Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Demokratik Seçimlerde Oy Kullanmanın Hükmü (kitap)

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
islam-tr.orgg.jpg

Seçimlerde Oy Kullanmak - Cahiliyye Düzenlerine İştirak Etmek

OY İSTEME, OY VERME, DEMOKRATİK SEÇİMLERE KATILMA ,

TAĞUTUN KURUMLARINDA GÖREV ALMAK

İçindekiler:

1- İslam’da laiklik yoktur!
2- Türkiye’de laiklik, Atatürk'çülük ve demokrasi
3- Demokratik çalışma ve amel ilişkisi
4- Demokratik yöntem ile İslam’ı hakim kılmak olamaz mı?
5- Seçim sandığına giden bir vatandaşın bu davranışının anlamı nedir?
6- Milletvekili adayı olmanın anlamı nedir?
7- Demokratik düzenlerin iddiaları nelerdir?

8- İslam’i hareket ve demokrasi
9- Demokrasi ve seçimler
10- Demokratik çalışmayı savunanların bazı gerekçeleri ve reddiyesi

11- Hüküm koyma; ALLAH’a muhalif kanun koymanın ve koydurtmanın hükmü nedir?
12- ALLAH’ın ayetlerinin inkar yada alay edildiği meclislerde oturulabilir mi?
13- Oy Vermezsem İslam düşmanları gelir, meydanı İslam düşmanlarına mı bırakalım?
14- Sert olmayalım, particilere karşı yumuşak davranalım.
15- Bu kadar âlim, hoca var; onlar bunu bilmiyorlar mı?
16- Yusuf (a.s.), kafir kralın yanında görev almıştır. Biz de görev alabiliriz!
17- Hılfu’l Fudul andlaşması oy vermeye delil midir?
18- Medine vesikası ve Hudeybiye andlaşması delil midir?

19- Necaşi'nin yöneticiliği, Küfür kanunlarını tatbik etmenin meşruluğuna delil olamaz mı?
20- Parti yoluyla İslam’a casus ve ajanlık hizmeti ediyoruz
21- İslami duyarlılığı olan partiye destek vermek ehven-i şerdir iddiası
22- Said Nursi bile siyaset yapmıştır. Bizde yapabiliriz .
23- ALLAH’tan başkası için yemin etmek ; hükmü nedir ?
24- İslam’a göre dost ve düşmanlık : Dostluğun gerekleri
25- Takiyye nedir, ne zaman olur, şartları nedir ?
26- İslam partisi olamaz mı ?
27- Küfrü meşrulaştırmak
28- Beşeri düzenin bazı kurum ve görevleri
29- Demokratik mucadele kurumu ; PARTİLER :
30- Bakanlık ve Üst Düzey Bürokratlığı
31- Doktor , Mühendis , Öğretmen ve diğer memuriyetler
32- Hakimlik , Savcılık , Avukatlık
33- Askerlik
34- ALLAH’ın hükümlerini aşamalı olarak tatbik etmek, Küfürdür!
35- İslam’dan çıktıkları halde, kendilerini Müslüman zannedenler.
36- Tek ummete doğru
37- Şehid Abdulah Azzam’a göre parlamentoya girmenin hükmü
38- Şehid Abdulah Azzam’a göre kişileri belirterek hüküm vermek
39- Âlimlere göre partisel çalışma

40- Hakimiyet, Demokrasi, Seçimler, Oy Kullanma Küfrünün Delilleri : VCD ve MP3

Mehmet Emin Akın Hoca'dan "Demokratik Seçim Şirkine Reddiye"

İslam'da Particilik ve Oy Kullanma - Fikreddin Koç Hoca

Küfür Düzeninde Müslüman Oy Kullanabilir mi? Oy Kullanmak Vâcib mi Küfür mü?

Allah'ın İndirdikleriyle Hükmetmemenin Çeşitleri

Şehid Şeyh Ebu Yahya el-Libi : Çağın Putu Demokrasi


Musa Cerantonio: Demokrasi İslama Aykırı Sistemdir

Seçimlere Katılım Oranı, Demokrasi Küfrüne Sahib Çıkmayı Gösterir!

Laiklik; Yaratan, Kanun Koyan Allah'a Muşrikliktir


images
images


30600


l8q4okurir1skfqzg.jpg
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
1- İSLAM’DA LAİKLİK YOKTUR

Laiklik ; geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal hayatın dışına itilmesi, din adamları sınıfının devletin siyasal hayatında din adına etkin olmalarının engellenmesi diye ifade edilir.

Buna cevap olarak deriz ki : Laiklik Fransa’da kilisenin ve papazların siyasete karışmasından sonra Rönesanss ile kiliseyi ve din adamlarını devlet yönetiminden uzaklaştırmak için çıkarılmış bir sistemdir . Fakat İslam’da batıda bilinen şekliyle bir “ din adamları “ sınıfının varlığı söz konusu değildir. Dolayısı ile böyle bir sınıfın din adına siyasal etkinliklerde bulunması söz konusu değildir. Dolayısıyla böyle bir sınıfın din adına siyasal etkinliklerde bulunmalarından ve devletin siyasetinden aktif bir rol oynamalarından söz edilemez. Çünkü böyle bir sınıf yok ki, bu sınıfın icra edeceği fonksiyon kabul veya redde konu olsun.

Bugün içinde yaşadığımız dünyada, İslam adına meydanlara, gazetelere, ekranlara, kürsülere çıkan pek çok âlim, önder, siyasi, akademisyen, maalesef İslam dışı olduğu bizzat kendi taraflarınca bu kadar net bir biçimde ortaya konan laikliği ve demokrasiyi sahibleniyorlar, bunları benimsediklerini söyleyebiliyorlar. Üstelik bazıları daha da ileri giderek bu cahiliyye hükümlerinin ALLAH’ın dinine de iftira ederek , İslami olduklarını, İslam’la bağdaştıklarını iddia edebiliyorlar .

Onlar hala cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiye inanan topluluk için hükmü ALLAH’tan daha güzel olan kimdir?“ (Maide 50)

Cahiliyyenin anlamı belirgin bir biçimde bu ayette ortaya konulmuştur. Cahiliyye, ALLAH’ın belirttiği , Kur’an’da ifade edildiği üzere insanların insanlar için hüküm belirlemesi, insanın insana köle kılınması, ALLAH’a kulluğun bırakılması, ALLAH’ın ilahlığının reddedilmesi ve de buna karşılık , kimi insanların ilah kabul edilmesi ve ALLAH’a değil onlara itaat ve ibadet edilmesi, onlara tapılmasıdır. Cahiliyye bir olgudur. Geçmişte yaşanan bu olguyla, bu günde yarın da yine karşılaşılacaktır. Cahiliyyenin niteliği İslam’la çelişmek, İslam’a karşı olmadır.

ALLAH’ın şeriatını reddeten ; cahiliyye düzenini kabul ediyor, cahiliyyeyi yaşıyor demektir.! “Cahiliyye sistemleri yalnızca putperestlik şeklinde ortaya çıkan ya da buna benzer mitolojik tanrılara tapmak şeklinden ibaret değildir . Kavmiyet ve vatan gibi ad ve şekli değişik olabilir .Başkalarını zorla egemenliği altında tutan diktatör ve tağutlar gibi yeni putlar olabilir , hatta heykel putlar bunların birer sembolü olabilir .”

Günümüzde bütün çağdaş toplumlar , komünist , kapitalist , Yahudi , Hrıstiyan ve sözde müslüman geçinen bazı toplumlar bir tür cahiliyye toplumunu teşkil etmektedirler. Çünkü ALLAH’ın varlığına ve birliğine iman ettiklerini ifade etmekle birlikte tevhid akidesinin en önemli esası olan otorite hakkını ,egemenlik, hakimiyet , yetkisini ALLAH’a vermemektedirler. Hayatlarını düzenleyecekleri kanun ve kuralları koyma yetkisini , hem de mutlak manada , kendi hemcinslerinin oluşturdukları bazı kurumlara parlamento , hükümet ve yargı gibi organlara vermektedirler . hakimiyetin , hüküm koyma yetkisinin mutlak manada “millet”e ait olduğu ilkesini benimsemektedirler.


1704833058960.png
images
Ramadan'da Su İçti, Hanuka'yı Kutladı
Musevilerin Hanuka Bayramında kutlama mesajı yayınlamayı ihmal etmeyen Sezer, Ramadan ayında su içerek mesaj vermişti
http://www.tevhidhaber.com/news_detail.php?id=17912

Sosyal konumu itibariyle kendilerince alt tabakalarda bulunan bir müslüman hanımın başını örtmesine itiraz etmeyenler , başını örten ya da çarşafa bürünen üniversite öğrencisi ya da belli bir kariyer ve kendilerince yüksek bir mevkide olan birisi oldu mu bu sefer devrim krizleri geçirir , laiklik saralarına tutulur, uysal , insan hakları havarisi kesilenler birden bire kırmızı görmüş boğaya dönerler ; hatta bazıları daha da sapıtarak ağızlarından salyalar saçan bir mahluka dönüşürler.

Burjuvalar , tağutlar ,laikler , tahtları ve üst makamları ellerinde bulunduranlar , ALLAH’ın indirdikleriyle hükmedilmesine kesinlikle karşı çıkacaklardır. Zira ALLAH’ın indirdiği hükümler uygulandığında , onların yüzlerine geçirmiş oldukları ilahlık maskesi yere düşecek ve ilahlık sadece ALLAH’a ait olacaktır. Sömürü , zulüm ve haram üzerine kurdukları cahiliyye düzeninde kendilerine maddi çıkar sağlamakta olan sömürücü egemen güçler elbette ki ALLAH’ın indirdiği hükümlerin uygulanmaması için yırtınacaklardır.

Hüküm koyma yetkisi , sadece ve tek ALLAH'ın olmalıdır . İlahlığın her şeye egemen olması gereğince hüküm, sadece ALLAH’a özgüdür. Zira egemenlik yani hakimiyet kanun koyma hakkı ilahlığın özelliklerindendir. Egemenliğin kendisine ait olduğunu ileri süren ister bir birey , bir sınıf, bir parti , ister bir grup , bir ulus , isterse uluslar arası bir örgüt şemsiyesi altında tüm insanlar olsun, ilahlığın nitelikleri noktasından , herkesten önce ALLAH’a savaş açmış demektir.

De ki: Ey kitab ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. ALLAH'tan başkasına kulluk etmeyelim O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve ALLAH'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabb'ler edinmeyelim .. " (Al-i İmran 64)

Bu birbirini Rabb edinme olayı en katı dikta rejimlerinin (monarşi ve oligarşi) en başta gelen özelliği, insanları kendisine taptırma ve kurumlarını, sistemlerini, yasalarını kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini benimsetmedir. İşte ancak İslam nizamında insan bu boyunduruktan kurtulur. Özgürlüğe kavuşur. Düşüncelerini , düzenlerini, yaşam biçimlerini, yasalarını ve kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini yalnız ALLAH’tan alan bir özgürlüğe kavuşup kula kulluktan kurtulur. İslam nizamında bütün insanlar eşit konumundadır. Cahiliyye de, demokrasi ve laiklikte ise insanlar ALLAH’ın değil de bazı insanların yaptıkları kanun, kural ve ilkeleri ,onların oluşturdukları meşru ve gayrimeşru ölçüleri benimser, Onlara tabi olurlar. Bu ALLAH’tan başka bu ölçüleri, kanunları koyanları İlah ve Rabb edinmek sonucunu doğurur.

Yoksa ALLAH'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara kanun kılacak ortakları mı vardır? Eğer azabı erteleme sözü olmasaydı , derhal aralarında hüküm verilirdi. Ve zalimler için şubhesiz can yakıcı bir azab vardır “ (Şû’ra 21)

Şimdi sen , kendi hevasını İlah edinen ve ALLAH’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine mühür vurduğu ve gözü üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?(Casiye 23)

Bu ayet ve tefsirinden anlaşıldığı üzere , hayatlarını düzenlerken ALLAH’ın değil de hevalarını esas almaları , hevalarını ilahlaştırmak şeklinde nitelendirilmektedir.
ALLAH ve Rasulu , bir işte hüküm verdiği zaman , artık inanmış bir erkek ve kadına , o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur . Kim ALLAH’a ve Rasulune karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 36 )

İslam sisteminin temel kurallarından birini , bu sistemin önemli bir ana prensibini açıklamaktadır. Bu ayet insanların hevâlarını esas almalarını , ALLAH ve Rasulunun bir hüküm verdiği konularda , insanların farklı , zıt hüküm koymaya kalkışmalarını temelden yasaklıyor. Laikliği de İslam karşıtı bir cahiliyye olarak dışlıyor.

Şunları görmüyor musun? Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut’un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” (Nisa 60)


Hayır! Rabbine andolsun ki , aralarında çıkan anlaşmazlıkta ; seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa 65)

Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik; fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirirler“ (Mûminun 71)

And olsun , size öyle bir kitab indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?(Enbiya 10)

ALLAH’a kulluktan kaçınanlar ,sınırsız mercilere kullukta bulunma zilletine düşerler. Kendileri gibi insanlara kullukta bulunurlar. Onların önünde eğilerek hayatını onların kanunlarıyla, nizamlarıyla , değerleriyle kendileri gibi beşeri güçlere ibadet etme zilletini yaşarlar. Onlar ve bunlar yani yöneten ve yönetilenler ALLAH’ın önünde eşit oldukları halde birbirlerini ALLAH’tan başka Rabb'ler edinirler.

De ki: Ey kitab ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. ALLAH'tan başkasına kulluk etmeyelim O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve ALLAH'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabb'ler edinmeyelim .."(Al-i İmran 64)

Onlar, ALLAH'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rabb edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan ALLAH'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. ALLAH'dan başka hiç bir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de munezzehtir.” (Tevbe 31)

Bu ayetin tefsirine bakıldığında görülecektir ki Rabb edinmenin şeklini açıklayan bi zatihi Rasulullah’ın kendisidir. !

“Tay kabilesi reisi olan Adiyy bin hatem şöyle der:


Mekke fethedildiği gün ben Hırıstiyan olduğum için Mekke’den kaçtım. Kardeşim ise müslümanlara köle oldu . Zamanla Rasulullah (s.a.v.) kardeşimi serbest bırakarak azad etti. Kardeşimde İslam'ı tanıdığı için müslüman oldu. Bunun üzerine Mekke dışına çıkarak beni aradı ve akrabalarımın yanında beni buldu ve
“müslüman olduğunu , İslam dininin çok güzel bir din olduğunu" anlattıktan sonra benden şöyle istekte bulundu: "İslam’ı anlayamamışız bize yanlış anlatmışlar, eğer Muhammed (s.a.v.)’den özür dileyip müslüman olursan senin için çok iyi olur. Hem Mekke senin yurdun , kabile reisi olman itibariyle bir sürü malında vardır. Tekrar söz sahibi olabilirsin
diyerek beni ikna etti. Gideyim , bir konuşayım bakalım. Eğer aklıma yatmazsa geri gelirim , eğer aklıma yatarsa kabul ederim benim için hayırlı da olur düşüncesiyle Medine'ye geldim. Mescidde Rasulullah’ı etrafında sahabelere “Onlar, ALLAH'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rabb edindiler,” (Tevbe 31) ayetini okurken buldum, boynumda gümüşten bir Hac olduğu halde yanına gelerek şu soruyu sordum:
"Ey ALLAH’ın Rasulu; ben eskiden Hırıstiyandım ve Hırıstiyanlığı iyi bilirim. Biz hiç bir zaman alimleri , rahipleri Rabb edinmedik , onlara ibadet te etmedik dedim. Bu ayette ALLAH (c.c.) ne demek istemiş dedim .
Bunun üzerine Muhammed (s.a.v.) : “Ey Adiyy ! çıkar o boynundaki putu“. (Bende çıkardım).
Ettiniz Adiyy , ettiniz “ dedi. “O rahipleriniz , alimleriniz , okumuş insanlarınız size ALLAH’ın kitabına muhalif olarak helal ve haram (yasak serbest) koymadılar mı ?
Bende "evet ya Rasulullah ; Onlar okumuş kimselerdi, böyle yaparlardı". Bunun üzerine :
işte onların bu yaptıkları (ALLAHın kitabına muhalif ) Rabb’liktir . Sizinde onların dediklerini benimsemeniz , uymanız Onlara ibadetinizdir“ dedi

(İmam Ahmed; Tirmizi ,Cem’ul-Fevâid, IV, 68 ve İbn Cerir; İbn Kesir Tefsiri , C .7, sayfa 3456)

Evet kardeşler bu ayeti okuyalım, tefsirini bir araştıralım , sonra bunu günümüzde şekillendirelim. İbadet eden kullar aynı fakat Rabb’lik yapan o gün alimler ve rahiplerdi. Bugün ise beşeri düzenlerin hepsi. Yani parlamento , meclis , krallık , vs. vs. Hayat nizamını, devlet yönetimini ALLAH’ın emrettiği kaynaktan almayanlar, şeytanın gönüllerine vesvese vererek nefs ve hevalarını ilahlaştırarak, yaratılmış akıllarını putlaştırarak , kendileri gibi yaratılmış, tuvalete girdiğinde üç büklüm olup defi hacet yapanlardan alırlar. İşte bu Cahiliyye’nin ta kendisidir .
Yüce Rabb’imiz bu meselenin iman ve küfür, İslam ve cahiliyye, şeriat ve nefs meselesi olduğunu bildiriyor. Orta yol yok, uzlaşma yok. İki tarafın arasında barış yok. Mûminler bir harfini gizlemeden ve hiç bir şeyini gizlemeden ve hiç bir şeyini değiştirmeden ALLAH’ın indirdikleri ile hükmedenlerdir. Kafirler, zalimler ve fasıklar da , ALLAH’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerdir.
images


TİMURTAŞ HOCA

iki ilah edinen laikler
[GULYARASI]7354[/GULYARASI]
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
2- TÜRKİYE’DE LAİKLİK , ATATÜRKÇÜLÜK VE DEMOKRASİ

1696161237053.png


T.C. Anayasasında T.C. devletinin :Laik; Demokratik , Atatürk milliyetçiliğine bağlı bir devlet olduğu belirtilmiş ve bu maddelerin değiştirilemez , değiştirilmesi teklif dahi edilemez, adeta “put” maddeler olduğu ilan edilmiştir.
İnsan iradesinin ilahlaştırılması ve insanın yaptığı kanunların ALLAH’ın şeriatinin yerine ikame edilmesi anlamına geldiğine bu ülkede, seksen yıllık pratik uygulamada gerçekleştirdiğine göre , bu devlet İslamı reddeden, İslam şeriatını , ALLAH’ın hükmünü dışlayan gayri islami bir devlettir.
Atatürkçülük de Laikliği ve Türkçülüğü temel ilke olarak benimsemekle zaten İslam’a karşıtlığını ilan etmiş beşeri bir ideolojidir. Atatürkçülük ALLAH’ın hükümlerini dışlayarak , İtalyan ceza kanunu, Alman ticaret kanunu , İsviçre medeni kanunu ve ilaveten yerli malı üretim tağuti kanunları esas alarak, hududullah’ı çiğneyen, ALLAH’la sınır yarışına kalkışan, kavmiyetçi, tağuti bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır .

ALLAH'a ve ahirat gününe iman eden hiçbir topluluğun , ALLAH ve Rasulu ile sınır mucadelesi yapanlara , babaları, oğulları , kardeşleri veya soydaşları olsalar bile sevgi beslediklerini göremezsin“ (Mucadele 22)


Recep Tayyip Erdoğan'ın B.O.P. Eş Başkanı Olarak
2011 Yılında Mısır'ı Laik Yönetime Teşvik Etmesine Âlimlerden İman Tazele Tepkisi

 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
3- DEMOKRATİK ÇALIŞMA VE AMEL İLİŞKİSİ:

unnamed-89.jpg
İslam adına , müslüman olarak belli bir partinin çalışmalarına katılan kimselerin yaptıkları bu iş, sıhhat şartlarını taşısın taşımasın bir ameldir. Bu amelde bulunan kimselere bunu neden yaptıklarını soracak olursak “ İslam ‘ı hakim kılmak için “ ya da “ İslam’ın hakim olabilmesi için uygun olmayan bir zemini uygun hale getirebilmek için “ diye cevab vereceklerdir.

Ancak bu konuda hatırlanması ve bu gerekçeyi ileri sürenlere hatırlatılması gereken bir husus vardır . İslam’ın hakim kılınması için ALLAH ve rasulu tarafından öngörülmüş bir yol , bir yöntem , bir süreç yok mudur?

Bizler bu konuda şeriaatte bir boşluk olmadığına inanıyoruz. Dolayısı ile bu konuda izlenmesi gereken yolun belirleyici çizgilerinin ne olduğu hususunda herhangi bir kapalılık olduğuna inanmıyoruz. Bu konuda kısa olarak şunları hatırlatmakta fayda görüyorum.

İslam’ın hakim kılınma süreci ; başta Peygamber‘in siretinden (hayatı) olmak üzere , peygamberlerin bize nakledilen sahih uygulamalarından öğrendiğimize göre ; belli başlı 3 karakteristik aşama arzeder.

Bu aşamalar birbirinden kopuk ve ayrı değil, aksine birbirini tamamlayıcıdır.
Bunlar ise
1- Tebliğ
2- Hicret
3- Cihad

Daveti , tebliği kabul eden müminler , davetçi etrafında toplanır, belli bir dönem sonra egemen düzen bunlara sadece “Rabb'imız ALLAH’tır" dedikleri için baskı ve zulumler yapmaya , onları davalarından uzaklaştırmaya çalışır . Böylece Hak davanın tâkibcileri ile câhili düzen arasında bir mucadele başlar.
Bu mücadele sırasında kimisi davası yolunda, imanı uğrunda şehid düşer , kimisi maâzALLAH irtidat eder, kimisi de , ALLAH kendileri ile zalim ve cahili kavimleri arasında hak ile hükmünü verinceye kadar sabreder , izlemesi gereken çizgiden sapmaz , tâviz vermeye yanaşmaz. Peygamberlerin İslam’ı egemen kılmak sürecinde izledikleri yol ve bu yolun izlenmesi esnasında karşılaşılan manzara kısaca budur!
Bu yolun ısrarla izlemenin dünyada mutlaka İslam’ın hakimiyeti ile sonuçlanması şartı ya da garantisi yoktur. Fakat bu yolu tavizsiz bir şekilde izlemeye devam edenlerin, salih bir amelde aranan diğer şartlara da sahib olmaları şartıyla, bu uğurdaki, mucadelelerinin mukafatını alacaklarında şubhe yoktur. Buna uygun olmayan herhangi bir yol , İslam’ın bu konudaki değer hükümlerine göre en azından merdut bir bid’attir.


 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
4- DEMOKRATİK YÖNTEM İLE (PARTİ) İLE İSLAMİ HAKİM KILMAK:



Parti çalışmalarıyla İslam’ı hakim kılmak, demokratik bir düzen içerisinde söz konusu olur . Demokratik düzenin en belirgin özelliği ise “EGEMENLİĞİN KAYITSIZ ŞARTSIZ HALKIN OLDUĞUNU“ ileri sürmektir. Demokratik düzenler, böylece işin başından itibaren ALLAH‘ın hakimiyetini kabul etmediklerini , ALLAH‘ın hakimiyeti yerine halkın hakimiyetini öngördüklerini ifade etmektedirler. Bu herkesin bildiğidir.

Demokratik düzenler ALLAH‘ın hakimiyetini yani insanların hayatını düzenlemek üzere ALLAH‘ın koyduğu hükümleri dolayısı ile İslam hukukunun tümünü red edip halkın hakimiyetini yani demokratik sistemlerde yasama meclislerinin yaptıkları kanun ve hükümleri kabul ettiklerinden; bütün kurum ve kuruluşları , mevzuatları da o şekle göre şekillendirirler.
Hiçbir alanda halkın hakimiyetini sarsacağı kabul edilen herhangi bir faaliyet ve çalışmaya imkan verilmek istenmez . Buna aykırı kanaat , yaklaşım ve ve gayeleri bulunan ekipler , en azından bu kanaat , yaklaşım ve gayelerini açığa vurmamak zorundadırlar; buna çok büyük ölçüde dikkat etmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde kurulu düzenle ve bu düzenin ilkeleriyle karşı karşıya gelir. Bunun için böyle bir süreci kabul edenlerin en azından zahiren de olsa bu ilkeleri kabullenmeleri veya kabul ediyor görünmeleri gerekir.
İstedikleri doğrultuda faaliyeti açık açık yapamayacaklarından işleri güçleri kurulu düzenin mevzuat yada teamullerindeki boşlukları araştırmak ve bu boşlukları kendi lehlerine yorumlamak için zaman ve emek harcamak olur . İslam davetinin basiret üzere yapılması gereği gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Mûminler , Peygamberin yolu üzere daveti bırakıp , körü körüne davette bulunamazlar .

De ki : İşte bu benim yolumdur .Ben ALLAH’a (körü körüne değil) bir basiret üzere davet ederim Ben de bana uyanlarda böyleyiz. ALLAH ‘ı tenzih ederim, ben asla muşriklerden değilim .” (Yusuf 108)

Acaba basiret üzere davet yolunu bırakıp , başka yollar denemeye kalkışmanın şirki red edebilme özellik ve nitelikleri ne kadardır ? !

Hakka Davet
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
5- SEÇİM SANDIĞINA GİDEN BİR İNSANIN DAVRANIŞININ ANLAMI

1696161309909.png
Kendisi ister işin şuurunda olsun, ister olmasın , ister bu anlama geldiğini bilmekle kalbinden bunu onaylamasın, fark etmez - zahiren şudur :
Ben sahib olduğum kendi payıma düşen egemenlik hakkımı , filan partiye veya falan kişiye bana vekaleten kullanmak üzere belirlenen süre içerisinde devrediyorum.”

Daha sonra “milletvekili“ denilen bu kimselerin bir mal, bir meta gibi alınıb satılmaları, seçmenlerini her hangi bir şekilde hesaba katmaksızın yasamalarda (kanun koyma) , tasarruflarda bulunması, hatta seçmenleriyle birlikte ülkelerini bile gereğinde satmaları , seçmenleri de dahil olmak üzere bütün milletin başına çorap örmeye kalkışmaları , ülkenin ve insanların menfaatlerini peşkeş çekmeleri vb. üzerinde durmayalım. Çünkü bizim için önemli olan seçime katılmanın ne anlama geldiğidir.

O da şudur: “ben mevcut demokratik düzeni kabul ediyorum . Bu düzenin sınırları içerisinde kalmak üzere , hakimiyet hakkımı şu partinin ya da bu kişinin kullanmasını istiyorum.”
Seçime katılmanın bu anlama gelmediğini söylemek mümkün değildir.

Bizim sandığın başına giderken başka niyetler taşımamız, davranışımızın hükmünü değiştirmek için yeterli değildir.
İslami bilgisi asgari seviyede olan birisine şöyle bir soru soralım :
Bir gavur bize:
Şu munkeri veya şu haramı işleyin ; mesela şu şarabı için , yahut şu domuz etini yeyin, o zaman ben de müslüman olacağım aksi takdirde olmam “ dese biz onun dediğini müslüman olmasını sağlamak niyeti ile kastıyla yapabilir miyiz ?
Evet , böyle bir soru sorsak, kim bize : Niyetiniz o gavuru müslüman yapmak olduğu sürece siz o münkeri ve o haramı işleyebilirsiniz, bundan dolayı sizin için vebal yoktur diyebilir?
Demek ki hangi niyetle olursa olsun ve rey verdiğimiz parti veya kişinin niteliği ne olursa olsun , seçmen olarak seçime katılmanın anlamı , kurulu bulunan demokratik düzeni kabul etmek olarak yorumlanmasa bile, en azından reddetmemek anlamına gelir !


hakimiyet Şirki 1.jpg


İMTİHAN DÜNYASI
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
6- MİLLETVEKİLİ ADAYI OLMANIN MANASI :

Milletvekili adayı olmanın anlamı şudur:
Ben sizin adınıza bu maksadla kurulmuş bulunan kurumda gidip teşri (kanun koyma) yapacağım, her biriniz bir fert olmanız dolayısı ile elinizde bulunan genel hakimiyet yetkisinin birer parçasını bana vekaleten belli bir süre devretmenizi istiyorum. Böylelikle ben yeterli sayıdaki temsil oylarımı toplayabildiğim takdirde, sizin adınıza egemenlik yetkisini kullanacağım ve teşri faaliyetlerine katılacağım.“ demektir.

Kur’an- Kerim‘de Allah‘tan başka kanun koyan ve Allah’tan başka hükmüne başvurulan ya da hükmü kabul edilen herkes ve her kurumun ortak adı bilindiği gibi “tağut“ tur. Tağutun reddi ise, iman edebilmek şerefine nail olmanın ilk ayağıdır.

Hak ile batıl apaçık meydana çıkmıştır. Kim tağutu inkar eder ve Allah’a iman ederse o, muhakkak kopması mümkün olmayan sağlam kulba yapışmış olur (Bakara 256)

Tağutun ve tağuti düzenlerin egemenliğini kabul etmek , iman ile bağdaşabilir bir eylem olamaz.

Sana indirilen ve senden önce indirilmiş olanlara her halde iman ettiklerini ileri sürenlere bakmaz mısın ki , onu inkar etmekle emrolundukları halde yine tağutun hükmüne başvurmak isterler. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister (Nisa 60)

Şu ayeti kerimede Allah’ın emir ve hükümleri dışında teşri yapmanın , teşri yetkisine sahib olunabileceğini kabul etmenin, hüküm ve mahiyetini açık bir şekilde ifade etmektedir.

Yoksa onların , Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinden şeriat yapan (Allah’ın hükümlerine aykırı hükümler koyan , Allah’a eş koştukları) ortakları mı vardır ?” (Şura 21)

Demokratik seçimlerde ve benzeri bütün eylem süreçlerde , müslümanın demokrasinin herhangi bir halkasında yer alarak tağuti düzenin işlerlik kazanmasında bir katkıda bulunması , İslam’ın konu ile ilgili ilke ve hükümlerine aykırıdır.


seçmen.jpg


 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
7- DEMOKRATİK DÜZENLERİNİN İDDİALARI NELERDİR ?

Demokratik düzenler, eşitlikçi bir eda ile, bütün fikir ve düşünce sahiblerini partilerin çatıları altında örgütlenmeye çağırır. Ancak bu çağrının temelinde,
“Anti – demokratik“ diye nitelendirilen her türlü muhalif hareketi kontrol altına almak gibi önemli ve ciddi bir avantajı elinde bulundurmak düşüncesi vardır. O halde tez ile uygulama arasında bir tutarsızlık vardır. Ve bu bilinçli yapılmaktadır.

A- Muhalif hareketlerin zararsız bir kimliğe bürünmesini sağlayıp bu kimliğe uygun şekliyle kanalize etmektir.
B- Kurulu düzene muhalefet edebilecek kitle ve söylemleri, onların tepki ve öfkelerini, seçim, propaganda ve benzeri eylem ve gösterilerle ifade etmelerini sağlayarak, barajı zorlayan basınçları, kapakları zaman zaman kaldırarak barajın güvenliğini sağlamak kabilinden , tehlikeli olmak halinden zararsız ve belki de yerine göre faydalı unsurlar haline getirebilmektir.

İslam’ı diğer dinlerden ve diğer dinleri İslam’dan ayırt eden elbette inanç sistemi yani itikattir . Gerek kainatta ve gerekse de insanın hayatının kural , hüküm ve hukukunu belirlemekte de yani bütün boyutlarıyla hakimiyette de ALLAH’a ortak kabul etmemek bu itikadi esasın ayrılmaz ve vazgeçilmez bir parçasıdır.
Hüküm (hakimiyet) ancak ALLAH’ındır” (En’am 57)

O dilediğini hükmeder “ (Maide 1)
“Kimse O’nun hükmünü kovuşturamaz
“ (Kehf 26)

İslam; “Hakimiyet kayıtsız şartsız ALLAH’ındır” derken , genel olarak beşeri düzenler bu hakkı ALLAH’tan başka ya da O’na ortak koştukları , ilah yerine ikame ettikleri varlık ya da kurumlara (parlamento, meclis vs.) vermektedir .

Demokrasi de hakimiyet hakkını ifade de dahi olsa ilahlaştırdığı halka verdiğini “hakimiyet kayıtsız şartsız halkındır , ya da milletindir“ diyerek ifade etmekte ve kendine has şirkini formule dayandırmaktadır.
Özdeki ve temeldeki bu ayrılık , farklılık ve aykırılıktan sonra , İslam ile demokratik düzenlerin bazı uygulamaları arasındaki biçimsel benzerliklerden hareket ederek ; “İşte demokrasi de islam’a uygundur“ demenin ya da “islam’i demokrasi“ gibi bir takım acayip ve bilimsel olmayan terkipleri gündeme getirmenin tutarlı bir açıklaması ve gerekçesi olamaz !


Uğur Mumcu : T.C. Dar'ul Harb'tir
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
8- İSLAMİ HAREKET VE DEMOKRASİ

İslam ; tam anlamıyla Allah’a teslimiyet demektir. Allah’a teslim olmanın anlamı ise, O’nun hükmüne kayıtsız, şartsız , itirazsız teslim olmaktır . Buna göre hareket edilirse mesela ; “O zaman çok kimse bizi kabullenmez , elimizdeki imkanlarla ve araçlarla biz bu işin üstesinden gelemeyiz , böyle davranmak bizi marjinalliğe iter .. vs. “ gibi gerekçeler, hiçbir şekilde Allah’ın herhangi bir mesele hakkındaki hükmünü , gösterdiği yolu bırakıp başka bir takım hükümlerin ya da yolların aranmasının bir gerekçesi olarak görülemez.
Kaldı ki Peygamberin hayatı , Kur'ani yöntemden taviz vermesi tekliflerine karşı gerek Kur’an-ı Kerim’in gerekse kendisinin fiili ve sözlü olarak verdiği cevabları , bunların ve benzerlerinin asla gerekçe olamayacaklarını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Allah‘ın rıdasını elde edebilmek için bütünüyle O’nun gösterdiği yolu yani dini tâkib etmekten başka bir yol yoktur .
Bu şu demektir :
İslami hareket ; mesela marjinal kalmak fobisine sahib bir hareket olmadığı gibi, bir takım yaklaşımlarının haksız ve ilmi olmayan bir şekillerde başka sistemlerin yaklaşım ve tutumlarına benzetilmesinden de kendisini sorumlu tutacak kadar kuruntulu bir hareket de değildir. Ne bütün insanlık toptan cehenneme gidecek diye mahkum eden bir harekettir, ne de o zaman çok az insan dışında cehennemden kurtulan olmaz endişesiyle, toptan insanları cennete göndermek eğiliminde olan bir harekettir.

İslami hareket mahiyet itibari ile dini Allah’ın gönderdiği ve Rasulunun gösterip yaşadığı şekliyle hayata geçirmeyi ve hayata hakim kılmayı amaçlayan bir harekettir. O bakımdan kimse yolun her hangi bir aşamasına has olarak öngörülse dahi, özü , şekli ve yapısıyla İslami olmayan herhangi bir yöntemi İslam adına müslümanların gündemine dayatmak hakkına sahib değildir .


1688934209299.png
Bir Zamanların Tayyib'i, Salon Mucahidi (!) İken

Tayyib Erdoğan : Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir


Bir Zamanların Salon Mucahidi Tayyib; Muteahit Olduktan sonra!

Tayyib Erdoğan :
Kur'anla Yönetilen Bir Devlet Düşünmüyoruz


 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
9- DEMOKRASİ VE SEÇİMLER

11425216_837304493019710_5473919593906948282_n.jpg

Müslüman ferd kendi lehine aleyhindeki hükümleri bilmekle mükellef olan müslümanlar ülke gündemini bir hayli meşgul eden seçimler hakkında da konumlarını bilmek durumunda ve net tavırlarını göstermek zorundadırlar.Evet, seçimlere katılmanın hükmü nedir?
Müslümanım diyenler seçimlere katılabilirler mi ; katılamazlar mı?
Bunlar ve benzeri sorulara verilecek cevaplar doğrultusunda uygun davranışlar sergileyebiliriz.
Öncelikle göz önünde bulundurulması gereken husus şudur ki, bizler hayata bakış açısından kaynak olarak Kuran, Sünnet, Kıyas ve icmâyı bilir bunlardan çıkarılabilecek hükümlerle hareket ederiz. Bunlardan başkasını aramıyoruz, arayanlarsa derin bir sapıklık içindedir. Bulup buluşturdukları kendisinden Kabul edilmeyecek ve dahi cehenneme götüren bir pasaportu olacaktır. Demokraside temel şey, insanlar tarafından kanunlar çıkartmak ve buna göre onları bu kanunlara göre yönetmektir. Bu kanunları çıkartacak ve uygulayacak kimseleri halka seçtirirler. Hem de bunu uygularken baskı yaparak seçime insanların gitmesini zorlarlar. Onlara ceza verirler.
Böylece insanlar hürriyetlerini serbestçe kullanmış olurlar.!! Hem de devletin kabul ettiği ilke, fikir ve kanunlar dışında kesinlikle seçime katılmaya müsaade yoktur, kim başka ilke ve fikre çağırıp seçime katılmak istiyorsa önlenir ve cezalandırılır. Türkiye’de diğer Batı devletleri gibi bu uygulamaları yapmaktadır. Biri İslam’a çağırarak seçime katılmak istiyorsa önlenir ve cezalandırılır. Her zaman seçim oluyor, fakat Atatürk ilkeleri ve Batı temel kanunları değişmiyor. Bunları değiştirmeye kalkışmak yasaktır. Öyleyse Yılmazı seç, yada Baykal’i seç, Tayyib'i seç , Çilleri seç, ya da Erbakan’ı seç veya başkalarını seç değişecek bir şey yoktur. Çünkü aynı ilkelere ve temel kanunlara bağlı kalıp bunlara göre icraat yapacaklar.
Bundan dolayı, demokrasi denilen hayali fikir için (sandığa giderek) demokrasiyi uygulamaya çalışacak, buna göre kanun çıkartacak kimseleri seçmek İslam’a taban tabana zıttır. İslam’da seçim vardır, fakat bu seçim İslam’ı uygulayacak Halife içindir. Halife ALLAH’ın kitabı ve Resulünün sünnetini uygulamak ve dünyaya İslamiyeti taşımak için ümmet tarafından seçilir ve bunun üzerine ona biat verilir. Medine halkı İslam’a girdikten sonra Rasulullah’ı kendileri için bir yönetici olarak kabul ettiler başka ifadeyle ona biat ettiler. Raşidi Halifelerin hepsi ümmetin rızasıyla ve biatlarıyla yönetime geçtiler. Ayrıca Şûra ve meşveret Halife ve yöneticileri hesaba çekmek, düzeltmek için ummetin vekilleri ümmet tarafından seçilir. Vilayetlerde valiye şikayetlerini, görüşlerini ve isteklerini iletmek üzere Vilayet meclisleri, Vilayet halkları tarafından seçilir. Burada önemli olan İslam hükümlerini uygulamaktır. Demokrasi de önemli olan insanların arzularını yerine getirmektir, seçim her iki sistemde de birer üsluptur. Bundan dolayı seçime gidilir. Fakat, demokrasilerde kanunları çıkartacak ve uygulayacak kimseleri seçmek için sandığa gitmek haramdır. ALLAH’a ve Rasulüne inanıp böylesi seçimin manasının ne olduğunu kavrayan Müslüman seçime gitmez. Aksi takdirde dünyada ve ahirette onun akıbeti pek vahimdir. Bu sebeble Türkiye’deki insanlar bedbahttır, huzursuz, sıkıntılı ve perişandır. İnşeAllah Müslümanlar uyanır da bu 18 nisan seçimleri onlar için son olur, tevbe ederler ve böylesi harama bir daha iştirak etmezler.

Çünkü yüce Rabb'ımız şöyle buyuruyor.
"Onlar hala cahiliyye hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inananlar için ALLAH’ın hükmünden daha güzel hüküm koyacak kimmiş?” (Maide 50)

"Yoksa bunlar kesin olarak inanmamışlar veya inandıklarını iddia mı ediyorlar .”Sana ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri gördün mü? Tağuta muhakeme olunmak istiyorlar. Tağutu inkar etmeleri kendilerine emredildiği halde, Tağutun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” (Nisa 60)

Cahiliyye ve Tağut hükümleri ALLAH’ın hükmü dışındaki her hükümdür. Beşerin ve şeytanın çıkardığı hükümdür. Bu nedenle mümin olabilmeleri veya gerçek mümin olabilmeleri için şu şartı koştu.
Rabb'ine and olsun ki aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmazlarsa ve verdiğin hüküm hakkında içlerinde hiç bir sıkıntı bulunmadan bu hükme tam teslimiyet göstermezlerse mûmin olmazlar." (Nisa 65)

Dilerseniz günümüzde yapılan seçimlerin manasını vererek başlayalım Bu işlem: Demokratik sistemin yasama kurumu olan parlamentoya üye seçimidir. Yani insanların toplumsal yaşantılarında, bireylerin birbirleriyle, devletle, sosyal, ekonomi ve siyasî işlerinde uyacakları kuralları, hükümleri, ölçüleri, emir ve yasakları, kanunları belirleyen kurumun üyelerini seçme işidir. İslâmi açıdan bunun anlamı şirk’tir. Yani "Hüküm ancak ALLAH’a aittir" hakikatına terstir. İnsanların yaşantısına hüküm koymakta, ya ALLAH’ı hiçe saymak ya da O’na ortak koşmak demektir. İşte bu seçime katılmak bir takım insanları milletvekili sıfatı ile bu şirki işlemeye itmek demektir. Bu o kişiye yapılabilecek en büyük kötülük ve zulümdür. Zira o kişi, parlamentonun komisyonlarına katılarak veya genel kurul oylamalarına katılarak yasama faaliyetlerine ALLAH’ın hükümranlığını hiç kabul etmeyip milletin egemenliğini esas kabul eden mevcut anayasanın çerçevesinde katılarak şirk işlemine, cürmüne isteyerek ya da istemeyerek ortak olur. Zira ALLAHu Teâla şöyle buyurdu:

Ayetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terk et). Eğer şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra (hemen kalk) o zalimler topluluğu ile oturma.” (En’am: 68)

O, Kitabda size indirmiştik ki; ALLAH’ın ayetlerini inkar edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kafirlerle beraber oturmayın, yoksa sizde onlardan olursunuz. Elbette ALLAH, munafıklar ve kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (Nisa: 140)

Görüldüğü gibi ayet-i kerimelerde ALLAHu Teâla, ALLAH’ın ayetlerinin inkar edildiği ya da alaya alındığı yani hükümlerinin hiçe sayıldığı yerlerde tepkisizce oturup kalmayı kesinlikle nehy ediyor. Çağdaş şirk sistemlerinden biri olan demokratik sistemin yasama organı olan parlamentoda ALLAH’a karşı en büyük isyan, cürüm işleniyor.

Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi ile “hüküm (egemenlik) ancak ALLAH’a aittir” hakikatı inkar edilerek “millet” ilah yerine konuluyor. Böylelikle ALLAH ya inkar ediliyor ya da O’na küstahça şirk koşuluyor. Küfür ve şirk elbette ki ALLAH katında en büyük cürümdür, zulümdür, tağutluktur, sapıklıktır, cahiliyyedir. İşte bununla ilgili bazı ayet-i kerimeler:

Hüküm ancak ALLAH’ındır. O da, kendisinden başkasına kulluk yapmamanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf: 40)

Aralarında ALLAH’ın indirdiği ile hükmet-yönet ve onların arzularına uyma. ALLAH’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarına dikkat et. Eğer (ALLAH’ın hükümlerinden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) ALLAH ancak günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister. İnsanların bir çoğu da zaten fâsıktırlar (yoldan çıkmışlardır). Yoksa onlar cahiliyye (İslâm dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre hükmü bakımından ALLAH’tan daha iyi kim vardır?” (Maide: 49-50)

“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Zira onlar tağutla (ALLAH’ın indirmediği sistemlerle) yönetilmek istiyorlar. Halbuki onu (tağutu) inkar etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.”(Nisa60)

“Hayır, Rabb'ine and olsun ki, aralarında çıkan andlaşmazlık hususunda seni (şeriatı) hakem kılıp sonra da verdiğin hükme (şeriatın hükmüne) içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa: 65)

Kim ALLAH’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” (Maide: 44)

Kim ALLAH’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide: 45)

“Kim ALLAH’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse-yönetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir." (Maide: 47)

Muhakkak ki şirk en büyük zulümdür.” (Lukman: 13)

Bu ayet-i kerimelerin ışığında görüldüğü gibi ALLAH’ın indirdiği ile yönetmemek, ALLAH’ın indirdikleri hükümlere rağmen hükümler, yasalar ortaya koyarak insanları yönetmeye kalkmak gerçekten en büyük isyandır, zulümdür.
İşte demokratik sistemin yasama organında yapılan da budur.Kuranda ALLAH'ın (cc) bize talim ettirdiği Velayet ve Beraet adlı iki nurlu kavramla kafirlerle ilişkimizi kesmemiz ifade edilmiştir. Şu cümlede ifade edilenler için çeşitli polemiklere girecekler elbette olacaktır. Amma velakin ne ifade ettiğimizi onlarda gerçekten iyi biliyorlar. Bütün bu partiler İslam esasları üzerine kurulmadıkları gibi fikirleri, metodları ve hedefleri de İslam değildir. Bundan dolayı kurucularının ve üyelerinin çoğunluğu müslümanlar olsa bile İslami partiler değillerdir, yani küfür partileridir. Çünkü bu partiler; üzerine kurulu oldukları esaslar, benimsedikleri fikirler, fikirlerini yürürlüğe koyacakları metodları ve gerçekleştirmek istedikleri hedefleri bakımından baştan sona küfürden ibarettir ve İslam üzere kurulu değildir.
Kaldı ki bütün bu partilerin İslam esası üzerine kurulu olmadıkları, İslam’la herhangi bir ilgilerinin bulunmadığı ve hedeflerinin İslami hedefler olmadığı gerçeği Türkiye’deki Müslümanlardan saklı değildir.Nitekim bu partiler halk tarafından değil devlet tarafından kurulmaktadırlar.

Siyasi partiler kanununun 86. maddesinde açıkça şöyle belirtilmiştir: ”Siyasi partiler,Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğinin değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemez ve bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamazlar(SİYASİ PARTİLER KANUNU – 86 NOLU MADDE)

İşte bu nedenle bütün bu partileri elinin tersiyle bir tarafa itmek, hatta aynen küfürle ve küfrün nizamlarıyla ve kanunlarıyla mücadele eder gibi, bu partilerle İslam’ın göstermiş olduğu siyasi ve fikri bir şekilde mücadele etmek gerekir. Demek ki herhangi bir müslümanın oyunu herhangi bir küfür partisine vermesi asla caiz değildir.
Türkiye dahil İslam beldelerinin yöneticilerinin kurdukları komploları, sergiledikleri teslimiyetleri ve ABD ile Avrupa’nın uşakları olmaları, müslümanların nüfusları ve servetleri pek çok olmasına rağmen, onları aşağılayıcı bir konuma sürüklemiş ve şereflerini lekelemiştir. Bu kötü siyasi durumu izale etmek veya değiştirmek sizler olmadan mümkün değildir. ALLAH (cc) şöyle buyurmaktadır: “Bir toplum kendisinde olanı değiştirmedikçe, ALLAH onların durumunu değiştirmez.”[Ra’d 11]

Şubhesiz ne tek başına Türkiye ve ne de İslam coğrafyasındaki herhangi bir devlet, bu haliyle gerçek manada etkin bir devlet olamaz. Dahası, Türkiye anayasası ve diğer beşeri anayasalar sahih bir şekilde hayatımızı düzenlemeye elverişli değildirler. Zira bunlar, İslam olan akidemiz ile çelişmektedirler. Özellikle bu çürük beşeri sistemler üzerimizde denenmişken ve bizleri açlık ve sefalete mahkum eden devlet eliyle imzalanmış anlaşmalarla kuşatılmışken, siz Ey Dünya ve Türkiye Müslümanları! Bize düşen bütün işlerimiz için bir hayat sistemi olan İslam’a geri dönmektir. ALLAH (cc) şöyle buyuruyor: “Kim İslam’dan başka bir din ararsa o ondan kabul edilmeyecektir ve o ahirette ziyana uğrayanlardan olacaktır” [Al-i İmran 85]

Ey Müslümanlar! Türkiye’de, İran’da, Pakistan’da, Suriye’de veya başka bir ülkede olması fark etmez, her müslümanın bu bozuk vakıayı değiştirme işinde bizimle beraber şer’i metod üzere çalışması bir yükümlülüktür. Hem de bir Türk, bir İranlı, bir Pakistan'lı veya bir Suriyeli olarak değil, bir müslüman olarak...Çünkü müslümanları doğru bir şekilde kalkındıracak yegane bağ, İslam bağıdır. ALLAH (cc) şöyle buyuruyor: “Mûminler ancak kardeştir...” Hücurat 10]

Yine bunun için Rasulullah (s.a.v.): “Müslüman, müslümanın kardeşidir...” şeklinde buyurmuştur. Öyle ki müslümanlar tek Halife üzerinde birleşip, ALLAH’ın ahkamı ve Rasulunun sünneti üzere O’na biat etsinler. O’da, onları dünyada güçlü ve izzetli kılsın, Ahirette de ALLAH’ın rızasını kazanmalarını sağlasın.
Unutmayalım ki bunlar olmadan gerçek manada doğru bir kalkınma gerçekleşmez. Bunlar olmadan toplum için dönüştürme yapmaya çalışan müslümanın ameli, Ahirette kendisi için kurtarıcı olmaya yetmeyecektir. Çünkü böyle bir kimse, ALLAH’ın toplumu dönüştürme ile ilgili ahkamına bağlanmayı kabul etmemiş olmaktadır. Halbuki ALLAH (cc) şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, ALLAH ve Rasulu sizi size hayat veren şeye çağırdığında icabet edin” [Enfal 24)

Laikliğin, demokrasinin, milliyetçiliğin, pragmatik düşüncenin kapitalizm ve sosyalizmin küfür olduğunu, batıl olduğunu, hakkın ancak ALLAH’ın dini İslâm olduğunu, İslâm’ın tek doğru ve bütün dinlerin, ideolojilerin, fikirlerin, nizamların üstünde olduğunu, insanların yaşantısına ancak onun hakim olması gerektiğini onun dışındaki bütün din ve nizamların red olunması gerektiğini söylemek ve bunun tahakkuku için çalışmak olmalıdır.

İşte demokratik parlamento seçimlerinin anlamı, şer'î hükmü ve bunun karşısında Müslüman’ın takınması gerektiği tavır budur. Böylesi seçimlerde tavrımız ne olmalıdır? diyen kimse eğer bunda samimi ise, bu şer'î hükmü ve tavrı alır ve gereğince amel eder. Yani “işittik, itaat ettik” der. “İşittik, isyan ettik” diyenlerden olmaz.
ALLAH’ın hükmü karşısında akıl, mantık yürütmeye kalkmaz. Bilakis Nisa suresi 65. ayet-i kerimesinde belirtildiği gibi şer'î hükmü içinde bir sıkıntı duymaksızın alıp tam teslimiyetle uygular. Bu hususta şer'î hükmün ve tavrın bu olduğu ortaya konunca, İslâm adına hareket ettiğini söyleyerek, Müslümanların büyük bir kısmını da etkileyen bazı şahıs ve çevreler şöyle itirazda bulunuyorlar:
İtirazlar için 10. konuya geçiniz.

Demokrasiye Sahib Çıkan Müslümanlar (!)

Mucâhid Şeyhlerden Demokrasi ve Şeriat


Democracy.png
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
10- DEMOKRATİK ÇALIŞMAYI SAVUNANLARIN BAZI GEREKÇELERİ ve GEÇERSİZ OLDUĞUNUN İSBATI

1 -“Evet demokrasi küfürdür. Parlamentoya girip onun çalışmasına katılmak da en azından haramdır. Fakat bizim orada adamlarımız olsa, bu Müslümanların faydasına olmaz mı? Demokratik parti ile İslâm Devleti kurulmaz, fakat o partinin parlamentoda olması hatta hükümet olması, Müslümanların İslâmi faaliyetlerine kolaylık sağlar. Yollarını açar. Onun için Müslümanların bu seçimlere katılıp İslâm’ın gelmesini isteyen şahıs ve partileri desteklemeleri gerekir. Aksi halde Müslümanların menfaatlarına karşı çıkmış, parlamentonun tamamen islam düşmanlarının eline geçmesini sağlamış olurlar“ diyorlar,,,

Bu yaklaşım tamamen pragmatik bir yaklaşımdır.Yani ameli neticesinde görülen fayda ve zarara göre değerlendirme yaklaşımı. Amellerde fayda ve zararı temel ölçü kabul etme yaklaşımı. “Faydalı olan şey iyidir, yapılmalı, zararlı olan şey kötüdür, yapılmamalı” anlayışı. Yani aklı iyi-kötü, hayr-şer hususunda hakem kılmaktır.
Halbuki Müslüman için asıl olan; ALLAH katındaki iyi-kötü, hayr-şer’dir. Onu da akılla bilemeyeceğimize göre ALLAH’ın indirdiğine başvurarak yani şeriatına başvurarak O’nun hayr dediğini yapmak, şer dediğinden kaçınmak esastır. Hayr ve şerri, iyi ve kötüyü, güzel ve çirkini belirleyen şeriattır, akıl değil!.
İşte bunun böyle olduğunu gösteren bir kaç ayeti kerime :
Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin hoşlanmadığınız bir şey hakkınızda hayırlı olabilir. Sevdiğiniz bir şey de hakkınızda şer olabilir. Siz bilmezsiniz, ALLAH bilir.” (Bakara: 216)

Demek ki, hayr ve şerrin tayini bizim duygu ve aklımızla değil, ALLAH’ın ilmine bırakılmıştır. ALLAH’ın ilmini de Rasul’un getirdiğinden alabiliriz. Başka bir yerden değil. Bunu da ALLAH’u Teâla şöyle emretti:
Rasul size ne getirdi ise onu alın ve sizi neden nehyetti ise ondan kaçının.” (Haşr: 7)

Rasul (s.a.v) de şöyle buyurmaktadır:
Bizim dinimizde olmayan her iş red edilir.(Buhari, K. Buyû; Muslim, K. Akdiyye, 3243)

Müslümanlar için menfaatin değil de sevab ve günahın ölçü olduğunu şu ayeti kerime açıkça ortaya koymaktadır:
Sana şarabdan ve kumardan sorarlar. De ki; Her ikisi de büyük günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür.” (Bakara: 219)

Görüldüğü gibi ALLAH’u Teâla bu ayet-i kerimesinde menfaati değil, günahı esas kılmıştır. Demek ki; bir hususta insanlar için bazı menfaatler ve günah çatışabilir. O halde tavır ne olmalı?
Elbette ki günah işlemeyip menfaat terk edilmelidir. Zira bir Müslüman için asıl menfaat Ahirette günah ile Rabbinin huzuruna çıkmamasıdır. Şimdi bunu demokratik parlamento seçimlerine indirirsek; demokratik parlamentoya girmekte bazı menfaatler olabilir. En azından öyle zannedilebilir. Fakat orada bulunmakta günah da vardır. Bunu yukarıda izah ettik. Şimdi ne yapılmalı?
O günahı işleyerek o menfaatleri elde etmeye mi çalışılmalı? Yoksa günah işlemeyip o menfaatlerden vaz mı geçmeli? İşte bununla imtihan oluyoruz. Elbette ki günah işleyerek o menfaatleri elde etmeye çalışmamalıyız. O menfaatler uğruna kendimizi bile bile ateşe atmamalıyız. Aksi halde hem dünyada hem Ahirette ALLAH’ın yardımından yoksun kalırız da perişan ve hüsran oluruz.
ALLAH’u Teala şöyle buyuruyor: “ALLAH size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi (yardımsız) bırakıverirse, O’ndan sonra size kim yardım eder? Mûminler ancak ALLAH’a güvenip dayanmalıdırlar.”(Âl-i imran:160)


2-Biz hakkı açıkça söylersek batıl ehli, laikler, Kemalistler ve onların güdümündeki subay ve generaller bizi ezerler, hapse atarlar, işlerimizden ederler, hiç bir İslâmi faaliyete izin vermezler.
Onun için biz onların şerrinden korunabilmek maksadı ile onların aralarına girmeli ve onlardan görünmeliyiz. Biz de demokratız, laikiz, cumhuriyetçiyiz, milliyetçiyiz demeliyiz. O zaman onlar bize tavır almazlar. Biz de böylece daha rahat çalışarak güçleniriz. Onun için demokratik parti kurmalı ve onu seçimlerde desteklemeliyiz. Yoksa yok oluruz.”
diyorlar

Onların şerrinden emin olmamız için onlardan görünmeliyiz, diye özetlenebilecek olan bu yaklaşımı ALLAH, kendisine güvensizlik ve kalbde hastalık olarak vasfetti. Hiç tasvip etmediğini de şöyle bildirdi:
Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları veli (dost ve yardımcı) edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin velisidirler. İçinizden onları veli edinenler, onlardandır. Şubhesiz ALLAH zalimler topluluğuna yol göstermez.
”Kalblerinde hastalık bulunanların ‘Başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz’ diyerek onların arasına koştuklarını görürsün. Dikkat edilsin ki, ALLAH bir fetih yahut katından bir emir / âzab getirecek de onlar içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklar. (O zaman) iman edenler; ‘Bunlar mı bütün güçleriyle sizinle beraber olduklarına yemin edenler?’ diyeceklerdir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir de hüsrana uğramışlardır.” (Maide: 51-53)

Görüldüğü gibi Rabb’ımız ALLAH’u Teâla, iman edenlerin dikkatini çekerek kafirleri dost ve yardımcı edinmemeye davet ediyor. Yahudi ve Hıristiyanları zikretmesi cûzü zikredip, kullû kastetmesidir. Yani bu konu bütün kâfirleri kapsar. Onları veli (dost ve yardımcı) edinmek onların istediği çizgide olmak demektir, onlara tabi olmak demektir. Çünkü ALLAH, onları veli edinenleri onlardan saydı. Yani onlar gibi oldu, onlar gibi davranıyor, onların çizgisinde bulunuyor saydı. Ki bu, elbette zulümdür. Bu zulüm üzerinde inatla ısrar edenleri de kendi hallerine terk etmekle tehdit etti.
Bu ayetin mefhumunu günümüze indirirsek; iman ettiğini söyleyen bir kimse, ben demokratım, milliyetçiyim, laikim, cumhuriyetçiyim, Atatürk de bizden olurdu gibi laflar ve yaklaşımlarla demokrat, laik, cumhuriyetçi, milliyetçi, Kemalist çizgisinde olduğu görüntüsü vermeye çalışmamalıdır. Aksi halde ALLAH onu da onlardan sayar da o kişi zalimlerden olur. Bir Müslüman onların çizgisinde olamaz. Onların çizgisinde olmadıkça onları razı edemez. Onları razı edecek olursa ALLAH’ı razı edemez. Bunun böyle olduğunu bir başka bir ayette şöyle bildirilmiştir:
Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden radı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak ALLAH'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, ALLAH'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara-120)

Maide suresinin 52. ayetinde ALLAH onlardan görünme gayreti ile onların arasına koşuşmayı “hastalıklı kalb” olarak vasfedip, kesin ve de çok sert bir şekilde zemmetti.
“Demokrasi, laiklik, vatancılık, milliyetçilik, cumhuriyetçilik, Kemalizm” gibi çağdaş putlara yapılan övgülere katılmak, onların korosu içerisine girmek ve o koroya katılmaya koşuşturmak, çağdaş puthaneye ve parlamentoya koşuşturmak, işte bu zemmin kapsamındadır. ALLAH’u Teâla onların bu işi yaparken gösterdikleri mazereti de yani “başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz” bahanesini de kesinlikle reddediyor. “Bizi hapse atarlar, işimizden ederler, asarlar, keserler, onun için onlardan görünüyoruz. Onun için demokrat, laik, milliyetçi, vatancı, cumhuriyetçi, Kemalist gözüküyoruz” bahanesini de reddediyor. Ve bu tutum içinde olanları tehdit ediyor. ALLAH’ın fethi ya da âzabı ile tehdit ediyor. ALLAH’ın fethi geldiğinde müminler onları bu tutumlarından dolayı cezalandırırlar. Onun için pişman olurlar, ya da ALLAH’ın âzabı gelir onun için de pişman olurlar. Böylesi batıl, geçersiz mazeretler ile çağdaş demokratik sistemin yasama organına koşuşturmakla bu uğurda mallarını, vakitlerini harcayan kimseler sevap ummalarına rağmen şer'î hükme bağlanmamaktan dolayı amellerinin boşa çıkmasından ve böylelikle hüsrana uğramaktan korksunlar.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Size öyle şeyler bıraktım ki onlara bağlandığınız muddetçe ebediyyen şaşmazsınız. Bunlar ALLAH'ın Kitabı ve peygamberinin Sünneti'dir. Bunlar apaçıktır."
(Tirmizî, Menâkıb: 31; Musned, 3:14, 17, 26)

Buradaki "ebediyyen" kelimesi, bizi kapsar. Yani bu devirde böyle olmalı, önceki olaylar , eski zamanlara aitti, eskiden teknoloji bu seviyede değildi vs . vs bahaneleri men ediyor.
Yine (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Benim ummetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bir tanesi dışında hepsi cehennemliktir.
Dediler ki; Ey Rasulullah, bu fırka kimdir?
Rasulullah (s.a.v.) dedi ki:
Benim ve bugün ashabımın üzerinde bulundukları hal üzerinde bulunan fırkadır.”
(Tirmizi, İman,18; İbn-i Mace, Fiten, 17)

3 - “Taif dönüşü Peygamber (s.a.v.), Mekke ‘ye girebilmek için kâfir olan Mut'im'in himayesini kabul etmiştir."


Peygamber’in (a.s.) Tâif’e gidişi, Mekke döneminde peygamberlikten sonra bîsetin 10. yılında, Hatîce (r.anha) ve Ebû Tâlib’in vefatından sonra ( İbn Hişâm, II, 60; Tâberî, II, 425; İbn Seyyidinnâs -1992 n., I, 231) Şevvâl ayının bitimine birkaç gece (İbn Sa’d, I,211-212) veya üç gece kala gerçekleşmiştir. Rasulullah (s.a.v.)'in Taif'de tebliğ ve destek çalışmalarında istediği sonuca ulaşamaması neticesinde tekrar Mekke'ye dönmek istemiş fakat Kurayş'in kendisini kolay kolay Mekke'ye sokmayacağını biliyordu. Bunun için o zamanın âdetine göre birinin himâyesi altına girmesi gerekiyordu. Bu sebeble Hira'ya varınca birini göndererek muşriklerden Mut'im bin Adiyy'in himâyesini istedi.
Nebi (a.s.), himaye istediği üçüncü kişi olan Kurayş'li Benî Nevfel’in muşrik reisi Ebû Vehb Mut’im b. Adî b. Nevfel b. Abdimenâf en-Nevfelî el-Kuraşî’nin (v. Safer H. 2) himayesinde Mekke’ye girebilmiştir.
(İbn Hişâm, II,20-21; İbn Sa’d, I,211-212; İbn Habîb, s. 11; İbn Kuteybe, el-Maârif, s. 151; Belâzurî, Ensâb, I,299; İbn Abdilber, el-İstî’âb, I,27-28; İbn Seyyidinnâs (1992 n.), I,234)

Mut’im b. Adî’nin soyu, Abdumenâf’ta Peygamber’in (a.s.) soyu ile birleştiği için onun (a.s.) amcası oğullarından sayılır ve Peygamber (a.s.) kendisine “amca” diye hitab ederdi:
يا عماه أجرني حتى أطوف حول البيت، فأجاره حتى طاف
Ey amcacığım! Bana himaye ver, tâ ki Beyt’i (Kâbe’yi) tavaf edeyim(Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, III,269 - eş-Şâmile).
Zira o zaman –himaye verme hakkına sahib birsinin teminatı ile- Kâbe’yi tavaf edebilmek, Mekke’de serbest dolaşım hakkına sahib olmak demekti. Mut'im isteğini kabul etti ve oğullarını silahlandırarak, kendisi de beraberinde olduğu halde, Rasûlullah Efendimizi (s.a.v.) Hira'dan alarak Mekke'ye getirdiler. (İbn Sâd, Tabakât, 1, 212; Belâzurî, Ensâb, 1, 237)

Diğer muşrikler, Mut'im'in bu hareketine çok kızdılar, ama ses çıkarmadılar.
Âlemlere rahmet Efendimiz (s.a.v.), muşriklerin kin saçan bakışları arasında Kâbe'yi tavaf etti, Harem-i Şerif'te iki rek’ât namaz kıldı ve oradan hâne-i saâdetlerine gitti. Başta Rasûl-u Ekram Efendimiz (s.a.v.) ve bütün Müslümanlar, muşrik olan Mut'im bin Adiyy'in bu iyiliğini ömürleri boyu unutmadılar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onun bu iyiliğini müşriklere karşı kazandığı Bedir zaferi sonrasında bile yâd etmiştir.
Mut'im'in oğlu Cubeyr, Bedir esirleri hakkında konuşmak için Medine'ye gelmişti.
Rasulullah (s.a.v.) onu kabul etmiş, ricâsını dinledikten sonra şöyle demişti: “Eğer, baban Mut'im hayatta olsaydı ve şu adamlar hakkında ricâda bulunsaydı, şubhesiz ben onları Mut'im'e bağışlardım.”

(Buharî, Sahih, c. 4, sf: 83)

Gördüğümüz gibi Rasulullah (s.a.v.), uzaktan akrabalık bağı vesilesiyle olsun gerek mert, yardımsever olan Mut'im'den görmüş olduğu bu yardım ve ihsan sebebiyle muşrik de olsa iyilik bilip inkar etmeyerek vefa göstermiştir.


“Evvela şunu bilmeliyiz ki bu sadece karşılıksız yapılan bir yardımdır. Zaten kısa süre sonunda da bu emandan çıkmıştır. Peygamber (a.s.) bu himayeyi kabul ederken , tebliğinden, şeriatinden , dininden herhangi bir hükmü uygulamaya koymamayı, ya da küfre karşı daha toleranslı bir mucadele sergilemeyi mi kabul etti? Hayır. Bu söylenemeyeceğine göre , böyle bir olayın partici ve demokratik sistem içerisindeki faaliyetlere bir delil teşkil edebilme özelliği de kalamaz.

4—“Peygamber efendimiz putlarla dolup taştığı halde , kaza umresinde Kâbe ‘yi tavaf etmiştir. Dolayısıyle bizler de duvarlarında “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir“ yazan bir meclise girebilir ve orada faaliyetlerimizi icra edebiliriz“.

Bu çok yanlış ve tersinden bir delillendirmedir. Çünkü Kabe ta ilk günden beri ne kadar tevhid için ve ALLAH’a ibadet adına kurulmuşsa , ALLAH’ın emir ve hükümlerine aykırı şeriatler ve kanunlar üretmek gayesiyle kurulan bütün Dar’un – nedve’ler (günümüzde parlamentolar) aynı şekilde ilk günlerden beri ALLAH’ın hakimiyetine meydan okumak ve ALLAH’a şirk koşmak üzere kurulmuşlardır.
Diğer taraftan ; Kabe çevresindeki putların varlığı tevhidi esaslara uygun tavafı engellemiyordu. Yani “hakimiyetin kayıtsız, şartsız milletin“ olduğunu belirten yazı , parlamentoda fiilen asılı bulunsun, bulunmasın fark etmez. Önemli olan yasamaların (kanun koymaların) hangi esaslara göre ve kimin adına yapıldığıdır. Çünkü İslam’ın asıl itirazı duvardaki yazıya değil , fiili uygulamayadır.
Bununla birlkikte islami ahkam ile bağdaşmayan hiç bir görüntü ve fiilin de musamaha ile karşılanmayacağı bilinmelidir . Böyle bir faaliyet lehine ileri sürülen bütün delillerin, bu şekilde hatalı ve yanlış delillendirmeler olduğunu bildirelim. Zaten bu delillendirmelerin ilmi bir şekilde ele alındıkları takdirde, herhangi bir ciddilik taşımadıkları görülecektir. Samimi kimselerin bu cevabları işittikten sonra haklı bir itirazları olacaktır ve yerindedir. O da “Peki ne yapalım ?“
Fakat ortada sıhhatli bir çalışma yapan bir topluluk yoksa veya bu topluluk olmakla birlikte , şu ya da bu sebeble gözlerini doldurmuyorsa, onların hak olmayan bir işi yapmaları, yada sıhhat şartlarını taşımayan bir amelde bulunmaları için yeterli bir sebeb olamaz ve haklı bir mazeret teşkil etmez .
Çünkü hakkın dimdik ayakta görünmeyişi, buna mukabil hak olmayan bir takım bir takım yol izleyicilerinin belli ve gözalıcı bir seviyeye ulaşmış olmaları, bizim yapmamız gereken musibet işleri terkedip , aykırı yollara gitmemiz için mazeret teşkil etmez. O halde bu şartlar altında dahi olsa yapılacak olan , sağlıklı olduğuna “Kitab ve Sünnet “ ışığında kanaat getirilen bir harekete varsa katılmaktır. Yoksa böyle bir hareketin ortaya çıkması için gereken şekilde ve usulunde çalışmaktır .

İslam Dininin Kendine Has Özelliklerinden Birisi ;
İslam dini, peygamber efendimiz tarafından ilk tebliğ edildiği günlerden itibaren en az günümüzdeki kadar cahiliyye tarafından kuşatılmıştı. Günümüz cahiliyyesi de en az o günkü cahiliyye kadar İslam’a aykırıdır.
Peygamber (s.a.v.) o günün cahiliyesinin yetkili ağızlarının teklif ettiği her türlü uzlaşma teklifini red ettiği gibi , beşer olarak davasına zarar getireceğini zan ettiği bir takım tekliflerine olumlu cevab vermek ister gibi olduğu hallerde ise, ilahi vahiy ile kesinlikle uyarılmış ve böylelikle peygamber olarak tebliğ ve örnek olmak ile ilgili alanlarda masum olmasının, hatadan, günahtan korunmasının bir tecellisi olarak böyle bir hata işlemesi önlenmiştir.
Neredeyse seni bile sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye fitneye düşüreceklerdi. O taktirde seni dost edineceklerdi. Ve eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık , onlara belki biraz meyledecek gibi olacaktın. O taktirde biz sana hayatın da katmerli, ölümünde de katmerli (âzabını) - tattıracaktık ; sonra bize karşı hiçbir yardımcı da bulamayacaktın.” (İsra 73-75)

Demokratik bir sistem içerisinde yapılacak herhangi bir faaliyetin , İslam’ın onayladığı bir faaliyet olarak görülmesine ve öyle sunulmasına imkan yoktur. Bu konuda şöyle iddia edebilirler :
“Biz bu demokratik sistemin tabiatına ve belirlediği kural ve hükümlerine uygun olarak yaptığımız bu faaliyele , İslam’ın yöntem olarak benimsediği bir faaliyet olduğunu kabul etmemekle beraber İslam’a gelebilecek zararları , müslümanlara yönelik bir takım zararlı faaliyetleri önlemek istiyoruz , vs . “ Ancak mevcud sistemin egemen ve koruyucu güçlerinin RP-DYP hükümetine karşı tutumları, bu gerekçelerin hiç bir işlerliği olmayan iddialar olduğunu açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır. Hatta tam aksine fayda umulurken; müslümanların şimdiye kadar zorla elde ettikleri tabii haklarının dahi ellerinden alınması noktasına gelinmiştir .
Ancak böyle bir iddianın bünyesinde taşıdığı ve cevab bekleyen başka bir takım sorular vardır ki, bunların önemli olanlarından birisi şudur:İslama geleceği kötü bir takım zararları ALLAH‘ın izin vermediği ve meşru görülmeyen yollarla bertaraf etmeye kalkışmanın şer’i gerekçesi nedir? O halde İslam adına yapıldığı söylenen bu işin , İslam’a uygunluğu iddiasından vazgeçilmelidir .
(Bu arada şunu da belirtmekte fayda görüyorum : Yöntemin müfrit bir takım yanlıları bu gibi faaliyetleri meşru görmediği için kendilerine katılmayan mûminleri, israil askeri ya da patates çuvalı dininden diye nitelendirmelerini ciddiye almıyoruz .)

5- “Bizim öyle sert, katı, uzlaşmaz bir görünüm ortaya koymamıza gerek yok. Çünkü hoşgörülü, yumuşak, sevgi ile muamele her kapıyı açar. Hem biz herkesi sevmeliyiz. Tüm insanlarla ya dinde kardeşiz ya da hilkatte kardeşiz. Müslüman olsun olmasın her insana sevgi ile muamele etmeli, hoşgörülü, uzlaşmacı olmalıyız. O zaman onları da karşımıza almış olmayız. Onların bize düşmanlık yapmalarından, zararlarından korunmuş oluruz. İslâm’a hizmet faaliyetlerimizi de bir yandan-sürdürürüz.” diyorlar

Kâfirlere, zalimlere hümanist duygularla yumuşak, hoşgörülü, uzlaşmacı ve sevgiyle muamele yaklaşımına gelince bunu da ALLAH’u Teâla kesinlikle reddediyor:
O halde (hakikati) yalanlayanlara tabi olma. Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” (Kalem: 8-9)
Görüldüğü gibi ayeti kerimede ALLAH’u Teâla, Rasulu’nün şahsında onun ümmetine kafirlere karşı tavizkâr tavır almayı yasaklıyor. ALLAH’u Teâla kafirlerin iç yüzünü bize apaçık bildirerek onlara karşı takınmamız gereken tavrı şöyle açıklıyor:
Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri (kâfirleri) sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerden) belli olmuştur. içlerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, herhalde ayetlerimizi size açıklamış oluruz. İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz bütünüyle Kitaba inanırsınız. Onlar ise, sizinle karşılaştıklarında inandık derler. Kendi başlarına kaldıklarında da size olan kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. Kininizle geberin! deyiver. Size bir iyilik hafifçe dokunursa, bu onları tasalandırır. Başınıza bir musibet gelirse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve ALLAH’tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şubhesiz ALLAH, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.”(Al-i İmran: 118-120)

İşte bu ayet-i kerimelerle ALLAH’u Teâla kafirlerin içyüzünü bize böylece apaçık bir şekilde beyan ediyor. Bu hakikatleri bildikten sonra biz Müslümanların onlara karşı tavrı elbette hoşgörü sevgi değil de nefret ve düşman tavrı olmalıdır. Onlara sevgi gösterileri hem boşunadır hem de ALLAH’u Teâla’nın tasvib etmediği bir tavır olur.
Onlar bizim hakkımızda hiç hayır ve iyilik istemediklerine göre “gelin demokratik arenaya girin, demokratik mucâdele ile istediklerinizi elde edin” diyorlarsa bilelim ki bu bizim hayrımıza değildir. Eğer aklediyorsak onların bu davetlerine icabet etmeyiz. Eğer icabet ediyorsak çok aptalca, akılsızca bir iş yapıyoruz. ALLAH’ın sözüne kulak asmıyoruz demektir. Onların bize karşı kurdukları hile, tuzak ve düşmanlıklarından kurtulmanın yolu, onlara sevgi gösterilerinde bulunmak ve onlardan görünme gayreti içine düşmek onların arasında koşuşturmak değil sadece ve sadece ALLAH’ın şeriatına bağlanmaktır.


 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
11- HÜKÜM KOYMA ; ALLAH'A MUHALİF KANUN KOYMANIN VE YARDIMCI OLMANIN HÜKMÜ NEDİR ?

Rasulullah davet yolunda küfür sistemi içerisine girmenin tehlikesini ve olumsuzluğunu bize hareketiyle göstermiş ve gelecek inanan nesillere miras bırakmıştır. İslam tarihi ile iştigal edenler hatırlarlar ki:
Muşrik liderler Rasulullah'a gelip: “Ne istiyorsun? İstersen seni Mekke'nin lideri yaparız" dediklerinde;
Rasulullah, Bu işin muhal olduğunu şu sözlerle ifade etmiştir : "
Bir elime Güneşi bir elime de ay'ı verseniz ben davamdan dönmem."
Evet, onların sisteminde yer alış bir nevi davadan dönüş olmalıdır ki, Rasulullah bunu böylece ifade etmiştir.
Aslında şu şekilde yola çıkarsak daha faydalı olacak kanaatindeyim:
Rasulullah şayet bu teklifi kabul etse Mekke lideri olup halka kendini iyice benimsetse, ve vardığı doruk noktada tebliğe başlasa daha etkili olabilirdi o kadar insan telef de olmazdı iş insancıl hümanist yollarla bağlanırdı, ne vardı bir kaç sene kimliğini gizleyib onlar gibi davransa ve içten içe sistemi fethetseydi vs. vs.

Burada Rasulullah stratejik bir hata yapmıştır diyebilir miyiz?
Elbetteki hayır çünkü her şeyde olduğu gibi Rasulullah bu davanın metodunu da Allah'dan almıştır. Kıyas ve icmaya gelince şanlı muctehidlerimiz "Kafirin mûmine velayet hakkı yoktur “diyerek sosyal standardı belirlemişlerdir.
Şu halde biz müslümanların demokratik seçimlerde tavrımız, ona katılmak değildir. Ona katılarak bazı müslümanları şirk, zulüm, günah çukuruna bize vekaleten itmek hiç değildir.

Bu işten Allah’a sığınmalıyız. Tavrımız, hayatımızı kokuşturan, haramlar ve munkerlerle, zulüm ve zulûmat ile, cehaletle dolduran çağdaş cahiliyye ve tağuti sistemi tüm kurumları ile red edip hayatımızdan söküp atmak ve Allah’ın dinini hakim kılmak için Allah’a dayanıb, Allah’ın hükümlerine sımsıkı sarılarak ihlas, sabır ve sebatla çalışmak olmalıdır. Oy vermenin bir sakıncası da “Küfre rıda küfürdür” hükmüne zıddıyetten gelir. Ayrıca Rasulullah'ın "Kim kötü bir çığır açarsa " diye başlayan hadisi de bize diyor ki oy vermek tehlikeli ve büyük vebali olan bir ameldir. O halde bize düşen murted kafirlerle aynı çatı altında aynı işleri görecek yeni tağutlar çıkarmak değil, Allah'ın(cc) nizamını ikame edecek mucahidler çıkarmaktır.
Partiler ancak mevcud statükoyu muhafaza yoluna girmiş tembellerin ve çıkar ve menfaatperestlerin yurdudur. Bizler insanları iktidarı bir tağuttan almaları ve diğer bir tağuta vermeleri inancını reddediyor, onları anın vacibine çağırıyoruz. Anın vacibi tağutu inkar etmek, düzenini tarumar etmektir.

Yemin meselesi : Partiler gerçekten de Türkiye müslümanları açısından çok muallakta bırakılan meselelerden birisidir. Bu bölümde işlemek istediğimiz mesele milletvekili olarak seçilenlerin, mecliste ettikleri yemin ve fıkhi görüntüsü ile ilgilidir.
Şöyle özetleyelim meseleyi ki meselenin anlaşılması mevzunun anlaşılması kadar muhimdir:
Bir müslüman adaylığını koyar, meclise seçilerek girer ve anayasaya Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağına yemin edebilir mi? Bunda hüküm nedir?
Öncelikle şunu arz edelim ki, Dâr'ul harb olan beldeler, çağdaş Ebu Cehillerin beldeleridirler. O beldeler cehalet ve taassubun yuvasıdır. Ve böyle bir diyarda kişiler Allah’ın din ve diyanetini hakkıyla öğrenemeye bilirler. Şimdi tekrar konumuza dönelim...

Kişi hiç bir surette elfaz-ı küfür olan bir lafzı söyleyemez ve kullanamaz. Yalnız işkence ve ölüm tehdidi gibi durumlar hariç. Şayet kullanırsa cümle fukahanın ittifakıyla Kâfir olur. Yemin konusunda durum şöyle bir görüntü arz eder:
Öncelikle iki durum ortaya çıkar; Peygamberin "Atalarınızın, ana ve babalarınızın ve putların adına yemin etmeyin" ve ,
"Allah'dan başkasına yemin eden, şubhesiz apaçık bir şirk koşmuştur. (Tirmiz) hadisince böyle bir amel men edilmiştir. Câiz değildir. Muhteva olarak ise bu yemin tamamen bir elfaz-ı küfür olmakta. Çünkü mecliste çıkıb milyonların gözleri önünde bir küfür anayasasına uyacağına, yani onu meşru tanıdığına ve dahi Allah’ın nizamını ilga etmiş Ataputun ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağını ikrar ve ilan eden kişi elbette ki küfre girer.

Kişinin bu küfre girmesine sebeb olan bilumum seçmen de bu vebal den paylarını alırlar. Nitekim ayet-i Kerime de şu şekilde buyrulur:
İyilik ve takva (Allah’ın yasaklarından sakınıp emirlerine uyma) hususunda yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’dan korkun (O’nun şeriatına bağlanın). Çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Maide: 2)

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
İster zalim olsun, ister mazlum (mûmin) kardeşine yardım et.
Oradan bir adam;
Ya Rasulullah, mazlum ise ona yardım ederim, fakat zalim ise nasıl yardım edebilirim? dedi.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Onu zulum yapmaktan alı koyarsın. İşte bu ona yardımdır.
(Buhari, K. Mezalim ve’l Gasb, 2264)

Ayrıca bu kişiye bu uyarı yapıldığında; O zat "Hayır canım neresi harammış, neresi küfürmüş gibi bir tavra bürünürse, bu sefer gerçekten daha da büyük bir pisliğin içine düşmüş olur.


Allah'ın Şeriatının Daha Efdal Olduğuna İnansa Bile
Şeyh Suleyman el Ulvan


TAĞUT



 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
12-ALLAH'IN AYETLERİNİN İNKAR YA DA ALAY EDİLDİĞİ MECLİSLERDE OTURMAK HARAMDIR

"Ayetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terk et). Eğer şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra (hemen kalk) o zalimler topluluğu ile oturma.” (En’am: 68)“

O, Kitabda size indirmiştik ki; ALLAH’ın ayetlerini inkar edildiğini, yahud onlarla alay edildiğini işittiğiniz zamanlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kafirlerle beraber oturmayın, yoksa sizde onlardan olursunuz. Elbette ALLAH, munafıklar ve kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (Nisa:140)

ALLAHın tesettür emrini yerine getirdiği için aşağılanan ve hakaret gören tesettürlü kadın (Merve Kavakçı) ve islam adına orada bulunuyorum diyen o zamanın Refah partili milletvekilleri zillette izzeti paylaşamamışlardır !

Son söz olarak şunları söyleyelim ki: Takiyye olarak bir fiili adlandırabilmek için onun takiyye şartlarına uygunluk arzetmesi gerekir. Kulların her nefsi hareketlerine şeriatten bir delil getirmeye kalkmak ancak ALLAHın dinini tahrif etmektir. Bizler ancak ve ancak doğru yola ALLAH ve rasulu ile onların bize öğrettikleriyle varabiliriz. Bunun bilincinde, particilik gibi tüm bid'atleri reddediyor ve tüm kardeşlerimizi, kopmaz sağlam ipe sarılmaya ve bir tek kelimeye çağırıyoruz.


dışarı.jpg
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
13- OY VERMEZSEM İSLAM DÜŞMANLARI GELİR, DAHA KÖTÜ OLUR ! Hevaya Uyulması

524257_10151559138001233_1978688931_n.jpg

Meydanı İslam düşmanlarına mı bırakalım ?


Partileşerek İslam adına hizmette bulunduklarını ima eden bazı çevreler şu ilginç ve garib savunmayı ortaya koyuyorlar "Bu gün meydanı zalimlere mi bırakalım?" ve yahutta “Şayet biz bu sistemde yerimizi kapmazsak, onlar başa geçerler. Eğer onlar da başa geçerlerse bizi ezerler, ama biz başa geçersek onları biraz dizginleriz, böylece daha az zulüm olur."
Zalimlerden gelebilecek ihtimal dahilindeki tehlikeler için şer'i şerifin hükümlerinde bir değişiklik olamaz. ALLAH böyle korkuyla amel edenleri kınıyor ve şöyle diyor:
Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları veli (dost ve yardımcı) edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin velisidirler. İçinizden onları veli edinenler, onlardandır. Şubhesiz ALLAH zalimler topluluğuna yol göstermez.- Kalblerinde hastalık bulunanların ‘Başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz’ diyerek onların arasına koştuklarını görürsün. Dikkat edilsin ki, ALLAH bir fetih yahut katından bir emir/azab getirecek de onlar içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklar. (O zaman) iman edenler; ‘Bunlar mı bütün güçleriyle sizinle beraber olduklarına yemin edenler?’ diyeceklerdir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir de hüsrana uğramışlardır. (Maide: 51-52-53)”

Bize düşen her konuda olduğu gibi, bu konuda da işi ALLAH ve rasulüne dayandırmak olacaktır. Acaba bu şekilde savunma yapan particilerin, savunmaları şeri kaynaklarca onları haklı çıkarır mı yoksa çıkarmaz mı?
Geliniz kaynaklara bakalım.
İmam Hadiminin Barika adlı kitabında Günahlar zikredilirken geçen şu ibareye bir göz atalım: "Zulme sebeb olma ihtimali varken nazıra ve nezırın yaptığı işlere bakmak."
Bu pasaja göre zulmetmesinden korkulan bir nazır yani bakanın veya vekillerin işlerine bakmak, işlerinde onlara yardım etmek, yanlarında çalışmak, dinimizce günahlar arasında yer almıştır. Ayrıca ALLAHu Teala ve tekaddes hazretleri Hud suresi 19.ayette şöyle der: "İyi biliniz ki ALLAH’ın laneti zalimlerin üzerinedir.”

Şimdi bu zaviyeden bakınca zulum her çeşidiyle haramdır. Bir müslümanın yeri zalimlerin sağı, solu, önü, arkası değil tam karşısıdır. Kimse hiç bir şekilde az zulüm yapmak için bu ümmetin başına geçemez. Hele hele İslam adına asla Sıfat ya islami olacak ya da zalim...Diyelim ki başa geçtiniz ve az zulüm yaptınız peki bunun hesabı ALLAH’a nasıl verilecek?Bunun hesabı nasıl verilir? Hele hele bu verilmesi gereken hesap kul hakkıysa...Zulmettiniz ya! Şehitlerden bile afv olunmayan bu vebal sizin omuzlarınızda sevaba mı tebdil olunacak? Ne diyeceksiniz? Çıkıp huzur-u ilahiye "Ya rabbi ben bu kadar günahı senin yolunda mücadele ve mucahede ederek mi kazandım" diyeceksiniz?

Tağut’ların , Bel’am’ların makamında ben olmasam , bir başkası olacak mantığı , tabi ki İslam’ın kabul edebileceği bir mantık değildir . Bunu misalleştirmek gerekirse (daha iyi anlaşılması için) :
Çok doğuran lepistes diye bir balık yavruluyor ve sizde akvaryumda bu doğum anını izlediğinizi hayal ediniz. Küçücük yavru doğuyor ve hemen yüzmeye başlıyor.
Bu güzel manzarayı seyrederken ve bu güzelliğin hikmetlerini düşünürken , hiç hoşlanmayacağımız bir görüntü ile karşılaşıyoruz ve yavruları doğuran anne balık , doğurduğu yavrulardan üç , beşini yiyiveriyor. Gerçi , saklanamayan diğer yavruları da akvaryumdaki diğer balıklar yiyiveriyor.
Buna rağmen anne balığın kendi yavrusunu yemesini hoş karşılayabilirmiyiz. Tabiki hayır. Şimdi anne balığa sorsak , bize aynı particilerin metoduyla cevab vererek: “Ben yemesem , nasıl olsa başka balıklar yiyecekti“. Bu cevab mantıklı, doğruluk payı olduğu gözükse de asla kabul edilemez.
Yavrusunu yiyen bu anne balığa , onun bir anne olduğunu , kendi karnında büyüttüğü ve doğurduğu yavruyu yememesi gerektiğini , yavruları başka balıklar yese bile , bir anneye kendi yavrusunu yemesinin hiç mi hiç yakışmadığını anlatmak isteriz. Tabi ki bu bir hayvandır . Hayvan olduğu için ne kendisiyle konuşuabilir , ne de yargılayabiliriz. Fakat ya insanlar!
Kendi yavrusuna saldırır gibi , kendi dinine saldıran , kendi dinine zarar veren insanlar !
Buraya ben oturmasam , bir başkası oturacaktır” diyerek bu koltuklara oturan ve dünyevi kaygılar ile tağut’luk ve bel’am’lık misyonunu icraate döken kıt beyinli ahmaklar ile , yediği yavruları için “ben yemesem bir başkası yiyecekti” diyen balıklar arasında tek fark vardır . balık hayvandır , bunlar ise insandırlar , ve akıllarının olduklarının iddiasındadırlar.

Kalblerinde hastalık bulunanların : "Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz" diyerek, onların (Yahudi ve Hristiyanlar) arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki ALLAH , bir fetih ihsan eder veya katından bir emir (iş) getirir de içlerinde gizlediklerine pişman olurlar.(Maide 52)
''Ey Nebi! Kafir ve munafıklarla cihad et ve onlara sert ol." (Tevbe , 73)

''Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafı tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şubhesiz ALLAH , zalimler topluluğuna yol göstermez.'' (Maide 51)

''Ey iman edenler! Mûminleri bırakıb da kafirleri dost edinmeyin; (bunu yaparak) Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?''
(Nisa 144)

"Sadece müttefikimiz değil, stratejik ortağımız olan ABD ile, Irak krizinin başlamasından bu yana yakıng görüşmeler içindeyiz. ABD Türkiye'den sayısız taleplerde bulundu, biz de bu taleplere duyarsız kalmadık... ABD'nin küresel gücü uluslararası ilişkilerin belirleyicisi haline gelmiştir. Bu durum dünya için bir fırsattır. ABD, dünyayla ilgilenmeye devam etmelidir... ABD ordusunun kahraman genç kadın ve erkeklerinin olabilecek en az kayıpla evlerine dönmeleri için dua ediyorum." (Recep Tayyip Edoğan -31 Mart 2003 tarihli Wall Street Journal’a yaptığı açıklamadan)

Recep Tayyip Edoğan : "Gerekirse papaz elbisesi bile giyerim"
"Biz bu toplumun içinde yeni bir nizamı hakim kılmanın mücadelesi içindeyiz. Neydi o mücadele? Zamana ve zemine göre değişmeyen doğrunun iktidar olmasıdır. Bu mücadeleyi iktidara getirme noktasında gerekiyorsa ne yaparım dedim. Papaz elbisesi dahi giyerim. Bu var mı usulün içinde? Var tabii ki."
MİLLİYET İNTERNET - SİYASET


 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
14- PARTİCİLERE SERT OLMAYALIM YUMUŞAK DAVRANALIM

Bizim öyle sert , katı, uzlaşmaz bir görünüm ortaya koymamıza gerek yok. Çünkü hoşgörülü, yumuşak, sevgi ile muamele her kapıyı açar. Hem biz herkesi sevmeliyiz. Tüm insanlarla ya dinde kardeşiz ya da hilkatte kardeşiz. Müslüman olsun olmasın her insana sevgi ile muamele etmeli, hoşgörülü, uzlaşmacı olmalıyız. O zaman onları da karşımıza almış olmayız. Onların bize düşmanlık yapmalarından, zararlarından korunmuş oluruz. İslâm’a hizmet faaliyetlerimizi de bir yandan-sürdürürüz.” diyorlar

Kafirlere, zalimlere hümanist duygularla yumuşak, hoşgörülü, uzlaşmacı ve sevgiyle muamele yaklaşımına gelince bunu da ALLAH’u Teâla kesinlikle reddediyor:
O halde (hakikati) yalanlayanlara tabi olma. Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” (Kalem: 8-9)

Görüldüğü gibi ayeti kerimede ALLAH’u Teâla, Rasulu’nün şahsında onun ümmetine kafirlere karşı tavizkâr tavır almayı yasaklıyor. ALLAH’u Teâla kafirlerin içyüzünü bize apaçık bildirerek onlara karşı takınmamız gereken tavrı şöyle açıklıyor:
Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri (kafirleri) sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerden) belli olmuştur. İçlerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, herhalde ayetlerimizi size açıklamış oluruz. İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz bütünüyle Kitaba inanırsınız. Onlar ise, sizinle karşılaştıklarında inandık derler. Kendi başlarına kaldıklarında da size olan kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. Kininizle geberin! deyiver. Size bir iyilik hafifçe dokunursa, bu onları tasalandırır. Başınıza bir musibet gelirse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve ALLAH’tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şubhesiz ALLAH, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Al-i İmran:118-120)

İşte bu ayet-i kerimelerle ALLAH’u Teâla kafirlerin iç yüzünü bize böylece apaçık bir şekilde beyan ediyor. Bu hakikatleri bildikten sonra biz Müslümanların onlara karşı tavrı elbette hoşgörü sevgi değil de nefret ve düşman tavrı olmalıdır. Onlara sevgi gösterileri hem boşunadır hem de ALLAH’u Teâla’nın tasvip etmediği bir tavır olur.
Onlar bizim hakkımızda hiç hayır ve iyilik istemediklerine göre “gelin demokratik arenaya girin, demokratik mücadele ile istediklerinizi elde edin” diyorlarsa bilelim ki bu bizim hayrımıza değildir.
Eğer aklediyorsak onların bu davetlerine icabet etmeyiz. Eğer icabet ediyorsak çok aptalca, akılsızca bir iş yapıyoruz. ALLAH’ın sözüne kulak asmıyoruz demektir.
Onların bize karşı kurdukları hile, tuzak ve düşmanlıklarından kurtulmanın yolu, onlara sevgi gösterilerinde bulunmak ve onlardan görünme gayreti içine düşmek onların arasında koşuşturmak değil sadece ve sadece ALLAH’ın şeriatına bağlanmaktır.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
15- BU KADAR ALİM , HOCA VAR, ONLAR BİLMİYORLAR MI BUNUN HARAM OLDUĞUNU?

Hakimiyet Mağdurları.jpeg
Allah (cc) şöyle bildirdi:
Eğer sabreder ve Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size hiç bir zarar vermez. Şubhesiz Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i imran: 120)


Demek ki; “şer'î hükümlere göre davranırsak kafirler bizi yok ederler” düşüncesi bu ayeti kerimenin mefhumuna tamamen ters düşer. İlmiyle her şeyi çepeçevre kuşatan Allah’tan daha iyi kim bilebilir ki. O, siz şeriata bağlanıp sabırlı olun, onların hile ve tuzakları size bir zarar veremez, diyorsa Müslüman’a düşen, Rabb’isinin bu sözüne güvenip teslim olmaktır. Bunun dışındaki bütün tavır ve yaklaşımlar kesinlikle gayri İslâm’idir.
Bazı kimseler bu izahatları da, nasihatleri da işittiği halde şöyle bir itirazla yine de o yanlış, batıl tutumlarında ısrar ediyorlar.
Efendim, bu kadar alimlerimiz var, onlar bunu bilmiyorlar mı? O kadar alim bizim bu demokratik parlamento seçimlerine katılmamıza bir şey demiyor, hatta davet ediyorlar. Onun için biz de onlara tabi oluyoruz” diyorlar.

Bu yaklaşımda onlara kardeşlik duyguları içinde sesleniyoruz. Ey kardeşlerimiz! Aklınızı başınıza alın! Biz Müslümanlar alimlerimizi sever, sayarız, fakat Rabler ittihaz etmeyiz. O halde alimleri Rabler ittihaz eden Yahudi ve Hıristiyanlar gibi olmayınız!..

Yukarıdaki ayetler ve hadisler ışığında bu meseleyle ilgili Allah’ın hükmü gayet açıkken hiç bir alimin ters bir fetva verme yetkisi yoktur. Fetva vermeye kalkarlarsa, o ancak heva ve hevesinden bir fetva olur ki bu red olunur. Ona rağmen biz o alimlerimize tabi oluruz diyenler ve onlara tâbi olanlar, Ahirette Allah’ın huzurunda hüsrana uğrayacaklarını Allah’u Teâla ayet-i kerimesinde şöyle bildirdi:
Yüzleri ateşte evirilip çevrildiği gün, eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik! Derler. Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize, liderlerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat âzab ver, onları büyük bir lanetle rahmetinden kov derler.” (Ahzab: 66-68)

Evet şer'î hüküm ortada iken biz hocalarımızın, ustatlarımızın, efendilerimizin yolunda gideceğiz diyenler bu ayetlerle muhâtab olurlar .

Sözün özü, biz Müslümanlara düşen; çağdaş şirk, tağuti, cahiliyye sistemi olan demokratik sistemin seçim arenalarında ömür tüketmek değil de o pis sistemi, şer'î hükümlere bağlanarak ve Allah’a dayanarak söküp atmak için çalışmak ve onun yerine dünya ve ahiratte aziz ve de mesud kılacak olan, İslâmî hayatı tekrar hakim kılıp İslâm’ı aleme nur ve hidayet olarak tatbik ve cihad ile taşıyacak olan islam devleti için ihlasla çalışmaktır. O zaman Allah yar ve yardımcımızdır.

 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
16- YUSUF (A.S.) KAFİR BİR KRALIN YANINDA GÖREV ALMIŞTIR. BİZ DE GÖREV ALABİLİRİZ

images
Bir arkadas ; "Yusuf (a.s)'da kafir olan hükümdarın ülkesinde hazine bakanlığı yapmıştır. Eğer parti kurmak küfür olsaydı hiç Yusuf (a.s) kafir bir ülkede maliye bakanlığı yapar mıydı ; Firavunun ölümü ile Mısır'a sultan olur muydu? Kur'an’da da geçiyor" diyerek partisel çalışmaları meşru zemine oturtmaya çalışarak kendi fikrine hak aramaya çalışıyordu.

Evvela bu mesele usul-u fıkıh ilminde “şer'u men kablena“, yâni bizden önceki peygamberlerin şeriatlerinde sabit olan şer’i bir hükmün bizim için de bağlayıcı olup olmaması ile ilgili bir meseledir.
Bizden öncekilerin şeriatlerinin bizim için bağlayıcı bir hüküm ifade edeceğini kabul edenler bile, bir takım şartlarla kabul ederler.
Bunlar arasında bizden önceki şer’i hükmün bizim şeriatimizde nesh edildiğinin , yani hükmünün kaldırıldığının sabit olmaması ve bizim şeriatimizde o konuda ondan farklı bir hükmün bulunmaması şartları da vardır .
54. Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin, kendime tahsis edeyim." Sonra onunla konuşunca da: "Sen bugün yanımızda gerçekten büyük bir mevki sahibisin, güvenilir birisin" dedi.

55. O da, ona dedi ki: "Beni bu ülkenin hazineleri üzerine getir. Çünkü iyi korurum, iyi bilirim.
56. Ve işte biz böylece Yusuf'u o yerde temkin ettik (yerleştirdik). Neresinde isterse orada makam tutuyordu. Biz rahmetimizi dilediğimize nâsib ederiz. Ve iyilik edenlerin mükafatını zayi etmeyiz.
57. İman edip takva yolunu tutanlar için elbette ahirat mukafatı daha hayırlıdır.” (Yusuf suresi)

Biz Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırız, çünkü ancak cahiller her konuda bilir bilmez atar ve tutarlar. Öncelikle bir ayetin bir mevzuda delil olması için o ayetin tefsirini bilmek gerekir.
Öncelikle şunu ifade edelim ki Kuranda geçen peygamberlerin yada geçmiş kavimlerin kıssaları ahkam ve şeriat bildirmek için değil bilakis ibret almak içindir. Kuran öyle bir kitabdır ki orada geçen mesellerle Allah dilediğini sapıklığa düşürür dilediğini de hidayete kavuşturur.
Bu olumsuz Kurana bakış tavrı nedeniyle Ashab-ı Kehf'in, Ashab-ı uhdud, İbrahim'in ve Musa (a.s.)’ın ve diğer bir çoklarının mucadelesini değil de sadece ve bir tek Yusuf (a.s.)ın kıssasını görebilmiştir. İşin bir başka boyutu da Yusuf'un şeriatının nesh edilmiş olmasıdır.

Muhammed’in (s.a.v) gelişiyle din tamamlanmış ve Allahu tealanın bizzat ifade ettiği gibi tek din Rasulullah’ın tebliği kalmıştır. Yani her ne kadar öyle bir ameli Yusuf (a.s.) yapmış olsa da Muhammediler böyle bir davranışa yeltenemezler. Bir sahih hadis de :
“ Bir gün Ömer (r.anh) elinde Tevrat’tan sayfalarla Rasulullah’ın yanına gelir.

Muhammed (s.a.v.) sorar: -Elindekiler nedir ya Ömer?
Ömer (r.anh) cevab verir : -Tevrat’tan sayfalar.
Muhammed (s.a.v.) yüzü öfkesinden kıpkırmızı bir hal alır . Bu hali gören Ömer dehşete düşer. Büyük bir hata yaptığını anlar.
Rasulullah (s.a.v.)'ın yavas yavas rengi düzelir ve : -
Ya Ömer ; Allah’a kâsem olsun ki Musa hayatta olsaydi bana tabi olmaktan baska bir sey yapmazdı !!” der.
(Ahmed b. Hanbel, III, 338; Nuraddin el Haysemi, Mecmau’z-Zevaid, 1/173; 8/262; İbn Ebî Şeybe, V, 312; Ebû Ya’lâ, IV, 102)


Şimdi bu tür vakıalar varken biz hala gecmis , nesh olmuş, buna rağmen en son din gelmiş ve Allah (c.c.) ondan radı olmuş iken , hâla macera aramaya girişiyoruz !!
Peygamberler Allah'a şirk koşar mı, bu iddianızla Yusuf (a.s)'a şirk koştuğunu iddia etmiş olursunuz. Bu sizin iddianızı çürütür. Çünkü Yusuf (a.s) hayatı boyunca Allah'ın hükmüyle hükmetmiştir. Bir tek delil dahi Kral'ın hükmüyle hükmettiğine dair bir delil gösteremezsiniz. Bilakis:
"Biz Yusuf'a böyle bir plan kullanmasaydık, hükümdarın dinine / kanununa göre kardeşini alıkoyamazdı." (Yusuf: 76)
Ayette de görüldüğü gibi Yusuf aleyhisselam Kralın dinine göre değil de Allah'ın hükmüne göre hükmettiğini görüyoruz. Bu da Yusuf (a.s) Allah'ın hükmü dışında bir hükümle hükmetmediğini gösterir. Bu da sizin iddianızı boşa çıkarır. Aksine (Yusuf: 40)'da hükmün tamamen Allah'a ait olduğunu bildiren kendisidir.
Görüldüğü gibi Yusuf (a.s.) kendisi bağımsız , kralın yanında görev aldığında dinden çıkarıcı hareketlerde tazimlerde hüküm koymada ve hükme uymada bir fiiliyata bulunmamıştır. Ve Allah (c.c.) 56 ayette
O'nu biz yerleştirdik ve neresinde isterse orada makam tutuyordu";
Gördüğümüz gibi bir özgürlük var Yusuf’a (a.s.) En küçük bir küfr olsa bu olur muydu?
Bu iddia ise tağutun kanununa uymakla suçlamaktır.

Günümüzün demokrasisinde küfre girmeden makam sahibi olmak mümkün müdür?
Particilerin arkasında Yusuf (a.s.)'a oldugu gibi vahy mi var?
Hata yaptığında düzeltiliyor musun?
Üstelik bu makama Allah (c.c.) getirdi. Sahi günümüz particileri Allah mı getiriyor , küfr kanunları ile hükmetmeleri için ?
Helalleri haram , haramları helal yapmak için , putların önünde 2 dk. İbadet (tazim) etmek için , küfr laik demokratik ilke ve inkılaplara bağlı kalıp koruyacağına yemin etmesini ‘Allah (c.c.) mı emrediyor?
Yoksa yine Yusuf suresi 40. ayette dediği gibi :
Hüküm ancak Allah'a aittir ”: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (YUSUF 40)

Hüküm , kanun koymanın Allaha ait olduğunu . Kim kanun koyuyorsa islama zıt onun ilahlık yaptığını ve onları normal görenlerin ise o kanun koyanlara kulluk ederek ibadet etmiş olduklarını. Halbuki bir tek allaha ibadet etmek (onun kanunlarına uymak) emredildiğimizi bildirir .
Yine Tevbe 31'de helali haram , haramı helal diye kanun koyan kişi yada sistemlerinin RABB‘lik yaptığını, bunu normal gören kişilerin (seçmenlerin) onlara ibadet ettiğini bildirir.
Onlar, Allah'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de munezzehtir.” (Tevbe 31)

Bu ayetin tefsirine baktığımızda her şey çok güzel anlaşılmaktadır. (1- İSLAM’DA LAİKLİK YOKTUR başlığında izah edilmiştir) Din bilgini , rahip , alim bile olsa eğer Allah’ın kitabında hükümler konusunda Allah’ın koyduğu hükümlere muhalif olarak hüküm koyanlar RABB’lik yapmışlardır (mesela parlamento, hükümet).

Bunları normal görerek uyanların ise onlara ibadet ettiğini (mesela halk, seçmen) en güzel sekilde hz. MUHAMMED (s.a.v.) bildirmistir.

Allah Rasulunun (s.a.v) Allah’ın (c.c.) ayetini tefsiri yasama ve yargılamada uyma (ittiba etme)nin dinden çıkaran bir ibadet olduğuna kesin delildir. Bazı insanların kimilerini Rab edinmeleridir. Bu , bu dinin şirki yok etmeye , “yeryüzünde” “insanı” Allah’tan başkasına ibadet etmekten kurtarmaya geldiğinin açık bir ilanıdır. Bu ayetin tefsirine bakıldığında bu hadise ulaşılacaktır. Ve en güzel tefsiri Allah’ın rasulu yapmış , yoruma mahal bırakmamıştır .

Ahzab 36 “Allah ve Rasulu bir şeye hükmedince inanan erkek ve kadının işlerinde başka yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah'ın Kitab'ına ve Rasulun sünnetine karşı gelirse apaçık bir şekilde sapmış olur.”
Her emire uymak küfür değildir. Mesela trafik kanununa uymak , imar kanununa uymak küfür değildir. Küfür şirk koşmadır ve Allah’a muhalif bende kanun koyarım firavun gibi demektir!
Yusuf hükümdarın küfr olmayan emirlerini yerine getirmiştir çünkü bu imana bir sakat vermez , Tehlikeli olan Kur'anın emirleri , puta tazimi , haramları uygulatmakla yasallaştırıp , farz yada helalleri yasaklamakla olur. Yusuf böyle bir şey yapmamıştır, delilde yokdur
.
Peki günümüzün partilerinde ise böyle midir? Körler bile kabul ediyor küfr olduğunu ama imanı körler etmiyor !!

Yusuf peygamber hiç bir zaman bunlar gibi tağutun hükmüyle hükmetmemiştir.

وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ آتَيْنَاهُ حُكْماً وَعِلْماً وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ
O, tam erginlik çağına gelince, kendisine ilim ve hüküm verdik. İşte biz, güzel iş yapanları böyle mukâfatlandırırız. (Yusuf 22)
فَبَدَأَ بِأَوْعِيَتِهِمْ قَبْلَ وِعَاء أَخِيهِ ثُمَّ اسْتَخْرَجَهَا مِن وِعَاء أَخِيهِ كَذَلِكَ كِدْنَا لِيُوسُفَ مَا كَانَ لِيَأْخُذَ أَخَاهُ
فِي دِينِ الْمَلِكِ إِلاَّ أَن يَشَاءَ اللّهُ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مِّن نَّشَاء وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ

Bunun üzerine Yusuf, kardeşinin eşyalarından önce onların eşyalarını aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin yükünün içinden çıkardı. İşte Yusuf'a biz böyle bir oyun öğrettik. Melik'in kanunlarına göre, kardeşini alıkoymasına imkan yoktu. Ancak Allah dilerse o başka. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır.” (Yusuf 22)
Melik'in kanununa uymadığını böyle bir kanuna uymada serbestliği olduğu , Allah (c.c.)'ın kanunuyla hareket ettiği ayetle sabit olmasına rağmen particiler, hala Yusuf (a.s) delil almaya calışıyorlar.

Bunun yanında -“ Allah size Kitab (Kur'an)da: "Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri muddetçe, o kâfirlerle oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz" diye hüküm indirdi. Muhakkak ki Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır” (Nisa 140)

Rasulullah'ın (s.a.v.) ; cahiliyenin Dar'un Nedve küfür parlamentosunun teklifini neden reddettiğinin anlaşılması gerekir. Aksi taktirde özümseyemeyenler Particiler gibi girmek için can atar.
Şeriatın emri tesetture dışarı dışarı denen yer , içkinin tekel adı altında üretildiği, faizin banka kurarak helalleştirildiği, zinanın genelevi açarak müslüman bacıları çalıştırarak yine müslumanım diyen polisleri güvenliğini sağlatarak devlet kontrolünde güvenli zina yaptırarak helalleştirip ; sonrada vergisini alarak , diyanet başkanına, muftulere, imamlara yedirerek cemaati de bunlara uydurarak namaz kıldırtarak , helallerin haram haramların helal dendiği mecliste oturma islamı savunma adı bile olsa orayı terk et. Orada bulunan onlar gibidir- der-!!!


Bir başka hadiste ise“ Bir mu'min aynı delikten iki kere ısırılmaz” der. Sahi bu particiler sayıs aymayı ne zaman öğrenecekler ?
Kaç kere balans ayarı çekilecek ki sunnetullaha dönelim? Yine bir başka mesele de Yusuf’un, Kralın yanındaki pozisyonu ile Particilerimizin Kemalist sisteme karşı olan pozisyonudur. Biz Yusuf peygamberin tevhidi inancını okuduğumuz ayetlere binaen diyoruz ki gizlediğini yada Kralın ters bir emri ile bırakıb Kral'a ve onun kanunlarına uyduğunu görmüyoruz; böyle bir davranış da Nebilerin tavırlarından olamaz. Çünkü onların Sıdk ve tebliğ gibi iki sıfatları vardır.
Sıdk davalarına olan sadakatleri, Tebliğ ise Allah’tan aldıklarını kendilerinden bir şey katmadan olduğu gibi tebliğ etmeleridir. Oysa partiler ve malum partici tayfa her kırbaç şaklatılmasında mevcud sistemin dümen suyuna girmektedirler ki bu iman ve islam namına ölümdür. Allah hepimizi nass'ları işine geldiği gibi yorumlayanlardan muhafaza buyursun ve öyle bir meslekle de iştigal ettirmesin.


30622


Daru'l harb Beldelerde Ehveni Şerrayn Denilerek Demokratik Seçimlerde
Oy Vermenin Hükmü?
Şeyh Suleyman er Ruhayli


DİRİLİŞ

 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
17- HILFU’L – FUDUL ANDLAŞMASI OY VERMEYE DELİLDİR İddiasına cevab

30348
1696370946450.png
Bilindiği gibi bu bir andlaşmadır. Peygamber (a.s.) ile Mekke’nin ileri gelenlerinden birkaç kişi arasında zalimlere karşı çıkmak, mazlumların, mustekbirlerdeki haklarını almak üzere kurulmuş bir cemiyettir .
Bu cemiyetin üstlendiği bütün görev, kendi aralarında dayanışarak zalimlere karşı mazlumları korumak, haklarını almalarına yardımcı olmaktan ibarettir.
Peygamberlikten önce Mekke’de Peygamber’in katıldığı antlaşma gereğince, eğer bir mazlumun yardımına çağrılması istenecek olursa , yardımına koşacağını Medine’de dahi ifade ettiği rivayet edilmektedir.
Bu rivayetten anlaşılabilecek olan, mazlumun hakkını korumak için gerektiğinde kafir şahıslarla dâhi dayanışma içerisinde olunabileceğinden ibarettir.
Böyle bir olaydan ve buna atıfta bulunduğu anlaşılan bir rivayetten, İslam ile hükmetmeyen hükümetlere ortak olmanın ve İslam dışı düzenlerin İslam dışı hükümleriyle hükmetmenin caiz olduğu sonucu çıkarmak mümkün değildir. Çünkü bu rivayette uzaktan olsun yakından olsun, İslam dışı bir yapının aldığı kararlara bağlı kalmanın ,çıkarmaya elverişli bir ifade yoktur. Kaldı ki Peygamber efendimizin Mekke’deki Dar’un-Nedve ‘ye karşı bu hususta takındığı tavır belli ve bilinen bir tavırdır.
Peygamber, değil onların kabul ettikleri anayasal hükümler çerçevesinde görev alma teklifini , başlarına kral olmak tekliflerini dahi reddetmişti.
Durum bu olduğuna göre, Peygamberin Hilfu'l Fudl ile ilgili ifadelerinden, cahili düzenlerin bakanlıklarını kabul etmenin cevazına dair bir delil göstermeye imkan yoktur.

1696370975836.png
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
18-MEDİNE VE HUDEYBİYE ANDLAŞMALARI DELİL MİDİR ?
1694387653843.png
1696371282549.png

Son zamanlarda Türkiye’deki egemen laik güçler ile uzlaşma arayışı içirisinde olan bazı müslümanlar, bunun için Medine Vesikasının ve Hudeybiye Andlaşmasının delil olarak ileri sürmektedirler.

Bu iddia uygun ve yerinde değildir . Çünkü andlaşmalar, karşılıklı hür ifadelerle yapılır.
Evvela bizim andlaşma yapmak irademiz, karşı tarfın şartlarına bağlı kalmak zorunluluğu dolayısıyla eksiktir.
Çünkü , hiç bir şekilde onların belirlemiş oldukları genel çerçevenin yani mevcud düzenin belirlemiş olduğu meşruiyet çerçevesinin dışına çıkmak iradesi verilmemektedir.
Diğer taraftan ; Şeriatın hükümleriyle çelişen hiçbir anlaşma asla yapılamaz. Böyle bir yetki kimseye verilmemiştir.
Demokratik yöntemi ve süreci kabul etmenin ise İslam’ın açık hükümleriyle, nasslarıyla ne derece çatışma halinde olduğu ise bilinen bir husustur. Çünkü mesele doğrudan doğruya İslam itikadının en hassas meselesi olan hakimiyet ve teşrî ile alakalıdır.
İslamda anlaşma vardır ama uzlaşmanın yeri yoktur... Burada da bir uzlaşma değil, Kurayşlilere karşı ortak bir savunma söz konusuydu. Buradaki önemli nokta, Medine’deki müslümanların hiçbir gücün egemenliği altında olmamalarıdır.

Bugün bir müslümanın kendisinin laik veya kâfir bir devlete teslimiyetine Medine vesikası ile meşrûiyet kazandırmaya kalkması en azından mantık sınırlarını zorlamaktadır...Şimdi bu gerçeklerin ışığında bakalım:
Pakistan başkanı Eyü han, ABD Başkanı Johson’ın baskısıyla Rusya da Kosigen nezaretinde Hindistan ile 1966 anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Pakistan’ın bu ağır şartları kabul edeceğini Hindistan başkanı Lal Bahadır Şastrı hiç beklemiyordu. Hatta bu başarıya kalbi dayanamadı ve anlaşmanın imzalanmasından hemen sonra Taşkent’te kalb krizinden öldü. Ama Eyüp Han bu anlaşmayı Hudeybiye anlaşması olarak millete yutturmaya çalıştı.
Aynı şekilde 1988 yılında Başbakan Junejo, Rus ve ABD baskısı altında Cenevre’deki anlaşmaya imza koyarak Afganistan’ı bugünkü çıkmaza sokmuştur.

Ama Enfarmasyon bakanı olan Abdul Vahid Han buna karşı çıkanlara Hudeybiye anlaşmasını örnek gösteriyordu.
Muhammed İkbal, ummetin bu hastalığını şu şekilde dile getirmeye çalışmıştır:

Müslümanlar ne kadar tembelleştiler. Kur'ana uymak yerine onu kendilerine uydurmaktalar. Eğer zarurat ve genel ihtiyaç diye girilen yol uzun vadede dinin bozulmasına, dini hayatın zayıflamasına, İslam'ın gelmesine değil gitmesine sebep oluyorsa, pirince gidenler evdeki bulguru da kaybediyorlarsa bu durumda elbette zaruret hükmünden yararlanmak caiz olamaz.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
19- NECAŞİ'NİN KÂFİR KANUNLARIYLA YÖNETİCİLİĞİ, PARTİLER VE OY VERMEK İÇİN DELİLDİR İddiası
1696371422814.png
Rasulullah (s.a.v.)'in Mekke döneminde Müslümanları kendisine hicret için gönderdiği Necaşi ile, Hudeybiye anlaşmasından sonra tebliğ mektubu gönderdiği Necaşi‘nin aynı kişiler olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır.
Yine, Rasulullah (s.a.v.)'ın Mekke döneminde, hicret için Müslümanları gönderdiği Necaşi‘nin , Müslüman olup olmadığı konusunda da ihtilaf vardır. Eğer Rasulullah (s.a.v)'in Mekke’de iken kendisini övüp adil olarak vasfettiği ve bu yüzden Müslümanları yanına hicrete gönderdiği Necaşi Müslüman olmuşsa, o zaman bu kişi ile, Rasulullah (s.a.v)'in Hudeybiye anlaşmasından sonra Müslüman olması için mektub gönderdiği Necaşi‘nin farklı kimseler olması gerekir.
Çünkü bu ikisi aynı şahıs olsaydı ve o kişi Müslümanlar kendisine hicret ettiğinde Müslüman olmuş olsaydı, Rasulullah (s.a.v) ona Müslüman olması için mektub göndermezdi. Bu iki Necaşi’nin aynı şahıs olabilmeleri için Müslümanların hicret ettiği Necaşi’nin o dönemde Müslüman olmamış olması gerekir. Yani o, her ne kadar İsa’nın(a.s.) ALLAH’ın kulu ve rasulu olduğuna inansa da, aslında Rasulullah’a tâbi olmamıştır.
Tıpkı Herakl‘in Rasulullah (s.a.v)'in risaletine inanmasına rağmen, mülkünü kaybetmekten korktuğu için Rasulullah (s.a.v)'e tabi olmaması gibi. Bu görüşe göre Necaşi; ancak Rasulullah (s.a.v) ona Hudeybiye andlaşmasından sonra mektub gönderdiği zaman Müslüman olmuş ve Müslüman olduktan sonra İslam’ını gizlemeyip herkese açıklamış , Amr bin As‘ın da dediği gibi çevresindeki kişiler de ona tabi olmuş ve müslüman olduktan sonra İslam’a göre hareket edip Herak’e karşı tavır almışlardır .
Yine bu görüşe göre Rasulullah (s.a.v) in cenaze namazını kıldığı Necaşi de bu kişidir. Bu görüşe göre; bir kişinin Müslüman olduğu halde küfür kanunlarını tatbik etmesinin meşru olabileceğine Necaşi’yi delil göstermesi apaçık bir hatadır. Zira bu görüşe göre Necaşi Müslüman olur olmaz İslam’ını açıklamış ve İslam şeraitini uygulamış, Herakl‘e gönderdiği parayı, yani maddi desteği kesmiş ve; “Bundan sonra ona bir dirhem bile göndermem“ demiştir. Bu sözü onun İslam şeriatını tatbik ettiğinin en büyük delilidir.
Eğer Rasulullah (s.a.v.)'in Mekke’de iken Müslümanları gönderdiği Necaşi Müslüman olmuş ve imanını gizlemiş ise , o zaman mektub gönderdiği Necaşi‘nin ayrı bir kişi olması gerekir. Bu görüşe göre Rasulullah (s.a.v)'in cenaze namazını kıldığı Necaşi, Müslümanların Mekke’den kendisine hicret ettikleri Necaşi ‘dir ve bu necaşi Hudeybiye andlaşmasından önce vefat etmiştir.
Rasulullah (s.a.v) bu kişiyi Müslüman kabul edip cenaze namazını kıldığı için bizim de O'nu Müslüman kabul etmemiz gerekir. Muslim‘de geçen bir hadisteki Enes (r.anh)'ın sözü de, Hudeybiye’den sonra mektub gönderilen Necaşi’nin Müslümanların hicret ettiği Necaşi olmadığını ve Rasulullah’ın cenaze namazını kıldığı Necaşi’nin de birinci Necaşi olduğunu göstermektedir.
Bu görüş , diğerlerinden daha sıhhatli bir görüştür. İslam’dan habersiz bazı kişiler bu görüşü ;
Necaşi Müslüman olduğu halde islam’ını gizlemiş ve kâfir kanunlarını tatbik etmiştir “ diyerek , kişinin kafir devletlerde hükümdar olup , kafir kanunlarını tatbik edebileceğine ve bunun , o kişinin Müslümanlığını zedelemeyeceğine delil göstermişlerdir .
Şubhesiz bu son derece sapık ve bâtıl bir delillendirmedir .

Müslümanların hicret ettiği Necaşi Müslüman olup imanını gizlese bile, bu hadise onun, ALLAH’ın kanunları dışında tatbik ettiğini göstermez. Bunu söyleyebilmek için Necaşi’nin, ALLAH’ın kanunlarına zıt kafir kanunlarını tatbik ettiğine dair somut bir delil getirilmesi gerekir.
Halbuki Rasulullah (s.a.v.) daha bu zat Müslüman olmadan önce Müslümanları Ona gönderirken onun adil olduğunu söylemişti. ALLAH’ın şeraitine zıt hareket eden bir kral adil olarak vasfedilemez. Böyle bir vasıflandırmanın bir rasul tarafından yapılması ise hiç düşünülemez.
Rasulullah (s.a.v.)'in ona adil vasfını vermesi, onun insanlara ALLAH’ın radı olmadığı kanunları tatbik etmediğini gösterir ki, o zaman için bu kanunlar gerçek Hrıstiyanlık dinine uygun olan kanunlardı. İşte Necaşi de bu kanunlara göre hüküm vermekteydi.

Rasulullah (s.a.v.)'in bu sözü olmasa bile, Necaşi’nin kral olması, ona istediği kanunu uygulama yetkisini vermektedir. O imanını gizlese bile imanına uygun kanunları tatbik edebilme imkanına sahibdi. Zira o dönemin kralları, insanlara istedikleri kanunu tatbik edebiliyorlardı. Onların her sözü kanundu ve tatbik ettikleri kanunlara da itiraz edilmezdi. Bu , krallığın bir gereğiydi. Necaşi vefat edene kadar, özellikle hadler konusu başta olmak üzere bir çok İslam kanunu henüz inmemişti. Bu yüzden Necaşi henüz mevcud olmayan kanunları tatbik etmemekle suçlanamaz. Dahası, önceki rasullerin şeraitlerindeki hükümler, Rasulullah (s.a.v)'in şeraitine uygun olduğunda, bunları tatbik etmek de zaten İslam’ın bilinen bir hükmüdür.

Sonuç olarak ikinci görüşe göre de, Müslümanların kendisine hicret ettikleri ilk Necaşi İslam’ını gizlediğinde, hiç bir zaman İslam akidesine aykırı bir hareket yapmamış, hiç bir zaman tağutluk sıfatını almasına sebeb olacak, ALLAH’ın kanunlarına zıt bir kanun uygulamamıştır. Bunun aksini iddia eden kişinin somut bir delil göstermesi gerekir.
ALLAH’ın kanunlarına zıt kanunlar tatbik etmesine rağmen kişinin hala Müslüman kalabileceğine dair Necaşi delil gösterilemeyeceği gibi, ne Kur’an‘da, ne sünnette ne de İslam tarihinde bu görüşü destekleyecek herhangi bir delil de mevcud değildir. Aksine gerek Kur’an, gerek Rasulullah (s.a.v)'in sünneti gerekse İslam tarihi bunun açık bir küfür olduğunu gösteren apaçık delillerle doludur .


Rum Suresi Üzerinden Küfur Rejimlerine Fiille İştirak!

غُلِبَتِ الرُّومُ ﴿٢
فِي أَدْنَى الْأَرْضِ وَهُم مِّن بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ ﴿٣
فِي أَدْنَى الْأَرْضِ وَهُم مِّن بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ ﴿٣
بِنَصْرِ اللَّهِ يَنصُرُ مَن يَشَاء وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ ﴿٥
2. Rumlar yenildiler.
3. Yakın bir yerde. Ama onlar, bu yenilgilerinden sonra gâlib geleceklerdir.
4.
Birkaç yıl içinde. Eninde sonunda emir Allah'ındır. O gün mûminler de sevineceklerdir.
5. Allah'ın yardımı ile. O, dilediğine yardım eder ve O Aziz'dir, Rahim'dir.

Abdullah b. Abbas (r.anhuma) bu âyet-i kerimenin izahında şunları zikretmiştir:
"Allaha ortak koşan muşrikler, Farslıların Rumlara gâlib gelmesini istiyorlardı. Çünkü onlar da kendileri gibi putperestti. Müslümanlar ise Rumların Parslara gâlib gelmesini istiyorlardı. Zira Rumlar ehl-i Kitab idiler. Muşrikler, Parsların gâlib geldiklerini Ebubekir (r.anh)'e haber verdiler. Ebubekir (r.anh) bu durumu Rasulullah'a bildirdi.
Rasulullah (a.s.) ona: "Fakat yakında Rumlar Farslara gâlib geleceklerdir." buyurdu.

Ebubekir, Rasulullah'ın bu söylediğini muşriklere anlatınca muşrikler şöyle dediler. "Sen, bizimle kendi aranda bir vakit tayin et. Eğer biz (Bizim, tarafını tuttuğumuz Farslar) gâlib gelirsek şu ve şu şeyleri vereceksin. Şâyet siz (Sizin taraftarı olduğunuz Rumlar) gâlib gelirseniz size şu ve şu şeyler vardır."

Ebubekir aralarında beş sene takdir etti. O dönemde Rumlar Farslara gâlib gelemediler. Bunun üzerine Ebubekir durumu tekrar Rasulullah'a anlattı. Rasulullah da Ebubekir'e: "Sen vadeyi daha fazla yapmadın mı?" dedi. Nihayet Rumlar Farslara gâlib geldiler, İşte Allah teala bu âyet-i kerimelerde bu durumu beyan etmektedir. (Taberi Tfs)
...


Vâcib'den Önceki Son Radde

Rum suresinin ilk ayetleri delil alınarak 'demokrasiyi benimsememeye rağmen demokratik seçimlerde oy kullanılmalıdır' diyerek muslumanlara küfür davetiyesini uzatanlar şunu demek istiyorlar;

Evet doğrudur, O dönemdeki ashab, kitabsız muşriklere karşı kitab ehl-i muşrik kafirlerin kazanmasını istiyor ve kazanmalarıyla da sevinmişti. Fakat Rasulullah (s.a.v.) ve ashabın gözünde kazanmalarını istediklerine de kâfir olduğunu kabul ediyorlardı, sizler de bu ayetlerin nuzul sebebini delil alarak muşriklerin kazanmasıyla sevinen sahabenin yaptığı gibi kazanmasını istediklerinizi evvela kâfir görerek bir tekfir ediniz!
Daha sonra ise sap ile samanı birbirine karıştırdığınız üzere sahabe Allah ve ahirat inancı olmayan Mecusilere karşı ehl-i kitabın kazanmasını aralarına katılarak fiziken fiilleriyle değil, duygusal olarak kazanmalarını istemiş ve sevinen sahabeye iftira zulmunden dolayı Allah (c.c.)'den afv ve mağfirat dileyerek bu işten sakının. Çünkü Habeşistan’a hicret eden muhacirlerin, Habeş kralına savaş açanlara karşı Necaşi’ye destek vermek için fiilen destek verememiş fakat Necaşi’nin kazanması için dua etmiş, kazanınca da sevinmişlerdir.

Şimdi seçim günü demokrasi şemsiyesi altında sizin demokratlar, laikler ile aynı sandık başında aynı fiili gerçekleştirme ameliniz sahabenin hangi ameliyle benzeşiyor?

Kufur konusunda Maslahat - mefsedet konusu ameli mevzuları içerir. Şirk, küfür mevzuunda az kufur çok kufur tercih yapılmaz, kufur kufurdur. Hakimiyet ile ilişikli olan demokratik seçimler ile start alır ve yasamada bulunarak icraasını sürdürür. Müslümanlar gaybi zanlarla dünyevi rahatlıklarını sözde maslahat gözetiyorum adı altında bahane ederek kufre alet olamazlar, olmamalıdırlar.

Küfur rejimlerinin hayat damarlarına kan pompalama manasına gelen seçimlere katılmak; “istemediklerimiz kazanmasın” diye nasıl meşru kılıfına sokulur? Eleştirip arkasında namazdan dahi imtina ettiğimiz Diyanet imamları gibi aynı söylem ve eylem içerisinde nasıl bulunuruz?


Rabb’im (c.c.); Vela Bera akidesini anlayıp, ameliyle tenakuza düşürmeyecek bir akıbetle canımızı muslumanlar olarak alsın.


يا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
"Ey iman edenler! Allah ve Rasulu sizi size hayat veren şeye davet ettiği zaman icabet ediniz. Biliniz ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız." (Enfal 24)

Ebu Hurayra’dan gelen bir rivâyete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
Kim bir kimseyi hayra (hudaya) çağırırsa, kendisine uyanların sevablarının bir misli ona aittir. Bu sevab (kendisine uyanların) sevablarından bir şey eksiltmez. Kim de sapıklığa (dalâlete) çağırırsa kendisine uyanların günahlarının bir katı ona aittir. Bu günah (kendisine uyanların) günahlarından hiçbir şey eksiltmez.
(Muslim; Riyazu’s-Salihîn, Bab 2, Hadis no: 174, sf: 158, 161; İbn-i Mâce, I, 74, 206, 1751, 203, 207 nolu hadisler; İbn-i Mâce, II, 1499; Sahihu’l-Buhârî VIII, 92; Cevâhiru’l-Buhârî, sf: 398, Hadis no: 658; Tefsîru’l-Kurâni’l-Azîm, II, 45, 198; Neseî, V, 99-100)


Şeyh Ali el Hudayr : Maslahat ve Zaruret Oy Kullanmaya Delil Olur mu?
 
Üst Ana Sayfa Alt