İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler
İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
ÇözüldüBir Had Cezasını Dâhi Uygulamayan Küfre Girer mi?
Es selamu aleykum we rahmetullah,
Herhangi bir had cezasına inanan ama uygulamayan kafir olur mu? Bu bağlamda Yezid b. Muaviye, Hüseyin(ra)'nin katillerine had uygulamadığından dolayı tekfir edilebilir mi?
İhtilaflı bir meseledir. Allahın indirdiği hükme ve haddine iman ettiği halde (Kur'andaki hükmü değiştirmeden, delilledri tahrif ederek meseleyi farklı bir mesele gibi değerlendirerek Allahın hukmunu vermemek.) heva heves, makam mevki, adam kayırma veya çeşitli sebeblerden dolayı haddi tatbik et(e)meyenin, her ne kadar kufur işlemiş olsa da (Kufrun dune kufr - insanı kafir etmeyen küçük küfür) Allahın indirdiği hükme iman etmeyerek tatbik etmeyen gibi aynı kategoriye (kâfir) girmeyeceğini, olmayacağını düşünüyorum.
Allah’ın İndirdikleri ile Hükmetmeyenlerin Hükmü
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“… Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide 44)
“… Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.”(Maide 45)
“… Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar fâsıkların ta kendileridir.”(Maide 47)
Görüldüğü gibi zikredilen bu üç ayetten biri bunların kâfir olacaklarını, diğeri zalim olacaklarını, üçüncüsü ise fasık olacaklarını beyan etmektedir. Bu ayetlerin beyan ettiği sıfatlar, ayrı ayrı sınıfların sıfatları mı yoksa aynı sınıftaki insanların çeşitli sıfatları mı oldukları meselesi, ümmetin önceki âlimlerini çokça meşgul ettiği gibi, günümüzdeki âlimleri de hayli yormaktadır. Çünkü günümüzde Müslüman geçinen, hatta bazılarının anayasalarında dinlerinin İslam olduğu tescil edilen devletlerde dahi İslam’ın ya tamamı veya tamamına yakın bölümü kaldırılmış, yerine kokuşmuş Roma hukukundan ve gayrimüslimlerin örf ve âdetlerinden teşekkül eden beşerî kanunlar getirilmiştir. Bunu muşahede eden samimi âlimler bir yandan bu faciayı işleyen veya buna rıza gösteren, diğer yandan da İslamî emirlerin bir kısmını yerine getirmekten geri kalmayan bu insanlar hakkında, kâfir veya Müslüman demekte oldukça zorlanmışlardır. Bazıları kâfirliklerine kesin karar vermiş diğer bazıları meselenin içinden çıkamadıklarından bunların durumlarını Allah’a havale etmişlerdir. İşte bu nedenle Allah’ın nizamı ile hükmetmeyenler hakkındaki geçmiş ve günümüz müfessirlerinin görüşlerini serdetmede fayda müulahaza edilmiştir. Biz burada rivayet tefsirlerinden H. 310’da vefat eden Taberî’nin tefsirinden, H. 671’de vefat eden Kurtubî’nin tefsirinden ve hicrî 1270’te vefat eden Alûsî’nin tefsirinden konu özetleyerek almaya çalıştık. Diğer yandan çağdaş müfessir Şehid Seyyid Kutub’un Fî Zilâli’l-Kur’ân tefsirinden, şehid Abdullah Azzam’ın Fî Zilâli Sûreti’t-Tevbe eserinden, Ustad Mevdûdî’nin Tefhîmu’l-Kur’ân tefsirinden, şehid Abdulkadir Udeh’in Risaleler’inden ve Şinkîtî’nin Edvâu’l-Beyân tefsirinden konu ile ilgili alıntılar yaptık.
Birinci Olarak: İbni Cerîr et-Taberî’nin İzahı Taberî bu ayetlerle ilgili olarak şu görüşleri rivayet etmiş ve şöyle demiştir: “… Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” (Maide 44) “… İşte onlar zâlimlerin ta kendileridir”(Maide 45), “… İşte onlar fâsıkların ta kendileridir.” (Maide 47)
Ayetlerden birinci ayette geçen “kafirler”den kimlerin kast edildiği hususunda âlimler farklı görüşler zikretmişlerdir.
1. Âlimlerin bir kısmına göre: Buradaki kâfirlerden maksat, iman etmemiş olan kâfirler, bir de dinlerini tahrif edip değiştiren Yahudîler’dir.
Bu görüş Sahâbîlerden olan Berâ’ b. Âzib’den ve tâbiînden olan Ebû Sâlih es-Semman, Dahhak b. Muzahim, İkrime b. Abdullah, Katade b. Diame es-Sedusî ve Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe’den nakledilmiştir.
● Abdullah b. Murra rivayet ediyor ki; Berâ’ b. Âzib şöyle demiştir:
“Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) yanından yüzü kömürle karartılmış ve dövülmüş bir Yahudî geçti. Bunun üzerine Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Yahudîleri çağırarak: ‘Siz zina eden kimsenin cezasını kitabınızda böyle mi buluyorsunuz?’ diye sordu.
Yahudîler: ‘Evet’, dediler.
Muteakiben onların âlimlerinden birini çağırdı ve ‘Sana, Tevrat’ı Musa’ya indiren Allah hakkı için soruyorum! Zina edenin cezasını kitabınızda böyle mi buluyorsunuz?’ dedi.
O: ‘Hayır! Eğer bana Allah hakkı için demeseydin sana haber vermezdim! Biz o cezayı recim buluyoruz. Fakat bu iş eşrafımız arasında çoğaldı. Artık o hale geldik ki, şerefli birini yakalarsak onu bırakıyorduk; zayıfı yakalarsak ona cezayı uyguluyorduk. Dedik ki: Geliniz soyluya da, soysuza da tatbik edeceğimiz bir şey üzerine ittifak edelim ve kömüre boyamakla dayak vurmayı recmin yerine koyduk.’
Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘Ey Allah'ım! Bunların öldürmüş olduğu senin emrini ilk dirilten benim” buyurdu ve emir verdi, Yahudî recmolundu.
Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah: ‘Ey Peygamber! Küfre koşuşanlar seni üzmesin!...’ (Maide 41) ayet-i kerîmesini: ‘Size bu getirilirse onu hemen alın!’ bölümüne kadar indirdi.
Yani diyorlardı ki: ‘Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) gidin! Şayet size kömürlemekle dayağı emrederse onu alın! Ama recimle fetva verirse kaçının onu almayın!..’ Bunun ardından Allah Teâlâ: ‘… Her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.’ (Maide 44)
‘… Her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.’ (Maide 45)
‘…Her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fâsıkların ta kendileridir.’ (Maide 47) ayetlerini indirdi. Bunların hepsi kâfirler hakkındadır.” (Muslim, Hudud, bab. 28, hadis no: 1700; Ahmed bin Hanbel, Musned, IV, 286)
Evet, bu hadis-i şerifte Bera b. Azib, bu ayetlerin kâfirler hakkında indiğini rivayet etmiştir.
■ Ebû Sâlih es-Semman şöyle demiştir: “Bu ayetlerden herhangi biri Müslümanlarla alakalı değildir. Bunların hepsi kâfirler hakkındadır.
■ Dahhak b. Muzahim “Bu ayetler ehl-i kitab hakkında inmiştir” demiştir.
■ İkrime b. Abdullah “Bu ayetlerin hepsi Allah’ın kitabını bıraktıkları için ehl-i kitab hakkında inmiştir” demiştir.
■ Katade b. Diame “Bize zikredildiğine göre bu ayetler Yahudîlerin liderleri hakkında indirilmiştir.” demiştir.
■ Ebû ez-Zinad diyor ki:
“Biz Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes’ud’un yanında bulunuyorduk. Bir adam onun yanında bu üç ayeti okudu. Ubeydullah; ‘Ona dikkat edin Allah’a yemin olsun ki insanların birçoğu bu ayetleri inmediği kimseler hakkında yorumluyorlar. Bunlar Yahudîlerden iki kabile hakkında inmiştir. O kabileler Kurayza ve Nadiroğullarıdır.’ Sonra, Ubeydullah Yahudîlerin ileri gelenleri ile eşrafı arasında öldürülenin diyetini ne kadar takdir ettikleri meselesini anlattı ve dedi ki: ‘Onlar ileri gelenlerinin diyetini yüz vesk, zayıflarının elli vesk olarak takdir etmişlerdi. Nihayet Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ye geldi. Zayıflarından biri, ileri gelenlerden birini öldürdü. Zayıfın mensub olduğu kabile zayıflara biçilen diyetin iki katını ileri gelen kabileye vermemekte diretti. Yahudîler, Müslümanlar içine sızdırılan bir münafık yoluyla Rasûlullah’ın bu konudaki görüşünü öğrenip ondan sonra onun huzurunda muhakeme olunmayı istedi. Bunun üzerine Allahu Teâlâ, bunların durumunu peygamberine bildirdi ve şöyle buyurdu: ‘Ey peygamber küfre koşuşanlar seni üzmesin.’ Bu ayet ve bundan sonra gelen ‘…Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar kâfirlerin ta kendileridir, Zalimlerin ta kendileridir, Fasıkların ta kendileridir.’ bölümüne kadar birlikte indi. Bu ayetler birbirleriyle çekişen iki Yahudî kabilesi hakkında nazil olmuştur.’ (Taberi Tefsîri, IV, 164)”
2. Diğer bir kısım âlimlere göre: Maide suresinin kırk dört, kırk beş ve kırk yedinci ayetlerinde geçen küfürden maksad dinden çıkarmayan, küfürden daha alt derecede bir küfür, zulümden maksad bilinen zulümden daha alt derecede bir zulûm, fıskdan maksad da bilinen fıskdan daha alt derecede bir fıskdır.
Bu görüş ise, Sahâbîlerden Abdullah b. Abbas’tan, Tabiînden Ata’ b. Ebî Rebah, Tâvûs b. Keysan ve Huseyin’in oğlu Ali’den rivayet edilmiştir.
■ Tâvûs ve oğlundan şu rivayet edilmiştir. Abdullah b. Abbas’a “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” ayet-i kerîmesi hakkında “Bunu yapan kâfir olur mu?” diye sorulunca, Abdullah b. Abbas şöyle demiştir: “Evet böyle yapanın bunu yapması küfürdür. Fakat bu küfür, Allah’ı, ahiret gününü, şunu ve şunu inkâr etme manasında bir küfür değildir.”
■ Hâkim en-Neysaburî şunu rivayet etmiştir. “Tâvûs, Abdullah b. Abbas’a bu ayetin manasını sormuş, o da ‘Buradaki küfürden maksat, sizin anladığınız küfür değildir. Bu küfür kişiyi dinden çıkaran bir küfür değildir. Bu küfür dinden çıkaran küfrün daha alt derecesinde bir küfürdür.’ demiştir.” (Hâkim, Mustedrak, II, 313. -Mâide Sûresi Tefsîri ayet, 44- Beyhaki, Sunenu’l-Kubra, VIII, 38, Hadis no: 15854)
■ İbni Cureyc ve Eyyûb b. Ebî Temime de Ata’ b. Ebî Rebah’ın şunu söylediğini rivayet etmiştir:
“Bu ayetlerde zikredilen küfür, zuluûm ve fısktdan maksad, dinden çıkaran küfürden daha alt derecede bir küfür, bilinen zulûmden daha alt seviyede bir zulûm ve bilinen fıskdan daha alt seviyede bir fıskdır.”
■ Saidu’l-Mekki b. Tâvûs’un “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” ayeti hakkında, “Buradaki küfürden maksad, dinden çıkarmayan küfürdür” dediğini rivayet etmiştir. (Tefsîri Taberi, IV, 163, 164)
3. Üçüncü bir kısım âlimlere göre: Mâide Sûresi’nin kırk dördüncü ayetinde geçen “kafirler”den maksad, Allahu Teâlâ’nın indirdiğine iman etmeyerek onunla hükmetmeyenlerdir. Kırk beşinci ayetteki “zalimler”den ve kırk yedinci ayetteki “fasıklar”dan maksad ise, Allahu Teâlâ’nın indirdiğine iman ettikleri halde onlarla hükmetmeyenlerdir.
Bu görüşü, Ali b. Ebî Talha, Abdullah b. Abbas’tan rivayet etmiştir. Ali b. Ebû Talha diyor ki:
“Abdullah b. Abbas ‘… Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.’ ayet-i kerîmesi hakkında şunu söyledi: ‘Kim Allah’ın indirdiklerini inkâr edib onlarla hükmetmezse kâfir olur, kim de indirdiklerine iman eder de onlarla hükmetmezse işte o zalim ve fasık olur.’(Tefsîri Taberi, IV, 163, 164)”
4. Dördüncü bir görüşe göre: “Allahu Teâlâ’nın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”, ayetinden maksad, Müslümanlardır. “Zalimlerin ta kendileridir.” ayetinden maksat, Yahudîlerdir, “Fasıkların ta kendileridir.” ayetinden maksad ise, Hristiyanlardır.
Bu görüşü, Zekeriya b. Ebî Zaide b. Ebî’s-Sefer, İbni Şubrume ve Cabir b. Zeyd, Amir eş-Şabi’den rivayet etmişlerdir.
■ Alûsî diyor ki: “Bu görüşe göre mûminlerin hali Yahudî ve Hristiyanlardan daha kötüdür. Ancak burada şunu söylemek mümkündür. Küfür mûminlere isnat edildiğinde bu ağırlaştırılmış sert bir ifade olarak kabul edilir, gerçek küfür sayılmaz. Kâfirlere fısk ve zulûm isnad edildiğinde ise onların küfürlerinde azdıklarını onda ısrar ettiklerini ifade eder. Nitekim İbnu’l-Munzir’in, Hâkim’in ve Beyhaki’nin Abdullah b. Abbas’tan naklettikleri şu görüş bunu desteklemektedir:
‘Buradaki küfür sizin zannettiğiniz dinden çıkaran küfür değildir. Dinden çıkaran küfrün dışında daha alt derecede bir küfürdür.’ (Âlusi’nin Ruhu’l-Meani Tefsîri, VI, 145-146)
5. Diğer bir kısım âlimlere göre: “Allahu Teâlâ’nın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” ayetinden maksat, Allahu Teâlâ’nın kitabını bırakıb kendisi kitap yazan ve bu kitabının Allah tarafından olduğunu iddia eden kimsedir. Böyle bir kimse kendi yazdığı ve Allah’ın kitabı olduğu iddiasında bulunduğu kitapla insanlara hükmederse, kâfir olur. Bu görüşü İbnu Vehb, İbnu Zeyd’den nakletmiştir. (Taberi Tefsîri IV, 164)
6. Başka bir kısım âlimlere göre: Her ne kadar bu ayetler aslında ehl-i kitab hakkında indirilmişse de bunlardan maksad, Müslüman olsun kâfir olsun bütün insanlardır. Her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse o kâfirdir.
Bu görüş, Sahâbîlerden Abdullah b. Mesud, Huzeyfetu’l-Yemân’dan, tâbiînden İbrahim en-Nehaî, Hasan Basrî ve Suddî’den rivayet edilmiştir.
■ Alkame ve Mesruk, Abdullah b. Mesud’dan rüşvet almanın hükmünü sormuşlar.
O da: “Bu haramlardandır” demiş, “bir insan rüşvet alır da Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse de mi böyledir” demişlerdir.
O da “Bu küfürdür” demiş ve “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” ayetini okumuştur.
■ Hâkim en-Neysaburî, Abdurrazzak ve İbni Cerir et-Taberî şunu rivayet etmişlerdir:
Huzeyfetu’l-Yemân’ın yanında bu üç ayetten bahsedilmiş orada bulunan bir kişi “Bu ayetler İsrailoğulları hakkındadır” demiştir.
Bunun üzerine Huzeyfe şunu söylemiştir: “İsrailoğulları sizin için ne güzel kardeşler. (Bu ifade “Evet, İsrailoğulları sizin kardeşinizdır.” şeklinde de beyan edilmiştir) Her tatlı şey sizin, her acı şey onların. Hayır, vAllâhi sizler takunyanın üstündeki bağların birbirine eşit olduğu derecede onların aynısı olarak yollarını takib edeceksiniz.” (Hâkim. Mustedrak, II, 312; Taberi Tefsîri, IV, 162)
Hâkim bu hadisin senedinin sahih olduğunu, buna rağmen Buhârî ve Muslim’in bu hadisi zikretmediklerini söylemiş, Zehebî de bu görüşünde Hâkim’i desteklemiştir.
■ Huzeyfetu’l-Yemân’ın bu görüşünü değerlendiren Alûsî, Ruhu’l-Me`ânî isimli tefsirinde şunları zikretmektedir. “Huzeyfe’nin bu görüşünde iki ihtimal vardır. Birinci ihtimal Huzeyfe’nin ayetin genel olduğu ve bütün insanları bağladığı kanaatinde olmasıdır. Bu görüş Huseyin’in oğlu Ali Zeynelabidin’den de nakledilmiştir. Ancak Ali ‘Buradaki küfür, şirk küfrü gibi değildir. Fısk, şirk fıskı gibi değildir. Zulüm, şirk zulmü gibi değildir.’ demiştir.
İkinci ihtimal ise, Huzeyfe’nin ‘Bu ayet, sadece Müslümanlar hakkındadır’ görüşüne meyletme ihtimalidir.”
■ Avf, Hasan Basrî’nin şunu söylediğini rivayet etmiştir: “Bu ayetler Yahudîler hakkında inmiştir ama bunlar bize de farzdır.”
■ Mansur, İbrahim en-Nehaî’nin şunu söylediğini rivayet etmiştir: “Bu ayetler İsrailoğulları hakkında inmiştir. Fakat bunlar bu ümmet için de reva görülmüştür.”
■ Esbat, Suddî’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Allahu Teâlâ buyuruyor ki: ‘Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.’ayeti indirildikten sonra kim, bunu bildiği halde kasıtlı bir şekilde terk eder ve zulmederse o kâfirlerdendir.”
■ İbni Cerir et-Taberî, bu son görüşü zikrederken şu olayı anlatmıştır:
“Hâricîler bu son grubdaki âlimlerin görüşündedir. Çünkü İmran b. Hudayr şunu anlatmıştır. Bir zaman Ebû Miclez’in yanında Hâricîye mezhebinden İbadiye fırkasına mensub olanlar oturmuşlar ve ona şöyle demişlerdir:
Allahu Teâlâ buyuruyor ki: ‘Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.., Zalimlerin ta kendileridir. , Fasıkların ta kendileridir.’ Ebû Miclez onlara şu cevabı vermiştir: ‘Bu yöneticiler (Emevi yöneticileri) yaptıklarını yapıyorlar ve bunun günah olduğunu da biliyorlar. Bu ayetler Yahudîler ve Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur.’
Bunun üzerine Hâricîler şöyle demiştir: ‘Dikkat et! Allah’a yemin olsun ki, bizim bildiğimizi sen de biliyorsun. Fakat onlardan korkuyorsun.’
Bunun üzerine Ebû Miclez onlara: ‘Siz bu söylediğinize bizden daha layıksınız. Çünkü bizler bu ayetlerden sizin anladığınızı anlamıyoruz. Fakat sizler, bu ayetten söylediklerinizi anlıyorsunuz, buna rağmen bu anlayışınızı uygulamanıza, onlardan korkmanız engel oluyor.’ cevabını vermiştir.”
■ İbni Cerir et-Taberî, bu görüşlerden birinci görüşü tercih ederek, bu ayetlerin ehl-i kitabın kâfirleri hakkında indiğini söylemiş ve gerekçe olarak da bu ayetlerden önceki ve sonraki ayetlerin ehl-i kitab hakkında olduğunu bildirmiştir ve şöyle demiştir: ‘Her kim’ kelimesindeki genel ifadeyle bu görüşe itiraz edilecek olursa, ona şu cevab verilir: “Evet “Her kim” lafzı umum ifade eder, ama inkâr edenlerin umumunu ifade eder. Bu nedenle ayetin içine Allah’ın indirdiğini inkâr eden herkes girer. Müslüman olsun, olmasın. Çünkü Allah’ın hükmünü inkâr etmek Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberliğini inkâr etmek gibidir.” (Taberi Tefsîri, IV, 162)
İkinci Olarak: Kurtubî’nin İzahı Kurtubî de Taberî’nin zikrettiği görüşlerin sonuncusu hakkında şunu söylemektedir:
“Hâricîlerin mezhebi şudur: Kim rüşvet alır da Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse o kâfirdir. Bu görüş Hasan Basrî ve Suddî’ye nisbet edilmiştir. (Kurtubi Tefsîri, VI, 191)”
Kurtubî kitabının diğer bir bölümünde şunu zikretmiştir. Abdullah b. Mesud ve Hasan Basrî’ye göre, bu ayetler geneldir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen herkes için geçerlidir. İster Müslüman olsun, isterse Yahudî, isterse de Hristiyan.
Kurtubî konu hakkındaki görüşünü belirterek diyor ki: “Bunun izahı şöyledir. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmemenin caiz olduğuna inanır ve bunu helal görürse, kâfir olur. Fakat bunu yapan kişi haram olduğuna inanırsa o Müslümanların fâsıklarındandır, işi Allah’a kalmıştır, dilerse ona azab eder, dilerse af eder.” (Kurtubi Tefsîri, VI, 190)
Üçüncü Olarak: Alûsî’nin İzahı Alûsî, Ruhu’l-Me`ânî isimli tefsirinde “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” ayetinin tefsirinde şunları söylemiştir. “Hâricîler bu ayet-i kerîmeye dayanarak fâsığın da kâfir olduğunu, mumin olmadığını söylemişlerdir. Onlar bu ayeti delil gösterme gerekçelerini şöyle izah etmişlerdir. “Ayet-i kerîmede geçen ‘kim’ ifadesi geneldir. Allahu Teâlâ’nın indirdiği ile hükmetmeyen herkesi içermektedir. Bu nedenle Allahu Teâlâ’nın indirdiklerine iman eden fâsık da bu genel ifadeye girmektedir. Çünkü o da Allahu Teâlâ’nın indirdiğini biliyor fakat onunla hüküm vermiyor.”
Alûsî kendi kanaatini belirterek diyor ki: “Hâricîlere şu cevab verilmiştir:
Sizin zikrettiğiniz ayetin zahir hükmünü almak doğru değildir. Çünkü Allah’ın indirdiği ile hükmetmeme kişinin hem kalbi ile hem de bütün vücudu ile alakalı ise de, burada asıl maksat, kalp olayıdır. Yani Allah’ın nizamı ile hükmetmeye inanıp inanmama meselesidir. Eğer Allah’ın indirdiğine inanmıyorsa, bunun kâfirliğinde şubhe yoktur. Diğer yandan Allah’ın indirdiklerinden hiç biri ile hüküm vermeyen ona inanmış olamaz, dolayısıyla bu kişi kâfirdir.”
Hulasa Taberî, zikrettiği görüşlerden birinci görüşü tercih etmiştir. Bu da kırk dördüncü ayetteki kâfirlerden maksad, iman etmemiş olan kâfirler, bir de dinlerini tahrif edip değiştiren Yahudîlerdir, görüşüdür. Kurtubî de Bera b. Azib’den gelen sahih hadisten dolayı, Taberî’nin zikrettiği birinci görüşü tercih etmiştir.
Alûsî ise, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenin onları, inkâr ettiği takdirde yahud Allah’ın indirdiğinin tümü ile hükmetmediği takdirde kâfir olacağı, aksi takdirde kâfir olmayacağı görüşünü tercih etmiştir. (Taberi Tefsîri, IV, 162-164; Kurtubi Tefsîri, VI, 190-191; Âlusi Tefsîri, VI, 145-146. )
Dördüncü Olarak: Mevdûdî’nin İzahı Ustad Mevdûdî diyor ki: “Bu ayetlerdeki küfür, zulüm ve fısk ilahi hükmü çiğnemenin şıklarıdır. Böyle bir çiğnemenin olduğu yerde bu üç suçun tümünden kaçınmak mümkün değildir.
a. Eğer bir kişi, ilahi hükmün yanlış, kendisinin veya başkasının hükmünün doğru olduğunu kabul eder de, ilahi hükme aykırı bir hüküm verirse, kelimenin tam anlamıyla bu kişi hem kâfir hem zalim hem de fâsıktır.
b. Buna karşılık, eğer bir kişi, ilahi hükmün hak olduğunu kabul eder, bununla beraber ona aykırı bir hüküm verecek olursa, böyle biri İslam dininin dışına çıkmış olmasa da, imanına küfür, zulûm ve fısk karıştırmış olur.
c. Eğer bir kişi hayatın her alanında Allah’ın hükmünü reddederse her bakımdan kâfir, zalim ve fâsık sayılır.
d. Eğer bir kişi ilahi hükmü, bazı noktalarda kabul eder, bazılarında reddederse, kabul ve reddi oranında imanını ve İslam’ını küfürle, zulûmle ve fıskla karıştırmış olur.” (Tefsîru Tefhîmu’l-Kur’ân, Mevdûdî, Mâide Sûresi, 44, 45, 47. ayetlerin izahı)
Beşinci Olarak: Şinkîtî’nin İzahı Muhammed Emîn eş-Şinkîtî bu ayetlerin İzahında, Edvau’l-Beyan isimli tefsirinde daha önce zikrettiğimiz çeşitli görüşleri zikrediyor sonunda şunları söylüyor:
1. “Allahu Teâlâ’nın indirdikleriyle hükmetmeyenler işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide 44) “Bu ayetten önceki ayetlerden anlaşılan şu ki; bu ayet Müslümanlar hakkında nazil olmuştur. Zira Allahu Teâlâ ayetin bu bölümünden önceki bölümde bu ummetin Müslümanlarına hitap ederek ‘İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Ayetlerimi az bir değere satmayın’ buyurmuş arkasından ‘Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar kâfirlerin ta kendisidir.’ hükmünü vermiştir. Ayetin öncesinden de görülen o ki, buradaki hitab Müslümanlaradır.
Ayette geçen küfürden neyin kastedildiğine gelince, buradaki küfürden maksat, ya Müslümanı dinden çıkaracak küfürden daha alt derecedeki bir küfürdür yahud da mutlak küfürdür. Eğer böyle kabul edilirse, bu takdirde Allah’ın nizamı ile hükmetmeyenlerin durumu inançlarına göre farklılık arzeder.
a. Eğer bir insan, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmemeyi helal görüyor veya Allah’ın hükümlerini bile bile inkâr edib reddediyorsa, bu kimse kâfirdir.
b. Buna mukabil şayet Allah’ın nizamı ile hükmetmeyen, günah işlediğini, çirkin bir şey yaptığını biliyor, buna rağmen heva hevesine kapılarak bunu yapıyorsa bu, Müslümanların diğer günahkârları gibi bir günahkârdır.
2. “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar zalimlerin ta kendisidir.” ayet-i kerîmesi ise, Yahudîler hakkında nazil olmuştur. Çünkü Allahu Teâlâ ayetin başında onlardan bahsederek şöyle buyurmuştur:
“Biz, Tevrat’ta onlara şu hükümleri farz kılmıştık: Cana can, göze göz, burna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır. Yaralarda da kısas vardır. Fakat kim hakkından vazgeçerse, bu onun günahlarının afvına bir sebebdir. Kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” (Maide 45)
3. “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar fâsıkların ta kendileridir.” ayetinin ise Hristiyanlar hakkında indiği açıktır. Zira ayetin başında şöyle buyrulmuştur: “İncil’e tabi olanlar, Allah’ın Onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse; işte onlar, fâsıkların ta kendileridir”.(Maide 47)
Şinkîtî devamla diyor ki: “Bu konuyu iyice anlamak için şuna dikkat etmek gerekir: Küfür, zulûm ve fısk kelimelerinden her biri zikredilir, bunlardan bazen günah kast edilir, bazen de dinden çıkaran küfür kast edilir. Bu itibarla her kim, peygambere karşı çıkmak veya Allah’ın hükmünü iptal etmek için Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onun zulmü de fıskı da küfrü de hepsi dinden çıkaran kâfirliktir. Kim de haram işlediğine ve çirkin bir şey yaptığına inanarak Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, onun küfrü de zulmü de fıskı da masiyettir. Dinden çıkaran küfür değildir.”
“Daha önce belirttiğimiz gibi, birinci ayetin, Müslümanlar; ikinci ayetin Yahudîler; üçüncü ayetin ise Hristiyanlar hakkında indiği açıktır. Ancak ayetlerin özel iniş sebeplerine bakılmaz, lafızlarının genel ifadelerine bakılır. En iyisini Allah bilir.” (Tefsîru Edvaul-Beyân, Mâide Sûresi, ayet: 44)
Altıncı Olarak: Şehid Abdulkadir Udeh’in İzahı Abdulkadir’in görüşü, risalelerinin birinde diğerinden farklıdır. Şöyle ki:
1. "İslam ve Yürürlükteki Kanunlarımız" isimli eserinde özetle şunları söylemektedir:
“Eğer bir insan, Allah’ın indirdiklerini inkâr ederek onlarla hükmetmezse, ittifakla kâfirdir. Şayet inkâr etmeksizin hükmetmeyecek olursa, bakılır. Verdiği hükümler bir kısım hakları kaybettiriyor veya adaleti ve eşit davranmayı ortadan kaldırıyorsa, böyle bir hüküm veren zalim olur, yoksa fâsık olur.”
Udeh, risalesinin başka bir bölümünde şöyle diyor: “Müslümanlardan herhangi bir kimse, Allahu Teâlâ’nın indirdikleri dışında birtakım hükümler icat eder, Allahu Teâlâ’nın indirdiği hükmünü tamamıyla veya kısmen terk eder, buna dair sahih olduğuna inandığı herhangi bir te’vil de yapmayacak olursa, bunun hakkında herkesin haline göre Allah’u Teâlâ’nın buyurduğu geçerlidir. Mesela bir insan hırsızlığın veya zina iftirasında bulunmanın yahut zina etmenin cezasını bırakır da, beşerî kanunların onlardan daha üstün olduğuna inanarak bunları tatbik edecek olursa, bu kimse kesinlikle kâfirdir. Buna mukabil bir insan, inkâr etme ve reddetme dışında başka bir sebepten dolayı Allah’ın indirdiğini bırakıp diğer bir şeyle hüküm verecek olursa, bu kişi verdiği hükümde herhangi bir hakkı kaybettiriyor veya adaleti ve eşitliği ortadan kaldırıyorsa zalimdir yoksa fâsıktır.” (Abdulkadir Udeh, “İslâm ve Yürürlükteki Kanunlar” eseri, 57-58)
2. Abdulkadir Udeh, İslam’da Mal ve Yönetim isimli eserinde ise, bu üç ayeti zikrettikten sonra şunları söylemektedir:
a. “Kur’an-ı Kerim’in bir kısım ayetlerinde zulüm kelimesi küfür manasını ifade etmektedir. Şu ayetler bu türdendir:
“…Allah’a ortak koşmak, elbette büyük bir zulûmdür.”(Lukman 13) “…Kâfirler, zalimlerin ta kendileridir.”(Bakara 254)
“…Bizim ayetlerimizi ancak zalimler inkâr eder.”(Ankebut 49)
b. Yine Kur’an-ı Kerim’in bir kısım ayet-i kerîmelerinde fısk kelimesi küfür manasını ifade etmektedir. Nitekim şu ayet-i kerîmeler bu türdendir:
“Şubhesiz biz, sana apaçık ayetler indirdik. Onları ancak fâsıklar inkâr ederler.”(Bakara 99)
“…Onlar, Allah ve Peygamberini inkâr etmişler ve fâsık olarak ölmüşlerdir.”(Tevbe 84)
“…Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte onlar, fâsıkların ta kendileridir.” (Nur 55)
c. Mademki Kur’an’da zulûm ve fısk kelimeleri bazen küfür manasına gelmektedir, o halde Allahu Teâlâ’nın indirdiği ile hükmetmeyenin zulmü ve fıskı da küfürdür. Binaenaleyh Allahu Teâlâ’nın indirdiği ile hükmetmeyen her halukarda Kur’an’ın nassı ile kâfir olur.
Abdulkadir Udeh devamla diyor ki: “Ancak bir kısım mufessirler bu ayetlerde geçen zulmü, haktan sapma; fıskı, günah işleme manasında yorumlamışlar, üç ayetin manalarını birlikte şöyle izah etmişlerdir:
Müslümanlardan herhangi bir kimse, kendi tarafından birtakım hükümler icat eder, Allahu Teâlâ’nın indirdiği hükümleri ya tamamıyla veya kısmen terk eder, buna dair sahih olduğuna inandığı herhangi bir têvile de başvurmayacak olursa, bu kimse Allahu Teâlâ’nın beyan ettiği sıfatları, takındığı tavra göre hak etmiş olur. Binaenaleyh bir insan beşerî kanunları Allah’ın indirdiklerinden daha üstün görerek Allah’ın indirdiklerini bırakır, beşerî kanunlarla insanları idare ederse, bu kâfirdir. İnkâr ve reddetme dışında başka bir gerekçeden dolayı Allah’ın indirdiklerini bırakır ise, verdiği hükümde bir hakkı kaybettiriyor veya adaleti yahud eşitliği ortadan kaldırıyorsa, bu kimse zalimdir, yoksa fasıktır.” (Abdulkadir Udeh, İslâm’da Mal ve Yönetim, 75-76)
Görüldüğü gibi Şehid Abdulkadir Udeh, Kur’an-ı Kerim’de geçen “zalim” ve “fasık” ifadelerinin bazen kâfir manalarına geldiğini, bu itibarla Maide Sûresi’ndeki zalim ve fâsıktan maksadın da kâfir olacağını beyan etmiştir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki Kur’an-ı Kerim’deki bazı ayetlerde zalim ve fâsık kelimeleri kâfir manasını ifade ediyorsa da diğer birçok ayette kendi asıl manaları olan haksızlık yapan ve isyan eden manalarını ifade etmiştir. İki manaya ihtimali olan bir nassı ihtimallerden yalnız birine delilsiz olarak tahsis etmek isabetli değildir.
Mesela şu âyet-i kerîmelerdeki zalimden maksat, haksızlık yapan günahkârdır.
“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Orada istediğiniz yerden bol bol yiyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara, 35; A`râf, 19)
“…‘Şubhesiz bizim şahidliğimiz, onlarınkinden daha doğrudur. Biz, hakkı çiğnemedik. Eğer çiğnemiş olsaydık, o takdirde zalimlerden olurduk’ diye yemin ederler.” (Maide 107)
“Zunnun olan Yunus’u da hatırla. O, bir zaman kızarak kavmini bırakıp gitmişti. Bizim, yeryüzünü kendisine dar getirmeyeceğimizi sanmıştı. Sonunda karanlıklar içinde kalıp şöyle niyaz etti: ‘Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ve tesbih ederim. Doğrusu ben zalimlerden oldum!’” (Enbiya 87)
“Onlar da: (Bahçe sahibleri)‘Biz Rabbimizi layık olmadığı sıfatlardan tenzih ederiz. Şüphesiz biz zalimlermişiz’ dediler.”(Kalem 29)
Kur’ân-ı Kerîm’de fâsığın günahkâr manasına geldiğine dair ayetlerden bir kısmı ise şunlardır.
“İffetli kadınlara zina isnad edib de sonra (bu iddialarını doğrulayacak) dört şahid getiremeyenlere seksen değnek vurun: Onların şahidliklerini de ebediyen kabul etmeyin. İşte onlar, fâsıkların ta kendileridir.” (Nur 4)
“Hacc, bilinen aylardır. Kim o aylarda (hacca başlayarak) onu kendisine farz kılarsa, artık hacda cinsî temas, fâsıklık, kavga etmek yoktur. Ne iyilik yaparsanız, Allah onu bilir…” (Bakara 197)
“…Allah size imanı sevdirmiş, onu kalplerinize nakşetmiş ve size inkârı, fıskı ve günahı çirkin göstermiştir…”(Hucurat 7)
Görüldüğü gibi bu ayette inkâr ayrı fısk ayrı olarak zikredilmişlerdir. Şayet fısk inkâr olsaydı, ayrıca zikredilmezdi.
“…(Borçlarını yazdıranlar tarafından) Kâtibe de şahide de zarar verilmesin. Eğer zarar verirseniz, o sizin için bir fâsıklıktır…” (Bakara 282)
Yedinci Olarak: Şehid Ustad Abdullah Azzam’ın İzahı Abdullah Azzam “Kitab Ehl-i’nden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen Allah’ın ve Peygamberi’nin haram kıldığını haram saymayan ve hak din olan ‘İslam’ı din edinmeyenlerle, boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın” (Tevbe 29) ayetinin izahında özetle şunları zikretmiştir:
“Doğrusu Allah’ın nizamı ile hükmetmeme meselesi beni çok meşgul etti. Konuyu araştırmaya giriştim. Uzun uzun araştırdım ve sonuçta kalbim mutmain olarak şu neticeye vardım:
1. Allah’ın indirdiği ilahi kanunlar dışında başka kanunlar koyan her yönetici Müslüman değildir. İslam ümmetinin dışındadır. Çünkü bu kimse namazın rekat sayılarını veya vakitlerini değiştiren gibidir. Tek bir hükmü değiştiren kâfir olduğuna göre birçok hükmü birden değiştirenin kâfir olacağı da muhakkaktır.
2. Allah’ın nizamına ters bir kanunun taslağını yapan ve bunları maddeler haline koyan adalet komisyonları gibi komisyonlar da kâfirdir. İslam dininin dışına çıkmıştır. Velev ki bunlar namaz kılsalar, oruç tutsalar dahi kâfirdirler. Çünkü bunlar, bu halleriyle haramı helal, helali de haram yapan kimselerdir. Mesela bugün bize tatbik edilen kanunlarda, nerede ise zina serbest hale getirilmiştir. Evet, kadın, bu çirkef işi kocasının evinde yapmadığı sürece, zina etmesinden dolayı cezalandırılmaz. Yine koca da eşinin evinde yapmadığı sürece zina etmesinden dolayı cezalandırılmaz. Kişi kendi özel arabasında bir kadınla fuhuş yaparken polis onları görürse, kadın yardım istemediği sürece müdahale hakkı yoktur.
Evet, birinci şıkta zikredilen yöneticiler kendi kafalarından kanunlar uydurdukları veya başka kâfirlerden kopya ettikleri kanunlarla İslam’ın dışında yeni bir hukuk sistemi getiriyor olduklarından dolayı kâfirdirler ve İslam dininin dışındadırlar. İkinci gruptaki kanun komisyon üyeleri ise, onlar da bu davranışı meşrulaştırdıkları için İslam dininin dışındadırlar.
3. Çıkarılan bu tür kanunları uygulayan hâkimlere ve savcılara gelince… Eğer bunları isteyerek uygulamıyorlarsa, kanaatimizce bunlar İslam’dan çıkmış olmazlar. Çünkü bunlar sadece uygulayıcıdır. Kanunları koyanlar değildir. Ancak Allah’ın nizamı dışındaki kanunlarla insanları yargıladıklarından haramla uğraşmaktadırlar. Bu nedenle günahkârdırlar, vazifeleri haramdır, aldıkları maaşlar haramdır. İçki satanla bunlar arasında hiçbir fark yoktur.
Şayet beşerî kanunları severek uyguluyorlarsa, bunlar da kâfirdir. Evet, beşerî sistemlerde hâkimlik yapanlar, başka bir ifade ile ilahi hukuk sistemi dışındaki kanunlarla hâkimlikte bulunanlar iki kısımdır.
Birinci kısımdan olanlar kanunları sevmedikleri halde onlarla insanları yargılayan hâkimlerdir. İşte bunlar meyhanede içki satandan veya faizli bankalarda görev alan kimselerden daha büyük günah işlemiş olurlar. Bu tür hâkim ve savcıların maaşları haramdır, işleri haramdır, gelirleri sadece hâkimlik ve savcılıktan ise, ondan bir lokma yemek dahi helal değildir, haramdır. Başka kazançları da varsa yemekleri yenebilir. Hulasa bu türden olan hâkimler fâsıkdır.
İkinci kısım hâkimler ise, beşerî kanunları kalben severek ve isteyerek onlarla insanları yargılamaktadır. İşte bunlar İslam dininin dışında olup, kâfirdirler. Kim olursa olsun, kalbinden beşerî kanunları isteyib severse kâfir olur, İslam ümmetinin dışına çıkar.
4. Avukatlara gelince, avukatın işi haramdır. Bir zaman Ürdün Üniversitesi Şeriat Fakültesi’ne benim aracılığımla başvuran bir avukata benim dışımdaki hocalar şu fetvayı vermişlerdi: “Bir kişinin avukatlık yapmasının helal olması için üç şartın birlikte bulunması gerekir.
Birinci şart: Hakkında dava açılmak istenen meselenin yürürlükte olan kanundaki hükmü, İslam şeriatının hükmüne ters düşmemelidir.
İkinci şart: Savunduğu müvekkilinin açtığı davada haklı olduğuna ve kendisinin de hakkı savunduğuna kalben kanaat getirmelidir.
Üçüncü şart: Müvekkilin hakkını savunurken muhakeme esnasında onun haksız olduğu ortaya çıkarsa, onu savunmaktan ve avukatlığını yapmaktan çekilmelidir.”
“Evet, adı geçen fakültedeki benim dışımdaki hocalar bu görüşte ittifak ettiler. Fakat ben bu avukatlığın haram olduğuna yakînen inanıyorum. Daha iyisini Allah bilir ya, beşerî kanunların gölgesi altında avukatlık yapmanın beşerî kanunlarla savunma hazırlamanın haram olduğu kanaatindeyim.”
5. “Millet Meclisi diye adlandırılan, yasama ve yürütme erklerini içinde toplayan parlamentoya gelince, bunların yaptıkları, Haşim er-Rıfai’nin de dediği gibi, oyun ve dalavereden başka hiçbir şey değildir. Evet, parlamentodaki milletvekilleri İslam nizamına ters düşen hiçbir kanunu onaylayamazlar. İster temel meselelerden, isterse detay meselelerden olsun. Şayet kadın erkek eşitliği gibi, İslam’a ters düşen herhangi bir kanuna muvafakat ederlerse, İslam dininden çıkar, kâfir olurlar. İslam’a muhalif olan en basit meselede bile milletvekillerinin karşı çıkmaları gerekir. Şayet karşı çıkmazlarsa, İslam’a ters olan bu meseleye razı olurlarsa ve onu imzalarlarsa işte bu davranışları İslam’dan çıkmaktır. Zira bu meclis kanun meclisidir. Allah’ın kanununu rafa kaldırıp yerine yeni kanun koymak ulûhiyet makamına gölge düşürmeye kalkışmaktır.”
6. “Halkın durumuna gelince, küfür kanunlarına razı olmayan, kalbinden bu kanunlara kin besleyen, nefret duyan kişilerin günaha girmeyeceklerini Yüce Mevlâ’dan ümit ediyorum. Mesela, kendisine haksızlık yapılmış, zulüm edilmiş bir kimse hakkını başka bir yolla alamıyor ise, bu kanunlarla insanları yargılayan mahkemelere başvurarak hakkını almaya çalışırsa Aziz ve Celil olan Allah’tan umarım ki günahkâr olmaz. Ancak Ustad Mevdûdî, böyle birinin hakkını kaybetmesinin bu mahkemelere başvurmasından daha evla olduğu görüşündedir. (Abdullah Azzam’ın Fi Zilali Suretu’t-Tevbe isimli eseri, 105-107)
Abdullah Azzam “(Onlara niçin alay ettiklerini) sorsan ‘Yemin olsun ki biz, lafa dalmış eğleniyorduk derler.’ Onlara de ki: ‘Allah ile ayetleri ve Peygamberiyle mi alay ediyordunuz?’ Özür beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra, kâfir oldunuz. İçinizden bir zümreyi affetsek de, suç işlemiş olduklarından dolayı diğer bir zumreye azab edeceğiz” (Tevbe 65 - 66) ayetlerinin izahında ise özetle şunları söylemektedir:
“Diğer yandan Allah’ın hükmünü kabul ettiklerini dilleri ile tekrar edip durmalarına rağmen, onun hükmüne razı olmayanlar, Allah’ın indirdiği hükümler dışında kanunlar koyanlar ümmetin icmaı ile kâfirdir. Çünkü onlar şöyle demektedirler: “Biz filan oğlu filanlar aşağıdaki yasayı koyuyoruz. Hırsız iki yıl hapsedilsin.” Evet, bu gibi insanlar “Akşam namazı artık dört rekâttır” diyen insanlar gibidir. Akşam namazının rekâtlarının sayısını değiştiren bir yöneticinin hükmü nedir? İttifakla kâfirdir. Tekrar söylüyorum; Allah’ın, indirdiği nizam dışında herhangi bir kanun koyan veya Kur’an ve Sünnete muhalif olan kanunların uygulanmasını emreden kimse, İslam’dan çıkmış bir kişidir. Yine bu kanun maddelerini maddeler haline getirenler de dinden çıkmışlardır. Çünkü bu gibi insanlar -hâşâ- yeryüzünde şeriat belirleyen tanrılar gibidir. Bunlar ulûhiyet iddia etmiş gibidirler. Zira Allah’ın indirdiği nizam dışında herhangi bir kanunu koymak şirktir. Bu hususta Yüce Mevlâ şöyle buyurmuştur:
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyi, kendileri için dinden bir şeriat (yasa) yapan ortakları mı var?…” (Şûra 21)
Millet Meclisi’nde Kur’an ve sünnete muhalif olan kanun maddelerine lehte oy kullanan milletvekilleri, İslam’dan çıkar ve kâfir olur. Ancak yasaları uygulayan bakan ve yasalara uyulmadığını kontrol eden hâkimler -daha iyisini Allah bilir ya- kâfir olmazlar fakat bunların işi haramdır, fısktır, maaşları da haramdır.”
Abdullah Azzam devamla diyor ki:
“Burada şunu kaydetmemizde fayda vardır. Tekfir konusunu bitirmeden önce günümüzde Müslümanların birçoğunun küfür hallerine düştüklerini bilmemiz gerekir. İslam ummetinin dörtte üçünden fazlası bu küfrün içerisinde bulunmakta, fakat halinin ne olduğunu bilmemektedir. Bu nedenle bizler bu kimselerin tamamını tekfir edemeyiz ve onlara kâfirdir diyemeyiz, insanı küfre sokan bu hallerden dolayı tekfirde bulunduğumuz zaman, İslam ümmetinin yüzde seksenini İslam’dan çıkarmamız gerekir. Bu nedenle bizler önce insanlara neyin küfür neyin İslam olduğunu öğretmeliyiz. İnsanlara dinlerini ve akidelerini öğretmeliyiz ve bunları insanlar arasında yaymalıyız. İnsanlara tebliğ yapmadan onlara delillerle meseleleri açıklamadan ve onlara küfrü icâb ettiren bir sözü söylemenin, bir ameli yapmanın insanı küfre götüreceğini ve böyle bir insanın dinden çıkıp kâfir olacağını öğretmeden önce onları tekfir etmemiz elbette ki isabetli değildir. Ancak bunları öğrettikten sonra yine de onlar küfrü icâb ettiren durumlarda devam edecek olurlarsa işte o zaman biz onları tekfir eder ve kendilerine kâfir muamelesi yaparız.” (Abdullah Azzam’ın Fi Zilali Suretu’t-Tevbe, 345-348)
Sekizinci Olarak: Şehid Ustad Seyyid Kutub’un İzahı Ustad Kutub ise, “Allahu Teâlâ’nın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.., İşte onlar zalimlerin ta kendileridir.., İşte onlar fasıkların ta kendileridir” ayetlerinin izahında diyor ki:
“Allah’ın indirdiği ile idare etmeyen yöneticiler de onlarla idare edilmeyi istemeyen yönetilenler de mûmin değildir. Bu meselenin mûminin kalbinde açık ve kesin olması gerekir. Mûmin bunu zamanındaki insanların gerçek haline uygulamada tereddüt etmemelidir. Bu gerçeğin icâb ettirdiği hale ve bu halin dostlar için de, düşmanlar için de geçerli olduğu neticesine teslim olmalıdır. Müslümanın kalbi bu meseleye kesin inanmıyorsa, onun hiçbir değer ölçüsü doğru olamaz. Hiçbir metodu açık olamaz. O iç âleminde hak ile batılı ayıramaz. Bu meselenin insanların, avam halkının kalbinde kapalı veya karışık kalması caiz olsa da, Müslüman olmak isteyenlerin içinde kapalı kalması asla câiz değildir. Her Müslüman bu hususta kesin tavırlı ve net olmalıdır.” (Seyyid Kutub, Fi Zilali’l-Kur’an, VI, 168)
Seyyid Kutub, kitabının diğer bir bölümünde de şunları söylüyor: “Hâkimiyet meselesi İslam inancının ve İslâmî sistemin en ciddi ve en tehlikeli meselelerinden biridir. Zira bu mesele yönetme, yasama ve yargılama meselesidir. Bu mesele nihayetinde Allah’ın ulûhiyeti, onu birleme ve ona iman etme meselesine dayanır. Bu mesele şu soruya cevap vermekle özetlenmiş olur. “Yönetim, yasama ve yargılama Allah’ın peygamberine ve ondan sonra gelen idarecilerine tescil ettiği vesikalarına, akitlerine ve şer`î hükümlerine göre mi olacaktır, yoksa bütün bunlar değişken heva heveslere, vehmedilen çıkarlara, tiksindirici örflere göre mi olacaktır? Başka bir ifade ile yeryüzünde insanların hayatında ulûhiyet, rububiyet ve insan dâhil bütün kâinatı sevk ve idare etme, Allah’ın mı olacak? Yoksa bunların hepsi veya bir bölümü Allah’ın yaratıklarından birinin mi olacak da Allah’ın izin vermediği şeylerde insanlara yasalar koyacaklar? Hâlbuki Allahu Teâlâ şunları emretmiştir: “Yeryüzünde onun hükümleri tatbik edilecek; insanlar onun koyduğu hükümlerle muhakeme olunacak, peygamberler ve onlardan sonra gelen yöneticiler o hükümlerle karar vereceklerdir.”
Yine Yüce Mevlâ beyan etmiştir ki: “Bu meselede asla musamaha yoktur. Küçük bir nokta dahi olsa, bu meselenin hiçbir noktasından vazgeçilmeye veya sapmaya ruhsat yoktur. Çünkü bu mesele iman ve küfür meselesidir. İslam ve Cahiliye meselesidir. Allah’ın şeriatı veya heva ve heves meselesidir. Tabi ki bu meseleler arasında orta bir yol yoktur. Bunları uzlaştırmaya kalkışmak veya barıştırma teşebbüsüne girişmek diye bir şey yoktur. Mûminler Allah’ın indirdikleri ile hükmeden insanlardır. Allah’ın indirdiklerinin hiçbir harfini değiştirmedikleri gibi, hiçbir noktasını da değiştirmezler. Kâfirler, zâlimler ve fâsıklar ise, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerdir.” Buna göre yöneticiler, ya Allah’ın şeriatını tümüyle tatbik edib iman çerçevesinin içinde olacaklardır yahud ta Allah’ın izin vermediği başka yasalarla insanları idare edeceklerdir. Bu takdirde kâfir, zalim ve fâsık olacaklardır. Yönetilen insanlar ve yargılayan hâkimler Allah’ın yönetme şekliyle yönetilmelerini ve Allah’ın emrettiği şekilde karar vermelerini kabul edeceklerdir. Bu takdirde mûmindirler. Yoksa mûmin olmazlar. Bu iki yolun ortası yoktur. Buna dair ne bir delil ileri sürülebilir ne de mazeret. Herhangi bir maslahat da gerekçe gösterilemez.
Kur’ân-ı Kerîm’in aşağıda gelen satırlardaki seyri şu gerçeği kararlaştırmıştır. Allah katından gelen dinlerin tümü “Allah’ın indirdiği ile hükmetmenin, yeryüzündeki hayatın tüm dallarını Allah’ın şeriatına göre düzenlemenin ve bu meseleyi imanla küfür, İslam’la Cahiliye, şeriatla heva ve heves arasında yol ayrımı yapmanın gerekli olduğu hususunda” ittifak etmişlerdir. İşte yöneticilerin de yönetilenlerin de imanlarının sınırı, Müslüman olmalarının şartı bununla belirlenir. Meselenin esası, yöneticiler tarafından insanları Allah’ın indirdikleriyle sevk ve idare etmeleri, yönetilenlerin de bu yönetimi kabul edip razı olmaları ve Allah’ın indirdiği dışında herhangi bir hüküm ve yasa aramamalarıdır. Konunun bu kısmı oldukça ciddi, aynı zamanda risklidir. Bu meseleyi sıkı tutmak, yumuşatmaya girişmemek gerekir. Zira bu mesele oldukça ciddi ve riskli gerekçelere dayanmaktadır. Bunlara karşı müsamahakâr olunması veya herhangi bir taviz verilmesi mümkün değildir.
Allah’ın indirdikleri ile hükmederek Onun hâkimiyetini kabul etmek şu gerekçelere dayanmaktadır:
1. Bu mesele Allah’ın Ulûhiyetini, Rubûbiyyetini ve beşeriyeti sevk ve idare etmesini kabul etme veya reddetme meselesidir. Bu nedenle bu, küfür veya iman, Cahiliye veya İslam meselesidir. Kur’an bunu açıkça beyan etmektedir. Yaratan yalnız Allah’tır. Malik olan yalnız Allah’tır. Rızık veren sadece O’dur. O kâinatta ve insan üzerinde yegâne hâkimiyet ve tasarruf sahibidir. Zira her şeyi yaratan, her şeyin maliki olan ve her varlığı rızıklandıran O’dur. İşte iman, yalnız Allah’ın yaratıcılığını, yalnız onun hükümranlığını ve yegâne onun rızık veren olduğunu ikrar edip herhangi bir yaratığı bu sıfatlarda ona ortak koşmamaktır. İslam ise, Allahu Teâlâ’ya ait olan bu sıfatların gereklerine teslim olmaktır. Bu da Allah’ı, ulûhiyette birlemek, Rubûbiyyette birlemek ve bütün kâinatı sevk ve idare etmede birlemektir. O halde Allah’ın şeriatına teslim olmanın manası, Allah’ın Ulûhiyetini, Rubûbiyyetini ve kâinatı sevk ve idare etmesini ve otoritesini itiraf etmektir. Bu şeriata teslim olmamanın manası ise, Allah’ın Ulûhiyetini, Rabbliğini, sevk ve idare etmesini ve otoritesini reddetmektir. Teslim olma ve reddetme ister dille olsun, isterse de sadece fiille olsun fark eden bir şey yoktur. İşte bu nedenlerden dolayıdır ki, Allah’ın şeriatına teslim olup olmamak küfür- iman, Cahiliye ve İslam meselesidir. İşte bu nedenle Allahu Teâlâ’nın şeriatı ile insanları yönetmeyenler hakkında “Onlar kâfirlerin ta kendileridir, zalimlerin ta kendileridir, fâsıkların ta kendileridir.” buyrulmuştur.
2. Bu mesele Allah’ın indirdiği şeriatın diğer bütün beşerî sistemlerden kayıtsız şartsız, lekesiz bir şekilde üstün olması meselesidir. Nitekim şu ayet, bunu ifade etmektedir:
“Onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar? İncelikleri idrak eden bir kavim için, Allah’tan daha güzel hüküm veren kim vardır?” (Maide 50)
Evet Allah’ın şeriatının mutlak üstünlüğü meselesi de, iman ve küfre dâhil olan meselelerden biridir. Hiçbir insan, herhangi bir beşerin ortaya koyduğu kanunun, Allah’ın şeriatından daha üstün veya onun dengi olduğunu iddia edip sonra da “ben Allah’a iman ettim” veya “Müslüman oldum” diyemez veya kanun koyan herhangi bir kimse, insanların neye ihtiyacı olduğunu Allah’tan daha iyi bilir mi? Yahut Allah biliyor ama bu hususta herhangi bir hüküm belirtmemiş, diye iddia ederse bu kişi Müslüman olur mu?
Şunu unutmamak gerekir ki, bizler ilahi nizamın bu mutlak üstünlüğünü her konuda tümü ile idrak edemeyebiliriz. Zira Allah’ın hikmeti, insanların tek bir neslinde ortaya çıkmayabilir. Birkaç kuşak geçtikten sonra belli olabilir. Buna rağmen bizler yine de Allahu Teâlâ’nın nizamının üstünlüğü ile ilgili şu noktaları zikredebiliriz.
a. Allah nizamı, dört başı mamur, mükemmel ve kuşatıcı bir nizamdır. Beşeriyet hayatının her türlü alanını kapsamaktadır. Bunları düzenler, yön verir ve geliştirir.
b. Bu nizam, yanılmaz mutlak bir ilme dayanmaktadır. Allah’ın nizamı, insan varlığının gerçeğini, beşerî ihtiyaçlarını, insanın içinde yaşadığı kâinatın gerçeğini ve kâinatta hâkim olan ilahi kanunların tabiatını bilen bir ilme dayanır. Bu nedenle kâinattaki diğer varlıkların insanla çatışmayacağı bir şekilde insanın hayatını düzenler.
c. İlahi nizam mutlak adalete dayanır. Çünkü Allahu Teâlâ bütün hâl ve durumları en iyi bilendir ve herkesin rabbidir. Onlardan herhangi biri lehine iltimas etmesi veya taraf tutması mümkün değildir.
d. Allah’ın nizamı kâinata koyduğu düzenle uyum içindedir. Çünkü kâinatın sahibi de O’dur, insanın sahibi de O’dur.
e. Allah nizamında kul gerçek anlamda kula kulluktan kurtulmuş hürriyetine kavuşmuş olur. Allah’ın nizamı dışındaki her sistemde ise kula kulluk esastır.
Burada şunu gözden kaçırmamak gerekir ki Allahu Teâlâ’nın Ulûhiyetine dair en özel sıfatlarından biri de “hâkimiyet” sıfatıdır. Allah’ın hâkimiyetini herhangi bir zümreye veya yöneticiye devretmesi asla mümkün değildir. Binaenaleyh şayet bir topluluk veya bir fert kalkar da insanlara yasa koymaya girişecek olursa, onlar nezdinde Ulûhiyet makamını işgal etmiş ve Allah’a ait olan özel sıfatlara bürünmeye çalışmış olur. Dolayısıyla kendilerine yasa koyulanlar, Allah’ın kulu değil onun kulu olurlar. Evet, bu nedenledir ki İslam yasamayı yalnız Allah’a ait kılarak, insanları kula kulluktan kurtarmış, Allah’a kul etmiştir. Hulasa bu ayetlerin değindiği yasama, yürütme ve yargılama meseleleri İslam inancının en önemli ve en ileri gelen meseleleridir. Çünkü bunlar ulûhiyet, kulluk, adâlet, hürriyet ve eşitlik meseleleridir. Bu nedenle bunların hepsi küfür, iman, Cahiliye ve İslam meseleleridir. Cahiliyet sadece tarihi bir devirden ibaret değildir. Herhangi bir muessese veya nizamda onun prensipleri mevcutsa Cahiliyet de mevcuttur. Aslında cahiliye, yönetim ve yasamayı, Allah’ın sistemine, insanların hayatını düzenleyen şeriatına göre değil, insanların heva ve heveslerine göre düzenlemektir. İslam’da fertlerin, sınıfların, milletlerin ve nesillerin yaratıcısı, herkes için yasa koyar. Bu nedenle Allah’ın şeriatı herkes için geçerlidir. Bu şeriatta herhangi bir kimsenin kayırılması veya ona iltimas geçilmesi yahut bir topluluğun bir topluluktan veya bir milletin diğer bir milletten üstün tutulması söz konusu değildir.
Hülasa, Allahu Teâlâ’nın indirdiği ile hükmetmemek, kötülükten, fitne fesattan ve nihayetinde imanın çerçevesinden çıkmaktan başka bir şey değildir. Ne var ki kendilerine kitab gönderilen kavimler, zaman uzadıkça kalpleri katılaşır, imana dair olan hararetleri soğur, iman meşaleleri söner; artık bunların hedefi, kendilerine gelen inançtan, yasalardan ve yükümlülüklerden kurtulmak olur. Bu hedefleri için vasıtalar ve fetvalar aramaya girişirler; belki bir hile bulurlar da dini yükümlülüklerden kurtulurlar. Bugün biz Müslümanız diyenlerin durumu da bu değil midir? Bunlar Allahu Teâlâ’nın buyurduğu gibi: “Onlar dilleriyle iman ettik dediler. Fakat kalbleri iman etmemiştir.” (Maide 41) Öyle ki bunlar dine karşı bir kısım hileler elde etmek için fetva ararlar. İşte Yüce Mevlâ, küfre doğru koşuşan bu komplocular ve bu oyunlar için tezgâh kuranlar hakkında şöyle buyuruyor:
“Ey Peygamber! Kalbleri inanmadığı halde ağızlarıyla ‘İman ettik’ diyenlerden ve Yahudîlerden inkâra koşanlar seni üzmesin…”(Maide 41)
Allahu Teâlâ devam eden ayette “Bunlar mûmin değillerdir." (Maide 43) buyurmuştur. Allahu Teâlâ’nın indirdiği bu şeriatın hükmü gereği, imanla Allah’ın şeriatını uygulamama veya ona razı olmamanın bir arada bulunması mümkün değildir. Kendilerinin veya diğerlerinin mûmin olduğunu zanneden, sonra da hayatlarında Allah’ın şeriatını tatbik etmeyen veya tatbik edilmesine razı olmayanlar, yalan bir iddiada bulunmaktadırlar. Kur’an’ın açık nassına ters düşmektedirler. Zira böyle olan bir yönetici de, yönetilen de dilleriyle iddia ettikleri iman dairesinin dışına çıkmış olur. Nisa Suresi’nin şu ayeti de bunu kararlaştırmaktadır. “Rabbine yemin olsun ki, aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem seçip sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamıyla boyun eğmedikçe, iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65)
Seyyid Kutub sözlerine devamla diyor ki: “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide 45) ayetine gelince Allah’ın nizamı ile hükmetmeyenlere verilen bu yeni sıfat daha önce kendilerine verilen küfür sıfatının dışında ayrı bir sıfat değildir. Bilakis bu ayet Allah’ın nizamı ile hükmetmeyenlerin kâfir olmalarına ilaveten zalim olduklarını da beyan etmektedir. Yani Allah’ın nizamı ile hükmetmeyen hem kâfir hem zalim hem de daha sonra gelecek ayette belirtildiği gibi fasıkdır.
Böyle bir kimse kâfirdir; çünkü bu kimse Allah’ın Ulûhiyetini, kullarına yasa koyma özelliğini kabul etmemekte, dolayısıyla Ulûhiyetin kendisine ait olduğunu ve insanlar için yasa koyma hakkına sahib olduğunu iddia etmektedir.
Yine bu kimse zalimdir; çünkü bu kişi insanları, kendilerini yaratan, onlara şah damarlarından daha yakın olan ve beşerî ihtiyaçlarını çok iyi bilen Rablerinin kanunlarından çevirip kendi koyduğu yasaya zorlamaktadır.
“Allahu Teâlâ’nın indirdikleriyle hükmetmeyenler işte onlar fâsıkların ta kendileridir.” (Maide 47) ayetindeki fâsıklık sıfatı da yukarıda geçen kâfirlik ve zalimlik sıfatlarına eklenir. Böyle bir insanın bu sıfatı olduğu da beyan edilmiş olur. Bu kimse insanları Allah’ın koyduğu sistemin dışına çıkmaya, Allah’ın belirlediği yoldan başka bir yol tutmaya sevk ettiğinden dolayı da fâsıktır. Hulasa bu ayetlerde kâfirlik, zalimlik ve fâsıklık sıfatları Allah’ın nizamı ile hükmetmeyenlerin üç sınıfa ayrıldıklarını ifade etmek için değil, böyle birinin bu üç sıfatın hepsi ile birlikte sıfatlandığını beyan etmek içindir. Bu sıfatlar birbirlerini tamamlayıcıdır. (Seyyid Kutub, Fi Zilali’l-Kur’an, VI, 143-168)
Bu konu hakkındaki kanaatimiz: Allah’ın nizamı olan İslâm Şeriatı’nı kaldırıp onun yerine insanların yaptıkları kanunları koyanlar, o kanunlarla insanları sevk idare edenler ve o kanunlarla idare edilmeyi kabul edenler hakkında nâciz kanaatimiz şudur:
1. Her ne kadar bu ayetlerin ehl-i kitab hakkında indikleri tercihe şayan olsa da bunlar Müslümanları da bağlamaktadır. Bu ayetlerden önceki ve sonraki ayetler ehl-i kitap hakkında olduğu için, konunun bütünlüğü bu üç ayetin de aslında ehl-i kitab hakkında indiklerini göstermektedir. Ancak bunun manası “Bu ayetler Müslümanları bağlamaz” demek değildir. Aksine usullerde beyan edildiği üzere, Kur’an ve Sahih Sünnet’te ehl-i kitabla ilgili bir hüküm zikredilir de Müslümanları bağlayıp bağlamayacağı açıkça beyan edilmezse sahih olan görüşe göre bu hükümler Müslümanları da bağlayıcıdır, onlar da bu hükümlere uymak zorundadırlar. Zira ilahi nizamın tek kaynaklı olması, İslam’ın insanlığın varlığından itibaren hak din sayılması, Rasûlullah’a gelen Kur’an’ın diğer kitabları tasdik etmesi bunu gerektirmektedir. Nitekim bahse konu ayetlerdeki “kim” genel ifadeleri bunu teyit etmektedir. O halde bu ayetler ehl-i kitap hakkında inmiştir, ancak Müslümanlar da bu ayetlere uyma mecburiyetindedir. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz görüşlerde bunu beyan eden âlimler de mevcuddur.
2. Allah’ın nizamı olan İslâm Şeriatı’nı hür iradeleriyle kaldırıp onun yerine insanların yaptıkları kanunları koyanlar kesinlikle kâfirdir. Çünkü bunlar bu davranışlarıyla insanların yaptıkları kanunların Allah’ın şeriatından daha üstün olduğunu kabul etmişlerdir.
3. Kaldırılan Allah’ın nizamı yerine konulan beşerî sistemlerle insanları sevk ve idare edenlerin hükmüne gelince bunların hükümleri, durumlarına göre farklılık arzeder.
a. Eğer bir insan, Allah’ın indirdiği nizama inanmayarak onu bırakır ve başka yasalarla insanları yönetirse, bunun kâfir olduğunda şubhe yoktur.
b. Şayet kişi, Allah’ın indirdiği nizama iman ettiğini iddia ettiği halde, bununla birlikte beşerî sistem veya yasaların Allah’ın indirdiği nizamdan daha üstün veya ona denk olduğuna inanarak onlarla insanları idare ederse bu kimse de kâfirdir.
c. Eğer kişi, Allah’ın indirdiği nizama iman eder ve onun beşerî sistem ve kanunlardan mutlak olarak üstün olduğuna inanır, bununla birlikte hür iradesi ile onu bırakıp beşerî sistem ve kanunlarla insanları idare ederse bu kişi; küfür, zulum ve fısk üçgeni içinde dönüp dolaşır, bunların dışına çıkmaz. Allah’ın indirdiği nizamı terk etmedeki derecesine göre bu sıfatlardan birini alır. Dinde yaptığı tahribata göre ayetlerde zikredilen çirkin sıfatlarla sıfatlanır. Bazen hepsine, bazen bir kısmına, bazen de tek birine sahib olur.
Mesela başkasının malına el uzatanın elini kesme cezasını kaldırıp onun yerine belli bir süre ceza evinde dinlenme! cezası koyma cinayeti, Cumua namazına engel olmadan Cumua tatilini pazara çevirme suçundan daha ağırdır. Birinciyi yapanın daha azılı olduğu muhakkaktır.
Burada şunu gözden kaçırmamak gerekir. Kâinatı yaratan, onu şaşmaz bir düzene koyan, kâinatın bir parçası eşref-i mahlûkat olan insana da layık olduğu hayat sistemini belirleyen, her şeyi çok iyi bildiği ve mutlak adalet sahibi olduğu için indirdiği nizamda eksiklik veya kayırma bulunmayan Yüce Mevlâ’nın nizamını bir tarafa itip de onun yerine bir bölümü putperest Roma İmparatorluğu’nun ilkel ve kokuşmuş hukukundan alınan, diğer bir bölümü de ahlâk mefhumu tanımayan gayrimüslimlerin tiksindirici örf ve adetlerinden mülhem olan; bütün Frenk devletlerini razı etmek için her bir dalı başka bir devletten alınan, bu nedenle yeknesaklıktan yoksun olan; diğer yandan insanların ihtiyaçlarına cevab vermekten aciz olduğu için her dönemde kavga gürültülerle değiştirilerek adeta yazboz tahtası haline getirilen beşerî sistem ve kanunları, cop ve dipçikle Müslümanlara uygulamak hangi imanla bağdaşır, hangi Müslümana yakışır?
Şimdi bu cinayeti hür iradesi ile işleyene Kur’an’ın zikrettiği üç sıfattan hangisini vermek gerekir?
İşte bu soruya cevabda da nâciz kanaatimiz şudur:
Saflar netleşip hakkı batıldan ayıracak otorite ortaya çıkıncaya kadar, akşamleyin Müslüman, sabaha kâfir olan bu bukalemun tavırlı insanlar hakkında, ayetlerde geçen üç sıfattan birini belirlemek oldukça zor bir meseledir.
Bu insanların dış görünüşü, bazen Müslüman olduklarını, bazen de küfre düştüklerini göstermektedir. Beşerî sistemleri kutsama fitnesi içine düşen ve günde iki defa inanç değiştiren bu tür insanlar hakkında kesin bir şey söylemek hem zor ve hem de risklidir. Şayet bunlara “Kesin kâfirdirler” denilirse, bu söz onların da Müslüman olma hallerine rast gelirse, diyen kişi kâfir olur. Yine bunlara “Kesin Müslüman” denilir de küfre düştükleri zamana rastlarsa, diyen kişi kâfir olur. Kitabımızın tekfir bölümünde geçen ve birçok Sahâbîden rivayet edilen hadis-i şerifler, bizi bu sonuca ulaştırmaktadır. Bunların bir halleri ile kâfir diğer halleri ile Müslüman olduklarını ve küfürle İslam arasında gidip geldiklerini söylemek, kanaatimizce daha isabetlidir.
d. Eğer bir insan Allah’ın indirdiklerine iman eder, onların bütün beşerî sistem ve yasalarından mutlak üstün olduğuna inanır, ancak başkasının zorlaması ile Allah’ın nizamını bırakıp beşerî kanunlarla insanları sevk ve idare ederse, zorlamanın derecesine göre, kâfir olma, zalim olma ve fâsık olma sıfatlarının bir bölümünden veya hepsinden berî olabilir.
Şunu unutmamak gerekir ki, Hanefî Mezhebine göre, can tehlikesi ve organlardan birinin koparılması mahiyetinde olmayan bir zorlama, küfür sözü söylemeye veya amelini yapmaya dair mazeret sayılmamış, bundan daha az bir zorlama ile küfür sözünü söyleyenin veya amelini yapanın kâfir olacağına hüküm verilmiştir. Diğer mezheblerin bir kısmında zorlamanın derecesi daha hafif görülmektedir. Konu ile ilgili olarak kitabımızın mazeretler bölümünde ikrah bahsine muracaat edilmelidir. Kanaatimizce can tehlikesi veya organlardan birinin koparılması mahiyetinde olmayan zorlamalar, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin kâfir olmamalarına dair mazeret sayılma ihtimali azdır. Bunların zalimliklerine ve fasıklıklarına ise, mazeret olamaz. Zira bir Müslümanın “maaşımdan olurum” veya “hürriyetimi bağlayan hapse koyulurum” korkusu, onu insanları sömüren tefeciliğe, ırz ve namusları kirleten fuhşa ve benzeri şeylere izin vermesi için mazeret sayılamaz.
Hulasa, Allah’ın nizamı ile hükmetmeyen, ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olmadıkça, belki kâfirlik sıfatından kurtulmuş olsa da, zalimlik ve fâsıklık sıfatından asla kurtulamaz.
e. Cehalet mazeretine gelince… Daha önce de açıklandığı gibi bu mazeret iki peygamber arasındaki bir dönemde yaşayanlar veya Dâru’l-Harb’de yahud İslam topluluklarından uzak olan çöllerde, dağların başlarında yaşayan insanlar için söz konusudur. Bu nedenle günümüzde yaşayan bir Müslümanın geçmiş İslam Devletleri tarafından yaklaşık bin üç yüz elli sene uygulanan ve kaldırılmasının üzerinden bir asırdan daha az bir zaman geçen, cihanşumul bir nizamın varlığından habersiz olması hiç de beklenilmez. Bu kişiler, İslam’ı çağrıştıran bir sözü söylediklerinde bile şeriatçılıkla suçlanmaktadırlar, hem de İslam’ın düşmanları tarafından. Düşmanlar bunun farkında ise, Müslüman olduğunu söyleyenlerin İslam nizamını bilmedikleri, cahil oldukları, bu nedenle onun dışındaki beşerî sistemlerle insanları sevk ve idâre ettikleri söylenebilir mi? Hulasa, İslam nizamına taban tabana zıt olan sistemleri uygulayanların cahil olduklarını söylemek oldukça güçtür. Bunları her şeye kadir, her şeyi bilen ve Azizun Zûntikâm olan Allah’a havale etmek gerekir. Rabbimiz onlara hidayet nâsib edip hakka çevirsin, ıslah olmayacaklarsa cezalarını verip Müslümanları bunların şerrinden kurtarsın. Âmin.
Biz bu gibi insanların, bir halleri ile Müslüman, diğer halleri ile kâfir oldukları, bu nedenle onlar hakkında tek bir hüküm vermenin riskli olduğu kanaatindeyiz. (Şeyh Hasan Karakaya , İslam Âkaidi, Sf: 123 - 144)