Cüppeli Şarlo Ekrandan Yine Bozuk Geleneksel Hurafelerini Kustu!

farkındayız Çevrimdışı

farkındayız

İslam-tr Mudâvimi
İslam-TR Üyesi
Bana akıl, anlama, idrak veren rabbime Sonsuz Şükürler olsun.
ElhamdülillahiRabbilAlemin

Ve akılsızlar için bildirilene iman ettik
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Kur'an Yobazlarının HEZEYANLARI


İLK ÖNCE KUR'ANI KERİM'İN HAKİKİ MANASINI ANLAMAK İÇİN GEREKLİ OLAN İLMLERİ AKLI SELİM KARDEŞLERİMİZE HATIRLATALIM :


Arabi ilimleri ve Kur’an-ı kerimi ezbere bilen,
her âyet-i kerimenin manay-ı müradisini,
manay-ı zımni ve iltizamisini bilen ve
âyet-i kerimelerin geldikleri zamanları ve gelme sebeplerini
ve ne hakkında geldiklerini, külli ve cüzi olduklarını,
nasih veya mensuh olduklarını,
mukayyed veya mutlak olduklarını
ve kıraet-i seba ve aşereden
ve kıraet-i şazzeden nasıl çıkarıldıklarını bilen,
hadis kitaplarındaki,
yüz binlerce hadisi ezberden bilen
ve her hadisin ne zaman ve ne için irad buyurulduğunu
ve manasının ne kadar genişlediğini
ve hangi hadisin diğerinden önce veya sonra olduğunu
ve bağlı bulunduğu olayları ve
hangi vaka üzerine buyurulduğunu
ve kimler tarafından nakil ve rivayet olunduğunu
ve nakledenlerin ne halde
ve ne ahlakta olduklarını bilen,
fıkıh ilminin üsul ve kaidelerini tanıyan,
12 ilmi ve Kur’an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin işaretlerini,
rumuzlarını ve açık ve kapalı manalarını kavrayan
ve bu manalar kalbinde yer etmiş olan,
kuvvetli iman sahibi ve itminan ile dolu, nurlu ve saf bir kalbe ve vicdana malik olan
kimselere âlim denir....






Yüksek din bilgileri,
- tefsir,
- usul-i kelam,
- kelam,
- usul-i hadis,
- ilm-i hadis,
- usul-i fıkıh,
- fıkıh,
- ilm-i tasavvuftur.
-
Bu 8 ilmi öğrenebilmek için gerekli alet ilimleri ise 12 dir.


Bunlar:


- sarf,
- iştikak,
- nahv,
- kitabet,
- iştikak-ı kebir,
- lügat,
- metni lügat,
- beyan,
- meani,
- bedi,
- belagat,
- inşa ilimleridir.


Bütün bu ilimlere haiz olmadan Kur'an-ı Kerim'den kendi aklına göre hüküm çıkarmak ve bu hükme göre amel etmek insanı delalete sürükler....72 dalalet fırkası böyle meydana gelmiştir.




Kur’an-ı kerimi tam olarak yalnız Resulullah anlamıştır. Çünkü muhatabı Odur. Kur’an Ona gelmiştir. Ondan başkası tam anlayamaz.


Onun için Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(İnsanlara açıkla diye Kur’anı sana indirdik.) [Nahl 44]


Açıklamak, âyet-i kerimeleri, başka kelimelerle ve başka suretle anlatmak demektir. Bırakın bizleri, ümmetin âlimleri de, âyetleri anlayabilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları tebliğ et der, açıklamasını emretmezdi. Bu ve benzeri âyetlere rağmen, (Resulullah Kur’anı getirmekle işi bitmiştir, o bir postacı idi) diyen mezhepsiz türediler vardır. Eshab-ı kiram, ana dilleri Arapça olduğu halde, bazı âyetleri anlayamayıp, Peygamber efendimize sorarlardı. Resulullah, Kur’an-ı kerimin tefsirini Eshabına bildirmiştir. Eshab-ı kiramın bildirdiğinden başka türlü söyleyenler, dalalete, hatta küfre düşer. Tefsir, yoruma değil, nakle dayanır.




KURAN YOBAZLARI BU AYETİ İNKAR EDEREK DİNDEN ÇIKMAKTA KENDİ AKILLARINA GÖRE HAREKET ETMEKTEDİR.


Nitekim, âyetlerden anladığına uyup, (Hayır ve şer Allah’tan olduğuna göre, bize günah işleten de Allah’tır. Biz günahlardan mesul değiliz) diyenler çıkmıştır.


İşte bu tehlikeyi önlemek için Peygamber efendimiz, gerekli açıklamayı yapmıştır. Âlimler de bunları açıklamış, artık, bahane kalmamıştır. Kur’an-ı kerimi anlamak için açıklamaya ihtiyaç olduğunu bizzat Hak teâlâ bildiriyor:


(Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44]


(Resulümün verdiğini alın, yasakladığından da sakının!) [Haşr 7]


(O, [Resulüm] vahiyden başkasını söylemez.) [Necm 3,4]


(Resulüme uyun ki, doğru yolu bulun!) [Araf 158, Nur 54]


(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]


(Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın.) [Muhammed 33]


(Allah ve Resulüne itaat eden Cennete, isyan eden Cehenneme gider.) [Nisa 13,14]


(Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygambere de itaat etseydik! derler.) [Ahzab 66]


(Allah’tan en çok korkan âlimlerdir.) [Fatır 28]


(Verdiğimiz bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.) [Ankebut 43]


(Bilmiyorsanız âlimlere sorun.) [Nahl 43]


(Eğer onun hükmünü Resule veya ülül-emre [âlimlere] sorsalardı, öğrenirlerdi.) [Nisa 83]


(Her ilim sahibinin üstünde bir âlim vardır.) [Yusuf 76]


Bu âyetlere VE HADİSLERE rağmen âlimlere Kur’an-ı kerime el ve dil uzatmamalı, işi ehline bırakmalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kur’anı kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa bile, muhakkak hata etmiştir.) [Nesai]


(Kur’ana ehliyeti olmadan mana veren, Cehennemde azap görecektir.) [Tirmizi]


(Kur’anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur.) [Deylemi, M.Rabbani]


Kendi görüşüne göre tefsir
Bir kimse, bir âyet-i kerimeyi tefsir ederken, açıklarken, daha önceki müfessirlerden işitilmeyen şekilde, yalnız kendi görüşüne, kendi aklına göre açıklama yaparsa kâfir olur. İşte bu sebepten dolayı, Peygamberler hariç, insanların en üstünü olmasına rağmen, Hazret-i Ebu Bekri Sıddık, (Kur’an-ı kerimi kendi reyimle, kendi görüşümle tefsire kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?) buyurmuştur. (Şir’a)




YUKARIDA BİLDİRDİĞİMİZ İLMLERİ BİLMEDİĞİ HALDE MEAL KOPYALAYIP YAPIŞTIRAN VE AYETLERİ HADİSLERİ İNKAR EDEREK İSTEDİĞİ AYETE İSTEDİĞİ KONUYU İLİŞTİREREK YORUM YAPAN KUR'AN YOBAZLARINA ALDANMAMALI BUNLARIN CAHİLLİKLERİNE GÜLÜP GEÇMELİDİR.BU GERÇEKLERİ DAİM SURATLARINA ÇARPMALIDIR.


Kaynak : Bziya / Dinimiz İslam


Kur'andan kendi aklına göre mana çıkartmaya çalışanlar Kur'an yobazlarıdır.Ne o çokmu zoruna gitti yobazlık , e o zaman vazgeç bu anlamadığın , yukarıdaki ilmlere haiz olmadığın halde Kur'an ayetlerini istediğin konuya iliştirip yorum yapmaktan mopsy.Bizde sana aferin diyelim o daha hoş gelir.


Kur'an senin oyuncağın mı , istediğin ayeti istediğin konuya monte ediyorsun , kim verdi sana bu yetkiyi , varmı yukarıdaki ilmler ile uzaktan yakında bir ilgin yok.E ozaman bırak her işi ehli olan veraset sahibi Ehli sünnet alimleri yapsın.Zaten yapmışlardır kimseye söyleyecek söz bırakmamışlardır.


Kendinide böyle komik hallere düşürme artık.
Kur'anı Kerime saygı ona karşı haddini bilerek olur , bırakın bu ucuz kahramanlık rollerini.Siz en büyük saygızlığı yapmakta iken , ehliyetiniz olmadığı halde ayetleri oyuncağınız gibi istediğiniz konuya iliştirir iken düşünün bunu...Sizin yaptığınız saygısızlıktan öte ayrıca Kur'anı Kerim'e hakarettir , zira ayetleri yukarıda bildirilen ilmlere haiz olan veraset sahibi Ehli sünnet alimlerinden ayrı kendi işinize ve aklınıza uyduğu gibi yorumluyor gerçek manayı kısa ve dar aklınıza göre değiştiriyorsunuz.Bu oluşturduğunuz anlam değişikliği hem büyük bir saygısızlık ve hakarettir hemde dini İslama büyük bir darbe , yıkımdır.Din tahribidir.


Kur'andan kendi aklına göre mana çıkartmaya çalışanlar Kur'an yobazlarıdır.Bizim hiçbir suretle Allahü Teala'nın kelamına saygısızlık yapdığımız ve yapmamız sözkonusu değildir , konuyu bu şekilde iftira derecesine çekip çirkin bir tuzak kurma niyetinizi sizin art niyetli ve her türlü iftira ve hainliğe müsait şahsınıza veriyorum.Ve bu münasebetle sizin hiçte sağlıklı bir yerde durmadığınızı birkez daha söylüyorum.Böyle yapmayın yaptıkça kendinize zarar veriyorsunuz...


Kuran-ı Kerimi Hz. Cebrail bile anlayamışken, ve Hz. Ebu Bekir, hz. Osman, hz Ali kuranı derecelerine göre anlatıyorken şimdiki zamanın tercümecileri mealciler de kim oluyor Yüce kitabımızı kendi kıt aklına göre tercüme edecek ve sizin gibiler sayesinde millet imanından da olmaktadır. Çok büyük Vebal altında olduğunuzu bilmenizi isterim.


Kur'anı kerim ve İslam dini Peygamber efendimize 23 sene boyunca geldi. O aleyhisselam da bunu, Allahın emriyle Eshabına söyledi, tarif etti, açıkladı, öğretti.
Eshab-ı kiram islamiyyeti dünyaya yaymak için hayatlarını harplerde tükettiler. Kitap yazmağa vakitleri olmadı. Fakat çocuklarını ve talebelerini iyi yetiştirdiler. Bunlara TABİÎN denir. Bunların çocuklarına ve talebelerine de TEBE-İ TABİÎN denir.
İşte bu ikinci ve üçüncü kuşağın müctehid alimleri, Eshab-ı kiramdan öğrendikleri, Kur'an-ı kerimin tefsirini, hadis-i şerifleri, iman, fıkıh ve ahlak bilgilerini kitaplarına yazdılar.
Osmanlı ve Hindistan Türk İslam İmparatorlukları, cilve-i Rabbani olarak tarih sahnesinden çekilinceye kadar, ŞER'İ ŞERİF denilen bu kitaplardaki bilgiler, İslam devletlerinin şeyhülislamlık, müftülük, kadılık makamlarının denetimleri sayesinde muhafaza edildi. Şer'-i şerife uygun olmayan kitaplara ve davranışlara izin verilmedi.
Ehl-i sünnet alimleri, Peygamber efendimizin cehennemlik olduklarını bildirdiği 72 dalalet fırkalarının hep, Kur'an-ı kerime ve sünnet-i seniyyeye kendi akılları ve görüşleriyle mana verdikleri için sapıttıklarını yazıyorlar.
Hastalık ve çaresi apaçık...
Hiçbir ülkenin hukuk sisteminde sokaktaki adam, herhangibir kanunu okuyup, kendince mana verip, verdiği hükme uyamaz. Trafiğe çıkan sürücü, trafik kurallarına uymakla mükellefken, aklınca yorum yapamaz.
Aksi olursa kaos kaçınılmazdır.
İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubatında bildirdiği hadis-i şerifde, (Kur'ana kendi aklı ve dörüşü ile mana veren kafir olur) buyuruluyor.
İmam-ı Taberînin CAMİ'UL BEYANI, İmam-ı Begavinin MEALİMÜ'T TENZİLİ, İmam-ı Kurtubinin CAMİ'UL AHKAMI rivayet tefsirlerinden bazılarıdır. Ve mevcuttur.
Mezhep imamlarının ve onlardan naklen yazan ehl-i sünnet alimlerinin kitabları da kütüphanelerdedir.
Bunları okuyup anlamak için de eski medreselerde okutulan islamın 20 ana ve kolları 80 ilim ile fen bilgileri de ortadadır.
Bunlar okunulmadan, islam alimi olunmadan, kısa yoldan zamane arapçası öğrenilerek veya Kur'an meali okunarak yorumlar yapılırsa hiç kimse, hiç kimseyle oturup birlikte çay bile içemez, anlaşamazlar. Herkesin aklı, bilgisi, kültürü farklı farklı.
İslam aleminin içine düşürüldüğü açmaz budur. Mazinin ilim ve irfanından kopuk, herkesin kendi aklına ve görüşüne göre Kur'andan ve sünnetten anladığını islamiyyet sanması, benim yolum en doğrusu iddiasında bulunması veya böylelerine uyması.
Eğer arapça bilmek yeterli olsaydı, arap dilini ve hatta edebiyatını iyi bilen Beyrutlu papaslar Kur'an-ı kerimi anlar ve müslüman olurlardı.
İslam alemindeki mübarek ecdadın kitapları ile dolu miras kalmış kütüphanelerde bir tek müslüman okuyucuya rastlamak mümkün değil.
İşte bu sebeplerle bu anlayış kaosu sürüp gider. Yevm'ül beter hadis-i şerifi de buna işaret ediyor.
MEAL MÜÇTEHİDLİĞİ!
MEAL MÜCTEHİDLİĞİ-1-Yusuf Taha:: Köşe yazısı-Genç Gazete
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kur?anı kendi görüşü ile açıklayan, doğru olsa bile, muhakkak hata etmiştir.) [Nesai]


(Kur?ana ehliyeti olmadan mana veren, Cehennemde azap görecektir.) [Tirmizi]


(Kur?anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur.) [M. Rabbani]


Kur?an-ı kerim hiçbir dile, hatta Arapça?ya bile tercüme edilemez. Herhangi bir şiirin bile, tam tercümesine imkan yoktur. Ancak izah edilebilir. Kur?an-ı kerimin manası tercümeden anlaşılmaz. Bir âyetin manasını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercümesini okuyan, murad-ı ilahiyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre anlamış olduğunu öğrenir. Hele tercüme eden bid?at ehli ise, mana tamamen değişir. Tefsir, murad-ı ilahiyi anlamak demektir. Kendi görüşüne göre verilen mana, doğru olsa bile, meşru yoldan olmadığı için hata olur, mana yanlış ise, küfür olur. (Berika)


Zaten, bizim gibilerin, dini öğrenmek için, tefsir ve hadis okuması uygun değildir. Çünkü Kur?an ve hadisi yanlış anlamak veya şüphe etmek imanı giderir. Bu inceliği iyi bilen Hazret-i Ebu Bekir buyurdu ki:
(Kur?anı kendi görüşümle tefsire kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler.) [Şir?a]


İmam-ı Şarani hazretleri buyuruyor ki:
Namazların kaç rekat olduğunu, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağını, zekat nisabını, orucun ve haccın farzlarını, hukuk bilgilerini, Resulullah açıklamasaydı Kur?an-ı kerimden anlamak mümkün değildi. İmran bin Husayn hazretleri, (Bize yalnız Kur?andan söyle) diyene, (Ey ahmak, Kur?andan her şeyi anlamak mümkün mü? Mesela namazların kaç rekat olduğunu bulabilir miyiz?) buyurdu. Hazret-i Ömer?e de, (Farzların, seferde kaç rekat kılındığını Kur?anda bulamadık) dediler. Cevaben, ?Biz, Kur?anda bulamadığımızı, Resulullahtan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde dört rekatlık farzları, iki rekat olarak kılardı? buyurdu. (Mizan-ül-kübra)




(Eğer biz Kur?anı yabancı bir dil ile gönderseydik, ?Âyetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalıydı. Araplar için, Arapça olmayan bir kitap mı olur? derlerdi. De ki: O Kur?an, inananlar için doğru yolu gösteren bir rehber ve şifadır. İnanmayanların ise, kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur?an onlara kapalıdır. Sanki onlara uzak mesafeden bağırılıyor da Kur?anın ne söylediğini anlamıyorlar) mealindeki 44. âyetin açıklaması da şöyledir:
Kur?an-ı kerim, [Çince, Yunanca, Rusça değil de], sizin lisanınızda, yani Arapça?dır. Siz Arap olduğunuza göre, ifadelerinin vecizliğinden, şaheserliğinden bu Kur?anın ilâhi bir kelam olduğunu anlarsınız. Yoksa, (Arapça bildiğinize göre, Kur?anın hükümlerini de anlarsınız) denmiyor. Âyetin devamında, inanmayanların, [ve yalnız Kur?an diyen zındıkların] Kur?anı sağırlar gibi duymadıkları ve anlayamadıkları bildiriliyor. Zaten herkes Kur?andaki aynı şeyi doğru olarak anlasaydı, 72 sapık fırka meydana çıkmazdı. İmanı, farzları ve haramları öğrenmek farzdır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Fıkhı, müctehid âlimler, âyet ve hadislerden çıkarmışlardır. (Hadika)


Demek ki âyetteki anlamak, bunun ilâhi kelam olduğunu anlamaktır. Yoksa ahkâmını anlamak değildir. Eğer öyle olsaydı, Allahü teâlâ, (Resulüm, Kur?anı insanlara açıkla) buyurmazdı. (Nahl 44)


(Kur?an-ı kerimi herhangi bir lisan ile değil, en geniş, en açık olan Arapça olarak indirdik. Eğer iyi düşünürseniz, bu Kitabın ulviyetini, kendisinin bir şaheser, sözlerinin, bütün insanlığa hitap ettiğini görür, Müslüman olmayı en büyük bir vazife, en yüksek bir saadet telakki edersiniz. Ey Araplar, Kur?an-ı kerim, sizin dilinizle indi. Edebiyatçıların, şairlerin sözlerine benzemediğini gördünüz. Bunun insan sözü olmadığını, İlâhi bir kelam olduğunu düşünürseniz, anlarsınız.)


Fıkıh hayatın can damarıdır. Müslümanın fıkıhsız hayatı olmaz. İmam-ı a?zam hazretleri fıkıh için (lehine ve aleyhine olanı bilmektir) diyor. Kârını zararını bilmeden iş yapana deli denir. Dinde de kârını zararını bilmemek felakettir. Fıkıh bilmeden ibadet yapılamaz, iman da korunamaz.


Piyasadaki mealler birbirini tutmaz. En doğru olan mealden bile fıkıh öğrenilmez. Mesela Kur?an-ı kerimde (Namaz kılın) buyurulur, ama, nasıl namaz kılınacağı, namazın farzları, namazı bozanlar gibi hususları Kur?an-ı kerimde bulamayız. Kur?an-ı kerimi Peygamber efendimiz, hadis-i şerifler ile açıklamıştır. Hadis-i şerifleri de İslam âlimleri açıklamıştır. Bunun için Kur'an-ı kerimin hakiki manasını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse de, meal değil, İslam âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden alınmıştır. Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki:
Bize, tefsir kitaplarına göre amel etmek emredilmedi. Fıkıh kitaplarına tâbi olmamız emredildi. (Berika)


Bazı sapıklar, ?Anlamadan Kur?an okumanın faydası olmaz, mealini okumalı? diyorlar. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: (İmam-ı Ahmed bin Hanbel, Allahü teâlânın, (Anlayarak da, anlamayarak da Kur?an okuyan benim rızama kavuşur) buyurduğunu bildirdi.) [İhy
Kur?an-ı kerim hiçbir dile tercüme edilemez. Herhangi bir şiirin bile, tam tercümesine imkan yoktur. Ancak izah edilebilir. Kur?an-ı kerimin manası tercümeden anlaşılmaz. Bir âyetin manasını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercümesini okuyan, murad-ı ilahiyi öğrenemez. Tercüme edenin anlamış olduğunu öğrenir. Hiçbir Kur?an tercümesinden din öğrenilemez. Dinini öğrenmesi için bir kimsenin eline, en uygun tercümeyi vermek, okyanus ortasında bulunan insana bir tahta parçası vermekten daha kötüdür. Çünkü bu tahta parçası ile insan sahile çıkabilir, çıkamazsa ölür ve imanlı ise Cennete gider. Fakat tercümeden din öğrenmeye kalkışan, imanını kaybedebilir. Yahut denizde yüzenleri görüp de, (Yüzmek kolay, herkes yüzebilir) sanarak yüzme bilmeyen bir genci, okyanusun ortasına atmak, Kur?ana mana vermek yanında çok hafif kalır. Çünkü yüzme bilmeyen boğulur; fakat Kur?an-ı kerime yanlış mana veren, küfre düşüp Cehenneme gider.
Kur?an-ı kerimin hakiki manasını anlamak isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelam ve fıkıh ve ahlak kitaplarını okumalı. Bu kitapların hepsi, Kur?an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden alınmıştır. Kur?an tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların düşüncelerine ve maksatlarına esir edip, dinden ayrılmalarına sebep olur.


Din meallerden öğrenilmez, bu yanlış bilgiler meal okumaktan ileri geliyor.


Meal piyasada yanlış olarak, tercüme anlamında kullanılıyor. Piyasadakiler genelde tercümedir, çok az, birkaç kelime açıklaması oluyor. Resulullahın bildirdiği manalara tefsir denir. Bir kelimenin, Allahü teâlâ ve Resulullah tarafından, açık bildirilmemiş manalarından, dine uygun olanı seçmeye tevil ve bu manaya meal denir. Âyet-i kerimeyi başka dile nakledince, tercümesi denir. Âyet-i kerimeler kısa ve tam tercüme edilemez. İslam âlimleri, âyet-i kerimelerin tercümelerini değil, uzun tefsir ve tevillerini bildirmişlerdir.
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
yukarıda bildirilen ilmler bütün peygamberlerde vardı , bunların en yükseği Efendimiz Aleyhisselatüvesselamdır.Bununla beraber Efendimizin yetiştirdiği Eshabı ve Tabiin ve Tebei Tabiin ve onların yetiştirdiği Ehli sünnet alimlerininde yükseklerinde mevcuttur.Çünkü tam teslimiyet ile şereflenmişlerdir ,Efendileri ne nakletti ise kabul etmişler ve onlarda talebelerine nakletmişlerdir.Din ilmleri zamanla , çağa göre değişmez bildiğiniz gibi , fen ilmleri değişebilir.din ilmleri nakil ile hocadan talebeye iletilir.


Şimdi bazıları yorum yapmıyor meali yazıyorum diyor , fakat yazdığı meal ile bak şu konuya cevap bu ayettir diyor.İşte buda bir yorumdur.Yani ayetleri işine gelen her konuya yerleştirmekte bir çeşit yorumdur.İliştirilen ayetin hakiki manası ile iliştiren kişinin kendi kafasında oluşturduğu cevap bir değildir.Bunların cesareti cahilliğinden ileri gelmektedir.Biz uyarıyoruz bu sefer aynı cehalet ile bize saldırıyorlar.


Allahü Teala bu cahillerin şerrinden müslümanları korusun zira 72 sapık fırka bu yanlıştan dolayı oluşmuştu
..


Kur'anı Kerimi kendi aklına göre yorumlayanlar ve Ehli sünnete aykırı mana verenler Kur'an yobazlarıdır
 
farkındayız Çevrimdışı

farkındayız

İslam-tr Mudâvimi
İslam-TR Üyesi
15kasım,

Yazık sana
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Fıkhı bilmeden dine uymak mümkün olmaz. Çünkü dinin temeli fıkıhtır. İbni Abidin hazretleri, (Fıkhı öğrenmek her Müslümana farz-ı ayndır) buyuruyor. (Redd-ül Muhtar)


Bu konudaki birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Dinin temel direği, fıkıhtır.) [Beyheki]


(İbadetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.) [İbni Abdilberr]


(Fıkıh bilmeden ibadet eden, karanlık gecede bina yapıp, gündüz yıkana benzer.) [Deylemi]


(Âlimlerin en hayırlısı da fakihlerdir.) [İ. Maverdi]


(Allah, iyilik etmek istediği kulunu fakih yapar.) [Buharî]


Kur'an-ı kerimin mânasını yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve bildirmiştir. Tefsir, Resulullah efendimizin mübarek lisanından, Sahabe-i kirama ve onlardan Tâbiîne, Tebe-i tâbiîne ve böylece bize kadar sağlam kaynaklarla gelen bilgilerdir.


Müfessir, kelam-ı ilahiden, murad-ı ilahiyi anlayan derin âlim demektir. İmam-ı Beydavi hazretleri bunlardan biridir. Bu tefsir kitaplarını da anlayabilmek için, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek gerekir. Ana ilimlerden biri, tefsir ilmidir. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir.


Türkiye’de ilk defa Kur'an tercümesini, Cihan Kitabevi sahibi Misak isimli Hristiyan bir Ermeni başlatmıştır. Maksat dinimizi bozmaktır. İmam-ı Gazalî hazretleri, (Fâsık ve bid'at ehli, Kur'anın manasını anlayamaz) buyuruyor. (İhya) [Bid’at ehli, Ehl-i sünnet itikadında olmayan, mezhepsiz olan demektir.]


Tefsir, akla değil, nakle dayanır. Ehl-i sünnet âlimlerinin, Peygamber efendimizden ve Eshab-ı kiramdan alarak yaptıkları tefsirlere aykırı tefsir yazan, küfre düşer. Hadis-i şerifte, (Kur'an-ı kerimi kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur) buyuruldu. (Deylemi, Mektubat-ı Rabbanî 1/234)


Tefsir, murad-i ilahiyi anlamak demektir. Kendiliğinden verdiği mâna doğru olsa bile, meşru yoldan çıkarmadığı için, hata olur. Verdiği mâna yanlışsa kâfir olur. (Berika)


Bir kimse, bir âyet-i kerimeyi tefsir ederken, açıklarken, yalnız kendi görüşüne, kendi aklına göre açıklama yaparsa kâfir olur. İşte bu sebepten dolayı, peygamberler hariç, insanların en üstünü olmasına rağmen, Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık, (Kur'an-ı kerimi kendi reyimle, kendi görüşümle tefsire kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler?) buyurmuştur. (Şir’a)


Namaz kılacak kadar sûre ezberledikten sonra, fıkıh bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmeli. Çünkü lüzumlu fıkıh bilgisini öğrenmek farz-ı ayndır. Herkese, işine göre, lüzumlu olan farz-ı ayn olur. Fakat hepsini öğrenmek, Kur'anı ezberlemekten daha iyidir. (Redd-ül muhtar)


Ehl-i sünnet itikadı, farzlar, haramlar, fıkıh kitaplarından öğrenilir. Âlimler, bu fıkhî hükümleri âyet ve hadislerden çıkarmışlardır. (Hadika s. 324)


İmam-ı Şa’ranî hazretleri de buyuruyor ki:
Namazların kaç rekât olduğunu, rükû ve secdede okunacak tesbihleri, bayram ve cenaze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisabını, orucun ve haccın farzlarını, hukuk bilgilerini, Peygamber efendimizin açıklamaları olmadan Kur'an-ı kerimden anlamak mümkün değildir. İmran bin Hasin hazretleri, (Bize yalnız Kur'andan söyle!) diyen birine, (Ey ahmak, Kur'an-ı kerimden her şeyi anlamak mümkün mü? Mesela namazların kaç rekât olduğunu bulabilir miyiz?) buyurdu. Hazret-i Ömer de, (Farzlar seferde kaç rekât kılınır? Kur'anda bulamadık) diyenlere, "Allahü teâlâ bize Muhammed aleyhisselamı gönderdi. Biz, Kur'an-ı kerimde bulamadıklarımızı, Resulullah’tan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde dört rekâtlık farzları, iki rekât olarak kılardı. Biz de öyle yaparız" buyurdu. (Mizan)


İslam’a, Kur'ana uymak, tefsir okumakla değil, ancak hak olan bir mezhebe uymakla olur. Bir kimse, Kur'andan, tefsirden anladığına uyarsa, İslam’a uymuş olmaz. Kur'an-ı kerimde her hüküm varsa da, bunları doğru olarak, ancak Resulullah efendimiz anlayıp açıklamıştır. Resulullah'a uymak farzdır. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(De ki, “Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olun!”) [Âl-i İmran 31]
(Ona tâbi olun ki, doğru yolu bulasınız.) [Araf 158]


Her Müslümanın dört hak mezhebden birine uyması gerekir. Uymayanın mülhid olacağını İmam-ı Rabbanî hazretleri Mebde ve Mead kitabında bildiriyor. Dört mezhebden birine uymayan Ehl-i sünnetten ayrılır. Ehl-i sünnetten ayrılanın da sapık veya kâfir olacağı S. Ahmet Tahtavî hazretlerinin Dürr-ül-muhtar haşiyesinde yazılıdır. Abdülgani Nablusî hazretleri de, (Bugün dört mezhebden başkasına uymak caiz değildir. Kur'an-ı kerimin mânasını öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır) buyuruyor. (Hadika)


Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayıp, tefsir okumak, caiz değildir. Zaten, günümüzde tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmek imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen 72 fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mâna anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, bizim gibi cahillerin tefsirden ne anlayabileceğimizi düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsirleri okuyanlar böyle felakete düşerse, dinde reformcuların tefsirlerini okuyanın hâlinin çok daha kötü olacağı aşikârdır.


O hâlde dinimizi doğru olarak yazılmış ilmihâllerden öğrenmek gerekir.
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Ehl-i sünnet itikadına uymayan bozuk, sapık inançlara bid’at ve dalalet yolları denir. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine uymayan, her mana yanlıştır. Çünkü her sapık, Kur’ana ve hadise uyduğunu iddia eder. Kısa görüşü ile, bunlardan yanlış manalar çıkarır, doğru yoldan kayar. Allahü teâlâ, (Kur’an-ı kerimde verilen misaller, çok kimseyi saptırır, çok kimseyi de doğru yola iletir) buyurdu. (Bekara 26)


Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları manalar doğrudur. Çünkü, bu manaları, Eshab-ı kiramdan ve Tâbiinden almışlardır. Kurtuluş yolunu, yanlış yollardan ayıran onlardır. Onların hidayet ışıkları olmasaydı, bizler doğru yolu bulamazdık. İslamiyet’i bozulmaktan koruyan onların çalışmasıdır. Onlara uyan kurtulur. Onlara uymayan sapıtır, herkesi de sapıtmaya çalışır. (m. 286)


Bir hadis-i şerifte, (Rabbim bana vahyetti ki: “Ya Muhammed, eshabın gökteki yıldızlar gibidir. Bazısı bazısından daha parlaktır. Onlardan birine uyan hidayet üzeredir”) buyuruldu. (Deylemi)
Kur’an-ı kerimde mealen, (Her fırka, doğru yolda olduğunu zannederek sevinir) buyuruldu. (Rum 32) [m.80]


Peygamber efendimiz ise, (Kurtuluş fırkası, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır) buyurdu. Resulullah efendimiz, kendini söyledikten sonra, Eshab-ı kiramı da, söylemesine lüzum olmadığı halde, bunları da söylemesi, (Eshabım benim yolumdadır, benim yolum, Eshabımın yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir. Ancak Eshab-ı kiramın yolunda giden Ehl-i sünnettir.


Nisa suresinin 79. âyetinde, (Resule itaat, Allah’a itaattir) buyuruldu. Allah’a itaatin, Resulüne itaatten başka olduğunu sananlar için buyuruluyor ki:
(Allah’ın yolu ile, peygamberlerin yolunu birbirinden ayırmak isteyenler kâfirdir.) [Nisa 150,151]
Resulullah efendimiz, (Eshabımın yolundan gidin) buyurduğu halde, Eshabın yolunda gitmeyip de, Peygambere uyduğunu söyleyen, Ona uymuş olmaz. Böyle yol tutan kurtulamaz. Mücadele suresinin, (Doğru bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Biliniz ki, onlar yalancıdır) mealindeki 18. âyeti bu gibilerin halini gösteriyor. (m. 80)


İhtilafları çözmek için de sünnete ihtiyaç vardır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Anlaşamadığınız bir işin hükmünü Allah’tan [Kur’andan] ve Resulünden [hadisten] anlayın.) [Nisa 59] Buradaki anlayın emri, âlimler içindir. Çünkü Kur’an-ı kerimde, (Bilmiyorsanız âlimlere sorun) buyuruluyor. (Nahl 43)


Kur’ana, Sünnete ve eshaba uyabilmek için dört mezhepten birisine uymak gerekir. (Mizan-ül-kübra)


Seyyid Ahmed Tahtavi hazretleri buyurdu ki:
Bugün her Müslümanın 4 mezhepten birinde bulunması vaciptir. 4 mezhepten birinde bulunmayan Ehl-i sünnetten ayrılır. (Dürr-ül-muhtar haşiyesi)




Kimlerle bulunduğumuz önemli
Birçok kültür dalında bilgisi olan aydın kimseye entellektüel denir. Bir yabancı yazar ise, entellektüeli, ihtisas alanına girmeyen her konuda konuşan ve sözlerinde hiç mesuliyet hissi duymayan sorumsuz kişi olarak tarif ediyor. Böyle kimselere, entellektüel bozuntusu veya ukala da diyorlar. Kimi de yarım aydın, çeyrek aydın diyor. Herkes, bildiği işte, ihtisas alanına giren konuda fikir yürütür. Bu normaldir. Ama dini konu olunca, bilsin bilmesin herkes, ulu orta konuşur, müctehid kesilir. Dini, bir şahsın fikri gibi tenkide tâbi tutuyorlar. Mesela şöyle diyorlar:
(Tek kaynak Kur’andır, herkes Kur’andan anladığı ile amel etmeli)
(Namaz Türkçe kılınmalı)
(Tesettür teferruattır, ilim öğrenmek için, saçları açmalı)
(Ehli kitapla iman birliğimiz var, onlara yaklaşmalıyız)
(Horozdan, balıktan kurban olur)


Herkes ancak ihtisas alanında konuşmalı, her işe burnunu sokmamalı. Maalesef bu fikirleri söyleyenler arasında ilahiyatçı olanlar da vardır. Onlar da, (Biz Kur’ana göre konuşuyoruz) diyorlar. Her grup, (Bizim yolumuz doğru) diyor. Kur’an-ı kerimde de, (Her fırka, her grup doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir) buyuruluyor. Hadis-i şerifte de, bu ümmetin 73 fırkaya ayrılacağı, sadece içlerinden bir fırkanın doğru olduğu bildiriliyor. Bunların arasında kurtuluş fırkasının alameti de bildirilmiş, (Bu fırkada olanlar, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır) buyurulmuştur. Peygamber efendimizin, kendini söyledikten sonra, Eshabını da söylemesi gerekmezken, bunları söylemesi; (Benim yolum, Eshabımın yoludur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir.


Akla uyarsak doğruyu bulmak çok güç olur. Her fırkadaki insan, “Bu fırka doğru yolda” diyor. Bu işte selim olmayan akıl ölçü olmaz. Ölçü olsaydı, 72 sapık fırka meydana çıkmazdı. Her fırkaya girenler de, aklına göre bu fırkaları tercih etmiştir. Akla uyulursa, insan sayısı kadar fırka meydana çıkar.


Soracak âlim yoksa veya bir kimsenin gerçek âlim olup olmadığını bilmiyorsak ne yapacağız? Dinimiz, bunun da yolunu bildirmiştir. Allahü teâlâ, İslamiyet’i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz vermiştir. Rabbimiz sözünden dönmez. Bunun için dua etmelidir. Cenab-ı Hak ona doğru yolu gösterir. Dua ederken, duanın şartlarını da gözetmeli. Şartlarına uygun dua edilince, dua kabul olur. Dua kabul olunca da, doğru olan, hak olan bulunmuş olur.


Bütün kerametler bize verilse, fakat itikadımız düzgün değilse, halimiz haraptır. Eğer bütün dertler bize verilse, itikadımız doğru ise, üzülmek gerekmez. Doğru itikad, ehl-i sünnet itikadıdır. Felaketten kurtulmanın tek çaresi, kurtulanlarla beraber olmaktır. Kıtmir, köpek iken, Eshab-ı kehf ile beraber olduğu için Cennete girdi. O halde kim olduğumuz değil, kimlerle bulunduğumuz önemlidir.




Akıl büyük nimettir
Büyük bir nimet olan akıl ile gerçekleri görmek mümkün olur mu? Selim olan akıl ile gerçekler görülür. Selim olan akıl ise ancak Peygamberlerde bulunur. Selim olmayan kendi aklımıza uyarsak doğruyu bulmak çok güç, hatta imkansızdır. Çünkü her gruptaki insan, “Bu grup doğru yolda” diyerek ona girmiştir. Bu işte, selim olmayan akıl ölçü olmaz. Ölçü olsaydı, bu kadar grup meydana çıkmazdı. Bu gruplara girenler de, aklına göre bu grupları tercih etmişlerdir. Akla uyulduğu için sayısız grup, sayısız hizip meydana çıkmıştır. Hatta akla uyulduğu için, beşeri dinler uydurulmuştur. Akla uyulduğu için, bu ümmetin arasından da 72 sapık fırkanın çıkacağını Resulullah efendimiz haber vermiştir. “Hangi grup çoğunlukta ise doğru odur” mantığı ile hareket edilirse, yine doğruyu bulmak mümkün olmaz. Çünkü Allahü teâlâ, (İnsanların çoğuna uyan sapıtır) buyuruyor. (Enam 116)




Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyanlar, doğruyu bulur. Doğru olan bir taife her zaman bulunur. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Her devirde doğru yolda olan bir taife bulunur. Bunlara, hiç kimse zarar veremez.) [Mişkat]


Kitapçılarda bulunan İslam kitapları arasında bozuk olanları çok ise de, doğru olanları da vardır. Bu doğru kitaplar hiçbir zaman yok olmaz. Bunların koruyucusu Allahü teâlâdır.


Dinimiz ilme ve âlime büyük önem verir. Bize ilmi bildiren âlimlerdir. Hadis-i şerifte, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) buyuruldu. Peygamberlerin vârisleri olan âlimlere dil uzatan, onları âlim oldukları için kötüleyen kimsenin imanı gider. Bir de İslam âlimi sanılan ve dinimizi içten yıkmaya çalışan dinde reformcular vardır. Bunların ihanetlerini bildirmek, kötülemek olmaz. Dinin emrine uymak olur. Kötüye kötü, kirliye pis demek yanlış değildir. Temize pis demek kötülemek olur. Kötülerin kötülüğünü açıklamak, Müslümanları, onların zararından korumaya çalışmak farzdır. O halde bütün insanları bunların zararından korumaya çalışmalıdır. İslamiyet’i yanlış anlatan kötü din adamları, büyük vebal altındadır. İnsanların çektikleri sıkıntıların sebebi kötü din adamlarıdır.


Kötü din adamları için, (Bu kimselerin hiç iyi tarafı yok mudur?) denilmesi doğru değildir. Cenab-ı Hak, imansızların yol, köprü, cami, yaptırmak gibi hiçbir ameline sevap vermiyor, Cehenneme atıyor. Böyle kötü din adamları, din, iman hırsızlarıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar]


(İlmini ticarete alet eden kötü âlimler yazıklar olsun. Devlet adamlarına yaklaşır, menfaat temin etmeye çalışırlar. Bunların yaptıkları ticaret, kesada [darlığa, kıtlığa] uğrasın!) [Hakim]


(Bir zaman gelir ki, camiler ve hafızlar çoğalır, ama, [hakiki] âlim bulunmaz.) [Ebu Nuaym]


(Zebaniler, günahkâr hafızlara, puta tapanlardan daha önce azap yapar. Çünkü bilerek yapılan günah, bilmeyerek yapılandan daha kötüdür.) [Taberani]


(İlmi ile amel etmeyen âlim, kıyamette en şiddetli azaba düçar olur.) [Beyheki]


(Kıyamette, ilmi ile amel etmeyen âlimin Cehennemde çıkardığı kötü kokudan, Cehennem ehli rahatsız olarak şöyle seslenir: "Ey kötü kimse, çektiğimiz eziyet ve bu acı durum yetmiyormuş gibi, bir de senin çıkardığın kötü kokuya mı katlanalım? Sen ne yaptın da bu duruma düştün?" Âlim ise, "İlim sahibi idim, fakat ilmimle amel etmezdim" diye cevap verir.) [İ. Ahmed]


(Dinimizislam)
 
aknczlfkr Çevrimdışı

aknczlfkr

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
BEN HANEFİ-MATURUDİ bir MÜSLÜMAN'ım diyenler..

(ÇARŞAMBA TAİFESİNİN KULAKLARI ÇINLASIN)

Ben 'Hanefi Maturudi'yim diyen kaç kişi inandığını sandığı akideyi ve fıkhı biliyor?.. Kimsenin Hanefi Ulema ve Ümera Rahmetullahialeyhimecmaiyn'den haberi yok..

Hanefi mezhebine göre Şeyhlerin ruhları anıldığı yere gelir diye inanmak kafirliktir (Birgivi, Kadızade, Kefevi, Halebi vs tüm elfaz-ı küfür listelerinde klişedir ruhların hazır olduğu inancını tekfir etmek) ..

Hanefi'ye göre ölüler işitmezler (Birgivi, Kadızadeler, Halebi, Kefevi, Alusi..)

Hanefi'ye göre ölüye okunan Kuran'ın sevabı, meyyit Müslüman olarak öldü ise onun sevab hanesine yazılır, ama mezarlıklarda kabir başında okunması bidattir, mescidde evde vs okunmalıdır (Birgivi, Kefevi, Kadızade, Halebi, İbni Abidin..)

Hanefi'ye göre şu anda bu ülkede İslam Şeriatı ile hükmedilmediği için sahih Cuma namazı olmuyor.. (Halebi, İbni Abidin vs alayı aynı akidededir, İzni Sultan, Cem olma ve Hürriyet gibi şartlar..)

Hanefi'ye göre Türbe Yatır Abide vs batıldır.. (İbni Hümam, Halebi, Birgivi, Ebu Suud, Kadızade, Kefevi, Ali Kari, Alusi vs hepsi)

Hanefi'ye göre Küfrün cahiliyye bayramlarını, (Güncelden örneklersek, mesela 3 mayıs türkçü 1 mayıs solcu 19 mayıs kemalist bayramı veya yortu hamursuz şükran günü veya noel yılbaşı veya nevruz gibi bayramları) kutlamak kafirliktir (Molla Aliyül Kari, Kefevi, Kadızade, Birgivi, İbni Abidin..)

Hanefi'ye göre Sihir Fal Kehanet kafirliktir yapan da yaptırtan da kafirdir.. (Birgivi, Ebu Suud.. tamamı)

Hanefi'ye göre Vahdeti Vücud nazariyesi kafirliktir-sapıklıktır (Taftazani, Ebu Suud, Halebi, Kadızadeler, Aliyül Kari..)

Hanefi'ye göre Hurufilik ve Batınilik kafirliktir (Sultan Fatih'in Şeyhülislamı Fahreddin Acemi diri diri yaktırmıştır Hurufi ve Melami Sufileri)

Hanefi'ye göre bırakın Hazret-i Muaviye'ye düşmanlık etme Rafıziliğini Şiiliğini, Haccac ve Yezid'e bile lanet ve tekfir sapıklıktır, onlar sadece zalim bir Müslüman idi hesapları mahşere kalmıştır (Kefevi, Birgivi, Kadızadeler vs)

Hanefi'ye göre Allah Teala her yerdedir demek küfürdür. Her yeri mekan tayin etmek olacağı için.. Allah Teala herhangi bir yere hazır ve nazırdır demek küfürdür, ilmen ve kudreten hazır nazırdır, zatı ile değil diye söylenmelidir (Birgivi, Kadızade, Kefevi..)

Hanefi'ye göre köpek necis, ama kedi necis değildir. Hatta içtiği suyla abdest bile olur diye görüşler de vardır. (Ebu Hanife Müsned)

Hanefi'ye göre Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözü uydurmadır, ve bu sözü söyleyen kafir olur (Kefevi)

Hanefi'ye göre Namaz kılmayan kadının mehri verilemez bir darlık anına dahi denk gelse boşanması lazımdır (Halebi)

Hanefi'ye göre Şia taifesi ile yapılacak olan Cihad, diğer din ve fırkalarla olan savaşlardan daha ehemmiyetlidir önceliklidir (Kefevi)

Hanefi'ye göre sırf teganni belli şartlarla caizse de sazlar yani enstrümanlar haramdır (Serahsi, Birgivi, İbni Kemalpaşazade, Kadızade, İbni Abidin vs )

Hanefi'ye göre bir Müslüman erkek dört nikahlı eş bin de cariye sahibi olsa, sonra bir cariye dahi almak istese; onu kınamak küfre götürür, zira Allah'ın sınır koymadığı bir işte had hudut çizmeye çalışmak küfürdür (Kefevi)

Hanefi'ye göre Cihad sırasında rahip, kadın, yaşlı ve çocuk öldürmek caiz değildir; lakin herhangi bir şekilde düşman ordusuna yardım ediyor olanlar öldürülebilir (Kefevi)

Hanefi'ye göre İslam Devleti'nde Zımmiler ata binemez, eşeğe binebilirse de Müslüman bir topluluğun önünden geçerken inmesi gerekmektedir -şimdilerde biz vatan evlatları, boğazdaki Yahudi Sabatay Mason kodamanların konaklarının önünden yayan baldırı çıplak ve ezik bir şekilde geçiyorıuz- (Kefevi)

Hanefi'ye göre Cihad'da, bir mücahid bin kafire saldırabilir, cihad maksatlı bazı intihar yani istişhadi taarruz ve akın caizdir (Kefevi)

Hanefi'ye göre Cihad da Müslümanı veya sivili canlı kalkan yapsa düşman ordusu, küffara vurmak kastı niyeti ile ateş edilebilir ok atılabilir (Kefevi)

Hanefi'ye göre Keramet ve Velayet haktır. Lakin istidrac ve şeytanlarla büyü vs de vardır mümkünattandır, ve keramet, Rüya, Keşf ve sezgiler vs Şer'i bir delil değildir, Şeriatta deliller Edille-i Şeriyye ile olur Kuran Sünnet İcma Kıyas (Birgivi ve diğerleri)

Hanefi'ye göre Nazar haktır, mümkündür. Ve bir adam mezarlığa girse de Vallahi diye yemin ederek dese, bunların çoğu nazardan ölmüş; yeminine tevbe ve kefaret gerekmez zira doğru söylemiştir (Kadızade)

Hanefi'ye göre Sufilerin yaptığı Raks, Sema, Devran, Cezbe taşkınlığı vs hurafattır bidattir haramdır (Birgivi, Halebi, Ebu Suud, Kefevi, Kadızadeler, İbni Abidin, ve diğerleri)

Hanefi'ye göre İslam Devleti Emirine, Halife ve Sultan'a biat etmemek, veya aleyhinde dedikodu yapmak, veya isyan etmek vs haramdır hariciliktir bağiliktir sapkınlıktır, İslam Emiri için hayır dua etmek tüm ümmete vaciptir ve de herkese düşen bir vecibedir -tarih ecdat düşmanı zındıkların kulakları çınlasın- (Birgivi, Kadızade, Kefevi, Ebu Suud, Halebi, İbni Abidin.. tamamı)

Hanefi'ye göre bir İslam ülkesi istila edilince en yakın tüm İslam ülkelerinin ahalisine Cihad farz-ı ayn olur. Hakkından gelemezler def edemezlerse tüm ümmete dek genişler bu mesuliyet halkası ve yeryüzünde bir tek Müslüman kalmayıp hepsi helak oluncaya ya da düşman def edilinceye dek cihadın farzı ayn oluşu sürer. -Mıncımış ılımlı İslamcı diyalogcu hainlerin ve cihad nefisledir edebiyatı yapan sufist postnişinlerin sağır kulakları çınlasın- (Kuduri, Kefevi, İbni Abidin.. hepsi)




Akıncı
 
E Çevrimdışı

Ebu & Dücane

Misafir
Ehl-i sünnet itikadına uymayan bozuk, sapık inançlara bid’at ve dalalet yolları denir. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine uymayan, her mana yanlıştır. Çünkü her sapık, Kur’ana ve hadise uyduğunu iddia eder. Kısa görüşü ile, bunlardan yanlış manalar çıkarır, doğru yoldan kayar. Allahü teâlâ, (Kur’an-ı kerimde verilen misaller, çok kimseyi saptırır, çok kimseyi de doğru yola iletir) buyurdu. (Bekara 26)



Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları manalar doğrudur. Çünkü, bu manaları, Eshab-ı kiramdan ve Tâbiinden almışlardır. Kurtuluş yolunu, yanlış yollardan ayıran onlardır. Onların hidayet ışıkları olmasaydı, bizler doğru yolu bulamazdık. İslamiyet’i bozulmaktan koruyan onların çalışmasıdır. Onlara uyan kurtulur. Onlara uymayan sapıtır, herkesi de sapıtmaya çalışır. (m. 286)

Buradakilerin çoğu sizin yol kesen tarikatlerini,kuran ve sünnete bağlanınca terkedip buraya geliyorlar.sizin gibi tarikat şeyhlerini adeta rab edinenler,hırıstıyanların ve yahudilerin hz isa ve musa yoluna çağırdıklarını iddia eden alimleri ruhban ve hahamlarını rabler edinmeleriyle uğradıkları akibete uğruyorlar.
Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa’yı ilah edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah’a kulluk etmeleri emredilmişti.Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir" (Tevbe 31)
kuran bir ışık sünnette yoldur.ışıksız ve yolsuz karanlıkta ne arıyorsunuz.yol üzerinde bulunan engelleri de Allahın yardımıyla,kuran ve sünnetin yolunda kazanç gayesi gütmemiş alimlerin görüşleri ile aşabiliyoruz elhamdülillah.biz sizin yolların batıl olduğunu kuran ve sünnete bütün enerjimizi verince anladık.kuran ve sünnet yoluna gidenlerin önüne anlayamazsınız diye önlerine taş koyup saptırmayın.sizin gibi hak yola çağırdığını iddia eden,dinini geçim derdi yapan bir çok fırkalara ayrılmış tarikat ve mezhep taassubuna intisap etmiş sizin gibi binlerce şaşkın davetçiye mi bakılır,yoksa sadece kuran ve sünnete çağıran sonra,dinini tevhid ve cihad davası yapan,ücret ve menfaat amacı gütmeyen dini için her zaman canını vermeye hazır olan davetçilere mi bakılır.
„Râbbinizden size indîrilen kitaba uyun. Ondan başka velilere uymayın. Ne kadar'da az düşünüyorsunuz (7 Araf-3)
bir kelimeden on kitap yazılır,ama aslına bakmadan kitaba bakılmaz.felsefe ve mantıkla din anlaşılmaz.

Dinlerini, Allah'ın Kitab'ı yerine, Kitabın açıklayıcısı olarak gördükleri kimselerden (aracılardan) öğrenmeyi ve her dediklerini kesin doğru kabul edenler; aslında Kitab'a değil, O aracıların Kitap adına uydurdukları şeylere uymaktadırlar.
Aracı, Kitapla ilgisi olmadığı halde? Kitap adına ortaya ne koyuyorsa; konulan şeyin Kitab'a uygun olup olmadığına bakılmaksızın, kendisine uyan da onun gibi anlıyor ve inanıyor. Böyle olunca da Kitabın yerini, aracının görüş ve düşüncesi almış oluyor.


Zamanla kurumlaşarak toplum tarafından kendilerine dokunulmazlık özelliği de verilen bu aracılar, din adına kurallar koymaya başladılar. Konulan kurallar dinin önüne geçerek insanların gerçek dini anlamasına engel oluşturdu.


Mürşit, alîm, üstad, şeyh, veli, müftü, imam., hoca, molla, seyda, diyanet, ağabey, efendi... gibi isimi ve sıfat larla anılan bu aracılar insanlara Allah'a ve Allah'ın Kitabına gitmelerini önermek yerine, onları kendilerine çağırarak, Allah'a ve Kitab'a gitmede, kendilerini işin şartı olarak görüyorlar. Kul da bunlara takıldığı sürece Kitab 'ın kendisine asla kavuşamadığından; deyim yerinde ise hayatını 'kitapsız' olarak tüketmektedir.


Evet, ismi ve sıfatı ne olursa olsun, kim kendisini işin şartı olarak görüyorsa, o aracı konumundadır. Bu tür aracıların yollarına uyanlar, Allah'ın yolundan uzaklaşırlar.

Tarikatlarde çelişki içinde kalan birisinin tarikat yolundan kurtuluşunu aşağıdaki şekilde özetlemektedir.

Sınıra kadar gelmiştim.


İslam olmaya kararlıydım. Aramızda sadece bir adım kalmıştı. Vahye sordum. Dedi ki;


Şu ana kadar senin uyduğun, kabul ettiğin, hayatını uğruna adadığın, aracılar edindiğin, heybelerce okuduğun putların eserleri, sahip oldukların, boş hayallerin, batıl ideallerin, hepsini burada bırakıyorsun.


Girmeyi düşündüğün yer, bir teslimiyet mahallidir. Burada aracılar yok. Burada muhatap tek Allah var.

Burada sadece ilah olarak Allah var. Öyle bir Allah ki, kendine çağıranlara "Beni yarattığım kişiyle başbaşa bırak " (Müdessir/11) diyor. Araya kimseyi (Peygamberi bile) sokmuyor.

Onun da istediği nizam bir kitap halinde hazır. Bu kitap, çok değerli, bir insan olan "şerefli bir elçi" aracılığı ile bildirildi. (Tekvir/19)

Bu teslimiyette, Allahın tüm hakimiyetini sadece ona özgülemek zorundasın. Kendinle istenen nizam arasında çatışma yaşamayacaksın. İşine geldiği şekilde yarı uyman gibi bir durum asla düşünme. Asla şirk koşmayacaksın.

Bu felaketi aklından geçirdiğin anda 1 saniyede bu islam dairesinin dışına atılırsın. Nasıl atıldığını bile anlayamazsın. Hatta atılmadığını hala içinde bulunduğunu bile zannedebilirsin. (Enam/23) Bu günah burada asla affedilmeyen bir günahtır. (Nisa/48)
Üzerimdeki heybeler dolusu bilgi yığınlarını (Bilgi zannettiklerimi) bırakmam hatta unutmam gerekiyordu.


Resetledim kendimi...


Kılavuzu aldım elime.


Kur'an…


Allahın vahiyleri…


Hazırlayan Allah…


Okuyorum.


Aman Allahım…


Kuşlar gibi özgürüm.


Allahım, Rabbim, Mürşidim, Velim, yardımcım, dostum her şeyim Allah…


Eşşek halimdeykenki üzerimdeki heybelerimden de kurtuldum. "Onlar hayvanlar gibidirler" (Furkan/44)


Kendime hala gelebilmiş değilim. Atalarımca nasıl bir din uydurulduğunu, rabbimin haram dediği şeyleri helal diyen fetvalarla görüşlerle Allah adına hüküm veren bu insan görünümlü şeytanlara pisliklere nasıl uymuşum.(Tevbe/28) (Kimlere uyduğumu ben biliyorum)

"Eyvah ! Keşke falancayı dost edinmeseydim" (Furkan/28)
İnsanlığımın farkında olmak, kulluğumu anlamak, en önemlisi de tek olan Allahımı tanımak.


Allahım şükürler olsun.


Bizi doğru yola ilet, nimet verdiklerinin yoluna…


Sana teslimim Allahım.


Kayyum olan sensin.


Ben de sana kulum...


1487351_205311492985451_1536294176_n.jpg
 
farkındayız Çevrimdışı

farkındayız

İslam-tr Mudâvimi
İslam-TR Üyesi
Bir ani;

Gunun birinde is ici anadoluda bir sehre is icin gittim.
Radyo kanallarini karıştırırken bir radyoya takildim.
Dini oldugunu zannettigim bir programdı.
Radyoda gecen diyalog soyleydi.

Bir kitaptan birşeyler okundu. Okunan birinin yazdigi kitapti. Anlatilan kisi ruyasinda birisini gormus. Ruyadaki kisi ona birseyler mujdelemis. Kendisi buna ihtimal vermedigi halde Ruyadaki kisi bu mujdeyi boyle soyledi diye anlatiyordu. ( icerigin ayrintisini hatirlamiyorum)
Ardindan radyodaki kisi soyle devam etti;
Simdi okudugumuz bu cumlenin tefsirini yapalim.
Subhanallah. Ne bir ayet ne bir hadis.

Sonra dusundum. SEYTAN NASIL DA INSANLARI SAPTIRIYOR.
Kurani birakip nelere inaniyor boyle bu insanlar
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Hanefi mezhebine göre Şeyhlerin ruhları anıldığı yere gelir
diye inanmak kafirliktir (Birgivi, Kadızade, Kefevi, Halebi vs tüm elfaz-ı küfür listelerinde klişedir ruhların hazır olduğu inancını tekfir etmek) ..


cevap
siz şimdi benim adımı anan beni çağıran yardım isteyen müridimin imdadına yetişirim, yardıma gelirim diyen tüm velilerimürşidleri tekfir mi ediyorsunuz. AbdulKâdir geylaniyi tekfir mi ediyorsunuz.Allah dostlarının adlarını söyleyip de içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtulduğunu anlatan, bu olayı bizzat yaşayan veya tanık olan ne kadar insan var.sizin anlamadığınız onların yardımı Allahtan istiyor olmaları, Allah dostunu vesile sebep görmeleri.
hanefi mezhebine göre bu kafirliktir diyorsunuz hanefi olan veliler neden böyle birşey söylemişler, hanefi müridler hanefi insanlar neden uygulamışlar üstelik doğruluğunu da görmüşler kimse bilmiyor muydu bunu hepsi kafir miydi


Vehhabiler diyor ki:
(Resulullahın ve Evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarını ziyaret edip, bunları vesile ederek dua eden kâfir olur. Kabirde olandan işitmeyenden dua istemek şirktir. Ölü ve uzaktaki diri, işitmez ve cevap vermez. Bunların fayda ve zararları olmaz. Ölmüş peygamberden de bir şey istemek şirktir.)


CEVAP
Bu iddialarına aşağıda ve diğer maddelerde cevap veriyoruz:
Ruhun ölmediğine Ehl-i sünnetin inandığı gibi vehhabiler de inanıyor. Beden ölse bile ruhun ölmediğine inanıp da, bu ruhun hareket etmesine inanmamak açık bir çelişkidir.


Böyle olunca, ruhdan şefaat dilemek, ondan yardım istemek gibi, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta olmasını beklemeye, karşı olmamak icap eder. Çünkü, İslâm insan ölünce, ruhun diri kaldığını bildirmektedir. Diri insanlar, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep oldukları gibi, diri ruhların da, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacağı red edilmez.


Ruhun mahiyeti nedir
Ruh, bedeni ayakta tutan bir kuvvettir. Ruh ölmez. Ruh [can] bedenden ayrı bir varlıktır. Zümer suresinin, (Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Elbette düşünenler için bunda alınacak ibretler vardır) mealindeki 42. âyeti ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu bildirmektedir. İşiten, tasarruf ve kuvvet sahibi olan ruhtur. Ruhsuz beden bir işe yaramaz. Ama bedensiz ruh, nimet veya azaba duçar olur. Ruh, sütte yağın bulunduğu gibi, bedende bulunmaz.


Bunun için kolu kesilen kimsenin ruhundan eksilme olmaz. Başkasının yüreği ile yaşayan bir insanın ruhunda değişiklik olmadığı için, bozuk kimsenin yüreğinin bu adama hiç tesiri olmaz. Kalb ile yürek aynı şey değildir. Yürek, hayvanda da bulunur. İnsana mahsus olan kalbe, gönül denir. Gönül görünmez, fakat tesirleri ile anlaşılır. Kalb, elektrik cereyanı, yürek de ampul gibidir. Ampuldeki elektriği, ampul ışık verdiği zaman anlıyoruz. Elektrik gibi kalb de madde değildir, bir yer kaplamaz. Yürekte eserleri görüldüğü için, kalbin yeri yürek denir. Yürek değiştirmek, sanki ampul değiştirmeye benzer. Yani takılan yürek nasıl olursa olsun, takılan kimsenin kalb kuvvetinin tesiri görülür. Ampulün değişmesiyle şehir cereyanında azalıp çoğalma olmadığı gibi, yürek değişmesiyle, kalb kuvvetinin tesiri değişmez.


Ruh da, elektriğe benzetilebilir. Yanmakta olan bir ampul, sökülünce, yani cereyanla olan irtibatı kesilince, cereyanın bir miktarı kesilmiş olmaz. Başka bir ampul takılırsa onun da rezistans telini ısıtıp ışık saçmasına sebep olur. Salih bir kimsenin yüreği, fasık kimseye veya kâfire takılınca, o kimsenin kalbi yine hep günah işlemek ister, kötü düşünür. Tersine, fasık insanın yüreği, salih bir kimseye takılırsa, o kimsenin kalbi yine günah işlemek istemez, hep iyi düşünür. Yüreğin manevi bir fonksiyonu yoktur. Öldükten sonra çürüyüp gidecektir. Yahut hayvan yese veya yansa fark etmez. Çünkü insan ruh demektir. Beden değişse de ruh değişmez.


İnsan, ruhu sayesinde ayakta durur. Aklı, düşüncesi, ruhu sayesinde vardır. İnsanın, vücudu bir marangozun aletleri gibidir. İnsan ölünce, aletleri olmadığından, ruh bu aletlerle bir iş yapamaz. Ancak yine de, ruh ölü olmadığı için gider gelir, insanları tanır. Hatta evliyanın ruhları insanlara yardım eder. Bu yardım etmesi dünyadaki bedenindeki aletlerle değildir. Allahü teâlâ ruhlara aletsiz de iş yapma özelliğini vermiştir. Vefat eden Hızır aleyhisselamın ruhu çok kimseye çeşitli yardım yapmaktadır.


Bir kimseye, başkasının bütün organları takılsa, o insanın aklında, düşüncesinde değişiklik olmaz. Marangozun eski aletleri yerine, yeni aletleri gelmiş demektir. Alet değişmekle, marangozdaki bilgi, kabiliyet değişmez. Kesmeyen bir testere yerine, iyi kesen bir testere gelirse, daha kolay iş yapar. Görmeyen gözün yerine sağlam göz takılırsa görür. Kanı, kalbi, beyni de değişse, yine düşünceye tesir etmez. Sağlam organ takılmışsa, daha kolay iş görür. Çünkü insan, ruh demektir. Bir insan yanmakla yok olmaz. Sadece aletleri elinden alınmış olur. Ahirette ona yeni aletler verilir. Ruh, kendisine verilen vücut sayesinde, ya nimete kavuşur veya azaba duçar olur. Ruhun mahiyetini bilmeyen veya Allah’ın kudretinden şüphe eden kimse, insan yanınca yok olduğunu, kabir suali ve kabir azabının olmadığını zanneder. Halbuki kabir azabı haktır.


Aklın almadığı şeyleri akılla çözmeye kalkışmak çok yanlıştır.
Akıl, göz gibi, din bilgileri de ışık gibidir. Göz, ışık olmadıkça, karanlıkta görmez. Göz, karanlıkta görmediği şeylere Yok diyemez. Akıl da, maneviyatı, fizik-ötesini anlayamaz. Aklımızdan faydalanmamız için Allahü teâlâ, din ışığını gönderdi. Göz, ışık olmadan karanlıkta cisimleri göremediği gibi, din bilgileri olmadan da akıl, manevi şeyleri anlayamaz. O halde akıl, din ışığı ile ancak manevi şeyleri anlayabilir.


Amerika’daki vahşilerin, oklarının uçlarına sürdükleri, Kürar ismindeki zehir, sinirlerin uçlarını felce uğratır. Adale hareket edemez. Ağrı yapmadığından insan zehirlendiğini anlamaz. Elini, ayağını oynatamaz, yere yıkılır, taş gibi kalır. Görür ve işitir ise de, gözünü kırpamaz, dilini oynatıp bağıramaz. Kabir azabı da buna benzetilebilir. Ölü, acı duyar, fakat kıpırdayamaz.


İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Kabir azabı, ahiret azaplarındandır. Dünya azabına benzemediği gibi, rüyada görülen azaba da benzemez. Böyle sanmak, kabir azabını bilmemekten ileri gelir. Kabir azabına inanmayan bid'at sahibi olur. "Hakkında hadis-i şerif olsa da, olmasa da, kabir azabına inanmam, akıl ve tecrübe bunu kabul etmez" diyen kâfir olur. (Mektubat-ı Rabbani C.3, m.17- 31)


İnsan ruhu sayesinde vardır
İnsan ölünce yok olur ve ölülerin ruhlarının faydası zararı olmaz sanılıyor. Halbuki beden ölüp çürüse de ruh ölmez.


Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
İnsan ölürken ruhunun ölmediğini âyet ve hadisler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Velilerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya manevi olarak yakındırlar. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diri olanlar vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olur. (Mişkat)


İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:
Her ölünün ruhu, cesedine, bilmediğimiz bir halde bağlıdır. Ruhların kendi cesetlerine tesir ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Ölü kabirde çürüse de, ruhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. (El-mütekaddim)


Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:
Bazı evliyanın Hz. Hızır ile konuşmaları, onun diri olduğunu göstermez. Ruhu insan şeklini alır, iş yapabilir, darda kalanlara yardım edebilir. Kabirde nimetler ve azaplar olduğuna iman ederiz. Ölülerin birbirleri ile konuştukları, kabirde azap olunanların seslerinin işitildiği bir çok hadis-i şerif ile bildirilmiştir. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Eğer kabre konan kişi mümin ise, kabri genişletilir. Kıyamette insanlar diriltilinceye kadar kabri hoş kokularla doldurulur. Kabre konan kişi kâfir ise, demirden bir tokmakla başına vurulur. Öyle bir çığlık atar ki, cin ve insanların dışındaki bütün canlılar işitir. Kabri öyle daraltılır ki, kaburga kemikleri birbirine geçer.) [Buhari, Müslim] (C.1, m.182)


Yine hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kabir azabı vardır.) [Buhari]
(Kabir, ya Cennet bahçesi veya Cehennem çukurudur.) [Tirmizi]


Bilmediğimiz bir hayat ile diridirler
Peygamberler ve Evliya mezarlarında, kabir hayatı denilen, bilmediğimiz bir hayat ile diridirler. Kendiliklerinden bir şey yapamazlar. Allahü teâlâ, onlara sebep olacak kadar kuvvet ve kıymet vermiştir. Onları sevdiği için, onlara, âdeti dışında olarak ikram, ihsan yapmaktadır. Onların hürmeti için, istenileni yaratır. İstenilenin yaratılmasına sebep olmaları onlardan istenir.


Mezhepsizlerin, Ehl-i sünnet, mezarlara tapınıyorlar, müşrik oluyorlar demeleri Müslümanlara iftiradır.


Aşağıda meallerini yazdığımız, [Al-i İmran 169 ve Bekara 154] âyet-i kerimeler, şehidlerin diri olduklarını bildiriyor. Şehidler, peygamber gibi evliya gibi değil, başka müslümanlar gibidir. Onlardan bir üstünlükleri yoktur. Peygamberler ise, şehidlerden elbet daha ileride ve daha üstündür. Her Peygamber şehid olarak ölmüştür. Bunu bilmeyen yoktur.


Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Peygamberlerin vücudunu toprak çürütmez.) [Ebu Davud]
(Her Peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyheki, Ebu Ya’la]
Onun için vehhabiler gibi Resulullahı ölü sanmak, ya Resulallah demeye şirk demek maksatlı değilse cahilliktir.


Vehhabi Feth-ül-mecid kitabının 486. sayfasında kendi bozuk inanışlarını güya ispat etmek için şu hadis-i şerif yazılıdır:
(Evlerinizi kabir yapmayınız! Kabrimi bayram yeri yapmayınız! Bana salevat getiriniz! Her nerede salevat getirirseniz, bana bildirilir.) [Ebu Davud]


Halbuki bu hadis-i şerif, Peygamberlerin kabirlerinde diri olduklarını göstermektedir. Çünkü, bir söz, diri olana bildirilir.
[Hadis âlimlerinden Abdülazim Münziri hazretleri, (Kabrimi bayram yeri yapmayınız!) hadis-i şerifi için, elinizden geldiği kadar sık ziyaret ediniz demektir, dedi. Yani, benim kabrimi, yılda bir iki kere ziyaret etmekle bırakmayınız. Her vakit ziyaret ediniz demektir dedi. (Evlerinizi mezarlık yapmayınız!) hadis-i şerifi de, evlerinizi namaz kılmamakla mezarlığa benzetmeyiniz demektir dedi.]


Yine hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Mirac gecesinde, Musa aleyhisselamın kabri yanından geçirildim. Mezarında, ayakta namaz kılıyordu.) [Buhari, Müslim]


Buhari’de ve Müslim’de, (Allahü teâlâ, Mirac gecesinde, bütün Peygamberleri, Peygamberimize gönderdi. Onlara imam olup, iki rekat namaz kıldılar) yazılıdır. Namaz kılmak, rüku ve secde yapmakla olur. Bu haber, diri olarak, ceset ile, beden ile kıldıklarını gösteriyor. Musa aleyhisselamın, kabrinde namaz kılması da, bunu göstermektedir.


Mişkat kitabının son cildinde, (Mirac) babının birinci faslı sonunda, Müslim’den alarak Ebu Hüreyre’nin bildirdiği hadis-i şerifte, (Kâbe’nin yanında, Kureyş kâfirleri, bana Beyt-ül-mukaddesin nasıl olduğunu sordular. Oralara dikkat etmemiştim. Çok sıkıldım. Allahü teâlâ bana gösterdi. Kendimi Peygamberler arasında gördüm. Musa aleyhisselam, ayakta namaz kılıyordu, zayıf idi. Saçları dağınık ve sarkık değildi. Şen’e kabilesinden bir yiğit gibi idi. İsa aleyhisselam, Urve bin Mesud Sekâfi’ye benziyordu) buyuruldu. Şen’e, Yemende bulunan bir kabilenin ismidir. Bu hadis-i şerifler, Peygamberlerin, Rableri yanında diri olduklarını gösteriyor. Onların cesetleri [bedenleri], ruhları gibi latif olmuştur. Kesif, katı değildir. Madde ve ruh âleminde görünebilirler. Bunun için Peygamberler, ruhları ve bedenleri ile görünebilirler.


Hadis-i şerifte, Musa ve İsa aleyhimesselamın namaz kıldıkları bildiriliyor. Namaz kılmak, çeşitli hareketler yapmaktır. Bu hareketler beden ile olur. Ruh ile olmaz. Musa aleyhisselamı, orta boylu, eti az, zayıf, saçları toplu gördüm buyurması, ruhunu değil bedenini gördüğünü gösteriyor. Peygamberler başka insanlar gibi ölmez. Geçici olan dünyadan, sonsuz kalıcı olan ahirete göç ederler.


İmam-ı Beyheki hazretleri, İtikad kitabında buyuruyor ki:
Peygamberler, mezara konduktan sonra ruhları bedenlerine geri verilir. Biz onları göremeyiz. Melekler gibi, görünmez olurlar. Yalnız, Allahü teâlânın keramet olarak ihsan ettiği seçilmiş kimseler görebilir. İmam-ı Süyuti de böyle bildirmiştir. İmam-ı Nevevi ve Sübki ve imam-ı Kurtubi üstadından böyle haber vermişlerdir.


Hicretin 61. senesinde (Harre) olayında, Said bin Müseyyib diyor ki, Mescid-i nebide ezan okunamaz, namaz kılınamaz olunca, Hücre-i nebeviyye’den ezan ve ikamet sesi işitildi. Bunu, ibni Teymiye de, (İktiza-üs-Sıratil-müstakim) kitabında yazmaktadır. Çok kimse, selamlara, Kabri saadetten cevap verildiğini, çok zaman işitmişlerdir. Başka kabirlerden de, selamlara cevap verildiği, çok işitilmiştir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bana selam verene, ben de selam veririm.) [Beyheki]


Bir hadis-i şerifte, (Beni rüyada gören uyanık iken görmüş gibidir) buyuruldu. Bunun için, imam-ı Nevevi hazretleri, Onu rüyada görmek, tam kendisini görmektir dedi. Nitekim, Abdürraüf Münavi’nin, Künuz-üd-dekaık kitabında yazdığı ve Buhari’de ve Müslim’de bulunduğunu bildirdiği hadis-i şerifte, (Beni rüyada gören doğru görmüştür. Çünkü şeytan, benim şeklime giremez) buyuruldu. Rüyada benzeri görülmüş olsaydı, doğru olarak görülmüş olmazdı. İbrahim Lakani, Cevheret-üt-tevhid kitabında diyor ki, hadis âlimleri, Resulullahın uyanık iken de, rüyada da görülebileceğini, sözbirliği ile bildirmişlerdir.


Diri olan Peygamber mi, Şehid mi?
Bedir’de falanca filanca öldü gitti denilince, Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Fisebilillah [Allah yolunda] öldürülenlere ölü demeyin. Bilâkis onlar diridir, ama siz bunu anlayamazsınız.) [Bekara 154] (Tibyan)


Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Uhud’da şehid olan kardeşlerinizin ruhları yeşil kuşlarla Cennete gitmiştir. Onlar Cennetin ırmaklarından su içer, meyvelerinden yiyip Arş’ın gölgesinde asılı altın kandillerle giderler, istirahat ederler. Yiyecek, içeceklerin lezzetini ve orada yaşanan hayatın güzelliklerini tattıkları zaman, “Allahü teâlânın bize neler verdiğini kardeşlerimiz bilselerdi de cihattan çekinmeselerdi” dediler. Allahü teâlâ da, ben onlara, sizin durumunuzu bildiririm buyurdu.) [Müslim, Tirmizi, İbni Mace]


İşte âyet meali:
(Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar, Rableri indinde diridir ve Allah’ın bol nimetinden sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşamayanlara [henüz şehid olmamışlara, şehidlikte] korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.) [Al-i İmran 169]


İlk âyette, Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin, onlar diri diye ikaz ediliyor. İkinci âyette, bunların yiyip içtikleri de bildiriliyor.


Şimdi vehhabilere soruyoruz: Şehid mi üstün, yoksa Peygamber mi?
Şehid sıradan biridir. Savaşta ölenin imanı varsa şehid olur. Attan düşüp ölen bile şehiddir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Suda boğulan, yangında ve enkaz altında ölen şehiddir.) [İbni Asakir]
(Abdestli yatıp da ölen şehiddir.) [Deylemi]


(Mütteki müezzin, şehid gibidir. Ölürse kabrinde çürümez.) [Taberani]
(Allahü teâlâdan sıdk ile ihlas ile şehidlik isteyen, yatağında ölse de, şehiddir.) [Müslim]


Allah yolunda ölen şehide ölü demek caiz değil iken, bütün ömrünü Allah yolunda geçiren Peygamber efendimize ölü demek nasıl caiz olur? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Her Peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyheki, Ebu Ya’la]
(Toprak, Peygamberlerin vücudunu çürütmez.) [İbni Mace]
(Kabrimin yanında okunan salevatı işitirim. Uzaktakiler bana bildirilir.) [İbni Ebi Şeybe]


Elbette Peygamber, şehidden üstündür. Resulullah efendimiz ise, bütün evliyadan, ulemadan ve diğer enbiyadan [Peygamberlerden] üstündür. Dini de diğer dinlerden daha üstündür. Eshabı yani arkadaşları da diğer Peygamberlerin eshabından üstündür. Ümmeti de diğer ümmetlerden üstündür.
İki âyet-i kerime meali:
(Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Resulünü hidayet [doğruluk rehberi olan Kur’an] ve hak din [İslamiyet] ile gönderen Odur.) [Fetih 28]


(Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.) [Enbiya 107]


İki hadis-i şerif meali:
(Ben bütün insanların efendisiyim.) [Buhari]


(Allahü teâlâ, beni insanların en iyisinden yarattı. İnsanların en iyisiyim, en iyi ailedenim. Kıyamette herkes sustuğu zaman ben söylerim, onlara şefaat ederim. Kimsenin ümidi kalmadığı bir zamanda onlara müjde veririm. O gün her iyilik, her türlü yardım, her kapının anahtarı bendedir. Liva-i hamd benim elimdedir. Peygamberlerin imamı, hatibi ve hepsinin şefaatçisiyim. Bunları öğünmek için söylemiyorum, hakikati bildiriyorum.) [Hakikati bildirmek vazifemdir. Bunları söylemezsem vazifemi yapmamış olurum. Müjdeci Mek. 44]


Eshabı hepsinden üstündür, hepsi Cennetliktir. Bir âyet meali:
(Allah, hepsine hüsnayı [Cenneti] vaad etmiştir!) [Nisa 95]


Ümmeti de diğer ümmetlerden üstündür. Bir âyet meali:
(Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.) [Al-i İmran 110]


Şehidlerin ruhu yaşıyor da, âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullahın ruhu yaşamıyor mu? Ruh ölmez, kâfirin ruhu bile ölmez. Peygamberin Allah yanında bir şehid kadar da kıymeti yok mu? Şehid diri oluyor da, Peygamber niye diri olmasın? Şehid Cennette rızıklanıyor da, Peygamber niye rızıklanmıyor? Allahü teâlâ şehide böyle ikram ediyor da Peygamberine ikram etmez mi? Allah’ın Peygamberi şehidden yani ümmetinden birisinden üstün değil mi? Şehid olan Hz. Ömer’den, Hz. Ali’den, Hz. Hamza’dan, Hz.Cafer-i Tayyar’dan üstün değil mi?


Peygamber hâşâ Allah yolunda değilse, şehid Allah yolunda nasıl olur? Peygamber diri olmazsa şehid nasıl diri olur? Peygamber işitmezse, şehid nasıl işitir? Halbuki şehidin, Müslümanlığı da şehidliği de bu Peygambere iman etmeye bağlıdır. Şehidler Allah yolunda da, hâşâ Peygamberler başka yolda mı? Bu ne çirkin suçlama öyle? Resulullah şehid değil mi? Resulullah, son hastalığında, (Hayber’de yediğim zehirli etin acısını hâlâ hissediyorum. Zehrin tesirinden aort damarım, bıçak gibi kesiliyor) buyurdu. (Buhari)


İbni Mesud hazretleri ve diğer Eshab-ı kiram, (O zehirli etin tesiriyle Resulullah şehid oldu) buyurdu. Peygamberlik şehidlikten üstündür. Fakat şehid olmak da bir nimettir. Allahü telâlâ Resulüne bu nimeti de vermek için son hastalığında bu zehrin etkisini göstermiştir. (M.Ledünniyye)


Vehhabiler, "Şefaat ya Resulallah" diyenlere, (Ya hacı, şirk şirk...) diyorlar. Onun ümmetinden olan şehide diri dedikleri halde, Resulullaha ölü demeleri âyet ve hadislere aykırıdır.


Yalan olduğu için yazıları birbirini tutmuyor
Vehhabi Feth-ul-mecid kitabının 257. sayfasında, (Ebu Davud’un rivayet ettiği hadiste bana salevat okuyunuz! Her nerede okursanız okuyunuz, bana bildirilir denildi. Demek ki, uzakta yakında okumak arasında ayrılık yoktur. Kabri bayram yeri gibi yapmaya hacet yoktur) diyor.


Hücre-i saadeti ziyarete ihtiyaç olmadığını göstermek için, Resulullahın, salat ve selamdan haber aldığını yazmış, farkında olmayarak, kendi kendisini yalanlamıştır. Ölü his etmez, duymaz diyordu. Şimdi de, haber aldığını yazıyor.
416. sayfasında, (Ölüler kendilerine söylenileni duymazlar. Ölüden dua, şefaat istemek, ona tapınmak olur) diyor.


Resulullahın kendisine okunulan salevattan haberdar olduğunu yazması ve yukarıdaki yazısı, birbirlerine uymamaktadır. Bundan başka, Ebu Davud’daki hadis-i şeriflerden birini yazıyor. İkincisini yazmak işine gelmiyor. Hadis âlimlerinden Abdülhak-ı Dehlevi, Medaric-ün-nübüvve kitabının 378. sayfasında diyor ki, Ebu Davud’un Ebu Hüreyre’den haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse bana selam verince, onun selamını işitir, cevap veririm) buyuruldu. İbni Asakir’in haber verdiği hadis-i şerifte, (Kabrim yanında, bana salevat okununca, o salevatı işitirim) buyuruldu.


Kabirdeki meyyitlerin duyduklarını ve gördüklerini bildiren böyle sağlam haberler çoktur. Lüzumu kadar bildirdik. Uzatmaya lüzum yoktur. Dirilerin yaptığı işlerin ölülere gösterildiğini aşağıda bildireceğiz. Onlarda görmek olmasaydı, işlerin onlara gösterilmesi doğru olmazdı. Çünkü, işlerin gösterilmesi demek, iki omuzda bulunan (Kiramen katibin) meleklerinin yazdığı şeylerin gösterilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu da mevtaların gördüğünü bildirmektedir.


Dirilerin işlerinin gösterilmesi
Ölülerin görmesini anlattıktan sonra, dirilerin işlerinin onlara gösterilmesini bildiren hadis-i şerifleri yazalım:


Ümmetin amelleri Resulullah efendimize gösterilmektedir.
Abdullah ibni Mesud hazretleri dedi ki, Resulullahtan işittim, buyurdu ki:
(Hayatım, sizin için hayırlıdır. Bana anlatırsınız. Ben de size anlatırım. Öldükten sonra, vefatım da, sizin için hayırlı olur. Amelleriniz bana gösterilir. İyi işlerinizi gördüğüm zaman, Allahü teâlâya hamd ederim. Kötü işlerinizi gördüğüm zaman, sizin için af ve mağfiret dilerim.) [Bezzaz]


Ameller, işler, tanıdıklara gösterilmektedir.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Yaptığınız işler, kabirde olan yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza bildirilir. İyi işlerinizi görünce sevinirler. Böyle olmayan işleriniz için, ya Rabbi! Bizi doğru yola kavuşturduğun gibi, bu kardeşimizi de kavuştur. Ondan sonra ruhunu al derler.) [İ.Ahmed, Tirmizi]


(Yaptığınız işler, mezardaki yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza gösterilir. İşleriniz iyi ise, sevinirler. İyi değil ise, ya Rabbi, bunlara iyi işler yapmaları için kalblerine ilham eyle derler.) [Ebu Davud]


(İnsanların yaptıkları işler, Pazartesi ve Perşembe günleri, Allahü teâlâya arz olunur. Peygamberlere, Evliyaya ve ana-babaya Cuma günleri gösterilir. İyi işleri görünce sevinirler. Yüzlerinin parlaklığı artar. Allah’tan korkunuz! Ölülerinizi incitmeyiniz!) [Tirmizi]


(Mezardaki kardeşleriniz için Allahü teâlâdan korkunuz! Yaptığınız işler, onlara gösterilir.) [Tirmizi, İbni Ebiddünya, Beyheki]


İnsanların yaptığı işler, mezardaki tanımadıkları ölülere de bildirilir.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Yaptığınız işler, ölülere bildirilir. İyi işlerinizi görünce sevinirler. Kötü işlerinizi görünce üzülürler.) [İbni Ebiddünya]


Vehhabi kitabının (Allame) ismini verdiği ve yazılarını kendilerine senet olarak kullandığı ibni Kayyımı Cevziyye, Kitab-ür-ruh kitabında, İbni Ebiddünya’dan, o da Sadaka bin Süleyman Caferi’den bildiriyor ki, bir kötü huyum vardı. Babamın ölümünden sonra, pişman oldum. Bu taşkınlıklarımdan vaz geçtim. Bir aralık bir kabahat yaptım. Babamı rüyada gördüm. Ey oğlum! Senin güzel işlerinle kabrimde rahat ediyordum. Yaptığın işler bize gösteriliyor. İşlerin salihlerin amellerine benziyor. Fakat, son yaptığından dolayı çok üzüldüm, utandım. Yanımdaki mevtalar arasında beni utandırma, dedi. Bu haber, yabancı mevtaların da, dünyadaki işleri anladıklarını gösteriyor. Çünkü, çocuğun işleri babasına gösterildiği zaman, babası oğluna, beni yanımdaki ölülere utandırma demektedir. Yabancı ölüler, çocuğun işlerinin babasına gösterildiğini anlamasalardı, babası rüyada böyle söylemezdi. Hadis-i şerifte de, tanıdığı bütün ölülere dünyadaki işlerin gösterildiğini yukarıda bildirmiştik.


Meyyitler birbirini ziyaret ederler
Meyyitlerin birbirini ziyaret etmeleri ve buluşmaları da, sahih haberlerle bildirilmiştir.


Haris bin Ebi Üsame ve Ubeydullah bin Said Vayili (İbane) kitabında ve Ukayli, Cabir bin Abdullah’tan haber verdikleri hadis-i şerifte, (Ölülerinizin kefenini güzel yapınız! Onlar, kabirlerinde birbirlerini ziyaret ederler ve övünürler) buyuruldu.


Müslim sahihindeki hadis-i şerifte, (Kardeşinin cenaze işini görenleriniz, kefenini güzel yapsın!) buyuruldu. Çünkü, meyyitler birbirini ziyaret ederler ve övünürler.


Ebu Hüreyre’nin bildirdiği hadis-i şerifte, (Ölülerinizin kefenlerini güzel yapınız! Çünkü, birbirlerini kefenleri içinde olarak ziyaret ederler) buyuruldu.


Tirmizi ve İbni Mace ve Muhammed bin Yahya Hemedani (Sahih) kitabında ve İbni Ebiddünya ve Beyheki (Şu’ab-ül-iman) kitabında, Ebu Katade’den bildirdikleri hadis-i şerifte, (Biriniz din kardeşinin cenaze işlerini görürse, kefenini güzel yapsın! Çünkü onlar, kabirleri içinde birbirlerini ziyaret ederler) buyuruldu.


Evinde iken nelerden incinirse
Dirilerin yaptıkları işleri haber alınca, ölülerin incindikleri hususunda, İmam-ı Süyuti Şerh-us-sudur kitabında, Deylemi’nin Hz. Âişe validemizden bildirdiği hadis-i şerifi yazıyor. Burada, (İnsan, evinde iken nelerden incinirse, kabrinde de onlardan incinir) buyuruldu. İmam-ı Kurtubi Tezkire kitabında diyor ki, dünyada olanların yaptıkları şeyleri Allahü teâlâ bir melek ile yahut alamet ile, işaretle veya başka bir yoldan, ölülere bildirir.


Allahü teâlânın izni ile iş yaparlar
İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:
Ruhun İlliyyinde olduğu halde, bedene bağlanmasına ve tasarruf yapmasına izin verildiğini İbni Asakir’in, Abdullah ibni Abbas’tan haber verdiği şu hadis-i şerif göstermektedir: Resulullah, Cafer Tayyar hazretleri şehid olduktan sonra buyurdu ki,
(Bir gece Cafer Tayyar yanıma geldi. Yanında melek vardı. İki kanatlı idi. Kanatlarının uçları kana boyanmış idi. Yemen’deki Bişe denilen vadiye gidiyorlardı.)


İbni Adiy’in, Hz. Ali’den haber verdiği hadis-i şerifte, (Cafer bin Ebi Talibi meleklerin arasında gördüm. Bişe ahalisine yağmur geleceğini müjdeliyorlardı) buyuruldu.


Hadis âlimlerinden Hakim’in Abdullah ibni Abbas’tan verdiği haberde, Resulullahın yanında oturuyordum. Esma binti Umeys yanımızda idi. Resulullah, aleyküm selam dedikten sonra buyurdu ki:


(Ya Esma! Şimdi, zevcin Cafer, Cebrail ve Mikail ile birlikte yanıma geldiler. Bana selam verdiler. Selamlarına cevap verdim. Bana dedi ki, (Mute) gazasında kâfirler ile birkaç gün savaştım. Vücudumun her tarafında yetmişüç yerimden yaralandım. Bayrağı, sağ elime aldım. Sağ kolum kesildi. Sol elime aldım, sol kolum kesildi. Allahü teâlâ, iki kolum yerine bana iki kanat verdi, Cebrail ve Mikail ile birlikte uçuyorum. İstediğim zaman Cennetten çıkıyorum. İstediğim zaman girip meyvelerini yiyorum.)


Esma, bunları işitince, Allahü teâlânın nimetleri Cafer’e afiyet olsun. Fakat, herkes bunu benden işitince inanmazlar diye korkuyorum. Ya Resulallah, minbere çık sen söyle! Sana inanırlar dedi. Resulullah mescide teşrif edip, minbere çıktı. Allahü teâlâya hamd ve sena eyledikten sonra, (Cafer ibni Ebi Talib, Cebrail ve Mikail ile birlikte yanıma geldiler. Allahü teâlâ, ona iki kanat vermiş. Bana selam verdi) buyurdu. Sonra, Esma’ya haber verdiklerini bir bir söyledi.


Bu hadis-i şerifler gösteriyor ki, Allahü teâlâ, şehid olan ve salih olan kullarına, insanlara faydalı olan işleri yapmak için izin vermektedir. Bunu bildiren, daha nice haberleri hadis âlimleri yazmışlardır.


Kabirdeki nimet ve azapları dünyada iken görenler
Dirilerin, mezardaki nimetleri ve azapları anlaması ve baş gözü ile görmesi caiz olduğu, Allahü teâlâ ve Resulü tarafından haber verilmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri, kabirde nimet ve azap olduğunu, bunun hem ruha, hem de bedene birlikte olduğuna inanmak lazım geldiğini sözbirliği ile bildirmişlerdir. (Aka’id) kitapları, bunları uzun uzun bildirmektedir.


İmam-ı Süyuti hazretleri Şerh-us-Sudur, Abdurrahman ibni Receb Hanbeli hazretleri Ehvâl-ül-kubur kitabında, imam-ı Şarani hazretleri Tezkire-i Kurtubi Muhtasarı'nda bildiriyor ki:


Eshab-ı kiramdan Abdullah bin Ömer hazretleri, (Yerden boynu zincirli birinin çıktığını, bir adamın bunu dövdüğünü, zincirli adamın yerde kaybolduğunu, böylece toprağa girip çıktığını gördüm) dedi. Resulullah efendimiz, bu zata, (O gördüğün kimse, Ebu Cehil'dir, kıyamete kadar kabrinde böyle azap çeker) buyurdu. (Taberani)


İmam-ı Taberani'nin bildirdiği bu hadis-i şerif, mezhepsiz ibni Teymiye'nin talebesi olan ibni Kayyımı Cevziyye'nin Kitab-ür-ruh isimli eserinde de vardır.


Buhari ve Müslim’deki hadis-i şerifte, (Eğer, gizli tutabilseydiniz, kabir azabını, benim işittiğim gibi, size de işittirmesi için, dua ederdim) buyuruldu.


Bu ve bunun gibi haberler, Peygamberler ve Evliya gibi, herkesin de kabirdekileri görebileceğini bildirmektedirler. Evliyanın görmesi, hiç inkâr edilemez. Allahü teâlânın kudreti ve ihsanı ile görmektedirler.


Ölmek yok olmak değildir
Bütün bunlar ruhların ölmediğini, mevtaların mezarda, kabir hayatı denilen bilmediğimiz bir hayat ile diri olduklarını göstermektedir. İslam âlimlerinin hepsi diyor ki, ölmek, yok olmak değildir. Bir evden bir eve göç etmek demektir. Peygamberler ve Veliler de, İslamiyet’i yaymak için çalışmışlardır. Hepsi şehidlik derecesine kavuşmuşlardır. Şehidlerin diri oldukları, Kur’an-ı kerimde açıkça bildirilmektedir. Böyle olunca, onlardan tesebbüb ve teşeffu ve tevessül etmek şaşılacak bir şey midir?


(Tesebbüb) demek, onları sebep yapmak, yani Allahü teâlâ katında yardım etmelerini dilemektir.


(Tevessül) demek, bizim için dua etmelerini dilemektir. Çünkü onlar, Allahü teâlânın dünyada da, ahirette de sevgili kullarıdır. Onların istediklerine kavuşacaklarını, her dilediklerinin verileceğini, Kur’an-ı kerim bildirmektedir. Böyle olan meyyitlerden, dirilerden beklenen şeyleri bekleyen bir kimse kötülenebilir mi? Bunlardan beklenen şeyleri, Allahü teâlânın yaratacağına, Allah’tan başka yaratıcı bulunmadığına inanan bir kimsenin, mezardaki Peygamberleri, Velileri sebep kılması, vesile yapması, hiç inkâr olunabilir mi? Bunları, onlar çürüdü, toprak oldu, yok oldu zan edenler inkâr eder. İslamiyet’i bilmeyenler ve onların büyüklüğünü, yüksekliğini anlayamayanlar inanmaz. Peygamberlerin ve Evliyanın yüksekliklerini ve üstünlüklerini anlamayan kimseler, din cahilleridir. İslamiyet’i anlamamışlardır.


Evliyanın ve Peygamberlerin mezarlarına gidip, onların vasıtası ile, onları sebep kılarak, Allahü teâlâdan bir şey istemenin ve kıyamet günü bize şefaat etmeleri için, kendilerine yalvarmanın caiz olduğu, hadis-i şeriflerde bildirilmiştir ve İslam âlimleri sözbirliği ile haber vermişlerdir. İnsanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselamın hadis-i şeriflerine ve Onun yolunda giden seçilmişlerin, sevilmişlerin kitaplarına inanmak nimetini bize ihsan eden Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun! Bu büyük nimeti Rabbimiz bize ihsan etmeseydi, kendimiz anlayamaz, bulamaz, helak olurduk.






Peygamber efendimiz, (Peygamberi zikretmek ibadettir. Salihleri zikretmek günahlara kefarettir. Ölümü hatırlamak sadakadır. Kabri düşünmek, Cennete yaklaştırır) buyuruyor. Büyük zatların isimleri anıldığı yerde ruhları hazır olur ve oraya rahmet yağar. (Salihlerin anıldığı yere rahmet yağar) hadis-i şerifi bunu gösteriyor. Bu ümmetin evliya zatlarının ruhu hazır olunca, Resulullah efendimizin ismi geçince, ruhu elbette hazır olur. Namazda, (Esselamü aleyke yâ eyyühennebiyyü) diyerek Resulullah'a selam veriyoruz. O anda Resulullah gelir, (Bana selam veren kim?) diye bakar, o kişiyi görür ve artık unutmaz. Ölürken onun karşısına gelir, (Üzülme, korkma, sana şefaat ederim) buyurur. Vefat eden mümin, o güzellik ve bu müjde karşısında öldüğünü bile anlamaz.




Peygamber efendimiz, (Mümin vefat ederken, ruhu, tereyağından kıl çeker gibi acı duymadan kolayca çıkar. Hiç anlamaz) buyurunca, bir sahabî, (Ya Resulallah, sizin her sözünüz Kur’an-ı kerimle ilgilidir, onun açıklamasıdır. Bu sözünüz hangi âyetle ilgilidir?) diye sorar. Yusuf sûresinin 31. âyetini okuyarak şöyle cevap verir: (Yusuf aleyhisselamı gören kadınlar, bıçakla meyve soyarken, onun güzelliği karşısında ellerini doğradılar, ama acısını duymadılar. Onda sabahat, bende melahat güzelliği vardır. Beni görüp iman edenin, benim muhabbetle baktığım kimsenin ciğeri yanar, aşka tutulur. Ama sabahat güzelliğimi Allahü teâlâ gizlemiştir. Ümmetimden biri vefat ederken ona görünürüm, o bana bakarken ruhu çıkar, haberi bile olmaz.)




Sual: Evliyayı kiramın kerametlerine inanmayan bazı kimseler, ruhların hazır olması ile ilgili yazılarından dolayı bazı din büyüklerine, âlimlere kâfir diyorlar. (Bir yerde hazır olmak Allah’a mahsustur, evliyanın ruhu hazır olur demek küfürdür) diyorlar. Hayat, ilim, sem, basar, irade, kelam gibi sıfatlar insanlarda da yok mudur? Bir Müslümana, hatta bir âlime kâfir diyenin kendisi kâfir olmaz mı?
CEVAP
Evet, tekfir yani birine kâfir demek, iki başlı oka benzer. Karşı taraf kâfirse saplanır kalır onda, kâfir değilse, döner gönderene saplanır yani onu kâfir eder. Peygamber efendimiz, (Kendisine kâfir denilen kimse, gerçekte kâfir değilse, ona kâfir diyenin kendisi kâfir olur) buyuruyor.


Diri evliyanın ruhu, bir yerde hazır olup başkalarına yardım ettiği gibi, ölmüş olan evliyanın ruhları da hazır olup yardım eder. İnsan ölünce yok olur ve ruhlarının faydası zararı olmaz sanmak cahillik ve sapıklıktır. Beden ölüp çürüse de ruh ölmez.


Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
İnsan ölürken ruhunun ölmediğini âyet ve hadisler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Velilerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededir. Allahü teâlâya manevi olarak yakındır. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diri olanlar vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olur. (Mişkat)


Sağ veya ölü bir velinin ruhunun hazır olup yardım etmesi Allah’ın izni ile olur. Şu meşhur menkıbeyi bilen çoktur:
Ebul Hasan-ı Harkanî hazretleri, sefere çıkan talebelerine, (Sıkışınca benden yardım isteyin) buyurur. Yolda talebelerini eşkıya yakalar. Kurtulmak için Allahü teâlâya dua ederlerse de kurtulamazlar. Bir talebe, (Yâ Ebel Hasan, imdat!) der. O talebeyi eşkıya göremez. Diğerlerinin neleri varsa alırlar. Sefer dönüşü hocalarına, (Biz Allah’tan yardım istediğimiz hâlde soyulduk, fakat şu arkadaşımız sizden yardım isteyince kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?) derler. O da, (Allahü teâlâ, günahkâr kimselerin duasını kabul etmez. Arkadaşınız, benden yardım isteyince, onun duasını Allahü teâlâ bana duyurdu. Ben de, “Yâ Rabbî, bu talebemi kurtar!” dedim. Allahü teâlâ da kurtardı. Ben sadece vasıta oldum, dua ettim. Kurtaran Rabbîmizdi) diye cevap verir. (Tezkiret-ül-evliya)


Sizin dediğiniz gibi, bir kimse, (Ben hayattayım, diriyim, ben bilirim, işitirim, görürüm, iradem vardır, konuşurum) dese, bu sıfatlar Allah’a mahsustur böyle söyleyen kâfir olur denmez. İnsanın bilmesi, görmesi, işitmesi, Allahü teâlânın, bilmesi, görmesi ve işitmesi gibi değildir. Enbiyanın ve evliyanın ruhlarının hazır olması da böyledir. Hazır olmaları daimi değildir. Bir kimse, Allah her yerde hazır ve nazırdır dese, tevilini bilmese, Allah’a mekan gösterdiği için tehlikelidir. Her yerde demekle Ona mekan isnat edilmiş olur. Bir hadis-i şerifte, (Allah her yerde hazır ve nazırdır) buyuruluyor. Âlimler, bu hadis-i şerifi açıklarken, (Bu ifade mecazdır, zamansız ve mekansız hiç bir yerde olmayarak hazır ve nazır demektir) şeklinde açıklamışlardır. Enbiya ve evliyanın ruhlarının hazır olması ise zamanlı ve mekanlıdır.


Gaybı da yalnız Allahü teâlâ bilir. Ama Allahü teâlâ Peygamberine veya evliyasına bildirirse o da bilebilir. Bir Peygamber veya bir veli zat, (Allah bana şu gaybı bildirdi) derse, ona kâfir denmez. Enbiya ve evliya ruhlarının hazır olması ise gaybdır. Bir kimse, görmeden, (Şu anda şeyhimin ruhu hazırdır dese küfür olur. Çünkü ben gaybı bilirim demek oluyor. Enbiya ve evliya ruhların anılan yerde hazır olması farklı şeydir. Bir kimse, (Ben evliya zatları hürmetle anarsam ruhları hazır olur) derse bunun mahzuru olmaz.


Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, bu kısmı gayet güzel açıklayarak buyuruyor ki:
(Kıymetli kitaplarda, “Meşayıhın ruhları hazırdır, bilirler dese kâfir olur; çünkü ruhların hazır olması gaybdır; gayba hükmettiği için kâfir olur” deniyor. Görülüyor ki, küfre sebep olan şey, ruhların hazır olacağına inanmak değil, ruhların hazır olduğunu söylemektir. Yani ruhların hazır olduklarını bilmediği halde, hazırdır diyerek, gaybden haber verdiği için kâfir olmaktadır. Allahü teâlâ hazırdır ve nazırdır. Böyle olduğunu bildirmek için, Allahü teâlâ, her zamanda ve her yerde hazır ve nazırdır derler. Halbuki, Allahü teâlâ, zamanlı ve mekanlı değildir. O halde, bu söz, görünüş üzere kalmaz, mecaz olur. Yani zamansız ve mekansız, yani hiçbir yerde olmayarak, hazırdır [yani bulunur] ve nazırdır [yani görür] demektir. Böyle olmazsa, Allahü teâlâyı zamanlı ve mekanlı bilmek olur. Allahü teâlâ, hayy, âlim, kadir ve mütekellim olarak ve sonsuz zamanlarda, hep hazır ve nazırdır. Hayat, ilim, kudret ve kelam sıfatları zamansız ve mekansız olduğu gibi, hazır ve nazır olması da, zaman ile ve mekan ile değildir. Allahü teâlânın sıfatlarının hepsi böyledir. Böylece, hiçbir şey, Onun gibi değildir. Allahü teâlânın sıfatları, hep vardır. Önleri ve sonları, yokluk değildir. Mesela, hazırdır ve bu hazır olmaktan önce, gaib değil idi. Bundan sonra, bir hayatsızlık, yani ölüm, cahillik olmayacağı gibi, gaib olmak da, olmaz. Çünkü sıfatları da, kendi gibi ezeli ve ebedidir. Yani, hep vardır. Hiçbir kimsenin sıfatları, Onun sıfatlarına benzemez. Melekler ve Peygamberlerin ve Evliyanın ruhları ve salih müminlerin ruhları, herkim nerede ve ne zamanda ve her ne halde çağırırsa, orada bulunur, yardım ederler. Hızır aleyhisselamın, sıkıntıda olanların imdadına yetişmesi böyledir. Fahri âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmetinin her birine, hele ölüm zamanında, imdada yetişmesi de böyledir. Azrail aleyhisselamın, can almak için her anda, her yere gelmesi de, böyledir. Her Mürşid-i kâmilin, talebesine yetişmesi de böyledir ki, bunlar zamanlı ve mekanlıdır. Ezeli ve ebedi olarak değildir. Devamlı da değildir. Hazır olmalarından önce, yok idiler. Bir zaman sonra da, oradan tekrar yok olurlar. Allahü teâlânın hazır olması ile, ruhların hazır olması arasında çok fark vardır. Allahü teâlânın hazır olması gibi, kimse hazır değildir. Allahü teâlânın sıfatlarının hepsi de böyledir. Ne bir melek, ne bir nebi ve ne de resul ve veli ve salih, cenab-ı Hakkın hiçbir sıfatına ortak değildir. Büyüklerin ruhları, her nerede ve her ne zaman çağrılırsa, imdada yetişir. Ruh, orada hazır olmadan önce, yok idi. Bir zaman sonra, orada yine bulunmaz. Cenab-ı Hak, ruhların hazır olduğu gibi hazır olmaz. Çünkü, böyle hazır olmak, zamanlı ve mekanlıdır. Ruhlar da, Allahü teâlânın hazır olduğu gibi hazır olamaz. Çünkü, Cenab-ı Hakkın hazır olması, zamanlı ve mekanlı değildir, ezeli ve ebedidir.)


Büyük zatların yardımı
Sual: Seyyid Abdülhakîm efendi hazretleri buyuruyor ki:
Meleklerin, peygamberlerin, evliya zatların ve salihlerin ruhları, her kim nerede, ne zamanda ve her ne hâlde çağırırsa, orada bulunur, yardım ederler. Hızır aleyhisselamın, sıkıntıda olanların imdadına yetişmesi böyledir. Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem”, ümmetinin her birine, hele ölüm zamanında, imdada yetişmesi de böyledir. Azrail aleyhisselam, can almak için her anda, her yere gelmesi de, böyledir. Her mürşid-i kâmilin, talebesine yetişmesi de böyledir ki, bunlar zamanlı ve mekânlıdır. Ezeli ve ebedi olmadığı gibi, devamlı da değildir. Hazır olmalarından önce, orada yok idiler. Bir zaman sonra da, oradan tekrar yok olurlar. Allahü teâlânın hazır olmasıyla, ruhların hazır olması arasında çok fark vardır. Allahü teâlânın hazır olması gibi, kimse hazır değildir. Allahü teâlânın sıfatlarının hepsi de böyledir. Ne bir melek, ne bir nebi, ne bir resul, ne bir veli, ne de salih bir zat, Cenab-ı Hakk’ın hiçbir sıfatına ortak değildir. (S. Ebediyye)
İmam-ı Rabbanî hazretleri de buyuruyor ki: Bu yolda ilerlemek, üstadın tasarrufuyla olur. O sevk ve idare etmedikçe, hiç ilerleyemez. Anlaşılamayan, bilinmeyen hâllere, hep onun üstün, başarılı idaresiyle kavuşulur. Gizli yol dedikleri, kendinden geçme hâli, talibin elinde olmayan bir şeydir. Zamansız, cihetsiz olan teveccüh talibin anlayabileceği şey değildir. (1/221)
Birinde, her peygamber ve veli için, zamanlı ve mekânlıdır denirken, diğerinde ise, velilerin teveccühünün zamansız ve cihetsiz olduğu söyleniyor. Bu iki sözün arasını nasıl buluruz?
CEVAP
Bu iki söz birbirine zıt değildir. Birinci yazıda ruhların hazır olmasından bahsediliyor. Büyük zatlar hürmetle anılınca ruhlarının geldiği ve oraya rahmet indiği bildiriliyor. Bir hadis-i şerifte de, (Evliya zatların anıldığı yere rahmet iner) buyuruluyor. (İ. Ahmed)


İkinci yazıda ise, talibin, her an kendi mürşidinin tasarrufu altında olduğu, o büyük zatı anmadan, ondan imdat istemeye gerek kalmadan, Allahü teâlânın izniyle mürşidinin yardım ettiği bildiriliyor.


Ubeydullah-i Ahrar hazretlerinin oğlu Muhammed Yahya hazretleri buyurdu ki:
Tasarruf sahibi zatlar üç çeşittir:
1- Allahü teâlânın izniyle, her istedikleri zamanda, diledikleri kimselerin kalbine tasarruf ederek, onu fena makamına eriştirirler.


2- Allahü teâlânın emri olmadan tasarruf etmez, yani kime emredilmişse ona teveccüh ederler.


3- Kendilerine bir sıfat, bir hâl geldiği zaman kalblere tasarruf ederler. (S. Ebediyye)
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Sual: Ruhun var olduğuna, insan ölünce ruhun ölmediğine vehhabiler inanmıyor mu?
CEVAP
Ruhun var olduğuna herkes inanıyor. Ruhun ölmediğine biz müslümanların inandığı gibi vehhabiler de inanıyor. Çünkü buna inanmamak insanı, tekrar dirilmeyi inkâra yol açar. Beden ölse bile ruhun ölmediğine inanıp da, bu ruhun bedende iken bulunan özelliklerine yani görmesine, duymasına, işitmesine, hareket etmesine inanmamak açık bir çelişkidir.
Ruhun ölmediğine inandıkları gibi, bu ruhun duyduğuna, işittiğine, gördüğüne de inanmalılar. Bu inanmaları hâşâ böyle mantık yoluyla da olmamalı. Çünkü dinimiz bunu açıkça bildirmektedir.
Böyle olunca, ruhdan şefaat dilemek, ondan yardım istemek gibi, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta olmasını beklemeye, karşı olmamak icap eder. Çünkü, bütün dinler, insan ölünce, ruhun diri kaldığını bildirmektedir. Diri insanlar, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep oldukları gibi, diri ruhların da, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacağı red edilmez.
Kabirde, hem ruha, hem de bedene nimet ve azap vardır. Buna, böylece inanmak lazımdır.
İmam-ı Muhammed bin Hasen Şeybani, Akaid-i Şeybaniyye manzumesinde, (Kabir azabı vardır. Kabir azabı, hem ruha, hem de bedene olacaktır) buyurdu. Yani, kabirde nimetler ve azaplar, ruha ve cesede birlikte olacaktır. Diriler bunu görmezse de, inanmak lazımdır. Gaybe iman etmek lazımdır. Buna inanmamak, kıyamet günü mezardan kalkmaya inanmamaya yol açar. Çünkü, ikisi de, Allahü teâlânın kudreti ile olmaktadır. Birine inananın, ötekine de inanması akla uygundur.
Seyyid Davud bin Süleyman’ın Minhat-ül-vehbiyye fi redd-il-vehhabiyye kitabında diyor ki:
(Vehhabiler, Peygamberleri ve salih kullardan Evliyayı vasıta yaparak, onları şefaatçi kılarak, Allahü teâlâdan dilekte bulunmaya ve Allahü teâlânın keramet olarak onlara verdiği kuvvet ile sıkıntıdan kurtarmalarını istemeye ve Allahü teâlânın bir dileğe kavuşturması veya bu sıkıntıdan kurtarması için, kabirlerine gidip, onlardan şefaat istemeye inanmıyorlar. İnsan ölüp, toprak olunca, işitmez, görmez, kabir hayatı diye bir şey yoktur diyorlar. Dünyada bir şeye kavuşmak için, diriler sebep yapıldığı halde, ölülerin de, bir şeye kavuşmak için sebep yapılmasına bir türlü inanmıyorlar.
Eğer, [diğer maddelerde delilleriyle yazdığımız gibi] ölülerin kabir hayatı denilen bir hayat ile diri olduklarına ve bu hayatlarından dolayı, bildiklerine, işittiklerine, gördüklerine ve kendilerini ziyaret edenleri tanıdıklarına, selam verenlere karşılık selam verdiklerine ve birbirlerini ziyaret ettiklerine, kabirde nimet veya azap içinde olduklarına ve nimetin ve azabın, ruh ile bedene birlikte olduğuna ve tanıdıkları dirilerin yaptıkları işlerin kendilerine bildirildiğine ve iyi işleri öğrenince, Allahü teâlâya hamd edip birbirlerine müjde verdiklerine ve işi yapana dua ettiklerine, kötü işleri öğrenince, bunları yapanlara dua ederek (Ya Rabbi! Bunlara iyi işler yapmak nasip et! Bize yaptığın gibi, onlara da hidayet nasip eyle) dediklerine inansalardı, böyle inkâr etmezlerdi.
Çünkü ölmek, bir evden, başka bir eve göç etmektir. Bu bildirdiklerimizin hepsinin doğru olduklarını, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler ve icma’ı ümmet bildirmektedir. Bunlara inanmayan, iman edilmesi vacip olan bir şeye inanmamış olup, bid’at fırkalarından olur. Resulullahın sünnetinden ayrılmış olur. Çünkü, Mahşer yerinde toplanmak için dirilip, mezardan çıkmaya inanmak, imanın altı şartından biridir. Buna inanmayan kâfir olur. Ölüler için kabir hayatı olup, nimeti ve azabı duyduklarına inanmamak, küçük kıyamete inanmamaktır. Küçük kıyamet, büyük kıyametin örneğidir.)
Allahü teâlânın sevdiği kullarının mezarlarından şefaat ve Allahü teâlânın yaratması için vasıta, vesile olmalarını istemek caiz olduğunu gösteren delilleri diğer maddelerde de bildirdik. Bunları okuyup anlayanlar, ölülerin kendilerinin bir şey yapmadıklarını, mezhepsizlerin iftira ettikleri gibi, onlardan bir şey yapmalarının istenilmediğini göreceklerdir. Bunlar, dirilerin hareket ettiklerini, iş yaptıklarını görerek, bunlardan yardım, şefaat isteyenlerin bunların kendilerinden istediklerini sanıyorlar. Halbuki, dirilerden istemek de, bunların, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olmalarını istemektir. Her şeyi yaratan, yapan, yalnız Allahü teâlâdır. Diri de, ölü de, canlı da, cansız da, Onun yaratmasına sebep olmaktadır. Onun yaratmasına, mahlukların sebep olmalarını, yine O dilemiştir. Âlemin nizamlı, düzenli olması için, birçok şeyi, sebep ile yaratmak istemiştir. Dilediği birçok şeyi de, sebepsiz yaratmaktadır.
İbni Kemalpaşa’nın Hadis-i erbain’deki (Bir işinizde, sıkışıp bunalınca, kabirdekilerden yardım isteyin) ve Deylemi’nin bildirdiği (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı) hadis-i şerifleri de, Allahü teâlânın izni ile, ölülerin dirilere yardım ettiğini göstermektedir. (M. Nasihat)
Abdülgani Nablüsi hazretleri buyuruyor ki:
(Evliyayı inkâr etmek, dinin bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Evliya ve enbiya da kuldur. Harika, keramet hasıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Ancak Allahü teâlâ, enbiyasını ve evliyasını başkalarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi harikaları, bu zatlara ihsan etmiştir.) (Hadika)
Vehhabilerin kendi kitaplarında diyor ki:
(Gökler Allah’tan korkar, Allah göklerde his yaratır. Anlarlar, Kur’anda, yerlerin ve göklerin tesbih ettikleri bildirildi. Resulullahın avucuna aldığı taş parçalarının tesbih ettiklerini ve mescitteki Hannane denilen direğin inlediğini ve yemeğin tesbih ettiğini Eshab işittiler.) (s. 200)
(Buhari’de, İbni Mesud diyor ki, yediğimiz yemeğin tesbih sesini işitirdik. Ebu Zer diyor ki, Resulullah, avucuna taş parçaları aldı. Bunların tesbih sesleri işitildi. Resulullahın hutbe okurken dayandığı odunun inlemesi haberi sahihtir.) (Feth-ül mecid s. 201)
Dağlarda, taşlarda, direkte his ve idrak olduğunu söyleyip de, Peygamberlerde ve Evliyada his olmaz demeleri, şaşılacak şeydir. Dirilere tevessül olunur, ölülere tevessül olunmaz demekle kendileri müşrik oluyorlar. Çünkü bu söz, diriler duyar ve tesir eder, ölüler duymaz ve tesir etmez demektir. Allah’tan başkasının tesir ettiğine inanmak olur. Böyle inananlara kendileri müşrik diyor. Halbuki, ölü de, diri de birer sebeptir. Tesir eden, yaratan yalnız Allahü teâlâdır.
Demek ki, Resulullahtan başka müminler de, herkesin işitemeyeceği sesleri işitirmiş. Bu taşlar Hazret-i Ebu Bekir’in elinde iken de tesbihlerinin işitildiği, aynı haberin sonunda bildirilmektedir. Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’daki ordu kumandanı Sariye’yi görerek, (Sariye, dağdaki düşmandan korun) demiş ve Sariye işiterek, dağı ele geçirmiştir. (Şevahid-ün-nübüvve)
Puta tapanlar için gelmiş olan âyet-i kerimelerle, bu sözlerini ispata kalkışıyorlar. Halbuki, Ehl-i sünnet, Peygamberlere ve Evliyaya ibadet etmez. Allahü teâlânın sevgili kulları olduğuna ve Allahü teâlânın, bunların hatırı ve hürmeti ile, kullarına merhamet edeceğine inanır. Zararı, faydayı yaratan, ancak Odur. Ondan başka ibadete kimsenin hakkı yoktur, der. Kabir ziyaretinde, kabirdeki zat vasıtası ile Allahü teâlâya dua eder.
Peygamberler ve Evliya mezarlarında, kabir hayatı denilen, bilmediğimiz bir hayat ile diridirler. Kendiliklerinden bir şey yapamazlar. Allahü teâlâ, onlara sebep olacak kadar kuvvet ve kıymet vermiştir. Onları sevdiği için, onlara, âdeti dışında olarak ikram, ihsan yapmaktadır. Onların hürmeti için, istenileni yaratır. İstenilenin yaratılmasına sebep olmaları onlardan istenir. Vehhabilerin, Ehl-i sünnet, mezarlara tapınıyorlar, müşrik oluyorlar demeleri Müslümanlara iftiradır.
Mezarları ziyaret ile tevessül eden kâfir olsaydı, Peygamberimiz ile de tevessül edilmezdi. Halbuki, O, dünyaya gelmeden önce ve dünyada diri iken ve vefatından sonra, hep tevessül edilmiştir.
Şevahid-ül-hak 153. sayfada yazılı, ibni Mace hadisinde, Peygamberimiz (Allahümme inni eselüke bihakkıssailine aleyke), yani (Ya Rabbi! Senden isteyip de, verdiğin kimselerin hatırı için, senden istiyorum!) derdi ve böyle dua ediniz buyururdu. Hazret-i Ali’nin annesi Fatıma’yı kendi mübarek elleri ile mezara koyunca (İgfir li ümmi fatımate binti Esed ve vessialeyha medhaleha bi-hakkı Nebiyyike vel Enbiya-illezine min kabli inneke erhamürrahimin) buyurduğunu, Taberani ve İbni Hibban ve Hakim ve Süyuti bildirmektedir.
Eshab-ı kiramın büyüklerinden Osman bin Huneyf bildiriyor ki, iyi olması için dua isteyen bir a’maya, abdest alıp, iki rekat namaz kılmasını, sonra (Allahümme inni eselüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin Nebiyyirrahme, ya Muhammed inni eteveccehü bike ila Rabbifi haceti-hazihi, li taktıye-li, Allahümme şeffihü fiyye) okumasını emr etmiştir. Bu dua, (Merakıl-felah) ve bunun Tahtavi haşiyesi ve türkçe tercümesi olan (Nimet-i islam) kitaplarında, (Hacet namazı) sonunda ve (Şifa üs-sikam) ve (Nur-ül-islam)da ve (Dürerüsseniyye)de de yazılıdır. Eshab-ı kiram, bu duayı hep okurdu.
Hakim’in bildirdiği sahih hadiste buyuruldu ki:
Âdem aleyhisselam Cennetten çıkarılınca, çok dua etti. Tevbesi kabul olmadı. Nihayet (Ya Rabbi! Oğlum Muhammed hürmeti için, bu babaya merhamet et) deyince, duası kabul oldu ve (Ya Adem! Muhammed aleyhisselamın ismi ile, her ne isteseydin kabul ederdim, Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım) buyuruldu. Bu hadis-i kudsi, (Mevahib) ve (Envar)ın başında da yazılıdır. Böyle olduğunu, Alusi’nin (Galiyye) kitabı da, 109. sayfasında uzun bildirmektedir. Bu dualarda bulunan (hak) kelimesi, hürmet, kıymet demektir. Sevdiklerine verdiği kıymetli dereceler hatırı için istemektir. Çünkü, hiçbir mahlukun, hiçbir bakımdan, Allahü teâlâda hakkı yoktur.
Âdem aleyhisselam, Cennette iken, Cennetin her yerinde ve Arş üzerinde (La ilahe illallah Muhammedün Resulullah) yazılı gördü. Onun, Allahü teâlânın en sevgili kulu olduğunu bilip onun hürmeti için dua etti.
Bu dualar gösteriyor ki, Allahü teâlânın sevdikleri ile tevessül etmek, yani onları araya koyarak, onların hatırı ve hürmeti ile Ondan istemek caizdir.
İbni Abidin hazretleri, 5. cild, 524. sayfada buyuruyor ki:
(Resulullahı vesile kılarak Allahü teâlâya dua etmek güzel olur. Ehl-i sünnet âlimleri hiç biri buna karşı bir şey demedi. Yalnız ibni Teymiye bunu kabul etmeyerek ortaya bir bid’at çıkarmış oldu. İmam-ı Sübki bunu güzel açıklamaktadır.)
Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Mekke’nin müftüsü ve reis-ül-uleması ve Şafii şeyh-ul-hutebası idi. Birçok eserleri olup, (Hülasat-ül-kelam fi beyan-i umera-il beled-il-haram), (Firredd-i alel-vehhabiyyeti-etba-ı mezheb-i İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitaplarında bunların içyüzlerini açıklamakta, yanlış yolda, sapık olduklarını âyet ve hadislerle göstermektedir.
Hülasat-ül-kelamda, şöyle demektedir:
Resulullahı hayatta iken de, vefatından sonra da, vesile ederek dua etmek sahihtir. Bunun gibi, Evliyayı ve Salihleri vesile ederek dua etmek caiz olduğunu hadis-i şerifler göstermektedir. Hazret-i Ömer’in yağmur duasına çıkarken Hazret-i Abbas’ı götürmesi, Resulullahtan başkası ile de tevessül olunabileceğini göstermek için idi.
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki:
Tesiri veren, yaratan, fayda ve zarar veren, yok eden ancak Allahü teâlâdır. Onun şeriki yoktur. Peygamberler ve bütün diriler ve ölüler, tesir, fayda ve zarar yaratamazlar. Hiçbir şeye tesir yapamazlar. Yalnız, Allahü teâlânın sevgili kulları oldukları için, onlarla bereketleniriz. Onlar da, dirilerin tesir ettiğine, ölülerin tesir etmediğine inanıyorlar.
Şah Ahmed Said-i Dehlevi hazretleri, Tahkik-ul-hakkıl-mübin kitabında, Hindistan’daki vehhabilerin kırk bozuk sözüne vesikalarla cevap vermektedir. Kırkıncı cevabında buyuruyor ki:
Abdülaziz-i Dehlevi, Fatiha tefsirinde: (Birisinden yardım istenirken, yalnız ona güvenilirse, onun, Allahü teâlânın yardımına mazhar olduğu düşünülmezse, haramdır. Eğer yalnız, Allahü teâlâya güvenilip, o kulun Allah’ın yardımına mazhar olduğu, Allahü teâlânın her şeyi sebep ile yarattığı, o kulun da bir sebep olduğu düşünülürse, caiz olur. Peygamberler ve Evliya da, böyle düşünerek başkasından yardım istemişlerdir. Böyle düşünerek birisinden yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek olur) diyor.
Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri de Mişkat tercümesinde buyuruyor ki:
(Peygamberler ve Evliya öldükten sonra, bunlardan yardım istemeye, meşayıh-ı ızam ve fıkıh âlimleri caizdir dedi. Keşf ve kemal sahipleri, bunun doğru olduğunu bildirdi. Bunlardan çoğu ruhlardan feyz alarak yükseldiler. Böyle yükselenlere (Üveysi) dediler. İmam-ı Şafii buyuruyor ki, imam-ı Musa Kazım’ın kabri, duamın kabul olması için bana tiryak gibidir. Bunu çok tecrübe ettim. İmam-ı Gazali buyurdu ki, diri iken tevessül olunan, feyz alınan kimseye, öldükten sonra da tevessül olunarak feyz alınır. Meşayıh-ı kiramın büyüklerinden biri diyor ki, diri iken tasarruf yaptıkları gibi, öldükten sonra da tasarruf, yardım yapan dört büyük Veli gördüm. Bunlardan ikisi, Maruf-i Kerhi ve Abdülkadir-i Geylani hazretleridir. Batı âlimlerinin ve Evliyanın büyüklerinden olan Ahmed bin Zerruk diyor ki, Ebül Abbas-ı Hadremi hazretleri bana sordu ki, diri olan Veli mi, yoksa ölü olan mı daha çok yardım eder? Herkes, diri olan diyor. Ben ise, ölü olan daha çok yardım eder diyorum dedim. Doğru söylüyorsun. Çünkü, diri iken, kullar arasındadır. Öldükten sonra ise, Hakkın huzurundadır buyurdu. [Kılıç kınından çıkınca kesmeye hazır hâle gelmiş olur.]
İnsan ölürken ruhunun ölmediğini âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Kâmillerin, Velilerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya manevi olarak yakındırlar. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan, ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın, dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diri olanlar vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes, her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olmaktadır.)
Mevlana Abdülhakim-i Siyalküti hazretleri, Zad-ül-lebib kitabında buyuruyor ki:
(Ölü yardım yapamaz diyenlerin, ne demek istediklerini anlayamıyorum. Dua eden, Allahü teâlâdan istemektedir. Duasının kabul olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vasıta yapmaktadır. Ya Rabbi! Kendisine bol bol ihsanda bulunduğun bu sevgili kulunun hatırı ve hürmeti için bana da ver demektedir. Yahut, Allahü teâlânın çok sevdiğine inandığı bir kuluna seslenerek, (Ey Allah’ın Velisi, bana şefaat et! Benim için dua et! Allahü teâlânın dileğimi ihsan etmesi için vasıta ol!) demektedir. Dileği veren ve kendisinden istenilen, yalnız Allahü teâlâdır. Veli, yalnız vesiledir, sebeptir. O da fanidir. Yok olacaktır. Hiçbir şey yapamaz. Tasarrufa, gücü, kuvveti yoktur. Böyle söylemek, böyle inanmak şirk olsaydı, Allah’tan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de dua istemek, bir şey istemek yasak olurdu. Diriden dua istemek, bir şey istemek, dinimizde yasak edilmemiştir. Hatta müstehap olduğu bildirilmiştir. Her zaman yapılmıştır. Buna inanmayanlar, öldükten sonra keramet kalmaz diyorlarsa, bu sözlerini ispat etmeleri lazımdır. Evet, Evliyanın bir kısmı öldükten sonra, alem-i kudse yükseltilir. Huzur-i ilahide her şeyi unuturlar. Dünyadan ve dünyada olanlardan haberleri olmaz. Duaları duymazlar. Bir şeye vasıta, sebep olmazlar. Dünyada olan, diri olan Evliya arasında da böyle meczuplar bulunur. Bir kimse, keramete hiç inanmıyor ise, hiç ehemmiyeti yoktur. Sözlerini ispat edemez. Kur’an-ı kerim, hadis-i şerifler ve asırlarca görülen, bilinen olaylar, onu haksız çıkarmaktadır.
Bir cahil, bir ahmak, dileğini Allahü teâlânın kudretinden beklemeyip, Veli yaratır, yapar derse, bu düşünce ile ondan isterse, bunu elbet yasak etmeli, ceza da yapmalıdır. Bunu ileri sürerek, İslam âlimlerine, âriflere dil uzatılamaz. Çünkü Resulullah, kabir ziyaret ederken, mevtaya selam verirdi. Mevtadan bir şey istemeyi yasak etmedi. Ziyaret edenin ve ziyaret olunanın hallerine göre, kimine dua edilir, kiminden yardım istenir. Peygamberlerin kabirde diri olduklarını her Müslüman biliyor.)
Vehhabiler, Allahü teâlâdan başka şeylere tapınanların, onları vesile yapanların müşrik olduklarını bildiren âyet-i kerimeleri yazarak: (Peygamberlerden ve salih kullardan ölmüş veya uzakta olanlardan herhangi bir sözle yardım isteyenler, bu âyetlere göre müşrik olur) diyorlar.
Biz müslümanlar, Evliyanın kendiliklerinden bir şey yapacaklarına inanmayız. Allahü teâlâ, onları çok sevdiği için, onların dua ve hatırı ile yaratacağına inanırız. Kullara tapınmak demek, onların sözlerine uyarak, İslamiyet’in dışına çıkmak, onların sözlerini, kitab ve sünnetten üstün tutmak demektir. İslamiyet’i emredenlere uymak, böyle değildir. Buna uymak, İslamiyet’e uymak demektir. Hayber gazasında, Hazret-i Ali’nin gözü ağrıyordu. Resulullah, mübarek ağız suyunu onun gözlerine sürdü ve dua eyledi. Gözleri iyi oldu. Peygamberin hatırı için, Allahü teâlâ şifa ihsan eyledi. Vehhabi (Feth-ul-mecid) kitabı da, 91.sayfasında bunu yazıyor ve Buhari ile Müslim’in haber verdiklerini bildiriyor.
Resulullahın duası kabul olduğu gibi, Onun yolunda, izinde bulunanların da, duaları kabul olur. Kendisi de, 381. sayfada, imam-ı Ahmed’in ve imam-ı Müslim’in, Ebu Hüreyre’den bildirdikleri hadis-i şerifte, (Saçları dağınık ve kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, bir şey için yemin etseler, Allahü teâlâ onları doğrulamak için, o şeyi yaratır) buyurulduğunu yazmaktadır. Allahü teâlâ, sevdiği kullarını yalancı çıkarmamak için, yemin ettikleri şeyleri bile yaratınca, dualarını elbette kabul buyurur. Allahü teâlâ, Mümin suresinin 60.âyetinde mealen, (Bana dua ediniz! Duanızı kabul ederim) buyuruyor. Duaların kabul olması için şartlar vardır. Bu şartları taşıyan dua elbet kabul olur. Herkes bu şartları bir araya getiremediği için, duaları kabul olmuyor.
Ali Ramiteni hazretleri buyurdu ki:
(Günah işlememiş bir dil ile dua ediniz ki, kabul olsun!) Yani, Huda dostlarının huzurunda tevazu eyleyiniz, yalvarınız da, sizin için dua etsinler. İstigase, yani bir Veliye tevessül de, bu demektir.
[İsa aleyhisselama gelip derler ki, dua ediyorsunuz, devasız hastalıklar iyi oluyor. Hangi duayı okuyorsunuz, bize de söyler misiniz? İsa aleyhisselam da onlara okuduğu duayı söyler. Adamlar bir süre sonra tekrar gelirler, efendim okuyoruz okuyoruz bir şey olmuyor, acaba bize yanlış dua mı öğrettiniz derler. İsa aleyhisselam, (Dua doğru ama ağız yanlış) buyurur, yani doğru dua öğrettim, dua aynı dua ama, ağız aynı ağız değil!]
Bu şartları yaptıklarına güvendiğimiz Âlimlerin, Velilerin dua etmeleri için, onlara yalvarmak, niçin şirk olsun? Biz, Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir, onların hatırı için, istenileni yaratır diyoruz. Allahü teâlâ için hayvan kesiyor ve Kur’an-ı kerim okuyoruz. Sevabını meyyitin ruhuna gönderip ondan şefaat, yardım istiyoruz. Ölü için ibadet eden elbet müşrik olur. Allahü teâlâ için ibadet edip, sevabını ölüye bağışlayan müşrik olmaz ve hiç suçlu olmaz.
Hazret-i Meryem’in ve Esyed bin Hudayr’ın ve Ebu Müslim Abdullah Havlani’nin kerametlerini, kendisi de yazmaktadır. [Abdullah-ı Havlani, hicri 62 senesinde Şam’da vefat etti.] Evliyanın ruhlarından yardım isteriz. Çünkü, Allahü teâlânın sevdiği kullarının ruhları, diri iken de, öldükten sonra da, Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile ve izni ile, dirilere yardım ederler. Böyle inanarak Evliyadan yardım istemek, Allahü teâlâdan başkasına tapınmak olmaz. Ondan istemek olur.
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Sual: Ölüden şefaat istemek caiz midir? Eğer caiz ise, aşağıdaki Vehhabi Feth-ul-mecid kitabındaki iddialara cevap verebilir misiniz?
Feth-ul-mecid kitabında deniyor ki:
(Ölüden ve gaib olan diriden bir şey isteyen müşrik olur. İnsandan kudreti yetişen şeyler istenir. Yalnız Allah’ın kudretinde olan şeyleri insandan istemek caiz değildir.) [s.70]
(Diri, kendinden istenilen şey için dua eder. Allah da kabul edip, o şeyi yaratır. Ölüden, gaib olandan istemek, kudreti içinde olmayanı istemektir. Bu ise şirk olur.) [s.70]
(İhtiyacını ölüden istemek, ölüden istigase etmek şirktir. Ölüden kendisine şefaat etmesini istemek cahilliktir. O, Allah’ın izni olmadan kimseye şefaat edemez. Ondan istigase etmek, şefaat etmesini istemek, şefaat etmesine izin verilmesi için sebep yapılmamıştır. Şefaate sebep imandır. İstigase eden ise müşriktir. İzin verilmesine mani olmaktadır.) [s.208]
CEVAP
Bu kitap, kendi kendini yalanlamaktadır. Çünkü, şöyle diyor:
(Gökler Allah’tan korkar, Allah göklerde his yaratır. Anlarlar, Kur’anda, yerlerin ve göklerin tesbih ettikleri bildirildi. Resulullahın avucuna aldığı taş parçalarının tesbih ettiklerini ve mesciddeki Hannane denilen direğin inlediğini ve yemeğin tesbih ettiğini Eshab işittiler.) [S.200]
Dağlarda, taşlarda, direkte his ve idrak olduğunu söyleyip de, Peygamberlerde ve Evliyada his olmaz demeleri, şaşılacak şeydir. Dirilere tevessül olunur, ölülere tevessül olunmaz demekle kendileri müşrik oluyorlar. Çünkü bu söz, diriler duyar ve tesir eder, ölüler duymaz ve tesir etmez demektir. Allah’tan başkasının tesir ettiğine inanmak olur. Böyle inananlara kendileri müşrik diyor. Halbuki, ölü de, diri de birer sebeptir. Tesir eden, yaratan yalnız Allahü teâlâdır.
Demek ki, Resulullahtan başka müminler de, herkesin işitemeyeceği sesleri işitirmiş. Bu taşlar Hazret-i Ebu Bekir’in elinde iken de tesbihlerinin işitildiği, aynı haberin sonunda bildirilmektedir. Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’daki ordu kumandanı Sariye’yi görerek, (Sariye, dağdaki düşmandan korun) demiş ve Sariye işiterek, dağı ele geçirmiştir. (Şevahid-ün-nübüvve)
Gaib olan sözü ile ne demek istiyorsun
İmam-ı Rabbani hazretlerinin soyundan, Hakim-ül-ümmet hace Muhammed Hasen Can Sahip hazretleri, Üsul-ül-erbe’a fi-terdid-il-vehhabiyye kitabında buyuruyor ki:
Böyle inanan kimse, gaib olan, yani yanında bulunmayan bir kimseye, ismini söyleyerek seslenmek büyük şirk olur diyor. Böylece, Resulullahın mübarek ruhunun bile hazır olacağını düşünerek seslenen kimse müşrik olur diyor. Yemenli mezhepsiz Şevkani de, Dürr-ün-nadid kitabında, (Mezarları büyük bilmek, kabirlere seslenerek, ihtiyaçlarını istemek küfür olur) dedi. Yine o, Tathir-ül-itikad kitabında da, (Melek, Peygamber veya Veli de olsa, ölüye yahut gaib olan diriye böyle seslenen müşrik olur) diyor. Mezhepsizlerden bir kısmı burada iki fikir ortaya atmaktadır. Bunlara göre, eğer işiteceğini düşünmeyerek, sevdiği için, (ya Resulallah!) derse, müşrik olmaz. Eğer işiteceğine inanarak söylerse, kâfir olur.
Selef-i salihinin yaptığı şeylere şirk diyen ve müslümanlara müşrik damgasını basan bu kimseye sorarız:
(Gaib olan) sözü ile ne demek istiyorsun? (Görmediğimiz her şey gaibdir) diyorsan, (ya Allah) dememiz de şirk olmaktadır. Çünkü bu, Allahü teâlânın Cennette görüleceğine de inanmamaktadır. Eğer, (gaib, yok demektir) diyorsan, Peygamberlerin ve Evliyanın ruhlarına nasıl yok diyebilirsin?
Yok eğer, (ruhların var olduklarına ve idrak ve şuur sahibi olduklarına, yani anladıklarına, duyduklarına inanırız. Fakat, tasarruf yaptıklarına inanmayız) derse, bu sözü Allahü teâlâ red etmekte, (Güç işleri yapanlara yemin ederim) buyurmaktadır. (Naziat 5)
Tefsir âlimlerinin çoğu mesela Beydavi tefsiri [ve bunun Şeyhzade şerhi ve tefsir-i Azizi ve Ruh-ul Beyan tefsiri, tefsir-i Hüseyni], bu âyet-i kerime, meleklerin ve Evliya ruhlarının iş yaptıklarını bildirmektedir dediler. Ruh, madde değildir. Bunun için, melekler gibi, Allahü teâlânın emri ve izni ile, dünyada iş yaparlar. Meleklerin, Allahü teâlânın izni ile, bu dünyada, iş yaptıkları, yok ettikleri, diriltmek, öldürmek gibi işlerin yapılmasına vasıta oldukları, Kur’an-ı kerimin çeşitli yerlerinde bildirilmiştir. Cin ve şeytanlar da, güç şeyleri kolayca yapıyorlar. Süleyman aleyhisselama, cinlerin hizmetlerini Kur’an-ı kerim haber veriyor:
(Cin, Onun her istediğini, kale, resim, büyük kazanlar ve yerinden kaldırılamayan çanaklar yaparlardı,) [Sebe 13]
Cin, melekler ve ruhlar kadar olgun ve kuvvetli olmadığı halde, büyük işler yapıyor.
Bu dünyada, göremediğimiz çok şey var ki, insan gücünün yetişemediği işleri yapmaktadırlar. Mesela, çok hafif olan ve göremediğimiz hava, fırtına, kasırga şeklinde eserek, ağaçları devirmekte, binaları yıkmaktadır. [Elektrik ve laser ışınları ve elektro-magnetik dalgaları, atomlar, gözle, hatta ultra-mikroskopla görülemedikleri halde, akılları şaşırtan büyük işler yapmaktadır.] Nazar değmesi, sihir yani büyü ve benzerleri kuvvetleri göremiyoruz. Halbuki, korkunç tesirlerini işitmeyen yoktur. Bütün bunların yaptıklarının yapıcısı, hiç şüphesiz, Allahü teâlâdır. Bunlar, Allahü teâlânın yapmasına, yaratmasına sebep oldukları için, bunlar yaptı sanıyoruz ve bunlar yaptı diyoruz. Bunların yaptığını söylemek, küfür, şirk olmuyor da, Evliyanın ruhları yapıyor demek niçin şirk olsun?
Onlar, Allahü teâlânın izin vermesi ile ve yaratması ile yaptıkları gibi, Evliyanın ruhları da, Allahü teâlânın izin vermesi ile ve yaratması ile yapmaktadır. Onların yaptıklarını söylemek de, şirk olur denirse, Kur’an-ı kerime karşı gelinmiş olur.
Bu kimse, (Cinlerin, şeytanların ve havanın tesir ettiklerini, Kur’an-ı kerim haber veriyor. Bunun için, onlar yapıyor demek caiz oluyor. Evliyanın ruhlarının bir şey yaptıklarını Kur’an-ı kerim bildirmediği için, ruhlardan bir şey istemek şirk olur) derse, yukarıda bildirdiğimiz, Naziat suresinin beşinci âyet-i kerimesini unuttun mu deriz.)
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
İnsan ölünce yok olur ve ölülerin ruhlarının faydası zararı olmaz sanılıyor. Halbuki beden ölüp çürüse de ruh ölmez. Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
İnsan ölürken ruhunun ölmediğini âyet ve hadisler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Velîlerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya manevî olarak yakındırlar. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diri olanlar vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olur. (Mişkat)
Eshab-ı kiram, bütün evliyadan üstün olduğu hâlde, kerametleri az duyulmuştur. Asr-ı saadetteki insanların imanı kuvvetli idi. Kerametle imanlarının kuvvetlenmesine ihtiyaç yok idi. Daha sonra gelenlerin imanı zayıfladı. İmanlarının kuvvetlenmesi için keramete ihtiyaç hasıl oldu. Onun için daha sonra gelen evliyada keramet çok görüldü. (Şevahid-ün-nübüvve)
Abdülgani Nablüsi hazretleri de, (Evliyayı inkâr etmek, dinin bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Evliya ve enbiya da kuldur. Harika, keramet hasıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Ancak Allahü teâlâ, enbiyasını ve evliyasını başkalarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi harikaları, bu zatlara ihsan etmiştir.
Maruf-i Kerhi hazretleri, talebelerine, "Duâ ederken beni vasıta edin! Ben Allahü teâlâ ile aranızda vasıtayım" buyurmuştur. Çünkü evliya, Resulullahın varisidir. Varis olan, varisi olduğu zatın bütün üstünlüklerine kavuşur. (Hadika)
Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki: Bazı evliyanın Hz. Hızır ile konuşmaları, onun diri olduğunu göstermez. Ruhu insan şeklini alır, iş yapabilir, darda kalanlara yardım edebilir. Kabirde nimetler ve azaplar olduğuna iman ederiz. Ölülerin birbirleri ile konuştukları, kabirde azap olunanların seslerinin işitildiği bir çok hadis-i şerif ile bildirilmiştir. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Eğer kabre konan kişi mü’min ise, Kabri genişletilir. Kıyâmette insanlar diriltilinceye kadar kabri hoş kokularla doldurulur. Kabre konan kişi kâfir ise, demirden bir tokmakla başına vurulur. Öyle bir çığlık atar ki, cin ve insanların dışındaki bütün canlılar işitir. Kabri öyle daraltılır ki, kaburga kemikleri birbirine geçer.) [Buharî, Müslim] (c1, m.182)
Yine hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Kabir azabı haktır.) [Buharî], (Kabir, ya Cennet bahçesi veya Cehennem çukurudur.) [Tirmizî]
İmam-ı Süyutî, (Şerh-us-Sudur), Abdurrahman ibni Receb Hanbelî (Ehvâl-ül-kubur) kitabında, İmam-ı Şaranî Tezkire-i Kurtubî Muhtasarı'nda bildiriyor ki: Eshab-ı kiramdan Abdullah bin Ömer, (Yerden boynu zincirli birinin çıktığını, bir adamın bunu dövdüğünü, zincirli adamın yerde kaybolduğunu, böylece toprağa girip çıktığını gördüm) dedi. Resulullah, (O gördüğün kimse, Ebu Cehil'dir, kıyamete kadar kabrinde böyle azap çeker) buyurdu. (Taberânî)
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Sual: Selefiyiz diyen necdiler yani vehhabiler, bir iş yapılırken sebebine yapışmaya, enbiyadan, evliyadan şefaat ve yardım istemeye şirk diyorlar. Bu şefaat ve yardım isteği, Allah’ın yaratıcılığını inkâr etmek midir?
CEVAP
Hâşâ öyle değildir. Bulut vasıtası ile Allahü teâlâdan yağmur beklemek, ilaç içerek Allahü teâlâdan şifa beklemek, bomba, füze, uçak kullanarak Allahü teâlâdan zafer beklemek gibidir. Bunlar sebeptir. Allahü teâlâ, her şeyi sebeple yaratmaktadır. Bu sebeplere yapışmak, şirk değil, dinin emridir. Peygamberler sebeplere yapıştılar. Allahü teâlânın zafer vermesi için, savaş vasıtaları yapıldığı gibi, Allahü teâlânın duayı kabul etmesi için de, Peygamberin, Evliyanın ruhlarına gönül bağlanır.

Allahü teâlânın elektromagnetik dalgalarla yarattığı sesi almak için radyo kullanmak, Allah’ı bırakıp bir kutuya başvurmak değildir. Çünkü, radyo kutusundaki aletlere o özellikleri, o kuvvetleri veren Allah’tır.

Allahü teâlâ, her şeyde, kendi kudretini gizlemiştir. Müşrik, puta tapar, Allahü teâlâyı düşünmez. Müslüman, sebeplere, mahluklara, tesir, hassa veren Allahü teâlâyı düşünür. İstediğini Ondan bekler. Geleni Allahü teâlâdan bilir. Müminler, (Yalnız Senden yardım isteriz) âyetini, (Ya Rabbi, dünyadaki arzularıma, ihtiyaçlarıma kavuşmak için maddi, fenni sebeplere yapışıyor ve bana yardım etmeleri için, sevdiğin kullarına yalvarıyorum. Bunları yaparken ve her zaman, dilekleri verenin, yaratanın yalnız sen olduğuna inanıyorum. Yalnız senden bekliyorum!) şeklinde anlarlar. Peygamber gibi evliya da, gaybı bilmez. Allahü teâlâ bildirirse, ancak onu söyler. Evliya, yoku var; varı da yok edemez. Kimseye rızk veremez, çocuk yapamaz, hastalığı gideremez.

Bunun için hacetini bizzat Evliyadan bekleyerek, Evliyaya adak yapmak caiz olmaz. Ancak şarta bağlı olarak evliyaya adak yapmak, kendisini, günahı çok, dua etmeye yüzünün olmadığını düşünerek, mübarek birini vesile edip, onun hürmetine Allahü teâlâya yalvarmak şeklinde olursa mahzuru olmaz.

Yine bu necdiler, “İlaç hastalığıma iyi geldi demek şirktir, Terörist çocuğu öldürdü demek de şirktir” diyorlar. Evet öldüren de dirilten de yalnız Allahü teâlâdır.
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Dirilten ve öldüren yalnız Odur.) [Yunus 56]
(Ölüm zamanında insanı, Allah öldürüyor.) [Zümer 42]
Azrail öldürdü, Azrail can aldı demek de mecazidir. Öldüren, hastaya şifa veren Allah’tır. Çünkü Allahü teâlâ, (Hasta olduğum zaman ancak O bana şifa verir) buyuruyor. (Şuara 80)

Cenab-ı Hak her şeyi sebep ile yaratıyor. İlaçsız da şifa verir ama, ilacı sebep kılıyor. Her şeyi yaratanın, şifa verenin Allahü teâlâ olduğunu bilen bir Müslümanın, (Aspirin başımın ağrısını giderdi), (Falanca falancayı öldürdü), (Azrail babamın canını aldı) veya (Doktor, hastayı iyileştirdi) demesi şirk ve günah değildir. Bu bir mecazdır. Böyle örnekler Kur’an-ı kerimde de çoktur:
(Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor.) [Secde 11]
(Körlerin gözünü açar, baras hastalığını iyi eder ve Allah’ın izni ile ölüleri diriltirim.) [Al-i İmran 49]

Birinci âyet-i kerimede Allah’ın izni ile meleğin öldürdüğü, ikinci âyet-i kerimede de Hazret-i İsa’nın ölüyü dirilttiği bildiriliyor. Evliya da Allah’ın izni ile kendisinden isteyene yardım ediyor. Allahü teâlânın kudretinden niye şüphe edilir ki?

Evliya, Enbiya yaratıcı değildir
Necdi denilen kimseler, (Peygamber mucize, evliya keramet gösterir demek şirktir. Çünkü insana yaratıcılık vasfı verilmiş olur. Bunun için peygamberin veya evliyanın kabrini ziyaret edip onlardan şefaat istemek, onların hürmetine dua etmek şirktir) diyorlar. Bu zihniyetteki insanlar eshab-ı kiramın kabirlerini yıkıp yerle bir etmişlerdir.

Buhari’deki hadis-i şerifte, Beni İsrail’den gaibi bilen, keramet sahibi zatların bulunduğu ve bu ümmetten de Hazret-i Ömer’in onlar gibi keramet sahibi bir zat olduğu bildirilmektedir. Hazret-i Âdem, çok dua etti ise de kabul olmadı. Peygamber efendimizi vesile ederek, Onun hürmeti için dua edince duası kabul oldu. Allahü teâlâ, (Ya Âdem! Habibimin ismi ile, her ne isteseydin kabul ederdim, O olmasaydı seni yaratmazdım) buyurdu. (Beyheki)

Hülasat-ül-kelam’da Resulullahı ve evliyayı vesile ederek dua etmenin caiz olduğu bildiriliyor. Bu husustaki hadis-i şeriflerden birkaçı da şöyledir:
(Ya Rabbi, senden isteyip de verdiğin zatların hatırı için, senden istiyorum.) [İbni Mace]

(Çölde yalnız kalan kimse, bir şey kaybederse, “Ey Allah’ın kulları bana yardım edin!” desin; çünkü Allahü teâlânın, sizin göremediğiniz kulları vardır.) [Taberani]

(Hayvanı kaçan, “Ey Allah’ın kulları bana yardım edin, Allah da size acısın” desin!) [Hısn-ül hasin]

(İbrahim Peygamber gibi 40 kişi her zaman bulunur. Onların bereketiyle gökten yağmur yağar, suya kavuşulur, yardım görülür ve zafere kavuşulur. Onların yerine yeni birisi gelmedikçe, içlerinden biri ölmez.) [Taberani]

(Çölde veya ıssız bir yerde hayvanını kaybeden kimse, "Benim için o hayvanı bulun" desin! Çünkü yeryüzünde, [sizin görmediğiniz] Allahü teâlânın öyle hazır kulları vardır ki, o hayvanı o kimse için bulup getirirler.) [Ebu Ya’la, Taberani, İbni Sünni]

(Ebdal kırk kişidir. Bunların bereketi ile düşmana galip gelirsiniz ve belâ gelmesinden kurtulursunuz.) [İbni Asakir]

(Her asırda iyiler bulunur. Bunlar beşyüz kişi olup kırkı ebdaldir. Her ülkede bulunur.) [Ebu Nuaym]

(Yeryüzünde her zaman [ebdallerden] kırk kişi bulunur. Her biri İbrahim aleyhisselam gibi bereketlidir. Bunların bereketi ile yağmur yağar. Biri ölünce, Allahü teâlâ, onun yerine başkasını getirir.) [Taberani]

(Dünya ebdaller sayesinde ayakta durur. Allahü teâlânın yardımı onların bereketi ile gelir.) [Taberani]

(Ebdaller, bid’at ehli değildir. Bâtıl ve günah söze dalmazlar.) [İbni Ebiddünya]

Selefi görüşlü bazı kimseler, (Eğer Peygamberin, evliyanın yardım etmeye gücü yetseydi, Müslümanlar dünyada perişan olmazdı) diyerek Allahü teâlânın Peygambere ve evliyaya verdiği güçten şüphe ediyorlar. Biz Allahü teâlânın gücünün sonsuz olduğundan ve Onun Peygamberlerine ve evliyasına verdiği güçlerden hiç şüphe etmiyoruz. (Allah, her şeye gücü yettiği halde, niye Müslümanlar böyle perişandır? Allah’ın gücü yetseydi, Müslümanlar perişan olmazdı) demek mi istiyorlar?

Allahü teâlânın yardım etmeyişinin de elbette sebepleri vardır. Evliyanın, Peygamberin yardım etmesi de ancak Allah’ın izni ile olur. O izin vermezse nasıl yardım edebilir? O izin verince de kim mani olabilir? Vehhabinin bu yardımı inkâr etmesinin ne önemi vardır.

Evliya, enbiya yaratıcı değildir. Allahü teâlâ istenilen şeyi onların hürmetine yaratır. Yani onlar vesiledir, sebeptir. Cenab-ı Hak, her şeyi yoktan yarattığı halde, yaratmasına bazı şeyleri sebep kılmıştır. Mesela Âdem aleyhisselamı ana babasız yaratmış, fakat çamuru vesile kılmıştır. Bütün çocukları yaratan da Allahü teâlâdır. Fakat çocukların yaratılması için, ana babayı vesile kılmıştır. Âdem aleyhisselamı yarattığı gibi, bütün insanları da ana babasız yaratabilirdi. Fakat ana babayı vesile kılmıştır. Onun âdeti böyledir. Onun için Kur’an-ı kerimde mealen, (Allah’a yaklaşmak için vesile arayınız) buyuruluyor. (Maide 35)

Hadika’da (Ölülerden, ruhlardan bir şeyi isterken, yani sebeplere yapışırken; bu işleri sebeplerin değil, Allahü teâlânın yaptığına inanmalı) buyuruluyor. Sebebe yapışan kimse, dileğini Allahü teâlâdan bekliyor. Allahü teâlâdan çocuk isteyen kimsenin, sebeplere yapışması, yani evlenmesi gerekir. Evlenmeden (Ya Rabbi bana çocuk ver) denmez. Sebeplere yapışarak dua etmelidir!


 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Hanefi'ye göre şu anda bu ülkede İslam Şeriatı ile hükmedilmediği için sahih Cuma namazı olmuyor..
cevap


İslam alimlerine göre bir yerin harp diyarı olması için hangi şartların olması gerektiğini ve Türkiye'nin harp diyarı olup olmadığını kısaca özetleyelim:


Önce Darü'l-Harb ve Darü'l-İslâm mefhumlarının tariflerini ver*mekte fayda görüyoruz. Ö. Nasuhî Bil*men Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu'nda Darü'l-İslâm ve Darü'l-Harb'i şöyle tarif eder: «Darü'l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha bulunmayan gayr-i müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yerler de Darü'l-Harb'tir» (1).


Sadece bu tarifler dahi dikkatle mü*talâa edilirse Türkiye'nin diyar-ı islâm olduğu ve bu vatana darü'l-harb diyenlerin bu iddialarında hiçbir hakikat payı bulunmadığı açıkça anlaşılır.


Zaten bu mevzuda ortaya atılan görüşler mücerret iddia olmaktan ileri gidememiştir. Bir delile dayanmayan, hakikat payı olmayan mücerret iddialara ise itibar edilmez. Her ilimde olduğu gibi şer'î ilimlerde de mes'elelerin kesin delillere istinad etmesi asıldır. Ve yine her ilimde hüküm, o sahanın mütehassıs âlimlerine aittir. Şer'î ilimlerin mütehassısları başta dört büyük mezhebin imamları olmak üzere müctehidler ve fıkıh âlimleridirler. Bu sebeble kim olursa olsun din adına konuşan bir kimse müçtehidin-i izamın içtihadlarını, fıkıh âlimlerinin fetvalarını aynen intikal ettirmek mecburiyetindedir. O zevat-ı kiramın fikirleri bütün zamanlara kâfi ve vâfidir. Tarihçe sabittir ki, bugüne kadar müçtehidin-i izam hazretlerini hiçbir kimse aşamamıştır. Kendilerinden sonra gelen hiçbir müdakkik âlim, onlara müsavat iddiasında bulunmadığı gibi, bu asırdaki bir takım haddi mütecavizler de ortaya mücerred iddiadan başka bir şey koyamamışlardır.


Bu kısa açıklamadan sonra Şafiî ve Hanefî mezheblerinin «Darü'l-Harb» ve «Darü'l-İslâm» hakkındaki hükümlerini izah edelim:


Şafiî mezhebine göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmiş ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «Darü'I-İslâm»dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslümanlarla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de «Darü'l-Harb» değildir (2).


İmam-ı Şafiî'nin içtihadı açık ve te'vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye; Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semerkant, Kırım bile «Darü'l-Harb» değil, «Darü'l-İslâm»dır. İmam-ı Şafiî'ye göre, bir diyarın «Darü'l-Harb» olması için, Müslümanların idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.


Hanefî mezhebinde, bir «Darü'l-Harb», «ahkâm-ı İslâm'ın bazısının icrası ile «Darül-İslâm»a inkılâp eder (3). Bu hususta ittifak vardır. Bir «Dar-ı İslamın, «Dar-ı Harb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi îmamı A'zam Hazretleri'ne, diğeri ise İmameyn'e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) aittir.


İmam-ı A'zam'a göre «Darü'l-İslâm»-ın «Darü'I-Harb»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «Dar-ı îslâm»dır, «Darü'l-Harb» değildir.


1- İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «darü'l-harb» denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur


«Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat'î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A'zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olmasına itibar eder'» (4). Yani, bu şartın tahakkuku için bir îslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şekilde kâfirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimiyetinde bir noksanlık olursa orası «darü'l-harb» olamaz. Nitekim sadece cuma ve bayram namazlarının ifa edilmesiyle orası «Darü'l-İslâm» olur. Ve yine fukahâdan İsticabî'nin içtihadına göre, «Bir diyar*da islâm'ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa o diyar «Darü'l-İslâm »dır.»


İbn-i Âbidin'e göre «Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse orası yine «Darü'l-İslâm»dır (5). Bezzaziye'de, «Pey*gamber Efendimiz (s.a.v.) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu halde Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) islâm icraatına başlamasıyla o beldenin «Darü'l-İslâm»a inkılâb ettiği» kaydedilir (6).


2- O diyar «Darü'l-Harb»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hudutlarından herhangi bir tarafı «Darü'l-İslâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «Darü'1-Harb» olamaz. Çünkü İmam-ı A'zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağlûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an'anevî ilişkilerini devam et*tirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»


Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Gayr-i müslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayr-i müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini müdafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya’daki Müslüman köyler gibi.) Nite*kim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifadeleri kullanılmıştır. Yoksa kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir îslâm devleti, her taraftan gayr-i muslim devletlerle kuşatılmış olsa da, yine «Darü'l-Harb» olmaz.


3- İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayr-i muslini azınlıkların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak.


Bu üçüncü şart, ancak bir İslâm beldesinin kâfirlerin istilâsına uğraması halinde geçerlidir.


Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:


«Bir beldede emin bir müslim veya zımnimin kalmış olması müşriklerin hâkimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i İzam, sonradan arız olana değil de, asıl olana itibar ederler. Burada asıl olan ise, oranın «Darü'l-İslâm» olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin orada kalmış olması, asıldan bir emaredir. Bu emare var oldukça, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar «Darü'l-îslâm» hükmünde devam eder (7).


Şimdi İmam-ı A'zam'ın öne sürdüğü bu üç şartı bir misal ile izah edelim.


Daha önce bir îslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hristiyanlar tarafından işgal edilmiştir. Müslümanların hiçbir cihetle mal ve can güvenliği kalmamış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edilmiştir. Bu ülkenin hiçbir İslâm ülkesi ile de sınırı yoktur, îmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü üç şart Endülüs'te birlikte tahakkuk ettiği için orası «Darü'l-Harb»dir.


İmameyn ise, «Darü'l-lslâm»m «Darü'l-Harb»e inkılâp etmesini «Orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayr-i müslimlerin Müslümanlar üzerinde mutlak galebesine» bağlamışlardır. Bu ise bir îslâm beldesinin gayr-i müslimlerce tamamen istilâ edilmesine bağlıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâkimiyeti altında bulunduğu ve içerisinde küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edildiği için, îmameyn'e göre «Darü'1-Harb»dir. Şayet Batum'da herhangi bir islâm ahkâmına müsaade edilirse, (Bayram ve Cuma namazlarının kılınması gibi) orası yine îmameyn'e göre, «Darü'l-Harb» olmaktan çıkar.


Şimdi îmam-ı A'zam'm öne sürdüğü üç şartın memleketimiz için geçerli olup olmadığını inceleyelim :


Memleketimiz - lillâhilhamd -, asır*lardan beri «Diyar-ı îslâm»dır. Bu keyfiyetini bugün de muhafaza etmektedir. Muamelâta taallûk eden bazı kısımlar müstesna, itikad, ahlâk ve ibadete ait hükümler açıkça ve serbestçe ifa edilmektedir. Kaldı ki muamelâta taallûk eden hükümlerin de büyük bir kısmını, isteyen fertlerin tatbik etmelerine kanunî bir engel yoktur. Devletimiz bir kısım dinî hizmetleri bizzat deruhte etmiş ve bu hizmetleri yürütmek üzere «Diyanet İşleri Başkanlığı»nı kurmuştur. Vaazlar kürsülerden dinî telkin etmekte, islâm'ı anlatmaktadır. Bütün vilâyet ve kazalarda fetva mercii olan müftülükler, fiilen hizmet görmekte, yüzlerce Kur'an Kursu faal olarak çalışmaktadır. Ezan, cemaat, cuma, bayram ve hac gibi İslâmî şeâir canlı ve hayattar olarak varlığını devam ettirmektedir. Binlerce cami ve mescidlerden, günde beş kere Ezan-ı Muhammedi okunmakta, cemaat namazları, cuma ve bayram namazları serbestçe kılınabilmektedir. İsteyen Müslümanlar hac ve umre ibadetini yapabilmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm'in ve İslâmî eserlerin neşriyatı rahatlıkla yapılmaktadır. Dinî bayramlar resmen tatil günü olarak kabul edilmiştir. Müslümanlar evlâtlarına istediği ismi koyabilmekte, hatim duası, mevlit, sünnet düğünü gibi örf ve âdetler varlığını devam ettirmektedir. Din derslerinin okutulması mecbur tutulmuştur. Devletin açmış olduğu binlerce Îmam-Hatip Okulu ve dinî yüksek okullardan, din adamı yetişmektedir. İslâm ülkelerine gidiş geliş serbesttir. Devletin radyo ve televizyonlarında dinî programlar halka takdim edilmekte, özellikle mübarek gecelerde ve ramazan ayında bu programlar yoğunlaştırılmaktadır


Bu hale göre, îmam-ı A'zam'm zik*rettiği birinci şart, yani «Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbiki şartı» Türkiye için kesinlikle bahis konusu değildir. Yine bu hale göre, İmameyn'in ileri sürdükleri şartlar da memleketimiz için geçerli değildir. Zaten İmameyn'in sözünü ettikleri birinci şart, İmam-ı A'zam'm birinci şartıyla aynıdır, îkinci şart olan «gayr-i müslimlerin Müslümanlara yüzde yüz galebesine» gelince, Müslüman milletimiz, elhamdülillah, Rusya, Yunanistan yahut Bulgaristan'daki Müslümanlar gibi gayr-i müslim bir devlet tarafından idare edilmemektedir. Bu milletin idarecileri bu millettendir ve onun bağrından çıkmıştır. Kısacası, bu millet kendi kendini idare etmektedir.


İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü ikinci şarta gelince, bu şart da Türkiye için mevzu bahis olamaz. Memleketimizin sınırlarının büyük bir kısmı İslâm devletleriyle muttasıldır. Kaldı ki, ikinci şartla ilgili izahlarımızdan da kat'î anlaşılacağı üzere Türkiye'nin her tarafı, faraza, gayr-i müslim devletlerle de kuşatılsa Türkiye yine «Darü'l-Harb» olmaz. Zira, Türkiye müstakil bir devlettir, kendini müdafaa edecek güçtedir ve istiklâliyetini devam ettirmektedir.


Üçüncü şart da, memleketimiz için kesinlikle düşünülemez. Evvelâ milletimiz bir yabancı devletin idaresi altında değildir ki eman şartından yani mal ve can güvenliklerinden söz edilebilsin. Memleketimizde azınlıkların dahi mal ve can güvenlikleri ve ibadet hürriyetleri mevcuttur. Bir gayr-i müslim devlette eman ile yaşayan bir tek müslimin dahi mevcudiyeti, o beldede müşriklerin tam hâkim olmadıklarına delil sayılırken, yetmiş milyon Müslümanın emin olarak yaşadığı bu memlekete «Dar-ı Harb» denilemiyeceği güneş gibi zahir ve bahir bir hakikattir.


Elhasıl: Yukardaki izahlarımızdan anlaşıldığı gibi, İmam-ı A'zam Hazretle*rinin ileri sürdüğü üç şartın hiçbiri Türkiye için bahis konusu değildir. Zaten Şafiî mezhebine göre, daha önce Müslümanların hükmettiği bir belde, (Rusya'nın birçok kısımları, Kırım, Kafkasya, Buhara, Endülüs, Bulgaristan) kıyamete kadar «Darü'l-İslâm»dır.


Daru'l-Harb mes'elesini ileri sürenlerin iddia ettikleri bir husus da, İslâm idaresi olmayan bir memlekette yapılan bütün ibadetlerin bâtıl olduğu fikridir.


Bu fikir ve iddianın, hiçbir ser'î delili, dinî mesnedi yoktur.


Müslüman, ister dar-ı İslâm'da olsun, ister dar-ı harbte, her hal ü kârda Allah'ın emirlerini yapmak, yasaklarından da kaçmakla mükelleftir. İbadet, insanın yaratılış gayesi, varoluş hikmetidir. Hiçbir hal, onu, bu ulvî vazifeyi ifadan alıkoyamaz.


İslâmiyetin günümüzde tüm dünyada çığ gibi büyüdüğü; Fransa, İngiltere, Almanya, Afrika ve Amerika'da İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe arttığı bilinen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar, bulundukları gayr-i îslâmî muhitlerde, dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı, bu yeni Müslümanların, inanç ve ibadetlerinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayretleri boş bir çaba olmaktan öteye gidemezdi. Bu ise, gayr-i müslim memleketlerde İslâmiyet yaşanamaz, dindar olunamaz neticesini doğururdu. Daha da ötesi, İslâm'a yeni giren bir kimse olmazdı. (*)


Şu halde, dar-ı harb'da ibadetin hükümsüz olduğunu söylemek, Müslümanları gayr-i müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koymak, onları gayr-i müslim muamelesine maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.


Yanlış değerlendirilen bir mes'ele de, dar-ı harbte günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telâkkisidir. Halbuki günahın hükmü, dar-ı İslâm'da da, dar-ı harbte de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve mesuliyeti sabittir. Ancak günahların dünyevî cezalarını, merci olmadığı için, dar-ı harbte tatbik etme imkânı yoktur.


Dar-ı harbte faiz almak gibi bazı haram muamelelerin caiz olması da, haramların serbestiyetine delil olamaz. Zira bu muameleler, dar-ı harbte, ancak gayr-i müslimlerle Müslümanlar arasında cereyan eder ve Müslümanların faydasına olduğu takdirde caiz olur. Bu bakımdan, bir Müslüman bir gayr-i müslimden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.(8).


Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz :


Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet, onlara iman hakikatlarını öğretmek, gönüllerine Allah'ın marifet, muhabbet ve mehafetini nakşetmektir; onlara İslâm'ın esaslarını ta'lim ettirmek, kalb ve dimağlarına güzel ahlâkı, adaleti, istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve beraberliği, itaat ve hürmeti, şefkat ve merhameti te'sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini, mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmetleri bırakıp, bilinmesi ve bildirilmesi ne farz, ne vacib olan «Darü'1-Harb» mes'elesini, İslâm'ın en büyük bir mes'elesi imiş gibi ortaya sürmek, milleti huzursuz ve kalbleri müşevveş etmekten başka bir şey değildir.


Dipnotlar::
(1) Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. m, s. 394.
(2) Bilmen, Ö. N. a.g.e., c. III, s. 335.
(3) Kuhistanî, c. II, s. 311.
(4) Serahsî, Mebsût, c. X, s. 114.
(5) İbn-i Âbidin, Dürrü'l-Muhtar Şerhi, c. IV, s. 175.
(6) Bezzaziye, c. VI, s. 312.
(7) Serahsî, a.g.e., c. X, s. 114.
(*) Mukarrer bir kaidedir ki, dar-ı harbte küfür; dar-ı islâm'da da iman hali esas alınır. Bu kaideye binaen, dar-ı harbte herhangi bir mahalde, sahipsiz bir ölü bulunsa, o ölü tereddütsüz küfür ehlinden kabul edilir. Götürüp gayr-i müslim mezarlığına defnedilir. O ölünün Müslüman olduğuna hükmetmek ancak sağlığında dil ile ikrarı veya dinî ibadetleri ifası gibi bir alâmete bağlıdır. Halbuki dar-ı İslâm'da sahipsiz bir ölü bulunsa, ona, hiçbir alâmet aranmadan Müslüman muamelesi yapılır. Cenaze namazı kılınarak, islâm mezarlığına gömülür.
(8) Ahmed Şahin, Dinî Bilgiler, s. 187, 2. bas*kı, Cihan Yayınları, ist.
Mehmet Kırkıncı






Cuma namazının farz olması için bâzı şartlar olduğu gibi, sahih olması için de bâzı şartlar vardır. Bu şartlar şunlardır:


1. Cuma namazının öğle vaktinde kılmak.
2. Namazdan evvel hutbe okunmak.
3. Cuma namazı kılınan yer, herkese açık olmak. Muayyen kişileri içeriye alıp sonra kapısı kilitlenen bir camide cuma kılınmaz.
4. İmamdan başka en aşağı üç erkek cemaat bulunmalıdır. Bu sayı, İmam Mâlik'de otuz; Şâfiî'de kırk kişidir. Ebû Yûsuf'a göre ise iki erkek cemaat de kâfidir.
5. Cuma namazını kıldırmak için vazife sahibi, yani, cumayı kıldırmaya resmen izinli bir kimse bulunmalıdır. Eğer yetkili bir kimseden izin alınmış olmaz da Müslümanlar da namaz için toplanmış bulunurlarsa, içlerinden birini imam yaparak cumayı kılabilirler.
6. Cuma namazı kılınacak yer, şehir veya şehir hükmünde olmalı. Şehrin ne demek olduğu müctehidler arasında ihtilâflıdır. Daha sonraları, köylerde bile cuma namazının kılınabileceği hükme bağlanmıştır.


Diyanet İşleri Başkanlığının da bu konuda izni vardır. Bir camiye cemaat sığmadığı takdirde, o beldedeki sair camilerde de cuma namazı kılınabilir. Fakat müteaddit yerlerde kılınamıyacağını söyleyen fakihler de vardır. Bunlara göre, bir beldede ilk kılınmaya başlanan cuma namazı sahih, diğer yerlerde kılınan cumalar ise fâsiddir. Bu durumda cemaate öğle namazını kılmak vâcib olur. Sıhhatli olan ve alimlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüş, cuma namzının aynı beldede değişik camilerde kılınabileceğidir.


Eğer bir yerde birden çok camiye cuma izni verilmişse, onların hepsinde cuma namazı olur. Zaten cami ve mescit özelliği olan her yere cuma için izin verilmiştir.


Cuma namazının sahih olması için "devlet temsilcisinin izni" problemi İslâm hukukçularınca tartışılmıştır. Bu iznin gerekli olduğunu söyleyenler olduğu gibi aksini savunanlar da bulunmuştur. Biz aşağıda her iki görüşü ve delillerini vererek, konuyu değerlendirmeye çalışacağız.


Hanefi hukukçularına göre, cuma namazı için izin gereklidir. Dayandıkları delil Câbir b. Abdullah ve İbn Ömer'den nakledilen şu hadistir:


"Kim cuma namazını ben hayatta iken veya benden sonra, adaletli ve câir (zâlim) bir imamı (önderi) varken, onu küçümseyerek veya inkâr ederek terkederse, Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve işini bitirmesin." (İbn Mâce, İkâme, 78)
İbn Mâce bu hadisin senedinde bulunan Ali b. Zeyd ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî sebebiyle isnâdı zayıf sayar. Heysemî, hadisin benzerini naklettikten sonra şöyle der: Bu hadisi Taberanî, el-Evsat'ında nakletmiştir. Oradaki senedde Musa b. Atıyye el-Bâhilî vardır. O'nun biyografisini bulamadım. Geri kalan râviler güvenilir. (Mecmau'z-Zevâid, II, 169, 170)


Bu hadiste, cuma namazının farz olması için, adaletli veya adaletsiz bir yöneticinin bulunması öngörülmüştür. Cuma namazı büyük cemaatle kılınacağı ve hutbede topluma hitap edileceği için, onun toplum düzeni ile yakından ilgisi vardır. Devletten izin alma şartı aranmazsa fitne çıkabilir. Cuma kıldırmak ve hutbe okumak bir şeref vesilesi sayılarak rekabet doğabilir. Bazı kimselerin çekişme ve ihtirasları cemaatin namazını engelleyebilir. Camide bulunan her grubun namaz kıldırmak istemesi, cumadan beklenen faydayı yok eder. Bir grup kılarak, diğerleri çekilse yine amaca ulaşılmaz. Kısaca hikmet ve toplum psikolojisi bakımından da cumanın İslâm devletinin kontrolünde kılınması gereklidir.


Ancak yöneticiler cumaya ilgisiz kalır ve önemli bir sebep olmaksızın Müslümanları namaz kılmaktan alıkoymak isterse, onların bir imamın arkasında toplanarak cuma namazı kılmaları mümkündür. İmam Muhammed, bu konuda şu delili zikreder: Hz. Osman (ra), Medine'de kuşatma altında iken, dışarıda bulunan sahabiler Hz. Ali (ra)'in arkasında toplanmış ve o da cuma namazını kıldırmıştır. (el-Kâsânî, I, 261; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I,146; İbn Âbidin, I, 540) Bilmen, bunun dâru'l-harpte mümkün ve câiz olduğunu belirtir (Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 162)


Devlet başkanı veya valilerin bizzat cuma namazı kıldırmaları gerekli midir?


İbnü'l-Münzir şöyle der: "Öteden beri cuma namazını, devlet başkanı veya onun emriyle kıldıracak bir kimsenin kıldırması şeklinde uygulama yapılmıştır. Bunlar bulunmazsa, halk öğle namazı kılar." (Ahmed Naîm Tecrid-i Sarih Tercümesi, III, s. 48)


Burada şunu belirtelim ki, yukarıda kaydettiğimiz hadisten imam ya da Müslümanların halifesi yoksa, cuma namazı kılınamaz, diye bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. Bu hadisin ilgili bölümlerinin anlattığı, "ister adil, isterse de zâlim olsun bir imamın varlığına rağmen" cuma terk edilecek olursa, belirtilen tehditlerle karşı karşıya kalınacağından ibarettir. Çünkü hadis, "imam yoksa cuma namazı kılamazsınız" demiyor, olduğu halde kılınmazsa, son derece tehlikeli tehditlerde bulunuyor. İmamın yokluğu halinde kılınmayacak olursa o takdirde bu hadisten, olsa olsa tehditlerin daha hafif olacağı sonucuna varılabilir. O da en müsamahalı bir istidlâl olur.


İçtihada dayalı olarak ileri sürülmüş gerekçelerin dışında, cuma namazının kılınması için şart kabul edilen ve eda şartları arasında sayılan, imamın varlığı şartının nakli bir delili yoktur. Ayrıca bu şart, yalnızca Hanefî mezhebinde öngörülmüş bir şarttır. Dolayısıyla terki halinde terettüp edeceği bildirilen bir takım tehditlere maruz kalmamak için, en azından ihtiyaten böyle bir şartı öngörmeyen diğer mezhep imamlarının görüşlerine uyularak kılınması gerekir. Diğer taraftan kaynaklarda hadis diye belirtilen: "Dört şey vardır ki, veliyyul emirlere aittir: Cihad'tan elde edilen ganimetlerin paylaştırılması zekâtın toplanması, hudut (şer'i cezaların tatbiki) ve cumaları kıldırmak." ifadeleri ise hadis değildir. [Fethu'l-Kadir'de (II, 412)] bunun İmam Hasan el-Basrî'ye ait bir söz olduğu belirtilmiştir. Son asır alimlerinden Seyyid Sâbık da "Fıkhu's-Sünne" adlı esrinde (1, 306) bunun aynı şekilde Hasan'ü'l Basrî'ye ait bir söz olduğunu kaydetmektedir. O halde böyle bir şartın öngörülmesi için dayanak teşkil edebilecek nakli bir delil elde mevcut değildir. Bu konuda ileri sürülen bu şartın sebebi, yalnızca karışıklık çıkma ihtimaline dayalı bulunmaktadır.


Veliyyü'l-Emr yoksa


Veliyyü'l-Emr ve izn-i sultânî diye belirtilen hususun gerçekleşebilmesi için, Müslümanların başında en azından -zâlim de olsa- bir yöneticinin bulunması zorunludur. Başa geçmiş bulunan yöneticinin, İslâm'ı kabul etmesi ise onun, Müslümanların veliyyü'l-emri olarak görülmesinin asgarî şartıdır. Yani Müslümanların İslâmî olmayan yönetimlerin tahakkümü altında yaşamaları halinde, haliyle böyle bir şartın varlığından söz etmek imkânı olamaz. Bu durum "Günümüzün Müslümanlarına; İslâm'ın öngördüğü mânâsıyla bir yöneticiye sahip olmadığımıza göre, kıldığımız cuma namazının hükmü nedir?" diye başlayan ve onun etrafında dönüp dolaşan diğer bir takım soruları daha sordurmaktadır.


Öncelikle Türkiye'nin Dar-ı İslam olduğunu cuma namazının şartlarını taşıyan her erkeğe farz olduğunu ifade edelim.


Bu konuda İbn Nüceym der ki:


"Şayet hiç bir şekilde kadı veya ölmüş olan halifenin (yerine geçmiş) halifesi yoksa, âmme de bir kişinin (cuma namazını kıldırmak üzere) öne geçirilmesi üzerinde ictimâ edecek olsalar, zaruret dolayısıyla caizdir." (İbn Nuceym, el-Bahrü'r-Râik, II, I55).


Bu açıklamalara göre cuma namazının, camide devletin izin verdiği bir imamın arkasında kılınması gerekli ise de, devletin izin vermediği kimselerin imamlığında mescid veya başka yerlerde kılınan cuma namazlarının kabul olmadığı iddia edilemez. Bununla beraber yukarıda söylenen bazı sakıncalarının da olduğu unutulmamalıdır. Bu şekilde cuma namazı kılanların, zuhr-i ahir namazını da mutlaka kılmalarını önemle tavsiye ederiz.
 
K Çevrimdışı

Kuşçu

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
Hey millet duydunuz mu, burası darülislam imiş. Eşekler bile güler buna.
 
1 Çevrimdışı

15kasım

Üyeliği İptal Edildi
Banned
ayrıca kitap adları veriyorsunuz kaçıncı sayfada nasıl geçiyor onu niye yazamıyorsunuz
Hanefi'ye göre ölüye okunan Kuran'ın sevabı, meyyit Müslüman olarak öldü
ise onun sevab hanesine yazılır, ama mezarlıklarda kabir başında okunması bidattir, mescidde evde vs okunmalıdır (Birgivi, Kefevi, Kadızade, Halebi, İbni
Abidin..)
cevap


Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) rivayet ettiği şu hadis-i şerif de meseleyi açıklığa kavuşturmaktadır:


"Kim babasının veya anasının veya bunlardan birisinin kabrini cuma günü ziyaret ederek orada Yasin sûresini okursa, Allah kabir sahibini bağışlar." (İbni Mace Tercemesi, 4:274)
- Hanefî mezhebine göre, bir insan akrabasının veya yakın dostunun kabri başında Kur’an okusa güzel olur.(V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 8/49). Şu ifadeler de Hanefî alimlerine aittir.
“Ehl-i Sünnet ve cemaate göre, bir insan namaz, oruç Kur’an’ın okumak, zikir, hac gibi işlediği güzel amellerinin sevabını başkasına hediye edebilir."(bk. Fethu’l-kadîr, 6/132; el-Bahru’r-Raik,7/379- Şamile-; Reddu’l-Muhtar, 2/263).


(hani hanefiye göre kafirlikti?)
- Malikî mezhebinde ise -şartsız olarak- kişinin, kendi kabri üzerinde Kur’an okunmasını tavsiye etmesi caizdir.(V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 8/51).


- Şafii ve Hanbelî mezhebine göre, kişinin kendi kabri üzerinde Kur’an okumayı vasiyet etmesi caizdir. Çünkü, şu üç durumda Kur’an okumanın sevabı ölüye ulaşır: Kabrin yanında okumak, okumadan sonra dua etmek, sevabını ölünün ruhuna niyet ederek okumak.(bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 8/51).




Ebû Abdullah veya Ebû Leylâ künyeleriyle de bilinen Ebû Amr Osman İbni Affân radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:


Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bir ölü defnedildikten sonra kabri başında durdu ve şöyle buyurdu:


“ Kardeşinizin bağışlanmasını isteyiniz ve Allah’tan ona başarılar dileyiniz. Çünkü o şu anda sorgulanmaktadır.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz 69)


Ölen bir Müslüman için yapılacak son görevlerden biri de onu kabrine defnettikten sonra mezarı başında bir süre durup bağışlanması için Allah’a dua etmek ve kabrinde geçireceği imtihanda onu başarılı kılması için Allah’a yalvarmaktır. Dünyadan ayrılmış olan din kardeşi için yapılacak bu dua ve temenni, geride kalanların yapabilecekleri en büyük iyiliktir.




İmam Şâfiî, “Mezarın başında Kur’an’dan âyetler okumak müstehaptır. Kur’an’ın tamamının okunması (hatim edilmesi) ise, daha güzeldir.” der.




- İanetu’talibin adlı eserde “Kim her Cuma günü anne-babasını veya onlardan birinin kabrini ziyaret eder ve yanlarında Yasin Suresini okursa, okuduğu ayet ve harflerin sayısı kadar günahları bağışlanır.” mealinde bir hadis rivayet edilmiştir.(bk. İanetu’talibin, 2/162-1418/1997- Hadis için ayrıca bk. Kenzu’l-Ummal, h. No:45486 ).




- El-Ala b. el-Leclac çocuklarına şu vasiyeti yapmıştır: “Öldüğüm zaman beni kabre/lahde koyun, ardından “Bismillahi ve ala milleti Resulillah” deyin, sonra üzerime hafif hafif toprak atın ve başımın yanında Bakara Suresi'nin baş kısmı (ilk beş ayeti) ile son kısmını (Amenerresulü) okuyun. Abdullah b. Ömer’in bundan hoşlandığını görmüştüm.”(bk. Kenzu’l-Ummal, h. No: 42921).




Sual: Selefi bir genç, (Mezarlıkta Kur’an okumak caiz değil) diyor. Kabristanda Kur’an okumak sünnet değil midir?
CEVAP
Evet, sünnettir. Üç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ölülerinize Yasin okuyun!) [İ.Ahmed]


(Yasin-i şerif okuyun. Onda, on bereket vardır: 1- Aç okursa, doyar. 2- Çıplak, okursa, giyinir.3- Bekâr okursa, evlenir. 4- Korkan okursa, emin olur. 5- Mahzun okursa, ferahlar. 6- Misafir okursa, seferde yardım görür. 7- Kayıp olan bulunur. 8- Hasta okursa, şifa bulur. 9- Ölüye okunursa, azabı hafifler, 10- Susayan okursa, suya kavuşur.) [Deylemi]


(Ana babasının veya birinin kabrini her Cuma günü ziyaret edip Yasin sûresini okuyana, Allah, Yasin’deki her harf miktarınca mağfiret eder.) [İ.Rafii]


Ahmed bin Hanbel hazretleri, (Kabristana girince, Fatiha, Kul-euzüler ve İhlâs sûrelerini okuyun! Sevabını ölülere gönderin! Sevabı hepsine vasıl olur) buyurdu. Hadis-i şerifte de, (Bir kimse, kabristandan geçerken, 11 kere İhlas sûresi okuyup sevabını ölülere hediye ederse, kendisine ölüler adedince sevab verilir) buyuruldu. (Etfal-ül müslimin - İmam-ı Birgivi)


Kabristanda Kur’an-ı kerim okumak sünnettir. (Seyyid Ahmed Tahtavi)


Kabristanda oturup Kur’an-ı kerim okumak caizdir. (Halebi-yi kebir s. 496)


Mezarlıkta Kur’an-ı kerim okuyup, sevabını ölülere hediye etmeli. (Fetava-yı Hindiye c.5, s.350)


Mezarda yüksek sesle veya yavaş Mülk sûresi veya diğer sûreler okunabilir. (Zahire)


Kur’an-ı kerimin sesini duyarak ölünün rahatlamasına niyet eden, yüksek sesle okur. (Haniyye)


Selefi genç, mezhepsiz İbni Teymiyye ve talebesi İbni Kayyım’dan örnek verdikten sonra, (Kabrimi bayram yapmayın) ve (Evlerinizi kabre çevirmeyin, evlerinizde namaz kılın) hadislerinin, kabirde Kur’an okumanın bid’at olduğunu gösterdiğini söylüyor.


Hadis âlimlerinden Abdülazim-i Münziri hazretleri, (Kabrimi bayram yapmayın!) hadis-i şerifini açıklarken, (Kabrimi bayram gibi yılda bir ziyaret etmekle bırakmayın! Her zaman ziyaret etmeye gayret edin!) demek olduğunu bildirmiştir. (Evlerinizi kabre çevirmeyin) hadis-i şerifi de, (Evlerinizi namaz kılmamakla, kabirlere benzetmeyin) demektir, çünkü kabristanda namaz kılınmaz. Bunun için, (Kabrimi bayram yapmayın) hadis-i şerifinin manası da, (Kabrimi ziyaret için, bayram gibi belli gün tayin etmeyin! Yahudiler ve Hıristiyanlar, Peygamberlerinin mezarlarını ziyaret için toplanıp çalgı çalar, bayram yaparlardı.


Siz de onlar gibi yapmayın, ziyaret için, bayramda haram şeylerle eğlenir gibi, çalgı çalmayın, merasim yapmayın) demektir. (F. Bilgiler)





Cenaze namazında ölü için dua meşru kılındığı gibi, defin sonrası istiğfar ve dua da meşru kılınmıştır. Bir hadiste “Kardeşiniz için bağışlanma dileyin. Onun için (kabir sualine cevap vermede) muvaffakiyet isteyin.
Çünkü şu anda hesaba çekiliyor”[45] buyrulmaktadır. Bu konuda İbn Kudâme de şöyle demektedir: “Ölü için dua etmenin, istiğfarda bulunmanın ve onun adına sadaka vermenin ona fayda vereceği ve sevabının kendisine ulaşacağı hususunda âlimler arasında ihtilaf yoktur. Bu ameller, ister ölünün çocuklarından ister akrabalarından isterse diğer müminlerden olsun durum aynıdır. Evlatların, namaz, oruç, Kur’an tilaveti gibi sırf bedenî ibadetlerinin de ölüye faydası varken diğer müminlerin zekât, kefaret gibi sırf malî ibadetlerinin ecirleri de ölüye ulaşır.


Hanefilerin görüşüne göre dua, istiğfar, sadaka, Kur’an tilaveti, zikir, namaz, oruç, tavaf, hac, umre vb. ibadetlerin ve yapılan her türlü iyiliğin sevabını dirilere ve ölülere bağışlayanların bu bağışları o kişilere ulaşır.


Hanefi fakihi Zeyla‘î (ö.762/1360) bu konuda şöyle diyor: “Bir kişinin yaptığı amelden ölüye bir faydanın ulaşması aklen imkânsız değildir. Zira bu durumda kişi kendine ait bir ecri başkasına bağışlamıştır. O ecri, bağışladığı kişiye ulaştıracak olan da Allah’tır. Onun buna elbette gücü yeter. Herhangi bir amel bu konuda istisna da edilmemiştir.”[46]


İbnü’l-Kayyim de “er-Ruh” adlı kitabında şöyle diyor: “Ölüye bağışlanacak amellerin en faziletlileri, sadaka, ölü için istiğfar, dua ve onun adına yapılacak Hac’dır. Kur’an okunup sevabı karşılık beklemeksizin Allah rızası için ölüye bağışlandığında, oruç ve haccın sevabının ölüye ulaştığı gibi Kur’an tilavetinin sevabı da ulaşır. Bu ibadetleri sevabını ölüye bağışlamak niyetiyle yapmak evladır. Fakat bunu dil ile söylemek şart değildir.”[47]






Hanbelilere göre, ölmüş kimseler için yapılan hac, oruç, dua, istiğfar vb. ibadetlerde olduğu gibi definlerinden önce ve kabirleri başında ölüler için Kur’an okumak da onlara fayda verir ve sevabı kendilerine ulaşır.
Hanbeli mezhebinde el-Mukni‘ metni üzerine yazılan eş-Şerhu’l-Kebir’de şöyle denmektedir: “Ölünün yanında Yâsin suresi okunabilir.” Çünkü Ma‘kıl b. Yesâr’ın rivayetine göre Hazreti Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem “Ölülerinize Yâsin okuyun” buyurmuştur.[49]
Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadiste de şöyle buyruluyor: “Yâsin suresi Kur’an’ın kalbidir. Bir kimse Allah’ın rızasını ve ahiret yurdunu isteyerek bu sureyi okursa günahları bağışlanır. Hastalarınıza da Yâsin suresini okuyun.”[50]


Hasan b. Ahmed el-Verrâk şöyle diyor: “Ali b. Musa el-Haddâd -ki o saduk bir ravidir- bana şöyle anlattı: “İmam Ahmed b. Hanbel ve Muhammed b. Kudâme el Cevherî’nin de bulunduğu bir cenaze merasimindeydim. Ölü defnedildiğinde Darîr kabri başında oturup Kur’an okumaya başladı. İmam Ahmed kendisine “Ölünün kabri başında Kur’an okumak bid‘attir” dedi (Bunun üzerine o da Kur’an okumayı bıraktı). Kabristandan çıktığımızda Muhammed b. Kudâme, Ahmed b. Hanbel’e “Ey Ebû Abdullah! Mübeşşir el-Halebî hakkında ne dersin?” diye sordu. O da “sika birisidir. Yoksa ondan bir rivayet mi yazdın?” dedi. Bunun üzerine Muhammed, “Mübeşşir’in bana naklettiğine göre, Abdurrahman b. Ali b. Leccâc’ın babası, kendisi ölüp defnedildikten sonra kabri başında Bakara sûresinin başından ve sonundan bir bölüm okunmasını oğlu Abdurrahman’a vasiyet etmiş ve İbn Ömer Radıyallâhu Anhumâ’nın da böyle bir vasiyette bulunduğunu işittiğini söylemiş” deyince İmam Ahmed b. Hanbel “geri dön ve Darir’e söyle, ölü için okuduğu Kur’an’a devam etsin” dedi.”[51]


İbnü’l-Kayyim, Zâdu’l-me‘âd adlı kitabının “Cenazeler” bölümünde şöyle der: “Kabri başında veya başka bir yerde ölü için Kur’an okumak, bid‘at-i seyyie’dir.” Onun bu sözü yine kendi eseri er-Rûh’ta söyledikleriyle ve İmam-ı Âzam dışında diğer fakihlerden naklettikleriyle çelişmektedir. Sadece Ebû Hanife’den, ölünün kabri başında Kur’an okumanın tenzîhen mekruh olduğuna dair bir görüş nakletmektedir. Oysa Hanefîlerde tercih edilen görüş, Ebû Hanife’nin bunu mekruh görmediğidir. (…) Fakihlerin bu konudaki görüşlerine itimat etmek gerekir.[52]


Kütüb-ü Sitte müelliflerinin İbn Abbas Radıyallâhu Anhumâ’dan naklettiklerine göre, Hazreti Peygamber Sallallâhu aleyhi ve Sellem Medîne-i Münevvera’da bir kabristana gittiğinde, orada iki kabirden azap gören iki insan sesi işitmiş ve şöyle buyurmuştu: “Bu ikisi azap görüyorlar. Azap görmelerinin sebebi de büyük bir şey değildir. Onlardan biri, idrar sıçramasından sakınmazdı. Diğeri de koğuculuk yapardı. Sonra Hazreti Peygamber Sallallâhu aleyhi ve Sellem yaş bir hurma dalı istedi ve onu ikiye ayırdı. Her iki kabre birer parça dikti ve “Ey Allah’ın Rasûlü! Niye böyle yaptınız?” diye sorulduğunda “Bu dallar kurumadıkça onların azabının hafifletileceğini umarım” buyurdu.[53]


Bu hadiste, Kur’an okuma sebebiyle Allah’ın inecek olan geniş rahmetinin ölüye fayda vereceğine dair güçlü bir delil vardır. İmam Nevevî bu hadisin şerhinde şöyle diyor: “Âlimlerimiz bu hadisi delil getirerek, ölünün kabri başında Kur’an okumayı müstehap görmüşlerdir. Zira yaş bir dalın teşbihi sebebiyle azabın hafifletileceği umuluyorsa, bu durum, Kur’an tilaveti sebebiyle evleviyetle beklenir.”[54]


Hattâbî de bu hadisle ilgili olarak şunları söyler: “Yaş hurma dalının kabre dikilmesinin anlamı, onun yaş kaldığı sürece tesbih etmesidir. İşte bu tesbihin bereketiyle azap hafifletilmektedir. Ağaç olsun veya olmasın içinde canlılık bulunan her şey için bu mana geçerlidir. Zikir ve Kur’an tilaveti gibi içinde bereket barındıran şeyler ise fayda vermesi yönüyle daha üstündür.”


“Kişi öldüğünde ameli sona erer…”[55] hadisini Kur’an okumanın ölüye fayda vermeyeceğine delil getirmeye gelince, böyle bir çıkarım doğru değildir. Çünkü hadiste Hazreti Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem, ölünün sadece kendi amelinin sona ereceğini haber verdi, ‘amellerin faydası sona erer’ demedi. Başkasının ameli ise yapana aittir. Eğer onu ölüye bağışlarsa sevabı ona ulaşır. Ulaşan, ölünün kendi amelinin sevabı değildir. Çünkü sona eren farklı bir şeydir, ulaşan ise farklı bir şeydir.


Sözün özü; delillerden çıkardığımız, Kur’an okumanın sevabının ölüye ulaşacağı ve ona fayda vereceğidir. Ölü için yapılan dua, istiğfar vb. ameller de böyledir. Bunların evde veya kabri başında yapılması arasında fark yoktur. Şu hadisler de delilimizdir:


İbn Abbas Radıyallâhu Anhumâ Rasûlüllah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğunu haber veriyor: “Ölülerinize “Lâ ilâhe illallah”ı telkin ediniz. Ölüm esnasında kelime-i tevhid’i söyleyen Müslüman mutlaka kurtulur.”[56] Hazreti Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in “Ölülerinize “Lâ ilâhe illallah”ı telkin ediniz” dediğini Ebû Sa’îd el-Hudrî Radıyallâhu Anh’de nakletmiştir.[57] Eğer ölüler “Lâ ilâhe illallah” telkininden faydalanmayacak olsaydı telkinin de bir anlamı olmazdı. Eğer durum Hazreti Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in yaptığının hilafına olsaydı, Hazreti Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem kendisi doğruyu yapmadığı gibi doğru olmayanı emretmiş olurdu.


[1] el-Beyân fî Nemâzeci li-eşyâi lem yef’alhe’n-Nebiyyü Aleyhi’s-Selâm, Mektebetü’l-Kahire, Kahire, birinci baskı, 1423/2002.


[2] Hasan es-Sendevî, Ta‘liku’l-İhtifâl bi’l-Mevlidi’n-Nebevî, el-İstikâme, 1948.


[3] el-Mâverdî, el-Hâvî’l-Kebîr, I, 292.


[4] Dr. İzzet Ali Atiye, el-Bid’atü Tahdîdühâ ve Mevkıfu’l-İslâmi minhâ, III, 198 (s.411-412) Daru’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut.


[5] es-Sekenderî, el-Mevrid fi’l-Kelâmi alâ Ameli’l-Mevlid.
 
K Çevrimdışı

Kuşçu

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
Hey millet duydunuz mu, burası darülislam imiş. Eşekler bile güler buna.

Zinaların kol gezdiği ve hatta devlet tarafından korunduğu, faizin en kralının devlet tarafından yaptırıldı, fakirin hakkının çiğnendiği, müslümanların iftiraya uğradığı bu yer darülislam imiş.
 

Benzer konular

Üst