Bazı AlimlerinTekfirle İlgili Görüşleri
Hasan el-Hudaybî ve Tekfir
Mânâlarını Bilmediği Halde Şehâdet Kelimesini Söyleyen Kişinin Müslüman Olmadığını Söylemenin Yanlışlığı
Şimdi de günümüzde şehâdet kelimesini söylediği halde; bu kelimenin Rasûlullah’ın peygamber olarak gönderildiği sıradaki anlamının değişmiş ve artık bunların gerçek mânâlarının kalmamış olduğunu gerekçe göstererek; onların müslüman olmadıklarına hüküm veren kimselerin sözünü ele almak istiyor ve onlara şöyle diyoruz: Kelime-i şehâdet'in anlamı, hâlâ insanlar arasında yaygın şekilde mevcuttur; hatta Kur'ân-ı Kerim'in inişinden öncekinden daha açık ve yaygın bir şekilde bilinmektedir. Aynı zamanda ulûhiyet ve rubûbiyet kelimelerinin mânâlarının, insanlar arasında yaygınlık kazanmış olması ile onlardan "Lâ ilâhe illâllah, Muhammedun Rasûlullah" şehâdetini yapacak olan bir kimsenin şehâdetinin kabul edilmesi için, bu şehâdet kelimesini bu şekilde bilmesi gerektiğini ve ancak o takdirde müslüman olacağına hüküm verilebileceğini belirten ve bunlar arasında bağlantı kuran şer’î bir şartın varlığı söz konusu değildir. Böyle bir şartı ortaya koymak, şeriata yeni bir şey ilâve etmektir. Bunu söyleyen kişinin bu iddiasının kabul edilebilmesi için, bu konuda Allah'ın kitabı'ndan ve Rasûlü'nün sünnetinden delil getirmesi gerekir.
Rasûlullah’ın(s.a.v.)sözleri ve davranışları şer'an uyulması gerekli olan hususlardır. İşte onun söz ve davranışları sonradan ortaya konulmuş bulunan ve fazladan olan bu ilâve, şeraite ters görüş ortaya koymaktadır: Çünkü Rasûlullah(s.a.v.)Yüce Allah'ın dinine, ister Araplardan, ister sonradan Araplaşmış olanlardan, isterse başka yerlerden getirilmiş olan kölelerden dalga dalga Allah'ın dinine girmiş olanların Müslümanlığını kabul etmiş olduğu gibi, onun döneminde ülkeleri fethedilen Hîre ve Yemen halklarının da İslâm'a girişlerini kabul etmiş ve bu konuda onlardan her birisinden şehâdet kelimesini iyice anladıklarını ortaya koyacak, onların belirli mânâyı anlamış olduklarını kesin olarak açığa çıkartarak herhangi bir uygulamaya girişmemiş yahut da onların kendi aralarında bu şehâdete yaygın olarak verilen belirli bir muayyen mânâların ne olduğu üzerinde durmamıştır. Hatta Hz. Peygamber'in huzurunda Araplardan olan bazı kişilerin birtakım sözlerin mânâlarını bilmedikleri de ortaya çıkmıştır. Az önce sunmuş olduğumuz Adiy b. Hatem'in durumu buna örnektir. Hz. Peygamber'in İslâm'a girişlerini kabul etmiş olduğu bazı kimselerin, Allah'tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetlerinde, birtakım anlamları bilmedikleri de ortaya çıkmıştır. Nitekim "sen de bize onların silâh astıkları ağaçları olduğu gibi, silâhlarımızı asacağımız bir ağaç yap!" diyen kimselerin durumu böyledir.
Hz. Peygamber’in bu uygulaması bizlere şunu gösteriyor:
Kelime-i Şehâdet'i söyleyen bir kimsenin bu söylemesi, onun ulûhiyyet, rubûbiyyet, ibâdet, din, Kelime-i Şehâdet'in mefhumu ve benzeri diğer şer’î hükümleri bilmeyişi, müslümanlığına zarar vermez. Müslüman olduğuna hüküm vermeye engel teşkil etmez. Şer’î hükümler diğer müslümanlara nasıl uygulanıyorsa, ona da öylece uygulanır. İşte bu -hadiste tevâtür olarak bilinen ve bir haberin doğruluğunu ispat etmek, bilginin kesinliğini ortaya koymak açısından en sağlam tevâtür çeşitlerinden bir tanesi olan- herkesin herkesten bize kadar naklede geldiği bir delildir.
Rasûlullah’ın(s.a.v.)kendisi de Arap olsun ya da olmasın bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğini biliyordu. Şu hadis-i şerif de onundur:
"Ben, insanlarla Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik edinceye, bana ve benim getirdiklerime iman edinceye kadar savaşmakla emrolundum..."
Evet, istisnasız olarak bütün insanlar arasında hiç bir ayırım gözetmeden, Arap'la Arap olmayan arasında fark gözetmeden, Arapça konuşsun veya konuşmasın ayırım sözkonusu olmaksızın bütün insanlar hakkında Allah'ın hükmü budur. Emîn Rasûlün söylediği, yaptığı ve uyguladığı da bundan ibarettir. Eğer şehâdet kelimesini söylemek açısından Arapça konuşanlarla konuşmayanların hükmü farklı olsaydı yahut da Arapça konuşanlarla konuşmayanlara farklı uygulamalar ve bağlayıcılık söz konusu olsaydı ve ancak bundan sonra kişilerin müslümanlığı hakkında hüküm vermek mümkün olsaydı, Rasûlullah(s.a.v.)bunu açıklamadan etmezdi. Diğer taraftan Yüce Rasûl bu fazladan öngörülen şarta geçerlilik kazandırmamazlık ve uygulamamazlık etmezdi. "Rabbin unutkan değildir." (19/Meryem, 64)
Bu ayrımı, fark gözetmeyi ortaya koyanlar ve bu fazladan şartı öngörenler Rasûlullah’ın(s.a.v.)hadisine, onun sâbit uygulamasına ve hiçbir hilaf söz konusu olmaksızın gelen şeriat hükümlerine muhâlefet etmiş ve Allah'ın şeriatının dışında ve ne Kitap'ta, ne de Sünnette onu belgeleyecek nassın varlığı söz konusu olmaksızın dine yeni bir şey eklemiş olur.
Diğer taraftan müslümanlar hem sahâbe döneminde, hem de Tabiîn döneminde Şam (bugünkü Suriye)bölgesini, İran'ı, Irak'ı, Mısır'ı, Kuzey Afrika'yı, Sudan'ı, Endülüs'ü, Türkiye'yi, Balkanlar'ın bir kısmını, Hindistan'ı ve bazı yerleri de fethettiler. Bunların hepsi Arapça bilmeyen insanların yaşadıkları ülkelerdi. Bugüne kadar bize herkesin herkesten yapmış olduğu nakilden de anladığımıza göre, Sahâbe ve Tâbiîn bu ülkelerde yaşayan insanların müslüman olmaları için Kelime-i Şehâdeti (yani Allah'tan başka hiç bir ilâh bulunmadığını ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğunu kabul edip dilleriyle)söylemelerini yeterli görmüşler ve bu konuda icmâ' etmişlerdir. Bu şehâdeti söyleyen kimseler bu şehâdeti söylemekle kanlarını ve mallarını korumuşlar, onlara İslâm Şeriatının hükümleri uygulanmıştır. Bunlar daha sonra İslâm Şeriatının bilmedikleri diğer hükümlerini yavaş yavaş öğrenmeye başlamışlardır. Hiçbir kimse kalkıp da dilleriyle söylemiş oldukları "şehâdet kelimesinden sonra bir şart veya fazladan herhangi bir durumun gerçekleşmesi söz konusu olmadığı sürece İslâm'a girişlerinin kabul edilemeyeceği" kanaatine varmamıştır. Diğer taraftan, ulûhiyyet ve rubûbiyyet kelimelerinin taşıdıkları mânâları, câhiliye dönemi Arapları arasında yaygın olduğu şekliyle Arapça'yı bilmeyen bu toplumlar arasında, şu anda bizim aramızdakinden daha fazla yaygın olduğunu ileri sürmek aklen mümkün olan bir şey değildir."(H. el-Hudaybi, Duâtun Lâ Kudat (İnanç Sorunları) İnkılap Yay. s. 60-66)
Hudaybî nasslardan hareketle oluşturduğu reddiye sürecinde tekfirde aşırı gidenlerin birçok iddialarına cevap vermektedir. Meselâ iman ettiği halde kendisine bazı hükümler ulaşmayan kişiler hakkında şu görüşleri serdetmektedir:
İki kişinin bile -hatta yalnız müslümanlar arasında değil, bütün din mensupları dâhil olmak üzere- ihtilâf etmedikleri bir konu vardır, ki o da şudur:
Rasûlullah(s.a.v.),kendisinin insanlara getirmiş olduğu dinin dışında herhangi bir dine bağlı kalan herkesin kâfir olduğunu, kesin olarak belirtmiştir. Bu bakımdan bizler de bu noktada duruyor ve onun söylediğini söylüyor; vermiş olduğu hükmü veriyoruz.
Yine iki kişinin ihtilâf etmediği diğer bir konu şudur: Hz. Peygamber kendisine tabi olan, getirmiş olduğu şeylerin tümünü tasdîk eden ve bunların dışında kalan bütün dinlerden uzaklaşan herkese iman sıfatını kesin olarak vermiş bulunuyor. Biz de burada duruyor ve buna herhangi bir şey eklemiyoruz.
İman ettikten sonra Yüce Allah'ın dilediği herhangi bir mezhebe göre itikad eder yahut da herhangi bir fetvâya bağlanır ya da Allah'ın dilediği herhangi bir ameli işlerse ve bu konularda Peygamber’den(s.a.v.)kendisine inandığının, amel ettiğinin yahut da söylediğinin hilâfına herhangi bir hüküm ulaşmamış ise, böyle bir kimsenin sorumlu tutulacağı hiç bir şey yoktur. Peygamber’in(s.a.v.)o konulardaki hükmü kendisine ulaşmadığı sürece bu böyledir.
Bir şey hakkında bir inanca sahip olan yahut onun hakkında bir şey söyleyen yahut da amelde bulunan bir kimse, o şey hakkında hüküm veriyor demektir. Şayet ameliyle hakka karşı inatlaşarak muhâlefet ederse ve fakat amelinin aksine itikad ediyor ise böyle bir kimse fâsık bir mü'mindir. Eğer sözüyle, ya da kalbiyle kendine ulaşmış olan hakka muhâlefet ediyorsa o takdirde o kâfirdir, müşriktir. Çünkü Rasûlullah(s.a.v.)'ın hakemliğini kabul etmemiş ve onun verdiği hükme teslimiyetle bağlanmamıştır. Söz konusu bu hüküm genel olup bütün itikad ve ahkâm ile ilgilidir; ibâdetlerle, fetvâlarla ilgili konuları tümüyle kapsar."(H. el-Hudaybi, Duâtun Lâ Kudat (İnanç Sorunları) İnkılap Yay. s. 217-221)
Hudaybi, Tekfir Cemaatinin Kur'ân'daki, tâğutlara uyma ile ilgili âyetleri yüzeysel değerlendiren ve sonuçta herkesi kâfir sayan yaklaşımlarına ise şöyle izah ve düzeltmede bulunmaktadır:
"Tâğut'a ittiba eden(tâbi olan, uyan)kâfirdir" demeye gelince, bu cümlenin yorumlanması ve açıklanması gerekir... Eğer ittiba Allah'tan başkasına mutlak olarak inkıyad edip bağlanmak ve ona itaat etmek anlamında olursa, bu mânâda tâbi olan kimse tartışmasız olarak kâfir olur. Ama bu tâbi oluş yalnızca amel ile olup mutlak olarak bağlanmanın zarûretine itikad etmek sözkonusu olmazsa... Bu mânâda tâbi olan ve itaat eden kimse sadece âsîdir, kâfir değildir. İşleyen kişiyi kâfir yaptığına ve sadece ameli dolayısıyla bile olsa, ondan iman sıfatını kaldırdığına dair nass vârid olan hususlar ise bundan müstesnâdır."(H. el-Hudaybi, Duâtun Lâ Kudat (İnanç Sorunları) İnkılap Yay. s. 329-331)
Hudaybî'nin bu sözleri aslında kitabın değişik yerlerinde devamlı vurgulanan diğer birçok âlimin görüşlerinin benzerinden başka birşey değildir. Onun tekfir cemaatine yönelik eleştirilerinden birisi de Kur’an âyetleriyle muhâtap oluşlarındaki yanlış yöntemdir.
Bu konuyu da şöyle izah ediyor:
"Yüce Allah dilemiş olsaydı, bütün ahkâmı yalnızca Kur’ân-ı Kerim'de yahut da sadece hadîs-i şeriflerde toplayabilirdi. Yine Yüce Allah dilemiş olsaydı her bir mesele ile ilgili hükmü bizâtihî bir tek âyette nassa bağlar, yahut da bir tek hadiste hükme bağlardı. Ve bunlar da bu hükmü anlamak konusunda iki kişi arasında bile farklı görüş ortaya çıkmazdı. Elbette ki Yüce Allah, hiç bir şeyden acze düşmez. Fakat O'nun irâdesi bundan başkasını murad etmiştir:"O, yaptığından sorulmaz. Fakat onlar sorulurlar."(21/Enbiyâ, 23)
Örnek olarak şunu verelim:
Kur’ân-ı Kerim'in ikinci sûresi olan Bakara Sûresi, talâk(boşanma)ile ilgili birtakım hükümler ihtivâ etmektedir. Kur'an tertibinin son üçte biri arasında yer alan Ahzab Sûresi'nde de yine talâk ile ilgili başka âyetler buluyoruz. Bundan sonra Kur’ân-ı Kerim'in son taraflarında yer alan Talâk Sûresi'nde de talâk ile ilgili pek çok hükmün bulunduğunu görüyoruz. Bütün bunlardan ayrı olarak sahîh ve Rasûlullah’a(s.a.v.)kadar senedi ulaşan ve aynı konu ile ilgili hadisler de buluyoruz.
O halde bizim yapmamız gereken şudur:
Yüce Allah'ın bizden ne istediğini bilmemiz, onun istediği hükmün ne olduğunu anlayıp ona itikad edip uygulamamız için bütün bunları bir araya getirmemiz, toplamamız gerekir. Şayet bizler birtakım âyetleri bırakıp başkalarıyla amel edecek olursak yahut birtakım hadisleri bırakıp sadece diğer birtakım hadislerle amel edersek ya da hadisi bırakıp âyetlerle yahut âyetleri bırakıp hadislerle amel edecek olursak, -terkettiğimiz ve gereğince amel etmediğimiz için- asî olmuş, günah kazanmış oluruz. Üstelik Yüce Allah'ın hükmünü kasdî olarak değiştirmeye ve sözleri yerinden oynatıp tahrif etmeye, Yüce Allah'a yalan iftirada bulunmaya da kalkışmış oluruz. Çünkü sözün bir kısmını nakledip bir kısmını nakletmeyen kimse, o sözü yerinden oynatıp tahrif etmiş, değiştirmiş olur.
Rasûlullah(s.a.v.)bizlere, âyetlerle hadîsleri bir arada değerlendirmeyi, onlar arasında karşılaştırma yapmayı, bunların hangisinin has, hangisinin âmm olduğunu bilmeyi, bundan sonra da kendisiyle amel etmemiz vâcip olan şer'î hükmü çıkartmayı öğretmiş bulunuyor.
Meselâ, sahih olarak sâbit olduğuna göre Hz. Peygamber(s.a.v.)namaz kılmakta olan bir kişiye seslenmiş, o da: "Namazla meşgul olurken başka birşeyle uğraşmamak gerekir" şeklindeki umûmî(âmm)emirle ve namazda herhangi bir şekilde konuşmak ve başka zamanlarda câiz olan işleri yapmak sahih/doğru değildir, hükmüyle amel ederek ona cevap yermedi. Namaz kılan namazını bitirince Hz. Peygamber, seslendiği zaman kendisine cevap vermekten neyin alıkoyduğunu sormuş, onun namaz ile meşgul olduğunu bildirmesi üzerine, Hz. Peygamber ona Yüce Allah'ın şu buyruğunu hatırlatıp görüşüne karşı çıkmıştı;"Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve Rasûlu'nün çağrısına koşun."
Rasûlullah’ın(s.a.v.)kendi ameli ve sahâbîlerin bu konudaki uygulamaları ile ilgili örnekler pek çoktur. Bundan önce Hz. Osman'ın altı ay hamilelik döneminden sonra doğum yapan kadının recm edilmesine dair olan emrini, buna karşılık Hz. Ali’nin(r.a.)ona Yüce Allah'ın;"Onun(ana karnında)taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü."buyruğu ile birlikte;"Anneler çocuklarını-emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için-tam iki yıl emzirirler."ile birlikte hatırlattı ve bu iki âyetin beraber ele alındığı takdirde, onlardan çıkartılacak şer'î hüküm olan hamilelik süresinin bazen altı ay olabileceğine dikkatini çekti. Bu sefer Hz. Osman kadının recm edilmesi emrinden vazgeçti. Bu şekilde âyet ve hadisler arasında karşılaştırma yapıp birlikte mütâlaa etmek, sonradan uydurulmuş bir bid'at değildir.
Kur’ân-ı Kerîm ile direkt olarak ilişki kurmanın zorunluluğuna dair söylenen söze gelince; Allah'ın yardımını isteyerek konu ile ilgili şu açıklamayı yapıyoruz:
Yüce Allah kendisinden başka ve Rasûlü'nden başka herhangi bir kimseye tâbi olunmasını emretmiş değildir. Bu bakımdan müslümana farz olan şer'î hükmün ne olduğunu bilmek üzere imkânı nisbetinde Allah'ın Kitabı'na ve Rasûlullah’ın(s.a.v.)sahîh ve sâbit olan hadislerinde yer alan delillere tâbi' olmaya çalışmasıdır. Şayet bundan âciz olduğunda, bu hükümleri başkasından alacak olursa, böyle bir kimsenin yapması gereken şudur: O onlardan başka herhangi bir kimsenin emrini değil de Yüce Allah'ın ve Rasûlu'nün hükmünü uygulamakta olduğuna kesin olarak itikad etmelidir.
Kur’ân-ı Kerim ile alâka kurmak ve O'nun âyetlerinden Allah'ın uyulması gereken hükmünün hangisi olduğuna dair deliller çıkartmak üzere bu âyetlerden hüküm çıkarmak için ictihad etmeye çalışırken bunu yalnızca Kur'an'ın çerçevesinde bırakmak hakkı hiç kimsede yoktur.(9/Tevbe, 122; 49/Hucurât, 6; 27/Neml, 64; 2/Bakara, 106; 14/İbrahim, 4; 26/Şuarâ, 103-105; 17/İsrâ, 36; 22/Hacc, 3)
"Fetvâ verenler mutlaka şu üç kısımdan birisidir:
1- Gerekli incelemeyi ve yapması gereken bütün araştırmaları sonuna kadar yaptıktan sonra, kendisine ulaşmış olan naslara uygun olarak fetvâ veren âlim kişi. Bu kimse, ister hata etsin, ister isâbet etsin ecir kazanır. Böyle bir kimsenin bilmiş olduğu şeye göre fetvâ vermesi de vâcibtir.
2- Vâcib olmadığı halde fetvâ vermekte olduğunu bilerek, uygun gördüğü şekilde fetvâ veren fâsık kişi.
3- Zayıf akıllı bir kişi olup, kesin ilme sahip olmadan fetvâsını veren, bununla birlikte isâbet ettiğini de zanneden, fakat gerektiği gibi araştırmasını yapmayan, câhil olduğunu bilen ve yapmaması gereken bu işi yapmaktan uzak kalan kişi."
Bir şey bilmekle birlikte pek çok şey bilmeyen fakîh çoktur. Dininin herhangi bir meselesini bilen herkesin o mesele hakkında fetvâ vermesi câizdir. Onun bilmemiş olduğu diğer meseleler, bilmiş olduğu konuda fetvâ vermesine engel değildir. Nitekim onun herhangi bir şeyi bilmiş olması bilmediği şeyler hakkında fetvâ vermesini de mubah kılmaz.
Kendisini tetkik etmeye, ictihad etmeye, delillerden hüküm çıkartıp fetvâ vermeye, yani varmış olduğu kanaate göre âlemlerin Rabbi'nin buyruğu hakkında söz söylemeye ehil kılan bu özelliklerin kendisinde toplandığı bir kişi, kalkıp da kendisini parlak ve coşkun zekânın, kendilerinin Allah'ın dininde sabır ve sebat ettiklerine dair şehâdet edilen, takva ve vera’, büyük gayretin ve azimetin, Yüce Allah'ın dinini iktidar yapan güçlü azimetlerin sahibi olan, kendilerini hak davanın zaferi için adayan ve bu konuda nefislerini satan kimselerin, yani salih selefin görüşlerinden oluşan büyük bir birikimden mahrum eden kimse; kendisini çok büyük bir hayırdan mahrum kılmış, çıkış noktası olarak da kendisine çok yanlış bir yol seçmiş olur.”(H. el-Hudaybi, Duâtun Lâ Kudat (İnanç Sorunları) İnkılap Yay. s. 335-343)
Tekfir cemaatinin görüşlerine reddiye hazırlayıp cevap veren yalnızca Hudaybî değildir. Seyyid Kutub'un, Mevdûdî'nin, Yusuf el-Karadavi’nin, Muhammed Kutub'un ve geçmiş ulemânın "tekfîrci görüşü" reddeden fikirlerini anlatmış ve alıntılar yapmıştık. Tekfirci görüşe reddiye olarak yazılan ve geniş yankılar uyandıran bir başka eserden daha sözetmek istiyoruz. Bu eser ele alınış amacıyla Hudaybî'nin eserine benzemekle beraber daha güncel olmasıyla ondan ayrılmaktadır. Evet, Abdurrezzak Samarrai’nin "Dünden Bugüne Tekfir Olayı" kitabından bahsediyoruz. Adı geçen eserinde bugün tekfîrci olarak bilinen grubun, aslında bilerek-bilmeyerek geçmişte yaşamış bazı fırkaların görüşlerini tekrar ettiklerini ispat eden Samarraî tekfirci görüşün iddialarını da bir bir cevaplamaktadır. Çağımızda yaşayan bir âlim olması iyi ve kolay anlaşılan bir üslup kullanmasına sebep olmuştur. Şimdi bu eserden bazı görüşleri özetleyelim: (Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 231-245)
Moderatör tarafında düzenlendi: