BEŞİNCİ FASIL
Nezr'in (Adak) ve Nehair'in (Kurbanlar) Hükmü
Her akıl sahibi olan bilir ki, malların, sahipleri nezdinde bir değeri vardır. O malı elde etmek için velev ki haram yollardan da olsa gayretler sarfedip çölleri, dağları, bayırları ve ülkeleri aşıp uğrunda ömür harcarlar.
Böyle olan insanlardan herhangi birisi, malını ancak hayrı celbetmek veya bir adak adayan kimse gibi malını elinden çıkarırken ancak söylediğimiz niyetle çıkarır. Bu, bâtıl bir itikaddır.
Bir kabre veya türbeye gidip kurban adamak isteyen kimse, gerçekten bunun bâtıl olduğunu bilmiş olsaydı, bunun için malından bir kuruş bile harcamazdı.
"Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmeyecektir. Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder sakınırsanız, Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı (tamamen sarfetmenizi) istemez." (Muhammed: 35, 36)
Âlimlere farz olan, malını bu şekilde adayan insanlara, bunun malları bâtıl bir yolda harcamak olduğunu, bunun onlara ne bir yarar ve ne de onlara gelecek bir belayı savacağını açıklamaktır.
Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Nezr hiçbir hayrı getirmez. Ancak (Allah) onunla cimrinin malını elinden çıkartır."
(Müellif, Ebu Hureyre ve Abdullah İbn Ömer'in rivayet ettikleri hadise işaret etmektedir. Bu hadisi, Buharî, Sahih; Kitabu'l-Eyman; Babu'l-Vefai Bin-Nezr'de: (6694) zikreder.
Müslim, Sahih: 1640 (yukarıdaki lafız kısmen onundur). Ebu Davud, es-Sunen; Kitabu'l-Eymani ve'n-Nuzûr: 3288, Babu'n-Nehyi Ani'n-Nüzûr: 3288, İbn Mace, es-Sunen; Kitabu'l-Keffarat: Babu'n-Nehyi Ani'n-Nezr: 2123, İbn Hibban, Sahih: c. 10/4376, 4378.
Abdullah İbn Ömer, Allah'ın Rasulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ediyor:
"Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) nezri yasakladı ve şöyle dedi;
"nezr hiçbir hayrı getirmez. Ancak onunla cimri olanın malı alınır"
en-Nesâî, es-Sunen el-Kubra: c.3/4743, 4744, 4745)
Bu kabirlere ve türbelere adanan böyle bir malın, yeniden sahibine iade edilmesi gerekir. Bu adağı alan kimseye ise bu haramdır. Çünkü o, adak adayanın malını bâtıl yolla ve hem de hiçbir meşru karşılığı olmadan yemiştir.
Allahu Teâlâ kitabında;
"Mallarınızı aranızda bâtıl yolla yemeyiniz..." (Bakara: 188) buyurur.
Bu aynı zamanda, nezirde bulunanın şirkinin ve itikadının çirkinliğini ikrar ve ona razı olmadır. Burada razı olanın şirkinin de gözden kaçmadığı açıktır.
"Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz..." (Nisa: 48)
Bu, kâhinlerin yemeği ve zina karşılığında ödenen ücret gibidir. Çünkü bu davranış, nezirde bulunanı saptırma ve aynı zamanda "veli" nin ona yarar ve zarar vereceğini ona vehmettirmektir.
Herhangi bir münker olarak, ölü üzerine (adına) nezirde bulunanın nezrini (adadığı kurbanlığı) almaktan daha büyük ne olabilir ki?
Bundan daha büyük bir saptırma, bundan daha büyük bir günah olabilir mi?
Münkeri ma'ruf göstermek için, bundan daha şaşılacak bir şey olabilir mi?
Putlara ve heykellere adak adamak için bundan daha açık bir davranış olamaz. Putlara ve heykellere adak adayan kimse, onlardan bir "yarar" bekleyip bir "zarar" savmayı umduğu için, o puta veya heykele deve keser ve tarlasından çıkan mahsulün bir kısmını ona ayırır. Bu putların hizmetinde olan kâhinler gelir, onun getirdiği malı veya kurbanı putlar ya da heykeller adına alırlar. Böylece onun bu konudaki inancının doğru olduğuna iman etmiş olurlar.
İşte bu niyetle gelir ve putun içinde bulunduğu binanın eşiğinde kurbanını keser.
Allah, Rasullerini bu davranışları kaldırmak, yok etmek ve imha etmek için göndermiştir.
Eğer (böyle bir); adak adayan kimse, bu adağından ötürü hem yarar elde edebilir, hem de bu malını harcadığından dolayı bir zarardan korunmuş olabilir derseniz;
Deriz ki; putlar da böyledir. Hatta putlara kurbanlar sunanlar bundan daha ilerisini elde edebilirler. Bu da putun içinde birisinin sesinin gelmesi ve insanın sakladığı bazı şeyleri haber vermesidir.
Eğer bu, kabirlerden bir şey beklemenin gerçek olduğunun ve kabirler hakkındaki itikadın doğruluğuna delilse, bu putlar hakkındaki inancın doğruluğuna da delil olur. Bu da İslam'ın temelini yıkmak ve putçuluğu yeniden diriltmek demektir.
Şu bir gerçektir ki, İblis ve onun cinlerden ve insanlardan olan askerleri, (Allah'ın) kullarını saptırmak için çok büyük gayretler sarf etmektedirler. Allah şeytanın insanın bedenine kadar girmesine ve insanın göğsünde vesveseler vermesine ve kalbini hortumuyla yırtmasına kadar izin vermiştir. Hakeza İblis, putların içerisine girer, oradan insanların kulaklarına bir şeyler fısıldar. Hakeza kabircilerin de akidelerinde aynı şeyi yapar.
(Bu, Safiyye Binti Huyey'in (r.anha) Allah'ın Rasulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ettiği "hasen" bir hadistir. Buharı, Sahih; Kitabu'l-İtikâf; Babu Ziyareti'l-Mer'eti Zevceha, fi'l-İtikati: (2038) (3101), Buharî, Kitabut-Tefsir'de, Ebu Hureyre'den "merfu" olarak rivayet eder.
Müslim, Sahih; Kitabu's-Selam: 2175, ed-Darimî: c.2/27, Bu hadisi, İbn Hibban, Sahih'inde: (c.10, s.4490, 4497) tahric etmiştir. Ebu Davud, es-Sunen: 2470, 2471
Bu, Safiyye Binti Huyey'in (r.anha) Allah'ın Rasulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ettiği "hasen" bir hadisle ilgilidir. Hadisin aslı şöyledir:
"Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) mescidde itikâfta idi. Safiyye Binti Huyey diyor ki; gece onu ziyarete gittim ve onunla konuştum. Sonra geri dönmek isteyince benimle beraber kalktı (o gün onun evi Ensar'dan Usame İbn Zeyd'in avlusunda idi) bu sırada iki adam bizi görüp uzaklaşmaya ve başlarını örtmeye başladılar. Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara; olduğunuz yerde kalın, o, Safiyye Binti Huyey'dir dedi. O iki kişi; Sübhanallah ya Rasulallah, dediler. Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara dedi ki;
"şeytan insanoğlunun damarlarındaki kanda hareket eder, ben onun kalbinize bir şey atmasından korktum dedi." )
Allahu Teâlâ, onun atları ve ordusuyla Ademoğullarını kendisine benzetmesine, onların mallarına ve çocuklarına ortak olmasına izin vermiştir.
"Meleklere; Adem'e secde edin demiştik, İblisin dışında hepsi secde etti. İblis dedi ki; ben, çamurdan yarattığın bir kimseye mi secde edeceğim? Dedi ki; şu benden üstün kıldığına bir bak! Yemin ederim ki eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan, pek azı dışında onun neslini kendime bağlayacağım! Allah buyurdu: Git! Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki hepinizin cezası cehennemdir. Tam bir ceza! Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ, mallarına evlatlarına ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun, şeytan insanları aldatmadan başka bir şey vaadetmez. Şurası muhakkak ki, benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir sultanın olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter." (İsra: 61-65)
Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) hadislerinde sabit olduğu üzere:
"Şeytan, Allah'ın ihdas ettiği bazı emirlere kulak verir. Sonra onu kâhinlere haber verir. Kâhinler ise gaybden haber vermeye çalışan kimselerdir. Şeytanın onlara ulaştırdıklarına yüz yalan katarlar."
(Bu hadisi Ebu Hureyre (r.a.) rivayet etmiştir. Buharî'deki lafzı aşağıdaki gibidir:
"Şeytanlar kafile kafile göğe yaklaşırlar. Onların içinden Marid denen birisi ileri çıkar ve dinlemeye başlar. Bunun üzerine onun üzerine şimşek gönderilir. O yanıp tutuşurken arkadaşlarına şöyle der: Mesele şöyle şöyledir. Bunu duyan şeytanlar, bu duyduklarına kendileri de bir şey katarlar ve onu kâhinlere ilka ederler. Ve onlar da duydukları bir kelimeye yüz kelime eklerler."
(Buharı, Sahih: 4701, 4800, 7481, Ebu Davud, es-Sunen: 3989, et-Tirmizî, es-Sunen: 3223, İbn Mace, es-Sunen: 194, İbn Huzeyme, Kitabu't-Tevhid: s. 147, el-Beyhakî, Delailu'n-Nubuvve: c.2, s.235, İbn Mende, el-İman: s.700)
Cinlerin ve insanların şeytanları da, türbedârlara -kabircilere- ve onlar gibi olanlara vesvese verirler ve şöyle derler:
"Veli şöyle şöyle yaptı deyip onları teşvik edip aynı zamanda velilerden korkutmaya çalışırlar."
"Bilin ki, bu şeytan ancak kendisini veli edenleri korkutur. Onlardan korkmayın, iman ediyorsanız benden korkun." (Âl-i İmran: 175)
Bunun üzerine, ülkelerin idarecilerinin ve vilayetlerin valilerinin bununla izzet duyup bu işe önem verdiklerini görürsün. Böylece o kabirlere adak toplayan görevliler tayin ederler.
Hatta zaman zaman o türbedeki veli hakkında cahili itikada sahip olan âlim, kadı veya müftüler yahut da bir tarikat şeyhi görevlendirilir. Böylece iblis'in insanları aldatması tamamlanmış olur.
Bu öyle bir belâdır ki, tüm köylerin ve kasabaların sakinlerini İslam dünyasının doğusunu, batısını, kuzeyini, güneyini, Şam'ı, Yemen'i ve Aden'i içine almıştır.
İslam beldelerinden olup da içinde kabirler, türbeler, veliler ve makamlar bulunan hiçbir yer olmasın ki, o beldelerin insanları o kabirleri, türbeleri ve makamları yüceltmesinler, onlar uğruna adaklar adamasınlar, onlar adına yeminler etmesinler, onların kabirlerine gül ve reyhan atmasınlar, o kabirlerin üzerlerini kumaşlarla örtüp çevrelerini tavaf etmesinler, türbelere kandiller asmasınlar, orada diledikleri kadar ibadet yapmasınlar veya bu anlamda olan ta'zim, huşu ve tevazu türünden davranışları ve zilleti göstermesinler ve yakınlıklarını ve acizliklerini izhar etmesinler.
Üzülerek söylemek gerekir ki; Müslümanların birçok mescidlerinin içinde kabirler var, içlerinde olmasa da çevreleri kabirlerle doludur. Yahut böyle bir Camiin hemen bitişiğinde türbeler vardır. Müslümanlar namaz vakitlerinde oralara akın edip söylenilen fiillerin bazılarını işliyorlar.
Akıl sahibi olan her insan; dünyanın dört bir yanında bu kadar İslam uleması var -bu davranışların aşırı derecede münker olmasına rağmen- onlar bunu nasıl inkâr etmeyip göz yumuyorlar diyebilir?
Biz de deriz ki; eğer insaflı olmak isterseniz, geçmiştekilere (yanlışlarında) uymayı terk edip bu amellerde hakkın; doğruluğuna dair delil olan şey olduğunu, insanların -gelişigüzel- üzerinde 'nesilden nesile' 'kabileden kabileye' anlayışı ile uydukları şey olmadığını anlarsın.
Bilmiş olun ki, inkâr ederek üzerinde tartıştığımız ve bunu yıkmaya çalıştığımız bu meseleler, İslamî geçmişlerini delilsiz olarak doğru yanlış izleyenlerin genelinden sadır olmaktadır.
Bu insanlardan herhangi birisi yetişirken, çevresinde büyüdüğü ailesinin ve bulunduğu beldenin insanlarının, çocukluğundan beri bunu kendine telkin ettiklerini görür.
Bakar ki onlar, kendisi hakkında çok iyi bir itikada sahip oldukları bir kimsenin adını seslenerek ondan yardım diliyorlar, onun adına kurban kesip özellikle o insanların kabrini ziyaret için sefere çıkıyorlar, ellerini, yüzlerini onun toprağına sürüyorlar ve onun kabrini tavaf ediyorlar.
Böylece onun kalbinde, insanların yücelttikleri o insanın gerçekten büyük olduğu duygusu yerleşir. Dolayısıyla kendisi hakkında bu itikada sahip olunan kimse, çok büyük bir makama çıkarılmış olur.
Böylece uzun yıllar çocuklar bu akide üzere büyür, büyüyenler de bu akide üzere yaşlanırlar. Hiç kimseden de bunu inkâr edici bir ses duymazlar.
İlim ve fazilet sahibi olduğunu savunup kaza (hüküm), fetva, tedris (öğretim) velayet veya marifet ehli yahut emirlik ya da hâkimlik gibi makamlara getirilen insanlar, halkın ulu sayıp yücelttiklerine ikramda bulunanların ve onların bu kabirlere adanan adakları aldıklarını ve kabirler üzerine kesilen hayvanların etinden yediklerini görünce, onların bu amellerini İslam dininden ve bunu, dinin başı ve zirvesi olduğunu zannederler.
Kitap, Sünnet ve İslam âlimlerinin ilmine bir nebze de olsa sahip olan insanların veya âlimlerin münkere karşı susmaları, münkerin caiz olduğuna delil değildir.
Buna bir örnek verelim:
Bu da 'mecba' adıyla anılan Hac vergisidir...
Dinde zaruretle bunun haram olduğu bilinir. Bu hastalık her beldeyi ve diyarı sarmış durumda. Neredeyse kimsenin inkârına cesaret edemediği bir şey haline geldi. Bu haraççıların elleri, beldelerin en şereflisi olan Mekke'ye kadar uzandı. İslam'ın farizasını eda etmeye gelenlerden para alıyorlar. Hürmeti korunmuş olan beldede haram işler yapıyorlar. Hâlbuki o beldenin insanları, âlimleri, kadıları faziletli olan kimselerdir. Ancak bunu inkâr etme konusunda seslerini çıkarmıyorlar. Fetva vermekten ve karşı gelmekten yüz çeviriyorlar.
Şimdi âlimlerin ve insanların bu meseleyi inkâr etmeyip karşısında susmaları, bu verginin alınması ve elde edilmesini helal kılmaya delil olur mu?
Bunu, idrak etmede nasibi en az olan insanlar bile söyleyemezler.
Diğer bir misal vereyim:
İşte Harem-i Şerif, ittifakla ve âlimlerin icma'ı ile de dünyanın en şerefli beldesidir. Orada bazı cahil ve sapık Çerkez Sultanları bu dört (mezhebe ait) meşhur makamları ihdas ettiler:
Bu dört makam, Allah'ın kullarının ibadetlerini birbirinden ayırmıştır ve ancak âlimlerin bileceği birçok fesada yol açmıştır. Müslümanların ibadetlerini bölmüş ve onları dinlerinde ihtilafa düşmüş topluluklar haline getirmiştir.
Bu öyle bir bid'attır ki, İblisi dahi mutlu etmiştir ve Müslümanları şeytanın gözünde gülünç bir hale getirmiştir. İnsanlar buna karşı ses çıkarmayıp susmuşlardır.
Ülkelerden ve beldelerden Mescid-i Haram'a âlimler, abdallar (!) ve kutublar (!) gelip görüyorlardı. İki gözü iki kulağı olan herkes gelip buna gözleriyle şahid oluyor ve iki kulağıyla da işitiyordu. Bu kadar insanının -bu durum karşısında- susması, bunun caiz olduğunun delili midir?
Bunu marifetten azıcık nasibi olan bir insan söyleyemez.
Hakeza kabircilerden sadır olan birçok amel karşısında insanların susmaları da, bunun caiz olduğuna delil değildir.
Bunu söylemek ümmetin dalâlet üzere 'icma' etmiş olduğunu gerektirmez; çünkü en büyük cehalet karşısında sukut etmiş dersen;
Deriz ki; 'icma'ın gerçeği, Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Ümmeti'nin müctehidlerinin kendi çağından sonra herhangi bir meselede ittifak etmeleridir.
Dört mezhebin fakihleri mezhep imamlarından sonra, içtihadı imkânsız göstermeye çalışmışlardır. Velev ki bu bâtıl bir sözü ve gerçekleri bilmeyen cahil bir kimse söylese de, onların zannlarına göre, dört imamdan sonra asla icma denen bir şey meydana gelmeyecektir. Onun için soru da sorulmaz. Hâlbuki kabircilerin ihdas ettikleri bu bi'dat ve fitneler dört mezhep imamları zamanında yoktu.
Bizim araştırmalarımıza göre, icma'ın meydana gelmesi çok zordur. Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Ümmeti yeryüzünün her tarafına yayılmıştır. Bu ümmetin araştırıcı âlimleri ne sayılara sığar ve ne de durumları [tamamıyla] bilinecek gibidir. Kim dinin bu kadar yayılmasından ve âlimlerin çoğalmasından sonra 'icma'ı iddia ederse, tahkik ehli olan imamların dediğine göre, yalan bir iddiada bulunmuş olur.
Sonra farzedelim ki, onlar münkeri bilip inkâr etmemişler, aksine bunu inkâr etmeyip susmuşlardır. Bu, nereden onların 'icma' ettiklerine delil olur ki?
Şeriatın kaidelerinden anlaşıldığı üzere, inkâr için üç mertebe vardır:
Birincisi: El ile inkâr. Bu da münkeri kaldırıp değiştirmektir.
İkincisi: El ile değiştirmeye güç yetmediğinde dil ile inkârı değiştirmeye çalışmak.
Üçüncüsü: El ve dil ile değiştirememe karşısında, kalp ile inkâr etmek. Bunlardan birinin imkânsız olması diğerlerinin de imkânsız olması anlamına gelmez.
Bunun örneği, din âlimlerinden bir âlimi düşünün:
Mazlum insanların ellerinden malları -türbedarlık hakkı- adı altında alındığını gördüğü halde, bu âlim, miskin insanların paralarını ellerinden alan kimseye ne eliyle ve ne de diliyle karşı gelememiş olabilir. Zira bu, onu bid'at ve isyan ehli karşısında alay konusu edecektir. Durum böyle olunca, el ile ve dil ile inkâr şartı ortadan kalkmış olur. Geriye sadece kalp ile inkâr etmek kalıyor ki; bu da imanın en zayıfıdır.
Bir âlimin o zorba adamın insanları aldatıp ellerinden paralarını almasına karşı sustuğunu gören kimsenin, onun el ve dil ile inkâr etmede bir mazeretinin olduğunu ve onun bunu kalbiyle inkâr etmiş olacağını düşünmesi gerekir. Çünkü Müslümanlar hakkında ve özellikle âlimler hakkında hüsn-ü zann etmek vacibtir.
Harem-i Şerife girip ümmetin saflarını ayırdığı gibi kalplerinin arasını ayıran ve dini de parçalayıp ayıran bu şeytanî binaları görenler, eğer el ve dil ile inkâr edemiyorlar da ancak kalp ile inkâr ediyorlarsa, tıpkı türbecilerin halktan aldıkları paralar karşısında ses çıkaramayanlar gibi ma'zurdurlar.
Buradan da istidlalla insanların "icma" diye delil getirmeye çalıştıkları bir olay olduğu halde, kimse inkâr etmediği için "icma" hâsıl olmuştur sözlerinde ne kadar aksaklık olduğu anlaşılır.
Sözlerinin aksadığı husus, "inkâr etmedikleri"ne dair delilsiz söz söylemektir. Onların el ve dilleriyle inkâr etmemelerine karşılık, kalpleriyle inkâr etmiş olmaları muhtemeldir.
Siz de bilirsiniz ki şu zamanımızda birçok münker işlendiği halde, onu ne elinizle ve ne de dilinizle inkâr etmediğiniz halde, kalbinizle inkâr edersiniz. Cahil bir insan da, sizin bu olaylara şahid olduğunuzu görünce; falanca -münkeri- gördüğü halde inkâr etmedi der. Bunu o kimse, ya sizi kınamak için söyler veya bu sükûtu örnek almak için söyler. İlim sahibi olan kimse, sükût ile delil bulmaya çalışmaz.
İşte böylece o âlimlere dil uzatanların falanca şunu gördü, sustu veya diğerleri seslerini çıkarmadılar, bunun için "icma" oldu diyenlerin sözlerindeki sakatlığı görmüş olursunuz.
Bu söz iki bakımdan hatalıdır:
1. Diğerlerinin susmasını ve falanca işi ikrar ettiler şeklinde yorumlamanın yanlışlığını ve sükûtun delil olmasının doğru olmadığını anladınız.
2. "Bunun için icma oldu" sözlerine gelince;
İcma Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in Ümmeti'nin müctehidlerinin üzerinde ittifak ettikleridir. Sükût edenin ne ittifakından ne de aykırı düşündüğünden söz edilemez.
Bir sultanın huzurunda onun görevlilerinden birini övdüler. Orada bulunan bir adam ise hiç konuşmadan susuyordu. Sultan ona; niçin konuşmuyorsun, diye sorunca şöyle cevap verdi:
"Konuşursam onların dediklerine aykırı olan bir şey söylemiş olurum da ondan!"
Her sükût rıza göstermek değildir. Bu münkerleri [işleyip] ortaya koyanlar ellerinde kılıç ve mızrak olanlardır. Halkın kanları ve malları onların dillerinden ve kalemlerinden çıkacak bir ifadeye ve ırzları da ağızlarından çıkacak bir kelimeye bağlı olduğu sürece, herhangi bir ferd nasıl olur da dilediği şekilde onların koydukları bu münkerleri kolayca reddedebilir?
Bu gördüğümüz kubbeler ve türbeler; şirke, ilhada ve İslam'ı yıkıp binasını harap etmeye götüren en büyük fitne nedeni olmaya başladı.
Bu kubbeleri ve binaları -türbeleri-yapanların çoğunun; padişahlar, sultanlar, başkanlar ve valiler olduğunu görürsünüz.
Bu kubbeleri ve türbeleri ya bir yakınlarının üzerlerine veya hakkında hüsn-ü zann ettikleri faziletli birisinin veya bir âlimin, bir tasavvufçunun, bir fakihin, bir şeyhin yahut büyük saydıkları bir insanın kabri üzerine yaparlar. O insanları bilenler de ölü ziyareti niyetiyle onların kabirlerini ve türbelerini ziyaret etmeye giderler.
Üstelik onlara tevessülde bulunmadan, onların isimlerini çağırmadan, onlara dua edip onların bağışlanmaları için istiğfarda bulunurlar. Ta ki o insanları bilenlerden kimse kalmayıncaya kadar. Onlardan sonra gelenler, bir de üzerine kubbeli türbe yapılmış ve içerisi mumlarla süslü, değerli halılarla döşenmiş, sandukaların üzerine kumaşlar örtülmüş, üzerlerine güller ve çiçekler atıldığını görünce; bunun bir yarar sağlayıp bir zararı giderdiğine içten içe inanmaya başlarlar.
Hemen ardından türbedarlar bu kabirde yatan kimse adına yalanlar uydurarak, onun şöyle şöyle yaptığını, falana şöyle zarar verdiğini, falana da şöyle hayrı dokunduğunu söyleyerek onun fıtratına her türlü bâtılı ekmeye başlarlar.
Bunun için, Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bazı hadislerinde kabirlerin üzerine kandil yakıp aydınlatan ve üzerlerine yazı yazanları lanetlemiştir. Bu konuda gelen hadisler hayli çoktur. Bu, bizzat yasaklanmış olan bir şeydir. Üstelik büyük bir fesada yol açar.
Eğer; bak Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bile kabrinin üzerinde kubbesi var ve bunun için epey para harcandı derseniz, deriz ki;
"Bu gerçekten meselenin aslını bilmemekten kaynaklanan büyük bir cehalettir. Bu kubbenin inşa edilmesi, Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) izniyle olmadığı gibi, ne ashabının, ne tabiunun ve ne de onlara tabi olanların veya ümmetin âlimlerinin ve İslam imamlarının cevaz verdikleri bir şeydir.
Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) kabrinin üzerine inşa edilen bu kubbe, son dönem Mısır sultanlarından olan ve el-Melik el-Mansur adıyla bilinen Sultan Kalavun es-Salihî tarafından hicri 678 yılında inşa ettirilmiştir. [Allame Zeynuddin Ebu Bekr İbnu'l-Huseyin İbn Ömer el-Merağî Tahkiku'n-Nusreti Bi Tahlisi Mealimi Dari'l-Hicre adlı kitabında bunu zikreder.]
Bunlar, siyasi meselelerdir, delile dayanan meseleler değil. Arkadan gelenler önden gidenleri taklid edip dururlar.
Bu dediklerimiz zikretmek istediklerimizin bir bölümüdür. Zamanla bu belalar her yeri kuşatınca, hevaya uyulup âlimler kendilerine düşen münkeri reddetme görevlerinden yüz çevirip halkın yöneldikleri şeylere yönelince, münker ma'rufa, ma'ruf da münkere dönüştü. Böylece halkın ileri gelenlerinden bu durumlara karşı çıkıp insanları uyaracak kimse de göremez olduk.
Eğer, hayatta olan insanların veya ölülerden bazı kimselerle, harikulade işler sergileyen ve kendilerine "meczub" denilen kimselerin ilişki kurmaları ve onların bu işi yaparken, birçok insanın da kalplerini kendilerine cezbettiklerini ve onların da meczublar hakkında iyi itikad besledikleri konusunda ne düşünüyorsunuz derseniz, deriz ki:
"Meczub diye geçinen ve Allah'ın adını sakız gibi ağızlarında çiğneyip bunu sadece dillerine dolayıp onu Arapça olan lafzının şeklinin dışına çıkaranlar lanetlenmiş olan iblisin askerleri ve yeryüzünde şeytanların, sapkınlık libasını süsleyerek giydirdiği eşeklerin en büyükleridir."
Lafza-i Celal'i mutlak tek başına "Allah, Allah" diyerek söylemek ne tam, müfid (yararlı) bir kelamdır ne de Tevhid'dir. Bu olsa olsa, ancak Lafza-i Şerifi, Arapça şeklinin dışına çıkararak onunla alay etmektir.
(Arapçada tek bir kelime, tam anlam ifade etmez ve bir cümleyi oluşturmaz. Mutlaka bir terkip gerekir. Mesela; "Allah Rabbimizdir" cümlesi hem terkibdir hem de anlamı tamdır. Ama bu iki kelimeyi ayırdığımızda anlam bölünür. Daha geniş bilgi için Bkz. el-Kurtubî, el-Camiu Li Ahkami'l-Kuran (Tefsir) Enfal Suresi: 2 )
(el-Hattabî, Şe'nu'd-Dua: 16, 17 )
Sonra bu kelimeyi anlamlarından soyutlamak doğru değildir.
Diyelim ki, Zeyd adında saygın bir insan var. Onu da bir cemaat durmadan Zeyd, Zeyd diye ansalar, bu insanla alay etmek ve onu küçültmek sayılır. Özellikle de bu sözü söylerken harflerini tahrif ederlerse...
Üstelik Kitap ve Sünnet'e bakınız, acaba "lafza-i celal" i tek başına tekrarlanmış olarak görebilir misiniz?
Yoksa Kitap ve Sünnet'te olanlar "zikir" "tevhid" "teşbih" ve "tehlil" değil midir?
Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi've sellem) zikirleri, duaları, O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) ehl-i beytinin ve ashabının duaları var.
Allah'tan, Rasul'ün (sallallahu aleyhi ve sellem) hidayetinden ve O'nun ahlâkından bu kadar uzak olan insanların alışıp çıkardıkları, hırıltı, zırıltı ve eşeklerin anırmalarına benziyor?
Üstelik Lafza-i Celal'i söylerken, O'na bir de ölmüş insanlardan bazılarını, örneğin İbn Ulvan, Ahmed İbnu'l-Huseyn, Abdulkadir [el-Geylani] ve el-Aydrus gibilerinin adlarını da ekleyerek zikrederler.
Hatta durum öyle bir hal aldı ki, insanlar zulüm ve baskıdan kurtulmak için, Ali er-Rumman ve Ali el-Ahmer gibilerinin kabirlerine gidip sığınmaya başladılar. (- Yemen'de kerametlerine inanılan iki şahıs.)
Allahu Teâlâ, Rasulü'nü (sallallahu aleyhi ve sellem) iki vezirini (r.anhuma) ve ashabının ileri gelenlerini, o dalâlet ehli cahillerin ağızlarından korudu. Onlar böylece türlü şirk ve küfrü işleyip dururlar.
Lafza-i Celal'i ağızlarında sakız gibi çiğneyen ve O'nu söylerken de O'na bazı fısk ve fücur ehlinin adını ekleyerek söyleyenlerden zaman zaman harikulade şeyler, kerametler veya kendilerine keskin aletleri saplayarak, boyunlarında yılanlar, akrepler taşıyarak, ateş yalayıp onu eliyle tutmak veya ateşe girmek gibi haller zuhur edebilir derseniz:
Bunların hepsi şeytanî hallerdir. Eğer bu şeyleri ölülerin kerameti, yaşayanların hasenatı zannederseniz; bilin ki, siz gerçeği göremeyen gözü kapalı kimselersiniz. Bu sapıklardan herhangi birisi, onlardan birinin adını [zikir] anında çağırıp onları Allah'a denk ve ortak koşunca, onlardan kerametler sadır olduğunu sanırsınız ve o ölüleri, Allah'ın veli kulları olarak kabul edersiniz.
Peki, Allah herhangi bir meczubun veya salikin (sûfînin) onu Allah'a denk ve ortak koşmasından hiç razı olur mu?
Eğer böyle zannediyorsanız, çok kötü bir şey yapmış olursunuz. O ölüleri Allah'a ortak koşmuş olur ve hâşâ onları İslam ve din dairesinden çıkarmış olursunuz.
Zira siz, böylece onların Allah'a ortak ve denk koşulmasından onların razı olduklarına inanmış olursunuz. Sonra da bu halleri, ölülerin her bâtıla uyan, rezaletlerin deryasına dalmış, Allah'a bir tek secde bile etmeyen ve O'nu bir türlü yalnız zikretmeyen sapık müşriklerin izhar ettikleri kerametler olarak görürseniz, müşrikler, kâfirler ve meczupların kerametini ispat etmiş olur ve bununla İslam'ın hududunu, kerametlerini ve apaçık dinin ve şeriatın temellerini yıkmış olursunuz.
Eğer bu iki meselenin bâtıl olduğunu anlarsanız, bütün bu hallerin, şeytanî ve tağutî birer davranış ve İblis'in amellerinden olduğunu, bunu ancak şeytanların sapıklardan olan kardeşleri için uydurduklarını ve o iki grubun böylece Allah'ın kullarını saptırmak istediklerini de bilmiş olursunuz.
Allah'ın Rasulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) hadislerinde sabit olduğu gibi, şeytanlar ve cinler birçok zehirli hayvan ve yılan kılığına bürünebilirler.
(Ebu Said el-Hudrî'nin (ra) Allah'ın Rasulü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet ettiği "Avatnir" -insanların meczupların ellerinde gördüğü yılanlar işte o şeytanlar ve cinlerdir- hadisinde Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) dedi ki:
"Bu evlerin sakinleri vardır. Eğer onlardan bir şey görürseniz üç gün onları sıkıştırınız. Eğer giderse ne ala, yoksa onu öldürün. Çünkü o kâfirdir." Yani kâfir cindir. [Müslim, Sahih; Kitabu's-Selam; Babu Katli'l-Hayyatı ve Ğayriha: (37).]
Yine Ebu Said el-Hudrî'den (ra) rivayet edilen başka bir hadiste Allah'ın Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) dedi ki:
"Medine'de müslüman olan cinler var. Onlardan bir şeyi görürseniz ona üç gün süre tanıyınız. Eğer bundan sonra da görünürse onu öldürünüz. Çünkü o ancak şeytandır." el-Munzirî, et-Terğibu ve't-Terbib: c.3/626 )
Bu, gerçekliğinde şüphe olmayan bir durumdur. Bu da sihir konusuna girer. Sihir ise türlere ayrılır. Öğrenilmesi zor değildir. Sihrin en büyük kapısı, Allah'a küfrederek onu inkâr etmek, Kur'an'ı helalara koymak (el-iyazu billah) vb. gibi, Allah'ın yüce kıldığını aşağılamaktır.
Bu meczupların yaptıklarını, gafil olan insanlar sakın gözlerinde büyütüp bunu harikulade şeyler olarak görmesinler?
Zira sihrin insanın davranışlarında çok büyük bir etkisi vardır. İşte böylece eşyayı, sihirle şeklinden başka bir şekle sokarlar. Firavun'un sihirbazları da vadiyi yılanla doldurmuşlardı. Hatta neredeyse Musa (as) bile, için için korkmaya başlamıştı.
Allah bu yaptıklarının büyük bir sihir olduğunu vasfetti. Sihir ondan daha büyüğünü de yapar. İbn Battuta ve bazı gezginciler, Hind diyarında bazı insanların büyük ateşler yakıp içerisine incecik elbiseler giyerek girdiklerini ve sonrada o ateşten, o incecik elbiselerine hiçbir şey olmadan çıktıklarını gördüklerini zikretmişlerdir.
Hatta İbn Battuta diyor ki; Hind krallarından birisi yanlarında getirdiği iki çocuğu parça parça ettikten ve her bir parçayı da kimsenin göremeyeceği bir şekilde bir yerlere dağıttıktan sonra, öyle bir bağırıp ağladı ki, orada bulunanların o parçaların nereden ve nasıl teker teker oraya gelip diğer parçalarla birleştiğinin farkında bile olamadılar. Ondan sonra o çocuklardan her birisi, ayağının üzerine kalkıp yürüdü. Ben bu seyahatnamenin özetlenmiş bir şeklini Hicri 1136 yılında Mekke'de okudum. Hanefi Müftülerinden Allame Seyyid Muhammed İbn Es'ad (rh.a) bunu bize yazdırdı.
Ebu'l-Ferec el-Esfehanî'nin el-Eğam adlı kitabında, senedini zikrettiği bir haberde, el-Velid İbn Ukbe'nin yanında ineğin karnına girip çıkan bir sihirbazdan söz eder. O esnada Cundub (r.a.) bunu görür. Hemen evine gider, kılıcını kuşanır ve oraya süratle geri döner. Sihirbaz tekrar ineğin karnına girince Cundub (r.a); "gördüğünüz halde, sihir mi yapıyorsunuz?" deyip ineğin karnına kılıcıyla vurduğu gibi, ineğin karnıyla beraber sihirbazı da ikiye böldü, insanlar bunu görünce dehşete kapıldılar. el-Velid İbn Ukbe bunun üzerine onu hapseder. Ardından da Halife Osman İbn Affan'a (r.a.) bu durumu bir mektupla bildirir. Hapishanedeki tutuklulardan sorumlu, bir Hıristiyan'dı. Cundub'un (r.a.) gündüz oruç tutup gece namazlara kalktığını görünce şöyle söylendi:
"Vallahi, eğer bu insan bu kavmin en şerlilerinden ise, bu kavim, doğruluk kavmidir" deyip yerine bir adam bırakarak Kûfe'ye gitti ve Kûfe'nin en faziletli insanını sordu. el-Eş'as İbn Kays dediler. Onun evine gidip misafir oldu. Baktı ki o, gece boyu uyuyor. Sabah namazına kalkınca kahvaltısını istiyor, gördü. Onun yanından ayrılınca yine sordu; "Kûfe'nin en faziletli insanı kimdir diye?" Ona; "Cerir İbn Abdillah" dediler. Ona da misafir oldu. Onun gece boyunca hep uyuduğunu, sonra da sabah namazına kalkınca kahvaltısını istediğini gördü. Bunun üzerine kıbleye dönüp; "Rabbim Cundub'un Rabbi, dinim Cundub'un dini" diyerek İslam'a girdi.
el-Beyhakî'nin es-Sunen el-Kubra'da tahric ettiği bir rivayette bu kıssa biraz daha farklı olarak zikredilir. el-Beyhakî'nin bu kıssayı Ebu'l-Esved yoluyla naklettiğine göre; el-Velid İbn Ukbe, Irak'ta iken huzurunda bir sihirbaz sihir yapıyordu. Birisinin kellesine kılıçla vurup uçurduktan sonra öyle bir çığlık atıp bağırdı ki, kellesi kesilen insan bağırarak kalkar ve sonra başı yine gövdesine oturur. İnsanlar bunu görünce "Subhanallah" demekten kendilerini alamadılar.
Orada bulunan Muhacirden bir insan, ertesi sabah kılıcını kuşanıp geldi. O sihirbaz yine aynı oyununu sergiliyordu. Bu salih insan onu görünce, kılıcını çekti ve sihirbazın başına vurup gövdesinden ayırdı ve şöyle dedi:
"Eğer doğru ise, haydi şimdi kendisini diriltsin!.."
Bunun üzerine el-Velid hapishane görevlisi Diran'a emretti ve onu hapse attırdı...
Bundan daha acaib bir başka bir olayı yine el-Beyhakî isnadıyla uzun olarak anlatır...
Bir zamanlar bir kadın vardı. Babil'de Harut ve Marut adlı iki melekten sihir öğrendi. O kadın bundan sonra, buğday alıyor, buğdaya ekmek ol diyor, buğday da ekmek oluyordu. O kadın istediği her şeyi yapıyordu.
Şeytanî haller sayılmakla bitmez. Buna bir misal olması için (hadislerde haber verildiği gibi) Deccal'in yapacaklarını bilmek yeter. Bu gibi durumlarda ölçü Kur'an ve Sünnettir.