Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Polislik Ve Polislerle Evlilik; Eş Seçimi _ahmed Kalkan_

A Çevrimdışı

Askalani

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Polislik ve Polislerle Evlilik; Eş Seçimi

Ülkedeki Müslümanlar, çoğunlukla iki aşırı uca kaymış durumda. Tarihte bu iki aşırı ucun adları: Mürcie ve Hâricîlik. Günümüzdeki insanlar, kendilerinin dâhil oldukları grubu bile tanımazlar, o da ayrı bir konu. Çağdaş Müslümanların bir kısmı, hemen her şeyi mubah görür, amellerin imana hiç zarar vermeyeceğini ifade eder, şirk ve küfür olan hususlara bile sert tavır takınmaz; bunları çağdaş mürcie kabul edebiliri. Halk yığınlarının geneli ve bazı cemaatler bu anlayıştadır. Diğer taraftan tüm halkı tekfir eden, ya da meselâ oy verdiği için (hangi niyetle ve hangi seviyedeki insan olursa olsun) onları tekfir eden gruplar var; bunlara da çağdaş Hâricîler denebilir.

İşte bu zihniyetteki insanlar memurluğa da diğer hususlara da kendi din anlayışları doğrultusunda bakacak, kimi tüm memurları tekfir ederken, diğeri memurluğun tümünün hiçbir sakıncası olmadığını söyleyecektir.

Bize göre her iki yaklaşım da doğru değildir. Memurluğun kesinlikle yasak olduğu alanlar vardır, bazı şartlarla câiz ve mubah kabul edilecek (ya da şartlara göre bazı memurlara müsamaha ile bakılması gereken) çeşitleri vardır.

Düzenin üç temel sacayağı olan “yasama, yürütme ve yargı” alanlarında görev almak, tâğuta yardımcı olmak, onu güçlendirmek anlamına geleceği ve Allah’ın indirmediğiyle hüküm konusu ile bağlantılı olacağı için kesinlikle câiz görülemez. Bunları görev ve memurluk olarak isimlendirirsek, şunları sayabiliriz: Milletvekilliği, hükümet üyeliği, parlamentoda memurluk, devletin İslâm’a ters kanunlarını uygulamak ve insanları bunlarla yönetmek kapsamına girecek her çeşit bürokratlık, yöneticilik, âmirlik yasama ile ilgili alanı kapsar.

Yürütme de; TC’nin temel ilkeleri doğrultusunda, insanları devletin verdiği güçle kanunları uygulayan, devlete mutlak itaati isteyen kurumlarda görev; meselâ Emniyet Müdürlüğünde görev, polislik vb.

Meslek olarak polisliğin câiz olduğunu söylemek bana göre mümkün değildir. Ancak, hiçbir İslâmî esası çiğnemeyecek ve hiçbir müslümana zarar vermeyecek şekilde farklı bir görev yapan (meselâ pasaport dairesinde çalışan, ya da masa başı benzer iş yapan) polisler, normal polis kategorisine girmeyeceği için, onlarla ilgili hüküm, haramlıktan mekruhluğa (belki mubahlığa) doğru kolaylaştırılır. Yani, polisliğin hükmü değişmez, ancak bunların polis kategorisine girip girmediğine göre (istisnâ teşkil ettiklerinden) bunların durumu normal polisten farklılık arzeder. Polislik denilince, düzenin gayri İslâmî de olsa emirlerini yerine getiren, İslâm açısından caiz olmayan kanunları da uygulayan, devletin suç kabul ettiği İslâmî bazı yaşayışı da suç kabul edip emredildiğinde bu suçluların (!) cezalandırılması için görev yapan düzenin çarklarını çeviren şahıslardır. Çoğu polisin ifadesiyle “emir kulu” olarak kendilerini gören, “Allah’ın kulu” olma gayretinde bulunmayan düzenin memurlarıdır. Düzen İslâmî olmuş olsa, polislik kutsal bir görev olacaktır, gayr-ı İslâmî ve zâlim olunca da temel görevlileri olan polislik de bu yanlışlık ve çirkinliklere yardımcı bir görev üstlenecektir. Firavun’dan bahseden âyetler, Firavun’un askerlerinin (polis ve diğer askerlerinin) de birlikte helâk edildiğini beyan eder.

Aşağıda (genel konuda) geniş bilgi vereceğim ama, şimdiden belirteyim; bir polisle bir muvahhide mü’mine hanımın evliliğini ben uygun görmem. Ancak, kendini İslâmî dâvâ yönüyle ispat etmiş, yukarıdaki açıklamada belirtilen şekilde İslâm’a ve Müslümanlara hiç zararı olmayan istisnâî durumdaki polislerle (riskine rağmen) bir Müslüman hanım evlenmeye kalkarsa, ona da bir şey diyemeyiz. Böyle bir evliliğe karşı çıkmamak gerekir diye düşünüyorum.

Yargı da hâkim, savcı vb. görevleri kapsar. Bunlar da Allah’ın indirdiğiyle değil; beşerin uydurduğu ilke ve kanunlarla insanları yönetmeye çalışırlar.

Ayrıca yapılması küfür veya haram olan bir işle, görevle ilgili herhangi bir alanda görev almak veya böyle bir konumdaki memurluk; insanları küfre veya harama teşvik edecek veya kendisi için kesinlikle küfür veya haram olan bir işte görevli memurluk da kesinlikle câiz olmaz.

Demek ki, Emniyet’te görevli bir memur ile meselâ belediyede bir memur farklıdır. Yine Belediye’de zabıta görevlisiyle itfaiyeci aynı değildir. Zabıta, zulüm olan bazı uygulamalar yaptığına ve polise benzer bir görevi olduğundan câiz kabul edilemezken, itfaiyeciliğin hiçbir sakıncası yoktur. Bazı memurluklar da duruma göre değerlendirilir: Vergi memurluğu câiz görülmezken, meselâ nüfus müdürlüğünde memurluk câiz kabul edilir. Tabii, bütün bu câiz denilen hususlar, herhangi bir küfür ve haramla, ancak bazı haramlar işlemekle o memurluk yapılıyorsa, câiz olmaktan çıkar.

Belki en riskli memurluklar da halkın “namaz kıldırma memuru” dediği imamlık ve halkın peygamber mesleği dediği öğretmenlik sözkonusudur. Cami görevlisinin tâğutları hiçbir şekilde ve hiçbir zaman övmemesi, onlara dua ettirmemesi, İslâm dışı bir düzeni savunmaması, tâğutları reddettiğini davranışları ve uygulamalarıyla ispatlaması ve hakkı (tevhidi, şirki, çağdaş putperestliği…) gizlemeyip bâtıla karıştırmadan insanlara duyurması gerekmektedir ki, yaptığı görev, câiz kabul edilebilsin; aksi takdirde câiz değildir.

Öğretmenlerin ise, öğrencileri putperest âyinlere yönlendirmemesi, hiçbir öğrenciye tâğutu övecek şekilde görevler vermemesi, bu tür konuları okutmaması, kendisinin de küfür davranışı olan hafta başı ve sonundaki törenlere, bayram törenlerine vb. katılmaması şarttır.

Yine buna benzer küfür davranış ve sözlerinden tümüyle kaçınmak şartıyla yapılan öğretmenlik ancak câiz olabilir.

Bütün bunların yanında, bana göre dâva adamı olan veya olmaya çalışan samimi mü’minlerin, zâlim bir düzenin çarklarını çevirecek bir memurlukla ömürlerini tüketmeleri, pasifize olmaları tavsiye edilmez, yakışmaz, şık olmaz.

Habbâb bin Eret’in yaptığı görev, farklı (İslâmî sayılabilecek, Allah’ın indirdiğiyle hükmedilen) bir devlet sisteminde ve herhangi bir harama aracı ve yardımcı olunmadan yapılan görevdir. Günümüzdeki memurluklarla mukayese edilemeyecek çok farklı şartlar sözkonusudur.

Kur’an ve Sünnette bugünkü memurlukla ilgili direkt bir ifadenin bulunması sözkonusu değildir. Kur’an ve Sünnet temel ilkeleri verir. Gerisi Kur’an ve Sünneti ölçü kabul eden ve bu konuda doğru hükümler çıkarabilen seviyeli insanların değerlendirmelerine yönelinir. Kimin Kur’an ve Sünnetten delili kuvvetliyse o hükme uyulur. Kur’an ve Sünnet, tâğutun red ve inkâr edilmesini emreder. Putperestliğin ve şirkin her çeşidini yasaklar. Haram işlenmesini yasaklar. Ayrıca küfre vesile olan, yardımcı olanın küfre, harama yardımcı olan kimsenin harama düştüğünü belirtir.

Şahsî kanaatim olarak, mecburi ve çok özel bir durum olmadıkça dâva adamı hiçbir müslümanın memurluğu tercih etmemesini ısrarla tavsiye ederim.

Eş seçimi: Evlilikte eş seçimi önemlidir. Yuvayı yapacak, çocukları eğitecek, erkeğe ömür boyu iyi veya kötü günde destek ve mutluluk verecek olan eşi seçerken güzelliğinden, soyundan ve malından çok, dindarlığına ve iyi ahlâk sahibi olmasına dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadınla dört şeyden dolayı evlenilir: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı seç, mutlu olursun.” [1]
Bu hadisteki “kadınla dört şey için evlenilir” ifadesi, aynı şekilde ve aynen bir hanım için de geçerlidir. Yani, “erkekle de dört şey için evlenilir…” Bu özellikler ve tavsiye edilen husus, hanımlar açısından erkekler için de aynen sözkonusu edilir.

İslâm hukukuna göre nikâh akdi hem medenî bir muâmele, hem de bir ibâdettir. Çünkü nikâhın rükûn ve şartlarını İslâm belirler ve evlilik sebebiyle eşlerin pek büyük ecirlere ulaşacakları açıklanır. Bu konuda İbnül-Hümâm (ö. 861/1457) şöyle der: "Nikâh, ibâdetlere daha yakındır. Hattâ evlenmek, sırf ibâdet niyetiyle bekâr kalmaktan daha faziletlidir" [2]. Son devir hukukçularından İbn Abidîn (ö. 1252/1836), Reddül-Muhtar adlı ünlü eserinde nikâh konusuna şu cümlelerle başlar: "Bizim için Hz. Adem devrinden bugüne kadar meşrû olmuş, sonra Cennette de devam edecek, nikâh ile imandan başka ibâdet yoktur" [3]. Nikâhın câmi içinde akdedilmesi ve mümkünse cuma gününe rastlatılması müstehaptır. Bu da onun ibâdet yönünü güçlendirir [4].

Şâfiîlere göre, evlilik satım akdi gibi dünyaya ait işlerden olup, bir ibâdet değildir. Dayandığı delil, gayri müslimlerin nikâhının da İslâm nazarında geçerli sayılmasıdır. Eğer ibâdet olsaydı, bu nikâhların geçersiz olması gerekirdi. Nikâhtan amaç, kişinin şehvetini teskin etmesidir. İbâdet yapmak ise, Allah için bir iş yapmaktır. Bu nedenle Allah için iş yapmak, kendi nefsi için iş yapmaktan daha faziletlidir.

Şâfiîlerin bu görüşüne çoğunluk fakihler (cumhûr) karşı çıkmıştır. Çoğunluğa göre nikâhın mü’min veya gayrı müslim için geçerli olması, dünyada toplum düzeniyle ilgilidir. Nitekim mescit, yol yapımı ve benzeri hayır işleri müslüman için bir ibâdet olduğu halde, gayrı müslim için bir ibâdet sayılmaz. Genel anlamda Allah'ın hoşnut ve râzı olduğu her iş, müslüman için ibâdettir. İslâmî esaslara göre kurulan ve buna göre yürütülen evlilik de ibâdet kabîlindendir. Çünkü nikâh akdi ile, nefsi haramlardan korumak ve nesli sürdürmek gibi birçok toplum maslahatı gerçekleşir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır" [5] buyurmuştur.

İslâm'da nikâh akdi sırasında evlenecek erkekle kadının veya hukukî temsilcilerinin ve şâhitlerin dışında dinî veya resmî bir görevlinin bulunması zorunlu değildir. Bu durum, onun dinî niteliği ve ibâdet yönü için bir engel teşkil etmez. Çünkü bir İslâm âliminin nikâh meclisini yönetmesi, gerekli soru ve cevapları alması, nikâhın rükün veya şartlarından değildir.

Hristiyan toplumlarında nikâhın dinî veya medenî niteliği uzun süre tartışma konusu olmuş; kimi ülkelerde nikâh tamamen kiliselerde akdedilirken, kimi ülkelerde de medenî nikâh esası benimsenmiştir. Fransa'da 1787 Kasımında çıkarılmış olan bir kral buyruğu ile Katolik olmayanların evlenmelerini, dilerlerse ikametgâhlarının bulunduğu yer kilisesinde, dilerlerse aynı mahallin hâkimi önünde akdedebilecekleri kabul edilmiştir. Birincisi dinî, ikincisi medenî nikâh niteliğindedir.

Osmanlı Devleti uygulamasında 1917 tarihli "Hukuk-ı Aile Kararnamesi" Hristiyanlar için kısmen dinî ve kısmen medenî bir evlenme usûlü getirmiştir. Buna göre, Hristiyanların nikâhı, dinî âyinler çerçevesinde rûhânî memurlarca akdedilir. Ancak rûhânî memur, en az yirmi dört saat önce mahallî mahkemeye haber verir. Hâkim, belirtilen saatte nikâh meclisine özel bir memur gönderip kıyılan nikâhı deftere kayıt ve tescil ettirir [6].

Bazı Hristiyan ülkeler sonradan medenî evlenmeyi kabul etmekle birlikte, önce dinî nikâhın akdedilmesini şart koşmuşlardır. Meselâ; Yunanistan ve Romanya, medenî nikâhtan önce dinî nikâhın akdedilmesi esasını benimsemişlerdir [7].

A.B.D.'de, İngiltere'de ve İskandinav ülkelerinde ise toplum dinî veya medenî nikâhtan dilediğini seçme hakkına sahiptir. Eşlerin tercihine göre kilisede veya resmî nikâh memuru önünde akdedilen nikâhla ilgili belgeler nüfus kütüklerinde birleşmiş olur. Bazı ülkelerde medenî evlenme şekli zorunlu hale getirilmiştir. Hollanda, İsviçre ve Türkiye gibi ülkeler bunlar arasındadır. Bu gibi ülkelerde resmî memur önünde kıyılmayan nikâh, yok hükmünde sayılmaktadır [8].
“Kadın dört özelliği için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için, güzelliği için, dini için. Sen dindarı seç de huzur bul/mutlu ol.” [9]

"Kadınlarla güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder. Malları dolayısıyla da evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahi bir câriye, diğerlerinden üstündür" [10]
 
A Çevrimdışı

Askalani

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Kefâet/Küfüv; Evlenecekler Arasında Denklik ve Uyum


Evlenecek çiftler arasında, dinî, iktisâdî ve sosyal seviye bakımından yakınlık ve denkliğin var olmasına kefâet denir. Sözlükte denk, eşit, benzeri olma [11] gibi mânâlara gelen kefâet'in gözetileceğine dair Kur'ân-ı Kerîm'de bir nass yoktur [12].

Evlenmede kefâet erkek tarafında aranır. Yani erkeğin, alacağı kadına müslümanlık, nesep, hürriyet, meslek ve zenginlik vb. hususlar bakımından denk durumunda bulunması, velî kontrolü dışında evlenen kadını korumak için öngörülmüştür. Kefâetin esaslarını Hanefî mezhebi tesbit etmiş. Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri ise hemen hemen onları izlemişlerdir. İmâm Mâlik ise yalnız müslümanlıkta, ayıplardan selâmeti denklik için yeterli görmüştür.

Eşlerin karşılıklı huzûr ve sükûn bulmaları, evlilik birliği içinde birtakım maslahatların gerçekleşmesi, karı-kocanın birbirine denk olmasıyla kolaylaşır. Evlenmede kefâete itibar edilip edilmemesi konusunda iki görüş vardır. Hasan el-Basrî (ö. 110/728), Sevrî (ö. 161/778) ve Ebü'l-Hasan el-Kerhî (ö. 340/952) gibi bazı hukukçular "insanlar tarak dişleri gibi eşittir. Arab'ın yabancıya üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâdadır" [13], “Allah katında en şerefliniz takvâ bakımından üstün olanınızdır.” [14]. "Arabın takvâ dışında yabancıya bir üstünlüğü yoktur" [15]gibi âyet ve hadislerin mutlak eşitliğe delâlet ettiği gerekçesiyle kefâeti kabul etmemişlerdir [16].

Buna göre, soy-sop, ile övünmeyi kötüleyen ve Allah nezdinde şerefin yalnız takvâ ile olacağını ifade eden âyet ve hadisler denklikte muteber olanın yalnız din olduğunu, başka bakımlardan denkliğe gerek olmadığını göstermektedir. Gerçekten Hz. Peygamber devrinde denkliğin gözetilmediğine dair uygulamalar da vardır. Ezcümle: Bilâl (r.a.), Ensar'dan birisinin kızını istemiş, bu istek geri çevrilmişti. Sebep, arada denkliğin bulunmayışı idi. Hz. Peygamber, Bilâl'a şöyle buyurdu: "Git, onlara; Allah'ın Rasûlü size, beni evlendirmenizi emrediyor, de." Denkliği gözetmek gerekseydi önce buna Allah'ın Rasûlü uyar ve böyle bir emir vermezdi. Yine Ebû Taybe, Beyâda Oğullarından kız istedi. Denklik bulunmadığı için kızı vermek istemediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ebû Taybe'yi nikâhlayın. Eğer bunu yapmazsanız yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat olur" [17].

Kefâete karşı olanlara göre, evlenmede kefâet şart olsaydı bu, kısasta da aranırdı. Halbuki kısasta denklik aranmaz. İslâm hukukçularının çoğunluğu ise evlenmede kefâetin lüzum (bağlayıcılık) şartı olduğu görüşündedir. Delilleri arasında şu iki hadisi zikretmek mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Ali (r.a.)'a hitâben şöyle buyurmuştur: "Üç şeyi geciktirme: Vakti geldiğinde namazı, hazırlandığında cenâzeyi, dengini bulunca evlenmeyi" [18]. Bir başka hadiste Hz. Peygamber: "Kadınları denkleriyle nikâhlayınız, onları velileri evlendirsin, on dirhemden az mehir yoktur" buyurmuştur [19].

İbnü'l-Hümâm bu konudaki hadislerin zayıf olduklarını ancak çeşitli yollardan birbirlerini destekleyerek kuvvetlendirdiklerini ve Hasen mertebesine ulaştıklarını, mananın sübutu konusunda zann-ı yakîn hasıl olduğunu söylemektedir [20]. Bu ve benzeri delillerden hareket ederek kefâete itibar eden fukaha denkliğin hangi yönlerden ele alınacağında ihtilâf etmişlerdir. Hanefîlere göre Kefâet 6 yerde aranır. Bunlar: Dindarlık, İslâm, hürriyet, nesep, mal ve meslektir. Malikîler, din ve muhayyerliği gerektiren kusurlardan sâlim olma, Şâfiiler, din, hürriyet, neseb ve muhayyerliği gerektiren kusurlardan sâlim olma, Hanbelîler de din, hürriyet, neseb, mal ve meslek konusunda kefâet aramaktadırlar [21].

1. Dindarlık: Dinî hükümlere bağlılığı olmayan, ahlâkî yönden zayıf bulunan kişiler (fâsık), iffetli, saliha bir kadının dengi değildir. Böyle bir evlilik halinde kızın velisi nikâhı fesih hakkına sahiptir. Bu görüş İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ebû Yusuf'a aittir. İmam Muhammed ise dindarlık ve takvânın ahireti ilgilendiren bir konu olduğu fikrinden hareket ederek kefâette dindarlığa itibar edilmeyeceği görüşündedir [22].

2. İslâm: İslâmiyet itibariyle kefâet, Arap olmayan milletlerde aranmaktadır. Buradaki kefâet erkeğin baba, dede gibi "asl"ını ilgilendiren bir durumdur. Aile içinde sadece kendisi müslüman olan erkek, kendisi ve babası müslüman olan bir kadına denk değildir. Yine kendisi ve babası müslüman olan erkek, babası ve dedesi müslüman olan kadına denk değildir. Ebû Yusuf sadece babanın müslüman oluşunu kefâet için yeterli görmüştür [23]. Aynı zamanda müslüman olmayan bir erkek müslüman hanıma denk olmayıp onunla evlenmesi zaten caiz değildir.

3. Hürriyet: Cumhur'a göre köle hür olana denk değildir [24].

4. Neseb: Bu konudaki kefâet Araplar arasında geçerlidir. Arap olmayanların Araplara denkliği yoktur [25]. Bu görüş çeşitli tenkidlere maruz kalmıştır. Muasır İslam Hukukçularından Vehbe ez-Zühaylî kefâete nesebe itibar etmenin, eşitliğe davet eden ve ırkçılığa savaş açan İslâm'ın genel yapısına aykırı olduğunu, İslâm'ın diğer milletler arasında yayılmasının bu esasın bir sonucu olduğunu, ayrıca çoğunluğun bu konudaki delillerinin zayıf olduğunu, uygulamada neseb açısından kefâete itibar edilmeyen birçok olay ve delil mevcut bulunduğunu söylemekte ve örnekler vermektedir [26].

5. Mal: Mal konusunda kefâet İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre mal ve servetin tamamını kapsar. Mehir ve nafaka dışında, erkeğin evleneceği kadının servetine denk bir mala sahip olması gerekir. Ebû Yusuf ise mehir ve nafakayı temine muktedir olan erkeğin daha fazla mala sahip zengin kadına denk olduğu görüşündedir. Fetva Ebû Yusuf'un görüşüne göredir. Nafaka dışında başka mala sahip bulunmayan yüksek mevki ve makam sahibi kişiler, mehir borcunu zenginlik zamanında ödemek üzere geri bırakmaları durumunda zengin kadına denk sayılırlar [27].

6. Meslek: Evlenecek erkek ile kadının velilerinin iş ve meslekleri arasında şeref ve itibar bakımından büyük bir farkın bulunmaması halidir. Sanat ve mesleklerin itibar bakımından yer ve zaman, kişilere göre değişmesi sebebiyle hangi mesleğin diğerine denk olduğu konusunda bir kural koymak mümkün değildir. Bu hususta örf-adet ve toplum anlayışını dikkate almak uygundur. Meslekte kefâete itibar Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'in görüşüdür. Ebû Hanife'den bu konuda olumlu ve olumsuz iki görüş nakledilmiş olmakla birlikte açık olan itibar edilmemesidir [28]. Mâlikî hukukçular böyle bir şartın asla gerekli olmayacağını ve bunun İslâm'ın ruhuna aykırı olduğunu ifade ederler.

Evlilik akdinde kefâete itibar lüzum (bağlayıcılık) şartıdır. Kadın kendisine denk olmayan erkekle evlendiğinde akit sahih olmakla birlikte velilerin evliliğe itiraz ve fesih hakları vardır. Bu haklarını kullanmadıklarında akit lüzum ifade eder (bağlayıcı hale gelir) [29].

Kefâet kadın ve velîlerin hakkıdır. Âkıl ve bâliğa olmuş bir kadın kendine denk bir erkekle evlenebilir. Bu durumda velî'nin itiraz ve fesih hakkı yoktur. Velî, kadını denk olmayan birisiyle evlendirmesi durumunda kadının itiraz ve fesih hakkı vardır. Bu konuda ittifak vardır. Fesih hakkı asabeden olan velilere aittir. Kadının hamileliği açıkça ortaya çıkmadıkça evliliği sona erdirebilirler. Velîlerin birden fazla olması durumunda Ebû Hanîfe ve imam Muhammed'e göre bir kısmının evliliğe rızası diğerlerinin fesih hakkını düşürür. Onlara göre bu bir haktır ve bölünemez. Maliki, Şafii, Hanbelîler ve Hanefilerden Ebû Yusuf ve Züfer'e göre ise eşit seviyedeki velîlerin herbirinin ayrı ayrı fesih hakları vardır. Birisinin kefâet konusundaki hakkını düşürmesi diğerîninkini düşürmez. Yine çoğunluğa göre kefâet erkeklerin kadınlara denkliği konusunda aranır ve akdin başlangıcına ait bir konudur. Evlendikten sonra kefâetin bozulması akde zarar vermez [30].

Ayrıca kadın emsal mehrinden az bir mehirle evlenmişse velî hâkime başvurarak, bu evliliği feshettirebilir. Ancak nikâh mehrin eksik olmasıyla sakatlanmışsa, Ebû Hanîfe'ye göre, önce erkekten mehir tamamlaması istenir. Ebû Yûsuf ve imam Muhammed'e göre ise, eksik mehirden dolayı velilerin itiraza ve nikâhı feshe hakları yoktur. Çünkü mehrin on dirhemden fazla miktarı kadının hakkı olduğundan, bunun üzerinde dilediği şekilde tasarruf edebilir [31].

Kefâetin yokluğu sebebiyle karı-kocayı ayırmak hâkimin hükmü ile olur ve vukubulan fesih, talâktan sayılmaz [32].

Sonuç olarak, evlilikte İslâmî şuurdan yoksun velilerin, özellikle kadın üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmayı ve kadını korumayı amaçlayan denklik meselesi, evlenilecek kadını seçmede önemini kaybeder. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Kadın dört şey için nikâh edilir; malı, aile şeref i, güzelliği ve dindarlığı için. Ey eli toprak olası insanoğlu, sen dindar Ye ahlâkı güzel olanını tercih et" [33]. Burada, kadın bakımından "dindarlık ve ahlâk güzelliği"ne dikkatin çekilmesi, diğer vasıfların aranmayacağı anlamına gelmez. Ancak mü'minlerin evliliklerinde ilk aranacak vasfın bu olduğunu ifade eder. (7)
 
A Çevrimdışı

Askalani

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Evlilik Bir İbâdettir

İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış bütün müslümanları aile yuvası kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve aile hayatını da bir ibâdet olarak değerlendirir. İslâm hukukuna göre nikâh akdi hem medenî bir muâmele, hem de bir ibâdettir. Çünkü nikâhın rükûn ve şartlarını İslâm belirler ve evlilik sebebiyle eşlerin pek büyük ecirlere ulaşacakları açıklanır. Bu konuda İbnül-Hümâm (ö. 861/1457) şöyle der: "Nikâh, ibâdetlere daha yakındır. Hattâ evlenmek, devamlı nâfile ibâdet etmek kasdıyla bekâr kalmaktan daha faziletlidir." (İbnül-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1315, II, 340). Son devir İslâm hukukçularından İbn Abidîn (ö. 1252/1836), Reddül-Muhtar adlı ünlü eserinde nikâh konusuna şu cümlelerle başlar: "Bizim için Hz. Âdem devrinden bugüne kadar meşrû olmuş, sonra Cennette de devam edecek, nikâh ile imandan başka ibâdet yoktur." (İbn Abidîn, II, 258). Nikâhın câmi içinde akdedilmesi ve mümkünse cuma gününe rastlatılması müstehaptır. Bu da onun ibâdet yönünü güçlendirir (İbn Hacer el-Askalânî, Bülûğu’l-Merâm min Edilleti’l-Ahkâm, Terc. Ahmed Davudoğlu, Sönmez Y., 1967, III, 229).

Şâfiîlerin dışında cumhûr, yani çoğunluk fakihler evliliğin ibâdet olduğu konusunda hemfikirdir. Zâten, insanın yaratılış sebebi olan ibâdet (51/Zâriyât, 56), hayatın tümünü kapsar, insanın tüm davranışlarını kuşatır. Genel ve geniş anlamda, Allah'ın hoşnut ve râzı olduğu her iş, müslüman için ibâdettir. İslâmî esaslara göre kurulan ve buna göre yürütülen evlilik de ibâdet kabîlindendir. Çünkü nikâh akdi ile, nefsi haramlardan korumak ve nesli sürdürmek gibi birçok toplum maslahatı gerçekleşir. Nitekim Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) "Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır" (Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168) buyurmuştur. Allah’a ibâdetin öncelikli temel şartı, sahih bir imandır. İmanı tam olmayanın ibâdeti de geçerli olmaz. Eş seçmek, büyük ve küçük imam seçmekten pek farklı değildir. Tâğutları reddetmeyen ve her çeşit şirkten kaçınmayan kimsenin imamlığı nasıl geçerli değilse, nikâhı da geçerli değildir. İmanına şirk karıştıran bir kimsenin nikâhı da olmaz. Böyle bir kimsenin karşı cinsten biriyle beraberliği de (genel anlamda her şey ibâdet/kulluk/tapınma ile irtibatlı olduğundan) ibâdet sayılır; ama bu Allah’a değil; hevâsına, hevesine, keyfine, zevkine yapılmış bir ibâdet/tapınmadır. “Kur’an ve mütevâtir sünnetle "aile"nin nasıl teşekkül edeceği izah buyurulmuştur. Bu hudutların dışındaki her türlü ilişki (siyasî yönetimler, kanunlarla tâyin etse de, etmese de) fuhuştur. Çünkü insanların kendi hevâ ve hevesleriyle, aile sistemi kurmaları kat'iyyen haramdır. Aile, İslâm'ın belirttiği hudutlarla teşekkül eder.” (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılâb Y., s. 268)

Müslüman karı kocanın onu yaparak ibâdet (sadaka) sevabı kazandığı şeyi, nikâhı geçerli olmayan evli kimsenin eşiyle yapması zinâ sayılacak, bu beraberlikten de “meşrû olmayan nesil” meydana gelecektir. Günümüzde fesâdın bin bir çeşidinin, kapkacın, terörün, ahlâksızlığın… hızla yaygınlaşmasının sebeplerinden biri de bu neseb-i gayri sahih zinâ ürünleri olsa gerektir. O yüzden aile, hem dünya hem âhiret açısından ya cennet bahçesi veya cehennem çukurudur.

Nikâh; bireyden cemaate, düzensizlikten nizâma, günahlardan ibâdete geçiştir; gencin kendini yenilemesi, olgunlaşması, fethi hayat boyu sürecek iç devrimini gerçekleştirmesidir. Müslüman için aile, bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda İslâmî bir kurumdur. Nikâh, farklı cinsten iki müslümanın İslâmî kurallar çerçevesinde bir araya gelmesi ve bu kuralları hayat boyu evlerinde (ve imkân nisbetinde her yerde) yaşayabilmeleri için birbirlerine yardımcı olma sözü vermesi demektir. Aile, erkeğin eksiklerinin kadınla; kadının eksiklerinin de erkekle tamamlandığı, birbirlerinin ihtiyaçlarının temin edildiği, iki cinsi kaynaştıran bir kurumdur. Aile, erkek ve kadını asil bir duygu ve heyecanla birleştiren, bedeni sükûna, ruhu huzura erdiren bir müessesedir. Aile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için yetiştirip geliştiren bir fabrikadır.

Toplumu İslâmlaştırmanın, İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşamasıdır evlilik. Aile, iman ve kulluk bilincine dayanır. Toplum, devlet ve dünya büyük bir aile; aile de küçük bir ümmet ve minyatür bir devlettir. Ailelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların; sokaklarına, işyerlerine, toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları beklenemez. İslâmî değişim ve dönüşümü dillendirenlerin samimi olup olmadıkları, evlerine ve evlerinde uyguladıkları davranışlara bakarak kolayca test edilebilir. İslâm’ın ibâdet kabul ettiği nikâh/evlilik, “ev” adı verilen Allah’ın indirdiğiyle hükmedilecek İslâm devletine halife ve vezir tâyin etmek demektir. Doğacak çocuğunun temel eğitim göreceği “ev” adlı baba ve ana okulunun öğretmenini seçmektir nikâh. Hatta doğacak çocuğunun dinini tâyin etmektir. Çünkü İslâm fıtratıyla doğan çocuk, ana ve babası aracılığıyla hıristiyanlaşacak, yahûdileşecek, mecûsileşecek, müşrikleşecektir (Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22 - 25). Dindar ve güzel ahlâklı bir eş seçmeye çalışmayan kimse, doğacak çocuklarının da bu özelliklere sahip olmamasını istemiş olmaktadır. Kendisi için de dünyada huzur ve mutluluğu, âhirette cenneti; ya da dünyada fitne, stres, kavga ve huzursuzluğu, âhirette de sonsuz azâbı seçmek demektir eş seçimi. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” (66/Tahrîm, 6)

Güçlü ve sağlam toplumlar, ancak fertleri inanç, fikir ve gâye birliği içinde kaynaşmış mutlu ailelerden oluşabilir. Bunun içindir ki, İslâm nizamı, aile kurumunu kutsal bir kuruluş şeklinde sunarak yüceltmiş ve dokunulmazlığını hükme bağlamış, Allah’ın âyeti olarak değerlendirmiştir. "İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, Allah'ın âyetlerinden, varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen topluluk için ibretler vardır." (30/Rûm, 21)

"Allah'ın emri, Peygamber'in kavli/sünneti" diye başlanan hayırlı bir iş, düğün töreninden başlayarak yuva ve aileyle ilgili tüm uygulamalarda şeytanın emrine göre değil; Allah'ın emrine, Peygamber'in sünnetine uygun olmalıdır. "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min erkek ve mü'mine hanıma o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (33/Ahzâb, 36)

Müslümanın evliliği, kâfirlerin yuva kurmalarından çok farklı ve Allah'ın hudûdu çerçevesinde olacağı için bir ibâdettir; her ibâdette aranacak ilk şartın da iman olduğu unutulmamalıdır. Eş seçerken, çeyiz, ev eşyası ve düğün masraflarındaki gereksiz harcamalar konusunda, akıl dışı ve din dışı örf ve âdetlere uymada, ev yönetiminde, eşine davranışında, doğum kontrolü husûsunda, çocuklarını yetiştirmede, haramlardan kaçınıp farzlara riâyette... imanını ispat edecektir mü'min. Nikâhın imanla kopmaz bir bağı vardır. Allah’a, âhiret gününe… iman etmeyen bir kimseyle kıyılan nikâh geçersiz olduğu gibi, evlendikten sonra eşlerden biri veya her ikisinin ağzından çıkan imana zıt bir söz, kafasında oluşan bir küfür düşüncesi, gönlünü kirleten bir şirk sebebiyle de nikâh gidecek, eşler, birbiriyle zinâ yapmış olacaktır. Mü'min olmak, belki o kadar zor değil; ama mü'min kalmak, müslüman olarak ölmek, bizim gibi İslâm'ın hâkim değil; mahkûm olduğu topraklarda yaşayanlar için, hiç de kolay değildir.

Sözü ve hükmü sadece göklerde geçen, yalnız tabiat güçlerine karışan, insanı yarattıktan sonra başıboş bırakan, sınava tâbi tutmayıp her konuda özgür bırakan Allah inancı, müşriklerin Allah inancıdır; mü'minlerin değil. İnsanın işine, eşine, aşına, aile yuvasına, okuluna, mahkemesine, sokaklarına, medyasına, meclisine, kanunlarına, devletine... karışmayan bir Allah'a inanmak, kişiyi mü'min yapmaz. Böyle bir yaratıcıya, ama dünyalarına, yönetimlerine karışmayan bir Allah'a câhiliyye dönemindeki müşrikler, Ebû Cehil'ler de inanıyordu.

Günümüzde müslüman olduğunu iddiâ eden, hatta namaz kılıp oruç tutan nice kimsenin, Allah düşmanlarına/tâğutlara itaat edip onların hükümlerine rızâ gösterdikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri görülmektedir. Yine bazı kimselerin Allah'ı bırakıp birtakım şiarları/sloganları, işaretleri, sembol ve bayrakları, gelenek ve görenekleri, para ve eşyayı, tâğutî kurum ve kuralları, artist ve futbolcuları, liderleri, parti ve grupları yücelttikleri ve bu sayılan (benzerleri de eklenebilecek) değerler uğruna büyük fedâkârlıklarda bulundukları, böylece bu şeylere kulluk ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun (azılı kâfir yöneticilerin) ortaya koyduğu nefsânî, şeytanî, indî değer yargılarıyla Allah'ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah'ın dinini onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri bir gerçektir. Putların, putlaştırılanların ve onların arkasına sığınanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah'ın dinine tümüyle zıt olan düzen, ideolojileri ve birlik(telik)leri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri gözle görülen bir hakikattir. Bu tür kimselerin müşrik değil de; mü'min olduklarını nasıl kabullenebiliriz? Böyle kimselerin nikâhının ve ibâdetinin geçerli olduğunu nasıl söyleyebiliriz?

Tevhidî iman, dünyada huzur ve mutluluğun, âhirette sonsuz nimetlerin temel sebebi olduğu için, eşlerden biri veya her ikisi, içine şirk karıştırılmamış bu imandan yoksun ise, her çeşit felâkete adım atılmış demektir. Aile yuvasının âhirette de devam edecek bir huzur ve mutluluk ortamı oluşturması, nikâhın ve karı-koca sevgisinin bir ibâdet/sevap olması için Kur'an'ın istediği tevhidî iman ilk esastır. İmamların/hocaların eskiden, 32 farzı bilmeyenlerin nikâhını kıymamaları, gerçek anlamda ve sağlam bir şekilde iman edip inancını yaşamaya çalışmayanın nikâhının geçersiz olacağı gerçeğiyle ilgilidir. Kişinin, bulunduğu halle ilgili bilgileri (ilm-i hâlini) öğrenmesi farzdır. Evlenecek kişilerin nikâhla, talâkla, aile ve evlilik konularıyla ilgili dinî hükümleri; karı-koca ve çocukla ilgili görevleri ve hakları bilmeleri şarttır. Ama bütün bu bilgilerden de önce imanla, irtidatla, şirkle ilgili konuları ve bu hususlardaki güncel problemleri bilmek ve tevhide inanıp İslâm’ı hayata geçirmeye çalışmak başta gelir. Çünkü iman gidince nikâh da gider. Evli (zannedilen) karı-kocanın zinâsı; ef’âl-i küfür, elfâz-ı küfür ve elfâz-ı talâk sebebiyle olmaktadır. Tevhidi, şirki, kendini, toplumun ve düzenin konumunu, nikâhın nasıl sahih olacağını, mihri, talâkı, hayızı, nifası… bilmek, büluğa ermiş ve evlenme çağına gelmiş her müslümanın öncelikli görevidir. İslâm’ı, hayatı, geleceği tanımayan, daha kötüsü yanlış tanıyan bugünün genci soracak elbette: “İlköğretim temel bilgilerinden, Atatürk’ü tanıyıp tüm hayatını her yıl döne döne öğrenmekten, İngilizce’den, diplomadan, romandan, diziden, popçuların soy kütüğünden, topçuların hangi mevkide oynadıklarından, iyi sayılabilecek maaş ve makamdan, babaların hayatî önem atfettiği çok para kazanmaktan, anaların olmazsa olmaz gördüğü çeyizden de mi önemli?” diye. Elbette en önemli ve öncelikli uğraş, İslâm’ı doğru olarak bilmek ve gereğini yapmaktır; zâten yaratılış amacı da bu değil mi insanın? “Bunca faydasız bilgi ve davranıştan zaman mı kalıyor?” diyen kimse bilsin ki, hayra zaman bırakmayan vakit katili boş şeyler, faydasız olmaktan çıkmış, en zararlı olmaya başlamıştır.

Zinâkâr olma ihtimali küçük olmayan ve hangi zihniyete/inanca sahip olduğu meçhul (veya olumsuz olarak mâlum) olanlar, müslüman kız babasının kapısını çalar, dünürcü olur. Kız babasının ilk sorusu dâmat adayının maddî durumudur, işidir, maaşıdır. Sağlam bir akîdeye sahip olup olmadığını önemsemez, önemsemiş olsa bile bunu ortaya çıkaracak araştırmalar yapmaz. Tabii, bu erkek tarafı için de geçerlidir; gelin adayı bunca kız içinde niçin tercih edilmiştir, bu seçimde dinin tavsiyesine ne kadar uyulmuştur? Gerçi artık dünürcülük, görücü usûlü kız isteme tarihe karışmak üzere. Artık gençler (hatta başörtülü ve namazlı olanlar) sokakta, işte, okulda, ya da internette tanışma, hatta çıkma ve flört gibi altyapıyı tamamladıktan sonra ailelerini lütfen haberdar ediyorlar artık. Bu tavır da, erkek ya da kızın karşı cinste ne aradığını zaten tümüyle ortaya koyuyor.

Tevhidî imana sahip olmayan bir erkekle evlenmek, müslüman bir bayan için kesin bir yasak olduğundan cehennemi tercih etmek ve dünya hayatını da cehenneme çevirmek olduğu kadar, böyle bir evliliğin İslâm’da ibâdet kabul edilen geçerli bir nikâh kapsamına da girmeyeceği unutulmamalıdır. Müşrik, putperest, ateist ya da İslâm düşmanı bir kadınla evlenmek de erkek için aynı kapıya çıkar. Sıradan herhangi bir hıristiyan ve yahûdi ile, ya da “ben hıristiyanım”, ya da “yahûdiyim” diyenle evlenmek de İslâm’ın onayladığı bir hüküm değildir; Ancak bazı şartlara sahip olan ehl-i kitap bir bayanla evlenmek, -tavsiye edilmemekle birlikte- ruhsata bağlanmıştır. Öncelikle bilinmelidir ki; Kur’an’daki “ehl-i kitap” ve “kendilerine kitap verilenler” ifâdesi, tahrif edilmiş de olsa Kitab’a (Tevrat ve İncil’e) vurgu yapmaktadır. Bu da, başta inanç ve düşünce sistemi olmak üzere hayatını (atmalar ve katmalarla tahrif edilmiş ya da şirke götüren yorumlara kurban edilmiş de olsa) vahyin şu veya bu oranda yönlendirdiği kişidir. “Ehl-i Kitab” Kitab’ın dışına çıkmayan, ona teslim olan, dünya görüşü ve yaşama biçimini, inandığı kutsal kitabının yönlendirdiği bir insandır ki, günümüz Batı dünyası böyle hıristiyan ve yahûdiler nasıl olmuş da hâlâ kalabilmişse dinozor kalıntısı muâmelesi yapıp müzelere yerleştiriyor, kendinden saymayıp dışlıyor. Batıyı yeterince tanımayanlar için bu değerlendirme tuhaf gelebilir, ama “elhamdü lillâh müslümanım!” diyen nice insanın bile bu iddiasında yalancı olduğunu, İslâm düşmanlarının bile gerektiğinde bu iddianın arkasına sığındığını görmesi ya da Kur’an’ın şu hükmünü bilmesi, bu karşılaştırmayı yapmasına yeterli gelir: “İnsanlardan bazıları vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler, Hâlbuki onlar mü’min değildir!” (2/Bakara, 8). Elbette “hıristiyanım” diyenlerin de önemli bir kesimi hıristiyan (ehl-i Kitap) değildir. Gerçekten kutsal kitabına her şeyiyle teslim olup onu yaşamaya çalışan Kitap ehli bayanın, müslüman bir erkekle evlenmesi için ekstra şartlar da vardır. Bunları tahriften tümüyle uzak Kitab’ımızdan okuyalım: “…Mü’min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine Kitap verilenlerden iffetli kadınlar da nâmuslu olmak, zinâ etmemek ve gizli dostlar tutmamak üzere, mehirlerini vermeniz şartıyla (onları nikâhlamanız) size helâldir. Kim imanı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, âhirette de ziyana uğrayanlardandır.” (5/Mâide, 5)

Rabbimiz şöyle buyurur: "Tertemiz hanımlar, tertemiz erkeklere lâyıktır. Tertemiz erkekler de, tertemiz hanımlar içindir." (24/Nûr, 26). Yüzünde şeytânî bakışların izi, lekesi olmayan kızlarla; gözünde şehevî bakışların izi ve isi olmayan erkeklerin evliliğinden huzurlu bir yuva kurulur; lekesiz, stressiz, birbirine bağlı eşler oluşur ve nurlu yavrular dünyaya gelir. Allah (c.c.), bir müslümanın evleneceği kimsede tercih etmesi gereken ilk şartın iman olduğunu açıklar: "(Ey Müminler,) iman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Mümin bir câriye/köle, hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından hayırlıdır. (Mü’min kadınları) iman etmedikçe müşrik erkeklerle evlendirmeyin. Mü’min bir köle, hoşunuza gitse bile (hür) bir müşrikten hayırlıdır. Bunlar (sizi) cehenneme çağırırlar; Allah ise, izniyle, cennete ve mağfirete dâvet ediyor. İşte, Allah, düşünüp ibret alsınlar diye, âyetlerini insanlara böyle açıklar.” (2/Bakara, 221) “…Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (60/Mümtehıne, 10)

“Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik bir kadından başkası ile evlenemez; zinâ eden kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek evlenebilir. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır.” (24/Nûr, 3). Sadece evlenecek kızın değil; erkeğin de bekâretinin bozulmamış olması gerekmektedir. Nâmussuzluk, zinâ ve fâhişelik sadece bayanlar için bir suç değil; bu ayıp ve günahlar, bu rezillikler aynen erkekler için de geçerlidir. Yani zinâ eden bir erkek de orospudur, fâhişedir, nâmussuzdur. Kızda aranan iman, başından zina geçmemiş olma ve edep, hayâ, nâmus, dâmat adayında da aranacak ilk vasıf olmalıdır.

Kadın ve erkeği dünya huzuruna, saâdete ve sonsuz âhiret ödülüne ulaştıran, çocukları da müslümanca yetişip hayata ve âhirete hazırlayan “aile”nin, en hayatî kurum olmasından dolayı, dinimiz yuva kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını emretmiştir. Peygamberimiz, eşlerin seçiminde geçici özelliklerden, fizikî güzelliklerden çok, inanç bütünlüğünün, olgun iman zenginliğinin ve ahlâkî soyluluğun tercih edilmesini ısrarla tavsiye etmiştir. Onun için, tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak sağlam bir imanı şart görmelidirler. Evliliğin ve eş seçiminin imanla, ibâdet ve sünnetle ilgisi bakımından şu hadis-i şerifler hayli önemlidir:

“Kadın dört özelliği için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için, güzelliği için, dini için. Sen dindar olanını seç de huzur bul/mutlu ol.” (Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ 14, 53, Ebû Dâvud, Nikâh 2; Nesâî, Nikâh 13; İbn Mâce, Nikâh 6; Dârimî, Nikâh 4; Muvattâ, Nikâh 21; Ahmed bin Hanbel, II/428)
"Kadınlarla (sadece) güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder. Malları için de evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahî/zenci bir câriye, diğerlerinden üstündür" (İbn Mâce, I/572)
"Nikâh, benim sünnetimdir. (Bu) Sünnetimi uygulamayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim." (İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72)
“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda (müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.” (Tirmizî, Birr 13)
"Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır" (Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168)
"Allah'a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz." (Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40)

Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'i topraktan ve o bir nefisten eşini yaratmıştır (4/Nisâ, 1). Havvâ'sız Âdem eksiktir; Âdem'siz Havvâ'nın eksik olduğu gibi. Erkekle kadın, birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. Yarısı çürük bir elmanın çürük kısmı kesilip atılmazsa diğer yarısını da çok kısa zamanda çürütecektir. Diğer yarısı ne kadar sağlam olursa olsun, çürük olan diğer yarımı sağlamlaştıramayacaktır. Müşrik insan, çürümüş, kurtlanmış meyveden farksızdır. "Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz." (2/Bakara, 187). Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir (Bkz. 7/A'râf, 26). Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır. Geciktirilmeden yıkanmak şartıyla elbisenin bazen tozlanıp kirlenmesi olağan görülse bile; pislikten, necâsetin kendisinden elbise olmaz. Müşrikler de (necis/pis değil), birer necestir/pisliktir (9/Tevbe, 28). Tevhidle, cennet adayı müslümanın temizliğiyle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün olmayan pislikle nasıl iç içe yaşanabilir, pislik nasıl hoş görülebilir, Allah düşmanına nasıl sevgi beslenebilir? Müşrik, hayvandan daha aşağıda olduğuna göre (7/A’râf, 179; 8/Enfâl, 22, 55), en şerli yaratıkla beraber aynı yemlikten yemlenmek için çirkin ahırda yaşamayı, güzel bir müslüman huzurlu bir yuvaya nasıl tercih edebilir?
 
A Çevrimdışı

Ahl Sunnah

Guest
Ahmed Kalkan: " Diğer taraftan tüm halkı tekfir eden, ya da meselâ oy verdiği için (hangi niyetle ve hangi seviyedeki insan olursa olsun) onları tekfir eden gruplar var; bunlara da çağdaş Hâricîler denebilir." demiş...

Bazı kimselerin tekfirde aşırı gittiği doğru fakat bu kimseleri ithamda ileri gitmek de bir aşırılıktır. Hariciler hakkında selefin neler dediği açık, cehennemin kelbleri olduğu hakkındaki rivayetler de, aşırı gidenleri usulleri benzemediği ve onlar da Haricilerin prensiblerini reddettiği halde Haricilik ile itham etmek de bir tür aşırılık ve hatta iftira değil midir?

ve hatta tekfirle ilgili bazı ihtilaflar ictihadir. Mesela tekfire engel olan ikraha baktığımızda Muctehid İmamlar ikrahın hükümlerinde pek çok ihtilaf etmişler, kimisi ruhsatları daha sınırlı kimileri ise geniş tutmuşlardır ama asla biribirlerine taan etmemişler, Zahiriler Hanefileri Haricilikle, Hanefiler de Zahirileri Mürcielikle itham etmeişlerdi. Çünkü onlar ihtilafın ictihadi olup kardeşiliğe mani olmadığının farkında idiler.

İnternette çeşitli sitelerde yazılar yazan şahsen tanımadığım bir şahıs da Ahmed Kalkan'ı T.C'nin liderlerine tağut dediği ve onları tekfir ettiği için Harici ilan etmişti. Bu şahıs kim kendini İslama nisbet eden, ben Müslümanım diyen birisini tekfir ederse Haricidir görüşündeydi. Subhanallah! bu şahsın dediğine göre Nusayri,Hizb-ul Baasçı, laik Hafız Esed'i tekfir eden bile Harici oluyor! ve aynı şahıs internetten alenen tüm Haricilerin( ona göre kim Hariciyse) ktledilmesi çağrısı yapmayı da ihmal etmedi!

bu örneği Harici ithamının ne kadar kolay ve haksızca telaffuz edildiğini göstermek için verdim, onun için her aşırılığı Haricilik olarak isimlendirmemeliyiz. Farz edelim ki bir şahıs bir meselede Haricilerin usulüne uydu, ona yine de Harici denemez çünkü Haricilik bir meseleden ibaret değildir. Mürcie ile ilgili de aynı şey söylenebilir.

Bugün öyle bir ortam olışmuş ki herkes kendine göre bir ölçü belirliyor, bu ölçüye göre ifratta olan Harici, tefritte olan Mürcie, ve bu lafızları kullananların ezici çoğunluğu Haricilik ve Mürcie hakkında bilgi sahibi değil maalesef, bu lafızlar kesinlikle gelişigüzel kullanılmamalı...

Allah cümlemize ihtilaf anında adaletli ve ahlaklı olabilmeyi nasib etsin.AMİN
 
Üst Ana Sayfa Alt