Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Benden Yardım İstenmez, Ancak Allah'la İstigâse Edilir Hadisi

A Çevrimdışı

Allah de!

Üye
İslam-TR Üyesi
Ravisi zayıf, heysemiye göre hasen dediğiniz bu hadis eğer yaradılmıştan yardım istemeyi menediyorsa neden bir doktordan yaratıcının Allah c.c. Olduğunu unutmadan yardım isteyebiliyoruz? Demek ki burdaki yardım kelimesi akla gelen ilk manada değil. Galiba diyeceksiniz ki herkesin gücünün yetebileceği meselelerde herkesten yardım istenebilir. Ancak doğaüstü yardım ancak Allahtan istenir. O halde
Ey felan bize şefaat et, ey felan bize şefaat et diyecekler. Sonunda şefaat etme işi bana kalacak. İşte Makam i Mahmud budur. (buhari,tefsir 11 , zekat 52) Sorarım, şefaat istemek kuldan yardım istemek değilmidir. Yani Allah resulü insanları haşa şirke mi yönlendiriyor? Bu yaradılmışdan Allah ın ona verdiği yetkiyi talep etmektir, tıpkı himmet istemek gibi.
Sirati müstakim Kabir ziyaretleri bölümü tercüme pırnar yayıncılık s. 493 bsk 2004 te önder dediğiniz ibn teymiyye ömrü dolmuşların savaşta müslümanlara yardım ettiğini , er ruh sh 237 de önderinizin öğrencisi ibn kayyim ömrü dolmuş şahsiyetlerden istenebileceğini iddia ettiği için müşrik mi oluyor!?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Ravisi zayıf, heysemiye göre hasen dediğiniz bu hadis eğer yaradılmıştan yardım istemeyi menediyorsa neden bir doktordan yaratıcının Allah c.c. Olduğunu unutmadan yardım isteyebiliyoruz? Demek ki burdaki yardım kelimesi akla gelen ilk manada değil. Galiba diyeceksiniz ki herkesin gücünün yetebileceği meselelerde herkesten yardım istenebilir. Ancak doğaüstü yardım ancak Allahtan istenir. O halde
Ey felan bize şefaat et, ey felan bize şefaat et diyecekler. Sonunda şefaat etme işi bana kalacak. İşte Makam i Mahmud budur. (buhari,tefsir 11 , zekat 52) Sorarım, şefaat istemek kuldan yardım istemek değilmidir. Yani Allah resulü insanları haşa şirke mi yönlendiriyor? Bu yaradılmışdan Allah ın ona verdiği yetkiyi talep etmektir, tıpkı himmet istemek gibi.
Sirati müstakim Kabir ziyaretleri bölümü tercüme pırnar yayıncılık s. 493 bsk 2004 te önder dediğiniz ibn teymiyye ömrü dolmuşların savaşta müslümanlara yardım ettiğini , er ruh sh 237 de önderinizin öğrencisi ibn kayyim ömrü dolmuş şahsiyetlerden istenebileceğini iddia ettiği için müşrik mi oluyor!?
istiğase.jpg

Taberânî'nin Mûcem'inde şöyle bir olay rivayet edilir:
"Peygamber zamanında, mûminlere eziyet eden bir munafık vardı.
Ebûbekir (bir gün) dedi ki: "Kalkın, gidip Allah'ın Rasulunden yardım isteyelim (istiğase edelim)."
Ve kalkıp Peygambere gittiler.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Onlara dedi ki: "Benden yardım (istiğase) istenmez; ancak Allah'la istiğase edilir".
(Heysemi, Zevaid, Hadis no: 17276)

Heysemi, Taberanî’nin bu rivayetinde yer alan İbn Lehia hakkında zayıf bir râvidir. Fakat Heysemi, O'nun rivayetinin de “hasen” sayılabileceğine işaret etmiş, senedinin sahih olduğunu belirtmiştir.
Aynı hadis rivayeti İbn Hanbel’de de yer almıştır. Ancak oradaki ifade şöyledir:
Ubade b. Samit anlatıyor: Biz bir yerde otururken, Peygamber bize doğru geldi. Ebu Bekir:Rasulullah geliyor; ayağa kalkalım ve O munafığa karşı O'ndan yardım isteyelimdedi.
(Onun sözlerini işiten) Rasulullah: ‘Benim için ayağa kalkılmaz, Allah için kalkılırbuyurdu.”

(Ahmed b. Hanbel, Hadis no: 22707)

Mahlukatın edebileceği yardım sınırlıdır ve yaratılmışın kendisi gibi yaratılmıştan isteyebileceği yardımlar da, genel insanların yapabileceği meselelerde yardım istenmesi zaten câizdir.
Misal olarak, Deniz kenarında yürürken denize düşerseniz veya denizde yüzerken akıntıya kapılsanız kıyıdaki insanlardan yardım istemeniz caizdir.
Fakat sadece Allah'ın gücünün yettiği meselelerde, Allah'tan başkalarından yardım istemek şirktir.
Misal, Denizde tekne ile giderken su azgınlaşsa, dalgalar gemiyi batıracak duruma gelse, insanlardan yardım istenmez, O dalgalara hükmeden Allahtan yardım istenir.

"Baksana, gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O'na has kılarak (ihlasla) Allah'a yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, (Allah'a) ortak koşmaktadırlar." (Ankebut 65)

"
Denizde başınıza bir felaket geldiği zaman, Allah'tan başka yalvardığınız bütün putlar kaybolur. Allah sizi tehlikeden kurtarıp karaya çıkarınca da yüz çevirirsiniz. Zaten insan çok nankördür. - (Denizden karaya çıktığınızda) O'nun sizi karada yerin dibine geçirmeyeceğinden, yahut üzerinize taş yağdıran bir kasırga gördermeyeceğinden emin misiniz? Sonra kendinize bir vekil de bulamazsınız. - Yoksa sizi tekrar denize döndürüp de üzerinize kasırgalar göndermeyeceğinden ve böylece ettiğiniz nankörlük sebebiyle sizi boğmayacağından emin misiniz? Sonra bu yaptığımıza karşı, bizim aleyhimize size yardım edecek bir koruyucu bulamazsınız." (İsra 67 - 69)

Gördüğün gibi, muşrikler dâhi, denizin ortasında tehlike anında sadece Allah'tan yardım istiyor, aracılarını, putlarını çağırmıyor! Ama sizin gibi ehli sofiyye Kurayş muşriklerini dahi şaş bırakırcasına Allah'ı terk edip, ölmüş kemik sahiblerinden yardım isteme zilletine düşersiniz! Allah ıslah etsin bu küfür inancı!

İbn Kayyım, İbn Teymiyye (rahimehumullah)'ın ömrü kabirperestlerle mucadeleyle geçmiştir. Pınar yayınları, Hakikat kitabevi gibi yayınevlerinin muvahhidlerin aleyhine olan sapkın görüşlerine itibar etmiyoruz. Çünkü sahih yayınevlerinin bastığı eserlerde, kabirperestliğe reddiye ve tekfir vardır!
Sözünde samimiysen İbn Teymiyye ve İbn Kayyıma dua et ve koyduğun türkçe alıntının orijinal baskısını (arabia) buraya koy!


Prof. Vehbe Zuhayli : Yardım Sadece Allah'tan İstenir

Yaratılmışlardan İstenebilecek Şeyler Nelerdir?
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Şefaat Meselesi
Muşrikler, Allah'a ortak saydıkları ilâhlarını sadece Allah'a yaklaştırıcı birer aracı olarak kabul ederler.

Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) bu gerçeği aşağıdaki ayetlerde şöyle açıklıyor:

“Onun dışında veliler edinerek “Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz (kulluk/ İbadet ediyoruz) ” diyenlere gelince, hiç şüphesiz Allah, onların aralarında ayrılığa düştükleri konuda hüküm verecektir.” (Zumer: 3)

“Yoksa Allah dışında bir takım aracılar (şefaatçiler) mi edindiler? De ki; Bu şefaatçılar hiç bir şeye güçleri yetmeyen ve düşünemeyen şeyler olsalar da mı onları aracı edineceksiniz?” De ki; “Şefaat yetkisi tümü ile Allah'a aittir, göklerin ve yerin egemenliği O'nun elindedir.” (Zumer: 44)

“Allah'ı bırakıp kendilerine ne faydası ve nede zararı olmayan şeylere tapıyorlar (kulluk/ İbadet ediyorlar) ve “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.” diyorlar. De ki “Allah'a, göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?” (Yunus: 18)

“Ben niçin beni yaratana tapmayayım(kulluk / İbadet etmeyeyim) ? Hepiniz O'na döndürüleceksiniz. Ondan başka ilâhlar edinir miyim hiç? Eğer esirgeyici Allah bana bir zarar vermeyi dilese, bu ilâhların ne şefaatleri bana fayda sağlayabilir ve nede beni kurtarabilirler.”

“O takdirde ben apaçık bir sapıklık içinde olurum. Ben hepinizin Rabb'i olan Allah'a iman ettim, gelin beni dinleyiniz.”
(Yasin: 22-25)

Andolsun ki, sizi ilk yarattığımız gibi, yine tek başına olarak bize geldiniz ve dünyada size verip de hayaline daldırdığımız şeyleri de arkanızda bıraktınız. Hani bizim ortaklarımız olduklarını sandığınız aracılarınızı da yanınızda görmüyoruz. Bakınız işte, onlarla ilişkiniz kesilmiş, ilâh sandığınız şeyler sizden uzaklaşıp kaybolmuştur.” (Enam:94)

“Allah'dan başka ne bir veliniz ve nede bir şefaatçiniz yoktur.” (Secde: 4)

“Rabb'lerinin huzurunda toplanacaklarına inanıp da bu durumdan korkanları uyar ki, O'ndan başka ne bir velileri ve nede şefaatçileri yoktur. Bu hususta onları uyar ki, belki çekinirler.” (Enam: 51)

Bu konuda insanlar, görüş bakımından ikisi aşırı kutuplar ve birisi de orta yol yolcuları olmak üzere üçe ayrılırlar:

1 - Muşrikler, sapık hristiyan ve yahudiler ile bu ümmetin bazı bid’atçıları Kuranın karşı çıktığı bir şefaatin varlığına inanırlar.

2 -Haricileri ile Mutezile akımı yanlıları Peygamberimizin (salat ve selam üzerine olsun) ümmetinin büyük günahkârlarına şefaatçi olacağını reddederler. Hatta bidatçilerin bir kesimi insanın başkasının şefaatinden ve duasından yarar sağlayabileceğini kabul etmezler. Tıpkı ölü adına sadaka vermenin ve oruç tutmanın ona fayda sağlamayacağına inandıkları gibi Bu görüşün taraftarları aşağıdaki ayetleri delil gösterirler:

“Ey müminler, ne alış-verişin, ne dostluğun ve nede şefaatin işe yaramayacağı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan harcayınız.” (Bakara: 254)

“O gün zalimler ne bir dost ve nede sözü geçer bir şefaatçi bulamayacaklardır.” (Mü'min: 18)

3 - Bu ümmetin öncü ve önderleri ile onların yolundan giden “Ehl-i Sünnet” bağlılarına gelince bunlar gerek Peygamberimizin ümmetinin bazı büyük günahkârlarına şefaat edeceğine, gerek bunun dışındaki şefaat yetkisine ve gerekse diğer bazı peygamber ve meleklerin şefaat edeceklerine inanırlar.

Ayrıca onlara göre hiç bir “Ehl-i Tevhid (gerçek anlamda Allah'a iman eden kimse) ebedî olarak cehennemde kalmaz. Bunun yanında ölünün başkasının duasından, şefaatından ve kendi adına verilecek sadakadan yarar sağlayacağına, çünkü bunların hep hadislerle sabit olduklarına inanırlar. Hatta alimler arasında geçerli olan iki zıt görüşten birine göre oruç da böyledir.

Yalnız bu kesimin görüşüne göre şefaatçi kimse başkası adına dua edip dilekte bulunabilir, ama yaptığı şefaatin yararlı olabilmesi, Allah'ın iznine bağlıdır. Bu görüşlerini şu deliller ile savunurlar. Her şeyden önce Cenab-ı Allah (c.c.) aşağıdaki ayetlerde şöyle buyuruyor:

- “Onun izni olmadan kim O'nun katında şefaat edebilir?” (Bakara: 255)

- “Göklerde nice melek var ki, onların şefaatleri hiç bir fayda sağlamaz. Meğer ki, bu şefaat Allah'ın dilediklerine izin vermesinden ve razı olmasından sonra olsun.” (Tur: 26)

Öte yandan Buhari'nin bildirdiğine göre Kıyamet günü, insanlar Adem'den başlayarak sırası ile Nuh, İbrahim, Musa, İsa (selâm üzerlerine olsun) gibi en seçkin peygamberlerden şefaat dileğinde bulunup da talebleri reddedildikten sonra önceki ve sonraki tüm günahlarının peşinen affedildiği bildirilen Peygamberimize baş vuracaklardır. Hadisin devamını bizzat Peygamberimizden (salât ve selâm üzerine olsun) dinleyelim:

- “Bunun üzerine Rabb'imin huzuruna giderim. Onu görür görmez secdeye kapınır ve O'na şu anda dile getiremeyeceğim övgülerle hamdederim. O anda bana şöyle buyurur; “Ey Muhammed, başını secdeden kaldır ve söyle, ne söylersen dinlenecektir. Dile, ne dilersen verilecektir. Şefaatçi ol, şefaatçiliğin kabul edilecektir.” Rabb'imin bu sözleri sona erince kendisine “Ya Rabbi, senden ümmetimin bağışlanmasını istiyorum” diyeceğim. Bunun üzerine Allah, ümmetimin oluşturduğu kalabalık arasından hudutlarla çizerek belirlediği bir kesim ayırır, ben de onları cennete koyarım.”

(Buhari, kitab, Tevhid, bab, Allah'ın “Lima halaktu” H. 7410; Muslim, K. İman, bab, En alt seviyedeki cennetlik kimsenin yeri, H. 191 Ahmed, el-Müsned, c. 3, s. 144)

Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“De ki; Allah'dan başka ilâh olduklarını sandığınız şeyleri çağırın bakalım. Onlar başınıza gelen belâyı ne giderebilirler ve nede başka bir tarafa yönelebilirler.
O yalvardıkları da, onların Allah'a en yakın olanları da Rabb'lerine yanaşabilmek için vesile ararlar, O'nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabb'inin azabı gerçekten korkunçtur.” (İsra: 56-57)

Bazı ilk dönem (selef) tefsircileri yukarıdaki ayetleri açıklarken şöyle diyorlar:
“Vaktiyle bazı kavimlerin dua ederken azizlerden, Mesih'den ve meleklerden medet ummaları üzerine Allah (c.c.) bu ayetleri indirerek kendilerinden medet umulan bu şahsiyetlerin de Allah'a yaklaşmak için uğraştıklarını, O'nun rahmetini umarak azabından korktuklarını haber vermiştir.”

Buharî'de belirtildiğine göre bir gün sahabilerden Ebu Hurayra (Allah ondan radı olsun) Peygamber Efendimize (salât ve selâm üzerine olsun):
“Ya Rasûlullah, Kıyamet günü senin şefaatine mazhar olma bahtiyarlığına ermesi en muhtemel kimse kimdir?” diye sordu. Peygamberimiz de Ebu Hurayra'ya şu karşılığı vermiştir:
“Ey Ebu Hurayra, hadise karşı olan düşkünlüğünü bildiğim için bu konuyu senden önce bana hiç kimsenin sormayacağını tahmin etmiştim zaten. Kıyamet günü benim şefaatime mazhar olmaya en yakın kişi, sırf Allah rıdası için “lâ ilahe illallah” diyen kimsedir.”

(Buhari, K. İlim, b. hadise düşkünlük, H. 99; Ahmed, Musned, c. 2, Sf: 373)

Demek ki, kul ne derece ihlâslı ise o derece şefaate lâyık olur. Buna karşılık kim bir mahlûka gönül bağlar, onu umut ve korku kaynağı diye bellerse şefaatten en uzak kişi olur.
Sebebine gelince bir yaratılmışın başka bir yaratılmışa şefaat etmesi, şefaatçinin şefaati kabul edecek kimsenin iznini almaksızın şefaat isteyene yardım etmesi şeklinde olur. Hatta şefaati kabul edecek kimse şefaatçiye ya muhtaç olduğu veya ondan çekindiği için şefaatçinin ricasını kabul eder. Oysa Allah'ın hiç bir varlığa ihtiyacı yoktur. Varlıkların tümünü istediği gibi ve tek başına olarak çekip çeviren Odur. Bu yüzden o izin vermedikçe hiç bir şefaatçi ortaya çıkamaz. Şefaatçiye izin veren de yapılacak şefaat dileğini kabul edecek olan da O'dur. Tıpkı önce kulunun kalbine dua etmeyi ilham edip de sonra bu duayı kabul ettiği gibi. Kısacası, her şey O'nun elindedir.

Kul, eğer insanlar arasından bir şefaatçi ararsa belki gözüne kestirdiği şefaatçi kendisine şefaatçi olmak istemez. Şefaatçi olmayı kabul etse de ya Allah onun şefaatçi olmasına izin vermeyebilir veya şefaatini kabul etmeyebilir.

Bilindiği gibi Allah'ın en üstün kullan sırasıyle Peygamberimizle İbrahim (a.s.)'dir. Oysa Peygamberimiz, amcası Ebu Talib'e: “Eğer önüme yasak konmaz ise mutlaka senin af edilmeni dileyeceğim.” dediği halde bu dileğinden vazgeçirildi.

(Buhari, K. Menakib-i Ensar, bab: Ebu Talib kıssası, Hadis no: 3883; Muslim, K. iman, bab, 9. 24; Aynı hadisi buhari bir başka bölümde de kaydetmiştir: K. Cenazeler, bab, Müşrik ölüm anında “Lailahe illallah dese”, Hadis no: 1360)

Yine bazı münafıkların cenaze namazını kılan ve onlar için dua eden Peygamberimize bizzat Cenab-ı Allah (c.c.):
“Onlardan ölen bir kimse üzerine katiyyen namaz kılma ve mezarı başında da durma” diye uyarmıştır. (Tevbe: 94)

Yine Allah, kendisine:
“Eğer onlar için yetmiş kere af dilesen bile Allah onları afvetmez” ayetini indirince:

“Eğer yetmiş kereden çok af dilediğim takdirde afvedileceklerini bilsem öyle yapardım”
(Buhari, K. Cenazeler, bab, Munafıklar üzerine namaz kılma ve muşrikler için bağış dileğinde bulunma, H. 1366 ) demesi üzerine bu defa:

“Onlar (munafıklar) için af dilesen de dilemesen de aynıdır. Allah onları asla afvetmez” ayeti inmiştir. (Tevbe: 80, Munafikun: 6)

Öte yandan Cenab-ı Allah (c.c.) Hz. İbrahim (salât ve selâm üzerine olsun) hakkında da şöyle buyurmuştur:
“İbrahimden korku gidip kendisine müjde gelince Lût kavmi hakkında bizimle mucâdele etmeye başladı. Çünkü İbrahim gerçekten yumuşak huylu, yufka yürekli ve yüz tutup yalvaran bir kişidir.” (Hud: 74-75)

Yine aynı İbrahim (a.s.):
“Ey Rabbimiz, hesablaşma günü ana-babamı ve müminleri afveyle” şeklinde bir vaadde bulunup, da babasının afvedilmesini dileyince Allah, onun için şöyle buyurmuştur:
“İbrahim ve beraberinde olanlarda sizler için güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: “Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi reddettik. Bizimle sizin aranızda, bir olan Allah’a iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve kin başlamıştır.” Yalnız İbrahim babasına “senin için Allah'dan afv dileyeceğim” dedi.” (Mumtahine: 4, İbrahim: 60)

Cenab-ı Allah (c.c.) bu konudaki ilkeyi Kur'anın başka bir yerinde şöyle ifade ediyor:
“Akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları kesinlikle belli olduktan sonra Allah'a ortak koşanlar için afv dilemek, ne peygamberin ve nede mûminlerin yapacağı bir iş değildir. İbrahim'in babası için af dilemesi, sırf ona verdiği sözden dolayı idi. Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle görünce ondan uzaklaşıverdi.” (Tevbe: 113, 114)

Kısacası Allah'ın (c.c.) ortaksız bazı hakları ve peygamberlerin rakipsiz bazı hakları olduğu gibi müminlerin de mûminler üzerinde bazı hakları vardır.

Nitekim Buharî ile Muslim'de belirtildiğine göre sahabilerden Muaz b. Cebel (Allah ondan radı olsun) şöyle diyor:

“Bir defasında Peygamberimizle birlikte yolculuktaydık. O devenin önüne ben de arkasına binmiş gidiyorduk. Bir ara bana:
“Ya Muaz, Allah'ın, kulları üzerindeki hakkı nedir, biliyor musun?” diye sordu. Kendisine:
“Allah ve Rasulü bilir” diye karşılık vermem üzerine:
“Ya Muaz, Allah'ın, kulları üzerindeki hakkı O'na ibadet etmeleri ve kendisine hiç birşeyi ortak etmemeleridir. Peki, kullar bu görevlerini yaptıkları takdirde Allah üzerinde hakları nedir, biliyor musun?” dedi.
Kendisine yine: “Allah ve Rasulü bilir” diye karşılık verince:
“O takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı onları azaba çarptırmamasıdır.” dedi.” (Buhari, k. Cihad, bab, at ve eşeğin adları, Hadis no: 2856; Muslim, K. İman, bab, tevhid üzerine ölen kimsenin kesinlikle cennete gireceği konusunda delil, Hadis no: 30)



Duada Tevessul
Eğer kullar takva gibi, salih amel gibi Allah'ın sonuç alıcı sebeb olarak belirlediği faktörlere dayanarak Allah'dan birşey dileyecek olurlarsa Allah dualarını kabul eder. Çünkü bilindiği gibi Allah bu sebeblerin sahiblerine çeşitli bağışlarda bulunacağını, onlara tüm sıkıntılar karşısında bir çıkar yol göstereceğini ve kendilerine hiç ummadıkları yerlerden rızık sağlayacağını vadetmiştir.

Salih kullarının başkaları için yapacakları dualarla O'nun katında itibarlı kullarının şefaatleri bu kategoriye girer. Bu yol, Allah'ın sebeb olarak belirlediği faktörlere dayanarak O'ndan dilekte bulunma yoludur.

Buna karşılık, Allah'ın sebeb olarak belirlememiş olduğu bir yolla O'ndan dilekte bulunmalarına gelince bu:
- ya bir yaratılmışı araya koyarak O'nun üzerine yemin etmekle olur ki, her hangi bir yaratılmışı araya koyarak Allah üzerine yemin yapılmaz.

- Veya sonucu gerektirmeyecek biçimde dilekte bulunmak suretiyle olur ki, bu da anlamsız ve yararsız bir girişim olur.

Kısacası; Peygamberler ile mûminlerin Allah'ın sadık vaadi, açık sözü ve rahmetinin sonucu olarak Allah üzerinde bazı hakları vardır. Bu haklar, onlara yardım edip kendilerini yüzüstü bırakmaması, onları mutlu edip azaba çarptırmaması olduğu gibi bunlar Allah katında itibarlı oldukları için Allah onların şefaatlerini ve başkaları tarafından gelse geri çevirebileceği dualarını kabul etmektedir.

Buna göre eğer bir kimse “senden falanca veya filânca hakkı için şunu şunu istiyorum” diye dua ederse Rabb'ine dua etmemiş, dileğini O'na yöneltmemiş olur. Bunun yerine Allah'ın zatına ve kendisine vadettiği bağışa dayanacağı yerde söz konusu şahsa dayanmış, sevgi ve saygısını ona yöneltmiş olur.

Bu durum karşısında şunları söyleyebiliriz:

Gerek doğrudan doğruya Allah'a sığınarak emretmiş olduğu salih amelleri işlemek suretiyle Allah'dan bir şey dilemek ve gerekse peygamberlerin ve salih kişilerin dua ve şefaatleri aracılığı ile dilekte bulunmak tartışmasız biçimde şeriata uygun olan yoldur. Hatta bu yol aşağıdaki ayetlerde baş vurulmasını emrettiği “vesile”lerin en önemlisidir:

“Ey müminler, Allahdan korkunuz. Ona yaklaştıracak yollar arayınız ve O'nun yolunda cihad ediniz ki, kurtuluşa erebilesiniz.” (Maide: 35)

“O yalvardıkları da, onların Allah'a en yakın olanları da Rabb'lerine yaklaşmak için vesile ararlar, O'nun rahmetini dilerler ve azabından korkarlar.” (İsra:57)

Allah'a “vesile” aramak; O'na ulaştıracak uygun yol aramak, O'na yaklaşabilmek demektir.

Bu yaklaştırıcı yol;

- Allah'a ibadet etmek, O'nun emirlerine uymak şeklinde olabileceği gibi

- çeşitli yararlar elde etmek veya çeşitli zararları baştan savmak amacı ile O'na dilek sunmak ve sığınmak biçiminde de olabilir.

Kurandaki “dua” sözcüğü bu anlamı kapsamına alır. Yani;

- hem “ibadet” ve

- hem de “istek sunma” anlamını bir arada ifade eder. Bu iki anlamdan her biri diğerini de gerektirir.

Fakat gündelik hayatın akışı sırasında her hangi bir sıkıntı ile karşılaşan kulun amacı bu durumda isteğinin karşılanması ve başına gelen belânın savılması olur. Bu yüzden dilekte bulunarak ve yalvararak bu ilk amacına ulaşmaya çalışır. Oysa yaptığı şey aynı zamanda ve özü bakımından bir ibadettir. Böyle bir kul başındaki belâdan kurtulunca yine dua aracılığı ile bol rızka, başarıya ve genel anlamı ile mutluluğa ulaşmak ister.

Fakat bu arada yapmış olduğu dualar ve seslendirmiş olduğu yalvarmalar kendisine bu yakın amaçlarından daha önemli ve daha değerli kazançlar sağlar. Bu kazançlar Allah'a karşı beslediği imanın pekişmesi, Allah desteği, Allah sevgisi, Allah'ın adını anmanın ve O'na dua etmenin hazzı gibi nimetlerdir.

Demek oluyor ki dua; Allah'ın kullarını dünyalık dilekleri aracılığı ile yüce dinî amaçlara yönelttiği bir ilahî rahmet sebebidir.

Dua etmeye hazırlanan kul öncelikle Allah'a karşı olan görevlerini yerine getirmeye yönelir; içinde canlanan Allah sevgisini, Allah bağlılığını ve Allah korkusunu O'nun emirlerini uygulayarak ifade etmeye çalışır. Gerçi bu tutum rızk bolluğu, başarı ve mutluluk gibi dünyalık amaçları da içerir.

Bu konuda Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Bana dua ediniz ki, ben de duanızı kabul edeyim.” (Mûmin:60)

Nitekim Ebu Davud'un bildirdiğine göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun):
“Dua, ibadet demektir” buyurduktan sonra söylediklerini desteklemek için bu ayeti okumuştur.
(E. Davud, kitab, bab: Dua, hadis: 1479; Tirmizi, kitab, Dua, bab, Duanın fazileti ile ilgili hadisler, H. No: 3372; Tirmizi, “hadis sahihtir” diyor, İbn Mace, K. Dua, bab, Duanın fazileti, H. No: 3828.)

Bu ayet, Peygamberimizin bu sözünün ışığında şu iki şekilde açıklanmıştır.

Açıklamalardan birine göre: “Bana dua ediniz” demek, yani: “Bana ibadet ediniz, emirlerimi yerine getiriniz ki, duanızı kabul edeyim.”

Başka bir açıklamaya göre: “Bana dua ediniz” demek, doğrudan doğruya: “Benden isteyiniz, size istediklerinizi vereyim” demektir.
(Şevkanî, Feth el-Kadir, c. 4, Sf: 498; İbn Cerir, Tefsir, c. 2, s. 93, 94, c. 24, Sf: 51, 52.)

Bu arada Buhari ile Müslim'in bildirdiklerine göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor:

“Rabb'imiz her gecenin son üçte birlik diliminde gökyüzü semasına inerek şöyle buyurur:
“Bana dua eden var mı ki, duasını kabul edeyim.”

“Benden bir şey isteyen var mı ki, dileğini yerine getireyim? ”

“Benden günahlarının affedilmesini isteyen var mı ki, günahlarını af edeyim?” Bu sesleniş tanyeri ağarıncaya kadar devam eder.”
(Buhari, kitab, Teheccüd, bab, Gecenin son kısmında namaz kılma ve dua etme, Hadis No: 1145; Müslim, kitab, Yolcuların namazı, bab, gecenin son bölümünde dua ve zikir yapmaya teşvik, Hadis No: 758.)

Görüldüğü gibi Peygamberimiz önce duanın kabul edilmesinden ve arkasından günahlarının afvedilmesini dileyenlerin af edileceklerinden bahsediyor. Biri yarar sağlamak ve öbürü de zararı savmaktır ki, her ikisi duası kabul edilecek duacının amaçlarıdır. Dua konusuna açıklık getiren önemli ayetlerden biri de şudur:

“Kullarım eğer sana benden sorarlarsa de ki; ben onlara yakınım bana dua eden duacının duasını kabul ederim. O halde onlar da benim çağrılarıma uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yola ulaşabilsinler.” (Bakara: 186)

Bir rivayete göre bu ayet, bazı sahabilerin Peygamberimize baş vurarak:
“Ya Rasûlullah, acaba Rabb'imiz bize yakın mı ki, O'na alçak sesle yalvaralım; yoksa uzak mı ki, O'na seslenelim” diye sormaları üzerine inmiştir.

Görülüyor ki, Cenab-ı Allah (c.c.) bu ayette kullarına yakın, olup kendisine yapılacak duaları kabul edeceğini belirttikten sonra kullarını O'nun çağrılarına uymaya ve kendisine inanmaya davet etmektedir.

Alimlerin açıklamalarına göre duanın kabul edilebilmesi bu iki faktöre, yani;

- Allah'ın ilâhlığını eksiksiz şekilde benimsemeye ve
- O'nun Rabbimiz olduğuna kesin bir biçimde inanmaya bağlıdır.

Buna göre kim Rabbinin emir ve yasaklarına uyarak O'nun çağrısına uyarlık (duyarlılık) gösterirse dua etmekle ulaşmak istediği amaca ulaşarak duasının kabul edildiğini görür.

Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Allah iman edip salih ameller işleyenlerin dualarını kabul eder, hatta kendi kereminden onlara istediklerinden fazlasını verir.” (Şûra: 26)

Dahası, Allah, kendisine yapılacak duaların kabul edicisi olduğuna kesinlikle inanılarak yapılan duaları, dua edenler müşrik ve fâsık bile olsalar, kabul etmektedir.

Nitekim aşağıdaki ayetler bize bu gerçeği haber vermektedir:

- “İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ve ayaktayken bize dua eder. Ama biz onun sıkıntısını kaldırınca sanki yakalandığı sıkıntıdan dolayı bize hiç dua etmemiş gibi olur.” (Yunus: 12)

-“Benizde size bir sıkıntı (tehlike) gelince Allah dışındaki bütün yalvardıklarınız kayboluverin Fakat o sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine kendisini tek bilmekten vazgeçersiniz. İnsan gerçekten nankördür!” (İsra: 67)

-“De ki; acaba Allah'ın her hangi bir azabına uğrasanız veya size Kıyamet günü gelse, doğru sözlü iseniz söyleyin bakalım, Allah'dan başkasına mı dua edersiniz? (Allah’tan başkasını mı yardımınıza çağırırsınız? )

- “Hayır, sadece O'na yalvarırsınız. O da dilerse giderilmesini istediğiniz belâyı kaldırır ve o zaman O'na şirk /ortak koştuklarınızı
(putlarınızı) unutuverirsiniz.” (Enam: 40-41)

Fakat Allah'ın ilâhlığını kabul ettikleri için istekleri kabul edilen söz konusu kimseler yaptıkları ibadetleri sırf Allah için yapmadıkları veya Allah'a ve Rasûlullah'a itaatkâr olmadıkları takdirde dileklerinin karşılanması sayesinde sağladıkları kazanç kendileri için sadece bir dünya metaı olur, buna karşılık ahirette hiç bir nasibleri olmaz.

Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Kim bu geçici dünyayı tercih ederse orada istediklerimize hemen, çabucak dilediğimiz kadar veririz, ama sonra ona cehennemi mekân yaparız. Kınanmış ve rahmetimizden kovulmuş olarak oraya girer.
Kim de ahireti tercih eder ve inanarak oraya yaraşır biçimde çalışırsa öylelerine çalışmalarının karşılığı verilir.
Her ikisine de, ona da buna da, Rabbinin bağışından imdad ederiz. Rabbinin ihsanı isteyen hiç kimseden kesilmiş değildir.”
(İsra: 18-20)

Bilindiği gibi İbrahim Peygamber (selâm üzerine olsun) zamanının müminlerine rızık vermesi için Allah'a dua etmiştir:

“Bu şehrin halkından Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli ürünlerle besle.” (Bakara: 126)

Fakat Cenab-ı Allah (c.c.) bu duasına şöyle karşılık verdi:

“Kâfirlere gelince onları da bir süre geçindirir, fakat sonra cehennem azabına çarptırırım. Orası ne fena bir yerdir!” (Bakara: 126)

Demek ki, gerek yapılan dualara karşılık olarak ve gerekse duasız olarak rızka ve başarıya kavuşturulan herkes Allah'ın sevdiği ve hoşlandığı kullardan değildir. Tersine Allah mümini de kâfiri de iyiyi de kötüyü de rızıklandırır ve bu meyanda kâfirlerin dualarını kabul ederek dünya ile ilgili dileklerini karşılar, ama onların ahirette hiç bir nasibi olmaz.

Nitekim bu anlamda şöyle bir hikâye anlatılır:

“Vaktiyle bir Hristiyan ordusu müslümanların bir şehrini kuşatır. Fakat günün birinde içme suları biter. Bunun üzerine müslümanlara kendilerine içme suyu verdikleri takdirde kuşatmayı kaldırmayı teklif ederler.

Teklifi aralarında görüşüp değerlendiren müslüman yetkililer düşmanları susuz bırakıp zayıf düşürdükten sonra üzerlerine aniden baskı düzenlemeyi kararlaştırırlar.

Fakat bunun üzerine çaresiz kalan hristiyanlar, Allah'a yönelerek dua ederler, ondan yağmur yağdırmasını isterler. Çok geçmeden yağmur yağar ve Hristiyanlar da suya kavuşmuş olur.

Bu olay bir kısım müslümanların inançlarının sarsılmasına yol açar. Bunun üzerine şehrin hükümdarı ermiş bir kişiyi halkın imanını yeniden güçlendirmekle görevlendirir. Ermiş kişi hemen kurdurduğu bir minbere çıkarak Allah'a şöyle dua eder:

“Ya Rabbi, karşımızdaki düşmanlarımızın rızıklarını üstlendiğini biliyoruz. Çünkü sen kitabında (Kur'anda):

“Yeryüzündeki bütün canlıların rızkı Allah'ın garantisi altındadır.” buyuruyorsun. (Hud: 6)

Düşmanlarımız sıkıntı içindeyken sana dua ettiler. Ayrıca sen sıkıntı içindeyken sana dua edenlerin dualarını kabul edeceğini bildirdin. Bu adamların rızkını sağlamayı üstlendiğin ve de sıkıntılı durumda sana dua ettikleri için yağmur yağdırıp onlara su verdin. Yoksa onları sevdiğin veya dinlerini onayladığın için dileklerini karşılamış değilsin. Şimdi de biz senden mümin kullarının kalblerindeki imanı pekiştirecek bir olağan üstü destek diliyoruz.”

Bu duanın bitiminden bir süre sonra ortaya çıkan şiddetli bir kasırga hristiyan ordusunu kısa sürede helak ediverdi.”

Buna benzer bir olay da Allah'ın koyduğu sınırları aşan bir şey dileyen kimsenin duasıdır. Allah'ın sınırlarını aşmak ya yararlı olmayan veya özü bakımından günah olan bir şey dilemekle olur. Böyle bir kimsenin duası şu veya bu oranda gerçekleşince bu sonucu isteğinin yerinde ve amellerinin salih olduğuna delil sayar. Tıpkı Allah'ın dünyada mühlet vererek mal ve evlâd sağladığı bazı kötülerin bu gelişmeleri iyilikleri için meydana gelmiş gelişmeler saymaları gibi.

Cenab-ı Allah (c.c.) buyuruyor ki:

“Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve evlâdları ile onların iyiliklerine koşuyoruz. Hayır! Fakat onlar farkında değildirler.” (Mûminun: 55-56)

Yine bu gerçeği vurgulayan bir kaç ayet daha okuyalım:

- “Kendilerine yapılan uyarıları unutunca üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik; kendilerine verilen nimetlerle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık, birden bire hayal kırıklığına uğradılar.” (En'am: 44)

-“Kâfirler sanmasınlar ki, onlara mühlet vermemiz kendileri için hayırlıdır. Biz onlara günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı azab vardır.” (Âli İmran: 178)

Buradaki “Muhlet vermek”den maksat ömrü uzatmak ve bunun gereği olarak “geçim kaynağı” ve “başarı” sağlamaktır.

- “Bu sözü yalanlayanları bana bırak. Biz onları farkında olmayacakları şekilde adım adım azaba yaklaştıracağız.

Onlara muhlet veriyorum, ama tuzağım bozulmazdır.”
(Kalem: 44-45)

Bu önemli meseleyi başka bir yazımızda ayrıntılı bir şekilde açıklamaya çalıştık.

- “Rabb'inize alçak sesle yalvararak dua ediniz. O aşırıları (ölçüyü aşanları) sevmez.” (Araf: 55)

Burada vurgulamak istediğimiz şudur:

Allaha yapılan dua bazen ibadet niteliğinde olur, o takdirde kul bu dua sayesinde dünyadaki kazancı yanında ahirette ve sevap elde eder. Yapılan dualar kimi zaman da dileklerin karşılanmasına dönük birer “istek duası” niteliğinde olurlar. Bu dualar Allah'ın hoşuna gidecek istekler içerdikleri takdirde sevap kazandırıcı da olabilirler. Fakat kimi durumlarda sadece içerdikleri dileklerin karşılanmasını sağlayabilirken kimi durumlarda da sahiplerinin dinine zarar verecekleri için ilâhî hakların çiğnenmesine ve sınırlamaların aşılmasına yol açtıkları oranda ahiret azabı getirirler.

Kısacası Allah'ın bize aramamızı emrettiği “vesile (O'na yaklaştırıcı uygun yol) hem O'na ibadet etmekte ve hem de O'ndan bir şey dilemekte söz konusudur. Ayrıca gerek bize emredilen salih ameller ile gerek hayatta olan peygamber ve salih şahsiyetlerin dua ve şefaatleri ile Allah'ın yakınlığını (tevessul) aramak, yaratılmışları araya koyarak Onun üzerine yemin etmek kategorisine girmez.

Bu kategoriye giren olaylardan biri de Kıyamet günü insanların Peygamberimizden (salât ve selâm üzerine olsun) kendileri için şefaat etmesini dilemeleridir. İnsanlar O'nun ahirette kendileri için Allah katında şefaatçi olmasını isteyecekler. Tıpkı dünyadayken kendisinde yağmur yağması ve başka dilekleri için dua etmesini istemiş oldukları gibi.

Bildiğiniz gibi, bir de Ömer'in (Allah ondan radı olsun) şu şekilde dua ettiği olayı var;

“Ya Rabbi, biz Peygamberimizin sağlığında kuraklıkla karşılaşınca Peygamberimiz aracılığı ile sana baş vurur ve yağmura kavuşturulurduk. Şimdi ise sana Peygamberimizin amcası Abbas aracılığı ile baş vuruyoruz (tevessül ediyoruz).”

Bu sözlerin anlamı şudur:

“Biz vaktiyle sana Peygamberimizin duası, şefaati ve dilemesi aracılığı ile baş vuruyorduk. Şimdi de sana O'nun amcasının duası, şefaati ve dilemesi aracılığı ile baş vuruyoruz.”

Bu duanın anlamı:
“Peygamberimizin veya amcasının aracılığı ile senin üzerine yemin ederek istekte bulunuyoruz” demek değildir.

Tıpkı zamanımızın bazı bidatçılarının ölmüş bir şahsiyetin arkasından veya gıyabında yaptıkları gibi. Nitekim böylelerinin bazıları:

“Ya Rabb'i, senden falancanın nezdindeki itibarı hakkı için şunu şunu istiyorum” gibi ifadeler taşıyan dualar yapmakta ve bu tutumlarını da:

“Biz Allah'ın peygamberleri ve velileri aracılığı ile O'na tevessül ediyoruz” diye savunmaya kalkışıyorlar. Daha da ileri giderek bu tutumlarını destekler nitelikte şöyle bir uydurma hadis naklediyorlar;

“Allah'dan bir şey dilerken benim O'nun nezdindeki itibarım hakkı için dileyiniz. Çünkü benim Allah katındaki itibarım büyüktür.”

Eğer sahabiler tarafından yapılan ve Ömer'in ifadesi ile dile getirilmiş bir örneğini sunduğumuz “Tevessul” bu olsaydı, onlar Peygamberimizin ölümünden sonra da bunu yapar ve Peygamber aracılığı ile dua etmenin çok daha ağırlıklı bir önemi olduğunu iyi bildikleri halde O'nu bırakıp amcasına baş vurmazlardı.

Bundan anlaşılıyor ki; sahabilerin anlattıkları “Tevessül” ölülere değil, sadece yaşayanlara dönüktür. Bu da yaşayanların duaları ve şefaatleri aracılığı ile Allah'a baş vurmak demektir. Yaşayanlardan böyle bir şey istenebilir. Fakat ölüden hiç bir şey istenemez. Ne dua ve nede başka bir şey.

Yukarda anlattığımız gözleri görmeyen sahabi olayı da bu niteliktedir. Bilindiği gibi söz konusu sahabi Allah'ın görme gücünü geri vermesi için Peygamberimizden kendi için dua etmesini rica etmiş, Peygamberimiz de ona Allah'ın kendi şefaatçiliğini kabul etme dileğini içeren bir dua öğreterek bunu yapmasını istemişti. Bu da gösteriyor ki, Peygamberimiz adama şefaatçi olmuş ve Allah'dan şefaatinin kabul edilmesini dilemesini istemiştir. Adamın bu amaçla yapmış olduğu duada geçen:

“Ya Rabbi, rahmet peygamberi olan Peygamberin aracılığı ile sana yöneliyor, senden diliyorum” ifadelerinin anlamı:

“Peygamberinin duası ve şefaati aracılığı ile” demektir.

Ömer (r.anh)'in:

“Sana Peygamberimiz aracılığı ile Tevessül ediyorduk” şeklindeki sözleri de bu anlama gelir. Bu iki hadiste geçen “Tevessül” ve “Teveccüh” terimleri aynı anlamdadır.

Bir şahıs aracılığı ile Allah'a “Tevessül”, “Teveccüh” etmek veya “Dilekte bulunmak” anlamca oldukça belirsizdir. Bu yüzden sahabilerin ne demek istediğini iyice anlamayanlar bu konuda yanılgıya düşmektedirler.

Burada amaç söz konusu şahsiyetin dua edici ve şefaatçi olması hasebiyle sebeb olması amaçlanmaktadır.

Buna göre söz konusu şahsiyetin sebep olmasının istenmesi ya dilek sahibinin o şahsa karşı duyduğu saygı ve bağlılığa veya O'nun dua ve şefaatine dayanır.

Bunun bir örneği, geceyi geçirmek için bir mağaraya sığınan ve sabahleyin uyandıklarında mağaranın kapısını tıkayan bir kaya yüzünden içerde mahsur kaldıklarını gören üç yolcu ile ilgili olaydır.

Buharî ile Muslim'in bir hadis olarak naklettikleri olay şöyledir:

“Üç yolcu geceyi geçirmek üzere bir mağaraya sığınırlar. Sabahleyin uyanınca mağaranın kapısını kocaman bir kayanın tıkadığını görürler. Aralarında çare ararken herkesin o güne kadar yapmış olduğu en faziletli ameli öne sürerek Allah'a dua etmesini kararlaştırırlar. Bu karar üzerine içlerinden biri şöyle dua eder:

“Ya Rabbi, bildiğin gibi benim bir amca kızım vardı. Onu çok sevmiştim. Öyle ki, hiçbir erkek bir kadını bundan daha çok sevemezdi. Bir gün benden yüz dinar para istedi. Parayı yanıma alıp evine gittim. Maksadımı anlayınca bana “Ey Allah'ın kulu, Allah'dan kork ve hakketmediğin biçimde bekâret mührümü bozma” diye yalvardı. Bunun üzerine parayı verdim ve kendisine hiç ilişmeden evden çıkıp gittim. Ya Rabb'i, eğer ben o hareketi sırf senin rızanı kazanmak içip yaptı isem bu mağaranın kapısının açılmasını sağla.”


Adamın bu duası üzerine mağara kapısını tıkayan taş birazcık aralanıverdi ve adamlar gün ışığını iyice görebildiler.

Arkasından bir başkası da şöyle dua etti:

“Ya Rabb'i, bildiğin gibi, benim hayli yaşlanmış bir anam ile bir babam vardı. Her akşam önce onlara süt içirir, sonra çoluk-çocuğumla hayvanlarıma yemek ve yem verirdim. Bir gün ormandan geç dönmüştüm. Eve döndüğümde her günkü gibi sütlerini içirmek istediğimde uyuduklarını gördüm. Onların sütünü vermeden çocuklarıma yemek ve hayvanlara yem vermek istemediğim için bardak elimde yanıbaşlarında sabahladım. Sabah olup uyanınca da hemen sütlerini içirdim.

Ya Rabbi, eğer ben o hareketi sırf senin rızanı kazanayım diye yaptı isem bu mağaranın kapısının açılmasını sağla.”

İkinci adamın bu duası üzerine mağara kapısı biraz daha aralandı. Fakat açılan delik dışarıya çıkmalarına imkân verecek kadar geniş değildi.

Arkasından arkadaşların üçüncüsü dua etmeye başladı ve şunları söyledi:

“Ya Rabbi, senin de bildiğin gibi, ben vaktiyle bir kaç işçi çalıştırmış ve iş bitince ücretlerini vermiştim. Yalnız işlerden biri biraz önce çekip gittiği için ücretini verememiştim. Bunun üzerine adamın ücretini ayırarak çalıştırmaya başladım. Para çoğaldıkça çoğaldı ve gün geldi, büyük bir servet haline geldi. Derken günün birinde adam çıkagelerek -Ey Allah'ın kulu, bana olan ücret borcunu ver- dedi. Kendisine “Şu gördüğün bütün develer, koyunlar, sığırlar ve köleler senin o ücretinden arttı. Bu yüzden hepsi senin” diye cevap verdim. Adam şaşkınlık içinde “Ey Allah'ın kulu, benimle alay etme” deyince kendisine “Ne münasebet, alay falan etmiyorum” diye karşılık verdim. Bunun üzerine adam yanımda birikmiş olan bütün servetini alıp gitti.

Ya Rabbi, eğer bu hareketi sırf senin rızanı kazanmak için yaptı isem şu mağara kapısının açılmasını sağla.”

Bu sonuncu dua üzerine iri kaya kapıdan çekildi ve adamlar dışarı çıktılar.
(Buharî, Sahih, kitab, icare, bab, kim bir emekçiyi çalıştırırsa, emeğinin karşılığını versin, Hadis no : 2272; Ahmed, Müsned, c. 1, s.Sf: 116; c. 3, Sf: 142.)

Görüldüğü gibi bu üç arkadaş en salih amellerini öne sürerek Allah'a dua ettiler. Çünkü kulun Allah'a “Tevessül”, “Teveccüh” ederken, Ondan bir şey dilerken öne sürebileceği en geçerli gerekçe işlemiş olduğu salih amellerdir. Çünkü bizzat Cenab-ı Allah (c.c.) şu ayette iman edip salih amel işleyen kullarının isteklerini yerine getireceğini, hatta kendi keremi ile onlara istediklerinden daha fazlasını bağışlayacağını vadetmektedir:

“Allah iman edip salih amel işleyenlerin dualarını kabul eder ve kendi kereminden onlara istediklerinden de fazlasını verir.”(Şura: 26)

Bu üç arkadaş da Allah'a ibadet ederek, O'nun emrine uygun salih ameller yaparak, O'ndan dilekte bulunarak ve O'na yalvararak kendisine dua etmişlerdir.

Buna benzer bir olay da Fudayl bin Iyad'la ilgili olarak anlatılır. Bildirildiğine göre bu zat bir ara idrar sıkışıklığı hastalığına yakalanmış ve “Ya Rabbi, sana karşı olan sevgim hakkı için bu hastalığımı gider” diye dua edince idrar sıkışıklığından kurtuluvermiştir.
(Ebu Nuaym, Hilye el-Evliya, c. 8, Sf: 109.)

(Fudayl b. Iyad, b. Mesud, b. Bişr el-Temimi, Zahid, ibadete düşkün, Buhari, Müslim ve diğer hadis alimlerinin kendisinden hadis tahririnde bulunduğu güvenilir bir ravi idi. 187 yılında öldü. Vefeyat el-Ayan, c. 4, Sf: 47, 50, biy. 53..; Takrib, el-Tehzib, c. 2, Sf: 113)


Yine bu kategoriden olan bir başka olay da şudur:

Anlatıldığına göre muhacir (Mekkeli) müslümanlardan olan bir kadın oğlu ölünce:
“Allah'ım, ben sana ve Peygamberine inandım ve senin yolunda evimden barkımdan ayrılarak göç ettim.” diyerek Allah'dan oğluna yeniden canlandırmasını dilemiş ve Allah da bir süre sonra oğlunu diriltivermiştir.
(Kadı Iyad, Kitab, el-Şifa, c. 1, Sf: 268)

Örnek verdiğimiz bu duaların üslûpları özellik bakımından Kuranda bize nakledilen müminlerin şu seslenişlerine benzemektedir:

“Ey Rabb'imiz, biz “Rabb'inize iman ediniz” diye seslenen bir dâvetçinin çağrısını işitir-işitmez hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, hatalarımız ört ve canımızı iyi kullarınla birlikte al.

Ey Rabb'imiz, peygamberlerin aracılığı ile vadetmiş olduğun mükâfatları bize ver, Kıyamet günü bizi perişan bırakma, hiç şubhesiz sen verdiğin sözden caymazsın.”
(Al-i İmran: 193-194)

Allahım emirlerine uyup yasaklarından kaçınarak, O'nun hoşnutluğunu kazandıracak ibadet ve kulluk görevlerini yaparak O'ndan dilekte bulunmak, eş bir deyimle O'na “Tevessül” etmek, bu hareketleri O'nun rahmetinin umudu ve azabının korkusu ile yapmakla aynı şeydir. Örnek olarak:

“Senden şunu şunu diliyorum. Çünkü hamd sana özgüdür. Sen bağışı bol Allah'sın. Göklerin ve yerin yoktan var edicisisin. Ve çünkü Sen tek, herkesin ihtiyaçlarının karşılayıcısı, doğurmamış ve doğrulmamış, hiç kimsenin kendisine denk olamayacağı Allah'sın” gibi ifadelerle Allah'ın isim ve sıfatlarını anarak O'na dua etmek, bu isim ve sıfatları sebeb olarak öne sürmek anlamına gelir.

Çünkü Cenab-ı Allah'ın (c.c.) hamdedilmeye lâyık ve ihsan sahibi olması, O'nun kullarına hamdetmeyi gerektirecek bağışlarda bulunmasını gerektirir.

Allah'ın tek ve Samed oluşu, her kesin ihtiyaç anında O'na baş vurmasını, O'nun dışında kalan her şey varlığını O'na borçlu iken O'nun hiç bir şeye muhtaç olmamasını ve dolayısıyla kendisine el açanların dileklerini karşılamasını gerektirir. Bu tür dualar bazen O'nun isim ve sıfatları üzerine yemin etme üslubunda da olabilir.

Ebu Said'e dayalı bir hadis olarak nakledilen:

“Ya Rabb'i, senden dilekte bulunanlar ve attığım şu adımlar hakkı için senden şunu şunu istiyorum” şeklindeki duaya gelince Atıyye Avfî tarafından rivayet edilen bu hadis hayli zayıftır. Fakat eğer aslı olduğunu farzedersek o da bu kategoriye girer. Çünkü dilekte bulunanların Allah üzerindeki hakkı, onların dileklerini karşılaması ve O'na ibadet edenlerin O'nun üzerindeki hakk; kendilerine sevab vermesidir. Başka bir deyimle dilekte bulunmak ile ibadet etmek, O'nun ihtiyaçları karşılaması ile sevab vermesinin sebebidir. Demek ki, bu sözlerle dua eden kimse bu sebebe dayanarak O'na baş vurmuş, O'na “Tevessul” etmiş olur. Eğer bu duayı yapan kimsenin yeminli ifadeler kullandığı farzedilirse bu kimse Allah'ın sıfatları üzerine yemin etmiş sayılır. Çünkü duaları kabul etmek ve ibadetlere sevab vermek, O'nun fiilleri ve vaatleri arasındadır. Böylece bu dua Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şu sahih hadisinde ifadesini bulan dua gibi olmuş olur:

“Euzu birizake min sahatıke ve bi-muafatike min ukubetike ve euzubike minke lâ uhsı senaen aleyke ente kema esneyte alâ nefsıke = Gazabından hoşnutluğuna, azabından affına ve senden sana sığınırım. Ben sana övgü düzemem. Sen kendini övmüş olduğun gibisin.”
(Muslim, kitab, namaz, bab, 42, Hadis No: 486, Ayşe'den.)

Gerek Hanbeli'nin ve gerekse başka bazı imamların açıkça belirttikleri gibi yaratıklara sığınılamaz (onlara istiaze edilmez). Böyle düşünen imamlar bu ilkeyi Allah'ın kelâmının (sözlerinin) yaratık olmadığının delili saymışlardır.

Bunun yanında Buharî'de yer alan bir hadiste Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun):
“Euzu bikelimatillâhi tammatı min-şerri mahaleke = Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile mahlûkatının şerrinden sığınırım.”

(Müslim, kitab, Zikir, bab: 16, Hadis No: 2708) buyurduğuna göre sözü geçen imamlar “Mahluk aracılığı Allah'a sığınılamaz” demişlerdir.

Anlatmak istediğimiz şu ki; mahlûka sığınma olamayacağı halde Peygamberimizin Allah'ın affına ve afiyetine sığınarak O'nun cezasından korunmayı dilemesi mahluktan dilekte bulunulamayacağı halde O'nun Allah'ın duaları kabul ediciliğinden ve sevab vericiliğinden dilekte bulunması gibidir.

Allah'dan başka hiç bir nesnenin sözü edilerek dilekte bulunulamayacağını söyleyen alimler, Allah'ın sıfatları anılarak bir şey dilemeye karşı çıkmamışlardır. Bunun bir başka benzeri şudur. Bilindiği gibi yemin sadece Allah üzerine yapıldığı takdirde geçerli olur.

Nitekim Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) sahih bir hadise göre:
“Kim yemin edecekse Allah üzerine yemin etsin veya sussun”
(Buhari, kitab, Yemin ve adaklar, bab: Babalarınızın adlarına and içmeyin. Hadis No: 6646; Muslim, Sahih, Kitab, Yeminler, bab, Allah'dan başkası adına yemin etmenin sakıncası, Hadis No: 1646.)

ve Tirmizî'de yer aldığına göre:

“Kim Allah'dan başka bir şey üzerine yemin ederse Allah'a şirk koşmuş olur.” buyurmaktadır. (Tirmizi, Sünen, kitab, Yemin ve adaklar, Hadis No: 1535)

Bununla birlikte “Allah'ın izzeti” ve benzeri ifadelerle yapılan yeminler -ki Peygamberimizin bu tür ifadeli yeminler yaptığı belgelidir- Allah'dan başkası üzerine yapılan yeminler kapsamına girmez. Çünkü her hangi bir şeyin “başkası” demek, O şeyden ayrı ve onunla bağdaşık olmayan bir nesne demektir.

Sözün kısası; peygamberler ve saygıdeğer salih kişiler aracılığı ile Allah'a “Tevessül” etmek iki yoldan olur.

- Ya onlara bağlılık göstermek ve yollarından gitmekle;

- veya onların dua ve şefaatlerini kazanmakla.

Buna karşılık böylelerinin ne yollarını izleyen ve nede şefaatlerini haketmeyen bir kimsenin kuru kuruya onlar aracılığı ile Allah'a “Tevessül” etmesi, kendisine hiçbir yarar sağlamaz. Sözü geçen şahsiyetlerin Allah katındaki itibarları ne kadar yüksek olursa olsun.

Düşünelim ki; gerek ilk müslümanlar ve gerekse mezheb imamları, yaratıklar aracılığı ile Allah'dan bir şey dilemeye yukarda anlattığımız gözle baktıklarına göre yaratıkların ölüleri aracılığı ile dilekte bulunmanın hükmünü varın siz düşünün.

İsterse bu ölülerden Allah'dan bir şey dilemeleri ve ister bazı kimselerin yaptıkları gibi doğrudan doğruya dilekleri yerine getirmeleri istenmiş olsun.

Yine ister bu dilekte bulunma olayı ölünün mezarı başında veya gıyabında meydana gelmiş olsun.

Şeriatımızın tebliğcisi olan Peygamberimiz bu işi kökünden Önlediği ve Peygamberlerin mezarlarını mescid edinenleri lanetleyerek, mezar başlarında namaz kılmayı yasaklayarak ve dilekleri sadece Allah'a yöneltmeyi vurgulayarak bu sapıklığa vardıracak bütün kapıları kapattığı halde bu sapıklığın doğrudan doğruya içine, yani ya şirk haline veya şirke götürücü şartlara düşmeye ne demeli?
(Şeyh'ul İslam İbn Teymiyye, Sırat-ı Mustakim, Tevhid yayınları)
 
Üst Ana Sayfa Alt