ALLAH SİZE İSTİKAMET VERSİN..BİD'A CILARA CEVAP..
Cevşen-ül Kebir adındaki Kur’anın zübde ve hülâsası, kâinat ve insanın yaradılış gayelerinin neticesi olan Tevhid-i Hâlık vazifesini en ekmel bir tarzda ifade eden ve binbir esma ve sıfat-ı İlâhiyenın nuranî ve kudsî dizisi olan Münacat-i Peygamberiye (A.S.M.) çok basit bir anlayışla ve âmiyane bir görüşle ve son derece sakat bir takım bahanelerle ilişmek istemiştir. Oysa ki, kudsî olan Cevşenin hakikatları ve bunların tecelli ve tezahürleri Risale-i Nur’un eserlerinde nuranî semereler vermesiyle meydandadır. Cevşen-ül Kebir münacatına ilişmek isteyen münekkid zâtın ileri sürdüğü başlıca bahaneleri şunlardır.
1- Cevşen Duası daha çok Şiîler arasında yaygın olmakla birlikte bir kısım Sünnîlerle müşterek tarafı var olduğu..
2- Ne Ehl-iSünnetin, ne de Şia’nın hadis kitaplarında yer almayışı..
3- Cevşen-ül Kebir duasının fazilet ve hâsiyetleri hakkında gelen rivayetlerde mübalağaların bulunduğu..
4- Cevşen-ül Kebir rivayet yoluyla geldiği halde kelimelerinin zaptında son derece bir titizlik içerisinde kayıt edilmesiyle hafızlardan nakledilen rivayetli hadislere benzemediği..
5- Cevşen duası herkesin vâkıf olabileceği bir açıklık içerisinde literatüre geçtiği için gizli tutulmasının imkânsızlığı ki; rivayetteki ifadeye zıt olduğu..
İşte kendini her şeyi bilir edası içerisinde basit bir akılcılık tufanına kapılarak kendi basit görüşüne, anlayışına yukarıda sıraladığımız vâhi bahaneleri âdeta bir ilmî kaide tarzında görmüş, ona göre davranmış ve çok yersiz bir ilim furuşluk yapmak istemiştir. Oysa ki; “Ben biliyorum, ben âlimim” diyenin cahilliğini ilân eden hadis-i şerif vardır.
CEVAPLARA GEÇİYORUZ
1- Cevşen-ül Kebir duası gibi daha pek çok mes’elelerde Şialarla, Ehl-i Sünnetin müşterekliği vardır. Şiaların iştirak ettiği her bir mes’eleyi alıp ilim ve irfan kütüphanemizden söküp atarsak, bir çok mes’ele ve hakikatları kaybetmiş oluruz.
Meselâ: Mehdi Mes’elesinde şialarla Ehl-i Sünnet esasta müşterektirler. Lâkin Şialar mes’eleyi mübalağalı ve hurafeli bir zemine götürmüşlerdir.
Hem meselâ: Hazret-i Ali’nin (RA) yüksek kemalâtı hakkında peygamberimizin yüksek senâları ehl-i sünnetin bütün hadîs kitablarında mevcuttur. Fakat şialar mes’eleyi başka maksad ve gayelere yönlendimişlerdir.
Yine meselâ; bütün sahih hadîs kitaplarımızda: “Dağda, kırda, bayırda her yerde temiz toprak üstünde rahatlıkla secde edilip namaz kılınabileceği” manasında bir hadis-i şerif mevcuddur. Şialar ise bu hadîsi başka bir mecraya çekerek kiremitten secdelik taşlar yaptırarak, sadece onun üstünde secde edilebileceği manasında uygulamişlardır.
İşte Cedvşen-ül Kebir Duası da böyledir. Şialar onun hakkında bir çok mübağalalar uydurmuş ve gayr-i murad yanlış tatbikatlar yapmış olabilirler. Kefenlerine özel tarzda Cevşeni yazdırabilirler; ki aslında Gümüşhanevî Şeyh Ahmed Ziyauddin Hazretlerinin “Mecmuat-ül Ahzab” isimli eserinin cild 1 sahife 243’ün kenarında yazılı buluna, Cevşen-ül Kebir’in hasiyetleri hakkındaki bölümde: “Kefenin üstüne Cevşenin metni yazılır.” diye bir şey yoktur. Belki “Kâfur ve misk ile bir kaba yazılsa kabdaki yazılar su ile eritilip o su ölünün kefenine serpilse” diye yazılıdır.
2- Cevşen-ül Kebir duası hadîs kitablarımızda hattâ şiaların da meşhur hadîs mecmualarında kayıtlı değildir diyerek gayr-i sahihliğine delil gösterilmiş.
Cevap: Cevşen-ül Kebir gibi daha bir çok hususi mes’ele ve büyük dualar meşhur hadîs müdevvenatı olan kitaplarımızda mevcut olmaması, sahih olmadığına delil değildir. Sadece Cevşen-ül Kebir değil, Kur’an’ın bazı sure ve âyetleri bir münacaat duası olan “Kenz-ül Arş” duası gibi bir çok mühim dua ve münacatlar kat’iyen menba-ı Risaletten gelmiş oldukları halde meşhur hadîs kitaplarımızda kayıtlı değildir. Yine bu neviden olarak koskoca Nakşibendiye Tarîkatı’nın esasının hafi zikir tarzında Peygamberimiz (A.S.M.) tarafından Hazret-i Ebubekir-i Sıddık’a (R.A.) mağara içinde hususî bir tarzda talim edildiği Başta İmam-ı Rabbanî (R.A.) “Mektubat’ında”, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri “Marifetname’sinde”, daha birçok tasavvuf kitaplarında önemle kayıtlı olduğu halde, meşhur hiçbir hadîs kitabında yer almamaktadır. Bu durumda ve münekkid zatın kaidesine göre acaba hepsi kâmilîni ulema olan sâdat-ı Nakşibendiyenin kutup ve pirlerinin o tarz görüş ve telâkkileri asılsız bir hurafe midir? Ben bu mes’eleyi özellikle Türkiye Gazetesi’nin ve umumiyetle tasavvufçu müessislerine soruyorum ve cevabını istiyorum. Her ne ise...
3- Kudsî ve emsalsız ve hârika bir münacat-i Peygamberî olan Cevşen-ül Kebir duasının fazilet ve hasiyetleri hakkında gelen rivayette aşiri bir mğbalağanın soz konusu olduğu mes’elesine cevabımız ise:
Evvelâ: Ehl-i sünnet’in ve bunlardan özellikle ehl-i tahkik bir mutasavvıf ve büyük bir veli, ayni zamanda hadîs usûlü ilmine âşina ve bu yolda te’lifatı var olan meşhur Şeyh Ahmet Gümüşhanevî Hazretleri’nin “Mecmuat-ül Ahzab” eseri birinci cilt sahife 243’te yazılı olan rivayetteki ifadelerde; ehl-i sünnetin akıl ve ilim kâidelerine ve sair hâdislerdeki peygamberimizden (A.S.M.) mervi bazı dua ve Kur’an sureleri hakkında gelmiş rivayetlerdeki beyan tarzına hiçde bir mugayereti ya da bir ziyadeliği diye bir şey yoktur.
Sözünü ettiğimiz rivayetlerde makam-ı tergibin icabından olan ve mübalağa gibi görünen bazı sözlerinin ve kelimay-ı Nebeviyenin aksamının vaziyetine âşınalığı olan kimselerin, Cevşen-ül Kebir hakkında varid olmuş rivayeti de uygun bulacakları muhakkaktır.
Kaldı ki, Peygamber (A.S.M.) Cevşen ve emsali duaların fazilet ve sevaplarını evvelâ ve birinci derecede kendi hakkında vaziyetlerini görmüş öylece ifade buyurmuşlardır.
Risale-i Nur bu mes’eleyi ve daha benzer birçok mes’eleleri kökten ve esastan halletmiştir. İsteyenler 24. sözün 3. dal’ının 12 asillarına ve hususiyle Emirdağ Lahıkası sahife 162’deki Hazret-i Üstadın (R.A.) hârika izahatına bakabilirler.
Bütün bu izahatla beraber şiaların içinde ve şia kaynaklı Cevşenler hakkında bazı ziyadelikler ve mübalağakâr ifadeler veya garip tatbikatlar bulunmuş olabilir. Şiaların o tip mübalağaları elbette Cevşenin asliyetine ve metninin i’cazdarlığına ve ehl-i sünnetin onun hakkında müstakim makbul ve mutedil telâkkilerina bir zarar îras etmez.
4- Rivayet yoluyla geldiği halde Cevşenin kelimelerinin büyük bir titizlikle aynı aynısına, eksiksiz olarak kaydedilmesiyle hafızlardan nakledilen sair rivayetli hadislere benzemediği için uydurulmuştur.
Cevap: Herşeyi biliyorum diye arz-ı endam eden bîçare münekkid zât anlaşılıyor ki; asrı saadette bir çok mühim hadîslerin ve i’caza dair bazı rivayetlerin, anında veya hemen akabinde yazi ile kaydedildiğinden haberi yoktur.Cevşen-ül Kebir gibi vahy-i zımnî ile gelmiş fevkalade mühim bir duanın Hazret-i Ali’ye (R.A.) menba-i Risaletten intikal edildiğine imam-ı Ali (R.A.) tarafından hemen yazi ile kaydedilmiş oduğuna neden ihtimal vermiyor?.
Bilmiyoruz.
Bu Hakikatla beraber münekkid olan zat bir gaflet ile kendikendine tenakuza düşüyor. Diyor ki: “Şifa kaynaklı Cevşenlerle Sünnilerin tabettirdikleri nüshalarda bazı eksiklikler veya farklılıklar vardır.” Eğer düğüm böyle ise, münekkid zâtın az üsteki ifadesinde: “Onun kelimeleri titizlikle zaptedilmiş.” İle kendisinin tesbit etmiş olduğu o ziyadelikler veya eksiklikler vaziyeti; kendisini derince cerh etmekte oduğunun farkında değildir. Kaldı ki her bir dua veya sahih hadîslerin de mutlaka nusha farkları bulunmaktadır. Cevşeninki de öyledir. Bazı farkları vardır; ve bunlar “Mecmuat-ül Ahzab”ın ilgili yerinde işaretlenmişlerdir.
5- Cevşen-ül Kebir duasındaki mânâlar herkesin anlayabileceği bir ifade ile geldiği için onun gibi bırakılmasına imkân yoktur.
Cevap: Bu mes’elede bu münekkid zât, bilmediği halde biliyorum hülyasıyla kendi canibinden bir hükme varmış; amma bilmezliğini itiraf ederek arayıp da bir bilene sormayı ihmal etmiş.
Evet, Cevşen-ül Kebir gibi daha birçok dualar ve sırlı hususi mes’eleler var ki ilk başlarda hususi ve mahrem tutulmuşken lâkin zamanla hususilik ve mahremiyet tarafları naehil insanlar yüzünden zedelenmiş, herkese gösterilmiş, şuyu’ bulmuştur. Haliyle o dualardaki miknatis gibi hâsiyetler de gaib olmuşlardır. Buna göre Cevşen’in asıl mahrem tutulan yanı is herkes tarafından kolayca anlaşılabilen onun muazzam metni değil; belki fazilet, sevab ve hasiyetleridir. Veya bunlar hakkında gelen rivayet şeklidir.
Evet, Kur’anla beraber umuma bakan ve her vakiy herkese lâzım olan âyetleri, hadîsleri veya sahabenin tefsirlerini herkese bildirmek ve yaymak lâzım ve vâcib bir vazife olduğu gibi, İslâm ailesinin hususi ve mahrem ve ancak ehline gösterilebilir sırlı ve özel bazı dua ve rivayet kısımlarının varlığı da muhakkaktır. Bu mevzua Hazret-i Ebu Hüreyre’nin (R.A.) ve İmam-ı Ali’nin (R.A.) söyledikleri ve dikkat çekdikleri sözleri kat’î delildir. Başka sahabelerin aynı mevzuda ayrı sözleri de vardır.
İşte Hazret-i Ebu Hüreyre (R.A.) bu hususta şöyle der: “Ben Resulullah’tan (A.S.M.) iki kab ilim hıfzedip aldım. Bunlardan birisini neşrettim, amma ikincisini ise eğer neşretsem şu boyun (kendi boynunu göstererek) kesilir”. Buhari cilt 2.sahife 185
Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) ise derki: “Ben Ebü-l Kasım’ın (Resulullah’ın) ağzından her işittiğimi size söyler, ifşa edersem, sizler benim yanımdan ayrıldığınızda “Ali yalancıların yalancısı, fâsıkların fâsıkıdır diyeceksiniz.” (Ruh-ul Beyan, Burusevi, cilt 4. sahife 270)
Demek ki sırlı, mahrem ve hususi rivayetler, dualar ve işler vardır ki, bunların meşhur ve umuma açık hadîs kitaplarına geçmemeleri ile asıllarının gayr-ı mevcudluğuna hiçbir delil olamaz.
NETİCE Cevşen-ül Kebir adındaki en meşhur ve Kur’andan sonra en mübarek ve en kudsî münacat-ı Peygamberî merfû ve muttasıl ve mütevatir senedi “Mecmuat-ül Ahzab’ın 1. cildinin 234. sahifesinde mevcuttur. Rivayet silsilesi, sâdat-ı ehl-i Beytten müteşekkildir. Ve şimdiye kadar hiçbir muhaddis veya nekkad-ı muhaddisinden hiçbir müteşeddit; cerh ve tâdil kitaplarında Cevşenin senedine ilişmemiş, hiçbir şey dememiştir. İşte meydan, bütün cerh, nekd ve tadil kitapları ortada ...
Ayrıca, Cevşen-ül Kebir münacatı hakkında tahkikli bir araştırmamızın kısaca bir özeti “Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları” adlı eserimizin 412 sahifesinde mevcuttur.
Ve böylece, ehl-i hak ve hakikatın yanında mes’ele gündüz gibi aydınlanmıştır.
Şüphe ve vesveselerin, sivrisineklerin sakat vızıltıları, şu gök gürültüsü gibi olan sâdânın yanında hiçbir değeri yoktur. Ve her zaman da sönmeye ve susmaya mahkumdur.
Cevşen-ül Kebir adındaki Kur’anın zübde ve hülâsası, kâinat ve insanın yaradılış gayelerinin neticesi olan Tevhid-i Hâlık vazifesini en ekmel bir tarzda ifade eden ve binbir esma ve sıfat-ı İlâhiyenın nuranî ve kudsî dizisi olan Münacat-i Peygamberiye (A.S.M.) çok basit bir anlayışla ve âmiyane bir görüşle ve son derece sakat bir takım bahanelerle ilişmek istemiştir. Oysa ki, kudsî olan Cevşenin hakikatları ve bunların tecelli ve tezahürleri Risale-i Nur’un eserlerinde nuranî semereler vermesiyle meydandadır. Cevşen-ül Kebir münacatına ilişmek isteyen münekkid zâtın ileri sürdüğü başlıca bahaneleri şunlardır.
1- Cevşen Duası daha çok Şiîler arasında yaygın olmakla birlikte bir kısım Sünnîlerle müşterek tarafı var olduğu..
2- Ne Ehl-iSünnetin, ne de Şia’nın hadis kitaplarında yer almayışı..
3- Cevşen-ül Kebir duasının fazilet ve hâsiyetleri hakkında gelen rivayetlerde mübalağaların bulunduğu..
4- Cevşen-ül Kebir rivayet yoluyla geldiği halde kelimelerinin zaptında son derece bir titizlik içerisinde kayıt edilmesiyle hafızlardan nakledilen rivayetli hadislere benzemediği..
5- Cevşen duası herkesin vâkıf olabileceği bir açıklık içerisinde literatüre geçtiği için gizli tutulmasının imkânsızlığı ki; rivayetteki ifadeye zıt olduğu..
İşte kendini her şeyi bilir edası içerisinde basit bir akılcılık tufanına kapılarak kendi basit görüşüne, anlayışına yukarıda sıraladığımız vâhi bahaneleri âdeta bir ilmî kaide tarzında görmüş, ona göre davranmış ve çok yersiz bir ilim furuşluk yapmak istemiştir. Oysa ki; “Ben biliyorum, ben âlimim” diyenin cahilliğini ilân eden hadis-i şerif vardır.
CEVAPLARA GEÇİYORUZ
1- Cevşen-ül Kebir duası gibi daha pek çok mes’elelerde Şialarla, Ehl-i Sünnetin müşterekliği vardır. Şiaların iştirak ettiği her bir mes’eleyi alıp ilim ve irfan kütüphanemizden söküp atarsak, bir çok mes’ele ve hakikatları kaybetmiş oluruz.
Meselâ: Mehdi Mes’elesinde şialarla Ehl-i Sünnet esasta müşterektirler. Lâkin Şialar mes’eleyi mübalağalı ve hurafeli bir zemine götürmüşlerdir.
Hem meselâ: Hazret-i Ali’nin (RA) yüksek kemalâtı hakkında peygamberimizin yüksek senâları ehl-i sünnetin bütün hadîs kitablarında mevcuttur. Fakat şialar mes’eleyi başka maksad ve gayelere yönlendimişlerdir.
Yine meselâ; bütün sahih hadîs kitaplarımızda: “Dağda, kırda, bayırda her yerde temiz toprak üstünde rahatlıkla secde edilip namaz kılınabileceği” manasında bir hadis-i şerif mevcuddur. Şialar ise bu hadîsi başka bir mecraya çekerek kiremitten secdelik taşlar yaptırarak, sadece onun üstünde secde edilebileceği manasında uygulamişlardır.
İşte Cedvşen-ül Kebir Duası da böyledir. Şialar onun hakkında bir çok mübağalalar uydurmuş ve gayr-i murad yanlış tatbikatlar yapmış olabilirler. Kefenlerine özel tarzda Cevşeni yazdırabilirler; ki aslında Gümüşhanevî Şeyh Ahmed Ziyauddin Hazretlerinin “Mecmuat-ül Ahzab” isimli eserinin cild 1 sahife 243’ün kenarında yazılı buluna, Cevşen-ül Kebir’in hasiyetleri hakkındaki bölümde: “Kefenin üstüne Cevşenin metni yazılır.” diye bir şey yoktur. Belki “Kâfur ve misk ile bir kaba yazılsa kabdaki yazılar su ile eritilip o su ölünün kefenine serpilse” diye yazılıdır.
2- Cevşen-ül Kebir duası hadîs kitablarımızda hattâ şiaların da meşhur hadîs mecmualarında kayıtlı değildir diyerek gayr-i sahihliğine delil gösterilmiş.
Cevap: Cevşen-ül Kebir gibi daha bir çok hususi mes’ele ve büyük dualar meşhur hadîs müdevvenatı olan kitaplarımızda mevcut olmaması, sahih olmadığına delil değildir. Sadece Cevşen-ül Kebir değil, Kur’an’ın bazı sure ve âyetleri bir münacaat duası olan “Kenz-ül Arş” duası gibi bir çok mühim dua ve münacatlar kat’iyen menba-ı Risaletten gelmiş oldukları halde meşhur hadîs kitaplarımızda kayıtlı değildir. Yine bu neviden olarak koskoca Nakşibendiye Tarîkatı’nın esasının hafi zikir tarzında Peygamberimiz (A.S.M.) tarafından Hazret-i Ebubekir-i Sıddık’a (R.A.) mağara içinde hususî bir tarzda talim edildiği Başta İmam-ı Rabbanî (R.A.) “Mektubat’ında”, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri “Marifetname’sinde”, daha birçok tasavvuf kitaplarında önemle kayıtlı olduğu halde, meşhur hiçbir hadîs kitabında yer almamaktadır. Bu durumda ve münekkid zatın kaidesine göre acaba hepsi kâmilîni ulema olan sâdat-ı Nakşibendiyenin kutup ve pirlerinin o tarz görüş ve telâkkileri asılsız bir hurafe midir? Ben bu mes’eleyi özellikle Türkiye Gazetesi’nin ve umumiyetle tasavvufçu müessislerine soruyorum ve cevabını istiyorum. Her ne ise...
3- Kudsî ve emsalsız ve hârika bir münacat-i Peygamberî olan Cevşen-ül Kebir duasının fazilet ve hasiyetleri hakkında gelen rivayette aşiri bir mğbalağanın soz konusu olduğu mes’elesine cevabımız ise:
Evvelâ: Ehl-i sünnet’in ve bunlardan özellikle ehl-i tahkik bir mutasavvıf ve büyük bir veli, ayni zamanda hadîs usûlü ilmine âşina ve bu yolda te’lifatı var olan meşhur Şeyh Ahmet Gümüşhanevî Hazretleri’nin “Mecmuat-ül Ahzab” eseri birinci cilt sahife 243’te yazılı olan rivayetteki ifadelerde; ehl-i sünnetin akıl ve ilim kâidelerine ve sair hâdislerdeki peygamberimizden (A.S.M.) mervi bazı dua ve Kur’an sureleri hakkında gelmiş rivayetlerdeki beyan tarzına hiçde bir mugayereti ya da bir ziyadeliği diye bir şey yoktur.
Sözünü ettiğimiz rivayetlerde makam-ı tergibin icabından olan ve mübalağa gibi görünen bazı sözlerinin ve kelimay-ı Nebeviyenin aksamının vaziyetine âşınalığı olan kimselerin, Cevşen-ül Kebir hakkında varid olmuş rivayeti de uygun bulacakları muhakkaktır.
Kaldı ki, Peygamber (A.S.M.) Cevşen ve emsali duaların fazilet ve sevaplarını evvelâ ve birinci derecede kendi hakkında vaziyetlerini görmüş öylece ifade buyurmuşlardır.
Risale-i Nur bu mes’eleyi ve daha benzer birçok mes’eleleri kökten ve esastan halletmiştir. İsteyenler 24. sözün 3. dal’ının 12 asillarına ve hususiyle Emirdağ Lahıkası sahife 162’deki Hazret-i Üstadın (R.A.) hârika izahatına bakabilirler.
Bütün bu izahatla beraber şiaların içinde ve şia kaynaklı Cevşenler hakkında bazı ziyadelikler ve mübalağakâr ifadeler veya garip tatbikatlar bulunmuş olabilir. Şiaların o tip mübalağaları elbette Cevşenin asliyetine ve metninin i’cazdarlığına ve ehl-i sünnetin onun hakkında müstakim makbul ve mutedil telâkkilerina bir zarar îras etmez.
4- Rivayet yoluyla geldiği halde Cevşenin kelimelerinin büyük bir titizlikle aynı aynısına, eksiksiz olarak kaydedilmesiyle hafızlardan nakledilen sair rivayetli hadislere benzemediği için uydurulmuştur.
Cevap: Herşeyi biliyorum diye arz-ı endam eden bîçare münekkid zât anlaşılıyor ki; asrı saadette bir çok mühim hadîslerin ve i’caza dair bazı rivayetlerin, anında veya hemen akabinde yazi ile kaydedildiğinden haberi yoktur.Cevşen-ül Kebir gibi vahy-i zımnî ile gelmiş fevkalade mühim bir duanın Hazret-i Ali’ye (R.A.) menba-i Risaletten intikal edildiğine imam-ı Ali (R.A.) tarafından hemen yazi ile kaydedilmiş oduğuna neden ihtimal vermiyor?.
Bilmiyoruz.
Bu Hakikatla beraber münekkid olan zat bir gaflet ile kendikendine tenakuza düşüyor. Diyor ki: “Şifa kaynaklı Cevşenlerle Sünnilerin tabettirdikleri nüshalarda bazı eksiklikler veya farklılıklar vardır.” Eğer düğüm böyle ise, münekkid zâtın az üsteki ifadesinde: “Onun kelimeleri titizlikle zaptedilmiş.” İle kendisinin tesbit etmiş olduğu o ziyadelikler veya eksiklikler vaziyeti; kendisini derince cerh etmekte oduğunun farkında değildir. Kaldı ki her bir dua veya sahih hadîslerin de mutlaka nusha farkları bulunmaktadır. Cevşeninki de öyledir. Bazı farkları vardır; ve bunlar “Mecmuat-ül Ahzab”ın ilgili yerinde işaretlenmişlerdir.
5- Cevşen-ül Kebir duasındaki mânâlar herkesin anlayabileceği bir ifade ile geldiği için onun gibi bırakılmasına imkân yoktur.
Cevap: Bu mes’elede bu münekkid zât, bilmediği halde biliyorum hülyasıyla kendi canibinden bir hükme varmış; amma bilmezliğini itiraf ederek arayıp da bir bilene sormayı ihmal etmiş.
Evet, Cevşen-ül Kebir gibi daha birçok dualar ve sırlı hususi mes’eleler var ki ilk başlarda hususi ve mahrem tutulmuşken lâkin zamanla hususilik ve mahremiyet tarafları naehil insanlar yüzünden zedelenmiş, herkese gösterilmiş, şuyu’ bulmuştur. Haliyle o dualardaki miknatis gibi hâsiyetler de gaib olmuşlardır. Buna göre Cevşen’in asıl mahrem tutulan yanı is herkes tarafından kolayca anlaşılabilen onun muazzam metni değil; belki fazilet, sevab ve hasiyetleridir. Veya bunlar hakkında gelen rivayet şeklidir.
Evet, Kur’anla beraber umuma bakan ve her vakiy herkese lâzım olan âyetleri, hadîsleri veya sahabenin tefsirlerini herkese bildirmek ve yaymak lâzım ve vâcib bir vazife olduğu gibi, İslâm ailesinin hususi ve mahrem ve ancak ehline gösterilebilir sırlı ve özel bazı dua ve rivayet kısımlarının varlığı da muhakkaktır. Bu mevzua Hazret-i Ebu Hüreyre’nin (R.A.) ve İmam-ı Ali’nin (R.A.) söyledikleri ve dikkat çekdikleri sözleri kat’î delildir. Başka sahabelerin aynı mevzuda ayrı sözleri de vardır.
İşte Hazret-i Ebu Hüreyre (R.A.) bu hususta şöyle der: “Ben Resulullah’tan (A.S.M.) iki kab ilim hıfzedip aldım. Bunlardan birisini neşrettim, amma ikincisini ise eğer neşretsem şu boyun (kendi boynunu göstererek) kesilir”. Buhari cilt 2.sahife 185
Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) ise derki: “Ben Ebü-l Kasım’ın (Resulullah’ın) ağzından her işittiğimi size söyler, ifşa edersem, sizler benim yanımdan ayrıldığınızda “Ali yalancıların yalancısı, fâsıkların fâsıkıdır diyeceksiniz.” (Ruh-ul Beyan, Burusevi, cilt 4. sahife 270)
Demek ki sırlı, mahrem ve hususi rivayetler, dualar ve işler vardır ki, bunların meşhur ve umuma açık hadîs kitaplarına geçmemeleri ile asıllarının gayr-ı mevcudluğuna hiçbir delil olamaz.
NETİCE Cevşen-ül Kebir adındaki en meşhur ve Kur’andan sonra en mübarek ve en kudsî münacat-ı Peygamberî merfû ve muttasıl ve mütevatir senedi “Mecmuat-ül Ahzab’ın 1. cildinin 234. sahifesinde mevcuttur. Rivayet silsilesi, sâdat-ı ehl-i Beytten müteşekkildir. Ve şimdiye kadar hiçbir muhaddis veya nekkad-ı muhaddisinden hiçbir müteşeddit; cerh ve tâdil kitaplarında Cevşenin senedine ilişmemiş, hiçbir şey dememiştir. İşte meydan, bütün cerh, nekd ve tadil kitapları ortada ...
Ayrıca, Cevşen-ül Kebir münacatı hakkında tahkikli bir araştırmamızın kısaca bir özeti “Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları” adlı eserimizin 412 sahifesinde mevcuttur.
Ve böylece, ehl-i hak ve hakikatın yanında mes’ele gündüz gibi aydınlanmıştır.
Şüphe ve vesveselerin, sivrisineklerin sakat vızıltıları, şu gök gürültüsü gibi olan sâdânın yanında hiçbir değeri yoktur. Ve her zaman da sönmeye ve susmaya mahkumdur.