İslam'da bu seçimin cevazı için bazı şartların gerçekleşmesi lazım ve herkes bu seçime katılamaz diye biliyorum. Bir islam devletinin seçiminde şeriattan başka bir seçenek yoktur, buna baştan müsade edilmez ve şeriatla en iyi şekilde yöneteceği zannedilen kişiler adil, takva ve ilim ehli kişiler tarafından adilliği ve şeriatı en iyi şekilde yöneteceği kriterleri dikkate alarak seçilir. Eğer bu zannı galibe rağmen yönetici olduğunda şeriatı ihmal eder ve zulmedip fasık ve zalim olursa o, bu kriterleri dikkate alıp onu seçen takva sahibi alimlerin suçu değildir. Günümüzdeki şekliyle; adil mi, takva sahibi mi, alim mi gözetilmeden tamamen cahil halkın çoğunluğunun heva ve hevesine bırakılan bir seçim modeli ise caiz değildir. Allahu alem.
Bu kadim çağdan beri var olagelmiş bir eleştiri; meclisin demogaglar yoluyla fakir ve cahil avamın eline geçmesi ve asillere/erdemlilere karşı hukuksuzlukların işlenmesi.
Bunun önüne geçmek için bir çok yöntem düşünülmüş. İlk başta
ana yasa (düstur) geliyor. Ana yasa yöneten ve yönetilenler arasında devletin temel değerlerini ve hedefini tespit eden bir anlaşmadır. Müslüman toplumlarda şeriatın üstünlüğü bu anlaşmanın asli bir parçasıdır, sadece yazıya dökülmemiştir (19.yy. kadar. Osmanlı'da Tanzimat Fermanı, 1858 Ceza Kanunnamesi, ve nihayet 1876 Kanun-i Esasi'de şeriatın hakimiyeti daima tasrih edilmiştir).
Seçmen kesimin tahsisi de aynı amaca dayanır. 18, 21, 24 gibi yaş ile sınırlanması veya Amerikan seçim sisteminde olduğu gibi halkın doğrudan değil, vekiller yoluyla başkanı seçmesi.
Ehli hall vel-akit de bu kabildendir. Ancak bu şuranın nasıl teşekkül edeceği açıklığa kavuşmamıştır henüz. Medine'deki sahabe dinde öncelik sahibi kimselerdi, dolayısıyla onların kararına itiraz eden olmadı. Ta ki devlet büyüyene, ve Suriye vilayeti (ve Medine'deki bazı muhacirler) ile ihtilaf çıkıncaya kadar. İmami kararlaştıracak şuranın teşekkülü ihtilaf konusu olmuştur bu şekilde. Neticede asabiyeti güçlü olan kazanmıştır tarihte çoğu zaman, ve bunlar imamet ve şurayı kendi aşiretlerine hasretmişlerdir.
Müslüman halkın cahil olduğu, hevasına uyduğu da oldukça karamsar bir görüştür. Allah teala buna karşın bizi vasat ve en hayırlı bir ümmet olarak vasfediyor. Resulullah s.a.v. de ümmetin dalalet üzerine birleşmeyeceğini ifade etmiştir. Çoğunluk ulema bunu alimlerin icması olarak şerh etmiştir, ancak el-Amidi ve el-Bakıllani gibi bazı alimler avamın muvafakatını da itibara almışlardır. Cehalet tehlikedir, ancak nice "alim" fasıklar mevcuttur. Demokrasi çoğunluğun rüşdünden yola çıkıyor. Bu sebeple
eğitim ve medya çok önemlidir. Sultan Abdülhamid II. de meclisi kapatırken, halkın eğitim seviyesinin yükselmesine kadar ibareleriyle bu kararı açıklamıştır. Eğitimli bir "avam kesiminin" alimlerden (mütehassıslardan) farklı olmaz. Ayrıca avam tabakasının eskiden olduğu kadar geniş tutulması da zorunlu değildir, çünkü ilim esasında Allah'ı bilmek, vahyi kavramaktır. Böyle bir eğitimi daha geniş bir kitleye ulaştırma imkanımız var devlet eliyle. Kur'anı Kerim'de insanlığın çoğunun fasık olduğu ifade ediliyor. Ancak müminlerin tarif edildiği vasıflar bundan farklı. Eğer müminlerin emiri, ehli imanı düzenli bir eğitimden geçirmeye muvaffak olursa, bu sorun çözülebilir. O zaman seçmen tabaka, ilim ve iman sahibi bir nesil olarak işler. Medine'deki muhacir ve ensar da, Allah Resulü'nün eğitiminden geçmiş kimselerdi sonradan İslam'a giren, imanları kök salmamış bedevilerin aksine. Abdurrahman b. Avf da işte böyle bir şehrin halkına sormuştur, Ali'yi mi tercih ederler, Osman'ı mı diye. Radıyallahu anhum.
Sahabe arasında da ilim açısından farklılıklar mevcuttu. Ömer r.a. alim değildiydi mesela Abdullah b. Mesud, Ebu Hureyre veya Zeyd b. Sabit r.a. ile karşılaştırıldığında. Ama
ehli akittendi. Ve Allah'ın "Ancak ulema Allah'tan korkar" buyurduklarındandı. Herkesin fıkhi meselelerde veya hadis ilminde ihtisas sahibi olmasına gerek yok Allah'tan korkması için. Allah bilir, müftüye soru sorup ondan daha vera sahibi nice müminler vardır belki. (Bu müctehitler vera sahibi değildir anlamına gelmez, aksine onlar da bu vasıfları taşımalı, ancak ictihat makamı zorunlu olarak bir üstünlük ifade etmez). Bu kesim "
ulema/mütehassıslar" kaza ve ifta makamlarını, yargi birimini işgal ederler. Mesela meclis aldığı siyasi kararlar için fetva ister. Yine devletin kurluşunda bu mütehassıslar şeriatı ve temel hukuku bir anayasa ve kanunnameler (Mecelle akitler/muamelat hukuku gibi) şeklinde tahrir ederler.
İmamet idare ve siyasettir, teşri değil. Dolayısıyla halk indindeki hevanın devletin temeline ilişmesi kolay değildir. Eğer o derece çoğunlukta bir
fesat oluştu ise toplumda, bu zaten erdemli kişilerin öceden zayıflamış olduğunu, Allah'ın günleri değiştirdiğini gösterir. Demek istediğim, fesat eğer çoğaldıysa her türlü sirayet edebilir. Sultanlara sarayda sirayet ettiği gibi. Medine'ye Hakem b. Ebil As ve Mısırlı hariciler yoluyla sirayet ettiği gibi. Yapmamız gereken, fesatın sirayetini önleyici araçlar geliştirmektir. Modern siyasi nizamlarda savunulan yargı, yasama ve yürütme birimlerinin ayrılması da bu gayeyi gütmektedir. Ancak muasır İslami düşüncede bunun nasıl tanzim edileceği henüz kesinliğe kavuşmamıştır.