Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Makale DAVETİN TEMEL İLKESİ

U Çevrimdışı

ummudamla

Üye
İslam-TR Üyesi
İnsanları yeniden İslâm'a davet ederken, öncelikle akidenin benimsenmesinden işe başlamak gerekir.

Davet edilen kimseler müslüman olduklarını iddia etseler bile, nüfus cüzdanlarında "müslüman" oldukları yazılsa bile işe başlangıç noktası bu olmalıdır. Davetçilerin bunu çok iyi bilmesi gerekir. Bunu yaparken de en başta İslâm'ın; akideyi, yani gerçek anlamıyla "La ilahe illallah (Allah'dan başka ibadete layık ilah yoktur)" şehadetini kabullenmekten ibaret olduğunu anlatmak zorundadırlar.

Şehadet kelimesinin gerçek anlamı; hakimiyetin her konuda Allah'a ait kılınmasıdır.

Bu inancın, kalbte, duygularda, pratik hayatta ve yönetimde gerçekleşmesi demektir. İslâm davetinin temel ilkesi bu olmak zorundadır. Çünkü ilk İslâm davetinin temel çıkış noktası da bu olmuştur. Mekke'de inen Kur'an'ın onüç sene boyunca üzerinde durduğu nokta buydu.

İşte İslâm nizamını toplumsal hayatında uygulayacak kimseler, bu dini bu köklü özelliğiyle kabullenen topluluğun insanlarıdır. Çünkü bu topluluk, hayatını bu ilkeye göre düzenleyeceğine ve Allah'tan başkasını hayatına hakim kılmayacağına dair kendi kendisine söz vermiştir.

Yani İslâm toplumunu (devletini) kuracak olan, bu topluluktur. İslâm nizamının esaslarını uygulama sırası, İslâm toplumunun kurulmasından sonra gelir. Pratik günlük hayatın gerektirdiği kanunî düzenlemeler, İslâm nizamının genel ilkeleri dışına çıkamaz. İşte pratik değeri olan İslâmî hayat sisteminin kurulması yolunda atılacak adımların doğru sıralaması budur.

Bu dinin tabiatını, şaşmaz Rabbani metodunun özelliğini bilmeyen, yani insanların karakterini, hayat ihtiyaçlarını ve her şeyi bilen Yüce Allah'ın bir hikmetine dayalı Rabbani hayat sisteminin özelliğini düşünemeyen bazı samimi; ama aceleci kimseler; gerek İslâm nizamının esaslarını ve gerekse bir takım hukuki düzenlemeleri peşinen sunmanın, bu dini halka sevdirip davet yolunu kolaylaştıracağına inanıyorlar.

Ne var ki bu, aceleciliğin doğurduğu bir zandan başka bir şey değildir.

Çünkü meselenin başı, nefislerin samimiyetle Allah'a teslim olmasıdır. Ubudiyetin (kulluğun) sadece Allah'a yapılmasıdır.

Bunun da tek yolu, Allah'ın şeriatını kabullenip diğer tüm şeriatleri reddetmektir. Bunun ilke olarak benimsenmesi şarttır. Şeriatin tafsilatını sunmadan önce bu ilkenin benimsenmesi lazımdır.

Çünkü şer'î tafsilatlara olan rağbet; ilhlaslı bir ubudiyyetin sonucudur.

Yaratıkların egemenliğinden kurtulup bir tek Allah'a ubudiyet yapmaktır meselenin başlangıcı.

Halkın öncelikle buna rağbet etmesi gerekir. Yoksa mesele, sunulan ilahî şeriatın şu veya bu yönüyle elde mevcut bulunan kanunlardan daha iyi olduğu meselesi değildir.

Allah'ın hayat nizamı, elbette ki, hayrın kendisidir. Çünkü o, Allah'ın şeriatıdır. Kul yapısı kanunların, ilahî şeriat gibi olması hiç bir zaman düşünülemez. Ne var ki bu mesele, davetin temel ilkesi değildir.

Bu davetin temeli, Allah'ın şeriatini kabullenmektir. Kul yapısı tüm kanunları reddedip Allah'ın şeriatını kabullenmektir. Zaten İslâm da budur. Bunun dışında İslâm'ın bir muhtevası yoktur.

İslâm'a arzu duyan kimse, meseleyi halletmiş demektir. Artık bundan sonra "İslâm nizamı şu yönüyle güzeldir, bu yönüyle üstündür" diye bir rağbete ihtiyacı yoktur; Bu, imanın besbelli olan gereklerinden biridir.

Kur'an-ı Kerim, insanın fıtratına hitap etmektedir. İnsanın varlığında ve etrafındaki kainatta bulunan delil ve mesajlarla hitap etmektedir. İnsan fıtratını tortulardan, fıtri algılama sistemini de tembellik ve yararsızlıktan kurtaran Kur'an-ı Kerim, fıtratın tüm kapılarını, etkileyici mesajlara açmaktadır. Bu mesajlara cevap vermeye yarar bir hale getirmektedir.

Şu halde akidevî kuruluş aşamasının; zaman alması, bu konudaki adımların dikkat ve özenle, yavaş ve sağlamca atılması gerekmektedir.

Aynı şekilde akidevî kuruluş aşaması, akidenin nazari incelenmesinden uzak olmak zorundadır. Çünkü bu aşama, akideyi canlı olarak yaşama aşamasıdır. Gerek bu akideye sahip kimselerin gönlünde, gerek akidenin kökleşmesi oranında gelişen örgütsel kuruluşta gerek cahiliyeye karşı verilen savaş ve hareket ortamında ve gerekse pratik hayatın içinde canlı olarak yaşamak ve yaşatmak aşamasıdır, öyle ki akide, hareket ve mücadelenin içinde tüm canlılığıyla yaşayıp kökleşmelidir.

Akidenin; zihinsel incelemeye, yani kültürel bir bilgiye yarayan mücerred bir "nazariye" biçiminde kalması, korkunç bir hata ve tehlike demektir.

Kur'an-ı Kerim'in onüç sene boyunca akidevî yapı üzerinde durmasının nedeni; ilk defa iniyor oluşu değildi. Asla bu değildi. Eğer Allah dileseydi Kur'an-ı Kerim'in tümünü defaten bir kerede indirirdi. Böylece mü'minler bunu, on üç sene durmadan okur, inceler ve İslâmî nazariyyeyi iyice kavrarlardı. Yahut bu işi daha az veya daha çok bir sürede yapabilirlerdi.

Ne var ki, Yüce Allah, bunu değil, başka bir şey istiyordu. Belirgin ve eşi bulunmaz bir metod koymayı istiyordu. Cemaat, hareket ve akidenin bir arada ve aynı zamanda oluşmasını istiyordu. Cemaat ve hareketi akideyle, akideyi de cemaat ve hareketle oluşturmak istiyordu. Akidenin, cemaata fiili bir pratik olmasını, cemaatin fiili hareket kaynağının da akide olmasını istiyordu.

Yüce Allah, nefis ve cemaatların bir gün - bir gecede oluşamayacağını elbette ki biliyordu.

Şu halde akidevî kuruluşun, nefis ve cemaatin kuruluşuyla aynı anda gerçekleşmesi şarttı. Öyle ki akidevi yapı olgunluğuna eriştiği zaman, bunun canlı ve pratik görüntüsünün cemaat olması lazımdı.

İslâm Dini'nin tabiatı budur. Bu tabiatı bilmek zorundayız. Bu tabiat; beşeri teorilerin baskısına yenilmiş aceleci insanların arzularına uydurulup değiştirilemez, ilk İslâm ümmeti, İslâm'ın bu özelliği korunarak varlık âlemine çıkmıştır. Bu ümmeti, Yüce Allah'ın ilk defa oluşturduğu gibi varlık alemine çıkarmanın değişmez yolu da budur. Bu ümmetin bir kere daha varlık alemine çıkması isteniyorsa izlenecek yol budur.

Bu bakımdan hareketli ve gelişken bir ortamda bulunması gereken canlı İslâm akidesini, kültürel bilgi ve araştırmaya yarayan mücerred bir nazariyyeye dönüştürme çabalarının hata ve tehlikesini görmek zorundayız.

İslâm akidesi, yıkılmaya mahkum beşeri nazariyelere İslâmi bir nazariye ile karşı koyayım diye bir kültürel meta haline getirilemez. Çünkü bu akidenin canlı gönüllerde, pratik bir yönetimde ve etraftaki cahiliyeye karşı koyan hareketin içinde yaşatılması gerekiyor. Cahiliye ortamından çekilip alınan taraftarlarının gönlündeki cahilî tortuları temizleyen bir hareket olarak da yaşatılması gerekiyor.

Bu özelliğe sahip bir akideyse; gönül, akıl ve hayatta öylesine büyük, derin ve geniş bir yer işgal eder ki, bunun nazariyye ve nazarî derslerle kıyaslanmasına imkan yoktur. Ama her şey, bundan da ibaret değildir.

İslâm'ın ilâhlığa, evrensel varlığa, insan ve hayata bakışı; mükemmel ve kapsamlı bir düşüncenin ifadesidir. Bu kapsayıcılık ve mükemmelliği yanında gerçekçi bir düşüncedir aynı zamanda. Bu özelliğinden dolayı da kültürel ve zihinsel bir düşünceden ibaret kalmayı istemez. Çünkü bu, onun tabiat ve gayesine aykırı bir şeydir. Bu bakımdan akidenin insanlar tarafından yaşanması, canlı bir örgüt ve pratik bir hareket içinde temsil edilmesi zorunludur.

Akidevî kuruluşun yolu; insanların içinde canlı bir örgüt ve pratik bir hareket ortamında gelişmeyi zorunlu kılar. Çünkü pratik yön tamamlanmadan teorik yön tamamlanamaz. Her iki yön bir arada bulunup tamamlanır. Çünkü bu akide teorik yönünden kopmadan canlı bir pratiğe dönüşmüş olmayı gerektirmektedir.

Buna göre hareket ortamı ve pratik gelişmeyi geride bırakacak her tür gelişme hatalı ve tehlikelidir. Bu dinin tabiatına, gayesine ve özgün kuruluş metoduna ters bir şeydir.

Yüce Allah diyor ki:

"Kur'an'ı, insanlara mühlet vererek okuman için bölüm bölüm yaptık. Ve onu (olaylara göre gerektikçe) indirdik." (el-İsra: 106)

Demek ki bu "bölüm bölüm" indirmede, "mühlet ve anlaşılma imkanını vererek" indirme kastolunmuştur. Maksat, kuruluşun tamamlanmasıdır. "Kültürel bir nazariyye" biçiminde değil, "canlı "bir örgütleme" biçimindeki akideden oluşan kuruluşun tamamlanması...

Bu dinin sahipleri şunu bilsin ki; Bu din nasıl Rabbani bir din ise, onun çalışma metodu da öylece Rabbanidir. Tabiatına tıpa tıp uyan bir metod.

Bu bakımdan bu dinin hakikatini, onun çalışma metodundan ayırmaya imkân yoktur. Şunu da bilmek gerekir:

Bu din, hem itikadî düşünce yapısını ve bu düşünceye dayalı günlük pratik hayatı değiştirmek, hem de itikadı düşünceye dayanak olan fikir ve hareket metodunu değiştirmek için gelmiştir.

Çünkü o, yeni bir akide ve bu akideye dayalı yeni bir ümmet oluşturmak için mevcut vakayı değiştirecektir. Kendisine has bir düşünce metodunu oluşturmak için değiştirecektir. Çünkü bu özgün düşünce metodu olmadan, itikadî bakış açısını ve pratik değeri olan yeni bir vakayı oluşturmaya imkân yoktur. Görülüyor ki, İslâm'ın kendisine has düşünce metoduyla, itikadî düşünce ve canlı yapısını birbirinden ayırmak mümkün değildir. Çünkü bunların tümü, bir tek huzmeden ibarettir.

İslâm'ın çalışma metodunu böylece öğrendikten sonra şunu da bilmeliyiz ki, bu, değişmez ve köklü bir metoddur. Bu, ilk müslüman cemaatin kuruluş zamanına mahsus, belirli bir aşamanın, şart ve ortamların metodu değildir. Çünkü bu, İslâm'ın kuruluşuna dayanak olan vazgeçilmez bir metodtur.

İslâm'ın görevi, sadece insanların akide ve hayatlarını değiştirmekten ibaret değildir. İnsanların düşünce metodlarını, dünya görüşünü ve realiteye yaklaşım yöntemlerini değiştirmek de görev alanına girmektedir. Çünkü İslâm, tabiatının tümü açısından çökmeye mahkum güdük beşeri sistemlerden ayrılan bir hayat sistemidir.

Rabbani düşünce metoduna sarılmadan, Rabbanî bir hayata ve Rabbani bir dünya görüşüne kavuşmamıza imkan yoktur. Bunu, Allah böyle istemiştir. Çünkü başka türlü düşüncelerin ve pratik günlük hayatın rayına oturması mümkün değildir.

İslâm'ı Rabbani yapı ve düşünce metodu özelliğinden çıkarıp beşeri düşünce yöntemlerine bağımlı kılmayı istemek, Rabbani metodun beşerî metodlardan daha aşağı kaldığına inanmak demektir. Rabbani hayat sistemini, (eksiği varmış gibi) beşerî sistemlerin düşünce ve hareket düzeyine getirmeye çalışmaktır ki bu, öldürücü bir hezimetten başka bir şey değildir. Tehlikeli bir işe girişmekten başka bir şey değildir.

Rabbani sistemin görevi, biz İslâm davetçilerine, beynimizi cahili düşünce yöntemlerinin tortularından uzaklaştıracak yeni ve özgün bir düşünce metodunu vermektir. Çünkü yeryüzünde egemen olan cahili düşünce yöntemleri, aklımızı bulandırıp kültürümüzü etkilemektedir. Bundan dolayı eğer biz bu dine, özelliğiyle bağdaşmayan egemen cahili düşünce yöntemleriyle yaklaşırsak, onun asıl görevini iptal etmiş oluruz. İnsanlık için yapacağı görevi iptal etmiş ve kendimizi çağımızın egemen cahilî düzenlerinin baskısından, aklımızı da bu tür cahilî düşüncelerin etkisinden kurtarma fırsatından mahrum bırakmış oluruz. Mesele, bu açıdan tehlikelidir. Bundan ileri gelecek zarar da öldürücüdür.

İslâmi kuruluşun düşünce ve hareket metodu; İtikadî düşünce ve hayat nizamı metodundan daha az önemli değildir. Bu iki konuyu birbirinden ayırmaya imkân yoktur. İslâm düşünce ve hayat nizamını sözlü olarak sunmak istediğimizde şunu unutmamalıyız ki, (uygulaması olmayan) bu sözlerin yeryüzünde hareket ve realite halindeki bir İslâm doğurmasına imkan yoktur.

Hatta şunu da unutmamak gerekir ki İslâm'ı bu şekilde sunmamızdan yararlanacak olanlar, fiilen İslâmi hareketle meşgul olan kimselerdir. Bundan da sağlanacak azamî yarar, kendi hareketleri esnasında fiilen vardıkları noktada tıkanıp kalmaktır. O halleriyle karşılıklı etkileşim göstermekten ileriye gidememektir.

Şunu bir kere daha söyleyelim ki; itikadî düşüncenin, hareket halindeki bir kadro tarafından hemen uygulanması gerekir. Bu hareket kadrosunun, itikadî düşünceye tercüman ve canlı bir örnek olması da gerekir aynı zamanda. Bir kere daha söyleyelim:

Söz konusu olan, Rabbanî İslâm'ın tabiî metodudur, İnsan fıtratına en çok uyan, en çok etkili olan; en yüce ve en sağlam metod budur. Kalıplaşmış nazariyelerden ve bu nazariyyelerin zihinsel ve donuk biçimlerde sunulmasından etkilenmeyen beşer fıtratının en çok etkilendiği ve en çok uyum sağladığı metod, Rabbanî metodtur. Çünkü fiilen hareket alanına katılmayan ve İslâm nazarî kavramının adım adım canlı örneği haline gelemeyen insanlara Rabbanî metod dışında bir şeyle yaklaşmanın hiç bir yararı yoktur. Nazariyye konusunda doğru olan bu tesbit, nizam esaslarını bu şekilde sunmak konusunda da doğrudur. Çünkü metodu kabullenmeyen insanların, akidenin pratikteki hali olan nizam esaslarını ve bu nizamın ayrıntılı kanunlarını benimsemeleri beklenemez.

Etrafımızı saran cahiliye bazı samimi İslâm davetçilerini sinirsel baskı altında tutarak, İslâmi metod adımlarını hızlandırmalarına neden olduğu gibi, zaman zaman sorduğu sorularla onları zor durumlara da düşürmektedir, örneğin soruyor:

"Davet ettiğiniz nizamın ayrıntıları nelerdir?

Bunu uygulamak için ne gibi inceleme ve araştırmalar hazırladınız?.

Ne gibi tasarılarınız vardır?"

Bu soruları soran cahiliyenin amacı, davetçilerin adımlarını hızlandırıp onları metodlarından uzaklaştırmaktır, öyle yapıyor ki davetçiler, akidevî kuruluş aşamasını atlasınlar. Maksat; nazariyyesi hareket ortamında biçimlenen, hayat nizamı hareketle ortaya çıkan ve yasal düzenlemeleri İslâmi bir hayatın gerçek problemleri doğrultusunda belirlenen Rabbani metodtan uzaklaştırmaktır davetçileri.

Bu bakımdan dava adamlarının görevi, bu tür taktikleri boşa çıkarmaktır, hareket ve dinlerine yabancı olan metodların empozesini reddetmektir. İnanmayan kimselerin oyuncağı haline düşmemektir. Zora koşma planlarını ortaya çıkarıp dava yolunda yürümektir. Bu dinin hareket metoduna uygun olarak hareket etmektir. Çünkü bu, İslâm'ın gizli gücüdür. Çünkü davetçilerin güç kaynağı da budur.

İslâm'da metod, hakikatle eş değer bir şeydir. Hakikatla metod, birbirinden ayrılmaz. İslâm'a yabancı bir metodla, İslâm'ın zafere gitmesine imkan yoktur. Batı kökenli yabancı metodlarla beşerî düzenlerin gerçekleşmesi mümkündür; ama bizim Rabbanî hayat nizamımızın gerçekleşmesine imkân yoktur. Şu halde metoda bağlılık, - bazı insanların zannettiği gibi - yalnız ilk İslâm hareketinde değil tüm İslâmî hareketlerde bir zorunluluktur. Tıpkı akideye bağlılık gibi ve tıpkı nizama bağlılık gibi...


Seyyid Kutub [Rahmetullâhi Aleyh] / Dawet Yolu
 
Üst Ana Sayfa Alt