İLHAM NEDİR?
Okuduğum bu kitap (Nur risalelerine eleştirel bir yaklaşım) Risalei Nurlara çok geniş kapsamlı bir Reddiyedir.Evet ehli sünnet alimlerinden Kuran ve Sünnet'ten bir derlemedir.Bir şahsın kendi fikirleri değildir.
Kitap Risale-i Nurlar ile bir bütünlük arzettiği için.Konuyu kesmeden.Ve yorum yapmadan ilham'ın islamdaki yerini aktaralım.
Bakalım İslam'da "İLHAM" ın yeri nasılmış.
1.3. NUR RİSALELERİ KİMİN ESERİDİR?
(...) benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz (...) bulunan bir adam, (...) Risale-i
Nur’a sahip değildir; ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki
doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi mu’cize-i mâneviyyesi
olarak, rahmet-i İlâhiyye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşiyle
beraber, o hediye-i Kur'aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi,
ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’da
öyle parçalar var ki; bazısı altı saatte, bazı iki saatte, bazı on dakikada yazılan
risaleler var. Ben yemin ile te'min ediyorum ki: Eski Said’in (R.A.) kuvve-i hâfızası da
beraber olmak şartıyle, o on dakika işi, on saatte fikrim ile yapamıyorum; o bir saatlik
risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum, ve o bir günde altı saatlik risale
olan "Otuzuncu Söz"ü ne ben ve ne de en müdakkik, dindar feylesoflar, altı günde o
tahkikatı yapamazlar ve hâkezâ...43
Risalet-ün-Nur sair te'lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan
alınmamış. Kur'andan başka me'hazı yok, Kur'andan başka üstadı yok, Kur'andan
başka mercii yoktur. Te'lif olunduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında
bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'anın feyzinden mülhemdir ve semâ-i
Kur'anîden ve âyatın nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.44
Risale-i Nur’un mesâili, ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil;
ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor.45
Hem yazılan eserler, risaleler; -ekseriyet-i mutlakası- hariçten hiçbir sebep
gelmiyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, ânî ve def'î olarak ihsan
edilmiş. (...)
İşte ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr hâletler ve sergüzeşt-i
hayatım ve ulûmların enva’larındaki hilâf-ı âdet ihtiyarsız tetebbuatım; böyle bir
netice-i kudsiyeye müncer olmak için; kuvvetli bir inâyet-i İlâhiye ve bir ikrâm-ı
Rabbânî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.46
(...) Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bâzı def'a haberim olmadan,
ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-ı îmaniye ve kuvvetli hüccetler,
müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum: Neden bunlar bana
unutturulmuş, tekrar yazdırılmıştır?47
Hem Risale-i Nur zâhiren benim eserim olmak haysiyetiyle senâ etmiyorum.
Belki yalnız Kur'anın bir tefsiri ve Kur'andan mülhem bir tercüman-ı hakikisi ve imanın
hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hattâ, bir kısım
Risaleleri ihtiyarım hâricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte
ihtiyarsız hükmündeyim.48
Kur'anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin
değil; belki muntazam, güzel hakaik-ı Kur'aniyenin mübarek kametlerine yakışacak
mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuriyle biçilmez ve kesilmez;
belki, onların vücududur ki, öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser,
biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.49
Yazılarımda ne kadar güzellik ve te'sir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'aniyenin
lemeâtındandır. Benim hissem; yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle
tazarruumdur.50
(...) Bunların, Kitabullah’ın tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin izahı ve zamanın
fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler, kendi
tilka-i nefislerinin ve karîha-i ulviyelerinin mahsulü değildir. Bunlar, doğrudan doğruya
menba-ı vahy olan Zât-ı Pâk-i Risâletin mânevî ilham ve telkinatıdır. "Celcelutiye" ve
"Mesnevî-i Şerif" ve "Fütûh-ul-Gayb" ve emsali âsâr hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı
kudsiyeye o zevat-ı âlişan, ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevat-ı
mukaddesenin o âsâr-ı bergüzîdenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri
vardır. Yani, bu zevat-ı kudsiye, o mânânın mazharı, mir'at-ı ve ma’kesi
hükmündedirler.
Risale-i Nur ve Tercümanına Gelince:
Bu eser-i âlişan (...) Nur-u Mahz-ı Kur'ân olduğu ve evliyaullahın âsârından
ziyade feyz-i envar-ı Muhammedîyi hamil bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risâletin ondaki
hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi, evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun
mazharı ve tercümanı olan mânevî zâtın mazhariyeti ve kemâlâtı ise, o nisbette âli ve
emsalsiz olduğu Güneş gibi âşikâr bir hakikattır.51
Risale-i Nur gerçi zâhiren sizin eserinizdir, fakat nasıl ki, Kur'an-ı Mübîn
Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlûkat Efendimiz nâsa tebliğe vasıta
olmuştur, siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azim’in nurlarından bu günün karmakarışık
sarhoş insanlarına emr-i Hak’la hitab ediyorsunuz. Hulûsî.52
(...) Eğer müellifin tenzilin nazmından çıkardığı letâifde şüphen varsa, ben
derim ki İbn-ül-Fârıd kitabından tefe'ül ettik ve şu beyit çıktı:
Keenne kirâme’l-kâtibîne tenezzelû alâ kalbihî vahyen bimâ fî sahîfetin.53
Münezzehdir şuûnatdan, hep ilhâm-ı İlâhîdir,
Okurken nûr alır vicdan, sütûr-u bî-tenâhîdir,
Riyâdan, kibirden, her meâsîden münezzehdir,
Kelâm-ı lâyezâlîden gelen, bir nûr-u müferrahdir.
Nasıl bir vecd içinde anladım bilsen, bu âsârı,
Bu, âyetler gibi nuranî ve lâhutî bu efkârı,
Meâsir mi? eser mi? müncelî, yoksa müesser mi?
İlâhî bir sırren’den berk uran, hayret-fezâ sır mı?54
Çeşm-i im'ânımla kıldım, Risale-i Nur’a nazar
Yoktur imkân yaza mislin, efrâd-ı beşer.
(...)
Her harfi şem'a-i feyzi ilâhî, cilveger,
Zevk alır baktıkça insan, bütün eşyadan geçer.
(...)
Bilirim değilsin enbiyâdan bir nebî,
Lâkin elinde nedir bu nûr-u mu’teber.55
Aynı sayfada, son beyit için şu haşiye düşülmüştür:
Mevlânâ Câmi, Mevlânâ Celâleddin-i Rumi hakkında demiş:
Men çi koyem der vasfı ân âlî cenâb
Nît peygamber velî dâred kitâb
Câminin bu fıkrasının mealine işaret etmek istiyor.
56
RİSALE-İ NUR, yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu bir fikir
karanlıklarından ve müthiş dalâlet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyariyle
yazılmış değil, Cenab-ı Hakk’ın lisaniyle yazılmış bir eserdir.
57
(...) Bu hakikatlardan anladım ki, Risale-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için
yazdırılmıştır.
58
Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına
şüphe yok. "Ben, kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir
eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur'ânîyim. Bir lâyemut’un eserinden fışkıran
kerametli bir Nûr’um."59
Ehli Sünnete Göre Tahlil:
Said Nursî ve talebeleri, bu sözleriyle aslında ilhamdan da öte şeyler ihsas
etmektedirler. Ancak, biz burada bu ihsasları göz ardı edecek ve açıkça iddia ettikleri
"ilham" üzerinde duracağız.
Bilgi edinme yollarının belirlenmesi, akidevî bir konu olduğundan akait
kitaplarında ele alınmış, bilgi edinme vasıtaları sıralanmıştır. İlhamın ise bunlardan
olmadığı beyan edilmiştir:
Ömer Nesefî, Metnü’l-Akaid’de şöyle der:
İlham, hak ehli olanlara göre, bir şeyin sıhhatini bilme konusunda ilim elde etme
vasıtası değildir.60
Pezdevî de, Ehl-i Sünnet Akaidi ’nde ilim sebeplerini sıraladıktan sonra şunları
söyler:
İlhamla bilgi meydana gelmesine gelince: Bu nasıl olur?... İlhamla bilgi hâsıl olduğunu
iddia edenin davası burhandan yoksundur. Eğer bir kimse: "Şu şeyin helâl olduğuna dair
Allah Tealâ bana ilham ederek kalbimde bilgi hasıl oldu" derse, ona denecek şudur:
"Sen sözünde yalan söylüyorsun", ayrıca onun doğruluğunu gösteren bir delil yoktur.
Aynı şekilde bir başkası da, bunun haram olduğunu Allah’ın kendisine ilham ettiğini
söyleyebilir. O hâlde bu iki kişinin sözlerinden birini tercih için delil bulunmadığından, ikisi
arasında anlaşmazlık vuku bulur ki, bu da fesada götürür.
61
Said Nursî ve talebeleri, bilgi kaynağı olarak kabul edilmeyen ilhamı, yukarıda
aktarılan büyük iddialarına delil olarak ileri sürmüşlerdir. Oysa, Said Nursî gerçekten
"mülhemûn"dan olsa bile, bu ilhamlar (?) kendisinden başkasına bir şey ifade etmez.
Nitekim, Taftazanî şöyle demiştir:
İlham, herkes için bilgi edinme vasıtası değildir, başkasına delil olarak kullanılmaya
elverişli de değildir.62
Suiistimale açık olan ilham konusunu izah etmek, hak ilhamlar ile ilham diye
yutturulmak istenen şatahat63 ve türrehatın64 arasını ayırmak, bunların farkını ortaya
koymak gerekmektedir.
İlham, feyiz yolu ile kalbe ilka olunan manadır, diye tarif edilir.65
Şüphesiz ki, evliya arasında ilhama mazhar olanlar vardır. Nitekim, Buharî ve
Müslim’de Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Sizden önceki ümmetler arasında, kendilerine ilham olunanlar vardı. Eğer
benim ümmetim içinde de böyle biri varsa, o da Ömer’dir."66
"Kendilerine ilham olunanlar" şeklinde tercüme edilen "muhaddesûn"
(kendilerine haber verilenler, kendilerine söz söylenenler) hakkında İmam Buharî:
"Onların dillerine bir şeyin doğrusu geliverir." demiştir.67
İmam Cafer Sadık da:
"Muhaddes, Allah’ın kendisine gerçekleri anlamasını sağladığı kimsedir." demiştir.68
Mülhemûndan olan Hz. Ömer (r.a.) demiştir ki:
"Ben üç şeyde Rabbime muvafakat ettim: Ey Allah’ın Elçisi, İbrahim makamını
namazgâh edinelim, dedim. Müteakiben 'Siz de İbrahim makamından bir namazgâh
edinin!' (Bakara, 2/215) ayeti nazil oldu.
Bir de hicap ayeti ki, 'Ya Resulullah, kadınlarına emretsen de, onlar perde
içine girseler! Çünkü, hayırlı-hayırsız kimseler onlarla konuşabiliyor.' dedim. Bunun
üzerine hicap ayeti (Ahzâb, 33/32-33) nazil oldu.
Keza, Peygamber’in zevceleri, bir keresinde kendisine karşı kıskançlık
göstermek üzere ittifak etmişlerdi. Eğer o, sizi boşarsa, yerinize Rabbinin ona sizden
hayırlılarını vermesi ümit edilir, dedim. Derken bu (Tahrîm, 66/5) ayeti nazil oldu."69
Mehmed Sofuoğlu’nun şu izahı çok manidardır:
Ömer’in bu sözleri, ayetlerin inmesinden önce olduğu hâlde, "Rabbim bana muvafakat
etti" demeyip de, "Ben Rabbime muvafakat ettim" demesi, Allah’a karşı bir edeptir. Fıkhının
ve ilminin açık bir nişanesidir. "Benim reyim, zuhurları muayyen vakitlere kadar teahhur eden
ezelî hükme muvafık düştü" demek istemiştir.70
Anlaşılacağı üzere ilham; Allah’ın, meseleleri daha açık görüşle anlaması için
kişinin kalbini açması, bunu kişiye kolaylaştırması ve onu doğruya sevk etmesidir.
Yoksa ciltlerce risaleleri, kişiye âdeta zorla, "ihtiyarı ve rızası haricinde yazdırması"
değildir.
Kelâm ilminde, sadece peygamberlerin ilhamı, bilgi kaynağı olarak kabul edilir.71
Cenab-ı Hak buyurmuştur ki:
"Senden önce gönderilen her resul ve her nebi bir temennide bulunduğu
zaman, şeytan onun temennisine bir şey sokmuştur. Fakat Allah, şeytanın soktuğu
şeyi iptal eder, sonra da ayetlerini sağlamlaştırır. (...)"72
Nebi’nin kalbine şeytanın attığı vesvesenin nesh ve izale olunması ve Allah Tealâ’nın
kendi ayetlerini muhkem hâle getirmesi şarttır. Zira nebi, hak üzeredir. Muhaddesin kalbine
doğan ilhama ise şeytanın birtakım şeyler sokuşturması ve bunların nesh ve izale edilmemesi,
dolayısıyla içerisine düştüğü birtakım hatalarında devam etmesi mümkündür. Muhaddes, içine
doğan fikirleri ve ilhamları peygamberin getirdiği şer'î ölçülere vurmak, yanlış olanlarından
yüz çevirmek mecburiyetindedir.73
Çünkü, bu kişi masun (hatalardan korunmuş, hatasız)
değildir. Nitekim Ebu’l-Hasen eş-Şazelî şöyle der: Kitabın ve Sünnetin getirdiği esaslarda bize
hatasızlık garantisi verilmiştir; fakat keşifler ve ilhamlar için böyle bir garanti yok...74
Nitekim şeytan, ilhama mazhar olan Hz. Ömer’e Hudeybiye Antlaşması sırasında;
Furkan suresinin okunuşu ile ilgili olarak Hakim b. Hizam’la olan tartışmasında ve
Peygamber’in vefatı sırasında birtakım aldatmalarda bulunmuş ve Ömer’in nefsine arız olan
bu düşünceler ve yanlışlar nübüvvet nuruyla izale olmuştur.75
Hz. Ömer, ashab-ı kiram ile istişare eder ve bazen kendi görüşünü bırakıp onların
düşüncesine katılır, bazen de ashap ona uyardı. Olur ki, Ömer bir söz söyler, ama bir
Müslüman kadın kalkıp onun sözlerini reddeder ve gerçeği açıklar, Ömer de kendi
görüşünden vazgeçip, bu kadının sözlerine hak verirdi. Meselâ, mehir miktarını belirleme
meselesinde böyle olmuştu. Yine olur ki, o bir görüşe sahip olur, fakat o konuda kendisine
Hz. Peygamber’den bir hadis hatırlatılır, bunun üzerine hemen kendi görüşünü terk ederek bu
hadisle amel ederdi. Çeşitli konularda, ilgili bazı sünnetleri kendisinden aşağı mertebede
bulunan kişilerden alırdı. Bazen bir şey söyleyip, kendisine "isabetlisin!" denildiğinde o:
"Vallahi Ömer, gerçeğe isabet mi etti, yoksa yanıldı mı, bilmiyor!" şeklinde cevap verirdi.
İşte kendisine ilham olunan kimselerin en önde geleni böyle olduğuna göre, kıyamet
gününe kadar, kendisine Rabbinin bir şeyler haber verip ilham ettiğini söyleyen her kalp
sahibi, Ömer’den aşağı mertebede bir kimse olarak asla masun değildir. Tam tersine, bu
durumda onların tamamı için yanılmak mümkündür. Her ne kadar bir grup, velinin Allah’ın
koruması altında (mahfuz) olduğunu iddia ediyorsa da, bu böyledir. Onlara göre bu koruma,
peygamberler için kabul edilen ismet (hata ve günahlardan korunmuş olma) sıfatının bir
benzeridir ki, böyle bir iddia yanlıştır ve Sünnete ve icmaya aykırıdır.
Dolayısıyla Müslümanlar, herhangi bir insanın sözünün alınıp alınmaması konusunda
serbest olunduğunda birleşmişlerdir. Bundan yalnızca Resulullah (s.a.v.) müstesnadır. Her ne
kadar bu kimseler, hidayette, nurda ve isabetli olma hususunda birbirinden farklı
mertebelerde iseler de böyledir. İşte bundan dolayı "sıddık" makamına erişen bir kişi,
kendisine ilham gelenden üstündür. Çünkü sıddık, peygamberlik kandilinden bilgi almakta ve
masum, mahfuz olan şeyleri elde etmektedir.
Kendisine ilham verilen kimse için ise, doğru söz konusu olduğu gibi, hata da söz
konusudur. Kitap ile Sünnet, onun doğrusunu hatasından ayırıp ayıklar. Bu nedenle bütün
veliler, Kitaba ve Sünnete muhtaç durumdadırlar, bütün işlerini mutlaka Hz. Peygamber’den
gelen haberlere göre ölçüp değerlendirmeleri gerekir. Resulullah’tan aktarılan haberlere
uyanlar gerçek; buna muhalif olanlar ise yanlıştır. Eğer bu hususta o kimseler, gerçeği
bulabilmek için iyi niyet içerisinde, olanca çabalarını harcayıp içtihat etmişlerse, Cenab-ı Hak
onların içtihatlarının karşılığını ve ecrini verecek, hatalarına da bağışlayacaktır.
Bilindiği üzere, iyilik yarışmasında başarı kazanmış ve önceliği elde etmiş olanlar,
nebevî haberlere en çok uyanlar ve hidayet üzere bulunanlardır; onlar iman ve takva
bakımından da en üst mertebededirler.76
Bizden önceki ümmetlerde kendisine ilham verilenlerin varlığı kesindir. Böyle
kimselerin bu ümmette (ümmet-i Muhammed’de) bulunması, ümmetlerin en faziletlisi
olmakla beraber, (yukarıda naklettiğimiz hadiste) şart edatına bağlanmıştır. Çünkü, bizden
önceki ümmetlerin onlara ihtiyacı vardı. Bu ümmet ise, Nebilerinin ve onun risaletinin
kemalinden dolayı onlardan müstağnidir. Allah Tealâ, bu ümmeti Nebiden sonra, keşif,
ilham, muhaddes ve rüya sahibi kimselere muhtaç kılmadı. Şart edatıyla yapılan bu
bağlantı, ümmetin kemalinden ve müstağni oluşundandır, noksan oluşundan değil. Sıddık,
muhaddesten daha kâmildir, çünkü sıddıklığın kemali; mana bağlılığı ile ilham, içe doğma,
keşif gibi şeylerden müstağnidir. Çünkü, sıddık bütün kalbini, sırrını, içini-dışını Resulüne
teslim etmiştir. Bununla o, diğer şeylerden müstağni olur.
Birçok hayalperest ve cahilin "Kalbim Rabbimden bana bunu ilham ediyor" dediği şeye
gelince; kalbinin ona bir şeyler söylemiş olması doğrudur, fakat kimden? Rabbinden mi,
yoksa şeytanından mı? "Kalbim bana Rabbimden böyle ilham etti" derse, kendisine ilham edip
etmediğini bilmediği birine söz isnat etmiş olur ki, bu da yalandır. Bu ümmetin muhaddesi,
asla böyle söylemez, hiçbir zaman böyle bir şeyi ağzına almaz. Şüphesiz Allah, Ömer’i, bunu
söylemekten korumuştur. Bilâkis, bir gün kâtibi "Bu, müminlerin emîri Ömer b. Hattab’a
Allah’ın gösterdiği (öğrettiği, ilham ettiği) şeydir" diye yazdığında, Ömer: "Hayır, onu sil! Bu, Ömer b. Hattab’ın gördüğü şeydir, eğer o doğruysa Allah’tandır; yanlış ise Ömer’dendir. Allah
ve Resulü ondan beridir, uzaktır, diye yaz!" buyurmuştur. Ömer "kelâle" (miras hukukuyla ilgili bir kavram) konusunda: Bu konuda kendi görüşümü söylüyorum, eğer doğruysa Allah’tan; şayet yanlış olursa benden ve şeytandandır, der. Resulullah (s.a.v.)’ın şehadeti ile muhaddes olanın sözü böyledir. Oysa sen İttihadînin, Hululînin, şatahat söyleyen İbahînin,
sema yapanların açıkça "Rabbim, kalbime böyle ilham etti" dediğini görürsün.77
Bu konuda Hz. Ebu Bekir’in tavrı da Hz. Ömer’inki gibidir. Nitekim o da, "Kendi
reyimi söylüyorum. Eğer isabet edersem Allah’tandır; hata edersem bendendir."
demiştir.78
Aynı mealdeki sözler, Hz. Ali’den ve İbn Mesud’dan da rivayet
edilmektedir.79
İbn Kayyım el-Cevziyye, İgasetu’l-Lehfan fi Mesayidi’ş-Şeytan adlı eserinde
der ki:
Peygamberlerden başkaları, şahsî düşüncelerinde ve ilhamlarında hata da ederler, isabet de. Onların zan ve ilhamları, düşünceleri ve hatıraları.80, Allah’ın kulları için delil ve hüccet niteliği taşıyamaz.
Allah’ın ilhamına mazhar olanların sadatı, ashab-ı kiram efendilerimizdir. Onlardan Hz. Ömer (r.a.)’in, ilâhî ilhama mazhar olduğu, hadis ve nice olaylar ile sabittir. Böyleyken o, belli bir konuda fikrini söyler, mertebesi ondan çok aşağı bulunan biri de kendisine itiraz ederdi. O da, gelen itirazı anlayışla karşılar, üzerinde düşünüp istişarelerde bulunur, kendisinin hatalı olduğu anlaşılır, o da hatasından dönerdi. Şahsî düşüncelerini ve ilhamlarını, daima Allah’ın Kitabına, Resulullah’ın Sünnetine arz ederdi. Kendi zan ve ilhamlarına itibar ve itimat etmezdi.
Yani onları değil, Allah’ın Kitabını ve Resulünün Sünnetini hakem tanırdı.
Abit ve zahit geçinen şu cahiller ise, kalplerine geçici bir zan ve düşünce gelse, hemen
onu hakem tanıyıp Allah’ın Kitabını ve Resulünün Sünnetini terk ederler. Bu elbette çok yanlış
bir tutumdur, asla rahmanî bir gidiş değildir. Buna rağmen şahsî ilhamları ile gurur ve ucba81düşerler ve derler ki: "Haddesenî kalbî an Rabbî – Kalbim, Rabbimden alarak bana dedi ki..." Evet, bunu kendilerine düstur ve şiar edinmişlerdir. Yine açıkça derler ki: "Biz ilmi ve marifeti, ölmekten münezzeh bulunan Allah’tan alıyoruz, arada hiçbir vasıta olmaksızın! Sizler ise zahir ehlisiniz ve ilimlerinizi vasıtalardan alıyorsunuz." Açıkça böyle iddialarda bulunurlar ve açıkça, peygamberleri ve onlara inen Allah’ın kitaplarını aradan çıkarırlar. Böyle bir tutum ise, bütün gizliliğine ve aldatıcılığına rağmen, büyük bir küfür ve dinsizliktir! Kur'an’ın ve Peygamber’in aracılığını aradan çıkarmanın, başka bir hükmü ve manası yoktur. İşte şeytanî iğva82ve vesveselere en büyük aldanışlardan biri de, hiç şüphesiz bu sakat tutumdur. Niceleri buna kapılmışlar ve helâk olmuşlardır.
"İlhamda ve keşifte hata olmaz! İlham ve keşif ehlini kayıtsız şartsız tasdik etmek lâzımdır" derken, bazıları bunda saklı bulunan şeytanî tehlikeyi ve tahribatı iyice sezememiş olabilir. Şüphesiz böyleleri, kendi cehaletlerine kurban gitmiş olurlar. Veya kesin küfre varmadıkları takdirde, cehaletleri nispetinde mazur sayılabilirler. Fakat bile bile, Peygamber’i ve ona inen Kur'an’ı aradan çıkaranlara, kendilerini mazur gösterecek bir cihet bulunabilir mi?
Böyle birisine dersin ki:
-Bak, yakınımızda bir hadis medresesi var. Orada Hafız Abdurrezzak, talebelere hadis
okutmaktadır. Sen de gidip orada Peygamber’in hadislerini öğrensen olmaz mı? O cevap olarak sana der ki:
-Benim, Melik ve Hallâk olan Allah’tan vasıtasız olarak ilim ve marifet alan bir kişi olarak, Hafız Abdurrezzak’tan hadis işitmeye ne ihtiyacım var?
İşte böylelerinin, "cehaleti sebebiyle mazur görülebilir" denilecek bir durumu olmadığı meydandadır. Böylesi, kalbini ve bütün benliğini şeytana iyice kaptırmış, cehalet ve gafletin son derecesine ulaşmış biridir, yoksa ilâhî ilimde ve marifette ilerlemiş biri değil. Çünkü, vasıtasız olarak yüce Allah ile konuşup, doğrudan doğruya ondan ilim ve marifet alan zatlar, ancak Hz. Musa (a.s.) gibi peygamberlerdir. Bunun için ona "Kelimullah" denilmiştir. Bu cahil iddiacı ise, kendisinin de Kelimullah olduğunu zannetmekte, ilim ve din dışı sözünü söyleyebilmektedir. Evet, kendisi de bir ses duymuştur. Fakat Rahman’ın değil, şeytanın sesini... Ya da nefs-i emmaresinin sesini. (...)
Ashab-ı kiramın, kendi düşüncelerini ve kararlarını itham etmelerinin misalleri pek çoktur. Hâlbuki onlar, bu ümmetin en hayırlıları, kalpleri en temiz, ilimleri en derin olanlarıdır. Nefsanî ve şeytanî ahvalden en uzak bulunanlar onlardır. Kitaba ve Sünnete en çok ittiba edenler de onlardır. Kitabı ve Sünneti aradan çıkarıp "Bana kalbim, Rabbimden alarak dedi ki..." diyenler ise, Kitaba ve Sünnete en uzak olanlardır. Gerçekten züht ve takva sahibi olanlar ise, dosdoğru yol üzerinde bulunup, asla şahsî keşiflerine ve ilhamlarına önem
vermezler. Bunları kendilerine hakem tanımazlar. Herhangi keşfi ve ilhamı, Kitaptan ve Sünnetten iki şahit olmaksızın kabul etmezler. İşte bu ümmetin gerçek sufileri de bunlardır.
Gerçek İslâm sufilerinin en büyüklerinden olan Cüneyd der ki: "Ebu Süleyman Daranî şöyle buyurmuştur: Bazen kalbime, sufilerin sözünü ettikleri cinsten nükteler gelir ve günlerce bekler. Ben onu, Kitaptan ve Sünnetten iki adil şahit, şahitlik etmedikçe kabul etmem."
Ebu Zeyd el-Bistamî demiştir ki: "Kişiye pek çok kerametler verilse, hatta havaya bağdaş kurup otursa, sakın onun bu kerametine aldanmayasınız. Ancak, onun emir ve nehiyler itibariyle, şer'î hudut ve ölçüler bakımından nasıl olduğuna bakın, ona göre hüküm verin."
(...) Seriyy es-Sakatî şöyle demiştir: "Bir kimse, ilmin sırrına ve bâtınına vâkıf
olduğunu iddia eder, fakat hükmün zahiri kendisini yalanlarsa, elbette böylesi büyük bir hata içindedir."
Yine Cüneyd şöyle demiştir: "Bizim bu mesleğimiz, Kitaba ve Sünnete uygunluk
şartına bağlıdır. Kur'an’ı hıfzetmeyen, hadis yazmayan ve fıkıh ilmiyle meşgul olmayan bir kimse, kendisine uyulacak birisi değildir."
Ebu Bekir ed-Dekkak şöyle der: "Zahirde emir ve nehiylerin hududunu zayi eden bir kimse, bâtında kalbî müşahededen mahrum kalır."
Ebu’l-Hasan en-Nurî şöyle der: "Bir kimsenin, şer'î ölçünün dışında kalan bir hâl sahibi olduğunu iddia ettiğini gördüğün zaman, sakın ona yakın olma! Yine bir kimse ki, kendisinin hâl sahibi olduğunu iddia eder, fakat şeriatın zahiri kendisini tasdik etmezse, öylesini de din ve maneviyatta muteber tutma!"
Ebu Said el-Harraz da bu hususta şöyle demiştir: "Zahirin desteklemediği her bâtın, batıldır."
el-Cerirî şöyle der: "Bizim bu mesleğimiz, bir tek cümlede toparlanır: Kalbin devamlı murakabe hâlinde bulunacak ve ilim zahirin üzerine kaim olacak!"
Ebu Hafs el-Kebir ise şöyle demiştir: "Bütün fiil ve hâllerini Kitap ve Sünnet ile
tartmayan ve şahsî zan ve hatıralarını itham etmeyen (şahsî görüşlerinde ve ilhamlarında hata kabul etmeyen) bir kimseyi, sakın manevî adamlar zümresinden saymayınız."83
Yüce Allah, "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman
yaptık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar (yûhî). Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Fakat sen, onları düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!" buyurmuştur.84
Zuhrufu’l-Kavl, "yaldızlı söz" diye çevrilmiştir. Zuhruf; içi batıl, dışı süslü püslü
olandır. Nitekim, bir kimse sözünü aslı astarı olmayan şeylerle süsleyip püslediğinde, "fulânun yuzahrifu kelâmuhu" denilir. O hâlde, dışı yaldızlanan, süslenerek göz boyayan her şey, "muzahref"tir.85
Allah, burada, batıl ve asılsız şeyden "yaldızlı söz" diye bahsetmiştir. Çünkü, sahibi onu elinden geldiğince süsler ve aldanmaya müsait kişinin kulağına atar; o da buna kanar, inanır.86
Nur Risaleleri ’nde Said Nursî’nin ilminin (!) "ledünnî" olduğu açıkça iddia
edilmektedir:
(...) Bu hadis-i şerif Nur’un tercümanına mutabık geliyor ki, ilminin ve kemâlinin
tahsil ve terbiye neticesi değil lutf ve ihsan-ı Rabbânî olarak, bir harika-ı fıtrat halinde
kısacık bir zamanda ihsan edileceğini bildiriyor ki, şimdiye kadar kimsede vaki
olmamış olan bu hal ancak bir büyük müceddidin alâmât-ı mahsusasındandır.87
Ayrıca, Kehf suresinin Hz. Musa (a.s.) ile Hızır (a.s.)’dan bahseden 65.
ayetinin "tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz" anlamına gelen bölümü ebced
hesabına tâbi tutularak yukarıdaki iddia delillendirilmek (!) istenmiş ve Said Nursî’ye
verilen bu ilmin "Resâili’n-Nûr" olduğu belirtilmiştir:
88598 روﻧﻠا ﻞﺌﺎﺴر 598 ًﺎ ﻤ ﻟ ﻋ ﺎﻧدﻠ ﻦﻣ ﻩﺎﻧﻣﻠﻋﻮ
Ayetin meali şöyledir:
"Orada, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan
kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini bulmuşlardı."
Metnu Mâideti’l-Kur'ân’da da şöyle denmiştir:
(...) Ve yâ ‘ilme mulhemin min ledun Hakîmi’l-Hābîr89
Yani, "Ey Hakim ve Habir tarafından ilham edilmiş olan ilim (Risâletu’n-Nûr)."
Bu cümleye "Hâşiye" düşülmüş ve denilmiştir ki:
Lâ ‘ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ = 974 Risâletu’n-Nûr = Aslı ile, yani lam-ı
tarifle 976.90
Bilindiği gibi, bu cümle Bakara suresinin 32. ayetinde geçmektedir ve "senin
bize öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur" anlamına gelir. Yani, Said Nursî’nin bütün ilmi Allah’tandır ve onun, Allah’ın öğrettiği Risale-i Nur ’dan başka bir ilmi de yoktur!
Yüce Allah buyurmuştur ki:
"Yazıklar olsun, elleriyle kitabı yazıp da, sonra onu yok pahasına satabilmek
için 'bu, Allah katındandır' diyenlere; yazıklar olsun, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara ve yazıklar olsun, böyle kazandıklarından dolayı onlara!"
Bakara-79
"(...) Onun Allah katından olduğunu söylerler; hâlbuki o, Allah katından
değildir. Böylece onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler."
Ali-İmran-78
Kaynaklar:
42Muhsin Abdülhamid, Hakīkatü’l-Bâbiyye ve’l-Behâiyye: İslâma Yönelen Yıkıcı Hareketler (Bâbîlik ve Bahâîliğin
İçyüzü), çev. M. Saim Yeprem-Hasan Güleç, DİB Yayınları, Ankara 1986, 105.
43Şuâlar, 534-535, Birinci Şua/İki Acip Suale Cevaplar/İşârât-ı Kur'aniye Hakkında Lahika; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî,
68-69, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar/Bu âciz kardeşiniz, hem itiraz eden o eski dost zâta, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki (...); Kastamonu Lâhikası, 179, Yirmiyedinci Mektubdan/Azîz, Sıddık, Risale-i Nur Şâkirdleri Kardeşlerim.
44Şuâlar, 559; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 97, Birinci Şua/Yirmidördüncü Âyet ve Âyetler/İzahtan Evvel Mühim Bir
İhtar/İkinci Nokta.
45 Kastamonu Lâhikası, 233, Yirmiyedinci Mektubdan/Aziz, Sıddık, Muktedir, Müteyakkız Kardeşlerim!
46 Mektubat, 353-354; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 267; Barla Lâhikası, 12, Yirmisekizinci Mektub/Yedinci Risale Olan
Yedinci Mes'ele/Altıncı İşâret; Tarihçe-i Hayat, 190-191, Barla Hayatı/Yirmisekizinci Mektub’un Yedinci Mes'ele’si.
47Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 36, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar/Aziz Kardeşlerim!
48Şuâlar, 572; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 124, Sekizinci Şua/Üçüncü Bir Keramet-i Aleviye/Bir ifade-i meram.
49Mektubat, 362-363, Yirmisekizinci Mektup/Sekizinci Risale Olan Sekizinci Mes'ele/Birinci Nükte.
50 Mektubat, 355, Yirmisekizinci Mektup/Yedinci Risale olan Yedinci Mes'ele/Mahrem bir suale cevaptır; Sikke-i
Tasdîk-ı Gaybî, 269, Risale-i Nur’dan Parlak Fıkralar ve Bir Kısım Güzel Mektuplar/Mahremce Bir Suâle Cevaptır;
Barla Lâhikası, 14, Yirmiyedinci Mektuptan/Mahrem Bir Suale Cevaptır.
51Tarihçe-i Hayat, 579, Afyon Hayatı/Risale-i Nur Nedir? Bediüzzaman Kimdir?
52Barla Lâhikası, 21, Yirmiyedinci Mektuptan/Hulûsi.
53İşârâtü’l-İ’caz, 310, Halifelik Sırrı/Mukaddeme/Hâşiye.
Beytin anlamı: Kirâmen kâtibîn (meleklerin)in, sahifedekini onun kalbine vahyederek indirdikleri gibi.
54Barla Lâhikası, 78-79, Yirmiyedinci Mektuptan/Âsım.
55Barla Lâhikası, 101-102, Yirmiyedinci Mektuptan/Küçük Husrev Mehmed Feyzi’nin bir fıkrasıdır.
56Fıkranın anlamı: Ben, yüce vasıflara sahip olan ulu kişi hakkında ne diyebilirim; o gerçi peygamber değildir, ama kitabı vardır.
57Rehberler, 141, Gençlik Rehberi/Risale-i Nur Nedir? Ziver Gündüzalp kardeşimizin Konya Nur Talebeleri adına,
Risale-i Nur hakkında görüşlerini ifade edip, Ankara Üniversitesi gençlerine gönderdiği bir konferanstır.
58 Müdâfaalar, 300, Afyon Müdâfâsı/Zübeyir’in Müdafaasıdır.
59Müdâfaalar, 347, Afyon Müdâfâsı/Afyon Mahkemesi Kararnâmesinden/Sanıklardan Bilahere Yakalanmış
Olduğundan, Bilirkişilere Tedkike Gönderilemeyen Sair Eserler ve Mektublardaki Suç Mevzuu Olan Yazıların
Hulâsaları. Benzer ifadeler için bak. Şuâlar, 141, 523, 535, 545, 590; Mektubat, 361, 362; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî,
68, 74; Kastamonu Lâhikası, 14, 179, 212; Âsâ-yı Mûsa, 118; Tarihçe-i Hayat, 579.
60 Nak. Sa‘duddîn Mes'ûd b. Ömer et-Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, 121.
61 Muhammed Ebû Yusr Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, çev. Şerafeddin Gölcük, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1980, 12.
62Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, 121.
63Kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle manevî sarhoşluk, istiğrak hâlinde iken söylenen muvazenesiz
sözler.
64Bâtıl, saçma sapan sözler.
65 Süleyman Uludağ, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi, (Taftazânî, Şerhu’l-Akaid içinde), 121.
66 Buhārî, Fezâilu’s-Sahâbe, 6/37; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 2/23.
67Nak. Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 10/232.
68Nak. Mutahharî, Hâtemiyyet, çev. Şamil Öcal, Fecr Yayınları, Ankara 1989, 32.
69 Buhārî, Salât, 32/52.
70 Mehmed Sofuoğlu, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1987, 1/490.
71Uludağ, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi, (Taftazânî, Şerhu’l-Akaid içinde), 121.
72Hacc, 22/52.
73Takıyyuddîn Ahmed b. Abdulhalîm b. Teymiye, Külliyat, çev. Kurul, Tevhid Yayınları, İstanbul 1986, 2/91.
74İbn Teymiye, Külliyat, 2/238.
75İbn Teymiye, Külliyat, 2/91. Hudeybiye Antlaşması’nın müşriklere taviz verir gibi gözüken bazı maddeleriyle ilgili
olarak Hz. Ömer, Peygamber (s.a.v.)’e itiraz etmiş ve "Sen hak peygamber değil misin ey Allah’ın Resulü!"
demişti. Yine, Hakîm b. Hizâm’ı, Furkan suresini kendi okuyuşundan başka bir tarzda okurken işitince onu apar
topar Hz. Peygamber’in huzuruna götürmüş ve Resulullah: Böyle de okunur, Kur'an yedi harf üzere nazil
olmuştur, buyurunca sakinleşmiştir. Hz. Peygamber’in vefatıyla sanki şok geçiren Hz. Ömer (r.a.), sokağa çıkarak
"Kim Peygamber öldü derse, boynunu vururum" demiş, Hz. Ebu Bekir’in Kur'an’dan ayetler okuyarak Resulullah’ın
da bir beşer olduğunu ve bir gün bu fanî dünyadan göçeceğini hatırlatması üzerine kendine gelmiştir. (Külliyat’ın
mütercimlerine ait, aynı yerdeki dipnottur. Tafsilâtı hadis kitaplarındadır.)
76İbn Teymiye, Külliyat, 2/238-239.
77İbn Teymiye, nak. İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricu’s-Sâlikîn, çev. Kurul, İnsan Yayınları, İstanbul 1990, 1/44-45.
78Muhammed Ebu Abdullah İbn Kuteybe, Te'vîlu Muhtelifi’l-Hadîs: Hadis Müdâfası, çev. Mehmed Hayri
Kırbaşoğlu, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1979, 30-31.
79İbn Kuteybe, Te'vîlu Muhtelifi’l-Hadîs, 31.
80 "Hatıra" kelimesi burada, tam olarak Türkçe’deki "anı" anlamında değildir; "kalpte, zihinde, fikirde kalan şey"
manasındadır.
81Kibir, gurur, kendini beğenmişlik, ameline güvenmek.
82 Ayartmak, azdırmak, baştan çıkarmak.
83 İbn Kayyım el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehfân fî Mesâyidi’ş-Şeytān: Şeytanın Tuzakları, İnsanların Kurtuluş Yolları,
çev. Ömer Temizel, Uysal Kitabevi, Konya 1993, 1/421-424.
84 En'am, 6/112.
85 Fahruddîn er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr, çev. Heyet, Akçağ Yayınları, Ankara 1988, 10/129.
86 İbn Kayyım el-Cevziyye, ed-Dâu ve’d-Devâ: Kalbin İlacı, çev. Savaş Kocabaş, Elif Yayınları, İstanbul 2003, 124.
87Tılsımlar Mecmûası, 188, Mâîdetü’l-Kur'an.
88Tılsımlar Mecmûası, 189, Mâîdetü’l-Kur'an.
89Tılsımlar Mecmûası, 189, Mâîdetü’l-Kur'an.
90Tılsımlar Mecmûası, 189, Mâîdetü’l-Kur'an/Hâşiye 4.
91 Bakara, 2/79.
92Âl-i İmrân, 3/78.