Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Eyyâmu'l-ficâri'l-evvel'in 4.süne amcalarıyla birlikte katıldığı ve o sıralarda Tercih edilen görüşe göre 10 yaşlarında idi . Musa bin Ukbe, siretinde Ficar savaşıyla Kabe'nin inşa edilmesi arasında 15 yıl olduğunu, Kabe'nin inşaası ile Rasulullah (s.a.v.) in peygamberlikle görevlendirilmesinden 15 yıl önce gerçekleştiğini ifade etmiştir. Sahih olan rivayete göre Rasulullahın (s.a.v.) peygamberlikle görevlendirilmesi 40 yaşında olduğu sırada olmuştur. Bu hesaba göre Rasulullahın (s.a.v.) Ficar savaşının olduğu sırasında 10 yaşlarında olmasıdır. (Beyhaki ; Delailu'n Nubuvve 2, 58 - 60)
Diğer daha zayıf rivayetelre göre 14 - 15 (İbn Hişâm, I, 184; Diyarbekrî, I, 259; Halebî, 1, 207), 14 (Ya'kubî, II, 15) veya 20 (Ya'kubî, II, 15 -16; İbnu'1-Esîr, I, 592; Diyarbekrî, I, 259) yaşlarında olduğu nakledilmektedir.
O'nun bu muharebede fiilen savaşıp savaşmadığı hususunda iki rivayet bulunmaktadır.
Birinci rivayette Kayslılar'la savaşmayıp amcalarına ait eşyaları koruduğu, atılan okları kalkanla karşılayıp toplayarak onlara vermekle yetindiği belirtilir. (İbn Hişâm Ma'a Ravdi'l Unuf, I, 195-198 - 210)
Abdurrahman es-Suheyîî de Hz. Muhammed'in (s.a.v.) bu savaşa fiilen iştirak etmediğini, onun haram aylarda ve muşrikler arasında cereyan eden bir savaşa katılmasının mümkün olmadığını, Cenâb-ı Hakk'ın ancak i'lâyi kelimetullah için savaşa izin verdiğini söyleyerek bu görüşü destekler. (İbn Hişâm Ma'a Ravdi'l Unuf, I, 209) ; er-Rauzu'l-unuf, II, 229)
İkinci rivayete göre ise Hz. Muhammed amcaları ile birlikte katıldığı bu savaşta ok atmış ve bundan dolayı pişman olmadığını beyan etmiştir. (İbn Sa'd, I, 128)
Onun diğer ficâr savaşlarına katılıp katılmadığı bilinmemektedir. Nûreddin el-Halebî başka bir savaşa iştirak etmediğini (İnsânu't-'uyûn, I, 210), İbn Kesîr İse Şerib (Ukâz) Savaşı'na katıldığını söyler. (el-Bidâye, II, 290)
Zuhrî gibi bazı muellifler ise Hz. Muhammed'in Kureyş'in yenilgisiyle sonuçlanan Şemta Savaşı'na katılmasının mümkün olmadığını söylerse de İbnu'1-Esîr bu fikre karşı çıkarak onun peygamber olduktan sonra katıldığı savaşlarda bile ashabının mağlûp olduğunu hatırlatır. (el-Kâmil, I, 592-593)
Dar'ul Harb'te askere giden müslümanın, şirkten kurtulması çok zor bir durumdur fakat imkansız değildir. İmkansız diyebilmek için askere giden herkesin fert fert durumunu bilmek gerekir bu da imkansızdır. Çok az olsa bile imkan olursa, imkan var demektir.
Kafir ordusunu çoğaltmanın küfür olduğunu gösteren ayet Nisa: 97 ayetidir. Ve bu sadece müslümanlara karşı savaşıldığı zaman söz konusudur. Bütün alimler bu ayeti böyle anlamıştır. Yoksa her halukarda kafirlerin askerleriyle beraber, onların sayılarını çoğaltana kayıtsız şartsız kafir demek aşırıya gitmektir. Çünkü böyle bir hüküm vermek Rasulullah (s.a.v)’a Ficar savaşlarında kafir akrabalarının sayısını çoğalttığı için kafir oldu hükmü verilmesini gerektirir (haşa).
Niyeti; cemaat emiri tarafından “kafirlerin sırlarını öğrenmek, eğitim yapmak için veya onların zulmünden bir an önce kurtulmak için gideceğim ve orada hiç küfür ve şirk işlemeyeceğim” diyen bir kimsenin istemeyerekte olsa kendi ihtiyarıyla askere gitmesi onu kafir yapmaz. Fakat orada şirk işlerse, velev ki ikrah altında işlemiş olsun, Allah katında sorumlu olur. İkrah ona fayda vermez. Çünkü kendi isteğiyle oraya gitmiştir.
Her kim de askerden kaçmak için bütün gücünü kullandığı halde, sonunda yakalanıp zorla askere götürülürse, bu kimse şirk, küfür ve haram işlememek için bütün gücünü kullanmalıdır. Ve bu askerlikten kaçmak için her yolu denemelidir. Bütün bunlara rağmen ikraha maruz kalır ve bu amellerden birini işlerse Allah katında mazeretli sayılır.
Özetleyecek olursak Dar'ul harb'in tağuti kurumunun en başı olan silahlı kuvvetlerine istemeyerekte olsa kerhen askere giden müslüman muvahhid olarak tanıdığımız bir kimsenin niyetine, durumuna ve orada küfür, şirk, haram ameller işleyip işlememesine göre kendisine hüküm verilir.
Peygamberimiz Muhammed (s.a.s) bu orduda bulunduysa demek ki burada küfür olmama ihtimali var, çünkü peygamberlerin geçmişte küfür işlemeleri mümkün değil.
Ayrıca Şeyh Abdullah Azzam (rh) hakimler ve savcıları hakkında şunu söylüyor ve birbirinden ayırıyor:
3. Çıkarılan bu kanunları uygulayan hakimler ve savcılar:
Bunlar İslâm'dan çıkmazlar. Çünkü bunlar sadece uygulayanlardır. Kanun koyanlar değillerdir. Ancak, Allah'ın kanunlarının dışında başka kanunlarla yargıda bulunduğundan dolayı haramla uğraşması sebebiyle günahkârdırlar. Aldıkları maaş haramdır. Vazifesi haramdır. İçki satan kişi ile bunun arasında hiçbir fark yoktur.
4. Beşeri kanunları severek uygulayan hakim ise kâfirdir.
Evet. Beşerî sistemlerde hakimlik yapanlar yani Rabbani, ilahi hukuk sistemi dışındaki kanunlarla hakimlikte bulunanlar iki kısımdır.
Birinci kısımdan olanlar, kanunları sevmedikleri halde onlarla insanları yargılayan hakimlerdir. İşte bunlar meyhanede içki satandan veya faizli bankalarda görev alan kimselerden daha büyük günah işlerler. Bu tür hakim ve savcıların maaşları haramdır, işleri haramdır. Gelirlerini sadece hakimlik ve savcılıktan sağlayan kimselerin sofrasında bulunmak, ondan bir lokma yemek haramdır. Fakat babasından kendisine kalmış bir miras varsa ve bunlarla kendi vazifesinden kazanmış olduğu mallar birbirine karışmışsa örneğin bir parça arazi veya bostan kalmış bunların ekin ve ürünlerinden sağlanan kazancı varsa, onun sofrasından yemekte bir sakınca yoktur. Bu yenilen yemeğin helal kazançtan olduğu kanaati ile yenilir. Çünkü, burada helal malla, haram mal birbirine karışmıştır. Böyle karışan malların hükmü de böyledir.
Hakimler İslâm dininin dışına çıkmazlar. Ama görevlerinden dolayı fasıktırlar. Çünkü o haram bir hususta iştigal etmektedir. Bu hüküm, kalbinden reddedip çirkin görerek yargıda bulunduğu taktirdedir.
Diğer bir kısım hakimler vardır ki beşeri kanunları kalben severek ve isteyerek yargıda bulunurlar. İşte bunlar İslâm dininin dışındadır, kâfirdir. Kim olursa olsun kalbinden beşeri kanunları isteyip severse kâfir olur. İslâm ümmetinin dışındadırlar.