gelmesi korkusuyla bazı mendupları kasten terk etmiştir. O yüzden kim Nebî (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in bir şeyi yapmadı davasıyla, bir şeyin haramlığını iddia ederse, hakkında delil bulunmayan bir şey iddia etti, demektir.

Bida’atle murad edilen, Şeriatın kendisine delalet edeceği aslı bulunmayan şeyler türünden yapılan icadlardır. Şeriat’tan kendisine delalet edecek bir aslı bulunan şeyler ise, lugat olarak her ne kadar bid’at ise de şeriat’ça bid’at değildir.

Nevevî şöyle demiştir:Nebî (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in “her bir bid’at sapıklıktır” sözü, sınırlandırılmış bir umûmî hükümdür. Kastedilen bid’atların çoğunluğudur.

Lugat âlimleri demişlerdir ki: Bid’at demek, geçmiş misali olmadan yapılan her bir iştir. Âlimler bid’atın beş kısım olduğunu söylemiştir: Vacip, mendub, haram, mekruh ve mübah. Vacip olan bid’atlerden birisi kelam âlimlerinin mülhid ve bid’atçılara karşı delilleri dizmeleri ve benzeri şeylerdir. Mendub olan bid’atlerden biri de ilim kitaplarını yazmak, medreseleri, tekkeleri ve başka şeyleri bina etmektir. Mübah olan bid’atlerden biri de değişik yemekler ve benzeri şeylerde genişliktir. Haram ve mekruh olan bid’atler ise açıktır. Bu anlattığım bilinirse, hadisin aslında manası genel olan sınırları (başka deliller yüzünden) daraltılan bir hadis olduğunu bilir. Ömer (Radıyallahu Anh)’ın “Ne güzel bid’at” sözü de bunu teyid etmektedir.

İmâm Şafi’i şöyle demiştir: Şeriattan dayanağı olan her şey, selef onu yapmasada bid’at değildir. Zira selefin onunla amel etmeyi terk etmesi, bazen o anda kendileri için mevcut olan bir mazeret sebebiyle yahut ondan daha üstün bir şey sebebiyle yahut da onun bilgisi tamamına ulaşmaması sebebiyle olmuş olabilir. (Şafii’nin sözü bitti)

İmâm Dârimi, Süneni'den yaptığı bir rivâyette, Ebû Mûsa'l- Eş’arî, Mescidde ellerinde küçük taşlar bulunan insanlardan meydana gelen bir zikir halkası görmüştü. (Birisi), yüz defa tekbir getirin, diyor, yüz defa tekbir getiriyorlardı. Sonra yüz defa lâ ilâhe illallâh deyin diyor, onlarda yüz defa lâ ilâhe illallah, diyorlardı. Yüz kere sübhanallah deyin, diyor onlarda yüz defa sübhanellah diyorlardı. Ebû Mûsâ el- Eş'ari bunu hayırlı bir iş, İbn-i Mes'ud da bid’at olarak gördüklerini söylüyorlardı. Taşlarla toplu zikretmeyi bir Sahabi güzel ve hayır diğeri de bid'at ve şer görmüştür.

Yine Sahabilerden bazıları, Kur’ân’ın toplanıp Mushaflaştırılmasını Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından yapılmadığını söyleyerek bid’at diyorlardı. Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) ise bid’at olarak görmedi.

Kimi âlimlerden sahabi kavlini hüccet görmediği rivâyet edilse de İslâm âlimlerinin Cumhuru onu delil görüp, bağlayıcı kabul ederler. Hanefîler de onlardandır. Hatta bazı rivâyetlerde, bunu, İslâm âlimlerinin sadece cumhuru değil, hepsi kabul eder. Yalnız bir sahabi kavline ters, başka bir sahabi kavli varsa tercihe gidilir, birisi alınır. (Geniş bilgi için Menar ve şerhlerine (mesela, Fethu'l-Gaffar'a:347-348 ve İ'la mukaddimesi Kavâid Fi Ulûmi'l-Hadis (85-86-87'e) bakılsın.

Üç: Sufiyye de burada sahâbeden birçoklarının fiilini ve Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)efendimizin takrirlerini esas olarak, başka birisinin sözünü almamıştır. Başka birçok delilden istifâdeyle Abdullah İbn-i Mes'ud'un değil de, Ebû Mûsâ (r.anh)'ın kanâatini seçmişlerdir. Evet, Abdullah İbn-i Mesud'un Sünneti muhafazadaki hassasiyeti her türlü takdirin üstündeydi; lakin öte yanda Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in takrirleri ve sahâbe (Rıdvanullâhi teâlâ aleyhim)'den taşlarla tesbih edenlerde vardı. Nitekim bu taşlarla zikir hususunda İmâm Celâleddin es-Suyûtî müstekil bir risalede yazmıştı. Ondan istifâdeyle aşağıya birkaç rivâyet alıyoruz.

Birinci Rivâyet: Tirmizî, Hâkim ve Taberânî Safiyye (r.anha)'dan rivâyet ettiler.:

Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yanıma girdi; önümde tesbih etmekte olduğum dört bin hurma çekirdeği vardı. Nedir bunlar ey Heyey'in kızı? Dedi. Onlarla tesbih ediyorum, dedim. Başında dikildiğimden beri bunlardan daha çok tesbih ettim buyurdu. (Onu) bana (da) öğret, ey Allah celle celâlühü'nün Rasûlü dedim. Sübhaneke adede mâ min şey'in/ Allah'ı yarattığı şeyler şeyler adedince tesbih ederim buyurdu. Bu hadis de sahihtir.(Süyûti)

Burada taşlarla tesbih yasaklanmadığına göre, onlarla tesbih edilebileceğine dair bir Takriri Sünnet vardır..

İkinci Rivâyet: Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâi, İbn Mâce, İbn Hibbân ve Hâkim Sa'd İbn-i Ebî Vakkas (r.anh)'den rivâyet etmişler, bu rivâyetin Tirmizî, hasen, Hâkim de sahih olduğunu söylemişlerdir. Sa'd ve Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir kadının yanına girmişler, kadının önünde de hurma çekirdekleri veya küçük taşlar vardı; tesbih ediyordu. Bunun üzerine Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “bundan daha kolay” veya (râvînin tereddüdü) “daha efdal olanı sana haber vereyim mi?” buyurdu. Burada da inkar bulunmayıp, takrir vardır.

Üçüncü rivâyet: Ahmed İbn-i Hanbel, ez-Zühd'de Yunus İbn Ubeyd'in anasından şöyle dediğini rivâyet etti: “Ebû Safiyye'yi -ki O Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in ashabındandı ve komşumuz idi- küçük taşlarla tesbih ederken gördüm.”

Bu rivâyet benzer bir lafızla, Hilal el- Haffar'ın Cüz'ünde, Beğavi'nin el- Mu'cemu's-Sahâbe’sinde ve İbn-i Asâkir'in Târih'inde dahi mevcuttur.

Dördüncü Rivâyet: İbn-i Sad ve İbn-i Ebî Şeybe el-Musannef'de, Sad İbn-i Ebî Vakkas'dan, taşlarla tesbih ettiğini, rivâyet etmiştir.

Beşinci Rivâyet: Ahmed İbn-i Hanbel de Zühd'de, Ebu'd-Derdâ'nın hurma çekirdekleriyle tesbih ettiğini, rivâyet etmiştir.[7]
Hatm-i Hâcegâ'nın halka şeklinde olması ise, sünnet'te yer alan ilim ve zikir halkalarıyla alâkalı nice hadisten alınmıştır. Mesela: (Bir): Ebû Vâkıd el-Leysî şöyle dedi: “Biz Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile beraberken bir de ne görelim ki, üç kişi uğradı. Onlardan biri, halkada bir aralık buldu ve oturdu.8] (İki) “Cennet bahçelerine uğrarsanız (orada) otlanın.” Cennet bahçeleri de nedir? dediler. (Cennet bahçeleri) "Zikir halkalarıdır" dedi.

Rivâyetleri daha da çoğaltmak mümkün ise de, bizce bu, şurada luzumsuzdur. Bütün bunlar Sahâbe (Rıdvanullahi teala aleyhim)'in tatbikatıdır. Bu rivâyetler göz önünde bulundurularak, Sûfiyye'ce topluca ve tek başına taşlarla zikretmenin bid'at olduğu tarafı değilde, hayır olduğu tarafı tercih edilmiştir. Şu halde taşlarla zikir Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in takrirleri ve sahâbe (Rıdvanullahi teala aleyhim)'in amelinden alınma bir sünnettir.

[1] Ebû Dâvûd, 1/230; Tirmizî, 4/255 (hasen olduğunu söylemiştir.); İbn Hibban, 2334; Hâkim, 1/547; el-Beyhakî, 2/253; ez-Zehebî'nin de ifâde ettiği gibi hadisin isnadı sahihtir.

[2] Müslim, İlim 15 “Zekat” 69, Tayâlisî, el-Müsned, s. 92 h. No: 670, Humeydî, el-Müsned, c. II, s. 353 h. No: 805, Ahmed b. Hanbel, c. 4 s. 360-361

[3](Buhârî, Terâvîh Namazı(2010)

[4](önceki Hadisin kendisi (Ebû Dâvûd ve Tirmizî hadisi)

[5](Ahmet İbn-i Hanbel (5/382) Tirmizî, Menâkıp (3662,3805) İbn Mâce (97)

[6](En-Nihaye fi Ğaribi’l –Hadis:(1/106, 1/107)

[7] (İmâm Celâleddin es-Suyuti, el-Minha Fis-Sibha, el-Hâvî lil-Fetâvâ içinde:2/37-38)

[8]Muvatta (Selam:4) Ahmed (5/219), Buhârî (İlim: 8, Salat: 84), Ebû Dâvûd (Edep:14), Tirmizi (Edep: 12 İstizan:29), Mu'cem:1/503
 
E Çevrimdışı

Ebu'l Bera

Üye
İslam-TR Üyesi
Âlimlerin Bidatleri Şer'i Hükümlere Göre Taksim Etmeleri
Burada beyân edilecek şeylerden birisi de âlimlerin beş tane şer'i hükmün bölümlerine göre bid’atleri de bölümlere ayırmalarıdır. Onlar bid'atlerin tamamını kötülenen tek bir bölümde toplamadılar. Onları vacip, mendup, mubah, mekruh ve haram diye kategorilere ayırdılar. Bu konuyu el'Karâfi[75] çok geniş ve yeterli bir şekilde ele aldı. Onun bu konuda verdiği bilgilerin aslı da hocası Izzüddin ibn Abdisselam'a dayanır. İşte ben size onun ibaresini getiriyorum: el-Karâfı dedi ki:
"Bilmiş ol ki -benim bilgilerime göre- ashab'i kiram bid'atlerin kötülenmesinde ittifak halindedirler. İbn Ebi Zeyd[76] ve daha başka*ları da buna hükmetmişlerdir. Ashab bidatlerin tafsil ve taksim edilmelerinin doğru olduğunda ve beş kısma ayrıldığında da ittifak etmişlerdir.
1) Vacip Bid'atler: Vâcipliğin kaidelerine uygun olan ve şeriatten delili bulunan bid'atler. Kaybolmalarından korkulduğu için Kur'an'ın ve şer'i hükümlerin/delillerin toplanması, vacip olan bid'ate örnektir. Bizden sonraki nesillere tebliğin ulaştırılması icmâ ile vaciptir, Bunun ihmali yine icmâ ile haramdır. Bu çeşit bid'atlerin işlenmesinin vacip oluşunda ihtilaf edilmemesi gerekir.
2) Haram Bid'atler: Haramlık kurallarının kapsamına aldığı ve haramlığına dair şeriatten delili bulunan her bid'at haramdır. Gayri meşru vergiler koymak, yeni yeni zulüm çeşitleri icat etmek, şer'i kurallara aykırı şeyler icat etmek, cahilleri âlimlerin önüne geçirmek, şer'i makamlara uygun olmayan kişileri veraset yoluyla getirmek, aslında o makama ehil olmadığı halde babasının daha önce o makamda oluşunu dayanak yapmak gibi. Bütün bunlar haram olan bid'atlerdir.
3) Mendup Bid'atler: Mendupluk kurallarının kapsamına giren ve mendup olduğuna dair deliller bulunan bid'atlerdir. Teravih namazları, halifeler, kadılar ve yöneticiler için sahabiler zamanında bulunmıyan özel giysiler, üniformalar ve makamlar ihdas edilmesi gibi. Çünkü şer'i maslahatlar ve gayeler ancak yöneticilerin insan*ların gönüllerindeki büyüklükleri ve saygmhklarıyla gerçekleştirile*bilir. Sahabiler zamanında insanlar saygılarında daha çok dini ve hicretteki öncülükleri ölçü olarak alıyorlardı.
Sonra düzen bozuldu, bu nesil gitti ve ancak şekle ve görünüşe bakarak saygı gösteren başka bir nesil geldi. Bu sebeple kamu yararını gerçekleştirmek için şekil ve suretlere daha fazla önem verildi.
Ömer ibn el-Hattab (r.a) kendisi arpa ekmeği ve tuzla karnını doyururdu. Fakat valisi için her gün yarım gövde koyun tahsis ederdi. Çünkü o bilirdi ki kendi bulunduğu durumu bir başkası uygulamış olsa insanlar üzerinde etkili olamaz, insanlar ona saygı göstermezler ve muhalefete cesaret ederlerdi. O halde kendisinin dışındakileri düzeni muhafaza edecek başka bir konumda değerlen*dirmesi gerekirdi. Bu sebeple Hz.Ömer Şam'a geldiği zaman Muaviye ibn Ebi Süfyanın kendisine muhafızlar, kıymetli binitler, parlak ve pahalı elbiseler edindiğini ve padişahlar gibi bir hayat yaşadığını gördü.
Muaviye dedi ki:
Ben böyle şeylere muhtaç olduğumuz bir yerde yaşıyorum.
Hz. Ömer ona dedi ki:
Ben bunu sana ne emrederim, ne de yasaklarım. Bunun manası, sen buna muhtaç mısın, değil misin durumunu daha iyi bilirsin, demektir. Hz. Ömer'in ve diğerlerinin bu tavrı, devlet başkanlarının ve yönetici*lerin durumlarının ülkelerin, nesillerin ve şartların farklılığına göre değişebileceğine delâlet eder. Böylece önceden bulunmayan süsler ve siyasetlerin yeniden ihdası gerekebilir, belki de bazı durumlarda bu yenilikleri yapmak vacip hale gelebilir.
4) Mekruh Bid'atler: Şer'i delillerin ve kuralların mekruhluk kapsamına aldığı bid'atlerdir. Mesela bazı ibadetler için faziletli günler tahsis edilmesi gibi. Bu sebeple Sahih'te geçtiğine göre -ki bunu Müslim ve diğerleri tahriç etmişlerdir- Rasulullah (s.a) cuma gününün oruç tutmaya veya cuma gecesinin gece ibadetine tahsis edilmesini yasaklamıştır.[77]
Belirlenmiş menduplarda birtakım ilavelerde bulunmak da bu çeşit bid'atlerdendir. Nitekim farz namazların hemen arkasından otuz üçer defa tesbih çekmek meşru kılındığı halde bunu yüze tamamlamak, bir ölçek fıtır sadakasını on ölçek yapmak gibi... Bu tür şeylere yapılan ilaveler Şârie karşı üstünlük taslama görüntüsü verdiği gibi bir edep azlığını da ifade etmesi sebebiyle bid'attir. Bir şeyin sınırlan belirlendiği zaman o sınırlarda durmaları ve onun dışına çıkmayı edebin azlığı olarak görmeleri büyüklerin şanındandır.
Vacibe bir ilavede bulunmak daha da şiddetli yasaklanmıştır. Çünkü bu, o ilaveyle birlikte onun vâcib olduğu inancının doğmasına yol açar. Bu sebeple İmam Mâlik (r.a) Ramazan orucu gibi itikat edilmesin diye Şevval ayında tutulan altı gün orucunun birbirine ulanmasını/peşpeşe aralıksız tutulmasını yasaklamıştır. Ebu Dâvud et-Tayalisi Müsned'inde tahriç ettiğine göre, bir adam Hz. Peygamber'in (s.a) mescidine girer, farz namazı kılar, hemen arkasından iki rekat daha kılmak için ayağa kalkar. Ömer ibn el-Hattab (r.a) ona der ki:
Otur, tâ ki farz namazın ile nafile namazın arasına bir fasıla vermiş olasın. Bizden öncekiler böyle helak oldular. Bunun üzerine Hz. Peygamber dedi ki:
"Allah seninle doğruyu gösterdi ey Ömer"[78]
Hz. Ömer bizden öncekilerin nafilelerle farzları birbirlerine ekledik*lerini ve hepsinin de vacip olduğuna inandıklarını ifade etmek istiyor. Bu, şer'i hükümleri değiştirmektir ve icma ile haramdır.
5) Mubah Olan Bid'atlara: Mübahlık delillerinin ve şer'i kurallarının kapsamına giren bid'atlerdir. Un eletmek için elek kullanmak gibi. Çünkü hayatın kolaylaştırılması ve düzene konul*ması mubah olan şeylerdendir. Bunun vasıtaları da mubahtır.
"O halde herhangi bir bid'at şer'i kurallar ve delillere arz edildiği zaman bu deliller ve kurallardan hangisinin kapsamına giriyorsa ona göre vâcipliğe, haramlığa veya başka bir bölüme dahil edilir. Mekruh olanları hesaba katmaksızın hepsine birden bid'at nazariyle bakılırsa o zaman bütün iyilik bütün kötülük ve şerler hepsi birden bid'at çıkarmak kapsamına girer.
Karafi'nin hocası[79] -bid'atlerin hükümlerini beş kısma ayırdık*tan sonra- onları birbirinden ayırt etmenin kurallarını zikretti- Bunu bilmenin yolu bid'atı şer'i kurallara arz etmendir; vacibliğin kurallarına girerse o bid'at vaciptir...
Nihayet şöyle dedi:
Vacip olan bid'atlerin örnekleri vardır:
1. Allah'ın kelamını ve Peygamber'inin sözünü anlamaya yaraya*cak şeylerle meşguliyet. Bu vaciptir. Çünkü şeriati muhafaza etmek vaciptir.
2. Kitap ve Sünnetteki garip/kapalı, anlaşılması zor kelimeleri lügatten ezberlemek.
3. Fıkıh usûlünü tedvin etmek.
4. Sağlam/sahih rivayetler hasta ve zayıf olandan ayrıt etmek için cerh ve ta'dil konusunda söz söylemek
Sonra şöyle dedi:
Haram olan bid'atlerin örnekleri vardır: Kade*riye mezhebi, mürcie ve mücessime mezhebi gibi. Bunlara karşı cevap vermek ise vacip olan bid'atlerdendir.
Mendup bid'atlerin de örnekleri vardır; mesela, ribatlar (kaleler veya tekkeler) okullar, köprüler inşa etmek ve kurmak gibi. İlk dönemlerde bilinmeyen her türlü iyi şey de böyledir, Mesela tasav*vufun inceliklerini konuşmak, tartışma yöntemlerini konuşmak, meseleleri müzakere etmek için -şayet bununla Allah'ın rızası kastediliyorsa- toplantılar düzenlemek gibi.
Mekruh olan bid'atlerin de örnekleri vardır. Mescitleri ve mushafları süslemek gibi. Kur'an'ı Arapça lafızlarını değiştirecek şekilde musiki ile okumak ise en kuvvetli görüşe göre haram olan bid'atlerdendir.
Mubah olan bidatlerin örneği ise şunlardır: Sabah ve ikindi namazlarını müteakip musafaha yapmak, yiyecek, içecek, giyecek ve mesken konusunda zevke göre yenilikler ortaya koymak, taylasan giymek, elbisenin yenlerini genişletmek gibi. Bunlardan bazılarında ihtilaf edilmiştir. Ulemadan bazıları bunları mekruh görmüşler diğerleri de bunları namazlardaki istiaze ve besmele gibi Hz. Peygamber (s.a) zamanında ve daha sonraki zamanlarda işlenen sünnetlerden saymışlardır. Onun söylediklerinin özeti burada sona erdi.
Karâfı, önceki söyledikleriyle birlikte bid'atlerin kısımlara ayrıl*dığını, dolayısıyle bid'atleri yeren delillerin bunların hepsini kapsa*yacak şekilde yorumlanamayacağını, bunları tahsis eden/sınır*landıran şeyler olduğunu açıkça ifade ediyor.[80]

Şâtıbi'nin, Karâfî'ye Ve Hocasına Verdiği Cevap
Cevap: Bu taksim, şer'i delili olmayan, hatta kendi içinde de çelişkileri olan bir uydurmadan ibarettir. Çünkü bid'atin hakikati ne şer'i naslardan, ne de şer'i kaidelerden herhangi bir delilinin olma*masıdır. Çünkü şayet bir şeyin vâcipliğine, veya mendupluğuna ya da mübahlığına dair şer'i bir delil varsa o bid'at olmaz ve emredilen veya serbest bırakılan amellerin geneline dahil bir amel olur. Bunla*rın hem bid'at olduğunu söylemek, hem de vacip veya mendup veya mübahlıklarına delâlet eden delillerin olduğunu söylemek zıdları birleştirmek demektir, (Birbirine zıt olan şeyler birleştirilemezler.)
Onlardan mekruh ve haram olanlar olduğunu başka bir yönden değil, bid'at oluşları yönünden kabul etmek mümkündür. Çünkü şayet bir şeyin yasaklığına ve mekruhluğuna delalet eden bir delil varsa bu onun bid'at olduğunu ispat etmez. Zira bunlar hırsızlık, adam öldürmek ve içki içmek gibi masiyet olmaları da mümkündür. Bid'atleri kesinlikle bu şekilde taksime tabi tutmak gerekmez. Ancak kendi bölümünde de anlatılacağı gibi mekruh ve haram diye iki kısma ayırmak mümkündür.
Ashab'i kiramın bid'atleri ittifakla reddettiklerine dair Karafi'nin söylediği şey doğrudur. Ancak onları taksimata tabi tutması doğru değildir. İşin tuhaf olan yönü ise farklı görüşlerin birbiriyle çarpışmasına ve icmayı delen şeylerin mevcudiyetini bilmesine rağmen bu konuda bir ittifakın olduğunu hikaye etmesidir. Sanki bu taksimatı yaparken hocasına düşünmeden, incelemeden uymuş gibidir. Çünkü İbn Abdisselam'ın mürsel maslahatların bizzat kendilerinin muayyen nassların hükümleri altına girmedikleri gerekçesiyle şer'i kurallarla uyum içinde olsalar bile onları bid'at olarak isimlendirdiği bellidir. İşte bundan dolayı onları bid'at lafzıyle isimlendirmeyi tasvibe delâlet, eden kurallar koydu. Çünkü o mesele üzerinde muayyen bir delil bulunmuyordu ve kendi koyduğu kurallara uyduğu için de onları bu şekilde isimlendirmek münasip düşüyordu. Taksimatı bu kurallara dayanarak yaptığı için, onun nazarında muayyen nasların hükmü altına giren fiillerle bunlar yani mürsel maslahatlar eş değerde oldular. O da mürsel maslahatları kabul edenlerden birisi haline geliverdi ve bu fiilleri lafzan bid'at diye isimlediriverdi. Nitekim Hz. Ömer (r.a) Ramazanda teravih namazını Mescidde cemaatle kılmayı bid'at diye isimlendirmişti, ileride bu konuya inşaallah temas edilecektir.
Karafi'ye gelince, onun bu taksimatı hocasının ve diğer insan*ların kastettiği mananın dışında bir manaya gelecek şekilde nakletmesi affedilemez. Çünkü o bu taksimatta herkese muhalefet etmiş ve böylece icmaya da muhalefet eden birisi haline gelmiştir.
(Şatıbi) daha sonra şöyle dedi:
Vacip (dediği) bid'ate gelince biraz önce o konuda söyleyeceğimizi söyledik, artık tekrar ona dönmeye*ceğiz. Haram (dediği) bid'ate gelince, kesinlikle onda bid'at olma özelliği yoktur. Bilakis o, tamamen şeriatın emrine muhalefetten ibarettir. Farz kılınmış zekatlar ve takdir edilmiş nafakalar gibi gerekli şer'i hükümlere benzese de (gayri meşru vergiler koymak v.s.), insanların mallarını bâtıl/haksız yollardan yemek gibi aynı derecede haramdır. Yeri geldiğinde bunun açıklaması da inşaallah yapılacaktır. Birinci bölümde buna bir nebze temas edildi.
O halde bu kısmın herhangi bir taksimat yapılmaksızın mutlak olarak bid'at olduğunu söylemek doğru değildir.
Mendup (dediği) bid'ate gelince kesinlikle bu da bid'atlerden değildir. Misal olarak verdiği teravih namazının cemaatle mescitte kılınması örneğinde düşünmek ve araştırmakla bu mesele açıklığa kavuşacaktır. Gerçek olan şu ki, Hz. Peygamber (s.a) mescidde teravih namazı kılmıştır ve arkasında da insanlar toplanmışlardır.
Ebû Davud, Ebû Zerr'in şöyle dediğini rivayet etmiştik Biz Rasulullah (s.a) ile birlikte Ramazan orucunu tuttuk. Hz. Peygamber Ramazan ayının bitmesine bir hafta kalıncaya kadar bize (farz dışında) hiçbir namaz kıldırmadı. Ramazanın bitmesine yedi gece kalınca bize gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar namaz kıldırdı. Ramazanın bitmesine altı gece kalınca bize namaz kıldırmadı. Beş gece kalınca, gecenin yarısı geçene kadar bize namaz kıldırdı. Biz dedik ki:
Ey Allah'ın Rasulü bu gecenin tamamında bize namaz kıldırsaydınız? Hz. Peygamber cevaben dedi ki:
Bir adam, imam namazı bitirinceye kadar onunla birlikte namaz kılarsa bütün geceyi ihya etmeye eşdeğerdir. Ramazanın bitmesine dört gece kalınca Rasulullah (s.a) yine namaz kıldırmadı. Ramazandan üç gece kalınca, Hz. Peygamber (s.a) ailesini, kadınlarını ve insanları topladı, bize bütün gece namaz kıldırdı. Namaz o kadar uzadı ki biz sahuru geçireceğiz, diye korktuk. Ramazanın geri kalan gecelerinde Hz. Peygamber bize namaz kıldırmadı. Aynı şekilde Tirmizi de rivayet etti.[81]
Fakat Rasulullah (s.a) bunun ümmete farz olmasından korktuğu için teravihi cemaatle kılmaktan vazgeçti. Sahih'te Hz. Aişe'den gelen bir rivayette şöyle denilir. Hz. Peygamber (s.a) bir gece mescitte namaz kıldı, insanlar da onunla birlikte namaz kıldılar. Sonra ertesi gece yine namaz kıldı. Bu sefer insanlar daha çok idi. Üçüncü ve dördüncü gece insanlar yine toplandılar, fakat Hz. Peygamber (s.a) onların yanına çıkmadı.
Sabah olunca dedi ki:
“Sizin toplandığınızı gördüm, fakat başka bir sebepten dolayı bunun size farz olmasından korktuğum için yanınıza çıkmadım."[82]
Bu olay Ramazanda cereyan etti. Bunu Mâlik el-Muvatta'da tahriç etti. Bu hadiste teravih namazını cemaatle kılmanın sünnet oluşuna işaret eden bir delilin olduğunu iyi bir düşünün. Çünkü ilk olarak Hz. Peygamber'in onlara namaz kıldırması Ramazanda mescitte cemaatle namaz kılmanın sahihliğine delildir. Bundan sonra farz olur korkusuyle mescide çıkmaması onun kesin olarak çıkmayaca*ğına delâlet etmez. Çünkü onun zamanı vahy ve teşri zamanıdır, insanlar onunla amel ettikleri zaman mecbur edici bir vahyin inmesi mümkündür. Rasulullah'ın (s.a) vefatıyla birlikte teşri illeti ortadan kalktığı için iş aslına dönmüştür ve cevaz sabit olmuştur. Bunu nesheden/ortadan kaldıran başka bir delil de yoktur.
İki şeyden birisi sebebiyle Hz. Ebû Bekir (r.a)’de bu namazı cemaatle kıldırmadı. Ya insanların bu namazı gecenin sonunda kılmalarını -ki insanlar öyle yapıyorlardı- gecenin başında cemaatle kılmalarından daha faziletli gördü, Turtûşî böyle olduğunu zikretti, ya da mürtetlerle meşgul olurken ve teravih namazından daha önemli diğer şeylerle meşgul olurken bu tür ayrıntıları düşünmeye zaman bulamadı.
Hz. Ömer (r.a) zamanında İslam, istikrarı yakalayınca ve haberlerde de geçtiği gibi Hz. Ömer, insanların mescitte öbek öbek namaz kıldıklarını görünce şöyle dedi:
Ben bu insanları bir okuyu*cunun/imamın arkasında birleştirirsem daha iyi olur. Nihayet bunu gerçekleştirdiği zaman da insanlara gece kılacakları namazın daha faziletli olacağını hatırlatmayı da ihmal etmedi. Sonra selef onun bu uygulamasının doğruluğunda ittifak etti ve onu onayladı. Ümmet, sapıklık üzere asla birleşmez.
Şayet denilse ki, Hz. Ömer (r.a) bunu bir bid'at olarak isimlen*dirdi ve "Bu ne güzel bir bid'attir." diyerek onu güzel gördüğünü söyledi, şeriatte "bid'at-i hasene" diye bir kavram sabit olduğu zaman bid'atleri mutlak olarak güzel görmek de sabit olur.
Buna verilecek cevap şudur: Hz. Ömer (r.a) onu mânâca bid'at olduğu için değil, Hz. Peygamber (s.a) onu terk ettiği ve Hz. Ebû Bekir (r.a) zamanında da vâki olmadığı için mevcut fiili durumun zahirine bakarak bid'at diye isimlendirmiştir. Kim bu yönüyle ona bid'at ismini verirse bu isimlendirmeye itiraz edilmez.[83] O vakit kelime anlamından hareketle bununla bid'atin cevazına dair hüküm çıkarılamaz. Çünkü bu, kelimelerin konuldukları anlamları değiştir*menin yanı tahrifin bir çeşidi olurdu.
Hz. Aişe (r.a) şöyle demişti:
Rasulullah (s.a) yapmayı sevdiği bir ameli terk etmişse, insanlar da o ameli işlerler de üzerlerine farz kılınıverir korkusuyla terk etmiş*tir."[84]
Hz. Peygamber (s.a) ümmetine acıdığı için visal orucunu[85] yasaklamış ve şöyle demiştir:
"Şüphesiz ben sizin gibi değilim; Ben Rabbimin yanında misafir edilirim de o beni yedirir içirir."[86]
Daha sonra insanlar inşaallah ileride de anlatılacağı gibi yasağın illetini bildikleri için (vahiy zamanı sona erdiği için) visal orucu tutmaya devam ettiler.
Karâfı verdiği örnekler arasında yöneticiler ve kadıların özel bir şekle/kıyafete bürünmelerini de zikretti. Bu da bid'at cinsinden bir şey değildir. İki şeyden dolayı bu bid'at değildir: Birincisi yüksek makam ve temsil sahiplerinin süslenmeleri ve güzel görünmeleri istenilen bir şeydir. Rasulullah'ın (s.a) de elçileri kabul ederken giydiği özel bir elbisesi vardır. Bunun illeti/sebebi yine Karafı'nin söylediği şeydir, yani bu o kişiye daha fazla heybet verir ve kalbleri daha fazla etkileyicidir. Büyüklerin saygınlığındandır. Büyükleri karşılamak için güzel elbiseler giymek de böyledir. Nitekim Eşec Abdi'1-Kays hadisinde bu geçmektedir. İkincisi, bunun özel bir delilinin olmadığını kabul etsek bile bu mürsel maslahatlar sözlük taksim sadece cinsinden bir şeydir. Onun da şeriatte sabit olduğu daha önce geçmişti. Hz. Ömer'in kendisinin arpa ekmeği yediği halde valisine yarım koyun tahsis ettiğini Karafi'nin söylemesi onun hakkında ne bir saygıyı, ne de saygısızlığı ifade eder. Belki onun ihtiyacı kadar olan şeyi ona tahsis etmiştir. Yoksa yarım koyun bazı valiler için yeterli olmayabilir, çünkü onların aile nüfusları, gelen giden misafir*leri fazla olabilir; daha fazla elbiseye, binite ve daha başka şeylere ihtiyaçları olabilir. Bunu anlamak, arpa ekmeği yemeyi anlamaktan daha kolaydır. Ayrıca yeme ve içme ile ilgili hususlarda insanlara gösteriş olsun diye iyisini yapmak doğru değildir.
Karafi'nin, "önceden bulunmayan süsler ve siyasetlerin yeniden ihdası gerekebilir, belki de bazı durumlarda bu yenilikleri yapmak vacip hale gelebilir" şeklindeki sözlerini de iyice bir incelemek lâzımdır.
Genel anlamı içinde bu söz de o bölümün sonunda söylemiş olduğu: "Bütün iyilik ve hayırlar ittihadadır/sünnete bağlanmaktadır ve bütün kötülük ve şerler ise bid'at çıkarmaktadır." sözüne aykırıdır.
Bu söz sonradan bir şey icat etmenin/bid'at çıkarmanın tamamen şer olduğu anlamını gerektirir. Bu sözle bir bid'atin vacip de olabileceğini söylemeyi birleştirmek/uyuşturmak mümkün değildir. Kendisi bir bid'atin vacip de olabileceğini söylemektedir. Vacip olduğu zaman onunla amel etmek gerekecektir. O tamamen şer olan şeylerin içinde geçtiği için (aynı anda) hem yapılması emredilen, hem de terk edilmesi emredilen bir şeydir. Bu ikisi gasbedilen yerde namaz kılmak gibi değildir. Çünkü onu birbirinden ayırmak mümkündür, (yani ikisi ayrı ayrı olgudur.) Burada ise durum şudur: Bid'at vacip olduğu zaman özellikle içerisinde şer olduğu varsayıldığı halde onu yerine getirmek vacip olur. Böyle bir durum ise zorunlu olarak bir çelişkidir. Çeşitli gayelerle süslenmek ayrı ayrı değerlen*dirildiğinde bunların içinde de yanlış olanların bulunabileceği aşikardır.
Yeni siyasetler üretmeye gelince bu, şer'i delilin gereğine uygun olarak cereyan ederse bid'at değildir. Şer'î delilin dışına çıkarsa bu nasıl mendup olur? Bu mesele de tartışma götürür.
Mekruh bid'atler kısmında ise genel olarak bid'at cinsinden şeyler söyledi ki bunlara söylenecek bir söz yoktur. Veya sırf ibadet olan şeyler üzerine bir şey ilave edilmemesi ve eksiltilmemesi gibi ihtiyat cinsinden şeyler söyledi ki bu da doğrudur. Çünkü ibadetlere ilave yapmak ve onlardan eksiltme yapmak çirkin birer bid'attir. Yasak olması yönünden böyle durumlara ve onlara vasıta olacak şeylere karşı ihtiyatlı olmak gereklidir.
Mubah olan bölümde un eleklerini örnek gösterdi. Halbuki bunlar gerçekte bid'at değil, hayatı kolaylaştırıcı vasıtalardır. Hayatı kolaylaştırmak ve refahı yükseltmek için çalışan kimseye bid'at çıkarıyor denilemez. Ancak bu yiyecekte israf etmek olarak kabul edildiği zaman bid'atle ilgili olabilir. Çünkü israf kemiyet yönünde olabileceği gibi keyfiyet yönünde de olabilir. Un elekleri her iki kısma da dâhil olabilir. Eğer (kişi) israfı kendi malından yapıyorsa mekruhtur. İsraf değilde sırf bir eşya olarak kullanılırsa o da caizdir, çünkü eşyada aslolan cevazdır.
Tarihçilerin anlattığına göre insanların ilk defa icat ettikleri dört şey vardır: Un elekleri, karın doyuracak şeyler, yemekten sonra çövenle elleri yıkamak ve sofralarda yemek yemek. Bunların hiç biri -naklen sabit olsa bile- bid'at değildir. Başka bir durumla ilgilidir. Şayet bid'at olduklarını kabul edecek olursak o zaman da mubah olduklarını kabul edemeyiz. Bilakis sapıklık olurlar ve yasaklanmış olurlar. Fakat biz onların bid'at olmadıklarını söylüyoruz.[87]

Fasıl
İzzüddin'in söylediklerine gelince bu konuda söylenecek söz daha önce söylenenler gibidir. Vâcip bid'atlere örnek olarak verdiği şeylerden öyleleri vardır ki bunlar vacibin ancak kendileriyle tamamlandığı şeyler cinsindendirler (yani onlar olmadan vacibi yerine getirmek mümkün olmaz) Nitekim kendisi de öyle söylüyor. O halde bunlar selef tarafından yapılmış olması ve şeriatte özel olarak onlar hakkında bir aslın/delilin olması şart değildir. Çünkü bunlar bid'at değil, mesalih-i mürsele cinsinden şeylerdir.
Bu ikincisiyle ilgili söylenecek söz daha önce geçti. Birincisine gelince o da bid'at değildir. Çünkü meselâ, bir kimse hac farizasını yapmak üzere havada uçarak veya suda yürüyerek gitse o kişi bid'atçi sayılmaz. Çünkü maksat, farzı eda etmek için Mekke'ye ulaşmaktır. Bu da en iyi şekilde hâsıl olmuştur. Bu da öyledir.
Bunun bir sebebi de bu tür şeyleri daha önce tasavvuf konu*sunda kitap yazanlardan bazılarının kötülemiş olmaları ve bunları bid'atler cümlesinden saymalarıdır. Halbuki bu doğru değildir. Daha önce insanların onların söyledikleri şeyin zıddı üzerinde icma etmiş olmaları onları reddetmek için yeterlidir.
Bir diğer sebep de el-Kasım ibn el'Muhaymera'dan nakledilen şeydir. Onun yanında Arap dili ilminden söz edilince şöyle dedi:
Bu ilmin başlangıcı kibir, sonu ise taşkınlıktır.
Ve seleften birisinin şöyle dediğini nakletti:
Nahv, kalbten huşuu giderir. Kim bütün insanları gözünde küçük görmek isterse nahv ilmini öğrensin. Buna benzer başka şeyler daha nakletti. Çünkü bunların hiçbirisi Arap dili ile meşguliyeti kötülemek için delil olamaz. Çünkü nahv, bid'at olduğu için kötülenmemiş belki onunla birlikte fazladan iktisab edilen bir şey sebebiyle kötülenmiştir. Nitekim diğer kötü âlimler de ilimleri sebebiyle değil, bilakis kendilerine arız olan kibir ve kendini beğenmişlik yüzünden verilmişlerdir. Bundan dolayı ilmin bid'at olması gerekmez. Kendileriyle yerilmiş bir vasfın iktisap edildiği ilimlerin "bid'at" diye isimlendirilmeleri ya önce bu isimlendirmeye ihtiyaç duyulmayıp daha sonra ihtiyaç duyulacağından dolayı mecazî bir anlam ifade eder, ya da bid'at konusundaki bilgisizliği ifade eder. Çünkü şer'i ilimler, bu ilimlerin sahibine kibir ve kendini beğenmişlik/böbürlenme ve diğer kötü vasıflar kazandırmaz ve sonuçta kendilerinin zemmedilimelerine sebep olmazlar.
Bu mutasavvıflardan bazıları, geçmişteki bazı âlimlerden şöyle bir söz nakletmişlerdir:
İlimler dokuzdur. Bunlardan dört tanesi sünnet olan ilimlerdir ve sahabiler ve tâbiilerce de bilinmektedir. Beş tanesi ise selefçe bilinmeyen bid'at ilimlerdir.
Bilinen dört, ilim şunlardır:
Kur'an ilmi, iman ilmi, eser/rivayet ilmi ve fetva ilmi.
Bid'at olan beş ilme gelince onlar da şunlardır:
Nahiv ilmi, aruz ilmi, kıyas ilmi, fıkıhta cedel ilmi ve akli ilimler.
Şayet böyle bir nakil/rivayet varsa evvela şunu söyleyelim ki gerçek, onun söylediği gibi değildir. Çünkü Arap diliyle meşgul olanlar Ebû'l-Esved ed-Düelî'den naklen anlatırlar ki Hz. Ali ibn Ebi Talib (r.a) nahiv konusunda kurallar konulmasına işaret eden kişi*dir. Bir bedevinin Tevbe süresindeki[88] ayetindeki "Rasûluhu" kelimesini "Rasûlihi" şeklinde esreli olarak okuduğunu işittiği zaman Hz. Ali nahvin gerekliliğine işaret etmiştir. İbn Ebî Müleyke'den rivayet edildiğine göre Hz. Ömer ibn el-Hattab (r.a), Kur'an-ı Kerim'i ancak lügati/dili bilen kimsenin okumasını emretti ve Ebu'l Esved'in okumasmı emretti, Ebu'l-Esved de nahvin kurallarını koydu. Aruz da nahiv cinsinden bir ilimdir. Nahiv ve Arap diline râşit halifelerden birisi tarafından işaret edildiği zaman bunlar râşit hâlifelerin sünnetlerinden bir sünnet olur. Bunun böyle olmadığı kabul edilse dahi mesalih-i mürsele kuralı Arap ilimlerini de kapsamına alır. Yani meşru şeyler kabilin*den olur. Bunlar mushafların yazılması ve şer'i hükümlerin tedvini cinsindendir. el-Kâsım ibn Muhaymera'dan naklen anlatılan şeylere gelince o bu görüşünden dönmüştür. Ahmed ibn Yahya Saleb dedi ki:
Nahvi kötüleyen din âlimlerin*den birisi idi ve şöyle diyordu:[89]
Başlangıçta onu öğrenmeye çalış*mak bir meşguliyettir. Sonunda ise o ilmi bilen kişi insanları küçük görmeye başlar. Bir gün o: "Allah'ın kulları arasında O'ndan ancak bilginler korkarlar."[90] âyetinin harekelerini yanlış söyleyerek "Allah, bilgin kullarından korkar" manasına gelecek şekilde okumuş*tur.Bunun üzerine ona denildi ki:
Bilmediğin için küfre düştün:
Hâşâ Allah bilginlerden korkar, dedin? Şu karşılığı verdi:
Bunu bilmeye delâlet eden bir ilimden dolayı asla bir kimse ayıplanmamalı. Osman ibn Said ed-Dâni dedi ki:
Ahmed ibn Yahya'nın sözünü ettiği din âlimi el-Kâsım ibn Muhaymera'dır. Osman ibn Said ed-Dâni devamla dedi ki:
Abdullah ibn Ebû İshak ile Muhammed ibn Şîrîn arasında bir konuşma geçti. İbn Şîrîn, nahivcileri kötülüyordu. Bir cenazede birleştiler. İbn Şîrîn söz konusu âyeti şeklinde lafzatullah'ı merfu (ötre) olarak okudu. Bunun üzerine İbn Ebi İshak ona dedi ki:
Küfre girdin ya Ebâ Bekir, üstelik Allah'ın Kitabını ayakta tutan kimseleri ayıplarsın öyle mi? İbn Şîrîn dedi ki:
Eğer hata ettiysem Allah'a istiğfar ediyorum.
Kıyas ilmine gelince onun aslı da sünnette vardır. Sonra selef, kıyası bilirdi. Kıyası kötüleyen rivayetler sonra geldi. Onlar bu rivayetleri fasit kıyasa yorumladılar. Kıyas, deliller hakkında düşünüp inceleme yapmak cinsindendir. Selef, hakkında nas bulunmayan içtihadı meseleleri incelemek üzere bir araya gelirler ve hakkın ortaya çıkarılması için birbirlerine yardımcı olurlardı. Bu, iyilik ve takvada yardımlaşmak ve emredilen istişareyi yapmak cinsinden bir şeydir. Her ikisi de müslümanlara emredilmiştir.
Aklî ilimlere gelince bunun aslı/delili de Kitap ve Sünnette vardır. Çünkü Allah Tealâ kendi dininin muhaliflerine karşı akli deliller getirmiştir. Meselâ bunlardan bazıları şöyledir:
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti.[91]
"Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren, daha sonra da dirilten Allah'tır. O'na koştu*ğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır?"[92]
"Gösterin bana, onlar yerdeki hangi şeyi yarattılar? Yoksa onların göklerde mi bir ortaklıkları var?"[93]
Kur'an Hz. İbrahim'in (a.s) kâfirlerle olan tartışmasını şöyle hikaye eder:
"Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü. Yıldız batınca batanları sevmem dedi."[94]
Hadiste de bununörnekleri vardır. Meselâ kendisine hastalıkların bulaşmasın*dan söz edildiğinde
"Ya ilk defa o hastalığa yakalanana bunu kim sirayet ettirdi?"[95] demiştir.
Ayet ve hadislerde bu şekilde aklî izahlar varken akli ilimlerin bid'at olduğu nasıl söylenebilir?
İzzüddin'in, "Kaderiyye'ye ve diğer bid'atçilere cevap vermek de vâcib bid'atlardandır." sözü de yeterince açık değildir. Vâcib olduğu kabul edilse bile bu masâlih-i mürseledendir.
Haram olan bid'atlerle ilgili örneklere gelince bunların haramlıkları gayet acıktır. Mendup olan bid'atlere dair verdiği örneklere gelince, ribatlar ve medreseler inşa etmek bunlardandır. Şayet ribatlarla içinde askerlerin nöbet tutacağı kaleler ve sınır karakolları kastedilmişse şüphesiz bu meşrudur ve bid'at değildir. Şayet bu ribatlarla içinde kalacak kimseleri dünyadan el etek çektirip ibadete yöneltmek için yapılan binalar kastediliyorsa -çünkü muhaddislerin iddialarına göre ribatlar kendilerini ibadete verenler için dini amaçla inşa edilen ve orada kalanların yiyecek, giyecek ve maişetlerini karşılamak üzere kendilerine vakıflar tahsis edilen binalardır- bunların mutlaka şer'i bir aslı ya vardır veya yoktur. Şayet şer'i bir aslı/delili yoksa, değil mubah olmak veya mendup olmak, bunlar birer sapıklık olan bid'atlere dahil olurlar. Şayet bunların şer'i aslı/delili varsa o zaman da bid'at olmazlar. Bunların bid'atler sınıfına dahil edilmeleri doğru değildir.
Sonra, tasavvuf konusunda eser yazanlardan bu mesele üzerinde konuşan pek çok kişi ribatlarla (tekke ve zaviyelerle), içerisinde fakir muhacirlerin toplandığı peygamber mescidindeki suffe arasında ilgi kurmuşlardır. Suffe ehli hakkında şu âyetler inmiştir:
"Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma!"[96]
"Sabah akşam Rablerine O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et."[97]
Allah Teala onları, sırf Allah rızasını gözeterek dualarıyle ve ibadetleriyle kendilerini Allah'a verenler diye nitelen*dirmiştir. Bu onların Allah'a dua ederek kendilerini Allah'a ibadete verdiklerinin delilidir. Çünkü onların gayesi Allah'ın rızasını kazan*maktır ve hiçbir meşguliyet onları bu maksatlarından alıkoyamaz. Biz de ancak o suffenin bir benzerini veya ona yakın bir şeyi yaptık ve kendilerini Allah'a vermek, ibadete sarılmak, dünyadan ve dünya meşguliyetlerinden soyutlanmak isteyenler orada toplanırlar. Bu, insanlardan uzaklaşıp iç dünyalarının ıslahıyle meşgul olan velilerin durumudur.
Bunlar yönlerini hakka çevirmişlerdir ve yukarıda zikredilen*lerin yolundan gitmektedirler.
Ancak bunlar herhangi bir mülahazayla bid'at diye isimlen*dirilmiştir. Hayır, hayır, bunlar bid'at değil, sünnettir. Buralara mensup olanlar da sünnete tâbi olmuş kişilerdir. Bu, insanlara özel bir tarikattir/yoldur. Bu sebeple onlardan birisine:
Ne kadar miktara zekat gerekir? Denildiği zaman,
"Bizim mezhebimize göre mi, yoksa sizin mezhebinize göre mi?" diye sorar, sonra şöyle der:
"Bizim mezhebimize göre mahn-mülkün hepsi Allah'ındır sizin mezhebinize göre ise şöyle şöyledir. Bütün bunlar, insanların pek çoğunda görülen bir durumdur. İyice araştırılırmamış, şer'i delile, sahabe ve tabiilerin uygulamalarına göre değerlendirilmemiştir.[98]
 
E Çevrimdışı

ENSARİ

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Darimi’de geçen rivayet şöyledir:
Amr b. Yahya babasından, o da kendi babasından rivayet ediyor:
Biz, sabah namazından önce Abdullah b. Mes`ud`un kapısının önünde oturuyorduk, çıkınca beraber mescide gidecektik, yanımıza Ebu Musa el Eşari geldi ve "Ebu Aburrahman henüz evinden çıkmadı mı? diye sordu? O`na "Hayır, çıkana kadar bizle otur" dedik. Sonra Abdullah ibnu Mes`ud çıktı ve topluca ona yöneldik. Ebu Musa ona dedi ki: "Ey Ebu Abdurrahman, mescitte bilmediğim bir şey gördüm ve elhamdulillah bu gördüğümü ben hayır zannediyorum." . Abdullah b. Mes`ud "O gördüğün nedir?" diye sordu. O da, "Eğer yaşarsan sen de göreceksin..." "Mescitte halkalar şeklinde oturmuş namazı bekleyen bir topluluk gördüm, her halkada bir adam vardı ve halkadakilerin ellerinde taşlar bulunuyordu. O adam `yüz kere tekbir edin` diyor tekbir getiriyorlar, `yüz kere lâ ilâhe illâllah deyin diyor onlarda lâ ilâhe illâllah diyorlar, `yüz kere tesbih edin` diyor tesbih ediyorlardı." Abdullah b. Mes`ud peki, sen "Onlara ne dedin?" diye sordu? Ebu Musa da "Onlara bir şey demedim, senin görüşünü veya emrini bekledim." diye cevap verdi. Bunun üzerine Abdullah b Mes`ud "Onlara günahlarını saymalarını emretmedin mi, ve hasenatlarının zayi olmayacağını söylemedin mi?" dedi. Sonra bu halkalardan birinin başına hep beraber gidip, durduk. Abdullah b. Mes`ud halkadakilere şöyle dedi: "Sizler ne yapmaktasınız, bu gördüklerim de nedir?" "Ey Ebu Abdurrahman, bu taşlarla tekbirlerimizi, tehlillerimizi ve tesbihlerimizi sayıyoruz. Bunun üzerine İbn Mesud "Günahlarınızı sayın, ben size garanti ederim ki hasenatınızdan bir şey eksilmeyecek. Yazıklar olsun ey ümmet-i Muhammed ne çabuk helak oldunuz! İşte onlar Nebi -sallallâhu aleyhi ve sellem- in sahabesi, aramızdalar ve bakın (kullandığı) elbiseleri, kapları henüz eskimedi bile.. Nefsim elinde olana yemin ederim ki siz ya Muhammed`in dininden daha iyi bir din üzeresiniz ya da dalâlet kapısını açmaktasınız."
- Halka da olan insanlar da "Vallahi ey ebu Abdurrahman biz hayırdan başka bir şey yapma niyetinde değildik." dediler. Bunun üzerine İbn Mesud: "Nice hayır isteyen vardır ama ona muvaffak olamaz. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir kavimden bahsetti ki onlar Kur`an okuyacaklar boğazlarından geçmeyecek. Allah`a yemin ederim ki bilmiyorum belki de onların çoğu sizdendir" dedi ve onlara sırtını dönüp gitti. Amr bin Seleme diyor ki: "O halkadakileri, Nehrevan günü ( Haricilerle yapılan savaşta), haricilerin safında onlarla beraber bize karşı kılıç sallarken gördük." (Darimî, Sünen 204; Müsnedü’s Sahabe)
Bu rivayette, Abdullah ibni Mesud’un tenkit ettiği şey, yapılan toplu zikir değil, zikir çekenlerin kendisidir. Çünkü zikir çekmeyi kerih görseydi, öyle fakih bir sahabi açık konuşur ve “böyle zikir çekmeyin”, “böyle zikir Allah Resulü zamanında yoktu”, “sizin yaptığınız bidattir” gibi açıklamalarda bulunurdu. Tenkidin zikre değil de zikir çekenlere olduğunu hadisin sonundaki ifadeden de anlıyoruz. Zira en sonda buyruluyor ki: “Bazı Kur’an okuyanların okumaları gırtlaklarından aşağıya gitmez, belki onların çoğu sizdendir.” Bu ifadeden her halde Kur’an okumayın manası çıkmaz. Öyleyse Kur’an okuyanların okuyuş tarzlarına tenkit var demektir ve denilmektedir ki: Okurken şuurluca okuyun, kalbinize indirerek okuyun, zikri de böyle yapın. Öyleyse meseleyi zikrin değil zikir çekenlerin tenkit edilmeleri yönünde değerlendirmek gerekir. Ayrıca size gönderdiğimiz daha önceki cevapta, zikre teşvik eden, zikir meclislerini öven hadisler vardır. O kadar hadis dururken, neyi anlattığı ilk bakışta tam anlaşılmayan bir hadise dayanarak zikir şekillerini reddetmek usulsüzlük olur.
Bu rivayet hakkında şöyle de düşünülebilir: İbni Mesud gibi bir zat, Hariciler hakkında, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem'in söylediği sıfatları biliyordu ve mesciddeki şahısları görünce bunların harici olduğunu anlamıştı. Gerçi o zaman harici ismi yoktu ama bölge ve sıfat olarak tarif edilmişlerdi. Buna binaen İbni Mesud, onlara tavır aldı ve tesbih, tehlil ile değil, bu zamana kadar ümmet-i Muhammed’e (s.a.s) karşı işlediğiniz günahlarınızı sayın da onların istiğfarını yapın demek istemişti. Çünkü tarihen sabittir ki, hariciler, ümmet içerisinde dünya kadar büyük günah işlediler, pek çok adam öldürdüler, fakat hep kendilerini haklı gördüler. Bu kadar günah işlerken bir taraftan da, çok Kur'an okuyorlar ve namazlarını dikkatli kılıyorlardı. İşte İbni Mesud hazretleri, onların bu zıt hallerini ortaya koyuyor ve onları şuurlu olmaya, takvaya davet ediyordu. İşin en doğrusunu Allah bilir.
 
Çay-Şakird Çevrimdışı

Çay-Şakird

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
E Çevrimdışı

ENSARİ

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
bilim adamlarını google üzerinden aranırsa tabiki bulunmaz,google her bilim adamını,doktoru,profösörü vb.indexlemez..yeryüzünde binlerce bilim adamı v.s. var ama isimlerini bile duymayız,zaten duymamızda mantıksızlık olur..birde bu hadisenin tersini yazan reddiye sunan bir yabancı sayfada yoktur oda sadece tr sayfalarında geçer yazılanlar..eğerki bu gerçekse bu zaten onların hiç sayfasında geçmemesi,böyle bir ilim adamının bulunduğunun bile geçmesi haliyledirki google sayfaların yer edinmeside mümkün değildir..
 
E Çevrimdışı

ENSARİ

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
siz olayı tam kavrıyamamışsınız anlaşılan insan harici hiç bir mahlukat yukarıda bahsettiğiniz ibadetlerle yükümlü kılınmamıştırki onlarla kıyaslama yapılsın,ama her mahlukat canlı cansız Allah(c.c.) zikreder..
Dua kulluğun simgesi ve başlı başına bir ibadet olduğuna göre sadece insana has bir olgu değildir. Bu yönüyle kainattaki bütün mahlukat onunla ilgilidir. Toprağın bağrına atılan bir tohum, çatlamak, başını topraktan çıkarmak ve güneşe doğru filizlenmek için dua eder. Ama biz onun dilini anlamayız. Yumurtaları üzerinde yatan kuş, yavruları için dua eder. Ama kendi lisanında. Ağaçlar, mevsimi geldiğinde meyve vermek için dua ederler. Ama insan bunun farkında değildir. İşte müminin kainata bakışı budur. Kur'an-ı Kerim'de buyrulur ki "Kainatta hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı tesbih etmesin, Onu anmasın, Ona dua etmesin. Fakat siz onların bu tesbihlerini, zikirlerini, dualarını fark etmiyorsunuz." (el-İsra, 44)
“Hiç bir şey yoktur ki Allah’ı tespih ve Ona hamd etmesin,” mealindeki âyet-i kerimede geçen “şey” tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır. Her şey Onu tespih eder ve Ona medih ve senada bulunur.
Yine Kur'an'da Allah korkusundan yarılan, dağlardan yuvarlanan taşlardan bahsedilir. Gök gürültüsünün hamd ile Allah'ı tesbih ettiğinden bahsedilir. Peygamber efendimiz "Bu dağ Uhud'dur. O bizi sever biz de onu severiz" buyurur. Yine Peygamberimiz hayvanların kendi dillerince Allah'ı andığını söyler. Evet Allah'tan korkan taşlar, insanları seven dağlar, Allah'ı zikreden canlı veya cansız mahluklar. Müminin kainata bakışı budur. Biz bu mahlukatın dillerini anlasaydık fırtınalı denizin "Ya Celil, Ya Celil" diye zikrettiğini duyacaktık. Dillerini anlasaydık, kedilerin "Ya Rahim, Ya Rahim" diye dua ettiğini işitecektik. Yani sözün kısası sadece insanlar dua etmez. Bütün mevcudat, bütün varlık kendi dilinde dua eder.
Yeryüzünde insan dışındaki canlılara baktığımız zaman esas olarak üç şekilde görürüz: Dik olarak ayakta duranlar: Bitkilerin çoğunluğu ile iki ayaklı hayvanlar gibi. Yarı ayakta, yani, eğik olarak duranlar: Dört ayaklı hayvanlar gibi. Yerde sürünenler: Sürüngen hayvanlarla bâzı bitki çeşitleri gibi. Bu saydığımız mahlûklar, yukarıdaki âyetin ifade ettiği ibâdetlerini, bulundukları şekilleriyle yapmaktadırlar.
Kuran'ın bildirdiğine göre Kainatta canlı cansız her şey Allah'ı zikir ve tesbih eder.
Kur'an'da, yerde ve gökte bulunan her şeyin Allah'ı tesbih ettiği haber verilmiştir: "Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbih etmiştir. O, Aziz'dir, Hakîm'dir" (el-Hadîd, 57/1 ).
Ayetteki "Her şey Allah'ı tesbih etmiştir" ifâdesi, çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Canlı varlıkların Allah'ı tesbih etmeleri, O'nun her çeşit noksanlıklardan ve yüce şanına yakışmayan şeylerden berî olduğunu dil ile ifade etmeleridir. Bütün alimler, canlı varlıkların Allah'ı bu şekilde tesbih ettiklerini söylemişlerdir. Fakat, canlı olmayan varlıkların Allah'ı tesbih etmeleri hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı alimlere göre, canlı olmayan varlıkların Allah'ı tesbih etmeleri, O'nun yaratıcılığına, gücünün her şeye yettiğine delil olarak gösterilmeleridir. Bu şeylerin varlığı, Allah'ın yüceliğini göstermektedir. Onların bu hali, tesbihleridir. Bazı alimler de, cansız varlıkların canlı varlıklar gibi Allah'ı zikrettiklerini söylemişler ve bu hususta delil olarak da yukarıda geçen şu ayeti göstermişlerdir:
"Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu tesbih ederler. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm'dir, çok bağışlayandır" (el-İsrâ, 17/44) .
Bu görüşü savunan alimlere göre, cansız sanılan her şeyde, insanların fark edemedikleri bir canlılık vardır. Bütün eşya, atomlardan meydana gelmiştir. Atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar, akla şaşkınlık verecek bir hızla dönmektedir.
Diğer bazı âlimlere göre, ise, kâinattaki her şey, canlı ve cansız bütün varlıklar, Allah'ın emrindedirler. Yüce Allah, dilediği gibi bu varlıklarda tasarrufta bulunur. Her şey onun emrinin karşısında teslimiyet içerisindedir. Onların tesbihleri, bu teslimiyetleridir (Muhammed Ali es-Sabûnı, Safvetü't-Tefâsîr, İstanbul 1987, III, 319 vd.).
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
mevlüt kandilleri bid.at midir
MEVLİD KANDİLİ
KANDİL GECELERİ BİD’AT’Çİ NİCELERİ
https://www.islam-tr.org/tevhid/12046-kandil-geceleri-bidatci-niceleri-kitap.html



DSC02649.jpg
 
A Çevrimdışı

aslan1987

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
salamualaikum wr wb. abdullah bin masud radiallahuanh hadisi zayiftir. Hadis Analizi :1. Hadis Zayiftir ( Ibni el cezvu, El Zuafa ve El Matrukin Cilt 2,sayfa233, no2601), 2. Hadis zayiftir( Ibni Adi, el kamil fi el zuafa,cilt 5,sayfa122 no:1287),3. Hadi zayiftir (Ibni Hacer, Lisan el Mizan,cilt 4,sayfa 378, no 1128), 4. El Heytemi Mecmua el zevaid kitabinin bab el umma ala al sadaka adli bölümünde hadisi zayif saymistir. 5.Ravi Amr hakkinda onu gören Ibni Main dedi ki: Onun rivayetleri deyersizdir.(el zuafa vel matrukin,sayfa 212 no 3229) 6.Ibn Karras dedi ki : O kabul görmeyen birisidir ( el mugni). 7. Imam Zehebi dedi ki: O en zayiflar arasinda yer alan itibar görmeyen birisidir! (Mizan el itidal, cilt 3, sayfa 293)
 
A Çevrimdışı

aslan1987

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
salamualaikum wr wb kusura bakmayin. darimide gecen rivayet zayiftir ---> Darimi’de geçen rivayet şöyledir:
Amr b. Yahya babasından, o da kendi babasından rivayet ediyor:
Biz, sabah namazından önce Abdullah b. Mes`ud`un kapısının önünde oturuyorduk, çıkınca beraber mescide gidecektik, yanımıza Ebu Musa el Eşari geldi ve "Ebu Aburrahman henüz evinden çıkmadı mı? diye sordu? O`na "Hayır, çıkana kadar bizle otur" dedik. Sonra Abdullah ibnu Mes`ud çıktı ve topluca ona yöneldik. Ebu Musa ona dedi ki: "Ey Ebu Abdurrahman, mescitte bilmediğim bir şey gördüm ve elhamdulillah bu gördüğümü ben hayır zannediyorum." . Abdullah b. Mes`ud "O gördüğün nedir?" diye sordu. O da, "Eğer yaşarsan sen de göreceksin..." "Mescitte halkalar şeklinde oturmuş namazı bekleyen bir topluluk gördüm, her halkada bir adam vardı ve halkadakilerin ellerinde taşlar bulunuyordu. O adam `yüz kere tekbir edin` diyor tekbir getiriyorlar, `yüz kere lâ ilâhe illâllah deyin diyor onlarda lâ ilâhe illâllah diyorlar, `yüz kere tesbih edin` diyor tesbih ediyorlardı." Abdullah b. Mes`ud peki, sen "Onlara ne dedin?" diye sordu? Ebu Musa da "Onlara bir şey demedim, senin görüşünü veya emrini bekledim." diye cevap verdi. Bunun üzerine Abdullah b Mes`ud "Onlara günahlarını saymalarını emretmedin mi, ve hasenatlarının zayi olmayacağını söylemedin mi?" dedi. Sonra bu halkalardan birinin başına hep beraber gidip, durduk. Abdullah b. Mes`ud halkadakilere şöyle dedi: "Sizler ne yapmaktasınız, bu gördüklerim de nedir?" "Ey Ebu Abdurrahman, bu taşlarla tekbirlerimizi, tehlillerimizi ve tesbihlerimizi sayıyoruz. Bunun üzerine İbn Mesud "Günahlarınızı sayın, ben size garanti ederim ki hasenatınızdan bir şey eksilmeyecek. Yazıklar olsun ey ümmet-i Muhammed ne çabuk helak oldunuz! İşte onlar Nebi -sallallâhu aleyhi ve sellem- in sahabesi, aramızdalar ve bakın (kullandığı) elbiseleri, kapları henüz eskimedi bile.. Nefsim elinde olana yemin ederim ki siz ya Muhammed`in dininden daha iyi bir din üzeresiniz ya da dalâlet kapısını açmaktasınız."
- Halka da olan insanlar da "Vallahi ey ebu Abdurrahman biz hayırdan başka bir şey yapma niyetinde değildik." dediler. Bunun üzerine İbn Mesud: "Nice hayır isteyen vardır ama ona muvaffak olamaz. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir kavimden bahsetti ki onlar Kur`an okuyacaklar boğazlarından geçmeyecek. Allah`a yemin ederim ki bilmiyorum belki de onların çoğu sizdendir" dedi ve onlara sırtını dönüp gitti. Amr bin Seleme diyor ki: "O halkadakileri, Nehrevan günü ( Haricilerle yapılan savaşta), haricilerin safında onlarla beraber bize karşı kılıç sallarken gördük." (Darimî, Sünen 204; Müsnedü’s Sahabe)
 
U Çevrimdışı

uranur

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
salamualaikum wr wb kusura bakmayin. darimide gecen rivayet zayiftir ---> Darimi’de geçen rivayet şöyledir:
Amr b. Yahya babasından, o da kendi babasından rivayet ediyor:
Biz, sabah namazından önce Abdullah b. Mes`ud`un kapısının önünde oturuyorduk, çıkınca beraber mescide gidecektik, yanımıza Ebu Musa el Eşari geldi ve "Ebu Aburrahman henüz evinden çıkmadı mı? diye sordu? O`na "Hayır, çıkana kadar bizle otur" dedik. Sonra Abdullah ibnu Mes`ud çıktı ve topluca ona yöneldik. Ebu Musa ona dedi ki: "Ey Ebu Abdurrahman, mescitte bilmediğim bir şey gördüm ve elhamdulillah bu gördüğümü ben hayır zannediyorum." . Abdullah b. Mes`ud "O gördüğün nedir?" diye sordu. O da, "Eğer yaşarsan sen de göreceksin..." "Mescitte halkalar şeklinde oturmuş namazı bekleyen bir topluluk gördüm, her halkada bir adam vardı ve halkadakilerin ellerinde taşlar bulunuyordu. O adam `yüz kere tekbir edin` diyor tekbir getiriyorlar, `yüz kere lâ ilâhe illâllah deyin diyor onlarda lâ ilâhe illâllah diyorlar, `yüz kere tesbih edin` diyor tesbih ediyorlardı." Abdullah b. Mes`ud peki, sen "Onlara ne dedin?" diye sordu? Ebu Musa da "Onlara bir şey demedim, senin görüşünü veya emrini bekledim." diye cevap verdi. Bunun üzerine Abdullah b Mes`ud "Onlara günahlarını saymalarını emretmedin mi, ve hasenatlarının zayi olmayacağını söylemedin mi?" dedi. Sonra bu halkalardan birinin başına hep beraber gidip, durduk. Abdullah b. Mes`ud halkadakilere şöyle dedi: "Sizler ne yapmaktasınız, bu gördüklerim de nedir?" "Ey Ebu Abdurrahman, bu taşlarla tekbirlerimizi, tehlillerimizi ve tesbihlerimizi sayıyoruz. Bunun üzerine İbn Mesud "Günahlarınızı sayın, ben size garanti ederim ki hasenatınızdan bir şey eksilmeyecek. Yazıklar olsun ey ümmet-i Muhammed ne çabuk helak oldunuz! İşte onlar Nebi -sallallâhu aleyhi ve sellem- in sahabesi, aramızdalar ve bakın (kullandığı) elbiseleri, kapları henüz eskimedi bile.. Nefsim elinde olana yemin ederim ki siz ya Muhammed`in dininden daha iyi bir din üzeresiniz ya da dalâlet kapısını açmaktasınız."
- Halka da olan insanlar da "Vallahi ey ebu Abdurrahman biz hayırdan başka bir şey yapma niyetinde değildik." dediler. Bunun üzerine İbn Mesud: "Nice hayır isteyen vardır ama ona muvaffak olamaz. Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir kavimden bahsetti kionlar Kur`an okuyacaklar boğazlarından geçmeyecek. Allah`a yemin ederim ki bilmiyorum belki de onların çoğu sizdendir" dedi ve onlara sırtını dönüp gitti. Amr bin Seleme diyor ki: "O halkadakileri, Nehrevan günü ( Haricilerle yapılan savaşta), haricilerin safında onlarla beraber bize karşı kılıç sallarken gördük." (Darimî, Sünen 204; Müsnedü’s Sahabe)


ZİKİR LE İLGİLİ BİR ŞEY ANLATILMAMIŞ,
ZİKİR KONUSUNDA AÇIKLAMA VAR MI GÖREMEDİM.

ANCAK:
AŞAGIDAKİ KISIM

BENİ VURDU.
BİTİRDİ.
DEHŞET,
TAM İSLAM ALEMİNİ Mİ ANLATIYOR NE.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir kavimden bahsetti ki onlar Kur`an okuyacaklar boğazlarından geçmeyecek. Allah`a yemin ederim ki bilmiyorum belki de onların çoğu sizdendir" dedi

onlar Kur`an okuyacaklar boğazlarından geçmeyecek.

AGLATMALI İNSANI.
 
M Çevrimdışı

Muvahhid Faruk

* لا أمثل إلا نفسي *
İslam-TR Üyesi
Tesbihle Zikirleri Saymak HakkındaTesbih Kullanmanın Caiz Olduğunu Söyleyen Alimler:1. Hanbelilerden Takiyud-Din İbn Teymiyye2. Hanefilerden İbn Nuceym El Mısri3. Hanefilerden Molla Ali El Kari4. Şafi alimlerinden Muhaddis İbnus Salah5. Şafilerden İbnul Hacer El Heytemi El Mekki6. Şafilerin büyüklerindenİmam Muhyid-Din En Nevevi7. Maliki fakihlerinden Sahnun Et Tanuhi8. Meşhur Sofi Cuneyd Bağdadi9. Şafi alimlerindenHafız Veliyud-Din El Iraki Ayrıca bir çok büyük imamlar bile Tesbih kullanmış. Mesela Şeyhul İslam İbn Hacer El Askalani, İmam Ahmed bin Hanbelinhocası olan Yahya bin Said El Kattan.Bu konu ile ilgili Alaeddin Palevinin “Mühim Soruların Cevabı” isimli kitabında da malumat var dileyen o kitaba da baka bilir. Alemlerin Rabbi Olan Allaha Hamd Olsun.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimiçi

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Tesbihle Zikirleri Saymak Hakkında
Bu konu ile ilgili Alaeddin Palevinin “Mühim Soruların Cevabı” isimli kitabında da malumat var dileyen o kitaba da baka bilir.
Alemlerin Rabbi Olan Allaha Hamd Olsun.

Muslumana düşen ihtilaftan uzak durup tesbihi, boncuk ile çekmemektir. Fakat çekene de güzel bir uslubla bunu yapmamasını, İslama göre durumunu anlatmak, buna rağmen çekmekte ısrar ediyorsa bidat işliyorsun diyerek tekfire varan cidallerden uzak durmaktır. Asıl tehlike tesbih ile bidat duaları zikir etmeye çalışmasıdır.

------------------------------------------------

Bilindiği üzere bazı sahabeler zikirlerini taşlarla yapmışlardır. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ise sahabeleri bundan nehyetmemiştir. Hatta Sâ'd b. Ebu Vakkas şöyle demiştir:
“Rasulullah ile beraber bir kadının yanından geçiyorduk. Kadın küçük taşlarla zikir yapıyordu. Peygamber bunu görünce “Sana bundan daha iyisini haber vereyim mi?” dedi ve “Gökteki, yerdeki ve onların arasındaki yaratılmışların sayısınca Allah’ı tesbih ederim” de buyurdu.” (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei)

Bu hadisten anlaşıldığı üzere bu şekilde tesbih kullanarak zikir yapmak caizdir. Şayet bu kötü olsa idi Rasulullah (s.a.v.) nehyederdi.
Bundan dolayı İbn-i Hacer el-Heytemi “Sahabeler ve onlardan sonra gelenler tesbih ile zikir yapmışlardır” demiştir.
Yine aynı şekilde Deylemi “Zikir aleti olarak tesbih ne güzel bir şeydir” demiştir.
İmam Suyuti tesbih aleti ile zikir yapmanın caiz olduğuna dair “el-Minhe fi Şubhe” isimli kitabını yazmıştır.
Aynı şekilde İbn-i Teymiye’de tesbihle zikir yapmanın caiz olduğunu söylemiştir.
Seyyid Sabık Fıkhu-s Sunne’sinde tesbih aletinin caiz olduğunu belirtir. Son dönemde selefilerin alimlerinden sayılan İbn-i Useymin’de bunun caiz olduğunu söylemiştir.
Son dönemde bazı ehli ilim ise İbn-i Mes’ud’un fetvasına dayanarak tesbihle zikir yapmanın caiz olmadığını söylemişlerdir.
Hal ne olursa olsun bu konuda bir ihtilafın olduğu malumdur. Bu yüzden ihtilaf adabına dikkat ederek birbirimizi bid’atcilik ile suçlamamamız ve bu konuyu Müslümanların arasında birlik ve beraberliği bozacak bir noktaya taşımamamız gerekmektedir.

(Alaeddin Palevi ; Mühim Soruların Cevabı, S :182)

İlgili hadis şöyledir :

Sâ'd b. Ebî Vakkas'tan rivayet edildiğine göre Sa'd (r.anh) :
Rasulullah (s.a.v.)'le birlikte bir kadının yanına girdi. Kadının önünde hurma çekirdekleri veya çakıl taşlan vardı. Onlarla teşbih çekiyordu. Bunu gören Rasulullah (s.a.v.): "Sana bundan daha kolayını -veya (Buradaki edatı, aslî manasında "veya" diye anlaşılabileceği gibi vemânalarına da gelebilir.mânâsına alınırsa, daha kolay, üstelik daha ustun" şeklinde terceme etmek gerekir.) daha üstününü- haber vereyim: "Allah'ın gökyüzündeki yaratıkları sayısınca "Subhanallah", yeryüzündeki yaratıkları adedince, bunlar arasındaki yaratıkları sayısınca, yine bunlar kadar bunlar kadar "el-hamdulillah" onlar miktarınca "la ilahe illallah" ve yine onlar kadar "la havle vela kuvvete illa billâh" buyurdu.

(Ebu Davud, Salat, Bab 24, Hadis no : 1500; Tirmizî, Deavât 113: Hâkim, el-Mustedrak, I, 548)
Teşbihin kullanılmasına cevaz verenler dâhi bunu riya ve gösterişe vesile olmamasını şart koşarlar. Böyle yapılırsa, veya boyuna takılırsa ya da elde oyuncak gibi çevrilirse, buna musaade edilmez.

"Medhal" sahibi (Abdussettar Efendi) şöyle der: "Zamanımızdaki bazı mutasavvıfların teşbihi boyunlarına asmaları en çirkin bid'atlerdendir. Âlim zannedilen bazılarının, kadınların kollarındaki bilezikler gibi ellerine teşbih almaları, bu halde insanlarla bazı ilmî veya başka mes'eleleri konuşmaları, kollarım sağa sola sallamaları, boyunlarına teşbih asan mutasavvıfların hâline benzer. Bir kısım insanlar da teşbihi ellerine alıp sanki zikir yapıyormuşlar gibi tek tek çekerler. Buna rağmen onlar, insanlarla luzumsuz şeyler konuşurlar, gıybet ederler. Malûmdur ki, insanın bir tek dili vardır. Başkasıyla konuşurken zikir yapması düşünülemez. O halde bu durumda elde teşbih tutma riyadır, gösteriştir, bid'attir."

Görüldüğü gibi yukarıdaki ifâdeler, yapılan zikirleri saymak için teşbih çekmenin caiz, gösteriş veya oyuncak için elde tutmanın bid'at olduğunu gösterir. Zaten yolda sokakta elinde teşbihle gidenleri müslümanlar ya hafifliğe ya da gösterişe hamlederler. Bu tip davranışlardan hoşlanmazlar.


Konuyla ilgili diğer hadis-i şeriflerde ise ;

...Yuseyra (r.anha)'dan rivayet edildiğine göre; "Rasûlullah (s.a.v.) kendilerine (kadınlara) tekbir, takdis ve tehlili gözetip devam etmelerini ve parmaklarının uçlarıyla saymalarını emretmiştir. Çünkü bu azalardan (yaptıkları) sorulacak, konuşmaları istenecektir".

(Ebu Davud, Salat, Bab 24, Hadis no : 1501; Tirmizî, deavât 71, 120; Ahmed b. Hanbel, VI, 371)
(Yuseyra bint Vâsir.
Ensardan veya muhacirlerden olduğuna dair rivayetler vardır. Munzirî, ensardan; Ibn Hıbban ise, Muhacirlerden olduğunu söyler. Kunyesi Ummu Yâsir veya Ummu Humeyza'dir. Ebu Dâvûd ve Tirmizî kendisinden hadis rivayet etmişlerdir. İbnu'1-Esir, Usdu'l-ğâbe, VII, 296; İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 429)


Hadisin Tirmizî'deki rivayeti "Ey kadınlar taifesi! parmak uçlanyla sayınız, çünkü onlara sorulacak, konuşmaları istenecektir" şeklindedir. Ahmed'in rivayeti ise, Peygamber'in "ey mu'min kadınlar..." şeklindeki hitabıyla başlamaktadır.
Hitabın kadınlara yönelik olmasına sebeb, sözün kadınlara karşı yapılan bir konuşma esnasında söylenmiş olmasıdır.
Hadis-i Şerifte tavsiye edilen ikinci konuda söylenen zikirlerin parmak uçlanyla sayılmasıdır. Bu ifâdeden, yapılan zikirlerin teşbihle değil, parmaklarla sayılmasının efdal olduğu anlaşılmaktadır. Bu üstünlüğe sebeb hadisin devamından anlaşıldığına göre, insan vücudundaki organların dünyada yaptıklarını hesab gününde haber verecekleri gerçeğidir. "O günde kendi dilleri elleri ve ayakları aleyhlerinde yapıyor içliklerine şahidlik edecektir" (Nur 24) mealindeki âyet bu hususa delâlet etmektedir.

"...Abdullah b. Amr (r.anhuma)'den; demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.v.)(parmak uçlarıyla) sayarak teşbih çekerken gördüm."

(Ebu Davud, Salat, Bab 24, Hadis no : 1502; Nesaî, sehv 91, 98; Tirmizî, deavat, Bab 25, Hadis no: 3411; îbn Mâce, ikâmetu's Salat, (27) 32; Ahmed b. Hanbel, II, 161, 205)

İbn Kudâme: "sağ eliyle" dedi.

İlgili Konu :

Tesbih Neyle Çekilir?

https://www.islam-tr.org/zikir-tesbihat-mevlud-cevsen-muska-ve-dualar/27460-tesbih-neyle-cekilir.html
 
Üst Ana Sayfa Alt