Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

أهل الحديث Çevrimdışı

أهل الحديث

لا إله إلا الله
Moderatör
بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
Hamd, “Mü’minler, mü’minleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesinler, kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur.”(Al-i İmran 28) buyuran Allah’a mahsustur. Salat ve selam ise Rasûlullah ﷺ’in, ehlinin, ashabının ve ila-yi kelimetullah yolunda mücadele eden tüm mü’minlerin üzerine olsun.

Vela, Sevmek ve razı olmak, yardım etmek, itaat etmek, uymak gibi anlamlara gelmektedir.

Bera ise bunun zıttıdır. Yani buğz/nefret etmek, kahır, muhalefet, düşmanlık, uymamak gibi anlamlara gelmektedir.

Bir Müslüman Vela yani sevme fiilini Allah, Nebi sallallahu aleyhi vesellem ve mü’minler için göstermelidir.
Bera yani nefret ise Allah ve Rasûlüne uymayıp düşman olan herkes için gösterilmelidir.
Bu, tevhidin en temel meselelerinden biridir.



Vela(dostluk), meşru mazaret olmadıkça kafir ve müşrik toplumdan beri olup Müslümanların diyarına hicret etmek, Müslümanların cemaatine katılıp onlarla beraber olmak, kendisi için istediğini mü’min kardeşleri için de istemek, onlara karşı erdemli ve güzel ahlâklı olmak, hastaları ziyaret etmek, cenazelere katılmak, koruyup kollamak, kardeşleri yanında bulunmadığı zamanlarda hakkında kötü bir söz duyduğunda eğer delili yoksa hüsnü zân etmek, onlara yapılacak her türlü kötülüğü engelleyip uzak olmak, onların kusur ve hatalarını araştırmamak, aralarındaki husumetleri bitirip kardeşliklerini pekiştirmek ve onlara en güzel şekilde Allah’ın dinine çağırıp nasihat etmekle olur.

Bera(düşmanlık) ise muvahhidlerin atası İbrahim aleyhisselam gibi şirkten, küfürden ve bunların ehlinden, putlardan, tağutlardan beri olup onlara düşmanlık göstermek, onlardan nefret etmek, onlarla en ağır şekilde savaşmak, fitne çıkaran herkesi düşman bellemek, Allah dışında tapılan her şeyden, fiillerinden ve faillerinden beri olup bunlara düşmanlık ilan etmekle olur.

اِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا الَّذٖينَ يُقٖيمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ
وَمَنْ يَتَوَلَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا فَاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَࣖ

Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah'tır, Resûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler.
Kim Allah'ı, Rasûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın tarafını tutanlardır. (Maide 55-56)


قَدْ كَانَتْ لَكُمْ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فٖٓي اِبْرٰهٖيمَ وَالَّذٖينَ مَعَهُۚ اِذْ قَالُوا لِقَوْمِهِمْ اِنَّا بُرَءٰٓؤُ۬ا مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِؗ كَفَرْنَا بِكُمْ وَبَدَا بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةُ وَالْبَغْضَٓاءُ اَبَداً حَتّٰى تُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ وَحْدَهُٓ اِلَّا قَوْلَ اِبْرٰهٖيمَ لِاَبٖيهِ لَاَسْتَغْفِرَنَّ لَكَ وَمَٓا اَمْلِكُ لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ شَيْءٍؕ رَبَّـنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَاِلَيْكَ اَنَبْنَا وَاِلَيْكَ الْمَصٖيرُ
İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler: ) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır. (Mümtehine 4)

Yukarıda Maide suresinden zikredilen ayet Müslüman üzerine vacib olan dostluğu, Mümtehine suresindeki ayet ise vacib olan düşmanlığı açıklamaktadır. Allah için sevip buğz etmek uluhiyyet tevhidi olgusunun içine dahildir.

Rasûlullah ﷺ şöyle buyurmuştur:
“İmanın en sağlam ipi, Allah için dost olup düşmanlık etmek ve O’nun için sevip nefret etmektir. (Tabarani, Mu'cemü'l-Kebîr, 11537. Elbani hasen demiştir: es-Silsiletü’s-Sahiha, 998.)

Bu davranış Allah’ın inanan kullarına aittir. Biz Müslümanlar, Allah kimi sevmemizi veya kimden nefret etmemizi emretmişse, onları sever veya nefret ederiz. Bu duygu hadiste de geçtiği üzere imanın en sağlam ipidir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;



يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارٰٓى اَوْلِيَٓاءَۘ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍؕ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَاِنَّهُ مِنْهُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمٖينَ
فَتَرَى الَّذٖينَ فٖي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ يُسَارِعُونَ فٖيهِمْ يَقُولُونَ نَخْشٰٓى اَنْ تُصٖيبَنَا دَٓائِرَةٌؕ فَعَسَى اللّٰهُ اَنْ يَأْتِيَ بِالْفَتْحِ اَوْ اَمْرٍ مِنْ عِنْدِهٖ فَيُصْبِحُوا عَلٰى مَٓا اَسَرُّوا فٖٓي اَنْفُسِهِمْ نَادِمٖينَؕ
Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.
Kalblerinde hastalık bulunanların: «Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz» diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah bir fetih, yahut katından bir emir getirecek de onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklardır. (Maide 51-52)

Bu ayetlerde bahsi geçen hastalık, münafıklıktır. Onlar Yahudi ve Hristiyanların dostu olmak için yanıp tutuşurlar. Kâfirlerle ve müşriklerle dost olmaya çalışır ve başlarına felaket gelmesinden korkarlar. Onlara dost olarak ihsanlarına ulaşmayı umarlar. Böylece her an zillet içinde yaşarlar.


Yine Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
وَيَقُولُ الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذٖينَ اَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْۙ اِنَّهُمْ لَمَعَكُمْؕ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فَاَصْبَحُوا خَاسِرٖينَ
(O zaman) iman edenler: «Bunlar mıdır sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle yemin edenler?» diyeceklerdir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir de kaybedenlerden olmuşlardır. (Maide 53)


Kâfir ve müşriklerle dostluk, amelleri yok edip hüsranı celb eden bir tavırdır. İrtidata(dinden çıkıp mürted olmaya) yol açacak kadar tehlikelidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دٖينِهٖ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرٖينَؗ يُجَاهِدُونَ فٖي سَبٖيلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍؕ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْتٖيهِ مَنْ يَشَٓاءُؕ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَلٖيمٌ
اِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا الَّذٖينَ يُقٖيمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ
Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir.
Sizin dostunuz
(veliniz) ancak Allah'tır, Resûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler. (Maide 54-55)


Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye (rahimehullah) şöyle demiştir:

“Allah’tan başka bir ilah olmadığına dair şehadetin ve tanıklığın tahkiki ya da gerçekleşmesi için şu noktanın iyi bilinmesi gerekir: Kişi, sevdiğini sadece Allah için sevecektir. Buğzettiğine de Allah için buğzedecektir. Dost ve veli edindiği kimseyi de Allah rızası için dost edinecek, velayetini bu manâda taşıyacaktır. Aynı zamanda düşman kabul ettiklerini de, Allah’a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müslüman, Allah’ın sevdiklerini sevecek, Allah’ın buğzettiklerine ise buğzedecektir.” (el-İhticac bil kader, 62)


Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرٖينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنٖينَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّٰهِ فٖي شَيْءٍ اِلَّٓا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقٰيةًؕ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُؕ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَصٖيرُ
Mü’minler, mü’minleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesinler, kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur. (Al-i İmran 28)

Taberi, tefsirinde bu ayet ile alakalı şöyle demiştir:

“Bunun anlamı; Ey mü’minler! Kâfirleri, yardımcılar ve destekçiler edinmeyin, onları dinlerinde dost, Müslümanlara karşı destekleyerek mü’minler dışında dost edinmeyin. Her kim böyle yaparsa O’nun Allah indinde hiçbir değeri yoktur. Yani böyle yapan kişi, Allah’tan uzaklaşmış, Allah’ta ondan uzaklaşmıştır. Bunun sebebi ise o kişinin küfre girmesi ve dininden dönmesidir.”

Abdullah b. Ömer -radıyallahu anhumâ- merfu olarak anlatıyor: «Allah, bir kavme azap etmek istediğinde o kavim içerisinde bulunan (iyi-kötü) her ferde azap isabet ettirir. Sonra (kıyamet gününde) herkes kendi ameline göre diriltilir.» (Buhari, 7108; Müslim, 2879. Sâhihtir.)

İbn Hacer el-Askâlanî (rahimehullah) bu hadisi naklettikten sonra şöyle der:
“Bu hadisten anlaşılacağı üzere zalimler ve kâfirlerden uzak durmak, onların bulunduğu yerde onlarla oturmamak gerekir. Çünkü onlarla oturmak bile şayet onlara yardımcı olunmasa, fiillerine rıza gösterilmese dahi nefsi tehlikeye atmaktır. Eğer destek olup rıza gösterilirse o da, onlardan olur.” (Fethu’l-Bâri)


Allah Teâlâ bu sebeple onlara cehennemde ebedi kalmayı vacib kılmış ve şöyle buyurmuştur:


تَرٰى كَثٖيراً مِنْهُمْ يَتَوَلَّوْنَ الَّذٖينَ كَفَرُواؕ لَبِئْسَ مَا قَدَّمَتْ لَهُمْ اَنْفُسُهُمْ اَنْ سَخِطَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ وَفِي الْعَذَابِ هُمْ خَالِدُونَ
Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (ahiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür: Allah onlara gazabetmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar! (Maide 80)


يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُٓوا اٰبَٓاءَكُمْ وَاِخْوَانَكُمْ اَوْلِيَٓاءَ اِنِ اسْتَحَبُّوا الْكُفْرَ عَلَى الْاٖيمَانِؕ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
قُلْ اِنْ كَانَ اٰبَٓاؤُ۬كُمْ وَاَبْنَٓاؤُ۬كُمْ وَاِخْوَانُكُمْ وَاَزْوَاجُكُمْ وَعَشٖيرَتُكُمْ وَاَمْوَالٌۨ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَـهَٓا اَحَبَّ اِلَيْكُمْ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِهٖ وَجِهَادٍ فٖي سَبٖيلِهٖ فَتَرَبَّصُوا حَتّٰى يَأْتِيَ اللّٰهُ بِاَمْرِهٖؕ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقٖينَࣖ


Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.
De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez. (Tevbe 23-24)

İbn Kesir (rahimehullah), bu ayetin tefsirinde şöyle der;
“Beyhaki, Abdullah bin Şuzeb’in hadisinden rivayetle şöyle der: Ebu Ubeyde bin Cerrah’ın babası Bedir günü ilahlarını övüyordu. Oğlu Ebu Ubeyde kendisinden sürekli yüz çeviriyordu. Oğluna saldırılarını arttıran babası, Ebu Ubeyde tarafından öldürüldü. Daha sonra Allah Teâlâ onunla alakalı bu ayeti indirdi.”


Buhari’nin Sâhih'inde geçen bir hadiste Rasûlullah ﷺ şöyle buyurmaktadır:
قَالَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم ‏"‏ لاَ يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى أَكُونَ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِنْ وَالِدِهِ وَوَلَدِهِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ ‏"

“Sizden biriniz beni annesinden-babasından, çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.” (Buhari, İman, 2/8)


Başka bir hadiste ise Hz Ömer radiyallahu anh demiştir ki:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Ben sizi canımdan başka her şeyden daha çok severim." dedi Peygamberimiz:

"Ey Ömer, canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, beni canından daha çok sevmedikçe olgun mü'min olamazsın." buyurdu. Peygamberimizi dikkatle dinleyen Hz. Ömer:
"Ey Allah'ın Rasûlü, vallahi ben şimdi sizi canımdan da daha çok seviyorum." deyince Peygamberimiz:

"İşte Ya Ömer, şimdi olgun mü'min oldun." buyurdular. (Aynî, Umdetü'l-Kârî,1/144)


Yine bir başka hadiste Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
عنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ ‏"‏ ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا، وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ، وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ ‏"‏‏

“Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar: Allah ve Resûlünü, (bu ikisinden başka) herkesden fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhari, İman, 2/9)


Bir bedevi Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem’e "Kıyamet ne zaman kopacak?" diye sordu.

Peygamberimiz: “Kıyamet için ne hazırladın?” buyurdu.
"Allah ve Resûlünün sevgisini." dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber:

“O halde sen, sevdiğin ile berabersin.” buyurdu. (Müslim, Sahih, Birr ve Sıla, 45/50)



Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
اَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ َمَنْ أَحْيَا سُنَّتِي فَقَدْ أَحَبَّنِي ‏‏ وَمَنْ أَحَبَّنِي كَانَ مَعِي فِي الْجَنَّةِ

"Kim benim sünnetimi ihya ederse beni sevmiş olur. Beni seven de cennette benimle beraber olur” (Tirmizi, İlim, 39/16)

İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler: ) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır. (Mümtehine 4)

Yüce Allah, İbrahim aleyhisselam ve beraberinde iman etmiş olanların adaleti yerine getirerek kavimlerinden nasıl teberi ettiklerini zikretmektedir. Allah Teâlâ onların öz babaları, anneleri, kardeşleri ve akrabaları olan kavimlerine karşı takındıkları tavizsiz ve sert tutumu, bu ümmete ortak olarak göstermektedir. “Sizden ve Allah dışında taptıklarınızdan” buyruğunda müşrikleri, putlardan önce zikretmeleri dikkat edilmesi gereken önemli bir husustur. Ayette buğzu ilan eden İbrahim aleyhisselam ve beraberindekilerdir.

Rabbimiz başka bir ayette yine İbrahim Aleyhisselam’dan şöyle söz etmiştir;

Nihayet İbrahim onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği zaman biz ona İshak ve Yâ'kub'u bağışladık ve her birini peygamber yaptık. (Meryem 49)


Mağaraya çekilen yiğitlerin övüldükleri şey de budur;

(İçlerinden biri şöyle demişti: )«Madem ki siz onlardan ve onların Allah'ın dışında taptıklarından uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde sizin için fayda ve kolaylık sağlasın.» (Kehf 16)


Bu iki ayette de müşrikler ve kâfirler, putlardan ve tağutlardan önce zikredilmiştir. Rabbimiz, bu ümmetin selefi olan Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem ve beraberindekileri de, bu ümmetin sonradan gelenleri olan bizlere bir öğüt olarak aynı vasıfla övmüş ve şöyle buyurmuştur:

Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır. (Mücadele 22)

Kâfir ile mü’minin, müşrik ile muvahhidin, sâlih ile fasıkın birbirine karışması, göklerin ve yerin fesadıdır. Böyle durumlarda iman ve din ifsada uğrar, ülkeler ve kavimler helak olur, Allah’tan büyük bir gazab ve buğz böylelerinin üzerine iner. “Allah için sevip Allah için buğz etmek” dinin en büyük esaslarından olduğu halde Müslümanlar nesiller boyu bu çok mühim olan dini esası hep zayi edegelmişlerdir. Böylece ümmet içinde, dinden ve imandan sapan fırkalara türemek için zemin hazırlamışlardır.

İslâm ümmetinin dinini ve imanını sağlam tutabilmesi, kimliğini ve yapısını ifsada uğramadan koruyabilmesi yani kısaca söylemek gerekirse bu dinin bekası Vela ve Bera’ya riayet etmeye bağlıdır.

Bilesin ki, şeytan ve dostları günümüzde demokratlık, hümanizm, insan hakları, barış, özgürlük adı altında savaşmaktadırlar. Bütün bunların asıl manâsı; İnsanları din farkı gözetmeksizin insan olduğu için sevmek anlamına gelmektedir. Yani daha açık haliyle İslâm’ın en büyük esaslarından birine savaş açmaktır! Kendisini Müslümanlığa nispet eden pek çok kimse şeytanın bu davetini dikkatsizce veya duyarsızca kabul etmiş ve hatta bunu Allah’ın bir emri varsaymıştır.

Bu insanların en büyük kötülüğü ise “Ben Müslümanım ama insanları dinlerine göre sınıflandırıp Müslüman olmayanlara karşı düşmanca tavır takınmayı doğru bulmuyorum.” demeleri, dinli/dinsiz bütün insanları sevmeleri ve en kötüsü de bunu İslâm’ın bir gerekliliği(!) saymalarıdır. Vela ve Bera’nın İslâm’ın en büyük esaslarından olduğunu bilen şeytan ve yandaşları ise bu esası yıkabilmek için “Dinler Arası Diyalog” gibi pek çok proje altında İslâm’ın ifsadını hedeflemiştir. Bilmeyen cahil insanlar ise “Dinlerin kaynaşmasında ne var ki canım?” diyerek onlara çanak tutmuşlardır. Müslümanlar ve İslâm üzerinde her geçen gün yeni hileler ve oyunlar oynanmakta; hoşgörü adı altında İslâm’ın esaslarına saldırılmaktadır. Buna çanak tutanlar vallahi mürcieden bile daha aşağılıktır.







VELA VE BERA HUSUSUNDA DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN 2 ÖNEMLİ HUSUS
1- Bera ve Teberri, Tebliğden Sonradır.

Bilesin ki, kâfir ve müşriklere karşı düşmanlık ve teberri, evvela onları güzellik, yumuşaklık ve tatlı dille İslâm’a davet ettikten, hücceti ikame ettikten sonradır. Rabbimiz nebilerine de, hüccet ikame edilip deliller açıkça ortaya konmadıkça, muhatapların hakka karşı inatçı ve muhalif oldukları belli olmadıkça teberri ve düşmanlığı emretmemiştir. Bize düşen de Rabbimizin emrine uymaktır. Müşrik ve kâfirlerin fiillerine yönelteceğin buğz, onlara davet esnasında ikramda bulunmaya ve yumuşak davranmaya engel değildir. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem de akrabalarını dine davet edeceği zaman onlara yemek ikramında bulunmuştur.

İşte bu meselede vasat yol budur. O mü’minler öyle kimselerdir ki vela ve beranın mahiyetini en güzel şekilde kavramışlar, adına güzel ahlâkla muamele veya yumuşaklık koyarak haddi aşıp küfre ve şirke hoşgörüyle bakmamışlar ve adaletten sapmamışlardır. Bu özellikler ancak ve ancak Allah için sevip Allah için buğz etmekle meydana gelir. Onlar heva ve nefislerine değil, Allah’ın muradına muvafık hareket eder ve her meselede O’nun emir ve yasaklarını gözetirler.

Kâfir ve müşriklere, Allah emrettiği için akidelerinden dolayı değil de dünyevî maksat, menfaat ve garazlardan dolayı buğz edenlere gelince, onlar ya haddi aşarak küfre ve şirke hoşgörüyle bakarlar ya da haddi aşarak onlara karşı adaletten saparlar. Çünkü bu tür kimselerinden kalbinde sevgilerinin ve buğzlarının merkezinde Allah yoktur. Ne O’nu, ne tevhidi, ne de şeriatı(ayet ve hükümlerini) önemserler. Şirkleri ve küfürleri Yahudi ve Hristiyanlardan daha aşağılık olan Râfızîlerle sarmaş dolaş olurken Allah’ın arzında tevhîdi ve şeriatı ikame etmek için Allah yolunda cihad edenlere kin beslemeleri ve onlara alçakça yakıştırmalar yapmaları işte bu yüzdendir.

Allah için düşmanlık etmenin ârızî olduğunu bilesin. Çünkü sebepler ortadan kalkınca düşmanlık da ortadan kalkar. Bizim, onlara karşı düşmanlık ve buğzumuzun sebebi onların Allah’a karşı gelip hudutlarını çiğnemeleri, küfür ve şirkleridir.


2- Müslümanın Kâfir ve Müşriklerle İlişkileri

Kâfir ve müşriklerle ilişki üç çeşittir;

  • Küfre ve şirke sokan ilişki
  • Haram ve mâsiyet olan ilişki
  • Câiz ve meşru olan ilişki
Bazı kimseler cahilliklerinden dolayı yahut kasıtlı olarak kâfir ve müşrikleri veli edinme kapsamında olmayan yani 1. ve 2. maddenin kapsamına girmeyen ilişkileri, bunların kapsamında göstermekte câiz ve meşru olan fiileri küfür ve şirk olarak değerlendirip aşırı gitmektedir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

1- Davet ve Tebliğde Bulunmak

Küfür ve şirk ehline davette bulunmak meşru ve vacibtir. Ehil olan kimselerin bu maksatla onları ziyaret etmesi, yanlarında bulunması ve muvakkaten(geçici bir süre için) onları ziyaret etmesi gerekirse kalplerini İslâm’a ısındırmak için onlara infakta bulunması da tamamen meşrudur. Bunun delili Rabbimizin şu ayetidir;

Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana, yolda kalana mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir. (Tevbe 60)

Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem de Yahudi bir çocuğu ölüm hastalığı esnasında ziyaret etmiş ve bu vesileyle çocuk Allah’ın fazlı sayesinde tevhid üzere ölmüştür:

Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre şöyle dedi:
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hizmetinde bulunan yahudi bir çocuk vardı. Bir gün hastalandı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onu ziyarete gitti, başucuna oturdu ve ona:

- “Müslüman ol!” buyurdu. Çocuk, düşüncesini öğrenmek için, yanında bulunan babasının yüzüne baktı. Babası:
- Ebü’l-Kâsım’ın çağrısına uy, dedi. Çocuk da müslüman oldu.
Bunun üzerine Hz. Peygamber:

“Şu yavrucağı cehennemden kurtaran Allah’a hamdolsun” diyerek dışarı çıktı.
(Buhârî, Cenâiz 80, Merdâ 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 2)


2- Zımmilere, Anlaşmalı ve Emân Verilmiş Kâfirlere Adaletli Davranmak

Bu, kâfirleri veli edinmek değildir. Bilakis bizim(İslâm beldesinin) hükmü altında bulundukları için bizim onları himaye etmemiz, haklarını muhafaza etmemiz, onlara zulüm ve haksızlık etmememiz vacibtir. Bunun delili ise şu Rabbimizin şu ayetleridir;

Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever. (Mümtehine 8)


Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez. Bu da onların, «Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur» demelerindendir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar.
Hayır!
(Gerçek onların dediği değil.) Her kim sözünü yerine getirir ve kötülükten sakınırsa, bilsin ki Allah sakınanları sever. (Âl-i İmrân 75-76)


İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur. (Ankebut 46)


Buhâri’nin Sâhih’inde geçen bir hadis şöyledir;

حدثنا قيس بن حفص: حدثنا عبد الواحد: حدثنا الحسن بن عمرو: حدثنا مجاهد، عن عبد الله بن عمرو رضي الله عنهما، عن النبي صلى الله عليه وسلم قال: (من قتل معاهدا لم يرح رائحة الجنة، وإن ريحها توجد من مسيرة أربعين عاما)

Abdullah İbn Amr Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Anlaşmalı bir gayri müslimi öldüren bir kimse cennetin kokusunu alamaz. Halbuki cennetin kokusu kırk yıllık mesafeden bile duyulur." (Buhari, 3166)


3- Yönetici/İmamın, Kâfir veya Müşrik Devletlerle Anlaşma Yapması

Velayeti altındaki Müslümanların ve İslâm devletinin maslahatları doğrultusunda kâfirlerle anlaşma yapmak Müslüman yönetici için câiz hatta durumuna göre vacibtir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız. Allah (haksızlıktan) sakınanları sever. (Tevbe 4)

4- Kâfirlerle Alışveriş Yapmak

Kâfirlerle ticârî ilişkiler kurmak, helal olan malları alıp satmak câizdir. Bunun câizliği hakkında herhangi bir ihtilaf yoktur. Hatta ilaç, gıda maddesi gibi hayatın idame edileceği malları satın alarak İslâm beldelerine getirmek, Müslüman yöneticilerin ve güç yetirebilenlerin üzerine vacibtir. Nebi sallallahu aleyhi vesellem, ashab-ı kirâm ve onlardan sonra gelen Müslümanlar kâfirlerle alışveriş yapmışlardır.



5- Bizimle Savaşmayan Kâfir Akrabalarımıza ve Başkalarına Adaletli Davranmak

Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.
(Mümtehine 8)


6- İhtiyaç ve Zaruret Durumunda Kâfirlerin Himayesine Girmek

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur;
Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah'adır. (Âl-i İmrân 28)

Mekke müşriklerinin zulüm ve baskısından ötürü Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in, bunalan ashabına Habeşistan’a sığınmak üzere izin vermesi bunun delillerindendir. Nitekim Nebi sallallahu aleyhi vesellem de, kâfir oldukları halde amcası Ebu Talib ve Mu’tim b. Adiyy’in himayelerine girmiştir. İhtiyaç ve zaruret durumunda şartlara bağlı olarak kâfirlerden yardım alınabileceğine dair ilim ehlinin görüşleri maruftur.








KAFİRLERİ VE MÜŞRİKLERİ DOST EDİNMEKTEN NEHİY

Bundan sonra; kâfirlerden korkarak, kötülüklerini savmak için görünüşte onlara muvafakat ederek, dalkavukluk yaparak, müşriklere dinlerinde muvafakat gösteren insan; isterse onların dinlerinden hoşlanmasın ve onlara buğz etsin, İslâm’ı ve Müslümanları sevsin, tıpkı onlar gibi kâfirdir! İzzet ve kuvvet yurdunda yaşıyorken onları davet eden, sonra itaatleri altına girip muvafakat gösteren, malı ve desteği ile onlara yardımda bulunan, onları dost edinen, Müslümanlarla arasındaki dostluk ve kardeşlik bağlarını koparan, daha önceden ihlâs, tevhîd ve izzet ehlinin neferlerinden biriyken, şirk ehlinin saçaklarından biri olanın durumu nedir? Hiç şüphesiz böyle bir kimsenin küfürde, Allah ve Rasûlüne düşman olanların en şiddetlilerinden olduğuna Müslümanlar tereddüt etmemeli ve şüphe duymamalıdır. Ancak ikrah altında bulunanlar, bundan müstesnadır.

Bu konuyla ilgili bazı ayetler şöyledir;

Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. (Bakara 120)

Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi getirsen de, onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun. (Bakara 145)

Kötülüklerinden korkarak onları aldatmak için kalp ile itikad etmeksizin sadece zahirde muvafakat edildiğinde Nebi ﷺ bile zalimlerden oluyor ise diğer insanların durumu nedir?

Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar. (Bakara 217)

Rabbimiz, güçleri yettiği takdirde dinlerinden döndürünceye dek kâfirlerin, Müslümanlarla savaşmaktan geri durmayacağını haber vermiş, korkuya kapılıp dinden taviz vermeye ise ruhsat tanımamıştır. Savaşmalarından sonra kötülüklerinden korunmak için onlara uyanın mürted olduğunu ve bu hal/irtidat üzere ölenin ise ebedi cehennemliklerden olduğunu haber vermiştir.

Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah'adır. (Al-i İmran 28)

Allah Teâlâ bu gibi durumlarda korkuyu mazaret kabul etmemiş ve bilakis şöyle buyurmuştur;

İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun. (Al-i İmran 175)


Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, gerisin geriye (eski dininize) döndürürler de, hüsrana uğrayanlardan olursunuz. (Âl-i İmrân 149)

Rabbimiz, kâfirlere itaat ettikleri, söylediklerini yaptıkları takdirde mü’minleri mutlaka İslâm’dan döndüreceklerini haber vermektedir. Çünkü onlar mü’minler hakkında küfürden başkasından memnun olmazlar. Yine onlara itaat eden mü’minlerin ise hüsrana uğrayanlardan olacağını vermiştir. İkrah hali dışında onlardan korkarak itaat etmeye ruhsat tanımamıştır.

Rabbimiz şöyle buyurmuştur;
Oysa sizin mevlânız Allah'tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır. (Âl-i İmran 150)

Rabbimiz inananların sahibi ve destekçisi olduğunu haber veriyor. O’na güvenip dayanmak korkulan tüm mahluklardan emin olmak için yeterlidir. Allah, kendisine güvenip dayanan kimse için kâfirlerin itaati altına girmeye ihtiyaç bırakmaz.

İnsanlardan kimi vardır ki: «Allah'a inandık» der; fakat Allah uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah'ın azabı gibi tutar. Halbuki Rabbinden bir nusret gelecek olsa, mutlaka, «Doğrusu biz de sizinle beraberdik» derler. İyi de, Allah, herkesin kalbindekileri en iyi bilen değil midir? (Ankebut 10)

Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır. (Tevbe 13)

Hakkı bırakıp bâtıl ehlinden olanların pek çoğu hakkı ancak dünyevi eziyetlerden korktukları için terk etmişlerdir. Yoksa onlar da hakkı bilmekte ve buna kalben itikad etmekteydiler. Ancak bu, onları Müslüman yapmaya yetmedi!

Rabbimiz işte bu nefislerine zulmedenler hakkında bir başka ayette şöyle buyurmaktadır;

Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: «Ne işde idiniz!» dediler. Bunlar: «Biz yeryüzünde çaresizdik» diye cevap verdiler. Melekler de: «Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!» dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir. (Nisa 97)

Ayette melekler, kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken onlara sormaktadır: “Ne işte idiniz? Müslümanların topluluğunda mıydınız, müşriklerin topluluğunda mı?” Bunun üzerine onlar, “Biz çaresiz bırakılmış, korkmuş, çaresiz bırakılıp taviz vermiş kişilerdik.” derler. Melekler bu mazareti kabul etmeyip şöyle derler: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” derler.

Üstelik bu ayet, Müslüman olup da hicretten alıkonulan bazı insanlar için indirilmiştir.

İbn Abbas r.a. şöyle anlatmıştır: Müslümaniardan birtakım kimseler müşriklerle birlikte oluyorlar ve Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e karşı müşriklerin topluluğunu çoğaltıyorlardı. Birisi bir ok atıyor, o da gelip birisine saplanarak onu öldürüyordu veya birisi diğerine bir kılıç darbesi atarak onu öldürüyordu. İşte bunun üzerine "Kendilerine yazık eden kimselere melekler canlarını alırken 'ne işte idiniz!' dediler. Bunlar 'Biz yeryüzünde çaresizdik' diye cevap verdiler. Melekler de 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' dediler. İşte onların barınağı cehennemdir, orası ne kötü bir gidiş yeridir"(Nisa 97) ayet-i kerimesi indi. (Buhari, 7085)


Muhammed İbn Abdirrahman Ebu'l-Esved'den rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir: Medine halkının bir ordu çıkarması kesinleşmişti. Ben de bu orduya yazılmıştım. Derken İbn Abbas'ın azatlı kölesi İkrime ile karşılaştım. Ona, orduya yazıldığımı haber verdim. İkrime benim orduya katılmarnı kesin bir dille yasakladı ve İbn Abbas'ın kendisine şöyle dediğini anlattı: Bazı Müslümanlar [imanlarını gizleyerek] müşriklerle birlikte [Mekke'de] kalmıştı. Hz. Nebi döneminde [yapılan Bedir savaşına katılarak] onların çok görünmesine neden olmuşlardı. Savaşta oklar atılıyordu. Bu oklar müşriklerin içinde bulunan Müslümanlara isabet edip onları öldürüyordu. Bazen de onlar, savrulan kılıç darbeleriyle can veriyorlardı. Bunun üzerine Allah Teala şu ayeti indirdi: "Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: 'Ne işde idiniz!' diye sordular. Bunlar: 'Biz yeryüzünde çaresizdik,' diye cevap verdiler. Melekler de: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' dediler." (Buhari, 4596)

Bununla birlikte gerçekten aciz olup hicrete güç yetiremeyen kimseler bunun dışındadır;

Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır.
İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır.
(Nisa 98-99)


Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (ahiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür: Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar! (Maide 80)


Kalblerinde hastalık bulunanların: «Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz» diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah bir fetih, yahut katından bir emir getirecek de onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklardır. (Maide 52)

Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır. (Maide 81)

Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez. (Hud 113)

Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse -kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka- fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır. Bu (azap), onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ve Allah'ın kâfirler topluluğunu hidayete erdirmemesinden ötürüdür. (Nahl 106-107)


«Çünkü onlar eğer size muttali olurlarsa/ele geçirirlerse, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyyen iflah olmazsınız.» (Kehf 20)


İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O, dünyasını da, ahiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir. (Hac 11)

Bu ayet, zamanımızdaki fitneye kapılıp da dinlerinden dönenlerin hallerine uymaktadır. Onlar başlarına bir fitne gelmeden önce Allah’a bir yönlü olarak yani kıyısından ibadet ederler. Fitne başlarına gelince de dinde sebat göstermek yerine hemen dinlerinden dönüp kâfir ve müşriklere muvafakat gösterirler ve onların itaatine girerler. Onlar dünyada onlarla beraber oldukları gibi ahirette de onlarla beraber olacaklardır. Böylece dünyada da, ahirette de hüsrana uğradılar. İşte bu apaçık hüsrandır.

Allah dünya hayatının metasına aldanan ve ahireti unutan bu kimselere şöyle buyurmaktadır:

De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez. (Tevbe 24)

Fıtrî sevgi yani insanın babası, annesi, kardeşi gibi kâfir akrabalarını sevmesi insanın fıtratının bir gereği olup kişi onların eğer ki kâfirlerse Müslüman olmalarını arzulamalı ve kâfirliklerine buğz etmelidir. Kişi ailesine şefkat duyabilir fakat küfre sevgi duymamalıdır. Bu da imanın kalbine yerleştiği ve mükemmelleştiğini gösterir.


Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: Bazı hususlarda size itaat edeceğiz, demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor.

Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak!
Bunun da sebebi, Allah’ı öfkelendiren şeylerin peşine düşmeleri ve O’nun hoşnut olacağı şeylerden nefret etmeleridir. Bu yüzden Allah da onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. (Muhammed 25-28)


Şu münafıklık edenleri görüyor musun? Ehl-i kitaptan inkârcı yandaşlarına, “Şayet siz çıkarılacak olursanız, bilin ki biz de sizinle beraber çıkarız, sizin hakkınızda (aleyhinizde) kimseye asla itaat etmeyiz. Eğer size savaş açılırsa muhakkak yardımınıza koşarız” diyorlar. Allah şahittir ki onlar düpedüz yalancıdırlar. Oysa çıkarılsalar asla onlarla beraber çıkmazlar, onlara savaş açılsa asla yardımlarına koşmazlar; yardım etmeye kalksalar da, muhakkak arkalarını dönüp kaçarlar. Ve sonunda onlar yardımsız kalırlar. (Haşr 11-12)


Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır. (Mücâdele 22)


Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır. (Mümtehine 9)


Ey iman edenler! Kendilerine Allah'ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin. Zira onlar, kâfirlerin kabirlerdekilerden(onların dirilmesinden) ümit kestikleri gibi ahiretten ümit kesmişlerdir. (Mümtehine 13)


Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir. (Tevbe 23)


Sûra üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar. (Mü’minun 101)


Semure bin Cundub, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir;
“Kim müşriklerle bir arada bulunur ve onlarla birlikte ikamet ederse o da, onlar gibidir." (Ebû Davud, 2787; Hâkim, Müstedrek, 2/141)

Bütün bu zikrettiğimiz meselelerden sonra Rabbimizin şu ayeti, Müslümanın bu konudaki tutumunun nasıl olması gerektiğini özetler niteliktedir;

Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir. (Maide 54)


O gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım!

Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim!
“Andolsun, Kur’an bana geldikten sonra beni ondan o saptırdı. Zaten şeytan insanı yardımcısız bırakıverir.” (Furkan 27-29)






ALLAH TEÂLÂ, BİZE KÂFİRLERİN DE MÜSLÜMANLARA BUĞZ ETTİĞİNİ HABER VERİR

(Ey müminler!) Ehl-i Kitaptan kâfirler ve putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. (Bakara 105)

Ehl-i kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler. (Bakara 109)

İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız; onlar ise, sizinle karşılaştıklarında «İnandık» derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: Kininizden (kahrolup) geberin! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.
Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.
(Âl-i İmrân 119-120)

Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız imanınızdan sonra sizi yeniden inkârcılığa sevkederler. (Âl-i İmrân 100)

Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, gerisin geriye (eski dininize) döndürürler de, hüsrana uğrayanların durumuna düşersiniz. (Âl-i İmrân 149)


Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Peygamber'i de sizi de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur.
Size üst olurlar da ele geçirirlerse düşman olurlar size ve ellerini ve dillerini, kötülükle uzatırlar size ve onlar isterler ki siz kafir olasınız.
(Mümtehine 1-2)





MÜ’MİNLERİ DOST EDİNMEK VE ONLARA YARDIM ETMEK

İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir pay yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.
Kâfir olanlar da birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz onu (Allah'ın emirlerini) yerine getirmezseniz yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.
İman edip hicret eden ve Allah yolunda cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya; işte onlar gerçek mü’minlerdir. Onlar için bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır. (Enfâl 72-74)

İbn Kesir rahimehullah bu ayetin tefsirinde şöyle der;

“Allah inananların sınıflarını zikredip onları şu kısımlara ayırır: Mallarını bırakan ve ülkelerinden çıkan, Allah ve Rasûlüne, dinin ikamesine yardım etmek üzere gelen, bu hususta mallarından ve canlarından sarf eden muhacirler; O sırada Medine halkından olan, muhacir kardeşlerini evlerinde barındırıp onları mallarından istifade ettiren, onlarla birlikte savaşmak suretiyle Allah ve Rasûlüne yardım eden Müslümanlardan ibaret ensar.

İşte bunlar birbirlerinin dostudurlar. Bunun içindir ki Allah Rasûlü sallallahu aleyhi vesellem, mucahir ve ensarın arasında kardeşliği emretmiş ve her birini ikişer ikişer kardeş yapmıştır.

Allah Teâlâ: “İman edip hicret etmeyenlere gelince; hicret edene kadar sizin onlarla bir dostluğunuz yoktur.” buyurur ki; bunlar, imanın üçüncü sınıfı olup, iman eden fakat hicret etmeyerek evlerinde oturanlardır. Bunların savaşta bizzat hazır bulunmaları dışında ne ganimette, ne de beşte bir payları yoktur.

Allah Teâlâ: “Şayet onlar da din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aranızda muahede bulunan bir kavim aleyhinde olmamak üzere onlara yardım etmek boynunuza borçtur. Allah yaptıklarınızı görendir.” ayet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır: Benim dinim için savaşmak üzere hicret etmemiş olan bu bedeviler, düşmanlarına karşı sizden yardım isterlerse; sîz, onlara yardım ediniz. Onlara yardım etmek sizin üzerinize vacîbtir. Zîrâ onlar, sizin dinde kardeşlerinizdir. Ancak sizinle aralarında belli bir müddete kadar bir muahede bulunan kâfirlerden bir kavim aleyhinde sizden yardım isterlerse; siz, zimmetinizi bozmayınız. Ahidleştiğiniz kişilerle yeminlerinizi bozmayınız. Bu açıklama İbn Abbâs (r.a.) tan rivayet edilmiştir.”
(İbn Kesir (rh) ilgili ayetin tefsiri.)


Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azîzdir, hikmet sahibidir. (Tevbe 71)

İbn Kesir bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Allah Teâlâ, münafıkların yerilmiş sıfatlarını zikrettiğinde hemen ardından inananların övülmüş sıfatlarını zikredip “Onlar birbirlerinin velileridir. [Birbirleriyle yardımlaşırlar, birbirlerine arka çıkarlar. Birbirlerine iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar]” buyuruyor. Nitekim sâhih bir hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“ Mü’min, mü’min için biri diğerini kuvvetle tutan yapı gibidir.” buyurmuş ve parmaklarını birbirine kenetlemiştir. (Buhari, Salat, 88; Müslim, Birr, 65)

Yine bir başka sâhih hadiste şöyle buyurmuştur:

“Birbirlerini sevmede ve birbirlerine merhamet etmede mü’minlerin misâli bir ceset gibidir. Ondan bir organ şikayet ettiğinde(hastalandığında) cesedin diğer organları da ateş ve uykusuzlukla ona katılırlar.” (Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr, 66)





ALLAH YOLUNDA CİHÂDIN VE MÜ’MİNLERE DOSTLUĞUN, ALLAH TEÂLÂ’NIN SEVGİSİYLE ARASINDAKİ BAĞLANTI


Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye rahimehullah şöyle der:

“Muhabbet isminde özel ve umumî anlam vardır. Muhakkak ki mü’min, Allah’ı sever. Rasûllerini, nebilerini, O’nun mü’min kullarını, Allah sevgisinin bir gereği olması hasebi ile sever. Allah’a olan muhabbeti O’nun dışında bir şey hak etmez. Bu sebeple Allah’a olan sevgi ona yaraşır şekilde ibadet, O’na yönelme, O’na dayanma vb. şeylerle zikredilir. Tüm bu işler Allah sevgisini içine alır.

Sonra O muhabbetinin dinin aslı olduğunu bildirir. Aynı şekilde dinin kemalinin O’nun(Allah’a olan sevginin) kemali ile olacağını, O’nun nakısının(eksiğinin), dinin nakısı(eksiği) olacağını beyan eder. Nebi sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“İşin(Dinin) başı İslâm’dır. Direği namazdır. Zirvesi de Allah yolunda cihâddır." (Tirmizi, İman, 8 (2619))

Nebi sallallahu aleyhi vesellem cihadı, amellerin en zirvesi ve en şereflisi olduğunu haber verir. Bununla alakalı olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur;


Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.

İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.
Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk ile, kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler.

Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz, Allah katında büyük bir mükâfat vardır. (Tevbe 19-22)

Cihâd ehlinin fazileti hakkında pek çok nass mevcuttur. Cihadın, kulun Rabbine yaklaşması için en faziletli ibadet olduğu şer’î nasslarla sabittir. Cihâd kâmil sevginin delilidir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez. (Tevbe 24)

Sevenlerin ve sevilenlerin sıfatı hakkında ise Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir. (Maide 54)

Muhakkak ki muhabbet cihadın olmazsa olmazıdır. Bu sebepledir ki seven, sevdiğinin sevdiği şeyi sever. Buğz ettiği şeye ise buğz eder. Sevdiğine dostluk edene, dostluk eder. Düşmanlık edene, düşmanlık eder. Razı olduğu şeye, razı olur. Emrettiği şeyi, emreder. Nehyettiği şeyi, nehyeder.

Bunlar o kişilerdir ki, onların razı olmasına Allah razı olur, gazaplanmasına gazaplanır. Onlar sadece O’nun rızasına razı olur, O’nun gazaplandığı şeye gazaplanırlar.” (İbn Teymiyye, el Tuhfetu’l-Irakiyye)




İbn Teymiyye(rh), Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyle alakalı da şöyle der:

“Dünyevi işlerde benzerlik, muhabbete ve dostluğa sebep oluyorsa dini işlerde benzerliğin boyutu ne olur?! Hiç şüphesiz ki dinî işlerde benzerlik daha büyük bir dostluğu beraberinde getirir. Onlara muhabbet ve sevgi duymakta imanı yok eder. Bununla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.

Kalblerinde hastalık bulunanların: «Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz» diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah bir fetih, yahut katından bir emir getirecek de onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklardır.
(O zaman) iman edenler: «Bunlar mıdır sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle yemin edenler?» diyeceklerdir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir de kaybedenlerden olmuşlardır. (Maide 51-53)

Aynı şekilde Allah Teâlâ, ehli kitabı yererek şöyle buyurur:

İsrailoğullarından inkâr edenler, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlendi. Bu, onların isyan etmeleri ve hadlerini aşıyor olmalarından ötürüydü.

Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!
Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (ahiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür: Allah onlara gazabetmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar!
Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır. (Maide 78-81)

Allah Teâlâ mü’minlerin, kâfirlere sevgi duyamayacağını, kâfirlere sevgi besleyenlerin de mü’min olamayacağını haber verir.”
(İbn Teymiyye, Sırât-ı Mustâkim)




Yine İbn Teymiyye (rh) şöyle der:

“Mü’mine düşen Allah için dostluk ve düşmanlık etmektir. Eğer yanında bir mü’min varsa, kendisine zulmetmiş olsa bile kendisine düşen onu dost edinmektir. Çünkü zulüm, iman (kardeşliğinden) gelen dostluğu iptal etmez. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.
Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.
(Hucurat 9-10)

Allah Teâlâ mü’minlerin birbiri arasındaki savaş, haddi aşma olmasına rağmen mü’minleri kardeş kılmış ve onların aralarını bulmayı emretmiştir.

Mü’min bu ikisinin arasındaki farkı iyi düşünmeli. Çoğunlukla biri öbürü ile karıştırılır. Şu bilinmelidir ki: Eüer mü’min sana zulmetmiş, sana düşmanlıkta bulunmuş olsa bile onu dost edinmek vaciptir. Kâfir sana iyilikte bulunmuş, dünyevi bir kısım şeyler sana vermiş olsa bile ona düşmanlık etmek vaciptir.

Muhakkak ki Allah Teâlâ’nın rasûller göndermesinin, kitapları indirmesinin sebebi; dinin tamamının kendisine ait olması, sevginin dostlarına, buğzun düşmanlarına, ikramın dostlarına, ihanetin düşmanlarınai sevabın dostlarına, ikabın düşmanlarına olması maksadı iledir.

Eğer bir kişi de şer ve hayır, itaat ve fücur, günah, sünnet ve bid’at bir arada olursa, dostluğu ve iyiliği, kendisinde barındırdığı hayır miktarınca elde eder. Aynı şekilde kendisinde barındırdığı şer miktarınca da düşmanlık ve cezayı hak eder. Bir kişi de hem cezayı, hem ikramı hak edecek iki durum toplanabilir. Hırsızlık yapanın yaptığı hırsızlık nedeni ile eli kesilir. İhtiyaçlarını gideremediği takdirde kendisine beytülmaldan mal verilir. Ehli Sünnet ve’l Cemaâtin üzerinde ittifak ettiği asıl budur.” (Mecmu’u’l-Fetava)







KAFİRLERİ ÖNEMLİ MAKAMLARA ATAMAKTAN NEHİY



Ebu Musa el-Eş'ârî (r.anh) diyor ki:
"Ömer'e (r.anh): "Benim hristiyan bir katibim var" dedim.
O da bana dedi ki: "Ne yaptın? Allah cezanı ver(me)sin! Sen Allah'ın (c.c.):

"Ey iman edenler! Yahudi ve hrıstiyanları dost edinmeyin..." (Maide: 51) buyurduğunu işitmedin mi? Tevhid ehlinden birini katip edinemez miydin?"

Ben de: "Ey mûminlerin emiri! Onun yazı işlerinde çalışması benim içindir, dini de kendisine aittir." dedim.
Ömer (r.anh): "Madem ki Allah onları aşağılamış, sen onlara saygınlık kazandırma, Allah onları zelil kılmışken, seri kendilerini aziz kılma. Allah'ın uzaklaştırdıklarını sen yaklaştırma!" dedi."
(Beyhaki, Sunenu'l-Kubra: 9/204; Ahmed)






EHLİ KİTAP KADINLARLA EVLENME MESELESİ HAKKINDA BİR UYARI VE DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN İNCELİKLER

Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

"Kadın dört şey için nikâhlanır: Malı için, soyu-sopu için, güzelliği için ve dini için... Sen dini bütün olanı seç (ki, sıkıntı çekmeyesin), elin ve evin bereketlensin." (Buhârî, Nikâh, 15; Müslim, Radâ' 4)

Nebi sallallahu aleyhi vesellem hadiste bize dini bütün olan(İslâm üzere olan) kadını seçip onunla evlenmemizi tavsiye etmiştir. Çünkü evlilik muaşereti gerektirir. Allah evlilik müessesesini erkek ve kadının birbirlerinde huzur ve sükunet bulması, çocuk sahibi olması, birbirleriyle yardımlaşması gibi pek çok sebep için yaratmıştır. Bundan dolayı eşlerin birbirlerine iyilik ve ihsânda bulunması gerekir. Ancak ehli kitabtan bir kadınla evlenilirse bu, mü’min erkek için zor olabilir. Çünkü kâfirlerden uzak olması için erkeğin, kadının dinine buğzetmesi gereklidir. Evlilik yapılırsa erkek, kadının dinine buğz ederken kendisine iyilik etmek zorunda kalacak ve kendini iki arada bir derede hissedecektir. Bu dengeyi yakalamak ise pek çok insanın başarısız olduğu zor bir konudur. Bunun için Nebi sallallahu aleyhi vesellem bize kolay ve güvenli bir yol tavsiye etmiş ve böyle bir riske girmemizi istememiştir.

Çünkü özellikle günümüz zamanında düşünecek olursak mü’min bir erkeğin en çok kaçınması gereken şeylerden biri, küfür diyarında yaşayıp ehli kitabtan biriyle evlenmesidir. Çünkü doğacak çocukları kendi (küfür) istikametlerinde ifsad edebilme tehlikeleri vardır. Müslüman erkek darul harbte çocuğunu onlardan kurtaramayabilir. Dolayısıyla özellikle küfür diyarında müşrik kadınlarla evlenmek oldukça tehlikeli ve dikkat edilmesi gereken bir meseledir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur:

İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan kadınlarla evlenmeyin. Şundan emin olun ki imanlı bir câriye, sizin hoşunuza gitse de müşrik bir hür kadından iyidir. İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan erkeklerle de kadınlarınızı evlendirmeyin. Şundan da emin olun ki imanlı bir köle, sizin hoşunuza gitse bile müşrik bir hür kişiden daha iyidir. Onlar insanları ateşe çağırırlar, Allah ise izni ile cennete ve bağışlanmaya çağırır, gerektikçe hatırlasınlar diye insanlara âyetlerini açıklar. (Bakara 221)

Bu ayetteki şirk, ehli kitabı kapsamasa bile özellikle darul İslâm’ın olmadığı, yeni yeni kurulmaya başlandığı veya güçsüz olduğu dönemlerde bu inceliğe dikkat edilmesi zarurîdir.


/*/*/*/


Nebi sallallahu aleyhi vesellem, yanında aksıran Yahudilere, bir Müslümana denildiği gibi Yerhamükallah dememiş ve hidayet dilemiştir:

حَدَّثَنَا عُثْمَانُ بْنُ أَبِي شَيْبَةَ حَدَّثَنَا وَكِيعٌ حَدَّثَنَا سُفْيَانُ عَنْ حَكِيمِ بْنِ الدَّيْلَمِ عَنْ أَبِي بُرْدَةَ عَنْ أَبِيهِ قَالَ كَانَتْ الْيَهُودُ تَعَاطَسُ عِنْدَ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَجَاءَ أَنْ يَقُولَ لَهَا يَرْحَمُكُمْ اللَّهُ فَكَانَ يَقُولُ يَهْدِيكُمُ اللَّهُ وَيُصْلِحُ بَالَكُمْ

(Ebû Bürde'nin) babasından şöyle dediği rivayet edilmiştir: Yahudiler kendilerine "yerhamükellah(Allah sana rahmetiyle muamele etsin.)" diye dua etmesi ümidiyle Nebi (s.a.v.)'in yanında aksırırlardı da (Nebi onlara): "Allah size hidâyet versin ve kalbinizi ıslah etsin" diye karşılık verirdi. (Ebu Davud, 5038; Tirmizi, 2739; Ahmed, 19089, 19185. Elbani sâhih demiştir.)


/*/*/*/


Selam konusu da aynı hükme tabidir. Kâfire, bir mü’mine verildiği gibi selam verilmez. Nebi sallallahu aleyhi vesellem kâfirlere gönderdiği mektupta bir nevi selam cümlesi kullanırdı ama “Selam hidayete tabi olanlaradır.” diye başlardı. Rum kralı Herakletos’a olduğu gibi:


حَدَّثَنَا الْحَسَنُ بْنُ عَلِيٍّ وَمُحَمَّدُ بْنُ يَحْيَى قَالَا حَدَّثَنَا عَبْدُ الرَّزَّاقِ عَنْ مَعْمَرٍ عَنْ الزُّهْرِيِّ عَنْ عُبَيْدِ اللَّهِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عُتْبَةَ عَنْ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كَتَبَ إِلَى هِرَقْلَ مِنْ مُحَمَّدٍ رَسُولِ اللَّهِ إِلَى هِرَقْلَ عَظِيمِ الرُّومِ سَلَامٌ عَلَى مَنْ اتَّبَعَ الْهُدَى قَالَ ابْنُ يَحْيَى عَنْ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّ أَبَا سُفْيَانَ أَخْبَرَهُ قَالَ فَدَخَلْنَا عَلَى هِرَقْلَ فَأَجْلَسَنَا بَيْنَ يَدَيْهِ ثُمَّ دَعَا بِكِتَابِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَإِذَا فِيهِ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ مِنْ مُحَمَّدٍ رَسُولِ اللَّهِ إِلَى هِرَقْلَ عَظِيمِ الرُّومِ سَلَامٌ عَلَى مَنْ اتَّبَعَ الْهُدَى أَمَّا بَعْدُ

İbn Abbâs'dan (rivayet edildiğine göre)

Nebi (s.a.v.) Heraklius'a (gönderdiği mektupla ona selâmı şöyle) yazdı:
"Allah'ın Rasûlü Muhammed'den Rum'un büyüğü Herakl'e!
Selam, hidayete uyan(lar)ın üzerine olsun"
(Muhammed) İbn Yahya'nın Hz. İbn Abbas'dan rivayetine göre Hz. Ebû Süfyan O'na şöyle demiş:
Biz Herakl'ın yanına girdik. Bizi önüne oturttu. Sonra Rasûlullah (s.a.v.)'in (kendisine göndermiş olduğu) mektubu istedi.
Bir de baktık ki mektupta (şu sözler var)!

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla (başlarım)! "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla (başlarım)! Allah'ın Resulü Muhammed'den Rum'un ulusu Hirakl'e. "Selam hidayete uyanların üzerine olsun." Bundan sonra..."
(Buhari, 7, 2941; Müslim, 1773; Ebu Davud, 5136; Tirmizi, 2717; Ahmed, 2366)





KÂFİR OLDUKLARI AÇIKÇA İLAN EDİLEN KİMSELERLE SAVAŞA ÇIKMAK VE ONLARIN SAYILARINI ARTTIRMAK KÜFÜRDÜR!

Örneğin Hindistanlı bir Müslüman şahıs, Hint ordusuna dahil olsa ve zalim Hindulardan kurtulmaya çalışan Keşmir’deki Müslümanlara karşı savaşsa mürted durumuna düşer. Pek çok kimse bu konuyu küçümseyip dinini yırtarak dünyasını yamasa ve taviz verse de oldukça tehlikeli bir konudur. Kâfirlerin safında savaşa katılanlar ve onların sayılarını arttıranlar bulunmaktadır. Bu hal üzere ölen kişi dinden çıkmış sayılır. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Halbuki Allah onları kendi ettikleri yüzünden baş aşağı etmiştir (küfürlerine döndürmüştür). Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimse için asla (doğruya) yol bulamazsın! Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız. O halde Allah yolunda göç edinceye kadar onlardan hiçbirini dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin! (Nisa 88-89)





GÜNAHTA KÂFİRE TABİ OLMANIN İKİ KISMI

1- Günahkâr olduğunu kabul ederek kâfirlere itaat edenler diğer günahkârlarla aynı hükümdedir.

2- Ancak işlediği günahı helal kabul eden ya da bunu yapmayı medeniyet, gelişmişlik, modernlik sayarak günah işleme konusunda kâfirlere tabi olunursa küfre girilmiş olur. Günah işlemenin aksine günahı helal kabul etmek küfürdür.

Örneğin Batı’da fuhşiyat özgürlük olarak değerlendirilmektedir. Batıya giden veya ülkesinde fırsat bulan kişiye içki ve zinanın haram olduğunu söylediğimizde eğer bunları günahkâr olacağını bilerek işlediğini söylüyorsa bu kişi sadece günahkâr olarak addedilir. Ancak Batıyı bu iğrençliklerden ötürü gelişmiş görerek buna atıf yapar, İslâm’ı aşağı görür, Müslümanların da Batı gibi olması gerektiğini düşünür ve bu fiilleri bir medeniyet göstergesi sayarsa o kişi dinden çıkmış bir kâfirdir!

Ya da mesela tesettüre riayet etmeyen bir hanım, örtünmemekle hata ettiğini ve günah işlediğini kabul ederse farklı, örtünmeyi ortaçağ zihniyeti sayar ve bunu yobazlık/gericilik alameti sayarsa farklı hüküm alır. Çünkü ilki sadece günah iken, ikincisi küfürdür.






HÜLASA

1- Allah Sübhane ve Teâlâ bizi, kâfirleri mü’minlere karşı dost edinmekten el ve dille onlara yardım etmekten nehyetmiştir. Her kim bunu yaparsa o da, onlar gibi kâfirdir. Menfaat elde etme amacı olmaksızın, kâfirlerle ittifak içinde olmadan, Müslümanlara karşı onları herhangi bir fiil ile savaş ve öldürmede destek vermeksizin ölümden veya büyük zarara uğrayacak olana kendisinden o ezayı def edecek bir takım sözler söylemesine şeriat cevaz vermiştir. En efdali(takvâya yaraşanı) şayet ki eza, çarmıha gerilmek bile olsa sabredip Allah yolunda şehid olmaya gayret etmektir.

2- Allah Sübhanehu ve Teâlâ, kâfirlere buğz etmemizi, onlara olan muhabbeti bırakmamızı emretmiştir. Aynı şekilde O, onların dinimizden ötürü bize buğz ve haset ettiklerini, dinimizden ayaklarımızın kaymasını temenni ettiklerini haber vermiştir. Ömer radiyallahu anh sadece Nebi sallallahu aleyhi vesellem’in durumunu ve kâfirlere karşı koyamayacakları bir ordu gönderdiği haberini, ailesine ve malına kâfirlerin zarar vermesinden çekindiği için kâfirlere haber vermek amacıyla mektup yazdığı için Hatip bin Beltea (ra)’ı münafık olarak addetmiş ve onu öldürmeye kalkmıştır. Nebi sallallahu aleyhi bunu inkâr etmemiştir. Lâkin Hatib(ra), ailesini ve malını kâfirlerin elinden kurtarabilmek için bu durumu "tâviz vermek" olarak te'vil etmiş ve Nebi sallallahu aleyhi vesellem'de onu onaylamıştır. Ancak Nebi sallallahu aleyhi vesellem vahiy alıyordu ve O'na kişilerin kalbini bilen Allah haber veriyordu. Bizim böyle bir olay karşısında kişinin kastının ve niyetinin ne olduğunu bilebilmemiz mümkün değildir. Kâfirlere kasten yardım etme hususunda kişinin itikadına bakılmaksızın kâfir olacağı hususunda icmâ vardır. Ancak; bu hususta ise ulemânın çoğunluğu kâfirlere sır verme meselesinde bile kişinin kâfir olacağını söylemiştir. Allah en doğrusunu bilir.

3- Şeriat bizi, kâfirleri dost edinmekten ve onları sırlarımızı anlattığımız sırdaşlardan edinmemizi nehyeder.

4-Şeriat önemli görevlere, kâfirleri getirmekten nehyeder.

5- Şeriat bizi kâfirlerin itikadlarına, görüşlerine tabi olmaktan ve onlara saygı duymaktan nehyeder.

6- Şeriat bizi Müslümanlara karşı kâfirlere yardım etmekten nehyetmiş ve kâfirlerin sancağı altında Müslümanlarla savaşmada ikrahın özür olmadığını belirtmiştir.

7- Şeriat hallerin değişmesi korkusu ile kâfirleri dost edinen münafıklardan özür kabul etmemiştir.

8- Şeriat aslî kâfirler, mürtedler ve münafıklarla cihad etmemizi emretmiş, İslâm beldesini istila eden kâfirlere karşı yapılan cihâdın, âlimlerin icmâsı ile imandan sonraki en önemli amel olduğu çıkarımına varılmıştır.

9- Şeriat kâfirlere karşı Müslümanlara yardımı üzerimize vacib kılmıştır.



Rabbim tüm muvahhid ve muvahhidelere, tevhid ve tevhidin esasları hususunda bilinçli ve riayet edecek şekilde yaşayarak iman, tevhîd ve hak üzere can verebilmeyi nasip etsin. Cehennemden ve kabir azabından azat ederek cennetine kavuştursun. Allahümme Âmin.
 
أهل الحديث Çevrimdışı

أهل الحديث

لا إله إلا الله
Moderatör
KÂFİRLERE YARDIM EDENİN, ONLARA DESTEK OLANIN, ONLARIN ARASINA KATILANIN HÜKMÜ VE HATIB HADİSİ HAKKINDA İZAH - Şeyh Süleyman el-Ulvan

 
أهل الحديث Çevrimdışı

أهل الحديث

لا إله إلا الله
Moderatör
EL-VELÂ VE'L BERÂ AKİDESİNDEN SAPMANIN ŞEKİLLERİ



1- Liderler/Başkanlar Allah'ın İndirdiği Dışında Hükmetme, Yahudi ve Hristiyanları Dost Edinme Üzerine Birleştiler

Bunlar; zamanımızın, el-Velâ ve'l-Berâ'dan en çok sapan, İslâm'a intisap ettiklerini iddia etmelerine rağmen Allah'ın şeriatı dışına çıkan liderler(kâfirler) grubudur.

Bu grubun ümmet üzerindeki tehlikesi son derece arttı. Hatta öyle ki ümmetin akidesini tahrif eden en tehlikeli grup oldu. Ümmeti, İslâm'a tabi olmaktan güç kullanarak men eder oldu. Bu da, bu taifenin İslâm menhecini derinden saptırması, Müslümanlar üzerindeki kontrolü ele geçirmesi, Müslümanların işlerini, canlarını ve mallarını ellerinde tutmaları sebebi iledir. Aynı zamanda her yeri öyle ele geçirmişler ki neredeyse İslâm beldelerinden hiçbir belde, şerlerinden emin olmadı.

Bu grubun inhirafı(sapması), inhiraf bakımından çeşitlilik arz eder. Bu grup Allah'ın şeriatı ile hükmetmez. Buna ek olarak dostluğu ve teslimiyeti özellikle İslâm'ın dış düşmanları olan Yahudi ve Hristiyanlara verirler. Onların Yahudi ve Hristiyanlara olan dostluğuna baktığımız zaman, İslâm beldelerini özellikle Arap âlemini Yahudi ve Hristiyanlar için askeri kuvvetlerini yığdıkları üsler haline getirdiler. Arap Yarımadası'nın Haliç emirliklerinin, Mısır'ın ve Ürdün'ün haline bakan, İslâm âleminin kalbi konumunda olan bu yerlerin haçlı kuvvetlerine idari, fenni desteğin sağlandığı üsler haline geldiğini görür. Buna, bu hükümetlerin ordularını, İslâm'a karşı düzenlenen ve düzenlenmeye devam eden yeni haçlı seferinin hedeflerine hizmetkâr olmasını da ekle.

Müslümanların da içinde bulunduğu beldeleri kontrol eden, İslâm şeriatının dışına çıkan liderlerin durumuna bakan, bunun muasır tarihimizin son zamanlarına dayandığını görür. İslâm düşmanları özellikle Amerikalılar, Yahudiler, Fransızlar ve İngilizler ile tuzaklar silsilesi, gizli ilişkiler, açık destek, himayeler satın alma, gizli hesaplar, ifsad ve askeri yöntemlerle Müslümanların üzerinde baskı kurdular. Bu mesele, burada anlatılabilecek bir tarih değildir. Fakat bizler ikinci dünya savaşından sonra İslâm'a düşman güçlerin bu hükümetleri, uluslararası sistem içinde kendileri için savaşta yardımcı konumundaki temsilciler edinmelerine ve onlara şekil veren Birleşmiş Milletler' işaret etmek istedik.

Birleşmiş Milletler, İslâm perspektifinden baktığımızda küresel sistem tarafından kontrol edilen ulusal bir küfür heyetidir. Ona girmek ve hükmüne başvurmak küfürdür. Allah'ın dini ile savaşmak için ikame edilmiştir. Dünyadaki beş büyük mücrimin/suçlunun(ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin) idaresine boyun eğme üzerine kuruludur. Bunlar, aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi olarak bilinen liderliği kontrol ederler.

Aynı şekilde İslâm düşmanlarının, resmî bir kısım ittifaklarla 1949 yılı ateşkes anlaşmasından başlayıp 1993 yılı Oslo ittifaklarına kadar Filistin'de kanuni olarak bir Yahudi varlığını bu hükümetlere kabul ettirdiklerine işaret etmek istiyoruz.

Daha sonra 2002 yılı Beyrut zirvesi ile Arap Ülkeleri Birliği, İsrail'in vücubiyetini tam bir kabulle kabul ettiğini teyit etti. Şunun da zikredilmeden geçilmemesi gerekir: İsrail ile barış yapmak, anlaşmaya/tavize gitmek, onu dost saymak, onun Filistin'i istila etmesini kabul etmek, dinde zarurî olarak bilinmesi vacib olan şer'î ahkâmların inkâr etmek demektir.

Ve yine bu, Müslümanlar üzerine farz-ı ayn kılınan İslâm diyarına saldıran kâfirleri kovma cihâdını inkâr etmek demektir. Aynı şekilde dinde zaruret olarak aynî bir görev olarak bilinen Filistin'deki Müslümanlara yardım etmeyi de inkâr etmek demektir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Size ne oldu da Allah yolunda ve “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!” diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? " (Nisa 75)

Bu ayetin tefsirinde Kurtubi(rh) şöyle der:
"Yüce Allah'ın: "Size ne oluyor ki Allah yolunda...savaşmıyorsunuz?" buyruğu, cihâda bir teşviktir. Aynı zamanda bu buyruk, mustazaf kimseleri, mustazaflara en kötü ve en ağır zulümleri yapan, onları fitneye sokan ve dinlerinden döndürmeyi isteyen müşrik kâfirlerin elinden kurtarmayı da ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın kelimesinin yükseltilmesi, dinin üstün kılınması ve kulların arasında zayıf mü'minlerin kurtarılması için -bu uğurda canlar telef olacak olsa dahi- cihâd farz kılınmıştır."

Durum, farz olan ayn-î cihaddan geri kalmakla da sınırlı kalmamıştır. Arap devletlerinin çoğu 1996 yılında Şarmel Şeyh'de İsrail, Amerika, Rusya ve batılı devletlerin bir çoğunun yer aldığı konferansa katılmış, İsrail'in güvenliğini sağlayacaklarına, onu mücahidlerin saldırılarından koruyacaklarına dair sözleşmede bulunmuşlardır.

Bu çerçevede mücrimlerin idaresine boyun eğilmesi sonucu, İslâm'a düşman kuvvetler, onların başında yeni Haçlılar Müslüman halkların bulunduğu bedelerin hükümetlerini kendi askeri ve ekonomik hedefleri için uygun hale getirdiler. Ta ki durum bugün gördüğümüz, tam bir bağlılıkla yeni Haçlılara bağlı olma haline vardı.

Filistin parçalanıyor, evlatları her gün boğazlanıyor, Arap komşuları sessiz veya düşmanla/şeytanla ittifak içinde, Müslüman halkın öldürülmesi, toprağın bölünmesi ve petrolün çalınması için Irak'a saldırı üzerine saldırı düzenleniyor. Arap komşuları da yardımın ve desteğin tüm çeşitlerini Haçlılara yapıyor. Haçlılar tarafından Afganistan'ın, Suriye'nin... ırzı kirletiliyor. Komşuları da Amerika'nın ve işbirlikçilerinin kontrolünü, mücahidlerin bulunduğu beldelerin üzerinde sağlamak için ittifak içindeler.

Bu grup fesadı, ifsadı Müslümanların geneline kapalı kalmayan Yahudi ve Hristiyanlara olan dostluğu gizlenemeyecek derecede açık olan, Allah'ın şeriatı dışına çıkan liderler/hükümetlerdir.

Bu sebeptendir ki bu liderler, Müslüman ümmetin ve mücahid gençlerinin intifadasına karşı bir korku içindedirler. Özellikle Siyonist Amerikan savaşının Filistin, Irak, Çeçenistan ve Keşmir üzerine olan düşmanlığının tırmandığı bir dönemde ümmeti uyuşukluk halinde bırakıp acziyetin, ihtilaf halinin ve kendilerine teslimiyetin devamı için çeşitli gruplardan yardım aldılar. Bu grupların en tehlikelisi, sözde İslâm'a müntesip ve Müslüman(!) postuna bürünmüş ümmetin akidesine, aklına ve kalbine nüfuz etmeye çalışan gruptur. Adeta insan bedenindeki zararlı mikro bakterilerin bedene nüfuz edip insanın organlarına zarar vermesi gibi.





2-Liderlerin Yandaşları; Bel'âmlar, Gazeteciler, Medyacılar, Yazarlar, Düşünürler vb. Resmi Görevlerde Bulunup Tağuta Yardım Edip Bâtılın Suretini Bulandırarak İnsanların Akıllarını Çelmek İçin Maaş Alanlar

Bu grup, diğer gruplar içinde en çok sesi çıkan, işbirlikçi lidere ve İslâm diyarlarını işgal eden haçlı kuvvetlerine, kendi iddialarınca zımmîlere dostluk eden saçaklardır. Fakat maalesef tehlike arz eden bir sorudan çaktılar! "Kim kime cizye veriyor?"

Karmaşık muhtelif yapısı ile bu grup, Ehl-i Sünnet ve'l Cemaât'in selefinin ve halefinin yok ettiği, tahrif olmuş akideler arasında uyduruk bir akidevî usûl takip etmiştir. Bu grup şu şekilde sınıflandırılabilir:


1) En açık şekli ile mürcie akidesi -hayasızca- en kötü şekilde meşrutiyetini genişletmek için ayrışma, dışa bağımlı, fesatçı, talancı, dinden sapan, şeriatı arkalarına atan mürtedlerin temsil ettiği yapılar.

2) Buna ek olarak Allah yolundaki mücahidleri tekfir, tebdi(değiştirme, bid'at çıkarma), tefsik(fesada, fitneye sürükleme) hürmetlerini helal görmede harici bir menhec üzere olanlar.
Örneğin Mısır müftüsü, Mısır hükümetinde resmi bir görevlidir. Kiralandığı görevi yapmak için maaşını onlardan alır. Laik, Müslümanlara zulmeden, Yahudilerin dostu rehmin meşrutiyetini genişletmek için çalışır. Bu şekli ile aşırılıkta gulat mürcienin ilklerinin bile üzerine çıkar. Ve gene odur Mısır'da Enver Sedat'ı öldüren İslâm'ın beş aslanı, mücahidi olan Muhammed Abdusselam, Abdulhamid Abdusselam, Halid İslamboli, Hüseyin Abbas ve Ata Tayal'ı idam için laik askeri mahkemeye fetva veren!

Enver Sedat ki İsrail ile dört ittifakname imzalayıp İsrail'i devlet olarak tanıdığını, Filistin'in işgalini onaylamış, İsrail'e herhangi bir saldırıda bulunmayacağını ve İsrail'e saldıran hiçbir devletin desteklenmeyeceğini belirtmiş ve bu ittifaknameleri imzalamıştır. Bununla kalmayıp Sina'yı İsrail'in güvenliği için silahtan arındırmıştır. İsrail ile bunun benzeri bir sürü gizli ittifaklara varmıştır.

Bu ittifakların en meşhuru İsrail ile 1979 yılında yapılan barış antlaşmasıdır. Bu ittifak ile İsrail ve Mısır arasında sonsuza kadar savaş bitti, Mısır'ı İsrail'in saldırılarına maruz kalan herhangi bir devleti desteklemekten men etti. Bununla da kalmayıp siyasi, iktisadi ve fikrî tüm alanlarda İsrail ile normalleşmeye çağırdı. Daha sonra el-Ezher bir fetva yayınlayarak bu ittifakı tebrik etti ve bunun şeriata uygun olduğunu belirtti!

Bunların diğer bir çeşidi de emir sahiplerine itaate çağıran müftülerdir ki bunlar aynı zamanda mücahidleri fitnenin davetçileri olarak tabir ederler. Gene ufuklara ulaşan görkemli orduları, denizlerin kendilerine dar gelen filoları ve yüz binlerce savaşçı askerin olması itibarı iddiası ile Amerikalılardan yardım almaya, zımmî gibi yaşamaya cevaz verenler bunlardır!

Kimin kimden güven aldığını da anlamış değiliz?! Onlardan Baasçı Irak rejimine karşı koyma zarureti iddiası ile Amerikan kuvvetlerinden yardım almanın cevazına dair fetvalar sadır oldu. Bununla kalmayıp Müslümanların en kutsal toprak parçaları olan mekanlarda işgalci kâfir kuvvetlerin varlığını meşrulaştırmaya çalıştılar. Bu kuvvetlerin Irak'tan çekilmesi üzerinden şu ana kadar on iki sene geçti. Bu kuvvetler Irak'ta muhasara ile 1,5 milyon çocuğu öldürdü. Bu görevliler/saçaklar da bu konuda tek kelime etmediler!

Mesele Baasçı Saddam'a karşı kâfir kuvvetlerden destek almak değildir. Arap Yarımadası'ndaki petrol kaynaklarını ihtilal etme meselesidir. Amerikan kuvvetlerinin çağrılmasına gerek yoktu. Arap ve İslâm ülkelerinin orduları, Kuveyt'i korumaya veya özgürleştirmeye yeterdi.

Ancak bu liderler herhangi bir iradeye sahip değildir. Onlar kendilerine sınırlarını çizen, ilah saydıkları İngiltere'nin ürünüdür. Onları bu mekanlara getirenler onlardır. Daha sonra da İngiltere'nin nüfuzunu Amerika miras aldı. Böylece tüm Arap Yarımadası liderleri ve diğer Arap âleminin üzerinde istediği gibi at koşturabilme imkânı onların oldu.

Böylece bu efendiler(!) mülkiyetlerini savunmaya geldiler. Arap şeyhlerinin ve krallarının Arap Yarımadası'nda güvenliği veya savunması üzerinde hiçbir ağırlığı yoktur.

Şu an Irak teslim edildikten ve topraklarının yarısı uçuşa yasak bölge ilan edildikten sonra Kuzey Irak Kürt Bölgesi, Bağdat hükümetinden ayrıldı. Denetim komisyonları ile tazminat ödemeye mahkum edildi. Tüm bunlardan sonra haçlıların Arap Yarımadası'nda olan askeri varlığı artmakta, dahası Irak üzerine yeni bir saldırı hazırlığı içindeler. Bu saldırı ile yüz binlerce Müslümanı öldürmeleri bekleniyor. Ta ki böylece Irak petrolünü ele geçirebilsinler.


Not: Bu yazının yazılış tarihi 2003'de ABD'nin Irak'ı işgal etmesinden öncedir. Şeyh Eymen ez-Zevahiri bu işgali önceden öngörmüştür.


Bundan sonra Amerika kongresinde de açıklandığı gibi hedef; Suud'a yönelip bölmek, ondan sonra da Mısır'a yönelmektir. Mısır kendi tabirlerince büyük ödüldür.

Öyle ise mesele yardım alma meselesi değildir. Mesele haçlılar tarafından Müslümanların en mübarek topraklarında, Arap Yarımadası'nda kahretme, malları çalıp çırpma, kontrol altına alma ve ihtilalidir. Bu sözde liderler de Amerikan varlığı üzerine duvara vurulmuş boya gibidirler.

Bundan sonra, saray âlimleri (soytarı bel'amlar) gelir ki bunlar kendilerince kutsal bir makamdan onların Irak üzerine olan istilasını, çalıp çırpmasını ve bu haçlı tasallutunu, dahası Müslümanların kanlarını dökmeyi mübah gören fetvalarını imzalamak için dururlar.

Sonra da Suud'un genel müftüsü kalkıp İsrail'le barış yapmanın cevazına dair fetva verir...

Kuveyt'te kendilerini davete nispet eden bazı kişiler mücahidlerin öldürülmesinden sonra Amerikalılara çığlıkla bağırdılar. Zımmîler olarak isimlendirdikleri haçlılara karşı sinirli bir şekilde silkelendiler. Ama zımmîlerin Müslümanların sultanı altında yaşadığını, onlara(Müslümanlara) cizye verdiklerini, zımmîlere İslâm kanunlarının uygulandığını unuttular. (!)

Bu bel'âmlar ve liderleri, haçlıların zilleti ve sultanı altında yaşarken, onların koruması altında iken, haçlıların kendilerinden razı olmalarını isteyerek veya istemeyerek yüksek meblağlardaki mallar öderken, haçlıların iradesinin dışına parmak izi kadar çıkamazlar. Kim kimin zımmîsi ?!?
Kim kime cizye ödüyor? Kim kimin hakimiyeti altında? Aynı şekilde Kuveyt'in Arap Yarımadası'nın bir parçası olduğunu, orada Yahudi ve Hristiyanların kalmasının caiz olmadığını unuttular !!!

Tüm bunlar -Allah'a giden yolu kesen ve Allah'ın düşmanlarını dost edinenler- insanlara Allah'ın şeriatı dışına çıkanlara itaati, farz-ı ayn olan cihadın terkini emrederler. Bununla da belli musibetler işlediler:

a) Kâfirlerin İslâm beldelerine olan istilasına yardım ettiler.

b) İnsanları üzerine farz olan cihaddan alıkoydular.
c) Şeriatı, şeriatın dışına çıkan bâtıl hükümlere izafe ettiler.

d) Mücahidlere sövdüler ve onlara iftira ettiler.

Cihadın tek kurtuluş yolu olduğunu ancak şimdi bunun zamanının olmadığını söylerler. Bu aşamanın hazırlık aşaması olduğunu söylerler. Bu aşamanın davet aşaması olduğunu, bu ve benzeri iddialarla belirtirler.

Bu şüphe içinde şiddetli bir şekilde bocalayıp dururlar. Ancak önemli ve tehlikeli bir sorudan kaçarlar: Zillet için geçen bu on yıllar içinde neden bir hazırlıkta bulunmadılar? Bu hazırlık aşaması ne zaman bitecek? Onların verecek bir cevabı yoktur. Çünkü onların yanında hazırlık aşamasının bir sonu yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu; onlara «Oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!» denildi." (Tevbe 46)

Ne olurdu insanların akidelerini ıslah etselerdi? Onlara saf tevhid akidesini, Nebi (sav)'in üzerine indiği gibi, selefi salihinin naklettiği gibi beyan etselerdi... Ancak onlar maalesef azını gösterip çoğunu gizlerler.

Onların tevhid konusundaki sözlerinin çoğu avam ve zayıflar üzerinde etkilidir. Ama İslâm dışına çıkan tağut liderlerin ve onların Yahudi ve Hristiyanlarla, kâfir ve müşriklerle dostluğu hakkında tek kelime etmezler!

Ne acayiptir ki İslâm beldeleri onlarca yıldır yabancıların nüfuzu altındadır. Şu anki Haçlı ihtilal askeri kuvvetlerinin varlığı bir sürprizin veya uluslararası siyasette olağanüstü bir inkılabın sonucu değildir. Bu, Batıya bağlılığın, 100 seneden fazla bir süredir süren siyasetin ürünüdür.

Tüm bunlara rağmen saray soytarıları alimlerden(!) bu musibet hakkında zayıf, cılız, uzaktan imâ ibareler dışında hiçbir şey işitmeyiz.

Bazen sözleri ile huzursuzluk çıkararak mücahidlerin maslahat ve mefsedeti bir birinden ayırt edemediklerini, getirdikleri mefsedetin elde ettikleri maslahattan fazla olduğunu belirtirler. Ancak onlar önemli bir soruya cevap veremezler: İyi güzel, peki sizin maslahatı tahkik edecek, mefsedeti yok edecek cihad üslubunuz nedir? Bu soruya onların cevabı, cihadı terk etmedir.

Onlara "Farz edelim mücahidler görevlerini yerine getirmeyip sizn safınıza türlü sebeplerle cihaddan geri kalanların, terk edenlerin safına katılırsa, ümmetin düşmanları saldırılarını durduracak mı?" diye soracak olursan ya da;

Fesat ve ifsad duracak mı?

Yahudiler, Filistin'den gidecek mi?

İsrail, Filistin'i Yahudileştirme, Mescid-i Aksa'yı yıkma ve Büyük İsrail'i kurma planından vazgeçecek mi?

Laikler delalet ve sapıklıklarını bıracaklar mı?

Fuhuşta bulunanlar tövbe edip iffetlenecek mi?

Yeryüzü ilahlığına soyunan tağutlar koltuklarını bırakıp, hapishane kapılarını açıp, cellatlarını halklarına eziyet etmekten alıkoyacaklar mı?

Sonra da bu şüphelere yeni şüpheler ekliyor, şu sözleri ile gençlere hitap ediyorlar: Neden ilim talebi ile meşgul olmuyorsunuz?

Neden kâfirlerle diyalog ve münakaşaya girmiyorsunuz?

Neden medreseler inşa edip yetimleri koruma altına alıp hastaları tedavi etmiyorsunuz?

Neden sâhih akidenin daveti ile meşgul olmuyorsunuz?

Keşke sâhih akideye davet iddialarında samimi olsalardı...
Onların davetinin hakîkati şudur: Neden cihadla meşgul oluyorsunuz?

Onların davetinin maksadı, mücahidleri cihaddan alıkoymadır. Meydanları mücahid gençlerden arındırıp işgalci düşmanların işgalini herhangi bir direnişle karşılaşmadan emniyet altına almaktır. Bu sebepledir ki İslâm düşmanları (kâfirler, münafıklar ve müşrikler), onlara(dostları olan kuklalarına ve bel'amlara) rıza gözü ile bakarlar. Onların hükümetlerine, meydanların açılmasını emrederler.




3- Diyalogcular

el-Velâ ve'l-Berâ menhecinden sapan gruplar içinde üçüncü grup ise Allah'ın şeriatından sapan hükümetlerle diyalog içine girip ümmetin düşmanlarına beraber karşı koymaya çağıran gruptur.

Onların mantığının hülasası şudur: Bizden çaldığını geri almak için hırsızla yardımlaşırız. Tecavüz ettiği ırzları muhafaza etmek için facirle barış yaparız. Onların bu akidelerine karşı çıkıldıklarında ise şöyle derler: Yahudi ve Hristiyanlarla barış yaparız. Ta ki onları ikna edip ülkemizden kendi rızaları ile çıkmalarını talep ederiz ??? Bizden ortada olan vakiayı yalanlamamızı ve onları boş kurtularla tasdik etmemizi beklerler.

Onların davetinin hülasası ise aynı şekilde ümmetin asıl düşmanlarına karşı direnişi bırakmaktır. Mücahidlerin komutasının, tarihi İslâm'a karşı cürümlerle dolu hainlerin eline geçmesini temenni ederler. Bunlar Filistin'i bir gün bile savunmamıştır. İsrail'in tanınmaması konusunda herhangi bir çaba harcamadılar. Ülkelerimizin kapılarını Haçlı kuvvetlere açtılar.




4- Amerikan Mücahidleri

Dördüncü grup ise Afganistan'da bazı cemaatler ve kendilerini cihada nispet eden bazı komutanlıklardır. Bunlar Amerika'yı dost edinip onlar tarafından parmakla gösterilir. Birleşmiş Milletler'in bilgisi dahilinde onları Uluslararası Barış Gücü korur. Amerikan kuvvetleri onları kuşatmıştır. Amerikan silahlarının gölgesinde gölgelenirler. Halklarının cesetleri ve mücahidlerin kanları üzeri elde ettikleri bir parça yönetimden dolayı sürur(sevinç) içindedirler.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:

Demek siz iş başına gelecek olursanız yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaksınız ve akrabalık bağlarınızı koparacaksınız öyle mi?
İşte bunlar, Allah'ın kendilerini lânetlediği, sağır kıldığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir. Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi? Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: Bazı hususlarda size itaat edeceğiz, demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini bilir. Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak! Bunun sebebi, onların Allah'ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve O'nu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır. Yoksa, kalplerinde hastalık olanlar Allah’ın, kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar? Biz dileseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları konuşma tarzlarından tanırsın. Allah işlediklerinizi bilir. Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz. (Muhammed 22-31)

Eymen ez-Zevahiri
1423 Şevval
(Aralık 2002)
 
Son düzenleme:
أهل الحديث Çevrimdışı

أهل الحديث

لا إله إلا الله
Moderatör
Selamun Aleykum ve Rahmetullah;
Bazı kimselerce "tâğutu, ehl-i şirki ve ehl-i küfrü reddetme" kaidesi hâlâ anlaşılmamış olacak ki ciltler dolusu kitaplar okumalarına rağmen bu konuda gevşek davranıyorlar. Hatta bazıları kendilerini görse bir kaşık suda boğmaya hazır olan şirk ehline ve kâfirlere bile buğz etmez duruma gelmişler. el-Velâ ve'l-Berâ kaidesinin bunca kaynağa ve onlarca anlatıma/konuya rağmen hâlâ bazı kişilerce anlaşılmadığını görüyorum. Gerek forumda eski
(çok da eski olmayan) tartışmalarda, gerek gerçek hayatta hâlâ giderilememiş/üzeri örtülmeye çalışılan şüpheler var ki; ben, bu şüphelerin giderilmesinin gerekli olduğunu görüyorum. Forumdaki diğer konularda, bu konunun önemini gayet net bir şekilde belirten ve defalarca üsteleyen kardeşler olmuş (Gerek yönetimden, gerekse diğer ahi ve uhtilerden). Rabbim onları hayırla mükafatlandırsın. Ancak kapalı kalplere nüfuz edememiş...
Konu aslında temel olarak yeterli olmasına rağmen doyurucu bir konu olması ve kapsayıcı olması adına bu konuya hususî ehemmiyet gösterilmesi gerektiği kanaâtindeyim.

Bir zamanlar vasat bir yol tutan(tutmaya gayret edenlerin) bile zamanla nasıl irca çukuruna yuvarlandıklarını gördüm, okudum ve işittim. Aşırı gidenler olduğu gibi gevşeklik gösterenler de bir hayli fazla. Allah hidayet etsin ve onlara vasat olabilmeyi nasip etsin. Etmeyecekse de onları daha hayırlılarıyla değiştirsin.

Bundan sonra umulur ki bu "Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin/eşeklerin durumu gibidir."
(Cum’a Suresi 5) ayetinde misâli verilen duruma gelmezler de, kendilerini düzeltirler.
Şimdi esas meseleye geçebiliriz;


/*/*/*/

Allah'ı birleyen ancak şirki inkâr etmeyip şirk ehline düşmanlık göstermeyen kimselerin durumu hakkında Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab (rahimehullah) şöyle dedi:

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

İnsanlardan Allah'ı birleyerek O'na kulluk eden ama bunun yanı sıra şirki inkâr etmeyen ve onun ehline düşmanlık göstermeyen kimseler vardır. Ben derim ki; bilinen odur ki kim şirki inkâr etmezse tevhidi bilmez ve kıyamet günü tevhid ile Allah
(Subhanehu ve Teâlâ)'nın huzuruna gelemez. Muhakkak sen biliyorsun ki tevhid, ayette zikredildiği gibi tâğutu inkâr/red etmek ve şirki nefyetmek ile hâsıl olur.

İnsanlardan şirk ehline düşmanlık göstermeyen, onları tekfir etmeyen kimseler vardır. Bunlar da aynı şekilde üzerlerinde tevhide delalet eden bir şey ile Allah
(Subhanehu ve Teâlâ)'nın huzuruna gelemez.

"Lâ ilâhe illaAllah" şirki nefyetmektir. Şirk fiilini işleyen kimseyi tekfir etmek, Lâ ilâhe illaAllah'ın gereklerindendir.

"De ki: Ey kâfirler!" (Kâfirun 1)

"Sizi tekfir ettik." (Mümtehine 4)

Kim Kur'ân'ın tekfir ettiği kimseyi tekfir etmezse muhakkak ki Rasûllerin kendisiyle geldiği tevhide ve onu vacip kıldığı şeylere karşı gelmiştir.

Onlardan bir kısmı ise tevhidi sevmez de, ona buğz etmez de.
Şüphesiz tevhidi sevmeyen kimse muvahhid olamaz. Çünkü o, Allah'ın kulları için razı olduğu dindir. Allah
(Subhanehu ve Teâlâ) şöyle buyurmuştur:

"Sizin için din olarak İslâm'dan razı oldum." (Maide 3)

Böyle
(muvahhid olan) kişi, Allah Teâlâ'nın razı olduğu şeye razı olur ve Allah'a sevgisinden dolayı onunla amel eder. Muhabbet gereklidir çünkü o olmadan İslâm hâsıl olmaz. İslâm ancak tevhidi sevmekle ve ondan razı olmakla gerçekleşir. "İhlâs, Allah'ı sevmek ve onun rızasını istemektir. Kim Allah'ı severse O'nun dinini sever. Tevhidi sevmeyen kimse İslâm değildir.

Onlardan şirki bilmeyen ve onu inkâr etmeyen kimseler vardır. Ben derim ki; kim şirki bilmez ve onu inkâr etmez ise muvahhid olamaz. Ancak şirki nefyeden, onlardan ve onların yaptıklarından beri olan ve onları tekfir eden kimse muvahhid olur. Şirk ile Lâ ilâhe illaAllah'ın delil olduğu şeyler hâsıl olmaz. Kim bu kelimenin manâsını ve onun gerektirdiklerini ikame etmezse onda İslâm'dan bir şey yoktur. Çünkü kelime-i tevhid, onun gerekliliklerinden bir ilim, sıdk, ihlâs, muhabbet, kabul ve inkıyadın(Boyun eğme, itaat etme) dışında bir şey ile sâhih olmaz. Bu çeşit insanların yanında tevhidin gerekliliklerinden hiçbir şey yoktur. Bu kimseler Lâ ilâhe illaAllah dese bile tevhidin delillerini ve onun gerekliliklerini bilmez.

Onlardan bir kısmı tevhidi bilmez ve onu inkâr da etmez. Ben derim ki; Bu, daha önce bahsi geçen kimse gibidir. Onlar, Allah Teâlâ'nın, Rasûlleri ile kendisini gönderdiği dini, yaratıldıkları amacı bilmezler. Bu hâl, Allah Teâlâ'nın onlar için dediği hâl gibidir:

"Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar." (Furkan 44)

Onlardan bazıları tevhid ile amel eder, kıymetini bilmez. Onu terk edene buğz etmez ve onları tekfir etmez. İşte bu en önemli çeşittir. Amel ettiğinin kadrini bilmez. Ne zaman tevhidi bilirsen anlarsın ki tevhid, şirki nefyetmeyi, ondan ve ehlinden uzaklaşmayı, onun ehline düşmanlık yapmayı, onları hüccet ikâmesinden sonra tekfir etmeyi gerektirir.

Onlar eğer kadrini bilseydi, muhkem ayetlerin delalet ettiklerini yaparlardı:

"Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir." (Zuhruf 26-27)


İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» (Mümtehine 4)

(Allah için)Düşmanlık; hem müşriğe, hem de şirk koştuğu şeye yaparsa, şirk ehline buğz eder ve onlara düşmanlık gösterirse o zaman gereklilikleri yerine getirilmiş olur.

Şunu bil ki; Allah şirk ehlini tekfir etti ve onları açık ayetlerde bununla vasıflandırdı. Şu ayette olduğu gibi;

"Allah'a ortak koşanlar, kendi kâfirliklerine bizzat kendileri şahitlik ederken, Allah'ın mescidlerini imar etmeye layık değildirler. Onların bütün işleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır." (Tevbe 17)

Tevhid ve sünnet ehli, Rasûllerin haber verdiklerini doğrularlar. Emrettiklerine uyarlar, söylediklerini anlarlar ve onunla amel ederler. Aşırıların tahriflerinden, bâtılların sapmalarından ve cahillerin tevillerinden korunurlar. Onlara muhalefet edenlerle cihad ederler. Bunu da ancak Alemlerin Rabbi olan Allah'ın rızasını kazanmak için yaparlar. Dünyevî bir menfaat bekledikleri için değil.

Cehalet ehli ise emredilenler ile nehyedilenlerin arasını ayıramazlar. Doğruyu yanlıştan ayırt edemezler. Onların hakîki muratlarını anlamazlar. Kendilerine verilenlerin cahilleridirler. Kendi amaçlarını yüceltirler.

Ben derim ki; yukarıda zikrettiğimiz fırkalardan son iki fırkanın hâli, cehalet ehlinin durumuna benzemektedir. Benim konuştuğum tek mesele kalmıştır. Onu da Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye söylemiştir. O da: Başlangıçta muayyen olarak bir kimsenin tekfir edilmemesidir.
Bunun sebebini de İbn Teymiyye
(rahimehullah) şöyle açıklamıştır: "Hüccetin ikamesinden önce kişinin tekfirinde durulması gerekir..."

(Dürerü's-Seniyye, 2/297)



"Eğer câhil ısrar ederse, büyüklenirse, sapıklığında ve dalaletinde kararlıysa, körlüğü hidayete seçmişse ve içerisine düşüp kendisi hakkında cedelleştiği şey, kendisini işleyen şahsı Müslümanlar fırkasından müşrikler zümresine çıkaran büyük şirk kapsamındansa, bu durumda adil hüküm, kılıçtır!" (İmam Eş Şevkani , el-Feth'ur Rabbânî min Fetâvâ, C. 1, Sf: 185)

Bazıları diyor ki; "Kendisine hüccet ikame edilse bile her ne kadar tevili bâtıl bile olsa kişi dinden çıkmış olmaz." (hâşâ, SubhanAllah!)

"Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'nun bırakıp kendilerine bir takım veliler edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler." (Zümer 3)

"O'nu bırakıp kendilerine bir takım veliler edinenler" ibâdetlerini ve dualarını Allah'ın dışındakilere yönelterek onları dost, veli edinenler, "Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler" yani 'ihtiyaçlarımızı Allah'a arz etsinler, O'nun nezdinde bize şefaât etsinler, yoksa biz bunların yaratmadığını, rızık vermediğini, hiçbir şeye malik olmadıklarını biliyoruz', derler. Ve bu sözleriyle kendilerini mazur göstermeye çalışırlar.
Bu şekilde davrananlar, Allah'ın emrettiği ihlâsı terk etmiş, en büyük haram olan şirki işlemeye cüret etmişlerdir. Bozuk ve hastalıklı görüşlerine dayanarak şu kanaâti ileri sürmüşlerdir; "Nasıl ki hükümdarların yanına bir takım onlar tarafından kabul görmüş kişiler vasıtası ile çıkılır; nasıl ki hükümdarın yönetimi altında bulunan, işlerine bakan, ihtiyaçlarını hükümdara arz eden bakanları/yardımcıları varsa işte Allah da böyledir."

Bu yapılabilecek en tutarsız kıyaslamadır. Üstelik Allah'ı yarattıklarıyla kıyas etmek ve onlara benzetmek de küfürdür! Hükümdarların durumu, aciz ve muhtaç olmalarından dolayıdır. Hâlbuki Alemlerin Rabbi olan Allah bütün eksik ve noksanlıklardan uzaktır ve yücedir.

Dolayısıyla kendisine hüccet ikamesi yapıldıktan sonra buna rağmen küfürde ve şirkte ileri giden, körlüğü hidayete seçen kim olursa olsun; ister tarikat lideri, ister bir lider, ister avamdan biri olsun, kâfirdir ve müşriktir!

Onların durumlarını bilmesine ve kendilerine defalarca delil söylenmesine rağmen onların bâtıl da olsa tevil üzere olduklarını söyleyerek aklamaya çalışanlar ve meseleye kılıf sokuşturmaya çalışanlar da hevâsıyla hareket etmiş olur ve "Kâfirleri tekfir etmeyen kâfirdir" kaidesinden dolayı küfre girer.

Bundan sonra merkeplik etmenin manâsı yoktur. Allah'ın kendilerini tekfir ettiği ve üzerinde icmâ edilen, kendisine hüccet ikame edilmesine rağmen sapıklığı seçen şirk davetçileri, sofiler, tarikat liderleri ve diğerlerinin adı budur. Onları aklamaya çalışanlar da onlar gibidirler.


Tâğutların Merkepleri: Mürcieler


'Kâfiri Tekfir Etmeyen Kâfirdir' Kaidesi Üzerine



Dinin Asıllarında Cehalet Mazaret midir?

"Hani Rabbin Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Demişlerdi ki: “Evet! (Sen bizim Rabbimizsin!) Şahit olduk.” (Bu,) Kıyamet Günü: “Biz bundan habersizdik.” dememeniz içindir. Ya da: “Babalarımız daha önce şirk koşmuştu. Biz ise onlardan sonra gelen (ve onları taklit eden) bir nesiliz. Batıl ehlinin yaptıkları yüzünden bizi helak mı edeceksin?” dememeniz içindir." (Â'raf 172-173)

Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun.
 
Son düzenleme:
Üst Ana Sayfa Alt