Et- Tekfir Akımının Bugünkü Durumu
1970'li yılların başında Mısır'da, et-Tekfir akımının yayılışı çok hızlı bir şekilde olmuştur. Bunun sebeplerini şu şekilde belirlemek mümkündür:
a- O sıralarda ortamın musait bulunması,
b- Gelenekçi Mısır halkı karşısında etkili ve çekici olan "nass" silahını kullanması,
c- Cemaat, fertlerinin gayretli çalışmaları sayesinde, davete ehil geniş bir kadroya sahip bulunması.
Akımın, küfrüne hükmettiği düzene karşı takındığı uzlet tavrı, bir zaman sonra akımın gelişmesi yolunda büyük bir engel haline gelmiştir. Bu bağlamda, akımın her hareket ve çabası kontrol altına alınmış ve ekonomik yönden güçsüz duruma düşürülmüştür. Böylece önüne, hiç beklenmedik problemler çıkmıştır. Oysa akım, düzenle belirli bir ilişkiye girmiş olsaydı, bütün bunlar olmayacaktı.
İşte belki de bu sebepler dolayısıyla Şükri Mustafa, akım mensuplarını çalışmak için dışarıya göndermeye başlamış, böylece de cemaatin çalışmalarını kamufle edebilecek gerekli imkanları elde etmeyi başarmıştır. Bu düzenlemeler ile bir takım küçük cemaatlere karşı üstünlük sağlamasına ve "davet" görevini yüklenerek bütün çalışmalarını buna hasredecek elemanların yetiştirilmesine rağmen; bu imkanların iyi değerlendirilmemesi, akım için sonun başlangıcı olmuştur.
Akımı tehdit eden iç ihtilaflar belirlemeye başlayınca, akımdan ayrılanları cezalandırmak için kan dökmeye varıncaya kadar, bütün yöntemler uygulanmaya başlanmıştır. Kahire'nin muhtelif bölgelerinde, cemaat mensuplarına karargah vazifesi gören birçok yurt ve evlere, bir çok vasıtaya sahip durumda bulunan et-Tekfir akımı eski Evkaf Bakanı Şeyh ez-Zehebi’yi kaçırarak, öldürme eylemini gerçekleştirmiştir. İşte bu eylemden sonra, akım için zor günler ve dağılma dönemi başlamıştır.
Bu dönemde et-Tekfir cemaatine saldıran tek İslamî şahsiyet ez-Zehebi değildir. Ezher'e ve diğer akımlara mensup bir çok kişi de, bu akıma hücumlar yöneltmekteydi. Bu hücumlara karşılık olmak üzere, et-Tekfir akımı hareket çizgisini aşarak saldırılarda bulunmaya başlayınca, 1977 senesinde 6 nolu kararla Askerî Mahkemeye sevkedildiler. Burada sürdürülen yargılamalar sonucunda, başta Şükri Mustafa olmak üzere dört kişinin idamına, cemaatin bazı fertlerinin de uzun mahkûmiyet cezaları almasına hükmedildi. Şükri'nin idamından sonra cemaat şiddetli bir şekilde sarsılmış ve akım parçacıklara ayrılmıştır.
Şeyh ez-Zehebi’nin öldürülmesinden sonra, müslümanlar arasındaki nüfuz ve etkinliğini zaten büyük ölçüde yitiren et-Tekfir akımı, 1970’li yılların sonlarına doğru hükümetin İslamî akımlara karşı gerçekleştirdiği manevralardan etkilenerek, abluka altına girmiş bulunuyordu. Bu haliyle eski çekiciliğini ve varlığının gerekçesini yitirerek eski moda bir akım durumuna düşmüştü.
1981 Eylül ayındaki tutuklama kararları ile diğer İslamî akımlar gibi et-Tekfir akımı da büyük bir darbe yemiş; akım saflarında gerçekleştirilen tutuklamalar 1984 yılına kadar sürmüştür. Bu yeni şartlar karşısında et-Tekfir akımı, geçmişteki birçok tutum, davranış ve görüşlerinde değişikliklere gitmeye başlamıştır.
Bu cümleden olmak üzere, durumlarını gizleyebilmek amacıyla mensuplarına sakal traşını serbest bıraktıkları gibi; kadınların yüzlerindeki peçeyi kaldırmalarını, belli sınırlar içinde hükümette görev almayı, batı tipi elbiseler giymeyi de serbest bırakmışlardır. Ayrıca, akımla diğer İslamî akımlar arasındaki ilişkilerde gelişmeler gözlenmiştir. Bu değişme ve gelişmelerin ortaya koyduğu şey, et-Tekfir akımının da eninde sonunda esneklik metoduna sarılmanın zorunluluğuna inanmış olmasıdır. Gerçekte bu durum, akımın lehine olumlu bir puan olarak kaydedilmelidir.
Şükri Mustafa'nın, et-Tekfir akımının fikriyatını oluşturan yazmaları 4 bin sahife tutmaktadır. Bu yazılar gibi, cemaatin bazı mensupları tarafından yazılan siyasî konuşmalar ve cemaatin tutumlarıyla ilgili diğer eserler de henüz ortaya çıkmamıştır. Bu eserlerden bir kısmı Şükri Mustafa'nın yazdığı "Usul" doğrultusundaki eserler olmakla birlikte, bir kısmı da Şükri ile birlikte idam edilen yeğeninin yazılarıdır.
Bu yazı ve eserlerin gizli tutulması veya, kendi fikir ve düşüncelerini ortaya koyan bir yayın çıkarma girişiminde bulunmayışı, akımın, uzlet anlayışı ile sahip oldukları fikirlerden herhangi bir şüphe duymamasına bağlanabilir. Akıma göre, insanlık tarihine kesinlikle et-Tekfir cemaatinin itikadı hakim olacaktır. Bu gizliliğin bir başka nedeni ise, cemaatin saflarına alacağı elemanların seçiminde, sadece ferdî çalışmaya dayanan gizlilik prensibini benimsemiş olması ile, açık tebliğe ve harekete değer vermemesi olarak düşünülebilir.
Şükri'nin düşüncelerinin gün ışığına çıkmasına engel olan sebepler ne olursa olsun, akımın hükümet ve diğer İslamî akımlar tarafından abluka altına alındığı bir gerçektir. İşte bu husus, akımın, çizgisinde (aktif) bir rol ortaya koyacak, davayı savunacak, dikkatleri üzerine çekecek şekilde kadrolaşmasına engel teşkil etmektedir.
Et-Tekfir akımının gerçek yüzünün anlaşılması konusunda, Şükri'nin bazı yazmaları ve cemaat fertleri arasında ortaya atılan düşünce ve münakaşalarından başka, hiç bir kaynak bulunamamaktadır.
Bu gün akım elemanlarının birçoğu Suudi Arabistan, Irak ve Ürdün'e yerleşerek, çalışmalarını sadece ekonomik sahaya hasretmişlerdir. Bununla cemaatin güçlenmesi ve genişlemesine katkıda bulunmayı amaçlamaktadırlar. Bu ekonomik amaçlı göçlerin neticesinde ise, Mısır, akım için merkez olma özelliğini kaybetmiştir. Öyle ki, buradaki elemanlar Mısır yönetiminde, kendi can güvenliklerini bile koruyamaz durumdadırlar.
1981 yılında meydana gelen olaylar ve tutuklama kararlarıyla başlayan hareketler; hapishanede et-Tekfir akımıyla diğer akımlar arasında meydana gelen çatışmalar; Ezher Üniversitesi'nin yönlendirdiği yayın savaşı ve beyin yıkama faaliyetleri neticesinde, cemaat mensuplarından bir çok ferdin, düzene ve Şükri Mustafa'ya karşı görüş ve tutumlarında değişiklikler görülmeye başlanmıştır.
Mısır'da İslamî alanda birbirini takip eden olaylardan sonra et-Tekfîr akımı, Şükri Mustafa'nın belirlediği sınırları aşarak, daha bir çok aşırılıklara varan çeşitli kollarca temsil edilmektedir.
Bugün Mısır'da, çağdaş et-Tekfir akımı, geçmişte saflarında bulundurduğu ehliyetli kişilerden ve üniversite öğrencilerinin desteğinden mahrum bulunmaktadır. Akım mensuplarının çoğunluğunu kendi alanında çalışan çarşı-pazar esnafı oluşturmaktadır. Akım davetçileri son zamanlarda bütün gayretlerini bu yönde yoğunlaştırmışlardır.
(Salih El-Verdânî, Mısır'da îslâmî Akımlar Fecr Yay. s. 98-119)
Et-Tekfîr akımı ile diğer İslamî akımlar arasındakiönemli ihtilafları gösteren tablo
et-Tekfir------------------------------------------------Diğer İslami Akımlar
1 "Hükümetler kafirdir" anlayışı---------------- ----Bazı akımlar bu görüşü paylaşmaktadır.
2Geleneği ve geçmiş birikimi reddetmek------------
3Hicret -----------------------------------------------------
4Uzlet -------------------------------------------------------Bazı akımlarda mevcuttur.
5Cihada karşı çıkmak -----------------------------------Bazı akımlarda mevcuttur.
6Bütün mescitler DIRAR'dır ----------------------------Değildir
7Toplum kafirdir -------------------------------------------Değildir.
Et-Tekfir akımının fakihler'den ayrıldığı başlıca önemli noktaları gösteren tablo
et-Tekfir------------------------------------------------Fakihler
1 Şirk bir bütündür, bölünmez ---------------------Şirk iki kısımdır: Büyük şirk, küçük şirk
2 Günah şirktir------------------------------------------Günah şirk değildir
3 Günahta ısrar eden kafirdir------------------------Günahta ısrar eden müslümandır
4 İçtihad nassın mevcut olduğu durumda yapılır.--İctîhad nassın mevcut olmadığı durumlarda yapılır.
5 Cehennem, oraya girenler için ebedidir----------Cehennem ancak kafirler için ebedidir.
6 Büyük günah işleyen kafirdir-----------------------Büyük günah işleyen müslümandır.
7 Mukallîd kafirdir --------------------------------------Mukallîd müslümandır.
8 İcma, kıyas ve mesalih-ı mursele ve diğer fıkıh esaslar batıldır --Usul-u Fıkıh sahihtir.
Mısır'da doğan ve daha sonra halkında müslümanların yaşadığı diğer coğrafyalara yayılan tekfir cemaatinin bu özelliklerini ve fikir yapılarını tanıdıktan sonra bazı okuyucuların "ya demek ki falan filan görüşün savunucuları bunlarmış" diye düşüneceklerini varsayıyoruz. Bunun yanında düşüncelerinde netlik sağlayamamış, "vasat ummetin" eri olamamış bazı kişilerin de yukarıda fikirleri aktarılan Şükrî Mustafa'yı nasıl taklit ettiklerini de rahatlıkla görebilmekteyiz.
Yazar Salih El-Vardanî'nin de belirttiği gibi Mısır ulemasından Hasan El-Hudaybî "Tekfir Grubu ve Şükrî Mustafa"nın görüşlerini çürütmek amacıyla özel bir eser hazırlamıştır. Hudaybî bu eserinde Tekfir Cemaatinin fikirlerini Kur'an ve sünnetten apaçık delillerle çürütme yolunu tutmuş bu arada tekfire kaynaklık ettirilen bazı alimlerin -bazı- görüşlerini de aşırılığa kaçmadan eleştirmiştir, örneğin, Seyyid Kutub'un; Arapların tevhid kelimesinin manasını bildikleri için red ya da kabul ettikleri hususundaki görüşü Mevdudi’den aldığını belirterek Mevdudî'yi bu konuda şöyle eleştirmektedir:
"Evvela bizler onun Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderilmesinden önce, Arap'ların arasında uluhiyet, ibadet ve din kelimelerinin manalarının bilindiklerini, bundan sonra bu manaların kaybolarak değiştiklerini ve daha önceki genişlikleri daralarak, sınırlı manalara haps edildiklerini ileri sürmesine cevap vermek istiyoruz.
Bununla ilgili olarak Allah'tan yardım dileyerek şöyle deriz:
Herşeyden önce bu tesbit, gerçek durum ile uyuşmamaktadır. Çünkü bu kelimelerin Cahiliye dönemindeki yaygın manaları ne olursa olsun, Kur'an-ı Kerim bu kelimelerin her birisinden neyi kastettiğini belirleyerek, sınırlarını çizerek gelmiştir. Bu kelimelerin her birisinden hangi anlamı kastettiğini de bildirmiş ve en ileri noktada açıklama getirmiş, herhangi bir kapalılık, ya da karışıklığa meydan vermeyecek şekilde her bir kelimenin manasını açık, seçik bir şekilde ortaya koymuştur. O bakımdan Kur’ân-ı Kerim'in bu açıklayıcılığı, bizlerin bu kelimelerin Kuran'ın nüzulünden önce sözlük manalarının ne olduğunu araştırmamıza gerek bırakmamıştır.
Hiç bir Müslümanın; Kur'ân-ı Kerim'in getirmiş olduğu açıklamaların daha sağlam, daha açık, daha kapsamlı ve daha yüce olduğundan şüphesi olamaz. Daha doğrusu Kur'ân-ı Kerim'in beyanının gereği ne ise; onun alınması gerekir. Bu mananın onun nüzulünden önceki manalara uyması, ya da uymaması arasında herhangi bir fark yoktur.
Kur'ân-ı Kerim'in kendisi ulûhiyetin, rubûbiyetin, ibadet ve dinin ne gibi anlamlar taşıdığını ortaya koyan apaçık ayetlerle dolup taşmaktadır. Yüce Allah'ın kitabı'nı okuyan bir kimsenin karşısına çıkan ilk ayet-i kerime: "Bismillahirrahmanirrahîm."dir. Hiç şüphe yok ki bu ayet-i kerime lafza-i celalin bir çeşit tanımını kapsamakta ve hemen bunun akabinde diğer tarifler peşpeşe gelmektedir.
"Hamd, alemlerin rabbi, rahman, rahîm ve din gününün mutlak hakimi olan Allah'a muhsustur. (Allah'ım) yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz. Sen bizleri dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna; gazap ettiklerinin ve sapıklarınkine değil!" (Fatiha surasi)
Bütün hamd ve sena, alemlerin Rabbi olarak, yalnız O'nundur. Yani O, bütün mahlûkat üzerindeki tasarruf sahibi, mutlak malik, hesap gününün, Kıyamet gününün yegane malikidir. O, yalnız kendisine ibadet edilendir ve kendisinden başkasına asla ibadet edilmez. O, kendisinden yardım istenendir ve yalnız kendisine tevekkül edilir. Hayır ve felahı kapsayan hidayete iletmek de yalnız O'ndan istenir."