Bugün Müslümanlar olarak bulanık bir çağın baskısı altındayız. Zihinler, yürekler bulanık, kıble bulanık. Kitabı bile bulanık görmeye başladık. Oysa hayat boşluk kabul etmiyor. Hayatı hay huya değil, Hayyü’l-kayyum olana teslim etme mecburiyetimiz var. Allah’a teslimiyette gösterdiğimiz ihmalkârlıklarımız Allah’tan başkalarına teslim olma riski oluşturuyor.
Allah’ı bırakıp başkasına boyun eğenler, Şeytana boyun eğerler...4/117
İslami bilinci ve bu bilinç istikametinde olgunlaşan imanı gerçek bir kök kabul eder isek; Bunlar yaşandığı zaman tezahür eden hasletler ise köke nispetle birer çiçek veya birer meyve durumundadır. Kök anlaşılmadan, kökteki bilinç, kökteki iman yaşanmadan çiçeğe sahip çıkmaya çalışmak dalından koparılan bir çiçeğe sahip çıkmaya veya bu çiçeği yakaya takmaya benzer ki bu çiçek solmaya ve sararmaya mahkûmdur.
Yakalarımıza taktığımız bu çiçek geçici bir süre bizde gözükse de bizlerde kök salmadığı bizlere yabancı ve bizlerden kopuk olduğu için bizlerde emanet bir eşya, emanet bir duygu görüntüsü vermektedir. Oysaki sahiplendiğimiz veya sahipleneceğimiz hasletlerin bizlerin bir parçası olması, bizlerde yeşermesi gerekmez mi?
Belki de bizler amentüye göre kulluğumuzu değil de, Kulluklarımıza göre amentümüzü yaşıyoruz.
Hayatında hiç zeytin ağacı görmemiş ve zeytin yememiş saf bir adam ilk kez bir zeytin ağacıyla karşılaşır. Bu ağacın zeytin ağacı olduğunu öğrenince ağacının dalına uzanarak bir zeytin koparır. Ve ağzına götürür. Zeytin henüz olmadığı ve olgunlaşmadığı için ağzı acılanır. Ve bu acı ile yüzünü buruşturarak “ya Rabbi, sen bu zeytini kuranı kerim’de methediyorsun. Acaba, tadına baktın damı methettin, yoksa tadına bakmadan mı methettin” der.
Tebessüm ederek karşıladığımız imanı bilince ilişkin bu yanılgı değişik boyutlarda az veya çok olarak Müslümanlarda bulunmaktadır. Vahyin berrak pınarından beslenmeyince neler olduğunu anlamak için kafamızı kaldırıp resme bakmamız kâfi değil mi?
İnsanlık tarihinin her döneminde “Allah yolu”na yönelik çarpıtmaların, saptırmaların, ayak kaydırmaların yaygın bir tarzda yaşandığına tanık oluyoruz. Rububiyet ve ubudiyet davası bu noktada kilitleniyor. Kulluk yürüyüşündeki tıkanma ve çözülmenin,”yol” ve “istikamet” sapması ile başladığını görüyoruz. Saptıran şeytan “yolumuzda mevzilenmiş olan, kavşakları tutan düşman ve “Rabbimiz uyarıyor:
İblis: "öyle ise beni azdırmana karşılık ant içerim ki, bende onları (insanları)saptırmak için senin doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın”dedi. (Araf : 16–17)
İkiyüzlülerin, gerçek yüzüdür şeytan... (2 / 14)
Paylaşmayı bilmeyen, bencil ve çıkarları için aldatan, kaybeden ve kaybettirendir şeytan... (2 / 36)
Fakirlik korkusu aşılayarak paylaşımı engelleyen, cimriliğin adıdır şeytan... (2 / 268)
İnsanlara ben kazandım dedirterek ayaklarını kaydıran... (3 / 155)
Yapılan her yanlışı şeytan süsler… (6 / 43)
Ve Allah için yapılan her mücadelede karşı safta yer alan her varlığın adı tağuttur, şeytanın dostu olan... (4 / 76)
Şeytan ve dostları tüm güçleri ile müminleri Allah yolundan koparmak için mevzilenmiş, Bu tehlikeye karşın Rabbimiz, kulluk çizgisinde duruşumuzu netleştirmeyi, kendi yolunda kararlılık göstermemizi tembihliyor:
Hepiniz topluca İslam'a girin ve şeytanın adımlarına tabi olmayın... (Bakara : 208)
Sadece kendisine kulak verenleri etkileyen, müminlere ve tam bir teslimiyetle Allaha teslim olanlara zarar veremeyen... (3 / 175)
Şeytan ve dostlarının yaklaşımlarına bir örnek olarak; teoride doğru fakat konum ve şartlar açısından pratikte yanlış hedefler ileri sürmelerini verebiliriz. İslami hareketin tabiatında batıl görüşlerle ve bu görüşlerden kaynaklanan hastalıklarla mücadele etmek elbet teki vardır. Çünkü batıl görüşler, apaçık bir mikrop gibidir. Ne var ki söz buraya geldiği zaman büyük bir “fakat” diyeceğiz.
FAKAT !
Bu mikroplarla mücadele ederken, bu bilinçli mücadelenin öncelikle vücuda giren, bizlerde yaşayan mikroplara karşı yapılmış olması gerekir. Falanca köyde verem, filanca köyde tifo salgını olabilir. Bizim köyün muhtarını dinleyerek vereme ve tifoya karşı mücadele vermezden önce bizim köyde hangi hastalığın olduğunu tespit etmemiz gerekir. Bizim köyde veba varsa ki yok diyemiyorum. Vereme veya tifoya karşı mücadele etmemizin ve Veba komasına giren cahil doktorların telkinine inanarak her gün vereme veya tifoya karşı aşılanmamızın ne anlamı olacaktır? Önemli olan yolun başında ortasında ya da sonunda olmak değil bizden istenen Hak yolda olmaktır.
”Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur.(sırat_ı müstakimindir.)Buna uyun.(Başka )yollara uymayın. Zira yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.”(En'am : 153)
Sizce öncelikle sağlıklı bir yürüyüşü aksatan marazları ve illetleri teşhis etmek gerekmiyor mu?
Zira insanoğlu sürekli bir yol ayrımının kıyısında köşesinde duruyor. Üstelik bu tercih ettiği yol üzerinde de yürümeli. İlahi sınavda işte bu gidip gelen bu gel-gitlerimiz üzerinde gerçekleşiyor. Acaba insan sahip olduğu imkânlarla nasıl bir tercihte bulunacak? Tabi ki ”Kim” olduğumuz “neyi” temsil ettiğimiz tercihlerimizden anlaşılacak. Tercihlerimiz noktasında kime doğru yaklaşıyoruz, nerede duruyoruz? Tercihlerimizde ağır basan noktalarımız nelerdir? Allah ve Resulü(s) bizlerin tercihlerinde ne kadar etkili? Kardeşlerimiz gündemimizin kaçıncı sırasında? Peki, hiç düşündünüz mü? Bu kadar dünyevi bağ ve bağımlılık, gemlenemeyen iş ve iştahla nereye doğru gidiyoruz? Sizce bu şartlarda evlerimizin yanı başına demir atan Nuh’un gemisine binmek için doğru tercihte bulunmak mümkün müdür? Değil Nuh’un gemisinin bir yolcusu olmak, üstelik birde Hz Nuh gibi bir kaptanın emirleri altında sefere çıkmak. Tercihlerimiz neticesinde nasıl bir akıntıya kapıldığımızın farkına varmak zorundayız.
Peki, olmadı deyip yenilgilerimizi kabul mü edeceğiz? Tabi ki iç hesaplaşmalarımız, gidip gelmelerimiz, kendimizi iyi hissetmediğimiz anlarımız olacak. Fakat bunlar bizlerin belini bükmemeli, bu durumumuzu kendi içimizde anlamlandırıp yürüyüşümüzü sürdürebilmeliyiz. Kendimizi kötü hissettiğimiz her anımızda İslam’dan yüz çevirmemeliyiz.
Hz.Peygamber(s.av)’in kâtiplerinden biri olan Hanzala diyor ki; Ebubekir bana rastlayıp;
—Ey Hanzala nasılsın? Diye sordu.
—Hanzala münafık oldu, dedim.
Ebubekir; -Suphanallah bu nasıl söz ey Hanzala? Deyince şu cevabı verdim:
-Biz peygamber (s.a.v) yanındayken bize cennet ve cehennem anlattığı zaman sanki onları gözle görüyor gibi oluyoruz; sonra onun yanından çıkınca kadınlarımızla mallarımızla ve evlatlarımızla oynayıp meşgul oluyoruz. Her şeyi unutuyoruz.
—Vallahi bizde de aynı şey oluyor. Dedi
Böylece ben ve Ebubekir beraberce yürüyüp doğrudan Allah resulü(s.a.v)yanına vardık. Ona bu durumu arz ettik. Peygamber(s.a.v)şöyle buyurdu:
—Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki; eğer siz devamlı benim yanımda ki gibi olsanız, yollarınızda melekler gelip sizinle el sıkışırlar. Ne var ki, ey Hanzala, insan kâh böyle kâh öyle olur.(insanlar için bu normaldir.)dedi.
İşte onlarda bu endişeleri, sıkıntıları yaşıyorlardı. Onların da nifak korkusu, riya endişesi bellerini kırıyordu. Kılı kırk yararcasına bir iç sorgulamaya kendilerini tabi tutuyorlardı. Kullukta kemale uzanan çizgi bu bilinçten besleniyordu. İslami kimliği kirletecek sızmalara, Virüslere karşı daimi bir alarm haliydi hayatları.
Önemli olan neyi, niçin yaptığımız gerçeğinin farkında olmaktır. Durup kendimize bakmanın gereği uzun soluklu bir yürüyüş yolunda şarttır. Belki bir ayna taşımalı herkes, iç cebinde. Bakanlar ve Görenlerle uğraşmadan sıkça başvurmalı aynaya. Çünkü ayna ve aynaya akseden gözlerimiz, kendimizi kandıramadığımız iki mübarek ravzadır. Ayağımızı bir kere kaydıranın yeniden ve sürekli kaydırmak için pusuda beklediğini unutmadan, “Bugün Allah için ne yaptın?”sorusunu aşarak,”Koskoca 24 saattir Allah için yapman gerekirken neleri yapmadın? Sorusunu soralım kendimize? Ramazan Kayan’ın söylediği gibi;
Rabbimize karşı net olmalıyız;yani şirksiz,
Sonra kendimize karşı net olmalıyız;yani nifaksız,
Daha sonra insanlara karşı net olmalıyız;yani riyasız. ;
Özetleyecek olursak; Samimiyetimiz kadar varız …..
Selam ve dua ile...
Nurefşan ERDEN
Allah’ı bırakıp başkasına boyun eğenler, Şeytana boyun eğerler...4/117
İslami bilinci ve bu bilinç istikametinde olgunlaşan imanı gerçek bir kök kabul eder isek; Bunlar yaşandığı zaman tezahür eden hasletler ise köke nispetle birer çiçek veya birer meyve durumundadır. Kök anlaşılmadan, kökteki bilinç, kökteki iman yaşanmadan çiçeğe sahip çıkmaya çalışmak dalından koparılan bir çiçeğe sahip çıkmaya veya bu çiçeği yakaya takmaya benzer ki bu çiçek solmaya ve sararmaya mahkûmdur.
Yakalarımıza taktığımız bu çiçek geçici bir süre bizde gözükse de bizlerde kök salmadığı bizlere yabancı ve bizlerden kopuk olduğu için bizlerde emanet bir eşya, emanet bir duygu görüntüsü vermektedir. Oysaki sahiplendiğimiz veya sahipleneceğimiz hasletlerin bizlerin bir parçası olması, bizlerde yeşermesi gerekmez mi?
Belki de bizler amentüye göre kulluğumuzu değil de, Kulluklarımıza göre amentümüzü yaşıyoruz.
Hayatında hiç zeytin ağacı görmemiş ve zeytin yememiş saf bir adam ilk kez bir zeytin ağacıyla karşılaşır. Bu ağacın zeytin ağacı olduğunu öğrenince ağacının dalına uzanarak bir zeytin koparır. Ve ağzına götürür. Zeytin henüz olmadığı ve olgunlaşmadığı için ağzı acılanır. Ve bu acı ile yüzünü buruşturarak “ya Rabbi, sen bu zeytini kuranı kerim’de methediyorsun. Acaba, tadına baktın damı methettin, yoksa tadına bakmadan mı methettin” der.
Tebessüm ederek karşıladığımız imanı bilince ilişkin bu yanılgı değişik boyutlarda az veya çok olarak Müslümanlarda bulunmaktadır. Vahyin berrak pınarından beslenmeyince neler olduğunu anlamak için kafamızı kaldırıp resme bakmamız kâfi değil mi?
İnsanlık tarihinin her döneminde “Allah yolu”na yönelik çarpıtmaların, saptırmaların, ayak kaydırmaların yaygın bir tarzda yaşandığına tanık oluyoruz. Rububiyet ve ubudiyet davası bu noktada kilitleniyor. Kulluk yürüyüşündeki tıkanma ve çözülmenin,”yol” ve “istikamet” sapması ile başladığını görüyoruz. Saptıran şeytan “yolumuzda mevzilenmiş olan, kavşakları tutan düşman ve “Rabbimiz uyarıyor:
İblis: "öyle ise beni azdırmana karşılık ant içerim ki, bende onları (insanları)saptırmak için senin doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın”dedi. (Araf : 16–17)
İkiyüzlülerin, gerçek yüzüdür şeytan... (2 / 14)
Paylaşmayı bilmeyen, bencil ve çıkarları için aldatan, kaybeden ve kaybettirendir şeytan... (2 / 36)
Fakirlik korkusu aşılayarak paylaşımı engelleyen, cimriliğin adıdır şeytan... (2 / 268)
İnsanlara ben kazandım dedirterek ayaklarını kaydıran... (3 / 155)
Yapılan her yanlışı şeytan süsler… (6 / 43)
Ve Allah için yapılan her mücadelede karşı safta yer alan her varlığın adı tağuttur, şeytanın dostu olan... (4 / 76)
Şeytan ve dostları tüm güçleri ile müminleri Allah yolundan koparmak için mevzilenmiş, Bu tehlikeye karşın Rabbimiz, kulluk çizgisinde duruşumuzu netleştirmeyi, kendi yolunda kararlılık göstermemizi tembihliyor:
Hepiniz topluca İslam'a girin ve şeytanın adımlarına tabi olmayın... (Bakara : 208)
Sadece kendisine kulak verenleri etkileyen, müminlere ve tam bir teslimiyetle Allaha teslim olanlara zarar veremeyen... (3 / 175)
Şeytan ve dostlarının yaklaşımlarına bir örnek olarak; teoride doğru fakat konum ve şartlar açısından pratikte yanlış hedefler ileri sürmelerini verebiliriz. İslami hareketin tabiatında batıl görüşlerle ve bu görüşlerden kaynaklanan hastalıklarla mücadele etmek elbet teki vardır. Çünkü batıl görüşler, apaçık bir mikrop gibidir. Ne var ki söz buraya geldiği zaman büyük bir “fakat” diyeceğiz.
FAKAT !
Bu mikroplarla mücadele ederken, bu bilinçli mücadelenin öncelikle vücuda giren, bizlerde yaşayan mikroplara karşı yapılmış olması gerekir. Falanca köyde verem, filanca köyde tifo salgını olabilir. Bizim köyün muhtarını dinleyerek vereme ve tifoya karşı mücadele vermezden önce bizim köyde hangi hastalığın olduğunu tespit etmemiz gerekir. Bizim köyde veba varsa ki yok diyemiyorum. Vereme veya tifoya karşı mücadele etmemizin ve Veba komasına giren cahil doktorların telkinine inanarak her gün vereme veya tifoya karşı aşılanmamızın ne anlamı olacaktır? Önemli olan yolun başında ortasında ya da sonunda olmak değil bizden istenen Hak yolda olmaktır.
”Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur.(sırat_ı müstakimindir.)Buna uyun.(Başka )yollara uymayın. Zira yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.”(En'am : 153)
Sizce öncelikle sağlıklı bir yürüyüşü aksatan marazları ve illetleri teşhis etmek gerekmiyor mu?
Zira insanoğlu sürekli bir yol ayrımının kıyısında köşesinde duruyor. Üstelik bu tercih ettiği yol üzerinde de yürümeli. İlahi sınavda işte bu gidip gelen bu gel-gitlerimiz üzerinde gerçekleşiyor. Acaba insan sahip olduğu imkânlarla nasıl bir tercihte bulunacak? Tabi ki ”Kim” olduğumuz “neyi” temsil ettiğimiz tercihlerimizden anlaşılacak. Tercihlerimiz noktasında kime doğru yaklaşıyoruz, nerede duruyoruz? Tercihlerimizde ağır basan noktalarımız nelerdir? Allah ve Resulü(s) bizlerin tercihlerinde ne kadar etkili? Kardeşlerimiz gündemimizin kaçıncı sırasında? Peki, hiç düşündünüz mü? Bu kadar dünyevi bağ ve bağımlılık, gemlenemeyen iş ve iştahla nereye doğru gidiyoruz? Sizce bu şartlarda evlerimizin yanı başına demir atan Nuh’un gemisine binmek için doğru tercihte bulunmak mümkün müdür? Değil Nuh’un gemisinin bir yolcusu olmak, üstelik birde Hz Nuh gibi bir kaptanın emirleri altında sefere çıkmak. Tercihlerimiz neticesinde nasıl bir akıntıya kapıldığımızın farkına varmak zorundayız.
Peki, olmadı deyip yenilgilerimizi kabul mü edeceğiz? Tabi ki iç hesaplaşmalarımız, gidip gelmelerimiz, kendimizi iyi hissetmediğimiz anlarımız olacak. Fakat bunlar bizlerin belini bükmemeli, bu durumumuzu kendi içimizde anlamlandırıp yürüyüşümüzü sürdürebilmeliyiz. Kendimizi kötü hissettiğimiz her anımızda İslam’dan yüz çevirmemeliyiz.
Hz.Peygamber(s.av)’in kâtiplerinden biri olan Hanzala diyor ki; Ebubekir bana rastlayıp;
—Ey Hanzala nasılsın? Diye sordu.
—Hanzala münafık oldu, dedim.
Ebubekir; -Suphanallah bu nasıl söz ey Hanzala? Deyince şu cevabı verdim:
-Biz peygamber (s.a.v) yanındayken bize cennet ve cehennem anlattığı zaman sanki onları gözle görüyor gibi oluyoruz; sonra onun yanından çıkınca kadınlarımızla mallarımızla ve evlatlarımızla oynayıp meşgul oluyoruz. Her şeyi unutuyoruz.
—Vallahi bizde de aynı şey oluyor. Dedi
Böylece ben ve Ebubekir beraberce yürüyüp doğrudan Allah resulü(s.a.v)yanına vardık. Ona bu durumu arz ettik. Peygamber(s.a.v)şöyle buyurdu:
—Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki; eğer siz devamlı benim yanımda ki gibi olsanız, yollarınızda melekler gelip sizinle el sıkışırlar. Ne var ki, ey Hanzala, insan kâh böyle kâh öyle olur.(insanlar için bu normaldir.)dedi.
İşte onlarda bu endişeleri, sıkıntıları yaşıyorlardı. Onların da nifak korkusu, riya endişesi bellerini kırıyordu. Kılı kırk yararcasına bir iç sorgulamaya kendilerini tabi tutuyorlardı. Kullukta kemale uzanan çizgi bu bilinçten besleniyordu. İslami kimliği kirletecek sızmalara, Virüslere karşı daimi bir alarm haliydi hayatları.
Önemli olan neyi, niçin yaptığımız gerçeğinin farkında olmaktır. Durup kendimize bakmanın gereği uzun soluklu bir yürüyüş yolunda şarttır. Belki bir ayna taşımalı herkes, iç cebinde. Bakanlar ve Görenlerle uğraşmadan sıkça başvurmalı aynaya. Çünkü ayna ve aynaya akseden gözlerimiz, kendimizi kandıramadığımız iki mübarek ravzadır. Ayağımızı bir kere kaydıranın yeniden ve sürekli kaydırmak için pusuda beklediğini unutmadan, “Bugün Allah için ne yaptın?”sorusunu aşarak,”Koskoca 24 saattir Allah için yapman gerekirken neleri yapmadın? Sorusunu soralım kendimize? Ramazan Kayan’ın söylediği gibi;
Rabbimize karşı net olmalıyız;yani şirksiz,
Sonra kendimize karşı net olmalıyız;yani nifaksız,
Daha sonra insanlara karşı net olmalıyız;yani riyasız. ;
Özetleyecek olursak; Samimiyetimiz kadar varız …..
Selam ve dua ile...
Nurefşan ERDEN