Ö
Çevrimdışı
ALLAH İÇİN VAR OLMAK
Bilinmezden gelip yine bilinmeze gidecek yolcular mıyız insan olarak? İki ucu bilinmeyen, ortası dünya olan bir serüvenin figüranlığını yaptığımız bir hayat mıdır yaşadıklarımız? Ya da yaşadıklarımız, son yolculuğumuza yelken açtığımızda, susuzluğumuzu daha da artıracak bir serap olarak mı kalacak ardımızda? Hayallerin çok üzerinde güzelliklerle dolu bambaşka bir dünyanın kapılarını açmaya mı vesile olacak yoksa?
Ne geldiğimiz yer, ne gideceğimiz menzil ve ne de ikisi arasında kısa bir müddet geçireceğimiz yerde kalışımızın sebepleri meçhul değildir elbette. Öylesine malumdur ki, bunu söylemek, sadece malumun ilamı olacak kadar berraktır. Tüm soruların tek bir cevabı vardır: Allah! Evet; Allah’tan geldik, “…Allah için varız ve Allah’a döneceğiz.” (Bakara: 156)
“Allah’tan gelip Allah için var olmak ve yine O’na dönmek” şeklinde özetlenen hayat serüvenimizin en önemli ayağı, ‘Allah için var olmak’ kısmı olan dünya hayatıdır. Çünkü Allah’a dönüşün nasıllığı, ‘Allah için var olmanın nasıl anlaşıldığına ve nasıl değerlendirildiğine bağlıdır. Attığımız her adım, söylediğimiz her söz, yaptığımız her amel Allah’a dönüş etabındaki yolculuğumuzda, ya bize güç ve kuvvet verecek birer azık, ya da bizi güç ve kuvvetten düşüren, boynumuza dolanıp eziyet ve sıkıntı veren, bizden önce Rabbimizin huzuruna çıkıp aleyhimizde tanıklık eden birer muhbir görevi görecekler. Çünkü iki menzil var Allah’a dönüş yolunda… Biri, Allah için var olmanın anlamını kavrayanların varacakları ebedi saadet ve mükâfat yurdu cennet! “O, ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir konaklama yeridir.” (Furkan: 76) Diğeri ise Allah için var olmayı gurur, kibir ve enaniyetlerine yedirmeyerek şeytan ve dostlarıyla birlikte yaşama bedbahtlığına düşenlerin ulaşacakları ebedi ceza yurdu olan cehennem! “Şüphesiz o, ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir konaklama yeridir.” (Furkan: 66)
Nedir Allah için var olmak?
Yaratılış amacını bilmek ve bu amaç doğrultusunda yaşamaktır, Allah için var olmak. Allah bizleri hiçbir şey için değil, sadece ve sadece kendisine kulluk etmemiz için yarattı. O halde O’na kul olmak, varlığımızı O’na adamamız, O’na olan kulluğumuzun en güzel ifadesi olacaktır. Ömrümüzü, ömürlerine feda edecek kadar sevdiklerimizi, yeri geldikçe O’na armağan diye sunabilmektir, O’na hakkıyla kul olmak. Yani karşılığında cenneti satın almak üzere mal ve canımızı O’na satmış olmanın ve bu alışverişten gönül huzuru duymanın adıdır Allah’a kul olmak… O’na gereği gibi ibadet, taat ve itaatte bulunmanın derin hazzı tadılabiliyorsa, O’nun koyduğu kurallara sıkı sıkıya bağlı kalınıyorsa, haramlarından sakınıp helallerle yetiniliyorsa… Yaratılış amacı olan kulluk anlaşılmıştır.
Allah için var olmak, Müslüman bir kul olarak, Allah’a halife olmanın sorumluluğunu ve kendisine yüklenmiş olan görevin ağırlığını her an omuzlarda hissetmektir. Çok zalim ve çok cahil olduğuna aldırmadan göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı o kutlu emanetin hakkını yerine getirmek için çaba harcamaktır. Allah’a halife olmak, kulluğun manasını özümsedikten sonra, Allah namına, Allah’ın yaratıkları üzerinde tasarrufta bulunmaktır. Ama bu tasarruf yine Allah’ın kurallarıyla olmalı, sınır aşılmamalı, hududlar çiğnenmemeli, çizgi geçilmemelidir. Aksi halde; “Zelum” ve “Cehul” sıfatlarımız ortaya çıkar ki, Allah’a halifelik görevi, şeytana asker olmaya; ‘Allah için var olma’ anlayışı ise, nefis ve şeytana hizmete dönüşmeye namzed olur.
Allah için var olmak, her şeyimizi O’na has kılmaktır. “Namazlarımızı, ibadetlerimizi, yaşam ve ölümümüzü” (En’am Suresi: 162. Ayetten iktibas) Allah’a has kılmanın, O’na tahsis etmenin rahatlığını, huzurunu ve özgürlüğünü yaşamaktır. Genel anlamda bütün bir yaşam, özel anlamda ise yaptığımız her amel O’nun için olmalıdır. İslam için sa’y ve gayretlerimiz, O’nun kitabını ve Resulü Aleyhisselatu Vesselam’ın sünnetini hayata hâkim kılmak için yapacağımız faaliyetler ya da daha küçük ölçekli bir amel olarak, bir Müslüman’a vereceğimiz Allah selamı, hasta olan bir kardeşimize yapacağımız ziyaret, Müslüman bir kardeşimize göstereceğimiz güler yüz ve sevgi, O’na has kılınan hayatın içindeki amellerden sadece birkaçıdır. Ve ancak Allah’a has kılınan amellerden oluşan bir hayat anlamlıdır, yaşamaya değer bir özellik taşır. Allah’a has kılınmayan bir yaşam, O’nun rızasına atfedilmeyen bir amel, O’nun hoşnutluğu gözetilmeden atılan bir adım, O’nun yaşamdan çıkarıldığı bir hayatı yaşarken gelen bir ölüm, insana pişmanlıktan, huzursuzluktan, sıkıntıdan, dertten, kederden, bela üstüne belaya uğramaktan başka bir şey kazandırmaz çünkü… Ahiretteki karşılığı ise çok daha elim ve vahimdir. “İnkâr edenlere gelince, onlar için de cehennem ateşi vardır. Onlar için ne karar verilir ki böylece ölüversinler, ne de kendilerine onun azabından (bir şey) hafifletilir. İşte biz, her nankör olanı böyle cezalandırırız.” (Fatir: 36)
Evet; her şeyimiz O’nun için, O’na müteveccih ve O’na dönük olmalıdır. O’na tahsis edilmeyen hiçbir şeyin aslında yapılmadığını; yapana eziyet, yorgunluk, huzursuzluk ve pişmanlık sebebi olduğunu Kur’an-ı Kerim’in müteaddit ayetleriyle ayne’l yakin derecesinde biliyor olmalıyız. O halde mükellef tutulduğumuz yaştan ölüme kadar geçen hayat serüvenimizin yol haritası O’na kulluk; güzergâhı, O’na halife olmanın bilinci; pusulası ise, her şeyin O’na tahsis edilmesidir.
İhsan sahibi olmaktır, Allah için var olmak. Yani Allah’ın bizi gördüğüne, bizi gözettiğine, yapıp–ettiklerimizi bildiğine, konuştuklarımızı duyduğuna; aklımızla düşündüklerimizden, kurduğumuz hayallerimizden ve kalplerimizden geçen şeylerden haberdar olduğuna inanmaktır. O’na ibadet ettiğimizde, “Bizi görüyormuşçasına ibadet etmeliyiz. Biz O’nu görmüyorsak da, o bizi görüyor” (Müslim, Cibril Hadisi) çünkü… Yaşamımızda da O’nun bizi gördüğünü, O’ndan hali bir yer olmadığını bilerek hareket etmek durumundayız. Yani bir harama meylederken, Allah’ın hoşnut olmayacağını bildiğimiz bir amele yönelirken, gıybet ve koğuculuk yaparken, amellerimizden dolayı kibir, ucb ve riyaya düşerken, O’nun kullarına karşı büyüklük taslarken bizi her an gören biri vardır. Öyle biri ki; “…O’nu uyuklama ve uyku tutmaz…” (Bakara: 255) O’nun varlığı ve her an bizi görüp gözetmesi bir otokontrol mekanizması olarak amellerimizi düzene sokmalı, aşırılıklarımızı törpülemeli, nefsanî istek ve arzularımızı gemlemeli, haramlara yönelişimizi engellemeli ve kulluğun gerektirdiği çizgi üzerinde yürütmelidir. O’nun varlığı, damarlarımızda akan kan gibi bütün bedenimizi istila etmelidir. Öyle ki Rabbimiz; gören gözümüz, tutan elimiz, duyan kulağımız olsun.
Allah için var olmak; O’nun rızası için sevip O’nun rızası için buğzetmektir. Hiçbir şeyi O’nun dengi bir sevgiyle sevmemeli, yine buğzettiklerimizden, O’nun rızası için nefret etmeliyiz. Sevdiklerimiz; O’nun sevgisine mazhar olma ve rızasını kazanma vesilesi olmalıdır bizim için. Ve sevilenler, işte tam da bu nedenle sevilmelidir. Sevdiklerimizi bize sevdiren, kalbimizde sevgi, rahmet ve şefkat barındıran, kalplerimizin asıl sahibi olan Allah değil midir zaten? O sevmemizi istemeseydi, sevdiklerimizden hangisini sevebilirdik? Bu gerçeği hatırda tutmakla birlikte, bütün sevgilerin özünün ve aslının Allah sevgisi olduğu bilinmeli; diğer bütün sevilenler, O’nun sevgisi söz konusu olduğunda, göz kırpmadan feda edilebilecek kadar değersiz olmalı, suya nazaran aldatıcı bir serap olduğu unutulmamalıdır. Aksi halde sevdiklerimiz bir fitne olacaktır bizim için.
Allah için var olmak, O’na hizmette ölçü tanımamaktır. O’na yaptığımız her hizmeti, aslında kendimiz için yapmıyor muyuz? Ne yaptığımız iyi amellerin Rabbimize bir faydası vardır, ne de kötü amellerimizin O’na bir zararı dokunur. İyilikler bizim lehimize, kötülükler bizim aleyhimizedir o dehşetli günde. O halde, O’nun rızasını gözeterek yaptığımız her amel, ebedi saadet yurdu için bir azıktır bizim için. Madem öyledir, o zaman “Bugün Allah için ne yaptın?” sorusu, aslında “Bugün kendin için ne yaptın?” şeklinde olmalı değil midir?
Allah için var olmak; kalbimizde, yüreğimizde, gönlümüzde, ruhumuzda, yaşantımızda O’nu bütün Yârların üstünde yâr kılmaktır. Çünkü bu dünya sadece geçici bir dinlenme yeri ve bir misafirhanedir. Bu misafirhanenin dertleri, kederleri, üzüntü, sıkıntı, zorluk, meşakkat ve eziyetleri O’nun rahmeti olmasa nasıl çekilecek? O’nun gibi bir yardan yoksun olan nasıl yaşayabilir ki bu dünyada? “Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yar ise, herkes yardır, her yer yarar. Eğer yar değilse, her yer kalbe dardır ve herkes düşmandır.” (Bediüzzaman Said–i Nursi Rahmetullahi Aleyh; 16. Mektubun Zeyli) O’nun tüm Müslümanlar için Yar olması dua, dilek ve temennisiyle…
Naşit Tutar (inzar Dergisi 43. Sayı)
Bilinmezden gelip yine bilinmeze gidecek yolcular mıyız insan olarak? İki ucu bilinmeyen, ortası dünya olan bir serüvenin figüranlığını yaptığımız bir hayat mıdır yaşadıklarımız? Ya da yaşadıklarımız, son yolculuğumuza yelken açtığımızda, susuzluğumuzu daha da artıracak bir serap olarak mı kalacak ardımızda? Hayallerin çok üzerinde güzelliklerle dolu bambaşka bir dünyanın kapılarını açmaya mı vesile olacak yoksa?
Ne geldiğimiz yer, ne gideceğimiz menzil ve ne de ikisi arasında kısa bir müddet geçireceğimiz yerde kalışımızın sebepleri meçhul değildir elbette. Öylesine malumdur ki, bunu söylemek, sadece malumun ilamı olacak kadar berraktır. Tüm soruların tek bir cevabı vardır: Allah! Evet; Allah’tan geldik, “…Allah için varız ve Allah’a döneceğiz.” (Bakara: 156)
“Allah’tan gelip Allah için var olmak ve yine O’na dönmek” şeklinde özetlenen hayat serüvenimizin en önemli ayağı, ‘Allah için var olmak’ kısmı olan dünya hayatıdır. Çünkü Allah’a dönüşün nasıllığı, ‘Allah için var olmanın nasıl anlaşıldığına ve nasıl değerlendirildiğine bağlıdır. Attığımız her adım, söylediğimiz her söz, yaptığımız her amel Allah’a dönüş etabındaki yolculuğumuzda, ya bize güç ve kuvvet verecek birer azık, ya da bizi güç ve kuvvetten düşüren, boynumuza dolanıp eziyet ve sıkıntı veren, bizden önce Rabbimizin huzuruna çıkıp aleyhimizde tanıklık eden birer muhbir görevi görecekler. Çünkü iki menzil var Allah’a dönüş yolunda… Biri, Allah için var olmanın anlamını kavrayanların varacakları ebedi saadet ve mükâfat yurdu cennet! “O, ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir konaklama yeridir.” (Furkan: 76) Diğeri ise Allah için var olmayı gurur, kibir ve enaniyetlerine yedirmeyerek şeytan ve dostlarıyla birlikte yaşama bedbahtlığına düşenlerin ulaşacakları ebedi ceza yurdu olan cehennem! “Şüphesiz o, ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir konaklama yeridir.” (Furkan: 66)
Nedir Allah için var olmak?
Yaratılış amacını bilmek ve bu amaç doğrultusunda yaşamaktır, Allah için var olmak. Allah bizleri hiçbir şey için değil, sadece ve sadece kendisine kulluk etmemiz için yarattı. O halde O’na kul olmak, varlığımızı O’na adamamız, O’na olan kulluğumuzun en güzel ifadesi olacaktır. Ömrümüzü, ömürlerine feda edecek kadar sevdiklerimizi, yeri geldikçe O’na armağan diye sunabilmektir, O’na hakkıyla kul olmak. Yani karşılığında cenneti satın almak üzere mal ve canımızı O’na satmış olmanın ve bu alışverişten gönül huzuru duymanın adıdır Allah’a kul olmak… O’na gereği gibi ibadet, taat ve itaatte bulunmanın derin hazzı tadılabiliyorsa, O’nun koyduğu kurallara sıkı sıkıya bağlı kalınıyorsa, haramlarından sakınıp helallerle yetiniliyorsa… Yaratılış amacı olan kulluk anlaşılmıştır.
Allah için var olmak, Müslüman bir kul olarak, Allah’a halife olmanın sorumluluğunu ve kendisine yüklenmiş olan görevin ağırlığını her an omuzlarda hissetmektir. Çok zalim ve çok cahil olduğuna aldırmadan göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındığı o kutlu emanetin hakkını yerine getirmek için çaba harcamaktır. Allah’a halife olmak, kulluğun manasını özümsedikten sonra, Allah namına, Allah’ın yaratıkları üzerinde tasarrufta bulunmaktır. Ama bu tasarruf yine Allah’ın kurallarıyla olmalı, sınır aşılmamalı, hududlar çiğnenmemeli, çizgi geçilmemelidir. Aksi halde; “Zelum” ve “Cehul” sıfatlarımız ortaya çıkar ki, Allah’a halifelik görevi, şeytana asker olmaya; ‘Allah için var olma’ anlayışı ise, nefis ve şeytana hizmete dönüşmeye namzed olur.
Allah için var olmak, her şeyimizi O’na has kılmaktır. “Namazlarımızı, ibadetlerimizi, yaşam ve ölümümüzü” (En’am Suresi: 162. Ayetten iktibas) Allah’a has kılmanın, O’na tahsis etmenin rahatlığını, huzurunu ve özgürlüğünü yaşamaktır. Genel anlamda bütün bir yaşam, özel anlamda ise yaptığımız her amel O’nun için olmalıdır. İslam için sa’y ve gayretlerimiz, O’nun kitabını ve Resulü Aleyhisselatu Vesselam’ın sünnetini hayata hâkim kılmak için yapacağımız faaliyetler ya da daha küçük ölçekli bir amel olarak, bir Müslüman’a vereceğimiz Allah selamı, hasta olan bir kardeşimize yapacağımız ziyaret, Müslüman bir kardeşimize göstereceğimiz güler yüz ve sevgi, O’na has kılınan hayatın içindeki amellerden sadece birkaçıdır. Ve ancak Allah’a has kılınan amellerden oluşan bir hayat anlamlıdır, yaşamaya değer bir özellik taşır. Allah’a has kılınmayan bir yaşam, O’nun rızasına atfedilmeyen bir amel, O’nun hoşnutluğu gözetilmeden atılan bir adım, O’nun yaşamdan çıkarıldığı bir hayatı yaşarken gelen bir ölüm, insana pişmanlıktan, huzursuzluktan, sıkıntıdan, dertten, kederden, bela üstüne belaya uğramaktan başka bir şey kazandırmaz çünkü… Ahiretteki karşılığı ise çok daha elim ve vahimdir. “İnkâr edenlere gelince, onlar için de cehennem ateşi vardır. Onlar için ne karar verilir ki böylece ölüversinler, ne de kendilerine onun azabından (bir şey) hafifletilir. İşte biz, her nankör olanı böyle cezalandırırız.” (Fatir: 36)
Evet; her şeyimiz O’nun için, O’na müteveccih ve O’na dönük olmalıdır. O’na tahsis edilmeyen hiçbir şeyin aslında yapılmadığını; yapana eziyet, yorgunluk, huzursuzluk ve pişmanlık sebebi olduğunu Kur’an-ı Kerim’in müteaddit ayetleriyle ayne’l yakin derecesinde biliyor olmalıyız. O halde mükellef tutulduğumuz yaştan ölüme kadar geçen hayat serüvenimizin yol haritası O’na kulluk; güzergâhı, O’na halife olmanın bilinci; pusulası ise, her şeyin O’na tahsis edilmesidir.
İhsan sahibi olmaktır, Allah için var olmak. Yani Allah’ın bizi gördüğüne, bizi gözettiğine, yapıp–ettiklerimizi bildiğine, konuştuklarımızı duyduğuna; aklımızla düşündüklerimizden, kurduğumuz hayallerimizden ve kalplerimizden geçen şeylerden haberdar olduğuna inanmaktır. O’na ibadet ettiğimizde, “Bizi görüyormuşçasına ibadet etmeliyiz. Biz O’nu görmüyorsak da, o bizi görüyor” (Müslim, Cibril Hadisi) çünkü… Yaşamımızda da O’nun bizi gördüğünü, O’ndan hali bir yer olmadığını bilerek hareket etmek durumundayız. Yani bir harama meylederken, Allah’ın hoşnut olmayacağını bildiğimiz bir amele yönelirken, gıybet ve koğuculuk yaparken, amellerimizden dolayı kibir, ucb ve riyaya düşerken, O’nun kullarına karşı büyüklük taslarken bizi her an gören biri vardır. Öyle biri ki; “…O’nu uyuklama ve uyku tutmaz…” (Bakara: 255) O’nun varlığı ve her an bizi görüp gözetmesi bir otokontrol mekanizması olarak amellerimizi düzene sokmalı, aşırılıklarımızı törpülemeli, nefsanî istek ve arzularımızı gemlemeli, haramlara yönelişimizi engellemeli ve kulluğun gerektirdiği çizgi üzerinde yürütmelidir. O’nun varlığı, damarlarımızda akan kan gibi bütün bedenimizi istila etmelidir. Öyle ki Rabbimiz; gören gözümüz, tutan elimiz, duyan kulağımız olsun.
Allah için var olmak; O’nun rızası için sevip O’nun rızası için buğzetmektir. Hiçbir şeyi O’nun dengi bir sevgiyle sevmemeli, yine buğzettiklerimizden, O’nun rızası için nefret etmeliyiz. Sevdiklerimiz; O’nun sevgisine mazhar olma ve rızasını kazanma vesilesi olmalıdır bizim için. Ve sevilenler, işte tam da bu nedenle sevilmelidir. Sevdiklerimizi bize sevdiren, kalbimizde sevgi, rahmet ve şefkat barındıran, kalplerimizin asıl sahibi olan Allah değil midir zaten? O sevmemizi istemeseydi, sevdiklerimizden hangisini sevebilirdik? Bu gerçeği hatırda tutmakla birlikte, bütün sevgilerin özünün ve aslının Allah sevgisi olduğu bilinmeli; diğer bütün sevilenler, O’nun sevgisi söz konusu olduğunda, göz kırpmadan feda edilebilecek kadar değersiz olmalı, suya nazaran aldatıcı bir serap olduğu unutulmamalıdır. Aksi halde sevdiklerimiz bir fitne olacaktır bizim için.
Allah için var olmak, O’na hizmette ölçü tanımamaktır. O’na yaptığımız her hizmeti, aslında kendimiz için yapmıyor muyuz? Ne yaptığımız iyi amellerin Rabbimize bir faydası vardır, ne de kötü amellerimizin O’na bir zararı dokunur. İyilikler bizim lehimize, kötülükler bizim aleyhimizedir o dehşetli günde. O halde, O’nun rızasını gözeterek yaptığımız her amel, ebedi saadet yurdu için bir azıktır bizim için. Madem öyledir, o zaman “Bugün Allah için ne yaptın?” sorusu, aslında “Bugün kendin için ne yaptın?” şeklinde olmalı değil midir?
Allah için var olmak; kalbimizde, yüreğimizde, gönlümüzde, ruhumuzda, yaşantımızda O’nu bütün Yârların üstünde yâr kılmaktır. Çünkü bu dünya sadece geçici bir dinlenme yeri ve bir misafirhanedir. Bu misafirhanenin dertleri, kederleri, üzüntü, sıkıntı, zorluk, meşakkat ve eziyetleri O’nun rahmeti olmasa nasıl çekilecek? O’nun gibi bir yardan yoksun olan nasıl yaşayabilir ki bu dünyada? “Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yar ise, herkes yardır, her yer yarar. Eğer yar değilse, her yer kalbe dardır ve herkes düşmandır.” (Bediüzzaman Said–i Nursi Rahmetullahi Aleyh; 16. Mektubun Zeyli) O’nun tüm Müslümanlar için Yar olması dua, dilek ve temennisiyle…
Naşit Tutar (inzar Dergisi 43. Sayı)