Darultawhid Sitesindeki Kardeşler Bazı Görüşlerinden Tövbe Etmişler, Allah Hayırlara Vesile Kılsın

Abdullah el Hanbeli Çevrimiçi

Abdullah el Hanbeli

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
YAYIN SİYASETİ DEĞİŞİKLİĞİ VE ÖZELEŞTİRİ

Bismillâh'ir Rahmân'ir Rahîm.



Âlemlerin Rabbi olan Allâh'a hamdolsun. Salat-u selam, peygamberimiz Muhammed'in, âl-u ashabının üzerine olsun.

Bundan sonra:

Uzun yıllardır sanal ortamda "www.darultawhid.com" sitesi üzerinden ve buna bağlı çeşitli sosyal medya platformlarından davet ve tebliğ çalışmaları yapmaktayız. Bu süreçte yazdığımız yazılarda, savunduğumuz konularda çok hatalar ettiğimizi, çok yanlışların içine düştüğümüzü, bidat görüşler uydurduğumuzu, akli çıkarımlar, kelami safsatalar, şahsi yorumlar yaptığımızı zaman zaman itiraf ettik, etmeye de devam edeceğiz. Bunları bilen bilmektedir...

Kimi zaman bozuk niyetlerimizden ötürü kötülüğü emreden nefsimize, heva ve hevesimize yenik düştük. Kimi zaman niyetimizi düzeltsek bile, menhecimizi düzeltemedik. Kimi zaman da yanlış kişileri dost edindik hatta önümüze geçirdik. Burada ki en büyük etkenlerden biri de budur. Adeta Yahudilerin vasıflarının, münafıkların sıfatlarının vücut bulmuş hâline sahip zevâtı, ilim ehli zannedip, bunların iki dudağı arasından çıkanları din sanmamız, onları zamanında tanıyıp yollarımızı ayıramamamız ve aldanmamızdır. Kötü dostlarla, saptırıcı insanlar ile yol yürümek, onları yolun başına geçirmek ne yazık ki bizi birçok batıl yola, çıkmaz sapıklığa götürmüştür. Sapmasına sebep olduklarımızın vebali de boynumuzadır.

"Kim güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allâh'ın her şeye gücü yeter." (en-Nisâ, 4/85)

İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden Allah'ın bizi helak etmemesini diler, gazabından rahmetine iltica ederiz. Bundan dolayıdır ki yayınlarımızda köklü revizyonlara gitmek sureti ile kimin yazdığına, ne yazdığına bakmadan sitemizdeki bütün yazıları tamamen kaldırdık.

İçimizdeki veya dışımızdaki beyinsizlerin, kendilerini "Şeyhulislam Allame-i Cihan"zanneden cahillerin yattıkları yerden din adına uydurdukları, yuvarlayarak yorumladıkları, akli ve kelami safsatalar ile karıştırdıkları içeriklerden tamamen uzak bir şekilde alimlerin sözlerine, onlardan gelen nakillere ağırlık vermeyi hedefliyor, açıklanması, yorumlanması gereken meselelerde, sözü yine alimlere müracaat etmeye çalışıyor yayın siyasetimizi bu şekilde revize ediyoruz.

Fikirlerin ve düşüncelerin doğruluğu ve yanlışlığı ile ilgileniyoruz. Cedelden, birilerine laf yetiştirmekten, istikametsiz kimselere cevap vermekten de artık uzak duruyoruz. İçine düştüğümüz en büyük hatalardan ve bizleri hatalara sürükleyen şeylerden bir tanesinin de bu cedel hastalığı olduğunu biliyor ve itiraf ediyoruz.

Bu din cedel ile inmemiştir, cedel ile öğretilmemiştir, onunla da öğrenilmeyecektir! Ne yazık ki günümüzde insanlar dinlerini yemek sofralarında, çay kahve ortamlarında gecelerden sabahlara kadar tartışarak, laf yarıştırarak öğreniyorlar, öğretiyorlar (!) ve bunu "fazilet, dava adamlığı, dindarlık" sanıp böyle yapmayanları "münafık/kafir"zannediyorlar. Halbuki kaçtıklarını sandıkları şeye dolu dizgin koşan bunlardır. Kelami tartışmalar, akli çıkarımlar yapanlar kendisine muhalif olanı küfre nispet ederler, alimler ise hataya nispet ederler.

İşte bizler "Her insan hatakârdır. Hatakârların en hayırlıları tevbekârlardır"hadisinin gereğini yapmaya, kendi şeytanlarımızı taşlamaya, vahye dayanmamış kıt akılların ürünü olan sapık tabuları yıkmaya çalışıyoruz. Açık yüreklilikle, şeffaf bir şekilde nefsi muhasebemizi yapıp özeleştiride bulunuyoruz. Kendimizi ve kendilerini şeriatin merkezi görüp din adına ahkam kesenleri sorguluyoruz. Adeta "Allah'a karşı gelmek haram, rasüle karşı gelmek mekruh, bana karşı gelmek küfür" zihniyetine sahip olanların "din" diye pazarlayıp, cehalet olarak satıp aldıklarını ayaklarımızın altına alıyoruz.

Dini şahsi çıkarları, adi hesapları uğruna oyun/eğlence edinip, din istismarcılığı yaparak din kisvesi altında kendi hegemonyalarını dayattıkları otoritelerini inkâr etmeyi tağutları inkâr etmenin bir cüzü olarak görüyoruz. Bütün bu özeleştirileri de dinde renkten renge giren, istikameti bozuk kimseler gibi gizli yapmıyoruz. Mevcut koşullara göre yönümüze belirlemiyor, fırsatçı bir şekilde hareket etmiyoruz.
Kendimizi sorguladıkça yenileniyoruz. Yenilendikçe değişim göstermemiz, eski batıl görüşlerimizi ve fikirlerimizi dalalet çöplüğüne atmamız kaçınılmaz olmaktadır. Bu noktada bizi tanıyan, takip eden kişilerin kınamasına, ayıplamasına aldırış etmiyor, adilane eleştirilere de kulak tıkamıyoruz. Sadece geçmişinden dönen, vaz geçen insanları geçmişi ile yargılamamalarını istiyoruz. Günahlarımızı ve hatalarımızı sırtlanmak isteyenler varsa, o başka!

O yüzden takipçilerimizden, geçmişimize dönük ne varsa, bizim sildiğimiz gibi kendilerinin de silmesini, onlardan istifade etmemesini rica ediyoruz. Elbette bununla alimlerden çevirdiğimiz eserleri, makaleleri, nakilleri kast etmiyoruz. Kastettiğimiz hak ile batılın, sahih akıl ile fasit aklın, ilmi yorumlar ile kelami yorumların, menheci çıkarımlar ile akli çıkarımların birbirine karıştığı sözde makaleleri/risaleleri kast ediyoruz.

Zira o yazıların zararı, faydasından çoktur. Bizim nezdimizde o yazıların alimlerden yapılan nakillerin dışında ilmi bir ağırlığı da yoktur. Kaldı ki zaten alimlerin sözleri, şahsi yorumların, kelami safsataların ve akli çıkarımların gölgesinde bırakılarak bir nebze olan ilim de kaybolmuştur.

Burada sorulması gereken soru şudur: "Bu yazıları kim yazdı, alimler mi? cahiller mi?"Alimler ise bu ilmi ehliyeti bunlara kim verdi? Bunların alimliğine alimler mi şahitlik etti yoksa cahiller mi? Yok bu yazıları yazanlar cahillerse, cahilin dinde söz hakkı olduğunu kim söyledi? O halde din adına tek kelime etme salahiyetine ve ehliyetine sahip olmayan buna rağmen kendisini alim zanneden cahillerin yazdıkları müsveddeler ayaklar altına alınmaya daha layıktır. Birde bu kimseler yirmi yıllık sözde davet hayatında yirmiden fazla mesele için "bu dindir" diyen fakat dinden olmadığı kendisine ispat edilince "evet din değilmiş" diyen fakat yine de din adına ahkam kesmekten ar etmeyen arsız kimselerdense gerisini siz düşünün! Yenilen pehlivanın güreşe doymaması anlaşılır da uydurduğu her din ile yerilen sapığın rezalete ve zillete doymamasına ibret nazarı ile bakılır!

Evet, tevbe ediyoruz! Bu ve daha sayamadığımız, saymaya utandığımız vasıflara haiz olan, kalplerinde samimiyet, dinlerinde istikamet, şahsiyetlerinde mürüvvet, dillerinde hikmet, işlerinde adalet bulunmayan, ömürlerini İslam'a ve insanlığa ihanet ile dolduran, Allah'tan korkmayan, kuldan utanmayan ve tevbe etmekten kaçan kişileri dost edinmekten, onları önümüze geçirmekten tevbe ediyor, Allah'tan af ve mağfiret diliyoruz. Okuyucularımızdan bu çatı altında tevbe ettiğimiz geçmişimize münhasır kastettiğimiz paylaşımları ortadan kaldırmalarını, okumamalarını paylaşmamalarını rica ediyoruz. Bu noktada hakkımız helal değildir. Bunları yapmayacaksanız bile bizim onlardan teberri ettiğimizin ve onlara dair artık sorumluluk almadığımızın bilinmesini istiyoruz.

Düsturumuz, selefi olmayan hiçbir görüşe tabi olmamak ve davet etmemektir!

Kelama dalıp saptırıcı bir sapkın olmaktan Allâh'a sığınırız! Rabbim ayaklarımızı hak üzere sabit kıl ve canlarımızı halis tevhid üzere al amin!

Zehebî Rahimehullâh, İbnu Arabî
ve eserlerinden bahsederken şöyle demiştir:

"Allâh'a yemin ederim ki, bir Müslümanın, ineklerin arkasında, ilim namına namazlarında okuduğu Kuran surelerini ve Allâh'a ve ahiret gününe iman etmesi haricinde bir şey bilmeyen bir cahil hâlinde yaşaması, bu irfandan ve bu hakikatlerden yüz kitap okumasından veya yüz halvete girmesinden bile daha hayırlıdır!" (Zehebî, Mîzân'ul İ'tidâl, 3/659-660)

Zehebî Rahimehullâh, İmam CüveynîRahimehullâh'dan şunları nakletmiştir:

"Ebû Ca'fer'in el yazısıyla şöyle yazdığını okudum: "Ebû'l Me'âlî'yi şöyle derken işittim: "Ben elli milyon kitap okudum. Sonra da İslam ehlini orada İslam'larıyla ve zahiri ilimleriyle baş başa bıraktım ve geniş denize girip İslam ehlinin kendisinden nehyettiği şeylere daldım. Bunların hepsini hakkı talep ederek yaptım. Ömrümün ilk başında taklitten kaçınırdım. Ancak imdi hak kelimesine döndüm. Kocakarıların dini üzere olun! Eğer ki Hak Teâlâ, beni güzel iyiliğiyle karşılamayacaksa bile ben kocakarıların dini üzere canımı veriyor ve Kelime-i İhlas, Lâ İlâhe İllallâh üzere canımı teslim ediyorum. Cuveynî'nin oğluna yazıklar olsun!" (Zehebî, Siyeru A'lâm'in Nubelâ, Dâr'ul Hadîs, 14/18)

Fakih Ebu'l Feth et-Taberî şöyle demiştir: "Ben Ebu'l Me'âlî (el-Cuveynî) ölüm döşeğindeyken yanına girdim de o, şöyle dedi: "Benim adıma şahitlik edin ki ben sünnete muhalefet eden her görüşümden dönmüşümdür ve Nişapur'un kocakarılarının üzerinde öldüğü şey üzere ölüyorum!" (Zehebî, Siyeru A'lâm'in Nubelâ, Dâr'ul Hadîs, 14/19)

Salat ve selam, peygamberimiz Muhammed'in, âl-u ashabının üzerine olsun.
 
Abdullah el Hanbeli Çevrimiçi

Abdullah el Hanbeli

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
TAĞUTA MUHAKEME OLMANIN HÜKMÜNÜN BEYANI
VE
BU HUSUSTA YAPACAĞIMIZ TEVBENIN İLANI!



ÖNSÖZ

Bismillahirrahmanirrahim

Bizi, dindeki aşırılıklardan dolayı sonu hariciliğe uzanan yollardan uzaklaştırıp, Selef'in yoluna yaklaştıran Allah'a hamd Olsun. Salat ve Selam Rasulullah'a O'nun Âline ve Ashabına Olsun.


Türkiye'de ki İslamî yapılaşmanın pek alışık olmadığı, herkesin hatayı kendinden uzak gördüğü, itikadi görüşlerini gizlice değiştirip açıktan ilan etmediği, yaydığı batıldan tevbe etmediği, tevbe etse bile gereklerini yerine getirmediği, girdiği kul haklarının ve saptırdığı insanların vebalini hiçbir şey olmamış gibi sırtında taşımaya devam ettiği, geçmiş hataların hesabını veremediği, bedelini ödemediği bir dönem içerisin de, ahir zaman dilimindeyiz...

Bizi takip edenler, tanıyanlar bilirler ki tüm bunlara rağmen sorumluluk üstlenerek, kınayıcıların kınamasına aldırış etmeyerek, bundan 13-14 sene önce içine düştüğümüz aşırılıktan kaynaklı bir çok batıl görüşlerimizden dönmüş, üstünü örtmemiş, tevbe ettiğimizi, görüşlerimizi terk ettiğimizi ifade etmiştik. Bu durumun getireceği her türlü kınamayı, tekfir edilmeyi, terk edilmeyi, cerh edilmeyi göze almıştık. Tevbemizin gereği olarak hak zannettiğimiz görüşleri yayarken nasıl mücadele ettiysek, bu sefer tam zıttına o görüşlerin batıl olduğunu, hak olmadığını yaymak için gücümüz nisbetinde mücadele ettik. Zaten olması gereken de budur. Başka bir yol yoktur. Dürüst olmayanlara ise kaçacak yollar çoktur!..

İşte şimdi yine böyle bir durum ile karşı karşıya olduğumuzu ilan ediyor ve dikkatinize arz ediyoruz!
Hak olduğunu zannederek savunduğumuz bir takım görüşlerin daha sonra aslında batıl olduğunu fark ettiğimizden ötürü söz konusu bu görüşlerimizden dönüp tevbe ettiğimizin bilinmesini istiyoruz. Bundan sonra da Allah'ın izni ve inayeti ile tevbe ettiğimiz hususları hem özet olarak, hem de tafsilatlı olarak açıklamaya bu zamana kadar ektiğimiz sapıklıkları ortadan kaldırmaya, kökünü kurutmaya kısacası tevbemizin gereklerini yapmaya gayret edeceğiz...

Bu tevbeyi yaparken kendimizi ne alim makamında ne de müftü makamında görüyoruz. Nâdim (bilerek pişmanlık gösteren) kimseler olarak bu satırları yazıyor, nedametle dile geliyoruz. Evet, bizler Allah'ın gözlerine perde indirdiği Selef'in yolundan uzaklaşmış, Harici zihniyete yaklaşmış, Hariciler gibi küfür olmayan bir takım şeyleri yorumlayarak, içini kendimiz doldurarak, sınırlarını kendimiz koyarak küfür kapsamına sokan kimseler olduğumuzu itiraf ediyor ve bunlardan döndüğümüzü ilan ediyoruz.

İster bizim, ister bizden şu ve bu nedenden ayrılanların, isterse de bu coğrafyada bu fikirlere sahip olan kimselerin makamı ancak pişmanlık ve tevbe makamdır. Zaman herkesin taşkınlıklardan, aşırılıklardan, kin ve intikam duygularından, üstünlük kurma çabalarından, tekfiri silah olarak kullanmaktan, acele kararlar almaktan arınıp hatayı kendi nefsinde arama zamanıdır.

Allahu Teala bizlere ve bizim gibi olanlara kendi dini hakkında ilimsizce konuşmanın cezasını ahirette görmektense bu dünya hayatında göstersin! Gerçekten tevbe etmeyi, tevbe ettiğimiz durumlara ve benzerlerine dönmemeyi nasip etsin! Bu uğurda yaşayacağımız her türlü sıkıntıyı, belayı, tadacağımız zilleti günahlarımızın kefareti, arınmamızın vesilesi eylesin, Amin!


Tevbe edeceğimiz konu ise geçmişi; son 50,100 yılda batı ideolojilerinin, İslam devletlerine tasallut olup egemen olması ile meydana gelen demokrasi, laiklik gibi sapkınlıkların, şirki unsurların vuku bulmasından, İslam'ın ve şeriatın yok sayılması gibi küfür düzenin hakim olmasından hareketle meydana gelmiş, esasında doğru bir tepki ve inkardan kaynaklanmış olmasına rağmen zamanla ilimle desteklenmediği, gerekli tafsilata gidilmediği için aşırılığa kaymış Harici ve Mutezili bir fikre dönüşmüş bir meseledir.

Bu ise mücrerred olarak tağuta muhakemenin şirk/küfür olması meselesidir. Bir müslümanın tağuta muhakeme olma fiiliyle kat'i surette küfre gireceği meselesidir. Aynı zaman da bunun güneş kadar açık bir mesele olduğu, La ilahe illallah kelimesine muhalefet etmek, hüküm de ve itaatte Allah'a ortak koşma olduğu meselesidir. Bu yüzden savunma yapmak, davalı veya davacı olmak, ifade vermek suretlerinden birini gerçekleştiren kimsenin tağuta muhakeme olduğu ve böyle bir kimsenin küfre girmemesinin mümkün olmayacağının iddia edilmesi meselesidir.

Tevbemizin konusu olan tağuta muhakeme olmak meselesi ne yazık ki mevcut batılı ve şirki sistemlere olan düşmanlıktan dolayı dar bir çerçeveye hapsedilmiş, aslından koparılmış, ilimden ve ümmetin tatbikinden uzaklaştırılmış bir meseledir. Bizler ve bizim gibi olan bir çok fırka hiçbir tafsilata ve ayrıma gitmeden bu fiilin küfür olduğunu, bu fiilin kişinin küfrüne kati ve kesin bir şekilde delalet ettiğine itikad ediyor ve bu fiili işleyenleri tekfir ediyorduk. Nisa 60. Ayetini bu konuda muhkem bir nass kabul edip delil getiriyor, dahası bu meseleyi Tevhid'in asıllarına dahil ediyor, tartışılamaz, sorgulanamaz bir mesele haline getirip muhalefet edeni tekfir ediyorduk.

Biz ve fikri olarak bize benzeyen fırkalar ömürlerini bu batıl fikir üzere hiç bir ayrıma ve tafsilata gitmeden çürütüp geçirdiler. Hatta iş öyle noktalara vardı ki; tağuta muhakeme olma durumuyla karşı karşıya gelen bir müslümanın küfürden kurtulmasını din de aslı olmayan saçma sapan usullere bağlıyorduk. Örneğin; Savunma yapmayacak, otur derlerse kalkacak, kalk derlerse oturacak, inkar edecek, alaycı bir tavır sergileyecek vb. şekillerde usuller, kaideler, ritüeller uydurduk. Öyle ki Tagut'a muhakeme olma fiilinin küfür olduğuna dair türkçe de neşredilen pek çok risale, aslında arap coğrafyasına, internet sitelerine aittir. Kimileri orda gördüğü delilleri tamamen iktibas etmiş bir nevi çalmış üzerine kendi çabasıyla bir delil dahi eklememiş ve kendi araştırması gibi sunmuştur. Aynı şekilde Mahkeme esnasında savunma, ayakta durma, oturma gibi kaidelerin -Selefi- de tamamen arapça tabanlı internet siteleridir. Kısacası bu tarz yazıların -risaleler çöplüğü- olmaktan başka bir vasfı yoktur

Yine bu meselenin bir nevi yan sanayisi olarak bu topraklar da "Sözleşme meselesi" diye bir akide türü meydana geldi. Günlük hayatımız da karşımıza çıkan sözleşmelerde, yine telefon/internet vasıtasıyla muhatap olduğumuz sanal sözleşmelerde geçen muhakeme/mahkeme ibarelerinin dinin aslına zıt bir küfür olduğu, bunu imzalayanların ise kafir olduğu fikri ağır bastı. İşin sonunda yine buradan da farklı meseleler ortaya çıktı. Sözleşmelerin tahrif edilmesi veya kafir görülen kişilerin üzerine sözleşmelerin yapılması gibi bizden ve başkalarından ithal edilen görüşler yayıldı. Hatta kimi tahrif yaparak sözleşmelerden sıyrıldığına itikat ederken, kimisi de bunun geçerli olmayacağını söyleyip sahibini tekfir etti. Bizde dahil her fırka kendi içinde sapıklığın dozunu bu minvalde arttırdı. İslam'a giriş şartı sözleşmeler üzerine bina edildi. Biz de İslam'a girişin en kilit anahtarını "Sözleşme meselesi" olarak belirledik ve bize muvafakat edenlere bu anahtarı verdik. Muhalefet edenleri ise tekfir ettik. Araştırma noktasında ehil olanlar gidip bahsettiğimiz hususları araştırabilirler.

Tağuta muhakeme meselesinde ve buna bağlı diğer sözleşmeler meselesinde bu zamana kadar hak zannetiğimiz fakat batıl olduğunu fark ettiğimiz görüşler özetle bunlardır. Bu zamana kadar bunlara davet ediyor, bunları akide ediniyor, buna göre insanlara müslüman veya kafir diyorduk. Şimdi ise hepsinin batıl olduğunu söylüyor, bunlardan tevbe ettiğimizi ilan ediyoruz.

Peki batıl görüşlerden tevbe ederek dönüp kendisine yöneldiğimiz hakikat nedir?


Yukarıdaki batıl görüşlerden teberri edip, diyoruz ki; tağuta muhakeme olmak puta tapmak veya Kur'an'ı pisliğe atmak gibi bir küfür değildir. Bir müslüman mücerred bir şekilde Şeriat dışında ister kahine, ister sahire, ister Kab b. Eşref'e, ister Bedevi örfüne veya aşiret törelerine, ister Cengizha'nın yesağına ve yesağın devamı olan beşeri hukuk sistemlerinden üretilmiş "Ana Yasa"lara muhakeme olursa bu yaptığı ile haram işlemiş olur.

Ancak yaptığının helal olduğuna itikad ederse, batıl hükümleri Şeriat'e denk veya üstün tutarsa, Şeriat'i tahkir edip, o hükümleri ta'zim ederse, hüküm koyma yetkisini başkasına verirse o zaman kişi küfre/şirke girer.

Diğer günahlar da geçerli olan kaideler bu konuda da aynen geçerlidir.
Maide: 44. Ayet'in bağlamında, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin durumunda nasıl tafsilat varsa, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen müslüman bir yöneticinin, hakimin tekfirini alimler nasıl istihlal, inkar vb. gibi şartlara bağladıysa, Nisa: 60. Ayet'in bağlamında Allah'ın indirdiğine değil de, şeriat dışında ki hükümlere muhakeme olan bir müslüman hakkında da aynı alimler tafsilata gitmiş ve muayyen kişinin tekfirini aynı şart ve kaidelere bağlamışlardır. İki konu birbirinden bağımsız ve ayrı değildir.Alimler iki konuyu birbirinden ayırmamıştır. Bu husus selefi ile halefi ile alimlerden tesbit edebildiğimiz onlarca nakilleri aktardığımızda hakkı arayan kimseler için daha iyi anlaşılacaktır.

Hatta diyoruz ki; ne Kur'an'dan ne Sünnet'ten ne de bu ümmetin alimlerinden buna muhalefet edecek tek bir söz bile yoktur. Yani hiçbir alim tafsilata ve taksimata gitmeden tağuta muhakemenin puta tapmak gibi küfür olduğunu söylememiştir. Bu konuda 50-100 senelik yakın tarihte bazıları tarafından delil getirilen nakillerin tamamı çarpıtılmış ve manası tahrif edilmiş nakillerdir. Bu konuda selefin tatbikatı, meseleye yaklaşımı, ümmetin vakıası ciddi bir şekilde sümen altı edilmiş, zihinler saptırıcılar tarafından sihirli sözler ile kandırılmış, tedlisat yapılmıştır.

Alimlerin bir mesele hakkındaki mutlak ve mücmel (genel ve özet) sözlerini görüp, aynı meselede ortaya koydukları tafsilata ve detaya kör kalmak saptırıcıların ve en iyi ihtimalle cahillerin işidir. Ayrıca alimler şirkin söz konusu olduğu hangi mesele olursa olsun her birinde çok yönlü tafsilata gittikleri, detaya indikleri ehlince malumdur. Şirkin kendilerinde vuku bulduğu dua, istiaze, istiğase, kurban, secde, vesile, şefaat gibi bir çok kavram ve meselede şirk olan ve olmayan, helal olan ve olmayan, bidat olan ve olmayan, caiz olan ve olmayan bir birinden bağımsız çok yönlü durumların, tafsilatlı detayların olması mümkünde; hüküm, muhakeme meselelerinde neden mümkün değil? Her şirk içerikli meselenin tafsilatı, detayı, bir çok farklı yönü varda, muayyene indirgendiğinde şart ve engeller bulunabiliyor da neden hüküm, muhakeme meselelerinin hiçbir tafsilatı, detayı, küçük şirk ve küçük küfür olan yönü yok? Bunları düşünmenizi tavsiye ediyoruz. Aynı şekilde bu konuya bazı yönlerden benzerlik gösteren Tevbe 31. ayetinin tefsirlerinde bahsedilen tafsilatı da araştırmanızı öneriyoruz. Yeri geldiği zaman o tafsilatla ilgili nakilleri de paylaşacağız.

Bizlerinde geçmişimizde yaptığımız gibi tafsilata gitmemek, "mesele güneş gibi açıktır, dinin aslındandır, itaatte ve hüküm de Allah'a şirk koşmaktır"[ vs. gibi yaldızlı sözler kullanmak, hiç bir delile dayanmamak, meseleyi kamufle etmek, ilme ihanet etmek ve tarihi gerçekleri inkar etmekten başka bir manaya gelmemektedir.

Konuya ve nakillere geçmeden önce herkesi bu mesele hakkında sarıldığı delilleri gözden geçirmeye ve getirdikleri delilleri bizlerden önce kimin getirdiğini araştırmaya davet ediyoruz. Bize karşı olan kininiz, bizler hakkında sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Daha kötüsü haktan yana mahrum etmesin. Sizden bize tabi olmanızı istemiyoruz. Bizi sevmeyebilirsiniz, ama objektif olabilir delillere, alimlerin sözlerine bakabilirsiniz. Sevmediğiniz yerden gelip kabul ettiğiniz hak sizi aziz kılar, zelil kılmaz.

Tabularını yıkmanızı, aklınızı kınamanızı, nefsinizi ayıplamanızı, muhasebe yapmanızı, şahsi yorumlarınızı bırakıp şunları düşünmenizi ve kendinize sormanızı tavsiye ediyoruz.
Zira güzel soru ilmin yarısıdır ve hakikate ulaştırır:

  • Allah'ın hükümlerine iman etmesi, Allah'ın hüküm koyma yetkisini Allah'a has kılması ve Allah'ın indirdikleri dışındakilerin batıl olduğuna inanması ile birlikte sadece Allah'ın indirdiklerinin dışındakilere muhakeme olmakla yetinen birinin tıpkı putlara ibadet eden veya ona kurban kesen kişi gibi şirk koştuğunu seleften kim söylemiştir?
  • Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındakiler ile hükmeden kişilerin bazı şart ve koşullarda küfre değilde günaha girmesi mümkün oluyorda, Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındakiler ile muhakeme olan kişilerin yine aynı şart ve koşullarda küfre değilde günaha girmesi neden mümkün olmuyor?
  • Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındakiler ile hükmetmek ile Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındakilere muhakeme olmak arasında fark olduğu tezatlığına hangi alim (!) düşmüştür?
  • Tağuta muhakeme olmak puta tapmak gibi açık ve bu kadar meşhur, bu kadar ağır mücerred bir fiili küfür çeşidi olmasına rağmen, ümmetin alimlerinin bunu kitaplarında nakletmemeleri mümkün müdür?
  • Ümmetin eserleri arasında fıkıh kitaplarında "Riddet Babları" diye meşhur olmuş fasıllarda bu küfür çeşidinin hiç geçtiği, örnek olarak verildiği görülmüş müdür?
  • Bu zamana kadar sözde "güneş gibi çok açık" diye ifade edilerek delil getirilen Nisa: 60-65. Ayetlerindeki tağuta muhakeme olmanın keyfiyyeti nedir? Ayette mevzu bahis olan kişiler nasıl tağuta muhakeme olmuşlardır?
  • Söz konusu ayetlerde tağuta muhakeme olmaları sebebi ile mevzu bahis kişilerin imanı nefyedilmiştir. Peki nefyedilen bu iman, İman'ın sıhhati midir? Yoksa kemali midir? Yoksa ayet her iki yönde anlaşılmaya müsait midir?
  • Eğer tağuta muhakeme puta tapmak gibi Tevhid'e tamamen zıt açık bir şirk ise mevzu bahis olan kişilerin hükmü ayetler nazil olmadan önce bilinmiyor muydu? Ayetler indikten sonra onların hükmü biliniyorsa, ayetler onların durumunu haber vermek için indiyse o halde tağuta muhakemenin puta tapmak gibi açık bir şirk olduğu nasıl söylenebilir?
  • Şayet tağuta muhakeme olmak puta tapmak gibi mücerred açık bir şirk ise tefsir kitaplarında Nisa 60-65 ayetlerinin bağlamında tağuta muhakeme olanların ne ayetlerin inmesinden önce ne de ayetlerin inmesinden sonra İslam'larından, ne İman'larından bahsetmesi mümkün müdür?
  • Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanından günümüze kadar uzanan Bedevilerin, Arap aşiretlerinin örflerine ve törelerine muhakeme olan kişinin küfründen nasıl bahsedildiğine dikkat ettiniz mi? Bu kişilerin küfründen bahsedilirken, küfürlerinin yaptıkları işi helal saymaları, o hükümlerin Allah'ın hükümlerinden daha üstün olduğuna inanmaları gibi şartlar ile kayıtlandığını fark ettiniz mi? Yalın ve soyut olarak Allah'tan başkasının hükmüne muhakeme olmanın küfür olmasından bahsedilmediğine dikkat ettiniz mi?
  • Bu zamana kadar delinin birine uyduk, "Asrımızın Yesağı" dedik durduk. Peki "Geçmişin Yesağına karşı müslümanların tavrı nasıldı, ümmet nasıl yaptı" diye sorduk mu? Çünkü bugün, düne çok benzemektedir. Bu gün içinde bulunduğumuz durum ile dün ümmetin içinde bulunduğu durum arasında çok fark yoktur. Bu gün ki Ana Yasalar dün İslam ümmeti üzerine kara bir gölge gibi çöken Cengizhan'ın Yesağının (yasalarının) devamı değil miydi? İslam ümmetinin bu Moğol tasallutuna maruz kaldığı zaman bu yasalar karşısında ne yaptığını sorgulamayacak mıyız?
  • Cengizhan'dan sonra Moğollar'ın İslamlaşma sürecinde, Cengizhan'ın yasalarından tamamen sıyrılmamalarına hatta çoğu zaman bu yasalara bağlı kalmalarına, ona göre hüküm vermelerine, insanları ona göre muhakeme etmelerine rağmen alimler tarafından müslüman sayılmaları gerçeğini nasıl görmezden geleceğiz?

Soruları daha da çoğaltabiliriz. Yeri geldikçe çoğaltacağızda. Bu vb. soruların hepsi bizim tevbe ettiğimiz, insanları da tevbeye çağırdığımız, batıl itikadımıza zıt olan hatta düne kadar küfür gördüğümüz sorulardır. Fakat aynı zamanda gerçekleri sorgulamamıza yardımcı olan sorulardır...

Bu noktadan sonra saklanan gerçekleri, alimlerin sözlerini, ümmetin tatbikini okudukça bize "Neden şimdi? Bu zamana kadar nerdeydiniz? Niye bunları göremediniz?" diye haklı olarak sorabilir ve sitem edebilirsiniz. Siyer de rivayet edilen bir hadisede Halid b. Velid'e neden İslam'a geç girdiği sorulunca: "Akıllarını dağlar gibi gördüğümüz insanlar vardı" cevabını verir. Bizim de durumumuz buna benzemektedir. İlmine, tecrübesine güvendiğimiz sonradan sordukça, sorguladıkça azılı birer saptırıcı olduğunu fark ettiğimiz saptırıcı deccallerin sihri ve tedlisi etkisindeydik.Sonra bunlardan ve bunlar gibi olanlarda yüz çevirdik. Akıllarını, yorumlarını, kelamlarını, safsatalarını terk ettik. Algılarımızı yönetmelerine, farklı yerlere yönlendirmelerine izin vermedik. Kötü dostlar ile aramıza setler çektik. Bu basiretimizin açılmasında en büyük etkenlerden biri hatta en önceliklisidir. Zira kötü dostların zararı kötülüğün kendisinden daha büyüktür.

Bunları birilerini günah keçisi ilan edip, bütün suçu başkasına atıp sıvışmak için söylemiyoruz. Özeleştirimizi ciddiyetle yapıyoruz. Elbette araştırma, soruşturma hususunda bizim de eksikliğimiz çoktur.Taklid ehli olmadığımızı, delilleri bilerek akidemizi şekillendirdiğimizi sanıyorduk. Fakat aslında birilerinin kendi akıllarınca "delil budur, hüküm de şudur" dedikleri şeyleri bizde "evet delil budur, hükümde şudur" diyerek tekrar ediyorduk. Birilerinin kendi akıllarınca delil diye sundukları şeyleri tekrar edince taklid ehli olmadığımızla kendimizi avutuyorduk. Halbuki delil getirenlerin hepsinin dinde söz hakkı olmayan cahiller olduğunu, delil getirme haklarının bulunmadığını görmüyorduk.

Fakat zamanla sorular ve sorunlar çoğaldı, cevapsız sorular, amansız sorunlar ortada kaldı. Sorgulamalar, soruşturmalar arttı. Doğruluğunda en emin olduğumuzu zannettiğimiz (tağuta muhakeme meselesi buna en büyük örnektir) meselelerin aslında doğru olmadığı her geçen gün ortaya çıktı. Ortaya çıktıkça bu durum araştırmaya, soruşturmaya daha çok itti.

Ve işte buradayız. Özeleştiri yaparak, bu zamana kadar hak zannederek davetçiliğini yaptığımız bu batıl görüşlerden döndüğümüzü ilan ederek Allah'a tevbemizi sunuyoruz. Bütün yayın organlarımızı, iletişim ağlarımızı, sosyal medya hesaplarımızı kapatıp kaçmıyoruz. Hatalarımızı, sapıklıklarımızı, saptırmalarımızı saklamıyoruz, aradan sıvışıp gitmiyoruz.

Şimdi gerek biz gerek bizi takip eden veya bu fikirlere sahip olup savunan kim var ise önünde iki seçenek vardır:

Birinci Yol:

-Nisa 60 ve Tevbe 31 Ayetinin farklı tefsirlerini kamufle edip te'vil etmek.

-Alimlerden gelen bu tafsilata işaret eden nakilleri te'vil edebildiği yere kadar te'vil edip, edemediği yerde ise alimleri tekfir etmek.

-Meseleyi La ilahe illallah kelime'i tevhidine havale edip işin içinden sıyrılmak.

-İçlerinde İbn Teymiye'nin ikinci Dımaşk seferi sırasında savaşmak için fetva verdiği İlhanlı devletin'den -Müslüman- Gazan Han ve tekfirinde açık bir şekilde ihtilaf olan Emir Timur ve daha niceleri olan, kısmen yesağa tabi olan, yesakla hükmeden, yesakla muhakeme eden müslüman moğol devlet adamlarının ve Memlük devletinin tamamını tekfir etmek.

-Bu devletleri ve devlet adamlarını tekfir etmeyen alimlerin kendi dönemlerinde sapık olduklarını dolayısıyla küfre rıza göstermelerinde şaşırılacak bir husus olmadığını söylemek.

-Asrımızın Yesak'ı adı altında neşredilen cahilane neşriyatlara devam etmek.

-Fasit akidelerini aynen devam ettirip İslam'a girişin ve Tagut'u inkarın baş şartı olarak -Sözleşmeler- ekolünü canlı tutmaya devam etmek.

İkinci Yol:

-Bu zamana kadar bu meseleyi hangi deliller üzerine küfür olarak gördüğünü sorgulamak.

-Delilleri aslından bir daha incelemek.

-Nisa 60-65'in ve Tevbe 31'in tefsirlerini baştan sona incelemek.

-Delilleri alimler hangi kayıt ve şartlarla zikretmişler bunlara dikkat etmek.

-Hangi alimin mücerred muhakeme fiilini kelime'i-tevhid içerisine soktuğunu ispat etmek.

-Aynı tafsilatı müslüman dediği alimlerden okuduğu zaman bunları te'vil edip kamufle ederken, muasırlardan bu tafsilat geldiği zaman ise hiç bir te'vile gitmeden bunları hemen nasıl açık küfre nisbet ettiğini sorgulamak ve bu konuda ki adaletini gözden geçirmek.

-Ulaştığı netice sonunda hiçbir gevşeklik ve kaypaklık göstermeden girdiğimiz bu zillet çukurunu itiraf edip, din hakkında ilimsizce konuşma günahını sırtlanıp bunun tevbesini ahirete bırakmadan bu dünya hayatında ifa etmek ve getireceği sonuçlara katlanmak.

Yazının devamında Nisa 60-65'in tefsirlerine, alimlerin görüşlerine geçmeden önce tekrar belirtmek istiyoruz ki meselemiz mücerred bir müslümandan sadır olabilecek şeriat dışı bir şeye muhakeme olmak meselesidir. İbn Kesir'in Yesak ve Cengizhan hakkında naklettiği icma'nin ise ileride de geleceği üzere bu konuyla uzaktan yakından alakası yoktur. Kaldı ki İbn Kesir'den nakledilen nakil bile bağlamından kopartılmış, tahrif edilmiş bir delildir. Düştüğümüz duruma bakın ki bu kadar meşhur bir mesele de elimizde bağlamından kopartılmamış kuvvetli tek bir nakil bile yoktur. Bağlamından kopartılıp delil olarak getirilen ise ancak 3 veya 5 tane nakil vardır. Varın gerisini siz düşünün!
 
Abdullah el Hanbeli Çevrimiçi

Abdullah el Hanbeli

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
NİSA 60-65. AYETLER DE GEÇEN KİŞİLERİN, TAĞUTA MUHAKEME OLMALARINA RAĞMEN NİFAKLARININ/KÜFÜRLERİNİN AÇIĞA ÇIKMADIĞINA DAİR TEFSİR EHLİNİN SÖZLERİNİ İHTİVA EDEN NAKİLLER

Tagut'a muhakeme olmanın mücerred bir küfür fiili olmasına dair bugüne kadar ki en büyük -şer'i- delilimiz Nisa suresinde geçen 60. ve devamında ki ayetlerdi... Öyle ki bu ayetler muhkem ve meseleyi hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kökten kesiyordu (!) Böylesine büyük ve kat'i bir delilin Kur'an müfessirleri tarafından nasıl tefsir edildiğini araştırmaya kalktığımız da karşımıza şöyle sonuçlar çıkmış olması gerekmekteydi:

1. -Kab b. Eşref'e veya Kahin'e muhakeme olmaya gidenler, gitmeye niyet edenler itaat ve hüküm de şirk koştukları için kafir ve müşrik olmuşlardır. Bu yaptıkları amel kayıtsız şartsız küfür fiilidir.

2. -Kab b. Eşref'e veya Kahin'e muhakeme olanlar rububiyyette Allah'a ortak koşup, hüküm ve teşri yetkisini o Tagut'lara yönelttikleri için müşrik olmuşlardır.

3. -Kab b. Eşref'e veya Kahin'e muhakeme olmak dinin aslını bozmakta ve Kelime'i Tevhid'i ortadan kaldırmaktadır. Çünkü Tagut'un hükmüne başvurmak hiç bir kayıt olmadan dinin aslını ortadan kaldıran bir eylemdir. Böyle bir fiilin kişiyi küfürden kurtarmasının tek yolu ise İkrah'tır.


Konu anlaşılsın diye zikrettiğimiz bu hususları bu ümmetin müfessirlerinin eserlerin de veya genel olarak alimlerin eserlerin de bulamayacağınız ise açıktır. Bu açıklamalar selefi olmayan bizler ve bizim gibi olan cahillerin şahsi yorumlardan öteye geçmeyen cahilane açıklamalardır.

Ayetin genel tefsirlerini dileyenler tefsir kitaplarına müracaat ederek okuyabilirler. Bizim burada zikredeceğimiz nakiller ise münafıkların bu fiili işlemesine rağmen kalplerin de ki küfri nifaklarının ortaya çıkmadığı zikredildiği içindir. Batıl akidemize göre bırakın kalplerin de ki nifakı, bu fiili işlemeye niyet ettikleri anda nifakları açığa çıkmış, üzerlerine küfür ahkamı tatbik edilmiş olması gerekmekte ve Rasulullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e ise ancak küfürden dolayı tevbe etmeye gelmeleri gerekmekteydi.

Şimdi aktaracağımız nakilde Müfessir Ebu'l Hasan el-Vâhidî (468 H) Rahimehullâh, tefsirinde Nisâ 60 ayetinin bir münafık ve Yahudi'nin tartışması ve münafığın Ka'b İbn'ul Eşraf'a muhakeme olmayı istemesi üzerine indiğini söylemiştir. Devamında da münafıkların Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in huzuruna gelip Rasûl'den başkasına muhakeme olmayı istemelerine bahaneler uydurduklarını söylemiştir. Hasan Basrî ve Zeccâc'dan da münafıkların nifakı açığa çıkarsa öldürülecekleri nakledilmiştir. Yani bu kişiler tağuta muhakeme olmayı istemişler, sonra peygambere gelip bunu itiraf etmiş ve türlü mazeretler sunmuşlar, ama tağuta muhakeme isteği, nifaklarının açığa çıkması olarak sayılmamıştır.

Alıntı Yap
  • Ebu'l Hasan el-Vâhidî (468 H) Rahimehullâh tefsirinde şöyle der:
«{ثُمَّ جَاءُوكَ يَحْلِفُونَ بِاللَّهِ} [النساء: 62] ، وذلك أن المنافقين أتوا نبي الله صلى الله عليه وسلم: وحلفوا أنهم ما أرادوا بالعدول عنه في المحاكمة، {إِلا إِحْسَانًا وَتَوْفِيقًا} [النساء: 62] أي: إلا توفيقا بين الخصوم أي: جمعا وتأليفا، وإحسانا بالتقريب في الحكم دون الحمل على مر الحق.
وكل ذلك كذب منهم، لأن الله تعالى قال: {أُولَئِكَ الَّذِينَ يَعْلَمُ اللَّهُ مَا فِي قُلُوبِهِمْ} [النساء: 63] من الكذب والخيانة والشرك والنفاق، فأعرض عنهم أي: لا تعاقبهم، وعظهم: بلسانك {وَقُلْ لَهُمْ فِي أَنْفُسِهِمْ قَوْلا بَلِيغًا} [النساء: 63] قال ابن عباس: خوفهم بالله.
وقال الحسن: قل لهم: إن أظهرتم ما في قلوبكم من النفاق قتلتم، فهذا القول البليغ، لأنه يبلغ من نفوسهم كل مبلغ.
وقال الزجاج: أعلمهم أنهم إن ظهر منهم رد لحكمك وكفر فالقتل.»

"Sonra Allâh'a yemin ederek sana geldikleri zaman." (en-Nisâ, 4/62)

Zira münafıklar, Allâh'ın Nebîsi Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e geldiler ve muhakeme hususunda ondan yüz çevirmelerinde, "iyilik etmek ve uzlaştırmaktan" başka bir şey istemediklerine dair yemin ettiler. Yani hasımlar arasında bir uzlaştırma hariç, yani onları bir araya getirmek, birleştirmek ve acı olan hakka zorlamaktansa hükmü muhalif için yaklaştırarak iyilik yapmak hariç başka bir şey istemediklerine dair yemin ettiler.

Bu, onlardan sadır olan bir yalandı, çünkü Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Onlar, Allâh'ın kalplerindekini bildiği kimselerdir." Kalplerinde bulunan yalanı, ihaneti, şirki ve nifağı. "Öyleyse onlara aldırma." Yani onları cezalandırma. "Onlara," dilinle "öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında etkili söz söyle." (en-Nisâ, 4/63)

İbnu Abbâs dedi ki: Onları Allâh ile korkut.

Hasan dedi ki: Onlara de ki: Eğer kalplerinizde bulunan nifağı açığa vurursanız öldürüleceksiniz! İşte bu etkili sözdür. Zira bu, onların ruhlarının derinliklerine işleyen etkili bir sözdür.

Zeccâc şöyle dedi: Onlara bildir ki eğer onların senin hükmünü reddettikleri ve küfrettikleri zahir olursa öldürülecekler!"



Vâhidî Rahimehullâh'ın Hasan el-Basrî Rahimehullâh'tan naklettiği sözünde, bu kişilerin nifak sahibi olduğu ve nifaklarını açığa vurdukları takdirde cezalandırılacakları söylenmiştir. Yani Ka'b İbn'ul Eşraf'a muhakeme olmayı isteyenler, gelip de bu istekleri için Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in huzurunda türlü türlü bahaneler uydurmuşlar, ama bu itirafları nifaklarının açığa vurulması olarak sayılmamıştır.

Tağuta muhakeme olmak puta tapmak gibi apaçık bir küfür ise bunu yapanın küfrü güneş gibi belli ise nasıl olurda Kab b. Eşref'e muhakeme olmak için giden hatta bunu rasüle türlü mazeretler ile izah eden kişilerin nifağının yani küfrünün ortaya çıkmadığından söz edilebilir?


Haşa Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem tağuta muhakeme olan bu kişilerin küfrünü nasıl göremedi? Amel zaten güneş gibi açık bir şekilde küfre delalet etmiyor mu?

Hasan el-Basri rh.a'a göre Kab b. Eşref'e muhakeme olanlar nifağını yani küfrünü henüz açığa vurmamış kimselerdi. Tağuta yani Kab b. Eşref'e muhakeme olmak açık bir küfürse, onların açığa vurmadığı küfür ne olabilir acaba?


Alıntı Yap
  • Hafız İmâd'ud Dîn İbnu Kesîr (774 H) Rahimehullâh şöyle demiştir:
«هذا إنكار من الله عز وجل على من يدعي الإيمان بما أنزل الله على رسوله وعلى الأنبياء الأقدمين، وهو مع ذلك يريد أن يتحاكم في فصل الخصومات إلى غير كتاب الله وسنة رسوله، كما ذكر في سبب نزول هذه الآية أنها في رجل من الأنصار ورجل من اليهود تخاصما، فجعل اليهودي يقول: بيني وبينك محمد، وذاك يقول: بيني وبينك كعب بن الأشرف. وقيل: في جماعة من المنافقين ممن أظهروا الإسلام، أرادوا أن يتحاكموا إلى حكام الجاهلية، وقيل غير ذلك، والآية أعم من ذلك كله، فإنها ذامة لمن عدل عن الكتاب والسنة. وتحاكموا إلى ما سواهما من الباطل، وهو المراد بالطاغوت ههنا، ولهذا قال: {يُرِيدُونَ أَنْ يَتَحَاكَمُوا إِلَى الطَّاغُوتِ ... } إلى آخرها.»
"Bu, Allâh Azze ve Celle'nin, Allâh'ın Rasûlü'ne ve daha evvelki nebilere indirdiğine iman ettiğini iddia eden, ancak bununla beraber husumet güttükleri şeylerde Allâh'ın kitabı ve Rasûlü'nün sünnetinden başkasına muhakeme olmak isteyenleri kınamasıdır. Nitekim bu ayetin sebeb-i nüzulünde ensardan bir adam ile Yahudilerden bir adamın husumetleştiğiYahudi'nin "Muhammed aramızda hüküm versin!" dediği, ensardan olan adamın da "Ka'b İbn'ul Eşref aramızda hükmetsin" dediği zikredilmiştir. Yine denilmiştir ki bu, İslam'ı izhar eden münafıklardan bir grup hakkında nazil olmuştur. Onlar cahiliyye hükmüyle muhakeme olmak istediler. Bunun dışında başka şeyler de zikredilmiştir. Ancak ayet, bunların hepsinden daha geneldir. Zira bu ayet, Kitap ve Sünnet'ten yüz çevirip de diğer batıl olan şeylere muhakeme olanların kınanmasını içerir. İşte ayette tağuttan kastedilen şey de budur. Bu yüzden ayette şöyle denilir: "Tâğût'u inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu hâlde, onun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor. Münafıklara, "Allâh'ın indirdiğine (Kuran'a) ve Rasûl'e gelin" dendiği zaman, onların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün." (en-Nisâ, 4/60-61)




İbn Kesir'in "Yine denilmiştir ki bu, İslam'ı izhar eden münafıklardan bir grup hakkında nazil olmuştur." Sözüne dikkat edin. Tağuta muhakeme puta tapmak gibi açık bir küfür ise bu münafıkların izhar ettiği şey İslam değil küfür olması gerekirdi. Burada "Münafıkların zahirde müslüman gözükmesinden bahsediyor" şeklinde ki bir itiraz safsatadan ve göz göre göre alimin sözünü tahrifata sokmaktan başka bir şey değildir.

Bunun böyle olmadığını gösteren bir çok karine vardır. Bunun izahını yapmak bile abesle iştigaldir. İbn Kesir genel olarak münafıkların zahiren müslüman olmasından durduk yere niye bahsetsin ki? Konu münafıkların zahiren müslüman olması mı? Bilakis İbn Kesir tağuta muhakeme olmalarına rağmen ayetin kendileri üzerine indiği durumu ifade etmek için söylemiştir. Şayet iddia edildiği gibi olsaydı İbn Kesir "Bu ayet küfürleri açığa çıkan münafıklar hakkında inmiştir" demesi gerekirdi. Alimlerin sözlerini yerlerinden oynatmayın!İbn Kesir'in sözleri Zeccac ve Hasan el-Basri gibi müfessirlerin sözlerine muvafıktır. Yani İbn Kesir'e göre de, Kab b. Eşref'e muhakeme olan kişiler bu fiili icra ederlerken zahiren müslümandı. Küfürleri hatta nifakları ortaya çıkmamıştı...



Alıntı Yap
  • Hafız İmâd'ud Dîn İbnu Kesîr (774 H) Rahimehullâh, Nisâ 60 ayetinin Ka'b İbn'ul Eşraf'a yahut da cahiliyye hakimlerine muhakeme olmak isteyenler hakkında indiğini söyledikten sonra şöyle demiştir:
«ثم قال تعالى في ذم المنافقين: {فَكَيْفَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ} أي: فكيف بهم إذا ساقتهم المقادير إليك في مصائب تطرقهم بسبب ذنوبهم، واحتاجوا إليك في ذلك {ثُمَّ جَاءُوكَ يَحْلِفُونَ بِاللَّهِ إِنْ أَرَدْنَا إِلَّا إِحْسَانًا وَتَوْفِيقًا} أي: يعتذرون إليك ويحلفون ما أردنا بذهابنا إلى غيرك، وتحاكمنا إلى أعدائك إلا الإحسان والتوفيق؛ أي: المداراة والمصانعة لا اعتقادًا منا صحة تلك الحكومة، كما أخبرنا تعالى عنهم في قوله: {فَتَرَى الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ يُسَارِعُونَ فِيهِمْ يَقُولُونَ نَخْشَى} إلى قوله: {فَيُصْبِحُوا عَلَى مَا أَسَرُّوا فِي أَنْفُسِهِمْ نَادِمِينَ} [المائدة: 52].»
...
«ثم قال تعالى: {أُولَئِكَ الَّذِينَ يَعْلَمُ اللَّهُ مَا فِي قُلُوبِهِمْ} هذا الضرب من الناس هم المنافقون، والله يعلم ما في قلوبهم وسيجزيهم على ذلك، فإنه لا تخفى عليه خافية، فاكتف به يا محمد فيهم، فإنه عالم بظواهرهم وبواطنهم. ولهذا قال له: {فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ} أي: لا تعنفهم على ما في قلوبهم {وَعِظْهُمْ} أي: وانههم عما في قلوبهم من النفاق وسرائر الشر، {وَقُلْ لَهُمْ فِي أَنْفُسِهِمْ قَوْلًا بَلِيغًا} أي: وانصحهم فيما بينك وبينهم بكلام بليغ رادع لهم.»

"Sonra Allâh Teâlâ, münafıkları kınama sadedinde şöyle buyurdu: "Kendi işledikleri yüzünden başlarına bir musibet geldiğinde hâlleri nasıl olur?"Yani, günahları sebebiyle kader, başlarına gelen musibetler konusunda onları sana sevk edince ve bu hususta sana muhtaç kaldıklarında onların hâli nice olur? "Sonra da 'Biz iyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka bir şey istememiştik,' diye Allah'a yemin ederek sana gelirler." Yani senden özür dileyerek şöyle yemin ederler: "Senden başkasına giderek ve düşmanlarına muhakeme olarak sadece iyilik etmek ve uzlaştırmayı dilemiştik!" Yani bunu, o hükmün sıhhatine itikat ettiğimizden değil, sırf idare ve dalkavukluk kabilinden yaptık. Nitekim Allâhu Teâlâ buyruğunda bize onlar hakkında şunları bildirdi: "İşte kalplerinde bir hastalık (nifak) bulunanların, "Başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz" diyerek onların arasında koşup durduklarını görürsün. Ama Allâh, yakın bir fetih veya katından bir emir getirir ve onlar içlerinde gizledikleri şeye (nifaka) pişman olurlar." (el-Mâ'ide, 5/52)

(...)

Sonra Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Onlar, Allâh'ın kalplerindekini bildiği kimselerdir." Yani, insanlar arasındaki bu sınıf münafıklardır ve Allâh, onların kalplerindekini bilir ve kalplerinde bulunan şeylerden dolayı onları cezalandıracaktır. Zira, en küçük şey dahi O'na gizli kalmaz. Öyleyse ey Muhammed! Onlar hakkında bununla yetin! Çünkü Allâh, onların zahirlerini ve batınlarını bilendir. Bunun içindir ki, Allâh, Rasûlü'ne şöyle buyurdu: "Öyleyse onlara aldırma," yani kalplerinde olanlardan ötürü onları azarlama, "Onlara öğüt ver," yani kalplerindeki nifak ve gizli kötülüklerden onları nehyet! "Ve onlara, kendileri hakkında etkili söz söyle!" Seninle onlar arasındaki konularda onları caydıracak etkili sözlerle onlara nasihat et."



İşte tağuta muhakemenin tıpkı puta tapmak gibi açık bir küfür olmasına dair biz ve başkaları tarafından sıkça referans alınan İbn Kesir'in sözleri!

Yine dikkat edin diyor ki: <<"Öyleyse onlara aldırma," yani kalplerinde olanlardan ötürü onları azarlama, "Onlara öğüt ver," yani kalplerindeki nifak ve gizli kötülüklerden onları nehyet!">>

Şimdi tağuta muhakeme puta tapmak gibi açık bir küfürse İbn Kesir'e göre bu azarlanma, tevbeye çağırma sebebi değil mi? Tağuta muhakeme olmaları süreti ile kalplerindeki küfür/nifak nasıl oluyorda gizli kalıyor, açığa çıkmıyor?


Yine İbn Kesir'in sözlerinde şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Kab B. Eşref'in yani tağutun hükümlerinin sıhhatine inanmadan, dünyevi maksatlar ile zahiren tağuta muhakeme olmak fiili "nifak" bile değildir.Bilakis nifak; münafıkların kalplerinde dillerinin söylediğinin aksine olan şeylerdir. İşte bu da tağuta muhakemenin ancak itikatten kaynaklanan bir durum ile küfür olduğunu, aksi halde küfür olmadığı hatta nifak bile sayılmadığını gösterir.

O halde şunu kesin olarak ifade edebiliriz: Nisa: 60. Ayeti münafıkların tağuta muhakeme olma amellerine değil itikatlerine göre inen ve itikati sapmalarına hüküm veren bir ayettir. İbn Kesir'in ve diğer müfessirlerin ifadelerinden ortaya çıkan budur. Bu husus ileride daha da detaylı ele alınacaktır.

Bütün bunlar tağuta muhakemenin puta tapmak gibi açık bir küfür olduğu görüşü noktasında en çok referans alınan İbn Kesir'in bile anlaşılmadığını gösterir. Hatta bu nakillerin sümen altı edildiği de söyleyenebilir. Yazımızının devamında İbn Kesir'den nakillerde bulunmaya ve şaşırtmaya devam edeceğiz.



Alıntı Yap
  • Müfessir Muhammed bin Abd'ir Rahmân el-Îcî (905 H) Rahimehullâh şöyle demiştir:

«(أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُوا بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَنْ يَتَحَاكَمُوا إِلَى الطَّاغُوتِ) الطاغوت ههنا ما سوى كتاب الله وسنة رسوله من الباطل، نزلت في يهودي ومنافق اختصما فقال اليهودي: بيني وبينك محمد،»
«وقال المنافق بيننا كعب بن الأشرف، أو في جماعة من المنافقين أرادوا أن يتحاكموا إلى حكام الجاهلية (وَقَدْ أُمِرُوا أَن يَكْفُرُوا بِهِ) بالطاغوت (وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلَالًا بَعِيدًا) لا يمكن لهم الرجوع إلى الحق أبدًا. (وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا إِلَى مَا أَنْزَلَ اللهُ وَإِلَى الرَّسُولِ رَأَيْتَ الْمُنَافِقِينَ) حال كونهم (يَصُدُّونَ) يعرضون (عَنْكَ صُدُودًا فَكَيْفَ) يكون حالهم (إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ) احتاجوا إليك في دفعها (بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ) بسبب شؤم ذنوهم (ثُمَّ جَاءوكَ) حين يصابون للعذر، عطف على إصابتهم (يَحْلِفُونَ) حال (بِاللهِ إِنْ أَرَدْنَا) ما أردنا من تحاكمنا إلى غيرك (إِلَّا إِحْسَانًا وَتَوْفِيقًا) مداراة ومصانعة لا اعتقادًا منا تلك الحكومة، أو إحسانًا لخصومنا وتوفيقًا بين الخصمين لا مخالفتك
"(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğût'un önünde muhakeme olmak istiyorlar." Burada tağut, Allâh'ın Kitabı ve Rasûlü'nün sünneti dışındaki batıl olan her şeydir. Bu ayet, husumet sahibi olan bir Yahudi ve bir münafık hakkında nazil olmuştu. Yahudi, 'Seninle benim aramda Muhammed vardır!' demişti. Münafık da dedi ki: 'Ka'b İbn'ul Eşraf'a gidelim!' Veya cahiliyye hakimlerine muhakeme olmak isteyen münafıklardan bir grup hakkında nazil oldu.

"Onu," yani tağutu "inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu hâlde. Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor." (en-Nisâ, 4/60) Onları ebediyete dek hakka dönmeleri mümkün olmayacak bir şekilde sapıklığa düşürmek istiyor.

"Onlara: Allâh'ın indirdiğine ve Rasûl'e gelin, dendiği zaman, münafıkları görürsün," yani onları şu hâlde görürsün, "senden büsbütün uzaklaşırken." (en-Nisâ, 4/61) Yani yüz çevirirken.

"Nasıl olur," onların hâli, "başlarına bir musibet geldiğinde," ve onu def etme hususunda sana muhtaç kaldıklarında "kendi işledikleri yüzünden," yani günahlarının uğursuzluğu sebebiyle. "Sonra da sana gelirler," başlarına musibet geldiğinde özür beyan etmek için. Bu ibare, isabet ibaresine atfedilmiştir. "Allah'a yemin ederek," yani bu hâlde "(Derler ki:) Biz bir şey istememiştik." (en-Nisâ, 4/63) yani senden başkasına muhakeme olurken "iyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka." Yani idare etme ve dalkavukluk yapmak içindi. Yoksa biz bu hükümlere itikat ettiğimiz için değil! Ya da hasımlarımıza iyilik etme ve hasımların arasını uzlaştırmak içindi, yoksa sana muhalefet etmek için değil!"(Îcî, Tefsir, 1/370-371)


Müfessir Îcî (905 H) Rahimehullâh da İmâd'ud Dîn İbnu Kesîr (774 H) Rahimehullâh'ın söylediklerini söylemiştir:Bu münafıklar, Ka'b İbn'ul Eşraf'a ya da cahiliyye hakimlerine muhakeme olmak istemişler, sonra da Rasûl'den başkasına muhakeme olurken Ka'b İbn'ul Eşraf'ın ya da cahiliyye hakimlerinin hükümlerinin sahih olduğuna itikat etmeksizin yalnızca hasımlarını idare etmek ve onlara dalkavukluk yapmak için bunu yaptıklarını ve Rasûl'e muhalefet etmeyi kastetmediklerini söylemişlerdir.

Bu minvalde açıklamalar, başka tefsir kitaplarında da geçmektedir. Açıklamalarda da görüleceği üzere batıl bir şekilde mücerred küfür olduğuna itikat ettiğimiz fiili işleyen münafıkların bile yaptıkları sebebiyle nifakları açığa çıkmamış, küfürlerine hükmedilmemiş, İrtidat'tan İslam'a tekrar çağrılmamışlardır. Hatta görüleceği üzere nakillerde itikat ve istihlal şartlarıda zikredilmiştir.

O halde bu açıdan baktığımızda itikatlerinin haricinde amel itibari ile tağuta muhakeme olan kişilerden nefyedilen iman; imanın sıhhati değil kemalidir. Şayet zannedildiği gibi tağuta muhakeme olmak puta tapmak gibi açık bir küfür olsaydı, alimler bu kişilerin nifağının açığa çıkmadığını söylemezler, bunun yerine onların o an kafir olduklarını, tevbeye çağrıldıklarını zikrederlerdi.
 
Abdullah el Hanbeli Çevrimiçi

Abdullah el Hanbeli

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
SELEFİN TAĞUTA MUHAKEME OLANLARDAN AÇIKÇA "MÜSLÜMAN" OLARAK BAHSETMESİNE DAİR TEFSİR VE RİVAYETLER

Yukarda zikrettiğimiz nakiller genel itibariyle tağutlara muhakeme olmalarına rağmen küfürlerinin açığı çıkmadığına dair münafıkların durumları ile ilgiliydi.

Şimdi ise Nisa 60 ve 65. ayetin tefsirlerinde geçen tağuta muhakeme olmuş hatta bundan tevbe istiğfar etmemiş kişilerin "müslüman" olması ile alakalı nakilleri paylaşacağız. Bunu zikretmemizin sebebi ise müfessirler bu açıklamaları yaparken 60 ile 65. ayetlerin tefsiri boyunca bahsedilen kişi ve kişileri sürekli "müslüman" olarak zikretmeleri, mücerred tağuta muhakeme fiiliyle üzerlerinden "İslam" isminin kalktığını ve kafir olduğunu zikretmemeleridir.

Genel olarak ise ayetin nuzul sebebi olarak "bir münafık bir yahudi veya bir müslüman bir yahudi" şeklinde bahsedilmektedir. Bu noktada "Zaten Münafıklara zahiren müslüman denilir" gibi bir itiraza cevabımız ise şudur:

Konu bağımsız olarak münafıkların zahiren müslüman olması değildir. Yukarıdaki tefsir ise şuan üzerinde durduğumuz konudan ayrıda değildir. Bizim burada bahsettiğimiz husus kişinin münafık ya da müslüman ismini alması değildir. Müfessirler mücerred olarak Tagut'a muhakeme olan kişiden İslam ismini kaldırmamış, kaldırılmasına sebep olacak hususu ise itikat ve istihlal olarak görmüşlerdir.

Kaldı ki müfessirler tağuta muhakeme olan mevzu bahis kişilerin tağuta muhakeme olmalarına rağmen nifaklarının ortaya çıkmadığından bahsetmeleri sabitken bununla beraber tağuta muhakeme olmuş kişilere "müşrik/mürted" demeleri yerine "müslüman" diyorlarken böyle bir itiraz abesle iştigaldir. Fakat fitneye düşenin yalana, aldatmaya, avutmaya sarılması şaşılacak bir şey değildir.
[/b]

Alıntı Yap
  • Müfessirlerin İmamı İbnu Cerîr et-Taberî (310 H) Rahimehullâh, tefsirinde şu rivayete yer vermiştir:
«9907 - حدثني محمد بن عمرو قال، حدثنا أبو عاصم، عن عيسى، عن ابن أبي نجيح، عن مجاهد في قول الله:"ظلموا أنفسهم" إلى قوله:"ويسلموا تسليما"، قال: إن هذا في الرجل اليهودي والرجل المسلم اللذين تحاكما إلى كعب بن الأشرف.»
"9907- Muhammed bin Amr bana tahdis edip dedi ki, Ebû Âsım bize Îsâ'dan, o da İbnu Ebî Necîh'ten, o da Mücâhid'den, Allah'ın şu kavli hakkında şöyle dediğini tahdis etti: "onlar kendilerine zulmettikleri (zaman)..." kavlinden şu kavline kadar: "tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe." Bu, Ka'b İbn'ul Eşraf'a muhakeme olmuş bir Yahudi ve bir Müslümanadam hakkında nazil olmuştur."

  • İmam İbn'ul Munzir (319 H) Rahimehullâh'ın tefsirinde şöyle geçer:
«1959 - حَدَّثَنَا عَلِيُّ بْنُ الْمُبَارَكِ، قَالَ: حَدَّثَنَا زَيْدٌ، قَالَ: حَدَّثَنَا ابْنُ ثَوْرٍ، عَنِ ابْنِ جُرَيْجٍ، عَنْ مجاهد " {وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ إِلَى فَلا وَرَبِّكَ لا يُؤْمِنُونَ حَتَّى قوله: وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا} هَذَا فِي الرجل اليهودي والرجل المسلم، اللذين تحاكما إِلَى كعب بْن الأشرف "»
Mücâhid der ki: "Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de..." (en-Nisâ, 4/64) buyruğundan "Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, iman etmiş olmazlar," nihayet şu buyruğa kadar: "tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe." Bu, Ka'b İbn'ul Eşref'e muhakeme olmuş Yahudi adam ve Müslüman adam hakkındadır."

  • İmam İbnu Ebî Hâtim (327 H) Rahimehullâh'ın tefsirinde şöyle geçer:
«5547 - حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ عَوْفٍ الْحِمْصِيُّ، ثنا أَبُو الْيَمَانِ، ثنا صَفْوَانُ: يَعْنِي ابْنَ عَمْرٍو-، عَنْ عِكْرِمَةَ عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ: كَانَ أَبُو بُرْدَةَ الأَسْلَمِيُّ كَاهِناً يَقْضِي بَيْنَ الْيَهُودِ، فَتَنَافَرُوا إِلَيْهِ أُنَاسٌ مِنْ أَسْلَمَ مِنَ الْيَهُودِ فَأَنْزَلَ اللَّهُ تَعَالَى أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُوا بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ»
İbnu Abbâs şöyle dedi: "Ebû Burde el-Eslemî Yahudilerin arasında hüküm veren bir kahindi. Yahudilerden (İsrailoğulları'ndan) İslam'a girenlerden bazıları ona hüküm vermesi için gitti.Bunun üzerine Allâhu Teâlâ şu ayetleri nüzul etti: "Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini ileri sürenleri görmedin mi?" (en-Nisâ, 4/60)"

Ebû Burde'ye başvuranların kıssasına dair gelen bu rivayetin bazı lafızlarında, "Yahudilerden İslam'a girenlerden bazıları" ibaresi yerine "Müslümanlardan bazısı" şeklinde geçmektedir.


Bu rivayetlerde, Ka'b İbn'ul Eşraf ve Ebû Burde el-Eslemî gibi şeriata muhalif hükümlerle hükmeden kişilere muhakeme olanlar, açıkça "Müslüman" olarak vasfedilmiştir. Bu konuda yapılacak tevillerin, alimlerin sözlerini tahrif etmekten, kelimeleri yerlerinden etmekten başka bir manaya gelmeyeceği aşikardır.Mesela burada "Bunların önceden müslüman olmasından bahsediliyor"şeklinde bir itiraz da yine zorlama ve zırva bir tevilden, tedlisten ibarettir. Deli saçmasından, hileci saptırmasından başka bir şey değildir.

Zira İmam Mücahid Rahimehullah "onlar kendilerine zulmettikleri (zaman)..." (Nisa, 64) ayeti ile "Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, iman etmiş olmazlar," (Nisa, 65) ayetleri hakkında "Bu, Ka'b İbn'ul Eşraf'a muhakeme olmuş bir Yahudi ve bir Müslüman adam hakkında nazil olmuştur."diyor.

Zira ayette tağuta muhakeme olan ve bununla birlikte rasüle gelip istiğfar dilemeyen yani tevbe etmeyen hatta yaptığına mazeretler arz eden kişilerin müslümanlığından bahsediyor. Şayet tağuta muhakeme olmak puta tapmak gibi açık bir küfür olsaydı hatta bundan tevbe etmeyen, bağışlanma dilemeyen kişi mürted sayılsaydı İmam Mücahid'in "Kab B. Eşref'e muhakeme olmuş müşrik veya mürted hakkında inmiştir" demesi gerekirdi. Ayrıca ayetlerin siyakında ve sibakında mevzu bahis kişilerin tıpkı Tevbe: 65-66'de olduğu gibi küfre girdiğine dair bir şey yoktur.

Buradan ortaya şu iki sonuç çıkıyor:

Ya İmam Mücahid, Hasan el-Basri, Zeccac, İbn Abbas ve onlardan rivayetlerde bulunan İmam Taberi, İbn Munzir, İbnu Ebi Hatim gibi müfessirlerin önderleri, tefsir ilminin en muteberleri tağuta muhakemenin puta tapmak gibi açık bir küfür olduğunu, bu ameli işleyenin derhal tekfir edilmesi gerektiğini bilmeyen Tevhid'den zerre nasibi olmayan insanlardır.

Ya da tağuta muhakeme olmak puta tapmak gibi açık bir küfür olmayan, tıpkı diğer haramlar gibi bir haram olup, ancak belli şartlara ve kayıtlara bağlı olarak küfür olabilecek bir mesele olduğu için bu müfessirlerin bu şekildeki açıklamaları gayet doğaldır.


Bu iki yoldan başka bir yol yoktur. Fakat hakkı batıl ile değiştirenler, batıla hak kisvesi giydirenler, saptırıcı tevilciler için bütün bunları tahrif etmek için elbet şahsi bir yorum, akli bir sunum bulunur!
 
Abdullah el Hanbeli Çevrimiçi

Abdullah el Hanbeli

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
ŞERİATİ HAKEM TAYİN ETMEYİP, TAĞUTLARA MUHAKEME OLMAK İMAN'IN SIHHATİNE Mİ, YOKSA İMAN'IN KEMALİNE Mİ AYKIRIDIR?

Selefin sözlerini zorlama teviller, tahrifler, tedlisler yapmadan, alakasız yorumları, safsataları katmadan doğrudan ele alırsak; alimlerin Nisa 60-65. Ayetlerde zikredilen kişilerin "mücerret" olarak tağuta muhakeme olmaları ile "küfre"girmediklerini bununla beraber İman'a aykırı hareket ettiklerini ifade ettiklerini net bir şekilde görürüz.

Burada şu soruyu sormak kaçınılmazdır. Yukarıda da bu hususa işaret etmiştik. Şeriati hakem tayin etmeyip, tağuta muhakeme olmak İman'a aykırı bir ameldir. Fakat bu aykırılık ne derecededir?

Bu ayetlerde nefyedilen yani yok sayılan İman; İman'ın kemali midir? Yoksa İman'ın sıhhati midir?


Daha anlaşılır bir ifade ile; Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındakilere muhakeme olan bu kişiler, bu amelleri ile İman'larını ortadan kaldıracak büyük küfür mü işlediler? Yoksa İman'larını ortadan kaldırmayan fakat bununla beraber İman'larını azaltan küçük küfür mü işlediler?

Ayetlerin tek bir yönü mü vardır? Yoksa ayetlerin her iki yönden de anlaşılması mümkün müdür?

Söz konusu bu iki yönü, bir birinden bağımsız bir şekilde ayrı illetleri tesbit etmek sureti ile anlamak mümkündür. Bunun örneği nasslarda çoktur. Allahu Teala'nın şu kavli buna bir örnektir:

"İman edip de imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte onlar güven içindedir; doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'am, 82)

Mesela bu ayette ki İman'ın, İman'ın sıhhati mi yoksa İman'ın kemali mi olduğu noktasında farklı tefsirler gelmiştir. Fakat bu tefsirler bir birlerine zıtlık arz eden tefsirler değildir. Araları bir birinden bağımsız illetler ve şartlar ile ayrıldığı zaman ayet her iki şekilde anlaşılmaya müsaittir.

Nisa 60-65. Ayetlerde nefyedilen İman'ı da bu şekilde iki yönü ile ele alabiliriz ki selef bunu yapmıştır. Burada dikkat etmemiz gereken bir şart vardır. O da "Ayetlerde nefyedilen iman, imanın kemalidir" veya"imanın sıhhatidir" dediğimiz zaman, bu iki yönün illetlerini ayrı bir şekilde tesbit edip, değerlendirmektir.

Yani ayetlerde geçen İman'a aykırı durumlar nasıl olursa İman'ın kemaline aykırıdır, nasıl olursa İman'ın sıhhatine aykırıdır? İşte bu soru ve cevabı aynı zamanda, Allah'ın indirdiği hükümlerin dışına, tağutlara muhakeme olmanın nasıl ve hangi şartlarda haram olacağının ve yine nasıl ve hangi şartlarda küfür olacağının izahını da barındırmaktadır.

Burayı anladığımız zaman tefsirlerde geçen farklılıkların arası da cem edilmiş olacaktır ki biz ilgili ayetlerin tefsirinde bulunan her iki yönü illetleri ile beraber, daha iyi anlaşılması, aradaki farkların daha iyi ortaya çıkması için peş peşe zikredeceğiz. Bu noktadan sonra dikkatinizi vermeniz gereken şey; müfessirler Nisa 60-65. Ayetlerde nefyedilen İman'ın, İman'ın kemali olduğunu söylerken hangi illetler ile kayıtlıyorlar, yine İman'ın sıhhati olduğunu ifade ederken hangi illetler ile bunu kayıtlıyorlar.

Alıntı Yap
  • Müfessir Ebu'l Muzaffer es-Sem'ânî (489 H) Rahimehullâh şöyle demiştir:
"Allâhu Teâlâ'nın şu kavli: "Hayır! Rabbine yemin olsun ki iman etmezler." Burada münafıkların sözü ve özürlerine reddiye verilmektedir. Sonra da cümle şöyle başlamıştır: "Rabbine yemin olsun ki iman etmezler," buradaki kasıt kâmil imandır. Yani "Aralarında çıkan" yani ihtilaf ettikleri "şeylerde seni hakem tayin etmedikçe" imanları kemale ermez...

Ayetin manası şudur: Onlar, senin hükmüne razı gelmedikçe ve boyun eğmedikçe imanları kemale ermez.Denilmiştir ki bu ayet, tehdit bakımından Allâhu Teâlâ'nın Kitabında bulunan en ağır ayettir.

Ayetin sebebi nüzulu hakkında ihtilaf edildi. Ata ve Mücahid dedi ki bu ayet, tağuta muhakeme olan münafıklar hakkında indi." [Özetle Sem'ânî, Tefsîr, 1/444.]



İhtilaf anında rasülü yani şeriati hakem tayin etmemek, Allah'ın hükümlerine muhakeme olmamaktır. Aksine bu tağutu hakem tayin edip, tağuta muhakeme olmanın ta kendisidir. Şayet salt olarak tağuta muhakeme olmak puta tapmak gibi açık bir küfür olsaydı burada İman'ın kemalinden değil sıhhatinden ve aslından bahsedilirdi.

Ata ve Mücahid'in "bu ayet, tağuta muhakeme olan münafıklar hakkında indi." Demelerine de ayrıca dikkat edilmesi gerekir. Bu açıklamalara binaen diyebiliriz ki; rasülü hakem tayin edip ona muhakeme olmayanlar veya onunla beraber başkasını da yani tağutları hakem tayin edip ona muhakeme olanlar İman'ın aslını ve sıhhatini ortadan kaldıracak bir şey yapmamışlar, fakat İman'ın kemaline aykırı olup, İman'ı eksilten bir şeyler yapmışlardır.

İmam Mücahid'in bunlar için "müslüman"dediğini yukarıda geçmişti. Bunların hepsi, dediklerimizi destekler mahiyettedir.



Alıntı Yap
  • Şeyh'ul İslam İbnu Teymiyye (728 H) Rahimehullâh şöyle demiştir:
"Allâhu Teâlâ'nın şu kavli de bu kapsamdadır:

"Hayır; Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar." (en-Nisâ, 4/65)

Allâh bu raddeye gelinceye kadar imanı nefyettiğinde bu, bu raddeye ulaşmanın insanlar için farz olduğuna delalet eder. Herkim bu raddeyi terk ederse azapsız cennete girmeyi vaat ettiği vacip imana sahip olmayan tehdit edilenlerden olur.Zira Allâh, ancak Kendisinin emrettiği şeyi işleyenlere bunu vaat etmiştir. Vaciplerin bir kısmını yerine getirip de bir kısmını terk edenlere gelince, onlar tehdide maruz kalırlar." [Mecmû'ul Fetâvâ 7/37.]

"Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Hayır; Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar." (en-Nisâ, 4/65)

Herkim aralarında çıkan ihtilaflarda Allâh ve Rasûlü'nün hakemliğine boyun eğmezse, Allâh Kendi nefsine yemin etmiştir ki bu kişi iman etmemiştir. Ancak batında ve zahirde Allâh'ın ve Rasûlü'nün hükmüne boyun eğen ancak asilik yapıp hevasına tabi olan kişiye gelince o, kendi benzeri olan asilerin mesabesindedir."[Minhâc'us Sunne, 5/131.]



Şeyhulislam'ın sözleri de bu noktada sadra şifa olacak cinstendir. Onun sözleri rasülü yani şeriati hakem tayin edip, ona muhakeme olmayan, aksine hareket edip, şeriatin dışındakileri hakem tayin edip, bunlara muhakeme olan herkes için geçerlidir. Bilhassa onun şu sözü bu konuda takip etmemiz gereken usulü ortaya koymaktadır :"Ancak batında ve zahirde Allâh'ın ve Rasûlü'nün hükmüne boyun eğen ancak asilik yapıp hevasına tabi olan kişiye gelince o, kendi benzeri olan asilerin mesabesindedir."

Her kim batınen ve zahiren Allah'ın ve rasülünün hükmüne boyun eğiyor, ona iman ediyor bununla birlikte bu kişi sırf nefsine, heva ve hevesine uyduğu için şeriati hakem tayin etmeyip, ona muhakeme olmuyor, şeriatın dışındakilere, tağutlara muhakeme olup onları hakem tayin ediyorsa, bu kişi tıpkı diğer günahları işleyenler gibidir. İşte bu vacip olan İman'ın kemaline aykırı olan bir durumdur. Bu ise kişinin ebedi cehennemde kalmasını gerektiren bir amel değildir. Bilakis şirkin ve küfrün altındaki bir ameldir. Allahu Teala dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder.



Alıntı Yap
  • Şeyh Hamad bin Nâsır bin Mu'ammer (1225 H) Rahimehullâh şöyle demiştir:
"Bundan daha beliğ olanı Allâhu Teâlâ'nın şu kavlidir: "Eğer bir şeyde ihtilaf ederseniz, eğer ki Allâh'a ve son güne iman ediyorsanız Allâh ve Rasûl'üne başvurun!" Bu insanların usulü ve furusuyla din hususunda ihtilaf edilen her şeyde başkasına değil, Allâh ve Rasûlü'ne başvurması gerektiğine delalet eder. İşte bu yüzden şöyle buyurmaktadır: "Eğer ki Allâh'a ve son güne iman ediyorsanız."Bu bir şarttır ve şart olmadığında şart koşulan şey de yok olur. Bu da delalet eder ki her kim ihtilaf meselelerinde Allâh ve Rasûlü'nden başkasını hakem tayin ederse Allâh'a ve son güne imanın gereğinden çıkmış olur." [Mecmû'at'ur Rasâ'il ve'l Mesâ'il ve'l Fetâvâ, sf. 173.]

  • Şeyh Suleymân bin Abdillâh (1233 H) Rahimehullâh şöyle demiştir:
"Lâ İlâhe İllallâh'ın gereklerinden biri de Rasûl'e tabi olmak, ihtilaf olduğunda onu hakem tayin etmek ve -Rasûl'e iman ettiğini iddia edip de başkasına muhakeme olan münafıkların yaptığı gibi yapmayarak- Rasûl'den başkasına muhakeme olmayı terk etmektir. İşte bununla kul, tevhidin kemaline ve Rasûl'e tabi olmanın kemaline erişir. İşte bu, kulun mutluluğunun kemalidir ki bu da iki şehadet kelimesinin manasıdır."[Suleymân bin Abdillâh, Teysîr'ul Azîz'il Hamîd, 480.]

  • Fahr'ud Dîn er-Râzî (606 H) Rahimehullâh şöyle demiştir:
"Allâhu Teâlâ, "Artık onun emrinden uzaklaşıp gidenler, kendilerini bir fitne (bela) çarpmasından yahut onlara pek acıklı bir azab çatmasından çekinsinler." (en-Nûr, 24/63) buyurmuştur. Bu ayet, Rasûl Aleyh'is Salâtu ve's Selâm'a muhalefet etmenin, büyük bir günah olduğuna delalet ediyor." [Râzî, Mefâtîh'ul Gayb, 10/121.]



Yani özetle Rasûl'e iman etmenin gereği, ihtilaf anında onu hakem tayin etmek, onun hükmüne boyun eğmek ve ona muhalefet etmemektir. Bütün bunlar imanın kemalindendir. Kişi ne kadar çok Rasûl'e itaat eder ve hükümlerine teslim olursa imanı o kadar güçlüdür.

Alimlerden buraya kadar aktardıklarımızdan şu husus kesin ve net bir şekilde anlaşılmıştır:

Mücerret olarak şeriatin dışındakileri hakem tayin edip, onlara muhakeme olan kişiler İman'ın aslını ve sıhhatini ortadan kaldıran, kişiyi kafir yapan bir amel işlememişler bilakis İman'ın kemaline aykırı bir amelde bulunmuşlar ve İslam dairesinden çıkmamışlardır.

Ancak bu amele düşen kişilerin yaptıklarının haram ve günah olduğunu, nefislerine uyduklarını bilmeleri, Allah'ın hükümlerine İman ve tazim etmeleri şarttır. Tağuta muhakemenin bu zamana kadar zannedildiği gibi puta tapmak gibi açık bir küfür olmadığı tekrar tesbit edilmiş, teyit üstüne teyit edilmiştir.

Buraya kadar Nisa: 60-65. Ayetlerin bağlamında şeriati hakem tayin etmeyip, tağuta muhakeme olmanın İman'ın kemaline aykırı olan yönünden bahsettik. Bundan sonra ise İman'ın aslına ve sıhhatine aykırı olup, İman'ı ortadan kaldıran ve kişiyi kafir yapan yönüne değinip, bunun şartlarını ve illetlerini yine alimlerin sözleri ile tesbit etmeye çalışacağız.

Bu noktadan sonra herkesin şu soruyu düşünmesini tavsiye ediyoruz: "Alimler mücerret olarak tağuta muhakeme olmaya mı küfür dediler? Yoksa tağuta muhakeme olmayı bir takım kayıtlara ve şartlara bağlayarak mı küfür dediler?"

Mesela; bir alim "Her kim helal sayarak, hükmü tahkir ederek, hükme kibirlenerek, hükmü inkar ederek içki içerse o kişi kafirdir!" derse buradan ne anlaşılır?

Alimin mücerret olarak içki içmeye küfür dediğini mi söyleyeceğiz? Yoksa bir takım illet ve şartlarla beraber içki içmeye küfür dediğini mi söyleyeceğiz? Elbette ikincisini söyleriz.Birincisini söylemek hem alime iftira olur, hemde alimin ifadelerini saptırmak olur!

Tağuta muhakemenin küfür olan yönü ile alakalı alimlerin sözleri de işte bu minvaldedir...
 
Abdullah el Hanbeli Çevrimiçi

Abdullah el Hanbeli

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
AYETLERDEKİ TAĞUTA MUHAKEME OLAN KİŞİLERİN AMELLERİNDEN DOLAYI DEĞİL, İTİKATLARINDAN DOLAYI TEKFİR EDİLMELERİ İLE ALAKALI ALİMLERİN SÖZLERİNDEN BAZILARI

Bu noktadan sonra aktaracaklarımız, tağuta muhakeme olmanın İman'ın sıhhatini ve aslını ortadan kaldıran yani kişiyi kafir yapanyönü ile alakalıdır.

Şayet Kab b. Eşref ve benzeri Tagut'lara muhakeme olmak, hükümlerine başvurmak başlı başlına mücerred bir küfür çeşidi olsaydı alimler kitapların da bu muhakeme olma fiilini çeşitli illetlere bağlayıp üzerlerine küfür ahkamı tatbik etmezlerdi.

Bu illetlerden bir tanesi de muhakeme fiilini icra eden münafıkların, işledikleri fiil sebebiyle değil itikaden Rasul Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in hükmünden nefret etmeleri, razı olmamaları, başkalarının hükmünü onun hükmünden üstün tutmaları vb. sebeplerle tekfir edilmeleridir. Şayet şeriat'in dışına Tagut'a muhakeme olmak mücerred hiçbir kayda dayanmadan küfür olan bir fiil olsaydı, bu fiili işleyen kişinin itikadine, inancına, nefret edip etmediğine vs bakılmaz, kafir olmalarının sebebinin sadece işlediği muhakeme fiili olduğu söylenirdi.

Bu noktada "Cehmiyye gibi küfrü itikada bağlıyorsunuz!" diyenler olabilir. Bu konuyu saptırmak ve manipüle etmektir. Zira biz tağuta muhakemenin tıpkı puta tapmak, Kur'an'ı pisliğe atmak gibi ameli ve fiili apaçık bir küfür olmadığını ispat ettik, etmeye de devam ediyoruz. Dalaletten, gafletten hatta dine ihanetten kaynaklanan bu itirazın geçerli olabilmesi için bu kişilerin önce tağuta muhakeme olmanın hiçbir şart ve kayıt olmaksızın mücerret bir küfür/şirk olduğunu ispat etmeleri lazımdır ki, bunu asla yapamazlar. Yapmaya kalktıkları takdirde tekfir edip cehmiyye ilan etmek zorunda kalacakları alimler ordusunu karşılarında bulurlar...

Konumuzu gelecek olursak; tağuta muhakeme olmanın küfür olan yönü ile veya ayetteki mevzu bahis kişilerin tekfir edilmeleri ile alakalı alimlerin bir çok sözü vardır. Hepsi illetler ile kayıtlanmıştır. Defaatle ve defalarca ifade ettiğimiz gibi ameli olarak tağuta muhakeme olmayı puta tapmak, Kur'an'ı pisliğe atmak gibi yalın bir küfür olarak değerlendiren kimse yoktur!Alimlerin bu sözlerinden bazısı şunlardır:

Alıntı Yap
  • Şihâb'ud Dîn İbnu Hacer el-Askelânî (852 H) Rahimehullâh kadar büyük bir alim olduğu söylenen Nizâm'ud Dîn en-Neysâbûrî (850 H) Rahimehullâh'ın tefsirinde şöyle geçer:
"Sonra, tağut, zikredilen şeylerden hangisi olursa olsun, Allâhu Teâlâ bu tağuta muhakeme olmayı ona küfretmeyle karşı karşıya kılmıştır. Lakin, tağuta küfretmek Allâh'a ve Rasûlü'ne iman etmektir. Dolayısıyla bu ayet, Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in hükmünden -ister şüphesinden dolayı ister küstahlığından dolayı olsun- razı olmayanların tekfir edilmesine dair bir nas olmuştur." [Neysâbûrî, Garâ'ib'ul Kur'ân, 2/437.]



Dikkat edin! Alim sözlerinde tekfiri nasılda itikade, rızaya bağlıyor. Mücerred küfür olan bir fiili illetlere bağlamanın ne anlamı var? Halbuki alim tağuta muhakeme olmanın küfür olmasını illetlerden ve nedenlerden bağımsız değerlendirip, mücerret bir amele hüküm vermiyor.

Şimdi ise Fahreddin er-Razi'den bir nakil yapacağız. Razi'den yapacağımız naklin siyakında Kadı'dan nakledilen ve konu da ki tafsilatı en açık ve en sarih olarak ortaya koyan çarpıtılmış nakillerden sadece birisi olan "Taguta muhakeme olmanın küfür gibi olması, Rasul'un hükmünden razı olmamanın ise küfür olması" sözünü ise daha sonra Ulema'dan Tağuta Muhakeme'de ki tafsilata dair olan fetva ve nakilleri ile beraber paylaşacağız. Burayı sonraya bırakıp yapacağımız nakle geçiyoruz.



Alıntı Yap
  • Fahr'ud Dîn er-Râzî Rahimehullâh diyor ki:
Sonra Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Onlara: Allâh'ın indirdiğine ve Rasûl'e gelin, dendiği zaman, münafıkları senden büsbütün uzaklaşırken görürsün." (en-Nisâ, 4/61) Bu ayette iki mesele vardır.

Birinci Mesele: Allâhu Teâlâ önceki ayette, münafıkların tağuta muhakeme olma hususundaki isteklerini beyan buyurmuştur, bu ayetle de onların, Rasûl Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in huzurunda muhakeme olmaktan nefret ettiklerini beyan etmiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: O münafıklar, zalim oldukları ve Rasûl Aleyh'is Salâtu ve's Selâm'ın rüşvet almayacağını ve acı bir hüküm vereceğini bildikleri için, Rasûl'ün hükmünden yüz çevirmişlerdir. Ve yine denmiştir ki bu yüz çevirme, onların dine olan düşmanlıkları sebebiyle olmuştur. (...)

Üçüncü sınıf: Allâhu Teâlâ'nın şu buyruğu: "Ve onlara, kendileri hakkında etkili söz söyle!" (en-Nisâ, 4/63) Bu ayette de iki mesele bulunmaktadır. (...)

İkinci Mesele: Bu ayet hakkında iki görüş bulunmaktadır:

Birincisi: Öğüt vermeden murad, ahiret cezasıyla korkutmaktır. Beliğ sözden murad ise, dünya cezasıyla korkutarak, onlara şöyle denilmesidir: Kalplerinizdeki nifak ve hilekârlıklar, Allâh katında malumdur. Sizinle diğer kâfirler arasında herhangi bir fark yoktur; Allâh, imanı izhar ettiğiniz için, kılıcı (öldürülme hükmünü) sizden kaldırmıştır. Binâenaleyh, bu kötü fiillerinize devam ederseniz, hepinizin küfürde devam ettiği herkes için zahir olacak olur. Bu durumda da size kılıç gerekir." [Râzî, Mefâtîh'ul Gayb, 10/121-124.]



Dikkat edin! Razi önce Rasul'e muhakeme olmaktan nefret etme, yüz çevirme ve dine olan düşmanlıklar gibi çeşitli illetleri zikretmiştir. Bu hususların hepsi zahirde ortaya çıkmayan kalbi itikatle alakalı meselelerdir. Bu sözümüze işaret edecek en büyük husus yine Razi'nin Birinci görüş olarak zikrettikleridir.

Razi münafıkların kalplerin de ki nifağın Allah katında malum olduğunu ve diğer kafirlerle aralarında bir fark olmadığını söylemektedir. Lakin bunu sadece itikatleri ile alakalı duruma bağlamakta, insanlar arasında izhar ettikleri itikatlerini ise ayrı tutmaktaydı. Ve bu tağuta muhakeme olma fiillerine rağmen zahirde izhar ettikleri imani hal dolayısıyla üzerlerinden kılıcın kalktığını söylemektedir.

Devamla işledikleri bu "kötü" fiillere devam ederlerse kalplerinde sakladıkları nifağın bir gün açığa çıkacağını, riddet ve küfür ahkamına muhatap olacaklarını söylemiştir.

Tagut'a muhakeme olmak ve benzeri fiiller Razi'ye göre mücerred küfür olan fiillerden ise neden münafıkların halinde tafsilata gitmiştir?
Apaçık küfür olan muhakeme fiili Razi'ye göre nasıl "kötü" fiil olarak zikrediliyor?

Razi'nin eserin de bu konunun siyakında geçen mutlak sözlerini bayraklaştırıp, sibakında gelen bu sözlerini ise hasır altı edip gizlemek, iki meselenin arasını cem etmemek, bu konuda ki tafsilatı örtbas etmek ilme ihanet etmekten başka bir şey değildir.

Kaldı ki Razi birinci görüşte dünya ve ahiret azabıyla korkutmayı kapsayan sert bir uyarıdan bahsetmiştir. İkinci görüş olarak ise biraz daha belagatli, güzel sözler ve güzel lafızlarla teşvik ve sakındırmayı amaçlayan sözlerden bahsetmiştir.

Şimdi Razi'nin bu sözlerini/yaptığı bu tafsilatı, zahirde iman/kalpte nifak ayrımını göz ardı edeceğiz ve şöyle mi diyeceğiz: "Razi burada tamamen tağuta mücerred muhakeme olarak küfür fiilini işleyen Mürtedleri, Kafirleri küfürlerinden tevbe etmeye çağırırken kullanılacak usluptan bahsediyor."

İşte bu alimin yaptığı tafsilata yapılacak en büyük ihanet ve sözünün başında ki mutlak ifadelere sarılıp sonunda ki tafsilata ise gizlemektir.

Razi'nin açıkça tağuta muhakeme olmayı puta tapmak gibi apaçık mücerret bir küfür görmediği bilakis tağuta muhakeme olma fiilini gerçekleştirenlerin küfürlerini değil, İslam'larını izhar ettiğini ifade etmesi ortadadır. Buna rağmen onun sözlerini tahrif etmeye yeltenenlerin hilesi bir kez daha ortaya çıkmıştır.

Ömer radiyallahu anh'ın öldürdüğü kişi hakkında ufak bir açıklama yapmanın da bu noktada faydası olacaktır. Zira bazıları rivayetleri cımbızlayarak Ömer radiyallahu anh'ın bizzat Tagut'a muhakeme olmak isteyen kişiyi kafir olarak öldürdüğünü iddia etmektedir. Hatta alimlerden bazıları Nisa 60.'ı ayetin bizzat bu konuda indiğini söylemektedir.

Bir takım rivayetler de Ömer radıyallahu anh tarafından öldürülen münafığın durumundan haber verilmektedir. Bazı rivayetler de münafığın önce Kab b. Eşref'e gitmek istemesi, sonra Rasulullah Sallalahu aleyhi ve Sellem'e istemeyerek de olsa müracaat etmesi, sonra Rasul'ün iznini alarak davasını bir de Ebu Bekir radiyallahu anh'a götürmesi en sonunda ise Ömer radiyallahu anh'a başvurması şeklinde geçmektedir. Ömer radiyallahu anh olayı işitip tasdik ettirince o münafığın Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in hükmünden razı olmadığına ve ondan nefret ettiğine kanaat getirmiştir. Burada küfür olarak nitelendirilmesinin illeti ise tam olarak budur. Ve Ömer radiyallahu anh kendine has ictihadlerinden birisini yapmış ve haklı çıkmıştır.



Alıntı Yap
  • Ömer Radıyallahu Anh'ın bu münafığı öldürmesinin nedeni ile alakalı Kadı İbnu Atiyye (542 H) Rahimehullâh şöyle demiştir:
"Sahih görüşe göre, ki bu Buhârî'de geçer, bu kişi Ensâr'dan bir adamdı ve Zubeyr şöyle dedi: Bu ayetin ancak bu hususta nazil olduğunu sanıyorum! Bir grup ise şöyle dedi: Ömer Radiyallâhu Anh, Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in hükmünden razı olmayan münafığı öldürdüğünde, bu durum Nebî'ye ulaştı ve bunu büyük bir mesele olarak gördü. Ve şöyle buyurdu: "Ben, Ömer'in bir mümini öldürmeye cesaret edeceğini düşünmemiştim!" Bunun üzerine ayet, Nebî'nin hükmünü reddeden o adamın imanını nefyederek ve Ömer İbn'ul Hattâb'ın onu öldürmesi için mazeretini ortaya koyarak nazil oldu."[el-Muharrar'ul Vecîz, 2/75.]

  • Şeyh İbnu Hacer el-Heytemî (974 H) Rahimehullâh şöyle demiştir:
"Bu ayetin sebeb-i nüzulü, yukarıda adı geçen ve sıyakın gerektirdiği üzere Tağuta muhakeme olmak isteyenlerdir. Veya Ömer'in Radiyallâhu Anh'ın, Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in hükmünden razı olmayıp da hükmü Ömer'e döndürmeyi talep eden kişiyi öldürmesi, bunun üzerine Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in, Ömer'i bir mümini öldürdüğü için azarlamasıdır. Bunun üzerine bu ayet, Ömer Radiyallâhu Teâlâ Anh'ı temize çıkarmak için nazil olmuştur." [el-Feth'ul Mubîn, sf. 622.]

Lügatçi Ebû İshâk ez-Zeccâc (311 H) Rahimehullâh'ın tefsirinde geçen rivayete göre münafığın ailesi, Ömer bin Hattâb Radiyallâhu Anh'ı şikâyet etmek üzere Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e geldiklerinde Ömer bin Hattâb Radiyallâhu Anh, kendisini "Ey Allâh'ın Rasûl'ü! Bu adam, senin hükmünü reddetmişti!"diyerek savunmuştur, bunun üzerine Rasûlullâh, Ömer'e "Sen Faruk'sun!" demiştir. [Me'âni'l Kur'ân, 2/69.]

Bütün bunlar gösteriyor ki, zannedildiği gibi Ömer Radıyallahu Anh münafığı sırf rasülü hakem tayin etmeyip tağuta muhakeme olduğu için değil, bilakis rasülün hükmünü sevmediği, reddettiği için öldürmüştür.

Yine bu durum gösteriyor ki; rivayetleri ister bizzat tağuta muhakeme olan kişiyi öldürdü şeklinde ele alalım yada ister "Önce Rasul sallallahu aleyhi ve sellem'e, sonra Ebu Bekir radiyallahu anha sonra da Ömer radiyallahu anha davasını arz etti" şeklinde ele alalım hepsinin vardığı ortak nokta öldürülme sebebinin hükümden nefret etmek ve inkar etmek olduğu aşikardır.

Bu bakış açısına göre ayet ise Ömer radiyallahu anh'ın bu ictihadini desteklemek ve temize çıkarmış olmak için nazil olmuştur.
 
Abdullah el Hanbeli Çevrimiçi

Abdullah el Hanbeli

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
TAĞUTA MUHAKEME HUSUSUNDA İBN HAZM'IN GETİRDİĞİ TAFSİLATIN DETAYI VE BAZI TAHRİFATIN İZAHI

-1. FETVA-


Nisa 60 ve 65. Ayetlerin tefsirinde alimlerin meseleyi açıklarken tafsilatı ve illetleri zikrettiğini göstermiştik. Şimdi ise bu tafsilata ve illetlere bağlı alimlerden nakiller ve kendi dönemlerinde zuhur eden bazı olaylara karşı verdikleri fetvaları zikredeceğiz. Bunlardan ilki İbn Hazm'ın yine tahrifata uğramış sözlerinden birisi olan Nisa 60 ve 65. Ayetlerin bizzat nüzul sebebi olan kişilerden bahsederken yaptığı tafsilatı içeren nakildir.

Bazıları, Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in münafıkları tanımasına rağmen onlara dokunmayıp öldürmemesinin, mürtedleri de öldürmenin gerekli olmadığını ispat ettiğini iddia etmektedir.
Alıntı Yap
  • İbnu Hazm Rahimehullâh da onlara uzun bir reddiye verirken bizim konumuzla alakalı olarak şöyle demiştir:
«المحلى بالآثار» (12/ 128):
وَقَالَ تَعَالَى {أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ} [النساء: 60] إلَى قَوْله تَعَالَى: {حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ} [النساء: 65] .
وَصَحَّ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم «ثَلَاثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ كَانَ مُنَافِقًا خَالِصًا» فِي كِتَابِ مُسْلِمٍ وَغَيْرِهِ «إذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ وَإِذَا اُؤْتُمِنَ خَانَ وَإِنْ صَامَ وَصَلَّى وَزَعَمَ أَنَّهُ مُسْلِمٌ» .
وَمِنْ طَرِيقِ مُسْلِمٍ أَيْضًا - نا أَبُو بَكْرِ بْنُ أَبِي شَيْبَةَ، وَمُحَمَّدُ بْنُ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ نُمَيْرٍ قَالَا جَمِيعًا: نا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ نُمَيْرٍ نا الْأَعْمَشُ عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ مُرَّةَ عَنْ مَسْرُوقٍ عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرِو بْنِ الْعَاصِ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم «أَرْبَعٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ كَانَ مُنَافِقًا
«المحلى بالآثار» (12/ 129):
خَالِصًا وَمَنْ كَانَتْ فِيهِ خَلَّةٌ مِنْهُنَّ كَانَتْ فِيهِ خَلَّةٌ مِنْ نِفَاقٍ حَتَّى يَدَعَهَا: إذَا حَدَّثَ كَذَبَ، إذَا وَعَدَ أَخْلَفَ، إذَا عَاهَدَ غَدَرَ، وَإِذَا خَاصَمَ فَجَرَ» .
فَقَدْ صَحَّ أَنَّ هَاهُنَا نِفَاقًا لَا يَكُونُ صَاحِبُهُ كَافِرًا، وَنِفَاقًا يَكُونُ صَاحِبُهُ كَافِرًا، فَيُمْكِنُ أَنْ يَكُونَ هَؤُلَاءِ الَّذِينَ أَرَادُوا التَّحَاكُمَ إلَى الطَّاغُوتِ لَا إلَى النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم مُظْهِرِينَ لِطَاعَةِ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم عُصَاةً بِطَلَبِ الرُّجُوعِ فِي الْحُكْمِ إلَى غَيْرِهِ مُعْتَقِدِينَ لِصِحَّةِ ذَلِكَ، لَكِنْ رَغْبَةً فِي اتِّبَاعِ الْهَوَى، فَلَمْ يَكُونُوا بِذَلِكَ كُفَّارًا بَلْ عُصَاةً، فَنَحْنُ نَجِدُ هَذَا عِيَانًا عِنْدَنَا، فَقَدْ نَدْعُو نَحْنُ عِنْدَ الْحَاكِمِ إلَى الْقُرْآنِ وَإِلَى سُنَّةِ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم الثَّابِتِ عَنْهُمْ بِإِقْرَارِهِمْ فَيَأْبَوْنَ ذَلِكَ وَيَرْضَوْنَ بِرَأْيِ أَبِي حَنِيفَةَ، وَمَالِكٍ، وَالشَّافِعِيِّ، هَذَا أَمْرٌ لَا يُنْكِرُهُ أَحَدٌ، فَلَا يَكُونُونَ بِذَلِكَ كُفَّارًا، فَقَدْ يَكُونُ أُولَئِكَ هَكَذَا حَتَّى إذَا بَيَّنَ اللَّهُ تَعَالَى أَنَّهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوا رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ، وَجَبَ أَنَّ مَنْ وَقَفَ عَلَى هَذَا قَدِيمًا وَحَدِيثًا، وَإِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ فَأَبَى وَعَنَدَ فَهُوَ كَافِرٌ؟ وَلَيْسَ فِي الْآيَةِ: أَنَّ أُولَئِكَ عَنَدُوا بَعْدَ نُزُولِ هَذِهِ الْآيَةِ، فَإِذْ لَا بَيَانَ فِيهَا فَلَا حُجَّةَ فِيهَا لِمَنْ يَقُولُ: إنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم عَرَفَهُمْ أَنَّهُمْ مُنَافِقُونَ وَأَقَرَّهُمْ
"Allâhu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"(Ey Muhammed! iman ettiklerini) iddia edenleri görmüyor musun?" (en-Nisâ, 4/60)

Nihayet Allâh şöyle buyurmaktadır: "Onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapana kadar (iman etmiş olmazlar)." (en-Nisâ, 4/65)

Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'den şöyle buyurduğu sahihtir: "Üç haslet vardır ki bunlar her kimde bulunursa o kişi, halis bir münafık olur." Muslim'in kitabında ve diğer yerlerde şöyle geçer: "Konuştuğunda yalan söyler, vadettiğinde vaadini yerine getirmez, kendisine emanet verildiğinde ihanet eder. Namaz kılsa da oruç tutsa da Müslüman olduğunu iddia etse de böyledir."

Yine Muslim'in rivayet ettiği bir başka tarikde şöyle geçer: Bize Ebû Bekr İbnu Ebî Şeybe ve Muhammed bin Abdillâh bin Numeyr bize tahdis ettiler. İkisi de dedi ki: Abdullâh bin Numeyr bize tahdis etti. A'meş, Abdullah bin Murre'den, o Mesrûk'tan o da Abdullâh bin Amr Ibn'ul Âs'tan tahdis etti. Dedi ki: Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: "Dört şey kimde bulunursa o kişi halis bir münafıktır. Bu özelliklerden biri kimde bulunursa, onu terk edinceye kadar kendisinde nifaktan bir özelliği vardır: Konuştuğunda yalan söyler, vadettiğinde vaadini yerine getirmez, ahdettiğinde vefasızlık eder, husumet sahibi olunca da haktan sapar."

(Görüldüğü gibi İbn Hazm Nisa 60 ve 65. Ayetleri bizzat zikretmiş, münafıkların alametlerini zikrettikten sonra ise tafsilata dair şunları zikretmiştir.)

"Burada, sahibinin kâfir olmadığı bir nifakın var olduğu ve yine sahibinin kâfir olduğu bir nifakın var olduğu sahih olmuştur. Şu, Rasûle itaati izhar ettikleri hâlde Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e değil de tağuta muhakeme olmak isteyen kişilerin, Rasûl'e muhakeme olmanın sahih olan şey olduğuna itikat etmekle beraber hevalarına uyarak hükümde başkasına rücu ederek günahkâr olmaları mümkündür. İşte onlar, bu yaptıklarıyla kâfir değil, asi olmuşlardı.

Bizler de buna yanımızda gözlerimizle şahit olmaktayız. Öyle ki bizler, bir hâkimin yanında -onların da ikrarıyla sabit olan- Kuran'a ve Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in sünnetine davet edebiliriz, ancak onlar, bundan yüz çeviriyor ve Ebû Hanîfe'nin, Mâlik'in ve Şâfi'î'nin görüşünden razı oluyorlar. Bu, kimsenin inkâr edemeyeceği bir şeydir. Bununla birlikte bu kişiler, bunu yaptıkları için kâfir olmazlar.

Ayette geçen bu kişilerin durumu da böyle olabilir.
Ta ki Allâhu Teâlâ, onlara Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'i kendi aralarında çıkan çekişmeli işlerde hakem tayin edene kadar iman etmeyeceklerini söylediğinde, eski dönemde de yeni dönemde de kıyamet gününe kadar da buna vakıf olup yüz çevirerek inat eden kişi kâfirdir. Ayette ise bunların, ayetin nüzulü sonrasında inat ettikleri geçmiyor. Dolayısıyla Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in, o kişilerin münafık olduğunu bilmesine rağmen onları o hâl üzere bıraktığını söyleyenlerin, bu ayette bir hücceti yoktur."[İbnu Hazm, el-Muhallâ, 12/128-129]


Aklı başında olan ve altı çizili yerleri dikkatli okuyan herkes görecektir ki: İbn Hazm nifak hususunda taksimatı açıkça bildirmiş, nifağın bazen sahibini kafir yapacak türü olduğu gibi bazen de onu kafir yapmayacak türü olduğunu bildirmiştir. Bu sözünün hemen devamın da ise meselemizin en can alıcı noktası olan Nisa 60 ve 65. Ayetler de bu fiili işleyenlerden bizzat bahsederek onlar hakkında tafsilata gitmiştir.

Ne hikmetse İbn Hazm biz ve bizler gibi istisnasız bu fiili işleyenlerin veya işlemeye niyet edenlerin tekfir edileceği, bu fiilin hüküm de ve itaatte şirk koşmak olduğu hususlarından hiç birisine değinmemektedir. Tevhid'in en olmazsa olmaz meselesini bir alim nasıl "es" geçebilir!?

İbn Hazm onların bu yaptıklarıyla kafir olmamalarının mümkün olduğunu söylemektedir. Bu getirdiği kaydı ise Rasulün hükmüne muhakeme olmanın sahih olduğuna itikat etme ve hevasına uyarak hükümde başkasına rucü etme illetiyle sınırlandırmıştır.

Tefsirler de münafıkların durumlarıyla alakalı bahsettiğimiz şeylerin bizzat kendisini İbn Hazm te'vili mümkün olmayacak şekilde açıklamıştır. Ve bu açıklamayı yaparken de bizzat Muhkem açık şer'i delil saydığımız Nisa 60-65. Ayetleri zikredip ayetlerde bahsi geçen kişiler hakkında bu sözleri söylemiştir. Daha nice ulemadan yapacağımız nakillerde de bu tafsilat açıkca gözükecektir.

Yani özetlemek gerekirse kendi dönemlerinde "Tağut" diye isimlendirilen Kab b. Eşref'e veya kahine giden müslüman/münafıklar hakkında ayetin zahirine rağmen tafsilata ve taksimata gitmiştir. Bu ise defalarca söylediğimiz gibi bizim hiçbir kayıt ve tafsilat yapmadan bugüne kadar savunduğumuz itikadın batıl olduğuna, İslam alimleri tarafından desteklenip savunulmadığına dair işaretlerden bir işarettir. Bu işaretleri göstermeye devam edeceğiz.

İbn Hazm'ın bu naklini görüp bir yere oturtamayan bazı kesimler ise nakli tahrif etmeye kalkışmışlardır. Bu tahrifatı ise İbn Hazm'ın sözünün devamında geçen "Mezheb ve Kıyas" meselesine bağlamışlardır.

Bazı Arap sitelerinde de bu sözü kendi çaplarında tahrif etmeye kalkanlar olmuştur. Yine keza bu topraklar da harici fikirlerin kaynağı olmuş "hak yayınları" ismiyle bilinen cahil ve ezoterik grubun tahrif ettiğini de müşahede etmekteyiz.

İbn Hazm'ın bizzat ayette geçen kişilerden bahsedip onların kafir olmama ihtimallerini zikretmesine rağmen, konuyu sümen altı edip mezheb meselesine kilitlemişlerdir. Aslında kendileri de ne dediklerini bilmemektedirler. Bir yandan biz alim değiliz alimin sözünü ancak alim anlar demekte olup diğer yandan hatalı tercüme iddiasını savunmaktadırlar. Başka bir yönden ise ilme ihanet eden her fırkanın yaptığı gibi kendi akideleriyle taban tabana çelişen bir nakil gördüklerinde "Tahrif edildi/Sonradan kitaba eklendi" gibi akla hayale sığmayacak batıl yollara başvurmaktadırlar. En sonunda ise İbn Hazm'ın muhkem ayetten bahsetmesine rağmen meseleyi sulandırıp aslında o naklin mezhebler arasında ki ihtilaf ve kıyas hakkında olduğundan söz etmektedirler.

İbn Hazm'ın Ebu Hanife ve İmam Malik gibi bazı alimleri kelime manası olarak "Tağut" olarak isimlendirdiğinden bahsetmekte ve konunun tağuta muhakeme olmakla uzaktan yakından alakası olmadığını söylemektedirler.Bütün bunlar ise onların hatta bizlerin ve piyasada bu fikri benimsemiş olan her batıl fırkanın meseleyi bu zamana kadar idrak edememesinden kaynaklanmaktadır.

Hakikat ise şudur: İbn Hazm önce Nisa:60-65. Ayetlerde tağuta muhakeme olduklarından bahsedilen kişilerin hükmünde tafsilata gitmiş, amelin haram olan ve küfür olan boyutlarını el almış daha sonra ise mezhebler hususunda alimleri taklit etmede aşırıya giden taassup ehlinin amelini, söz konusu meseleye benzetmiştir. Bu benzetmesi ve konuyu buraya getirmesi; Nisa: 60-65. Ayetlerde tağuta muhakeme olmanın tafsilatına gittiği gerçeğini kesinlikle ortadan kaldırmaz!

Bilakis İbn Hazm taassup ehlinin amelinin küfür olmadığını günah olduğunu ifade etmek için, tağuta muhakeme olanların bile itikadlerinden dolayı küfre girmeme hallerinin var olabileceğini isbat etmektedir.

Ortada bir asıl ve fer vardır. Asıl olan İbn Hazm'ın ilk zikrettiği yani Nisa: 60-65. Ayetlerin bağlamında tağuta muhakeme olanların hükmündeki tafsilattır. Fer ise mezheplerde taassuba giden kişilerin amelidir. İbn Hazm'ın ortaya koyduğu asıllara kör kalıp, tahrife kalkmak; konuyu fer/ayrıntı olan bir meseleye hasretmek saptırıcılılıktan başka bir şey değildir.

İbn Hazm'ın sözünün özeti ise şudur: İster bizzat şeriat dışında tağutlara hükmü döndürmek yani tağutlara muhakeme olsun, isterse de kendisine Kitap ve sünnet arz edildiğinde mezhebini ve imamlarını öne süren kişiler olsun bunların tamamının tekfir edilmesi, tefsik edilmesi veya kınanması ancak izhar ettikleri itikatlerine göre şekillenir ve ona göre isimlendirilirler.Bunun dışında İbn Hazm'ın ayette zikri geçen kişiler hakkında yaptığı tafsilatı aslında mezheplerden bahsediyor şeklinde tahrif etmek ilme ve alimin kendisine ihanetten, sözleri yerinden oynatmaktan başka bir şey değildir.

Selef döneminden günümüze kadar Ehli sünnet'in menhecine vakıf olan herkes şunu bilmelidir ki Maide 44. ve Tevbe 31. Ayetler de müslümanların durumuyla ilgili nasıl tafsilat ve kayıtlar/illetler zikredilmişse, aynı tafsilat ve illetler tağuta muhakeme konusunda da müslüman kimsenin durumu hakkında zikredilmiştir. Devamla yapacağımız nakillerde de bu görülecektir, üzerinde durduğumuz hakikat teyit üstüne teyit edilecektir!
 
Abdullah el Hanbeli Çevrimiçi

Abdullah el Hanbeli

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
TAĞUTA MUHAKEME HUSUSUNDA "ABDULLAH EL-EHDEL YEMANÎ"YE YÖNELTİLEN SORULARIN CEVABI VE BAZI MESELELERİN İZAHI

-2. FETVA-


Nisa 60-65. Ayetlerin tefsirlerinde ki tafsilatı açıklayıp bu hususu İbn Hazm'ın sarih kavliyle destekleyip delillendirdik. Yazının ilerleyen yerlerinde Necd alimlerinin sözlerinden nakillerde bulunacağız. Fakat önce başka bir alimden nakil yapacağız.

Nakli aktarmadan önce şunları hatırlatmakta fayda var. İslam devletleri ve müslüman toplumlar tarih boyunca savaş içinde yaşamış topluluklardır. Bu savaşlar neticesin de bazen kafirlerin toprakları İslam devletleri tarafından feth edilirken, bazen ise kafir devletler müslümanların topraklarını ele geçirmekte ve orada hüküm sürmekteydi. Bazen ise İbn Teymiye'nin meşhur "Mardin" fetvasında olduğu gibi "mürekkep" yani İslam ehli ile küfür ehlinin karıştığı diyarlar olmaktaydı. Bu olay sadece Moğol istilaları ile sınırlı değildir. Dolayısıyla müslüman toplumlar kafir devletlerin yerine göre tebaa'sı veya esiri olmak durumunda kalmakta, kafirlerin hükümleriyle muhatap olmak durumundaydı. O yüzden tarih boyunca şeriat dışı hukuk sistemlerini Yesak ve Demokrasi'ye endekslemek bu tarihi gerçekleri görmemezlikten gelmek demektir. Tarih boyunca müslümanlar ne zaman kafirlerin tasallutuna uğradılarsa ve ne kadar bu tasalluta maruz kaldılarsa, o derecede küfür ahkamı ile karşı karşıya kalmışlardır.

Alıntı Yap
  • Şimdi konumuzun bizzat kendisiyle ilgili kendisine yöneltilen bir soruya Abdullâh bin Abd'il Bârî el-Ehdel tarafından nasıl cevap verilmiş gelin birlikte bakalım:

قال السائل: (وما قولكم فيمن يمدحهم ويقول: إنهم أهل عدل ويحبون العدل، ومع هذا إنه يكثر مدحهم في المجالس، ويهين ذكر سلطان المسلمين وينسب إلى الكفار العدل وعدم الظلم).
الجواب: (...) وأما من يقول أنهم أهل عدل فإن أراد أن الأمور الكفرية التي منها أحكامهم القانونية عدل فقد كفر (...) وقال تعالى: يُرِيدُونَ أَن يَتَحَاكَمُوا إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُوا أَن يَكْفُرُوا بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَن يُضِلَّهُمْ ضَلَالًا بَعِيدًا [النساء: ٦٠] فهؤلاء سموا ما أمرهم الله تعالى بالكفر به عدلاً فقد غالوا في ضلالهم، ويريد الشيطان أن يضلهم ضلالاً بعيداً، وإن أراد العدل المجازي الذي هو عمارة الدنيا بترك الظلم الذي يخرب الدنيا فلا يلزم منه الكفر لكنه يزجر عن ذلك الزجر البليغ
Soruyu soran kişi şöyle dedi:

"Hristiyanları öven ve şöyle diyen kişiler hakkında ne dersiniz: "Onlar adalet ehlidir ve adaleti severler." Bunu söyleyenler bununla beraber meclislerinde onları çokça överler ve Müslümanların sultanından bahsederken onu hor görmekle beraber kâfirleri adalete ve zulmetmemeye isnat ederler!"

Cevap: (...) Onların adalet ehli olduğunu söyleyenlere gelince, eğer kâfirlerin kanunî hükümleri de dahil olmak üzere küfrî işlerinin adalet olduğunu kastediyorsa bunu söyleyen küfre girmiştir (...) Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Tâğût'u inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu hâlde, onun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor." (en-Nisâ, 4/60)

Bu insanlar, Allâhu Teâlâ'nın kendisine küfretmelerini emrettiği şeylere adalet ismini verip dalaletlerinde aşırıya kaçtılar. Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor. Ancak bunu söyleyen kişi, mecazi adaleti kastetmişse, yani dünyayı harabe edecek zulmü terk ederek dünyayı imar etmelerini kastediyorsa bu, bu sözü söyleyenin küfrünü gerektirmez, lakin bu kişi, bundan şiddetli bir şekilde caydırılır (...)


El-Ehdel'e sorulan ilk soru kafirleri adaletle vasfedip öven kişilerin hükmüyle alakalıdır. Görüldüğü üzere El-Ehdel bu soruya da cevap verirken menheci olarak doğru bir usül ortaya koyarak sözü söyleyenin haline göre tafsilata gitmiş ve hükmü ona göre vermiştir. Birilerinin yaptığı gibi sözün ihtimallerini araştırmadan acele ile tekfire yeltenmemiş, bir ihtimale yer vermiştir. Alimlerin ve ilim talebelerinin yapması gereken zaten budur. Devamla yine eserde şöyle geçmektedir.



Alıntı Yap

قال: (وما قولكم فيمن خوصم وطلب حكم الشريعة وحكمت عليه الشريعة وقال الآخر: أنا من رعية النصارى وأريد حكم النصارى فما تقولون ماله حلال؟ وهل هو مرتد أم لا؟).
الجواب: إن قال الرعوي للنصارى ذلك كارهاً لحكم الشريعة مستحلاً حكم النصرانية كفر، وصار مرتداً تجري عليه أحكام الردة المقررة في بابها، وإن قال ذلك من غير قصد ولا استحلال كان فاسقاً يجب تعزيره بما يراه حاكم الشريعة المطهرة، وعلى هذا يحمل قوله تعالى: فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا [النساء: ٦٥]
Dedi ki:

"Şu kişi hakkında ne dersiniz? Bir kişiyle ihtilaf etti, sonra da şeriat hükmünü istedi ve kendisine Şeriat ile hükmedildi.Sonra ihtilaf ettiği diğer kişi de şöyle dedi: Ben Hıristiyan tebaasındanım ve ben, Hıristiyanların hükmünü istiyorum!Öyleyse ne dersiniz, bu kişinin malı helal midir? Mürted midir değil midir?"

Cevap: Eğer Hıristiyanların tebaasından olan bu kişi, bu sözü şeriat hükmünü kerih görerek ve Hıristiyanların hükmünü helal addederek söylediyse küfre girer ve kendisine -riddet babında geçen- riddet hükümlerinin uygulandığı bir mürted olur. Ancak bunu kastetmeden ve helal addetmeden söylemişse, bu kişi fasık olur ve temiz kılınmış şeriat hakiminin uygun gördüğü şekilde tazir edilmelidir. Allâhu Teâlâ'nın şu buyruğu da buna hamledilir: "Hayır! Rabbine and olsun ki aralarında meydana gelen anlaşmazlıklarda seni hakem kılmadıkları, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan sana tam bir teslimiyet göstermedikleri sürece iman etmiş olmazlar." (en-Nisâ, 4/65)



Allah'u alem kendi dönemlerinde işgalci ordular tarafından ele geçirilmiş topraklar da, Hristiyanlar'ın belki de İngilizler'in hükmü altında yaşayan onlara tebaa yani vatandaş olan kimselerin kendi yanlarında şahit oldukları bir takım olayları içeren bir soru görmekteyiz. Dikkat edin iki kişi ihtilaf ediyor, birisi Hristiyan tebaası yani vatandaşı olduğu için onların hükmünü istiyor. Böyle bir kişinin Mürted olup olmadığı hakkında can alıcı bir soru yöneltiliyor. Dikkat ederseniz burada tahrif ehlinin yapacağı "Mezhebler arasında ki ihtilaftan bahsediliyor" gibi saptırmaların yeri kesinlikle yoktur. Ya da o ikinci kişi "Allah'u alem Hristiyan'dır" gibi bir safsatayı içerecek durumda gözükmemektedir. Bizzat o kişinin dinden irtidap edip etmediğinden, kanının malının helal olup olmadığından bahsedilmekte ve soru kayıtlı bir şekilde sorulmaktadır.

Soruyu ve cevabı dikkatli okursanız ortada gerçekleşmiş bir fiil olmadığı halde böyle bir söz söyleyenin hükmü nedir şeklinde bir soru sorulmaktadır. Şeriat'in mutlak kaidesini hepimiz bilmekteyiz ki, küfre niyet etmek, küfre azmetmek kişiyi o an küfre sokar ve tevbe etmesi gerekir. Ne hikmetse El-Ehdel verdiği cevap ta Hristiyan devletine muhakeme olmak isteyen bir kişinin sözünün bizim batıl itikadimiz de olduğu gibi "Zahir/istisnasız ve mutlak" bir küfür olduğunu bilmiyor olacak ki bu meselede tafsilata gidiyor. Gittiği Tafsilat ise tefsir kitapların da geçen sözlerle birebir örtüşmekte hatta İbn Hazm ne dediyse aynısını demektedir. İlerde Necd davetinin meşhurlarından yapacağımız nakilleri de okuduğunuz zaman birebir Ehli Sünnet'in menhecine El-Ehdel muvafakat etmektedir. El-Ehdel sözü söyleyene hüküm verirken özetle şeriati kerih görüp istihlal yaparak söylemişse kişinin kafir olacağını, ama istihlal ve şeriat'i kerih görmeden söylediyse kafir olmayacağını söylemektedir. Devam ediyoruz.



Alıntı Yap

أخرج ابن أبي حاتم وابن مردويه من طريق ابن لهيعة عن أبي الأسود قال: (اختصم رجلان إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم فقضى بينهما، فقال الذي قضى عليه ردنا إلى عمر فقال صلى الله عليه وسلم: نعم انطلقا إلى عمر. فلما أتيا عمر قال الرجل: قضى رسول الله صلى الله عليه وسلم على هذا فقال: ردنا إلى عمر فردنا إليك. فقال عمر: كذلك؟ قال: نعم. قال: مكانكما حتى أخرج إليكما فأقضي بينكما. فخرج إليهما مشتملاً على سيفه فضرب الذي قال: ردنا إلى عمر فقتله، وأدبر الآخـر فـاراً إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم قال: يا رسول الله! قتل عمر صاحبي، ولو ما أنا أعجزته لقتلني، فقال رسول الله: ما كنت أظن أن يجترئ عمر على قتل مؤمنين، فأنزل الله: فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ [النساء: ٦٥] الآية.
فهدر دم ذلك الرجل وبرئ عمر من ذمته، وله شواهد أخرجها زحيم في تفسيره، والحكيم الترمذي في نوادره.
وقال تعالى: ألم تر إلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ ءَامَنُوا بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أن يَتَحَاكَمُوا إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُوا أَن يَكْفُرُوا بِهِ [النساء: ٦٠] الآية).
وأخرج ابن أبي حاتم والطبراني بسند صحيح عن ابن عباس قال: كان أبـو بــرزة الأسلمي مما يقضي بين اليهود فيما يتنافرون فيه، فتنافر إليه أناس من المسلمين، فأنزل الله عز وجل: أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ [النساء: ٦٠] الآية.
وأخرج ابن إسحاق وابن المنذر وابن أبي حاتم عن ابن عباس: كان الجلاس بن الصامت قبل توبته ومعتب بن قشير ورافع بن زيد وبشر كانوا يدعون الإسلام، فدعاهم رجل من قومهم إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم فدعوهم إلى الكهان حكام الجاهلية، فأنزل الله هذه الآية.
ولهذه الأحاديث شواهد أخرجها ابن جرير وابن المنذر وعبد بن حميد وابن أبي حاتم والثعلبي عن ابن عباس استوفاها في الدر المنثور للسيوطي رحمه الله.

İbnu Ebî Hâtim ve İbnu Merdeveyh, İbnu Lehî'a tarikiyle Ebu'l Esved'den şöyle dediğini rivayet etti: İki adam Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e husumetlerini arz etti ve Rasûlullâh, aralarında hüküm verdi. Aleyhine hüküm verilen kişi, "Bizi Ömer'e gönder!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: Evet, Ömer'e gidin! Bunun üzerine Ömer'e gittiler. Adamlar Ömer'e gelince, biri Ömer'e şöyle dedi: "Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem, bu adamın aleyhine hüküm vermişti, o da bizi Ömer'e gönder dedi, Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem de bizi sana gönderdi!" Bunun üzerine Ömer, "Böyle mi oldu?" dedi. Diğer "Evet" dedi. Ömer dedi ki: "Ben sizin yanınıza gelip de aranızda hüküm verene kadar yerinizde kalın!" Kılıcıyla yanlarına gelip, "Bizi Ömer'e gönder!" diyen adamın kellesini aldı. Diğer kişi ise arkasına dönüp Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in huzuruna varana kadar kaçtı ve şöyle dedi: "Ey Allâh'ın Rasûlü! Ömer arkadaşımı öldürdü, eğer ben onu engellemeseydim beni de öldürecekti!" Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: "Ben, Ömer'in müminleri öldürmeye cesaret edeceğini düşünmezdim." Bunun üzerine Allâh şu ayeti indirdi: "Hayır! Rabbine and olsun ki iman etmiş olmazlar." (en-Nisâ, 4/65) Ayetin sonuna kadar.

Ömer, o adamın kanını akıttı ve Ömer bunun mesuliyetinden kurtuldu. Bu rivayetin şahitleri de vardır ki bunları, Zuheym (Duheym) tefsirinde Hâkim et-Tirmizî de Nevâdir'inde nakletmiştir.

Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: "(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğût'u inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu hâlde, onun önünde muhakeme olmak istiyorlar." (en-Nisâ, 4/60) Ayetin sonuna kadar.

İbnu Ebî Hâtim ve Taberânî, İbnu Abbâs'tan sahih bir isnad ile rivayet ettiler ki o, şöyle demiş: Ebû Berze el-Eslemî, Yahudiler arasında anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm verirdi. Bunun üzerine Müslümanlardan bazıları, anlaşmazlıklarını onun huzuruna getirdi. Bunun üzerine Allâh Azze ve Celle şu ayeti indirdi: "İddia edenleri görmüyor musun?" (en-Nisâ, 4/60)

İbnu İshâk, İbn'ul Munzir ve İbnu Ebî Hâtim, İbnu Abbâs'tan rivayet ettiler: El-Cellâs İbn'us Sâmit tövbesinden önce, Mu'teb bin Kuşeyr, Râfi bin Zeyd ve Bişr İslam'ı iddia ediyorlardı. Kavimlerinden bir adam, onları Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e çağırdı ve onlar da onları, cahiliyenin hakimleri olan kâhinlere çağırdılar. Bunun üzerine Allâh bu ayeti indirdi.

Bu hadislerin şahitleri vardır ki bunları İbnu Cerîr, İbn'ul Munzir, Abd bin Humeyd, İbnu Ebî Hâtim ve Sa'lebî, İbnu Abbâs'tan rivayet etmişlerdir. Suyûtî Rahimehullâh'ın ed-Durr'ul Mensûr'unda bunların tümü aktarılmıştır.


قلت: ولا ريب أن هذا القائل الذي أراد حكم النصارى قد زاغ، وعرّض نفسه للوقيعة فيه وشابه المنافقين الذين قال الله في حقهم: وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا إِلَى مَا أَنزَلَ اللَّهُ وَإِلَى الرَّسُولِ رأَيْتَ الْمُنَفِقِينَ يَصُدُّونَ عَنكَ صُدُودًا [النساء: ٦١].
أخرج عبد بن حميد وابن جرير وابن المنذر وابن أبي حاتم عن مجاهد في الآيـة قـال: تنازع رجل من المنافقين ورجل من اليهود، فقال المنافق: اذهب بنا إلى كعب بن الأشرف، وقال اليهودي: اذهب بنا إلى محمد صلى الله عليه وسلم فأنزل الله الآية).
وأخرج ابن جرير عن الربيع عن أنس قال: كان رجلان من أصحاب النبي صلى الله عليه وسلم بينهما خصومة، أحدهما مؤمن، والآخر منافق، فدعاه المؤمن إلى النبي، ودعاه المنافق إلى كعب بن الأشرف فأنزل الله تعالى: وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا إِلَى مَا أَنزَلَ اللهُ وَإِلَى الرَّسُولِ رَأَيْتَ الْمُتَفِقِينَ يَصُدُّونَ عَنكَ صُدُودًا [النساء: ٦١].
فقد قضت الآية الكريمة بأن الصادي المعرض عن الشريعة المحمدية استحق عنوان النفاق، والتسمي به لفعله ما يخالف المؤمنين المسلمين من الانقياد والإذعان لحكم الله ورسوله في جميع ما جاء به.
خاتمة: ختم الله لنا بالإيمان بمنه وكرمه وجوده آمين

Derim ki: Hiç şüphe yok ki, Hristiyanların hükmünü istediğini söyleyen bu kişi sapmış, kendisi hakkına gıybet edilmesine yol açmış ve Allâh'ın haklarında şöyle buyurduğu münafıklara benzemiştir: "Onlara: Allâh'ın indirdiğine ve Rasûl'e gelin, dendiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün!" (en-Nisâ, 4/61)

Abd bin Humeyd, İbnu Cerîr, İbn'ul Munzir ve İbnu Ebî Hâtim, bu ayet hakkında Mücâhid'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Münafıklardan bir adam ile Yahudilerden bir adam tartıştı ve münafık dedi ki: Bizi Ka'b İbn'ul Eşraf'a götür ve Yahudi dedi ki: Bizi Muhammed Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e götür. Bunun üzerine Allâh, bu ayeti indirdi.

İbnu Cerîr, Rabî'den o da Enes'ten şöyle dediğini tahriç etti: "Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in ashabından iki kişi arasında bir husumet vardı. Biri mümin, diğeri münafıktı. Mümin, onu Nebî'ye davet etti ve münafık, onu Ka'b İbn'ul Eşraf'a davet etti. Bunun üzerine Allâhu Teâlâ şu ayeti indirdi: "Onlara: Allâh'ın indirdiğine ve Rasûl'e gelin, dendiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün!" (en-Nisâ, 4/61)

İşte, bu ayet-i kerime, Muhammedî şeriattan uzaklaşarak yüz çeviren kişinin nifak ismini hak ettiğine dair hüküm vermiştir. Nifak ismini almasının nedeni de Rasûlü'nün getirdiği bütün hususlarda Allâh'ın ve Rasûlü'nün hükmüne boyun eğme ve teslimiyet gösterme hususunda mümin Müslümanlara muhalefet etmesidir.

Sonuç: Allâh, minneti, keremi ve cömertliğiyle bizim sonumuzu iman üzere kılsın âmîn.

  • Abdullâh bin Abd'il Bârî el-Ehdel aynı yerin devamın da bu sefer başka birinin fetvasına atıfta bulanarak şunlar zikredilir:

في فتاوى السيد العلامة خاتمة المحققين والمتحققين والمتخلقين بربه عبد الرحمن بن سليمان الأهدل له ما لفظه:
(اعلم أن ما يتعارفه القبائل في جهة الحجاز من الأعراف المخالفة للشرع، وكذا ما يتعارفه على ذلك الوجه غيرهم من القبائل قد تكلم عليها أئمة الإسلام، وهداة الأنام، وقد رفع سؤال في ذلك إلى مفتي عصره في الديار اليمنية الولي العلامة يوسف بن يونس المقرئ.
والسؤال المنشئ له العلامة تقي الدين الفتى محشي الروض، وقد صحح هو وجماعة كثيرون من علماء زبيد على جواب المقرئ المذكور منهم الفخر الناشري، والجمال القماط، والجمال الزيلعي، ومن علماء الجبال النهاري مؤلف الكافية وغيره.
وحاصل الجواب: أن عوائد القبل المعروفة عندهم الذي يسمونها بأسماء اخترعوها، وأوضاع وصفوها منابذة للشريعة، ومن حكم بها أو ألزم بها فهو خارج من الدين، متورط في جهنم مع الضالين، ومن اعتقد صحة ذلك فهو كافر لا محالة حلال الدم بشرطه، ولا يحل لأحد من أهل الدين السكوت عن ذلك بل يجب الإنكار على من يتعاطاه وتكلم به، ولا يحل ذلك التحاكم إليه، والله أعلم بمصالح عباده، وإنما ألقى ذلك الكفرة والجهلة الملحدين، وألقوا ذلك إلى شياطينهم ليردوهم، ويزعمون أنهم بذلك يريدون الإصلاح، ودفع الفتن والشرور، فيخرجونهم بذلك عن دينهم، كما أخرج الشيطان أهل الشرك بعبادة الأوثان بتخيل صور أنبيائهم، وكانوا بعد ذلك أن عبدوها فنسأل الله السلامة، فإن الله قد خلق الخلق وشرع لهم تكاليف فيها مصالح دينهم ودنياهم وأخراهم، فالواجب على حكام المسلمين وعلى العلماء الراشدين وعلى العوام التابعين لدين سيد المرسلين أن ينكروا ذلك، ويزينوه ويردعوهم عنه، ولا يحل لكل قادر السكوت عليه والتغاضي فإنه من أعظم المنكرات) اهـ.
فإذا كان ذلك في الأعراف التي ابتدعها أهل الإسلام، فما بالك بأحكام الكافرين الطغام!
Seyyid, Allâme, muhakkiklerin, hakkı ortaya çıkaranların ve Rabbi için ahlak sahibi olanların sonuncusu Abd'ur Rahmân bin Suleymân el-Ehdel'in (1250 H) fetvasında, lafzıyla şöyle geçer:

"Bil ki, Hicaz bölgesindeki kabilelerin şeriata aykırı örfleri örf edinmeleri, yine diğer kabilelerin de bu şekilde örf edindikleri şeriata aykırı örflere gelince, İslam imamları ve insanların rehberleri bunlar hakkında konuşmuştur. Bu konuya dair bir soru, asrında Yemen diyarının müftüsü olan Veli Allame Yûsuf bin Yûnus el-Mukri'ye (904 H) yöneltilmişti.

Bu soruyu ona, er-Ravd kitabının haşiyesini yazan Allame Takiy'ud Dîn el-Fetî yöneltmişti. Kendisi de bu fetvayı sahih addetmiştir. Yine Zebîd ulemasından bir cemaat de el-Mukri'nin mezkûr cevabını onaylamıştır. Bu alimler arasında el-Fahr en-Nâşirî, el-Cemâl el-Kummât (903 H) ve el-Cemâl ez-Zeyla'î (921 H) sahih addetmiştir. Yine el-Cibâl'un Nehârî bölgesinin ulemasından el-Kâfiye eserinin müellifi ve başkaları da bu fetvayı sahih addetmiştir.

Cevabın özeti şöyledir:

Onların kendi uydurdukları isimler verdikleri kabilelerin nezdinde maruf olan örfler ve vasfettikleri kurallar, şeriata muhaliftir. Her kim bunlarla hükmeder ya da bunlarla ilzam ederse dinin dışına çıkmıştır ve Cehennemde belaya bulaşan dalalete düçar olmuşlarla beraberdir. Her kim de bunların sahih olduğuna itikat ederse hiç kuşkusuz ki kafirdir ve şartlar el verdiğinde kanı helaldir. Din ehlinden hiç kimsenin bunlar hakkında susması caiz değildir, dahası, bununla ilgilenen ya da bunlar hakkında konuşanlara karşı çıkmak vaciptir. Bunlara muhakeme olmak da helal değildir.

Allâh ise kullarının maslahatlarını en iyi bilendir. Bunları yalnızca kâfirler ve cahil mülhitler ilka etmiştir. Onları helak etmeleri için bunları şeytanlarına ilka ettiler. Böylece ıslahı istediklerini ve fitne ve şerleri def ettiklerini iddia ediyorlar. Şeytanları da bununla onları dinlerinden çıkarıyor, aynı şeytanların şirk ehlini, Nebîlerinin suretlerini gözlerinde canlandırma vesilesiyle putlara ibadet ederek dinlerinden çıkardığı gibi. Onlar da Nebîlerinin suretlerini gözlerinde canlandırmalarından sonra bu putlara ibadet ettiler. Biz, Allâh'tan selamet dileriz. Hiç kuşkusuz ki Allâh, mahlukatı yaratmış ve onlar için dinlerinin, dünyalarının ve ahiretlerinin maslahatlarını içeren mükellefiyetleri teşri etmiştir. Bu nedenle Müslümanların hakimlerinin ve raşit âlimlerinin ve Rasûllerin Efendisi'nin dinine tabi olan avamın üzerine vacip olan, buna karşı çıkmalarıdır, buna karşı çıkmalarını güzel kılmalarıdır ve onları bundan caydırmalarıdır. Gücü yeten hiç kimsenin bu konuda sessiz kalmaları ve görmezden gelmesi caiz değildir, zira bu, en büyük münkerlerden biridir." Alıntı sona erdi.

Eğer bu, İslam ehlinin icat ettiği örflerle alakalıysa, peki o zaman değersiz Kâfirlerin hükümleri hakkında görüşün nedir?" (Abdullâh bin Abd'il Bârî el-Ehdel, es-Seyf'ul Bettâr, Dâr'ul Ahillâ, sf. 44-60)



Lafızları dikkatli inceleyenler ve az çok bedevi veya aşiret töreleri ve örfleri ile ilgili nakilleri okuyanlar bilirler ki, Rasulullah Sallahu aleyhi ve sellem döneminden günümüze kadar bu örfler ve töreler süregelmektedir. İlerde nakledeceğimiz nakillerde de görüleceği üzere örflere ve törelere uyanlar bu gelenekleri ve hükümleri tazim eder şeriatin üstünde tutar ise icma ile kafir olurlar. Ama nakildede görüleceği üzere bu örfler ve töreler genel itibariyle şeriate muhaliftir. Her kişi kendi itikadinin gerektirdiği oranda dinin dışına çıkar.

Dikkat edin alim dinin dışına çıkar dedikten sonra istihlal edenlerin ise kafir olduğunu söyleyerek meseleyi ayırmaktadır. Şayet örflere ve törelere muhakeme olmak iltifat etmek açık küfür olsaydı cümlesinin devamın da istihlal şartını zikretmezdi.Akabin de bu örflere ve törelere karşı susmanın caiz olmadığını muhalefet etmenin ise vacip olduğunu zikretmiştir.

Hemen cümlesinin devamın da ise bizzat örf/töre ve geleneklere muhakeme olmanın helal olmadığını söylemektedir. Bazı cahiller tutup burda ki helal değildir ifadesinden kasıt "küfürdür" diyecek olursa onlara sözü baştan bir daha okumalarını ve yapılan tafsilatı tahrif etmemeleri gerektiğinden başka söylecek sözümüz yoktur. Alimin "Helal değildir" ifadesini "İtaat'te Allah'a şirk koşmak, Hüküm'de şirk koşmak, Tagutlara ibadet ve itaat etmek suretiyle dinden çıkmak" ve benzeri batıl manalarda tahrif edip doldurmaya devam edebilirler. Görüldüğü üzere bu nakilde daha önce aktardığımız nakillerle birebir uyuşmaktadır.

Son satırlarda görüldüğü üzere "Ehli İslam"ın icat ettiği töreler ve örfler hakkında bahsedilmektedir.

Özetlemek gerekirse aşiretlerinin hükümlerine tabi olanlar ve onlara muhakeme olanlar hakkın da tafsilat vardır. Şeriat'ten üstün tutan veya eşit tutan, bu hükümler hakkında istihlal'de bulunan herkes kafirdir. Şeriat'ten üstün tutmayıp, yaptığı işin batıl olduğuna itikat etmekle beraber hevasına uyarak bu fiilere bulaşan kişiler ise haram işlemiştir ve şeriat'in gerektirdiği şekilde kınanmaya ve tazir edilmeye layıktırlar.
 
Abdullah el Hanbeli Çevrimiçi

Abdullah el Hanbeli

İslam-tr Sakini
İslam-TR Üyesi
TAĞUTA MUHAKEME HUSUSUNDA SÜLEYMAN B. SEHMAN'IN ZİKRETTİĞİ TAFSİLATIN DETAYI VE SAPTIRMALARIN İFŞASI, TAHRİFATIN İMHASI!

-3. FETVA-


Necd alimlerinden nakillere geçmeden önce, bir bölümü özel olarak Şeyh Süleyman b. Sehman için ayırmayı tercih ettik. Kendisinin bu konuda aynı tefsirler de geçtiği gibi ve yine İbn Hazm'ın, El-Ehdel'in sözlerine mutabık ve muvafık açık sarih kavilleri bulunmaktadır.

Bazı tahrif ehlinin kendisine müşkil gelen her nakli "Allah'u alem-bu nakil mezheplerden bahsediyor" ya da "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen müslüman kadıya muhakeme olan kimseden bahsediyor"vesaire diye tahrif etmeye çalışması abesle iştigal ve menheci bir ihanettir. Mesele de açık olan tafsilatı kamufle etmektir.

İbn Hazm'ı, Süleyman b. Sehman'ı tekfir etmek zor olduğu için en iyi yol onların nakillerini kendi uydurdukları "dinin aslına"göre te'vil daha doğrusu tahrif etmektir. Çok ciddi sıkıştıkları yerler de ise "Dinin aslı alimlerin sözleriyle açıklanmaz ve tahsis edilmez" gibi batıl usullerini meşrulaştırmaya çalıştıkları "fantastik" cümleler kurarlar. Acaba bazı meseleleri dinin aslı diye tabir ettiğimiz Tevhid'in içine cahiller ordusu olarak hiçbir tafsilat gözetmeden bizler sokmuş olmayalım?

Alimlerin sözleri ile acaba biz vahiy kaynaklı dinin aslını mı tahsis ediyoruz? Yoksa fasit akıl kaynaklı, sapkın hevaya dayalı olan, cahiller ve deccaller tarafından uydurulan sözde dinin aslını mı tahsis ediyoruz?

Kendi görüşlerini "dinin aslı, dinin olmazsa olmazı" olarak pazarlayıp, Kur'an ve Sünnet'ten kendilerince çıkardıkları cahilane sözde hükümleri "Allah'ın sözü, Rasul'ün sözü" diye yutturmaya çalışanlara veyl olsun. Bunların kendi elleri ile kitap yazıp sonra "bu Allah katındandır" diyen ve Allah'ın kitabında işine gelmeyen yerleri elleri ile örten Yahudilerden zihniyet açısından bir farkı yoktur!

İşte Süleyman b. Sehman'ın sözlerini bir tek kendilerinin anladığını, çünkü bir tek bu şekilde dinin aslına aykırı olmadığını söylemek zamanımız da işte bu cehli mürekkeplerin işidir. Allah'ın izniyle biz burada Süleyman b. Sehman'ın ulaşabildiğimiz sözlerini aktarmaya ve izah etmeye çalışacağız.

Alıntı Yap
  • Süleyman b. Sehman Rahimehullah Hüküm Tağut'unu işlediği risalesinin başında şöyle der:

فإن كثيرا من الطوائف المنتسبين إلى الإسلام، قد صاروا يتحاكمون إلى عادات آبائهم، ويسمون ذلك الحق بشرع الرفاقة، كقولهم شرع عجمان، وشرع قحطان، وغير ذلك، وهذا هو الطاغوت بعينه، الذي أمر الله باجتنابه
İslam'a intisap eden taifelerin birçoğu babalarının âdetlerine muhakeme olmaya başladı ve buna Rafâka Şeriatına göre hak ismini verdiler. Aynı Acmân Şeriatı, Kahtân Şeriatı ve diğer şeyleri söyledikleri gibi. 7 Bu da Allâh'ın içtinabını emrettiği Tağut'un ta kendisidir.


Görüldüğü gibi Sehman sözlerine başlarken diğer alimlere mutabık kalarak kayıt getirdi. O kayıt ise örfleri ve adetleri üstün kılınmış şeriat sayma illeti.

Alıntı Yap

وذكر شيخ الإسلام ابن تيمية في منهاجه، وابن كثير في تفسيره: أن من فعل ذلك فهو كافر بالله، زاد ابن كثير: يجب قتاله، حتى يرجع إلى حكم الله ورسوله.
"Şeyhülislam İbn Teymiye, 'Minhac' adlı eserinde ve İbn Kesir de tefsirinde belirtmişlerdir ki: Kim bunu (yani Allah'ın hükümlerini bırakıp örfünün üstün olduğuna itikat eder ve bunu) yaparsa, o kişi Allah'ı inkâr etmiş olur (kafir olur). İbn Kesir, buna ek olarak o kişiyle, Allah ve Resûlünün hükmüne dönene kadar savaşılmasının farz olduğunu da söylemiştir."


Sehman yine koyduğu itikat ve istihlal kaydını gerek İbn Teymiye'den gerekse İbn Kesir'den naklederek desteklemiştir.


Alıntı Yap

قال شيخ الإسلام: ولا ريب أن من لم يعتقد وجوب الحكم بما أنزل الله على رسوله فهو كافر; ومن استحل أن يحكم بين الناس بما يراه هو عدلا من غير اتباع لما أنزل الله فهو كافر؛ فإنه ما من أمة إلا وهي تأمر بالحكم بالعدل؛
وقد يكون العدل في دينها، ما رآه أكابرهم، بل كثير من المنتسبين إلى الإسلام، يحكمون بعاداتهم التي لم ينْزلها الله، كسوالف البوادي، وكأوامر المطاعين في عشائرهم، ويرون أن هذا هو الذي ينبغي الحكم به، دون الكتاب والسنة، وهذا هو الكفر.
فإن كثيرا من الناس أسلموا، ولكن مع هذا لا يحكمون إلا بالعادات الجارية، التي يأمر بها المطاعون في عشائرهم؛ فهؤلاء إذا عرفوا أنه لا يجوز لهم الحكم إلا بما أنزل الله، فلم يلتزموا ذلك، بل استحلوا أن يحكموا بخلاف ما أنزل الله، فهم كفار، انتهى

Şeyh'ul İslam şöyle dedi: "Allâh'ın Rasûlü'ne indirdiği ile hükmetmenin vacip olduğuna itikat etmeyenin kâfir olduğuna dair kuşku yoktur. Allâh'ın indirdiklerine tabi olmaksızın kendisinin adalet olarak gördüğü şeylerle insanlar arasında hükmetmeyi helal addeden kişi kâfirdir. Zira adaletle hükmetmeyi emretmeyen hiçbir ümmet yoktur.

Onların dininde ise adalet, büyüklerinin adalet gördüğü şeyler olabilir. Dahası, İslam'a intisap edenlerin çoğu, bedevilerin seleflerinin ve aşiretlerinin arasında itaat edilen emirlerin yaptığı gibi, Allâh'ın indirmediği âdetleriyle hükmederler. Kendisiyle hükmedilmesi gereken şeyin Kuran ve Sünnet değil de bu âdetler olduğunu düşünürler. Bu da küfrün ta kendisidir.

Birçok insan İslam'a girmiştir, lâkin bununla beraber, sadece aşiretlerinde itaat edilenlerin emrettiği kullanılagelmiş âdetlerine göre hükmediyorlar. Bu insanlara, Allâh'ın indirdikleri dışında hiçbir şeyle hükmetmelerinin caiz olmadığı bildirilince, buna riayet etmezler; aksine, Allâh'ın indirdiğinin hilafına bir şeyle hükmetmeyi helal addederler. Bu kişiler kâfirdir."

Şeyh'ul İslam'dan alıntı sona erdi.


Süleyman b. Sehman'ın Şeyhu'l İslam'dan naklettiği sözlere dikkat edin. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmenin vacip olduğuna itikat etmeyen ve istihlal yapanların küfrüne açıkca hükmetmiştir. İşin can alıcı kısmı ise sözünün devamındadır. Şeyhu'l İslam bir çok insanı İslam'a girmekle nitelendirmiştir.

Ardından ise tıpkı bedevilerde veya aşiretlerde süregelen kendi örflerine göre hükmetme ve muhakeme olma hususlarına değinmiştir. Kendilerine ise yaptıklarının caiz olmadığı noktasında hüccet ikame edildiğinde hücceti inkar ederler ve yaptıklarını helal adderler şeklinde kayıt getirip kafir hükmünü veriyor. İtaat'te Allah'a ortak koşmak, Hüküm'de ortak koşmak, Tagut'lara iman etmek gibi meseleler nerede? Şeyh islam'a nisbet ettiği cahil kimselere neyin hüccetini ikame ediyor? Devamla Sehman şöyle diyor:


Alıntı Yap

وفيه بيان كفر الحاكم نفسه، والمتحاكمين على الوجه الذي ذكره، وكذا من لم يعتقد وجوب ما أنزل الله، وإن لم يكن حاكما ولا متحاكما، فتأمله; ذكره عند قوله تعالى {وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ} 1
Şeyh'ul İslam'ın zikrettiği vecih üzere, bu kelamda hem hâkimin kendisinin hem de muhakeme olan kişilerin küfrünün beyanı bulunmaktadır. Aynı şekilde, hâkim veya muhakeme olan bir kişi olmasa da Allâh'ın indirdiği ile hükmetmenin vacip olmadığına itikat eden kişinin küfrünün beyanı da bulunmaktadır. Bunu dikkatle düşünün; bu ifade, Allah Teâlâ'nın "{Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir}" ayetini yorumlarken zikredilmiştir.


Dikkat edin! Şeyh Sehman muhakeme/hüküm noktaların da kişilere hüküm verirken kendisine Şeyhu'l İslam'ın zikrettiği vechi esas almış, hükmünü onun üzerine bina etmiştir. Nedir o vecih? Tabi ki itikat, istihlal kendi örfünü Şeriat'ten üstün tutmak gibi küfür olan ve sahibini ittifakla kafir yapan vecihler.

Bizler ve başkaları bu zamana kadar ne diyorduk? "Bedevi/aşiret törelerine, örflerine muhakeme olmak tafsilatsız küfürdür. Çünkü Nisa 60. ayetin kapsamındadır. Tagut'i hükümlere boyun eğmek, İtaat'te Allah'a ortak koşmaktır."

Şeyh'lerin birbirlerinden zikrettikleri nakillerde bu fasit tafsilatsız yorum var mı? Ardından devamla Şeyh Süleyman b. Sehman İbn Kesir'den nakilde bulunur.


Alıntı Yap

وقال ابن كثير، رحمه الله، في قوله تعالى: {أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ} 2؛ ينكر تعالى على من خرج عن حكم الله تعالى، المشتمل على كل خير وعدل، الناهي عن كل شر، إلى ما سواه من الآراء والأهواء، والاصطلاحات التي وضعها الرجال، بلا مستند من شريعة الله، كما كان أهل الجاهلية يحكمون به من الجهالات،
وكما يحكم به التتار من السياسات، المأخوذة من جنكسخان الذي وضع لهم كتابا مجموعا من أحكام، اقتبسها من شرائع شتى، من الملة الإسلامية، وفيه كثير من الأحكام أخذها عن مجرد نظره، فصار في بنيه يقدمونه على الحكم بالكتاب والسنة؛ ومن فعل ذلك فهو كافر، يجب قتاله حتى يرجع إلى حكم الله ورسوله، فلا يحكم سواه في كثير ولا قليل، انتهى.
İbn Kesir, Allah Teâlâ'nın "{Yoksa onlar, cahiliye hükmünü mü arıyorlar?}" (Maide, 5/50) ayeti hakkında şöyle der:

"Allah Teâlâ, her türlü hayır ve adaleti içeren, her türlü kötülüğü yasaklayan Allah'ın hükmünden uzaklaşıp, sırf insanların kendi arzu ve görüşleriyle, Allah'ın şeriatından hiçbir dayanağı olmadan ortaya koydukları kanaat ve heveslere, ıstılahlara yönelenleri reddetmektedir.

Bu durum, tıpkı cahiliye ehlinin kendi bilgisizliklerine dayanarak hüküm vermesi gibidir. Aynı şekilde, Tatarların Cengiz Han'dan aldıkları siyasetlerle hükmetmesi de böyledir. Cengiz Han, onlar için çeşitli şeriatlardan, hatta İslam milletinin şeriatından da hükümler alarak bir kitap oluşturmuştu. Ancak bu kitapta, sadece kendi görüşüne göre aldığı birçok hüküm de vardı. Sonunda, onun oğulları ve torunları, bu kitabı Kitap ve Sünnet'in önüne geçirdiler.

Kim bunu yaparsa, o kişi kafirdir ve Allah'ın ve Resûlü'nün hükmüne dönene kadar onunla savaşılması farzdır. Artık o, az olsun çok olsun, Allah'tan başkasının hükmüyle hükmetmez."


İbn Kesir için ayrı bir bölüm de gerekli izahatları yapacağız. Gerek Tefsirinde gerekse Tarih kitabında naklettiği nakillerin hepsinin hangi meseleyle alakalı olduğunu ortaya koyacağız.

Burada kısaca değineceğimiz husus İbn Kesir'in tatarlardan bahsederken onların Yesak'ı kitap ve sünnetin önüne geçirdiklerinden ve asıl olarak Yesak'a ittiba ettiklerinden bahsetmesidir. Tatarların Cengiz Han'a besledikleri itikat ve Yesak'a karşı olan bu halleri İcma ile küfürdür.

Bu illet ise Yesak'ı şeriatten üstün tutma vb. daha önce zikrettiğimiz hususlardır. Fakat Tarih'te inkar edilmeyecek bir gerçekte vardır ki Moğollar topluluklar halinde İslam'a girmişler. Kısmen Şeriat'i hakim kılsalar da bazı durumlarda Yesak'a göre veya Moğol töresine göre hükmetmişlerdir. Hatta Moğol devletlerinin düştüğü bu duruma düşen Memlük devletinin durumu hakkında ileride inşallah nakilde de bulunacağız. İşte bu noktada ise kişilerin durumuna göre alimler tafsilata gitmişlerdir. Bunların yeri burası olmadığı için ileri de zikredeceğiz. İbn Kesir'in sözünden sonra Şeyh Sehman şöyle der:


Alıntı Yap
وما ذكرناه من عادات البوادي، التي تسمى "شرع الرفاقة" هو من هذا الجنس، من فعله فهو كافر، يجب قتاله حتى يرجع إلى حكم الله ورسوله، فلا يحكم سواه في قليل ولا كثير
"Bedevilerin 'refaka şeriatı (üstün şeriat)' diye adlandırdıkları adetleri, bahsettiğimiz bu sınıfa girer. Kim bunu yaparsa kafirdir ve Allah'ın ve Resûlü'nün hükmüne dönene kadar onunla savaşılması farzdır. Artık o, az olsun çok olsun, Allah'tan başkasının hükmüyle hükmetmez."


Dikkat edin! Az yukarıda Şeyh Sehman hüküm verirken nasıl Şeyhu'l İslam'ın işaret ettiği veche göre hüküm verdiyse, yine aynı şekilde bu sefer İbn Kesir'in işaret ettiği veche göre hüküm vermektedir. Nedir o vecih? Bedeviler'den her kim küfürlerinde icma edilen Tatar'ların yaptığı gibi kendi örfünü ve adetini Şeriat'in önüne takdim eder, üstün tutar, tazim ederse ittifakla kafirdir. Gördüğünüz gibi Şeyh Sehman sözlerini yine alimlere ittiba ederek kayıt altına aldı. Küfre bir illet getirdi. Devamla Şeyh Sehman şöyle der:


Alıntı Yap
وقد قال الله تعالى: {أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُوا بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَنْ يَتَحَاكَمُوا إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُوا أَنْ يَكْفُرُوا بِهِ} 1 الآيات إلى قوله: {وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا إِلَى مَا أَنْزَلَ اللَّهُ وَإِلَى الرَّسُولِ رَأَيْتَ الْمُنَافِقِينَ يَصُدُّونَ عَنْكَ صُدُوداً} 2.
قال الشعبي: "كان بين رجل من اليهود ورجل من المنافقين خصومة، فقال اليهودي: نتحاكم إلى محمد صلى الله عليه وسلم، عرف أنه لا يأخذ الرشوة، ولا يميل في الحكم. وقال المنافق: نتحاكم إلى اليهود، لعلمه أنهم يأخذون الرشوة، ويميلون في الحكم. ثم اتفقا على أنهما يأتيان كاهنا في جهينة، فيتحاكمان إليه، فنَزلت {أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ} الآية"؛
وقيل نزلت في "رجلين اختصما، فقال أحدهما: نترافع إلى محمد صلى الله عليه وسلم، وقال الآخر: إلى كعب بن الأشرف; ثم بعد ذلك ترافعا إلى عمر بن الخطاب، فذكر له أحدهما القصة، فقال للذي لم يرض برسول الله صلى الله عليه وسلم: أكذلك؟ قال: نعم، فضربه بالسيف فقتله، فنزلت الآية".
وهكذا ينبغي أن يفعل بالمتحاكمين إلى الطواغيت؛ فإذا كان هذا الخليفة الراشد، قد قتل هذا الرجل، بمجرد طلبه التحاكم إلى الطاغوت، فمن هذا عادته التي هو عليها، ولا يرضى لنفسه وأمثاله سواها، أحق وأولى أن يقتل، لردته عن الإسلام، وعموم فساده في الأرض.
فإنه لا صلاح للخليقة، إلا بأن يكون الله معبودها، والإسلام دينها، ومحمد نبيها الذي تتبعه، وتتحاكم إلى شريعته، ومتى عدم ذلك عظم فسادها، وظهر خرابها
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"{Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Tağuta muhakeme olmak istiyorlar, oysa onu inkâr etmekle emrolunmuşlardı...}" (Nisa Suresi, 4/60)

ayetinden, şu kavle kadar:

"{Onlara 'Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e gelin!' dendiği zaman, münafıkların senden tamamen yüz çevirdiklerini görürsün.}" (Nisa Suresi, 4/61)

Şa'bî şöyle demiştir: "Bir Yahudi ile bir münafık arasında bir anlaşmazlık vardı. Yahudi, rüşvet almadığını ve hükümde eğrilik yapmadığını bildiği için 'Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) hakemliğine başvuralım' dedi. Münafık ise, Yahudilerin rüşvet aldıklarını ve hükümde eğrilik yaptıklarını bildiği için 'Yahudilere başvuralım' dedi. Sonra ikisi de Cüheyna'da bir kâhine gitme ve ona muhakeme olma konusunda anlaştılar. Bunun üzerine '{Sana indirilene...}' ayeti nazil oldu."

Bir başka rivayete göre ise şöyle denilmiştir: "İki kişi anlaşmazlığa düştü. Biri: 'Muhammed'e (sallallahu aleyhi ve sellem) gidelim' dedi. Diğeri ise 'Ka'b b. Eşref'e gidelim' dedi. Daha sonra Ömer b. Hattab'a gittiler. Biri ona olayı anlattı. Ömer, Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) hükmüne razı olmayan kişiye: 'Bu doğru mu?' diye sordu. Adam: 'Evet' dedi. Bunun üzerine Ömer kılıcını çekip onu öldürdü. İşte o zaman bu ayet nazil oldu."

Tağutlara muhakeme olanlara böyle davranmak gerekir. Eğer bu Raşid Halife (Ömer), sadece tağuta muhakeme olmayı talep eden bu adamı öldürdüyse, alışkanlığı haline getiren, kendi ve benzerleri için bundan başka bir şeyden razı olmayan kişi, İslam'dan dönmesi (irtidadı) ve yeryüzündeki genel bozgunculuğu nedeniyle öldürülmeye daha çok hak kazanır ve daha layıktır.

Çünkü insanlığın صلاح (ıslahı/düzelmesi) ancak Allah'ın mabudu, İslam'ın dini ve kendisini izleyip şeriatına muhakeme olduğu Muhammed'in peygamberi olmasıyla mümkündür. Ne zaman ki bu olmazsa, yeryüzündeki fesat büyür ve harabiyet ortaya çıkar.


Dikkat edin! Şeyh Sehman bedevilerle alakalı küfür illetlerini zikrettikten sonra Nisa 60-61. ayetlerle alakalı rivayetlere temas etmektedir. Yine daha önce tefsirlerde de işaret ettiğimiz gibi hükümden veya muhakeme olmaktan razı olmadığı için Ömer radiyallahu anh tarafından öldürülen adamı zikretmiştir. Sözünün devamın da ise bu fiili işleyenlerin irtidat etmesinden bahsetmektedir. Peki şimdi Şeyh'in sözünde zikrettiği irtidat fiiline getirdiği kaydı göz ardı etmek hakka ve vicdana sığar mı?

Şeyh Sehman irtidat için bir kayıt getirerek şöyle diyor: "alışkanlığı haline getiren, kendi ve benzerleri için bundan başka bir şeyden razı olmayan kişi" Gördüğünüz gibi Şeyh Sehman yine sözün de itikat istihlal ve tağutun hükmünden başkasına razı gelmeme illetlerini zikretmiş ve bu hal üzere olan kimselerin irtidatına hükmetmiştir. Yine devamla Şeyh Sehman şöyle der:


Alıntı Yap
فقوله تعالى: {أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُوا بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ} 1 الآية، بيان بأن من زعم الإيمان بالله وبرسوله، وهو يحكم غير شريعة الإسلام، فهو كاذب منافق، ضال عن الصراط المستقيم، كما قال تعالى: {فَلا وَرَبِّكَ لا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لا يَجِدُوا فِي أَنْفُسِهِمْ حَرَجاً مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيماً} 2، فأقسم بنفسه: أن الخلق لا يؤمنون، حتى يحكموا الرسول صلى الله عليه وسلم في جميع موارد النِّزاع؛ فإذا حكم انتفى الحرج باطنا، وحصل التسليم الكامل ظاهرا؛ فمن لم يحصل منه ذلك فالإيمان منتف عنه.

وقد تظاهرت الأدلة الشرعية، بالدلالة على ذلك، فذم الله في كتابه من أعرض عن حكم رسوله، قال الله تعالى: {وَإِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ مُعْرِضُونَ وَإِنْ يَكُنْ لَهُمُ الْحَقُّ يَأْتُوا إِلَيْهِ مُذْعِنِينَ أَفِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ أَمِ ارْتَابُوا أَمْ يَخَافُونَ أَنْ يَحِيفَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَرَسُولُهُ بَلْ أُولَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ إِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنِينَ إِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ أَنْ يَقُولُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ}
Allah Teâlâ'nın "{Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri görmedin mi?}" (Nisa Suresi, 4/60) ayeti, şunu açıkça ortaya koyar: Kim Allah'a ve Resûlü'ne iman ettiğini iddia eder, ancak İslam şeriatından başka bir şeyle hükmederse, o bir yalancı, bir münafıktır ve doğru yoldan sapmıştır.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"{Hayır! Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin etmedikçe, sonra da senin verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.}" (Nisa Suresi, 4/65)

Bu ayette Allah, bizzat kendi zatına yemin ederek buyurmuştur ki: İnsanlar, tüm anlaşmazlık konularında Resûlullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) hakem tayin etmedikçe iman etmiş olmazlar. Resûlullah hükmettiğinde ise, içsel bir sıkıntı kalmaz ve zahiren tam bir teslimiyet gerçekleşir. Kimde bu durumlar gerçekleşmezse, iman ondan kalkmıştır.

Şer'i delillerin tamamı bu durumu göstermektedir. Allah, kitabında Resûlü'nün hükmünden yüz çevirenleri kınamıştır.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"{Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resûlü'ne davet edildikleri zaman, onlardan bir grup hemen yüz çevirirler. Eğer hak kendi lehlerine ise, ona itaat ederek gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüpheye mi düştüler, yahut Allah ve Resûlü'nün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır! Asıl zalimler onlardır. Müminlerin sözü ise, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resûlü'ne davet edildikleri zaman: 'İşittik ve itaat ettik' demeleridir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.}" (Nur Suresi, 24/48-51)


Gördüldüğü üzere Şeyh Sehman getirdiği illet ve kayıtları Nisa 60 ve 65. ayetleri zikredek cem etmiştir. Dikkat edin Şeyh burada getirdiği kayıtlar ve illetlerle tenakuz içermeyecek mutlak ifadeler kullanmaktadır. Bu ise doğru olan menhectir. Nisa 60. ayeti Nisa 65. ayetten ayırmıyor ve ikisinin arasını cem ediyor. İman isminin kalkmasından bahsediyor. Bu ise mutlak bir ifadedir. Her fiilin, her itikadin sahibi, işlediği amele, içinde bulunduğu itikade göre şeriat nezdinde ismini hak eder. Bazen İman kişiden komple kalkıp Kafir ismini alırken, bazen de İman'ın kemali kişiden kalkar ve dinden çıkarmayan Küfür manasında nitelendirilir. Şeyh'in sözlerine devam ediyoruz.


Alıntı Yap
واعلم: أنه ما دعا داع إلى حق، إلا كان للشيطان شبهة عنده، يصد بها الناس عنه، ومن ذلك أنه إذا قيل لأهل الطاغوت: ارجعوا إلى حكم الله ورسوله، واتركوا أحكام الطواغيت، قالوا: إنا لا نفعل ذلك إلا خوفا من أن يقتل بعضنا بعضا، فإني إذا لم أوافق صاحبي، على التحاكم إلى "شرع الرفاقة" قتلني أو قتلته.
فالجواب أن نقول: يظهر فساد هذه الشبهة الشيطانية، بتقرير ثلاثة مقامات


المقام الأول: أن الفساد الواقع في الأرض، من قتل النفوس، ونهب الأموال، إنما هو بسبب إضاعة أوامر الله، وارتكاب نواهيه، كما قال تعالى: {ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ} 2، المفسرون من السلف (البر) أهل العمود من البوادي، (والبحر) أهل القرى.
أخبر تعالى: أن ظهور الفساد في البادية والحاضرة، سببه أعمالهم؛ فلو أنهم عبدوا ربهم، وحكموا نبيهم، لصلحت أحوالهم، ونمت أموالهم وأنفسهم، كما قال تعالى: {وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنْ كَذَّبُوا فَأَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ} 1.
قال تعالى: {أَوَلَمْ يَكْفِهِمْ أَنَّا أَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ يُتْلَى عَلَيْهِمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَرَحْمَةً وَذِكْرَى لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ قُلْ كَفَى بِاللَّهِ بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ شَهِيداً يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالَّذِينَ آمَنُوا بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللَّهِ أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ} 2.
فأخبر: أن الرحمة في هذا القرآن، فمن اكتفى به عن أحكام الباطل، فهو المرحوم، ومن أعرض عنه إلى غيره، فهو الخاسر؛ فإذا أعرض الناس عن كتاب ربهم، وحكموا غير نبيهم، عاقبهم الله بأن يعادي بعضهم بعضا، ويقتل بعضهم بعضا، كما قال تعالى: {وَمِنَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّا نَصَارَى أَخَذْنَا مِيثَاقَهُمْ فَنَسُوا حَظّاً مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ فَأَغْرَيْنَا بَيْنَهُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَسَوْفَ يُنَبِّئُهُمُ اللَّهُ بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ} 3.
ولكن لما عاد الإسلام غريبا كما بدأ، صار الجاهلون به، يعتقدون ما هو سبب الرحمة، سبب العذاب، وما هو سبب الألفة والجماعة، سبب الفرقة والاختلاف، وما يحقن الدماء سببا لسفكها، كالذين قال الله فيهم: {وَإِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَطَّيَّرُوا بِمُوسَى وَمَنْ مَعَهُ أَلا إِنَّمَا طَائِرُهُمْ عِنْدَ اللَّهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لا يَعْلَمُونَ} 1.
وكذلك الذين قالوا لأتباع الرسل: {إِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ قَالُوا طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ أَإِنْ ذُكِّرْتُمْ بَلْ أَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ} 2؛ فمن اعتقد أن تحكيم شريعة الإسلام، يفضي إلى القتال والمخالفة، وأنه لا يحصل الاجتماع والألفة، إلا على حكم الطاغوت، فهو كافر عدو لله ولجميع الرسل؛ فإن هذا حقيقة ما عليه كفار قريش، الذين يعتقدون أن الصواب ما عليه آباؤهم، دون ما بعث الله به رسوله صلى الله عليه وسلم.

Şunu iyi bil ki: Hakka çağıran bir davetçi ortaya çıktığında, Şeytan'ın daima onu insanlardan uzaklaştırmak için yanında bir şüphe bulunur.

Buna bir örnek olarak, tağut ehli olanlara "Allah'ın ve Resûlü'nün hükmüne dönün, tağutların hükümlerini bırakın" dendiğinde, onların şu cevabı vermesidir: "Biz bunu ancak birbirimizi öldürme korkusundan yapmıyoruz. Çünkü ben arkadaşıma 'refaka şeriatına' göre hükmetme konusunda muvafakat etmezsem, o beni öldürür veya ben onu öldürürüm."

Bu durumda onlara şöyle cevap veririz: Bu şeytanî şüphenin yanlışlığı, üç esası açıklamakla ortaya çıkar.

Birinci makam: Yeryüzünde vuku bulan cana kıymalar ve mal gaspları gibi tüm fesat, ancak Allah'ın emirlerinin zayi edilmesi ve yasaklarının çiğnenmesi sebebiyledir.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"{İnsanların elleriyle kazandıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı.}" (Rum Suresi, 30/41)

Selef müfessirleri, 'kara' (berr) ile bedeviler (göçebeler), 'deniz' (bahr) ile de köylüler (yerleşik olanlar) kastedildiğini söylemişlerdir.

Allah Teâlâ bildirmiştir ki: Gerek kırsalda gerekse şehirlerde fesadın ortaya çıkışının sebebi, insanların kendi amelleridir. Eğer onlar Rablerine ibadet etseler ve peygamberlerini hakem kabul etselerdi, durumları düzelir, malları ve canları bereketlenirdi.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"{Eğer o memleketlerin halkı iman etseler ve sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereket kapılarını açardık. Fakat onlar yalanladılar; biz de onları kazandıkları sebebiyle yakalayıverdik.}" (A'raf Suresi, 7/96)

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"{Onlara (yani Yahudi ve Hristiyanlara), kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız yetmedi mi? Şüphesiz bunda, inanan bir toplum için elbette rahmet ve öğüt vardır. De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Batıla iman edip de Allah'ı inkâr edenler var ya, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.}" (Ankebut Suresi, 29/51-52)

Bu ayetler bildirmiştir ki: Bu Kur'an'da rahmet vardır. Kim batıl hükümlere karşılık Kur'an ile yetinirse, o rahmete ermiştir. Kim de ondan yüz çevirip başkasına yönelirse, o hüsrana uğrayandır.

İnsanlar Rablerinin kitabından yüz çevirir ve peygamberlerinden başkasının hükmüyle hükmederlerse, Allah onları birbirlerine düşürerek ve birbirlerini öldürmeleriyle cezalandırır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"{'Biz Hristiyanız' diyenlerden de kesin söz almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin bir kısmını unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Allah, yapmakta olduklarını onlara elbette bildirecektir.}" (Maide Suresi, 5/14)

Ancak, İslam başladığı gibi tekrar garip hale gelince, onu bilmeyen cahiller, rahmetin sebebi olan şeyi azabın sebebi, ülfet ve birliğin sebebi olan şeyi ise ayrılık ve ihtilafın sebebi zanneder oldular. Dahası, kanı koruyan şeyi kan dökmeye sebep saydılar.

Tıpkı Allah'ın haklarında şöyle buyurduğu kimseler gibi:

"{Eğer başlarına bir kötülük gelirse, Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı. Bilin ki, onların uğursuzluğu ancak Allah katındadır. Fakat onların çoğu bilmezler.}" (A'raf Suresi, 7/131)

Ve yine elçilerin (resullerin) takipçilerine şöyle diyenler gibi:

"{Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, andolsun sizi taşlarız ve bizden size kesinlikle acıklı bir azap dokunur! Dediler ki: Uğursuzluğunuz sizinledir. Size öğüt verildi diye mi (uğursuz oldunuz)? Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz.}" (Yasin Suresi, 36/18-19)

Kim İslam şeriatını uygulamanın, kavgaya ve anlaşmazlığa yol açacağını, birliğin ve beraberliğin ancak Tağutun hükmüyle sağlanacağını düşünürse, o, Allah'a ve tüm Resullere düşman olan bir kâfirdir. Zira Kureyş kâfirlerinin inancı tam da buydu: Onlar, Allah'ın Resulü ile gönderdiğinin değil, atalarının üzerinde bulunduğunun doğru olduğuna inanıyorlardı.


Görüldüğü üzere Şeyh yine hükmü verirken illetleri tek tek sıraladı, Şeriatin ancak kavgaya ve ihtilafa yol açacağını, ihtilafların ise ancak tagut hükümleriyle biteceğine itikat ederse o kişi kafir olur. İkinci makamdan devam ediyoruz.


Alıntı Yap
المقام الثاني: أن يقال: إذا عرفت أن التحاكم إلى الطاغوت كفر، فقد ذكر الله في كتابه أن الكفر أكبر من القتل، قال: {وَالْفِتْنَةُ أَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ} 3، وقال: {وَالْفِتْنَةُ أَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ} 4، والفتنة: هي الكفر; فلو اقتتلت البادية والحاضرة، حتى يذهبوا، لكان أهون من أن ينصبوا في الأرض طاغوتا، يحكم بخلاف شريعة الإسلام، التي بعث الله بها رسوله صلى الله عليه وسلم.

المقام الثالث: أن نقول: إذا كان هذا التحاكم كفرا، والنّزاع إنما يكون لأجل الدنيا، فكيف يجوز لك أن تكفر لأجل ذلك؟ فإنه لا يؤمن الإنسان، حتى يكون الله ورسوله أحب إليه مما سواهما، وحتى يكون الرسول أحب إليه من ولده ووالده والناس أجمعين.

فلو ذهبت دنياك كلها، لما جاز لك المحاكمة إلى الطاغوت لأجلها، ولو اضطرك مضطر وخيرك، بين أن تحاكم إلى الطاغوت، أو تبذل دنياك، لوجب عليك البذل، ولم يجز لك المحاكمة إلى الطاغوت; والله أعلم، وصلى الله على محمد، وآله وسلم تسليما كثيرا
İkinci Makam: Şöyle denilmesidir: Eğer tağuta muhakeme olmanın küfür olduğunu anladıysan, Allah Teâlâ'nın kitabında küfrün cinayetten (öldürmekten) daha büyük olduğunu zikrettiğini bilmelisin.

Allah şöyle buyurmuştur:

"{Fitne, cinayetten (öldürmekten) daha büyüktür.}" (Bakara Suresi, 2/217)

Ve yine şöyle buyurmuştur:

"{Fitne, cinayetten (öldürmekten) daha şiddetlidir.}" (Bakara Suresi, 2/191)

Buradaki fitne, küfürdür.

Dolayısıyla, eğer bedeviler ve yerleşik halk (şehirdekiler) birbirlerini tamamıyla yok edene kadar savaşsalardı, bu durum, yeryüzünde Allah'ın Resûlü'nü gönderdiği İslam şeriatına aykırı hükmeden bir tağutun kurulmasından daha hafif olurdu.

Üçüncü Makam: Eğer bu Tehaküm'ün küfür olduğunu biliyorsan ve anlaşmazlıklar da sadece dünya malı yüzünden çıkıyorsa, nasıl olur da sen bu dünya için küfre girersin?

Çünkü bir insan, Allah ve Resûlü kendisine her şeyden daha sevimli olmadıkça ve Resûlullah kendi evladından, babasından ve tüm insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş sayılmaz.

Tüm dünyan yok olsa bile, sırf onun uğruna tağuta muhakeme olman caiz değildir. Eğer bir zorluk seni mecbur bırakır ve seni, ya tağuta muhakeme olmak ya da tüm dünyanı feda etmek arasında seçime zorlarsa, senin için feda etmek vacip olur ve tağuta muhakeme olman caiz olmaz. Allah en iyisini bilir. Muhammed'e ve âline çokça salat ve selam olsun.


Şimdi Ehlu Tahrif Ve'l Cımbız'ın kendisine asıl edindiği ve Şeyh'in sözlerinin öncesini sümen altı ettiği en can alıcı yere geldik. Buraya gelene kadar Şeyh'in Bedevi ve aşiret törelerine/örflerine göre hükmeden, bunlara muhakeme olanlar hakkın da getirdiği açık tafsilatı ve illetleri ispat ettik. Şimdi ise ilme ihanet edenler Şeyh'in önceki sözlerine yorum yapmadan, Şeyh'in sonra ki sözlerine sarılıp kendilerini avutmaktadır.

Şimdi Şeyh burada küfür derken neyi kast etti? Az yukarda bahsettiği tafsilat ve illetler nereye kayboldu? Bunların arası nasıl cem edilecek? Tagut'a muhakeme olmak küfürse Şeyh devamın da niye caiz değildir dedi? Caiz değildir den kasıt "kafir olursun" mu? Bütün bu sorular açıklamaya muhtaçtır. Ancak bu açıklama yapılırken Şeyh'in önceki sözlerini sümen altı etmeden yapılmalıdır.

Şeyh'in sözlerinde herhangi bir çelişki ve kapalılık yoktur. Şeyh birinci makam'da neyi zikretmişti?

"Kim İslam şeriatını uygulamanın, kavgaya ve anlaşmazlığa yol açacağını, birliğin ve beraberliğin ancak tağutun hükmüyle sağlanacağını düşünürse, o, Allah'a ve tüm Resullere düşman olan bir kâfirdir. Zira Kureyş kâfirlerinin inancı tam da buydu: Onlar, Allah'ın Resulü ile gönderdiğinin değil, atalarının üzerinde bulunduğunun doğru olduğuna inanıyorlardı."

Şeyh ikinci makama geçmeden önce itirazda bulunan kimselerin hallerinden bahsetmişti. Buda yine itikat, istihlal, üstün görme ve şeriatin ancak ihtilafları çoğaltacağına, Tagut'un hükmünün ise ihtilafları gidereceğini dile getirme meselesidir. İşte ikinci ve üçüncü makamda şeyhin Tagut'a muhakeme küfürdür derken kast ettiğide tam olarak işte budur. Şeyh'ten yapacağımız açık tafsilata işaret eden nakiller de bunu destekleyecektir. Yine Şeyh'in bu fiile mutlak olarak küfür demesinde de bir sakınca yoktur. Çünkü risalenin başından sonuna kadar şeyh hüküm verenleri ve muhakeme olanları birbirinden ayırmamıştır. Maide 44'te hangi hükümler geçerliyse muhakeme'de de o hükümler geçerlidir.

Şeyh'in sözünün devamın'da ki caiz değildir ifadelerini görmemezlikten gelmek ise en iyi ihtimalle sahtekarlıktır. Şeyh'in hüküm Tagut'un dan bahsettiği risaleyi okumak isteyenler arapçasına başvurabilirler.

Şimdi Şeyh Sehman'ın hüküm Tagut'u risalesinde gittiği tafsilata, kendisine esas alarak İbn Kesir ve Şeyhu'l İslam'dan yaptığı nakilleri ortaya koyup ispat ettik. Şimdi ise Şeyh Sehman'ın başka bir manaya çekilemeyecek, ancak tahrif yoluyla Şeyh Sehman'a ve Ehli Sünnet'in menhecine ihanet edilmek suretiyle kamufle edilecek bir naklini paylaşıyoruz. Ehlu Cımbız'ın yaptığı gibi işimize gelenleri alıp, işimize gelmeyenleri hasır altı etmemeye gayret ediyoruz. Zaten fırkaların başına ne geldiyse bu hastalıktan gelmiştir. Önce naklin arapçasını asalım, sonra ise cümle cümle tahkik etmeye çalışacağız.

Öncelikle Şeyh Sehman'ın şerh ettiği İbnu'l Kayyım'ın sözünü asalım:


Alıntı Yap
  • İbn'ul Kayyim Rahimehullâh şöyle demiştir:
«الصلاة لابن القيم» (ص88):
«وأمَّا كفر العمل: فينقسم إلى ما يضادُّ الإيمان، وإلى ما لا يضادُّه.»
«الصلاة لابن القيم» (ص89):
«فالسُّجُود للصَّنَم، والاستهانة بالمصْحف، وقتل النَّبيِّ وسبُّه يضادُّ الإيمان.
وأمَّا الحكم بغير ما أنزل الله، وترك الصَّلاة فهو من الكفر العملي قطعًا. ولا يمكن أن يُنْفَى عنه اسم الكفر، بعد أنْ أطلقه الله ورسوله عليه. فالحاكم بغير ما أنزل الله كافِرٌ، وتارك الصلاة كافِرٌ، بنصِّ رسول الله صلى الله عليه وسلم؛ ولكن هو كُفْرُ عمل، لا كفر اعتقادٍ
"Amel küfrüne gelince, bu da imana zıt olan ve imana zıt olmayan şeklinde iki çeşittir.

Puta secde etmek, mushafı küçümsemek, bir Nebî'yi öldürmek ve ona sövmek imana zıt olan amel küfrüdür.

Allâh'ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmek ve namazı terk etmeye gelince bunlar da katî olarak amel küfrüdür. Bunlara Allâh ve Rasûlü küfür ismini vermişken bunlardan küfür ismini nefyetmek de mümkün değildir. Dolayısıyla Allâh'ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden hâkim kâfirdir ve namazı terk eden de kâfirdir. Bu, Rasûlullâh Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in nassıyla böyledir. Ancak bunlar, itikad küfrü değil amel küfrüdür." (İbn'ul Kayyim, es-Salâh, Dâr Atâ'ât'ul İlm, sf. 89)

  • Şimdi ise Şeyh Sehman'ın bu sözleri nasıl şerh ettiğini tahkik edelim:

سليمان بن سحمان «كشف غياهب الظلام عن أوهام جلاء الأوهام» (ص314):
«فانظر رحمك الله إلى ما ذكره العلماء من أن الكفر نوعان كفر اعتقاد، وجحود وعناد فأما كفر الجحود والعناد فهو أن يكفر بما علم أن الرسول جاء به من عند الله جحوداً وعناداً من أسماء الرب وصفاته وأفعاله وأحكامه التي أصلها توحيده وعبادته وحده لا شريك له، وهذا مضاد للإيمان من كل وجه، وأما النوع الثاني فهو كفر عمل، وهو نوعان أياً كان: مخرج من الملة وغير مخرج منها، فأما النوع الأول فهو يضاد الإيمان كالسجود للصنم والاستهانة بالمصحف، وقتل النبي وسبه، والنوع الثاني كفر عمل لا يخرج من الملة كالحكم بغير ما أنزل الله وترك الصلاة، فهذا كفر عمل لا كفر اعتقاد، وكذله قوله: "لا ترجعوا بعدي كفاراً يضرب بعضكم رقاب بعض"، وقوله: "من أتى كاهناً فصدقه وأتى امرأة في دبرها فقد كفر بما أنزل الله على محمد –صلى الله عليه وسلم" فهذا من الكفر العملي وليس كالسجود للصنم والاستهانة بالمصحف وقتل النبي وسبه، وإن كان الكل يطلق عليه الكفر إلى آخر ما ذكر رحمه الله، لكن ينبغي أن يعلم أن من تحاكم إلى الطواغيت أو حكم بغير ما أنزل الله، واعتقد أن حكمهم أكمل وأحسن من حكم الله ورسوله، فهذا ملحق الكفر الاعتقادي المخرج عن الملة كما هو مذكور في نواقض الإسلام العشرة، وأما من لم يعتقد ذلك لكن تحاكم إلى الطاغوت ‌وهو ‌يعتقد ‌أن ‌حكمه ‌باطل ‌فهذا ‌من ‌الكفر ‌العملي
"Âlimlerin zikrettiği şu hususa bir bak, Allâh sana rahmet etsin! Küfür iki nevidir:

İtikat, inkâr ve inat küfrü. İnkâr ve inat küfrüne gelince, bu, aslı Allâh'ın tevhid edilmesi ve O'na ortak koşmaksızın tek başına ibadet etmek olan Rasûl'ün Allâh katından getirdiği Rabbinin isimlerine, sıfatlarına, fiillerine ve hükümlerine, inkâr ve inat ederek küfretmektir. Bu her bakımdan imana aykırıdır."

Şeyh Sehman İbnu'l Kayyım'a ve Ehli sünnet'e ittiba ederek küfrü iki nev'e bölmüştür. İlk zikrettiği hususlar hakiki Dinin Aslı ve Tüm Rasullerin Ortak Davet'i olan Tevhid'in inkar edilmesidir.

Alıntı Yapİkinci nevi küfür ise, amel küfrüdür. Hangi çeşidi olursa olsun, bu da iki çeşittir: Dinden çıkaran ve dinden çıkarmayan.

Birinci neviye gelince ki bu imanın zıddıdır, bu bir puta secde etmek, mushafı küçümsemek, bir Nebî'yi öldürmek ve ona sövmek gibidir.

Şeyh ameli ilgilendiren küfür noktasın da ise tafsilata gitmiştir. Dinden çıkaran ve çıkarmayan küfür!

Birinci nevi'de zikrettikleri ehli kıblenin üzerinde icma ettiği sahibini küfre sokan meselelerdir. Şimdi ise bu zamana kadar neşrettiğimiz yazılarla birebir örtüşen meselenin en can alıcı noktası olan hüküm ve muhakeme meselesine işaret edeceği yere gelmiş bulunmaktayız. Şeyh devamla dinden çıkarmayan ameli küfrü açıklarken şöyle diyor:

Alıntı Yapİkinci nevi ise dinden çıkarmayan amel küfrüdür. Bu, Allâh'ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmek ve namazı terk etmek gibidir. Bu, itikad değil amel küfrüdür. Yine Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: "Benden sonra, birbirinin boynunu vuran kâfirler olmayın!" Yine Nebî Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: "Her kim bir kâhine varıp onu tasdik ederse, her kim de bir kadına arka tarafından yaklaşırsa Muhammed Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e nazil olana küfretmiştir!" İşte bunlar amel küfrüdür, ancak her ne kadar bunların hepsine küfür dense de bunlar, bir puta secde etmek, mushafı küçümsemek, bir Nebî'yi öldürmek ve ona sövmek gibi değildir. İbn'ul Kayyim Rahimehullâh'ın zikrettiklerinin sonuna kadar.

Lakin şunu bilmek gerekir ki tağutlara muhakeme olan yahut Allâh'ın indirdiğinden başkası ile hükmeden ve bunu yaparken de onların hükümlerinin Allâh'ın ve Rasûlü'nün hükmünden daha güzel olduğuna itikat edenler, işte bunların yaptığı, kişiyi dinden çıkaran itikadi küfre ilhak edilir. Nitekim bu, İslam'ı bozan on unsur arasında zikredilmiştir. Ancak tağutların hükümlerinin Allâh'ın ve Rasûlü'nün hükmünden daha güzel olduğuna itikat etmeyip tağuta muhakeme olan ve bunu yaparken onun hükmünün batıl olduğuna itikat eden kişinin ameline gelince, bu kişinin ameli, amelî küfür kapsamındadır."

Gördüğünüz gibi Şeyh Sehman sözünün başında Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi dinden çıkarmayan ameli küfür olarak vasfetmiştir. Ama sözünün devamın da ise bu meselede tafsilata gitmiş, bu tafsilatı yaparken Tagut'lara muhakeme olma fiilini de işin içine dahil etmiştir. Dikkat edin Şeyh Sehman hem hüküm verenin hem de muhakeme olanın hükmü hakkın da Hüküm Tagutu'nu işlediği risalesine zıtlık içermeyen sarih ve başka yöne çekilmesi mümkün olmayan ifadeler kullanmıştır.

Tagut'lara muhakeme olan kişinin vasıfları arasın da itikat, istihlal, şeriat'ten üstün tutma gibi hasletler varsa bu kişilerin "İtikadi küfre" ilhak edilerek kafir olacaklarını söylemiştir. Lakin Tagut'a muhakeme olan kişiler de itikat, istihlal ve şeriat'ten üstün tutma gibi hasletler olmayıp, yaptığı işin batıl olduğuna itikat ettiği takdirde dinden çıkarmayan ameli küfür kapsamında olduğunu söylemiştir.

Şimdi Akıl, ahlak ve vicdan sahibi, Ehli Sünnet'in menhecine önem veren herkese şunu soruyoruz:

Şeyh Sehman'ın bu mesele de yaptığı tafsilat ile tefsir kitaplarında zikrettiğimiz tafsilat arasında bir fark var mı?

İbn Hazm'dan ve El-ehdel'den naklettiğimiz kaviller ile arasında bir çelişki var mı?

Bu İslam alimlerinin bu nakillerin de kast ettiği şeyin mezhepler arasın da ki ihtilaf veya Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen müslüman Kadı'dan bahsettiğine dair en ufak bir işaret var mı?

Şeyh Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen müslüman Kadı'dan bahsetmek istese bunu bu şekilde mi açıklar?

Bazıları öyle olacak ki Necd alimlerini dünyadan izole olmuş, Necd bölgesinden dışarı çıkmayan bir avuç insan olarak biliyor. Necd ulemasının önde gelenleri Mısır'da okumuş, alimlerden ders almıştır. Somali, Afganistan, Yemen gibi ülkeler de ki müslümanların durumu hakkında bilgi sahibi olan insanlardı. Son yüz/ikiyüz yılın fitnelerini onlardan daha iyi bilecek olan çok az insan vardır.

Gerek ilk nesil Necd uleması gerekse sonradan gelen Şeyh Sehman ve beraberindekiler gibi Suud'un kralına ittiba ve itaat eden insanlardı. Kendi bölgelerini karış karış bilen, gerek beşeri hukuğa gerekse de arap kavimlerin başlarına musibet olmuş bedevi örf ve adetlerine hakimdiler.

Yeri geldiğinde bu meselelere de değiniriz. Bütün bunları sümen altı edip sırf Şeyh'in sarih sözü bizim gibi cahillerin "dinin aslı" diye tabir ettiği olguya aykırı diye sözü bağlamından koparıp müslüman kadıya endekslemek en hafif itibariyle ahmaklıktır. Şeyh Sehman'a kafir demek zor olduğu için edebildiği yere kadar sözleri tahrif etmek en kolay yoldur. Son çare olarak ise tekfir silahı yanlarında hazır olup Şeyh Sehman ve diğerlerini tekfir etmek için tetikte beklemektedir.

Bizlerin de içinde bulunduğu bu harici zihniyete son bir soru sormak istiyoruz. Şeyh Sehman'ın sözlerinin aynısını söyleyen muasırlardan kimin sözünü te'vil ediyorsunuz? Onların da müslüman kadıdan bahsetme ihtimalleri yok mu? Adalet sadece Şeyh Sehman'a mı işliyor?

Beraber saf tuttuğunuz bir müslüman Şeyh Sehman'ın sözlerini kendine nisbet ederek aynen nakletse kastına vs bakmadan, Te'vilini kabul etmeden tekfir edeceğinizi ise Allah biliyor. Akıl sahiplerine bu açıklamalar yeterli gelir. Biz kaldığımız yerden devam ederek Şeyh Sehman'dan nakiller de bulunmaya devam ediyoruz.

Alıntı Yap
  • Şeyh Süleyman b. Sehman, Abd'ul Latîf bin Abd'ir Rahmân Rahimehullâh'ın şu sözüne açıklama getirmiştir. Şeyh Abd'ul Latîf bin Abd'ir Rahmân diyor ki:
الشيخ عبداللطيف «عيون الرسائل والأجوبة على المسائل» (2/ 605):
«وأما ما ذكرته عن الأعراب من الفرق بين من استحل الحكم بغير ما أنزل الله، ومن لم يستحل، فهذا هو الذي عليه العمل، وإليه المرجع عند أهل العلم»
"Bedeviler hakkında zikrettiğin; Allâh'ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal sayan ve saymayan arasındaki fark, kendisiyle amel edilen şeydir ve ilim ehli nezdinde bu görüşe itimat edilir." (Uyûn'ur Rasâ'il ve'l Ecvibe, 2/605)

  • Şeyh Suleymân bin Sehmân Rahimehullâh, bu söz üzerine şunları söyledi:
سليمان بن سحمان «عيون الرسائل والأجوبة على المسائل» (2/ 603):
«وأن ما ذكره في شأن الأعراب من الفرق بين من استحل الحكم بغير ما أنزل الله، ومن لم يستحل، هو الذي عليه العمل، وإليه المرجع عند أهل العلم، يعني أن من استحل الحكم بغير ما أنزل الله، ورأى أن حكم الطاغوت أحسن من حكم الله، وأن الحضر لا يعرفون إلا حكم المواريث، وأن ما هم عليه من السوالف والعادات هو الحق، فمن اعتقد هذا فهو كافر.
وأما من لا يستحل هذا، ويرى أن حكم الطاغوت باطل، وأن حكم الله ورسوله هو الحق، فهذا لا يكفر، ولا يخرج من الإسلام. {وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُوا}»
"Onun bedeviler hakkında zikrettiği; Allâh'ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal sayan ve saymayan arasındaki fark, kendisiyle amel edilen şeydir ve ilim ehli nezdinde bu görüşe itimat edilir. Yani her kim Allâh'ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helal sayar da tağutun hükmünü Allâh'ın hükmünden daha güzel görürse, şehirlerde yaşayan insanların sadece miras hükmünü bildiğini düşünürse ve kendi üzerinde bulundukları selefler ve adetleri hak olarak görürse... işte her kim buna itikat ederse kâfirdir.

Ancak her kim bunu helal saymaz, tağutun hükmünün batıl olduğunu düşünür ve Allâh'ın ve Rasûlü'nün hükmünün hak olduğuna itikat ederse, işte bu kişi küfre düşmediği gibi İslam'dan da çıkmaz. "Herkesin amellerine göre dereceleri vardır." (el-En'âm, 6/132)" (Uyûn'ur Rasâ'il ve'l Ecvibe, 2/603)

Şeyh Sehman'ın sözleri ortadadır. Yine Bedeviler'den bahsedilmekte ve onların durumlarından haber verilmektedir. Aynı şeyleri defalarca tekrar edip inkar edilen Ehli Sünnet'in menhecini zikretmeye ısrarla devam edeceğiz. Gördüğünüz gibi Şeyh Sehman yine Bedeviler'den bahsederken istihlal, itikat ve şeriat'ten üstün görme illetlerini zikretmiştir. Bu halde olanların kafir olduğunu zikretmiş ve yine ilim ehli nezdinde meşhur olan ve kendisiyle amel edilen istihlal şartını zikretmiştir. Dikkat edin bizzat Tagut'un hükmünün batıl olduğuna itikat edenin İslam'dan çıkmayacağını söylüyor. Aslında bu tekfir edilmeyen Yesak'a bağlı müslüman devlet adamlarının hali içinde ibretlik bir nakildir. Tagut'un hükmünün batıl olduğuna itikat eden ve istihlal etmeyen kişi İslam'dan çıkan bir kafir olmuyor, lakin Tagut'un hükmüne başvuran -bila istisna- katıksız kafir oluyor. Ve hiç bir tafsilata gidilmiyor? İşte size Şeyh'in sözleri.

Alıntı Yap
  • Son olarak ise yine Şeyh Süleyman b. Sehman Rahimehullah'a ait bir şiirle bu bölümünü kapatıyoruz:

ومَسْأَلَة أخرى وذلك أنهم ... إذا سَمِعُوا شيئًا مِنَ الدِّينِ يُنْتَحَلْ
فإن كان نهيا أطلقوه وعمموا ... بغير دليل يقتضى ذلك العمل
وفى ذاك تفصيل يُرادُ إذا أتى ... وليس على إطلاقه عِنْدَ مَنْ عَقَل
كمثل نصوص في الوعيد إذا أتت ... وأطبق لفظ المِثْلِ فِي حُكْم مانَزَلْ
وذلك تفصيل قَدْ كانَ حكمُه ... كأحكامهم في القتل والمال والمحل
إذا كان هذا ظاهر الحال قد بدا ... وإن كان لا فالحكم بالعكس يُنْتحل
ومثل نصوص في التحاكم عند من ... بغير الهدى في الناس يحكم لم يزل
وفي ذاك تفصيلٌ وحكمٌ مقررٌ ... لدى كل ذي علمٍ عليمٍ بما نزل
وما جاء في خير الأنام محمدٍ ... وأصحابه والآل والسادة الأُول
فمن ظن أن الحق فيما يقوله ... طواغيتهم لا في الذي جاءت الرسل
فذلك كفرٌ مستبينٌ وردةٌ ... ولا شك في تكفير من قال أو فعل
ومن كان يدرى أن ذلك باطِل ... وليس بحق حكمهم وهُوَ فِي وَجَلْ
ولكن أرادوا قَتْله فأطاعَهُم ... ليخلص منهُم بِالَّذِي كَانَ قَدْ حَصَلْ
إلى غير هذا مِنْ تفاصيل ما أنى ... بهِ العُلَمَا فِي كُلُّ ذَلِكَ مِنْ عِلَلْ
فذَا عَمَل الكفر ليس بمخرج ... من الدين بل فيه الوعيد الذي نزل
"Bir diğer konu da onların ... din hakkında bir şey işittiklerinde kendilerine mal etmeleridir.

Eğer bu bir yasaksa, bunu mutlak olarak söyler ve genelleştirirler... bu şekilde amel etmelerini gerektiren hiçbir delil olmadan.

Oysa bunlarda bir tafsilat vardır, nasta varit olunca da bu kastedilir... ve akıl sahibi olan kimseye göre mutlak değildir.

Tehditlerle ilgili gelen nasslar gibi... ve nazil olanın hükümlerine misli (benzer) ifadesinin mutlak olması gibi.

Bunlarda tafsilat var, bunların hükmü... (kasten birini) öldürme, (yetimin) mal(ını haksızca yeme) ve hulleci hakkındaki hükümlerde olduğu gibi.

Eğer bu, hâlin zahiriyse, mesele zaten açıklığa kavuşmuştur... Değilse de hüküm tam tersine mal edilir.

İnsanlar arasında hâlâ hidayetten başkasıyla hükmeden huzurunda... Muhakeme olma hususundaki naslar buna örnektir.

Bunda bir tafsilat ve belirlenmiş bir hüküm vardır... Vahyedileni bilen her bilgili kişi nezdinde.

Yine yaratılmışların en hayırlısı, Muhammed'den gelenler... ve onun ashabı, ailesi ve ilk efendilerden gelenler hakkında bilgili olan kişi nezdinde.

Öyleyse herkim, tağutlarının söylediklerinin hak olduğunu... ve Rasûllerin getirdiklerinin hak olmadığını iddia ediyorsa.

İşte bu, açık küfür ve irtidattır... bunu söyleyen veya yapan kişinin tekfir edilmesi hususunda şüphe yoktur.

Ancak kim bunun batıl olduğunu bilirse... onların hükmünün hak olmadığını bilirse ve korku içindeyse.

Ancak bu kişiyi öldürmek istediler, o da onlara itaat etti... olanlarla onlardan kurtulmak için.

Bunun dışındaki tafsilatlar da vardır ki alimler... Bunların hepsine dair illetleri getirmiştir.

İşte bu, amel küfrüdür, ancak çıkarmaz... dinden, aksine vahyedilen tehdidi içerir."
(Dîvânu Ukûd'il Cevâhir'il Mendat'il Hisân, sf. 216-217)

Gördüğünüz gibi aynı illetler, aynı tafsilatlar ve aynı hükümler. Necd bölgesi alimlerinden nakillerde bulunmaya, bizimde içlerinde olduğumuz batıl ehlinin tepesine vurmaya devam edeceğiz. Bütün nakilleri ve şiirde zikredilen istihlal ve şeriati hakir görme illetlerini ve tafsilatları göz ardı edip -öldürme- kelimesini bayraklaştırıp, İkrah halin de ki ruhsattan bahsediyor diye te'vil etmeye kalkmayın.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Elhamdulillah
 
Üst