" Esselamu aleykum"
" Şeyh, yazar "Abdurrahman el-muhacirin İnsanlara, bu tebliğ ve diyoloğun fayda umduğu için kitabında zikrettiği ve bizimde ve faydaya olumlu baktığımız, ve İnsanların en büyük sorunu Teşri ve hüküm verme mevzuunda, meseleyi daha iyi anlaması ve uluhiyyetin en önemli meselesi olan teşri ve hüküm meselesine- İslam"ı getirme yada varılacak yol için her araç mubahtır. Mantığının insanlarda ne büyük şirke ve inanç kargaşasına sebeb olduğuna ve bu meselenin araç değil bir ibadet çeşidi olan teşri ve hüküm verme ibadetini İnsanlara yapmak olduğunu anlamak açısından meseleyi buraya taşıyoruz.
"İslam Ve Demokratik Sistemler
Birinci kitabımı bitirdiğimde Arap ülkelerinde demokratik sistemler ve demokratik sistemler içinde parti kurmak suretiyle İslam’ı hakim kılma iddia ve çalışmaları fazla yaygın değildi.
Birinci kitabımın ilk baskısı tükendiğinde bu konuyla ilgili sorular çoğaldı ve bu konu ile ilgili olarak bazı cemaat liderleriyle tartışmalarım oldu.
Ben bu meseleyi çok önemli ve tehlikeli bir fitne olarak gördüm. Çünkü, bu mesele direkt olarak akideyi ilgilendiren bir meseledir.
Bu yüzden kitabımın yeni baskısındaki ilavemde bu olayın caiz olmadığına dair delilleri ve bu meseleyi savunan kimselerin ileri sürdükleri delilleri okuyucuya sunarak meseleyi açıklığa kavuşturmak istedim.
Allah ve İslam’a düşman olan Amerike ve Avrupa devletleri; Arap ülkelerinde ve bir zamanlar İslam diyarı olan diğer ülkelerde İslam’ın tekrar hakim olmaması için uydurdukları dikta, krallık ve baskı rejimlerinin faydasız ve halkı patlama noktasına getiren rejimler olduğunu görmeleri sonucunda bu rejimlerden daha yumuşak olan ve demokratik sistem denilen bir rejim ortaya çıkarttılar.
Bu sistemin özü şudur:
Halk değişik görüşlere ve partilere mensup temsilcilerden dilediğini serbestçe seçer ve bu seçilen temsilcilere milletvekili denir.
Bu milletvekilleri bir mecliste toplanır ve o mecliste hangi parti yeteri kadar fazlalıkta milletvekili çıkartmışsa o parti devleti idare eder.
Diğer partilere mensup milletvekilleri ise hükümetin muhalefet gurubunu oluşturur.
Bu ülkede bütün kanunlar bu meclis tarafından çıkarılır. İnsanlarla ilgili bir kanun çıkarılmak istendiğinde, kanunun çıkmasını isteyen milletvekillerinin sayısı, belirlenmiş olan bir oranı aşarsa artık o hüküm kanunlaşır.
Bundan sonra gerek milletvekilleri gerekse halk, kabul etse de, etmese de, istese de, istemese de bu kanuna uymak zorundadırlar.
Bu mecliste bir kanun çıkartılırken o kanunun İslam’a uygun olup olmadığına değil, halkın seçmiş olduğu kimselerin belli bir oy oranıyla o kanunu kabul edip etmemesine bakılır.
Şayet bir kanuna milletvekilleri gerekli çoğunlukta evet derlerse, o kanun İslam’a zıtta olsa fark etmez, kanunlaşır ve uygulamaya konur.
Demokrasi sistemi, İslam dışındaki diğer mevcut sistemlere nazaran fertlere daha fazla hürriyet ve görüş özgürlüğü verdiği için insanların çoğu bu sistemi, İslam’a uygun olup olmamasına bakmaksızın, kabul edip benimsediler ve bu sistemin çok güzel bir sistem olduğu kanaatine vardılar.
Diğer dikta rejimleri altında yaşayan halklar da bu sisteme geçmeyi arzuladılar. Hatta demokrasinin ne demek olduğunu bilmeyen bazı İslamcı yazarlar:
"Demokrasi, İslamdandır" demeye başlamışlarıdır.
Bu sözleri onların batıya karşı duydukları iç yenilgi ve aşağılık duygusunun / kompleksinin bir etkisidir.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında, Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e daha henüz risalet gelmeden önce Mekke’deki Kureyş kabilesinde de günümüzdeki demokratik meclislere benzer bir sistem hakimdi.
Mekke’de Dar-un Nedve denilen günümüzdeki demokratik sistemlere benzeyen bir meclis vardı. Mekke devletini ilgilendiren bütün kararlar bu mecliste alınırdı. Kabile fertlerini temsil eden kabile reisleri bu mecliste toplanır ve meseleler hakkında her kabile reisi kendi görüşünü özgürce belirtirdi.
Sonuçta çoğunlukla kabul edilen görüş kanunlaşır ve kabul etseler de etmeseler de bu kanun bütün kabilelere uygulanır ve herkes bu kanuna itaat etmek zorunda kalırdı.
Bu meclisin işleyişini; Kureyşliler, Rasûlullah’ı öldürmek için burada karar almak için toplandıklarında yaptıkları konuşmalarda ve tekliflerde açık olarak görüyoruz.
Kureyş’in değişik kabilelerine mensup kabile reislerinin her biri değişik görüşler ileri sürdüler. Sonunda Ebu Cehil’in görüşü uygun görülüp oy birliği ile kabul edildi ve bu uygulamaya kondu. Günümüzdeki demokratik meclislerdeki işleyiş te bundan daha farklı değildir.
Bu açıklamalardan sonra şimdi demokratik sistemle İslam sistemi arasında bir uygunluk veya uzlaşma olup olamayacağı konusunu inceleyelim.
Acaba İslam sistemi bu sistemi kabul eder mi?
İslam böyle bir sisteme izin verir mi?
Bu sistemi kabul edenlerin İslam’a göre hükümleri nedir?
İslam sisteminde hakimiyet; kanun koyma yetkisi yalnız ve yalnız tek bir merciye aittir. O merci ise Allah’tır. Bu tartışmasız bir gerçektir. İslam devletinde haramlar (yasaklar) ve helaller (serbestler), Rasûlullah’a Allah katından gelen Kur’an ve sünnete göre belirlenir.
Allah’ın haram kıldığı bir şeyi bütün insanlar helal (serbest) kabul etse bile Müslümanlara düşen Allah’ın hükmünü kabul etmek, bunun dışındakileri ise reddetmektir. Çünkü Müslüman bilir ki; bu mesele ibadet meselesidir ve kişi kimin hükmünü kabul edip itaat ederse ona ibadet etmiş olur.
Müslüman, ancak her türlü meselde yalnız Allah’ın hükümlerini kabul edip itaat ettiğinde yalnız Allah’a ibadet etmiş olacağını bilir. Allah bu konuda kendisine hiçbir ortak kabul etmez.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Hüküm vermek yalnızca Allah’a aittir.O, kendisinden başkasına değil yalnız ona ibadet edilmesini emretti." (Yusuf: 40)
"Allah hüküm vermede kendisine ortak kabul etmez." (Kehf: 26)
İslam devletinde, Kur’an ve sünnette haram olduğuna dair hakkında bir delil bulunmayan meselelerde, yine Kur’an ve sünnete ters düşmemek şartıyla günlük hayatı düzenlemek için bazı kanunlar çıkartılabilir ve bunda hiçbir mahzur yoktur. İslam dini buna izin vermektedir. Örneğin; trafik, imar v.b gibi konularda çıkartılan kanunlar gibi...
İslam sistemini bu şekilde açıkladıktan sonra en basit akıl sahipleri bile hakimiyet ve hüküm verme yetkisini yalnız Allah’a veren İslam sistemi ile bunları kayıtsız şartsız millete veren demokratik sistem arasında temelde bir zıtlık var olduğunu kavrayabilir.
Demokratik sistemde hükmüne itaat edilmek suretiyle ibadet edilen ilahlar, insanlardır. Çünkü bu sistemde hüküm koyma yetkisi insanların elindedir.
İslam sisteminde yalnızca Allah’ın hüküm ve kanunlarına itaat edildiği için, kullara değil yalnızca Allah’a ibadet edilir.
Demokratik sistem Müslümanlar için İslam’ı hakim kılma yolunda çalışırken diğer diktatörlük ve baskı rejimlerinden daha fazla özgürlük verebilir. Fakat verilen bu özgürlükler bizim bu sistemin bir parçası olmamızı meşru kılmaz.
Daha önce de anlattığımız gibi bu sistemin bir parçası olmak; İslam’ın temel şartlarından olan hakimiyetin Allah’a ait olması ilkesine zıt olduğu için İslam akidesine temelden zıttır.
Bu sistem bazı Arap ülkelerinde ve bir zamanlar İslam diyarı olan diğer ülkelerde uygulanmaya başlandığında; İslami cemaatlerin en büyüklerinden biri olan Mısır’daki İhvan-ı Müslimin o an için parti kurulması noktasında kendisine izin verilmediği için başka bir partiye destek vererek seçime girdi.
Şayet devlet onlara parti kurulması hususunda izin vermiş olsaydı, hiç çekinmeden o sistem içerisinde bir parti kurup onunla meclise girerlerdi.
Kaldı ki, onlar bundan daha basitini yapmışlar ve başka bir parti adı altında meclise girmişlerdir. Üstelik çatısı altında meclise girdikleri Vefd partisi, İslamla uzaktan yakından alakası olmayan laik zihniyetli bir parti idi.
Bu meseleyi duyduğumda bir İslam tebliğcisi olarak, İhvan-ı Müslimin’in o sıradaki lideri Ömer Tilmisani’ye gidip onunla meseleyi tartıştım.
Şimdi size Ömer Tilmisani ile aramızda geçen tartışmayı nakletmek istiyorum. Bu aramızda geçen tartışmayı sizlere aktarmamdaki amacım; okuyucunun, demokratik sistemde bir parti kurup meclise girmenin İslam’a göre caiz olduğunu söyleyenlerin getirdikleri delillerin neler olduğunu öğrenmesi ve bunların geçerli deliller olup olmadığına karar vermesi için gerçekleri ortaya koymaktır.
Öncelikle Ömer Tilmisani’ye demokrasinin ne demek olduğunu ve nasıl işlediğini kısaca hatırlattım.
Yine İslam sisteminin ne olduğunu ve nasıl işlediğini de hatırlattım. Sonra ona bir parti adı altında meclise girmeyi hangi delile dayanarak caiz görüp böyle bir şeye kalkıştıklarını sordum.
Cevabı şöyle idi:
"Biz partiyi bir gaye olarak değil bir vesile olarak görmekteyiz. Biz mecliste İslam’ı anlatacağız. Biz mecliste İslam’a zıt olan görüşleri kabul etmeyip bunlara karşı çıkacağız."
Ben de bunun üzerine şöyle dedim:
"Bu senin getirmiş olduğun akli delillerdir. Bunlar şer’i delil değildirler. Halbuki şer’i deliller bu görüşe zıtlık arz etmektedir.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında da şimdiki parlamentoyu andıran bir meclis olan müşriklerin Dar-ün Nedve adını verdikleri bir meclisleri vardı.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ne kendisi bu müşriklerin parlamentosuna üye olmuş, ne de müslümanların oraya katılıp üye olmalarına izin vermiş veya onların oraya üye olmalarını emretmiştir.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında Dar-ün Nedve’nin idaresi Ben-i Adiyy’e aitti ve bu kabileden olan Ömer b. Hattab da bu mecliste günümüzün dışişleri bakanlığı statüsündeki bir mevkiye ve yetkiye sahipti.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, müslüman olduktan sonra gizlice veya açık olarak onun bu görevine devam etmesine dair bir izin veya emir vermemiştir. Kaldı ki, şayet gaye İslam’ı getirmek ise bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan vesilenin İslam’a ya da Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in hareket metoduna zıt olmaması gerekir. Çünkü İslam’da diğer tağuti sistemlerde olduğu gibi "gaye temiz ise vesile ne olursa olsun önemli değildir" kaidesi geçerli değildir. İslam’da gaye de vesile de İslam’a uygun olmalıdır.
Kureyşliler, Rasûlullah’a, ilahlarına laf atmaması ve akıllarını akılsızlıkla itham etmemesi şartıyla kendi üzerlerine hükümdar olması teklifinde bulundular. Bu sizin ulaşmak istediğiniz en son nokta değil midir?
Bu yapılan teklifler karşısında Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in tepkisi ne oldu?
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem yapılan bu teklifleri kabul edip onların üzerine hükümdar olduktan ve onları kendi hakimiyetine boyun eğdirdikten sonra, onları İslam’ın hükümlerine tabi ettirebilirdi ve bu onun için çok kısa ve çok kolay yol olurdu. Fakat Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem böyle bir şey yapmadı. Çünkü insanları ilk önce kendisine kul edip daha sonra Allah’a kul etmek İslam akidesine zıttır.
Bu sizin sözünü ettiğiniz demokrasi sisteminde Allah’ın kanunları değil, batıdan gelen ve insanların kendi yanlarından çıkardıkları insan ürünü kanunlar tatbik ediliyor ve siz bu kanunları kabul ederek parti kuruyorsunuz. Sizin yetkileriniz de ancak bu kanunların izin verdiği ölçülerle sınırlıdır. Meclisteki diğer partiler İslam’a zıt olan bir kanunu oy çokluğu ile kabul ettikleri zaman, siz mecliste buna karşı da gelseniz ve buna karşı oy da kullansanız hiç farketmez. Çünkü, demokratik sistemin bir gereği olan; "çoğunluğun kararı geçerlidir" kaidesini, bu meclise girerken daha en baştan kabul etmiş oldunuz.
Çünkü, sizin de içinde bulunduğunuz bu mecliste; "çoğunluk hangi karara varmışsa ve hangi hükmü uygulamak arzusunda ise, Allah’ın helal ve haram sınırlarına bakılmaksızın, çoğunluğun seçtiği kanun uygulanır" kaidesine göre; Allah’ın hükümlerine zıt olan bu kanunları daha meclise girerken resmen kabul etmiş sayılırsınız.
Baştan kabullendiğiniz bu kaideye rağmen; "Biz Allah’ın hükmüne zıt olan şu veya bu kanunu kabul etmiyoruz" demeniz, mecliste bu kanunu kabul etmeyenlerin sayısını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Sadece; bu kanun kabul edildiği takdirde kanunun çıkmasına sizin bir etkiniz olmamış olur, o kadar.
Fakat böyle bir sistemi baştan kabul ettiğiniz için, mecliste söylemiş olduğunuz o söz sizi mazeretli kılıp küfürden kurtarmaz.
Zira siz bu meclise girerken bu meclisin çoğunluğunun kabul etmesi halinde, Allah’ın hükümlerine aykırı hükümlerin de çıkabileceğini biliyordunuz.
Örneğin; mecliste faizin helal (serbest) olması oy çokluğu ile kabul edilse siz bu sistemi kabul ettiğiniz için o kararı da kabul etmek zorunda kalırsınız. İmkansız bir ihtimal olan bütün milletvekillerinin size ait olması durumunda bile, kuracağınız devlet yine de bu sisteme uygun bir devlet olacaktır. Halbuki bu sistemin kanun ve kuralları İslam şeriatına açık bir şekilde zıttır. Bu sistemi kabul etmek milletvekillerinin teşride bulunma (kanun koyma)da hak sahibi olduğunu kabul etmek demek değil midir? Halbuki İslam’a göre teşri hakkı yalnız Allah’a aittir."
Bunları söyledikten sonra Ömer Tilmisani bana şöyle dedi:
"Bizim imamımız Hasan el-Benna da seçimlere girmiştir. Büyük alim Mevdudi de parti kurmuştur. Bu anlattıkların dediğin gibi İslam’a zıt ve küfür olsaydı hiç onlar böyle bir şey yaparlar mıydı?"
Bunun üzerine ben şöyle dedim:
"Hasan el-Benna’nın bunu yapıp yapmaması veya Mevdudi’nin bunu nasıl yaptığı önemli değil. Bu ileri sürdükleriniz şer’i delil değildir. Allah katında şer’i delil Kur’an ve sünnettir.
Ben sizinle akidevi ve çok açık olan bir meseleyi konuşuyorum ve bu konunun caiz olmadığına dair şer’i deliller getiriyorum.
Bunu caiz görüp yaptığınızdan dolayı sizden de aynı şekilde bunun caiz olduğuna dair şer’i delil istiyorum.
Siz ise açık ve sahih bir delil getiremiyorsunuz. Ben bu meseleyi açık ve sahih şekilde delillendirerek yaptığınızın İslam akidesine zıt olduğunu size açıkladım.
Siz bana Hasan el-Benna şöyle yapmış, Mevdudi böyle yapmış diye cevap veriyorsunuz. Bunlar şer’i delil olamazlar. Şayet onlar sizin dediğiniz gibi bir şey yapmış iseler, İslam’ın onlar hakkındaki hükmü açıktır ve onların hesabı Allah’a aittir.
İslam’da şahıslar ne kadar meşhur olurlarsa olsunlar, ne kadar müçtehid olurlarsa olsunlar şayet yaptıkları ameller Kur’an ve sünnete zıt ise , yaptıkları bu ameller reddedilir ve onlara uyulmaz.
Kur’an ve sünnetteki açık delilleri reddedip; "Onlar bizim katımızda önemli bir mevkiye sahip değerli alimlerdir. Onlar İslam akidesine ters düşecek bir iş yapmazlar" düşüncesiyle onlara körü körüne bağlanmak İslam’a aykırıdır."
Bunları söyledikten sonra o ne bir şey söyleyebildi ve ne de bir cevap verebildi.
Ben de ona:
"Allah sana hidayet verip doğru yola kavuştursun" diyerek ondan ayrıldım.
Ömer Tilmisani ile aramda geçen konuşmanın bu konu hakkında hidayeti arayan kimseler için aydınlatıcı bir ışık olmasını temenni ediyorum.
Değişik cemaat liderleriyle yaptığım tartışmalar sonucunda hiçbir cemaat liderinin bu konuda şer’i bir delil getirebildiğine tanık olmadım.
Delil getiremedikleri zaman onların son sözü genellikle şu olmaktaydı:
O halde ne yapacağız?
İslam’ı nasıl hakim kılacağız?
Bu parti sisteminden başka bir alternatifiniz var mı?
Bu sorunun cevabı gayet basittir.
Allah-u Teâlâ bu dini bize dünyaya hakim kılınması için gönderdi ve bu dinle birlikte bu dinin hakim kılınmasında izlenecek hareket metodunu da gönderdi.
Bu din Allah’tan olduğu halde onu hakim kılacak metodun kullardan alınması bu dinin pratiğine aykırıdır.
Bu din ancak bu dini gönderen Allah’ın gönderdiği metodla hakim olur. Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in İslam’ı hakim kılmada kullandığı metod, Allah’ın gönderdiği metodun ta kendisidir.
İslam’ı yeryüzüne hakim kılmak isteyen İslam davasının erlerinin başarıya ulaşabilmeleri için Allah’ın Rasul’üne bildirdiği ve Rasul’ünün de bize bizzat yaşantı tarzıyla gösterdiği hareket metoduna adım adım harfiyyen uymaları gerekir.
Bu metoda uymak "Muhammedun Rasûlullah" şehadetinin uyulması gereken ayrılmaz bir parçasıdır.
Bunun dışındaki metodlarla İslam’ı hakim kılınması mümkün değildir.
İlk rasul Nuh Aleyhisselam’dan son rasul Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e kadar gelip geçen rasullerin hepsinin İslam’ı hakim kılmadaki metodlarına baktığımızda hepsinin ortak bir metod izlediklerini görürüz.
Bu yüzden bütün müşriklerin İslam’a ve Müslümanlara gösterdikleri tavır ve tepki de değişmemiş ve hep aynı olmuştur.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e Hira’da ilk vahiy geldiğinde bundan korkan Rasûlullah’ı eşi Hadice o zamanlar hristiyan olan amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e götürdüğünde, Rasûlullah ile Varaka arasında geçen konuşmalara baktığımızda bu hususa açıkça şahit olmaktayız.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, başından geçenleri ona anlattığında Varaka şöyle dedi:
"Bu gördüğün Allah’ın Musa Aleyhisselam’a gönderdiği Namus-u Ekber’dir. Ah! Keşke senin davet günlerinde genç olsaydım. Kavmin seni çıkaracakları zaman keşke genç olsam."
Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem:
"Onlar beni çıkaracaklar mı ki?" diye sorduğunda,
Varaka:
"Evet, zira senin gibi bir dava getirmiş hiçbir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın." dedi.
Şu halde Allah’ın dinini hakim kılmada takip edilmesi gereken tek metod Allah rasullerinin ve son rasul Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in takip ettikleri metottur.
Bunun dışındaki metotlarla İslam’ı hakim kılmaya çalışmak kişileri sapıklık, dalalet, başarısızlık ve zaman kaybına sürükler.
Ve ancak bir takım kimselerin şahsi menfaat elde edecekleri hedeflerine ulaştırır.
Rabbani hedefe ise asla...
" Şeyh, yazar "Abdurrahman el-muhacirin İnsanlara, bu tebliğ ve diyoloğun fayda umduğu için kitabında zikrettiği ve bizimde ve faydaya olumlu baktığımız, ve İnsanların en büyük sorunu Teşri ve hüküm verme mevzuunda, meseleyi daha iyi anlaması ve uluhiyyetin en önemli meselesi olan teşri ve hüküm meselesine- İslam"ı getirme yada varılacak yol için her araç mubahtır. Mantığının insanlarda ne büyük şirke ve inanç kargaşasına sebeb olduğuna ve bu meselenin araç değil bir ibadet çeşidi olan teşri ve hüküm verme ibadetini İnsanlara yapmak olduğunu anlamak açısından meseleyi buraya taşıyoruz.
"İslam Ve Demokratik Sistemler
Birinci kitabımı bitirdiğimde Arap ülkelerinde demokratik sistemler ve demokratik sistemler içinde parti kurmak suretiyle İslam’ı hakim kılma iddia ve çalışmaları fazla yaygın değildi.
Birinci kitabımın ilk baskısı tükendiğinde bu konuyla ilgili sorular çoğaldı ve bu konu ile ilgili olarak bazı cemaat liderleriyle tartışmalarım oldu.
Ben bu meseleyi çok önemli ve tehlikeli bir fitne olarak gördüm. Çünkü, bu mesele direkt olarak akideyi ilgilendiren bir meseledir.
Bu yüzden kitabımın yeni baskısındaki ilavemde bu olayın caiz olmadığına dair delilleri ve bu meseleyi savunan kimselerin ileri sürdükleri delilleri okuyucuya sunarak meseleyi açıklığa kavuşturmak istedim.
Allah ve İslam’a düşman olan Amerike ve Avrupa devletleri; Arap ülkelerinde ve bir zamanlar İslam diyarı olan diğer ülkelerde İslam’ın tekrar hakim olmaması için uydurdukları dikta, krallık ve baskı rejimlerinin faydasız ve halkı patlama noktasına getiren rejimler olduğunu görmeleri sonucunda bu rejimlerden daha yumuşak olan ve demokratik sistem denilen bir rejim ortaya çıkarttılar.
Bu sistemin özü şudur:
Halk değişik görüşlere ve partilere mensup temsilcilerden dilediğini serbestçe seçer ve bu seçilen temsilcilere milletvekili denir.
Bu milletvekilleri bir mecliste toplanır ve o mecliste hangi parti yeteri kadar fazlalıkta milletvekili çıkartmışsa o parti devleti idare eder.
Diğer partilere mensup milletvekilleri ise hükümetin muhalefet gurubunu oluşturur.
Bu ülkede bütün kanunlar bu meclis tarafından çıkarılır. İnsanlarla ilgili bir kanun çıkarılmak istendiğinde, kanunun çıkmasını isteyen milletvekillerinin sayısı, belirlenmiş olan bir oranı aşarsa artık o hüküm kanunlaşır.
Bundan sonra gerek milletvekilleri gerekse halk, kabul etse de, etmese de, istese de, istemese de bu kanuna uymak zorundadırlar.
Bu mecliste bir kanun çıkartılırken o kanunun İslam’a uygun olup olmadığına değil, halkın seçmiş olduğu kimselerin belli bir oy oranıyla o kanunu kabul edip etmemesine bakılır.
Şayet bir kanuna milletvekilleri gerekli çoğunlukta evet derlerse, o kanun İslam’a zıtta olsa fark etmez, kanunlaşır ve uygulamaya konur.
Demokrasi sistemi, İslam dışındaki diğer mevcut sistemlere nazaran fertlere daha fazla hürriyet ve görüş özgürlüğü verdiği için insanların çoğu bu sistemi, İslam’a uygun olup olmamasına bakmaksızın, kabul edip benimsediler ve bu sistemin çok güzel bir sistem olduğu kanaatine vardılar.
Diğer dikta rejimleri altında yaşayan halklar da bu sisteme geçmeyi arzuladılar. Hatta demokrasinin ne demek olduğunu bilmeyen bazı İslamcı yazarlar:
"Demokrasi, İslamdandır" demeye başlamışlarıdır.
Bu sözleri onların batıya karşı duydukları iç yenilgi ve aşağılık duygusunun / kompleksinin bir etkisidir.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında, Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e daha henüz risalet gelmeden önce Mekke’deki Kureyş kabilesinde de günümüzdeki demokratik meclislere benzer bir sistem hakimdi.
Mekke’de Dar-un Nedve denilen günümüzdeki demokratik sistemlere benzeyen bir meclis vardı. Mekke devletini ilgilendiren bütün kararlar bu mecliste alınırdı. Kabile fertlerini temsil eden kabile reisleri bu mecliste toplanır ve meseleler hakkında her kabile reisi kendi görüşünü özgürce belirtirdi.
Sonuçta çoğunlukla kabul edilen görüş kanunlaşır ve kabul etseler de etmeseler de bu kanun bütün kabilelere uygulanır ve herkes bu kanuna itaat etmek zorunda kalırdı.
Bu meclisin işleyişini; Kureyşliler, Rasûlullah’ı öldürmek için burada karar almak için toplandıklarında yaptıkları konuşmalarda ve tekliflerde açık olarak görüyoruz.
Kureyş’in değişik kabilelerine mensup kabile reislerinin her biri değişik görüşler ileri sürdüler. Sonunda Ebu Cehil’in görüşü uygun görülüp oy birliği ile kabul edildi ve bu uygulamaya kondu. Günümüzdeki demokratik meclislerdeki işleyiş te bundan daha farklı değildir.
Bu açıklamalardan sonra şimdi demokratik sistemle İslam sistemi arasında bir uygunluk veya uzlaşma olup olamayacağı konusunu inceleyelim.
Acaba İslam sistemi bu sistemi kabul eder mi?
İslam böyle bir sisteme izin verir mi?
Bu sistemi kabul edenlerin İslam’a göre hükümleri nedir?
İslam sisteminde hakimiyet; kanun koyma yetkisi yalnız ve yalnız tek bir merciye aittir. O merci ise Allah’tır. Bu tartışmasız bir gerçektir. İslam devletinde haramlar (yasaklar) ve helaller (serbestler), Rasûlullah’a Allah katından gelen Kur’an ve sünnete göre belirlenir.
Allah’ın haram kıldığı bir şeyi bütün insanlar helal (serbest) kabul etse bile Müslümanlara düşen Allah’ın hükmünü kabul etmek, bunun dışındakileri ise reddetmektir. Çünkü Müslüman bilir ki; bu mesele ibadet meselesidir ve kişi kimin hükmünü kabul edip itaat ederse ona ibadet etmiş olur.
Müslüman, ancak her türlü meselde yalnız Allah’ın hükümlerini kabul edip itaat ettiğinde yalnız Allah’a ibadet etmiş olacağını bilir. Allah bu konuda kendisine hiçbir ortak kabul etmez.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Hüküm vermek yalnızca Allah’a aittir.O, kendisinden başkasına değil yalnız ona ibadet edilmesini emretti." (Yusuf: 40)
"Allah hüküm vermede kendisine ortak kabul etmez." (Kehf: 26)
İslam devletinde, Kur’an ve sünnette haram olduğuna dair hakkında bir delil bulunmayan meselelerde, yine Kur’an ve sünnete ters düşmemek şartıyla günlük hayatı düzenlemek için bazı kanunlar çıkartılabilir ve bunda hiçbir mahzur yoktur. İslam dini buna izin vermektedir. Örneğin; trafik, imar v.b gibi konularda çıkartılan kanunlar gibi...
İslam sistemini bu şekilde açıkladıktan sonra en basit akıl sahipleri bile hakimiyet ve hüküm verme yetkisini yalnız Allah’a veren İslam sistemi ile bunları kayıtsız şartsız millete veren demokratik sistem arasında temelde bir zıtlık var olduğunu kavrayabilir.
Demokratik sistemde hükmüne itaat edilmek suretiyle ibadet edilen ilahlar, insanlardır. Çünkü bu sistemde hüküm koyma yetkisi insanların elindedir.
İslam sisteminde yalnızca Allah’ın hüküm ve kanunlarına itaat edildiği için, kullara değil yalnızca Allah’a ibadet edilir.
Demokratik sistem Müslümanlar için İslam’ı hakim kılma yolunda çalışırken diğer diktatörlük ve baskı rejimlerinden daha fazla özgürlük verebilir. Fakat verilen bu özgürlükler bizim bu sistemin bir parçası olmamızı meşru kılmaz.
Daha önce de anlattığımız gibi bu sistemin bir parçası olmak; İslam’ın temel şartlarından olan hakimiyetin Allah’a ait olması ilkesine zıt olduğu için İslam akidesine temelden zıttır.
Bu sistem bazı Arap ülkelerinde ve bir zamanlar İslam diyarı olan diğer ülkelerde uygulanmaya başlandığında; İslami cemaatlerin en büyüklerinden biri olan Mısır’daki İhvan-ı Müslimin o an için parti kurulması noktasında kendisine izin verilmediği için başka bir partiye destek vererek seçime girdi.
Şayet devlet onlara parti kurulması hususunda izin vermiş olsaydı, hiç çekinmeden o sistem içerisinde bir parti kurup onunla meclise girerlerdi.
Kaldı ki, onlar bundan daha basitini yapmışlar ve başka bir parti adı altında meclise girmişlerdir. Üstelik çatısı altında meclise girdikleri Vefd partisi, İslamla uzaktan yakından alakası olmayan laik zihniyetli bir parti idi.
Bu meseleyi duyduğumda bir İslam tebliğcisi olarak, İhvan-ı Müslimin’in o sıradaki lideri Ömer Tilmisani’ye gidip onunla meseleyi tartıştım.
Şimdi size Ömer Tilmisani ile aramızda geçen tartışmayı nakletmek istiyorum. Bu aramızda geçen tartışmayı sizlere aktarmamdaki amacım; okuyucunun, demokratik sistemde bir parti kurup meclise girmenin İslam’a göre caiz olduğunu söyleyenlerin getirdikleri delillerin neler olduğunu öğrenmesi ve bunların geçerli deliller olup olmadığına karar vermesi için gerçekleri ortaya koymaktır.
Öncelikle Ömer Tilmisani’ye demokrasinin ne demek olduğunu ve nasıl işlediğini kısaca hatırlattım.
Yine İslam sisteminin ne olduğunu ve nasıl işlediğini de hatırlattım. Sonra ona bir parti adı altında meclise girmeyi hangi delile dayanarak caiz görüp böyle bir şeye kalkıştıklarını sordum.
Cevabı şöyle idi:
"Biz partiyi bir gaye olarak değil bir vesile olarak görmekteyiz. Biz mecliste İslam’ı anlatacağız. Biz mecliste İslam’a zıt olan görüşleri kabul etmeyip bunlara karşı çıkacağız."
Ben de bunun üzerine şöyle dedim:
"Bu senin getirmiş olduğun akli delillerdir. Bunlar şer’i delil değildirler. Halbuki şer’i deliller bu görüşe zıtlık arz etmektedir.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında da şimdiki parlamentoyu andıran bir meclis olan müşriklerin Dar-ün Nedve adını verdikleri bir meclisleri vardı.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ne kendisi bu müşriklerin parlamentosuna üye olmuş, ne de müslümanların oraya katılıp üye olmalarına izin vermiş veya onların oraya üye olmalarını emretmiştir.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem zamanında Dar-ün Nedve’nin idaresi Ben-i Adiyy’e aitti ve bu kabileden olan Ömer b. Hattab da bu mecliste günümüzün dışişleri bakanlığı statüsündeki bir mevkiye ve yetkiye sahipti.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, müslüman olduktan sonra gizlice veya açık olarak onun bu görevine devam etmesine dair bir izin veya emir vermemiştir. Kaldı ki, şayet gaye İslam’ı getirmek ise bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan vesilenin İslam’a ya da Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in hareket metoduna zıt olmaması gerekir. Çünkü İslam’da diğer tağuti sistemlerde olduğu gibi "gaye temiz ise vesile ne olursa olsun önemli değildir" kaidesi geçerli değildir. İslam’da gaye de vesile de İslam’a uygun olmalıdır.
Kureyşliler, Rasûlullah’a, ilahlarına laf atmaması ve akıllarını akılsızlıkla itham etmemesi şartıyla kendi üzerlerine hükümdar olması teklifinde bulundular. Bu sizin ulaşmak istediğiniz en son nokta değil midir?
Bu yapılan teklifler karşısında Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in tepkisi ne oldu?
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem yapılan bu teklifleri kabul edip onların üzerine hükümdar olduktan ve onları kendi hakimiyetine boyun eğdirdikten sonra, onları İslam’ın hükümlerine tabi ettirebilirdi ve bu onun için çok kısa ve çok kolay yol olurdu. Fakat Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem böyle bir şey yapmadı. Çünkü insanları ilk önce kendisine kul edip daha sonra Allah’a kul etmek İslam akidesine zıttır.
Bu sizin sözünü ettiğiniz demokrasi sisteminde Allah’ın kanunları değil, batıdan gelen ve insanların kendi yanlarından çıkardıkları insan ürünü kanunlar tatbik ediliyor ve siz bu kanunları kabul ederek parti kuruyorsunuz. Sizin yetkileriniz de ancak bu kanunların izin verdiği ölçülerle sınırlıdır. Meclisteki diğer partiler İslam’a zıt olan bir kanunu oy çokluğu ile kabul ettikleri zaman, siz mecliste buna karşı da gelseniz ve buna karşı oy da kullansanız hiç farketmez. Çünkü, demokratik sistemin bir gereği olan; "çoğunluğun kararı geçerlidir" kaidesini, bu meclise girerken daha en baştan kabul etmiş oldunuz.
Çünkü, sizin de içinde bulunduğunuz bu mecliste; "çoğunluk hangi karara varmışsa ve hangi hükmü uygulamak arzusunda ise, Allah’ın helal ve haram sınırlarına bakılmaksızın, çoğunluğun seçtiği kanun uygulanır" kaidesine göre; Allah’ın hükümlerine zıt olan bu kanunları daha meclise girerken resmen kabul etmiş sayılırsınız.
Baştan kabullendiğiniz bu kaideye rağmen; "Biz Allah’ın hükmüne zıt olan şu veya bu kanunu kabul etmiyoruz" demeniz, mecliste bu kanunu kabul etmeyenlerin sayısını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Sadece; bu kanun kabul edildiği takdirde kanunun çıkmasına sizin bir etkiniz olmamış olur, o kadar.
Fakat böyle bir sistemi baştan kabul ettiğiniz için, mecliste söylemiş olduğunuz o söz sizi mazeretli kılıp küfürden kurtarmaz.
Zira siz bu meclise girerken bu meclisin çoğunluğunun kabul etmesi halinde, Allah’ın hükümlerine aykırı hükümlerin de çıkabileceğini biliyordunuz.
Örneğin; mecliste faizin helal (serbest) olması oy çokluğu ile kabul edilse siz bu sistemi kabul ettiğiniz için o kararı da kabul etmek zorunda kalırsınız. İmkansız bir ihtimal olan bütün milletvekillerinin size ait olması durumunda bile, kuracağınız devlet yine de bu sisteme uygun bir devlet olacaktır. Halbuki bu sistemin kanun ve kuralları İslam şeriatına açık bir şekilde zıttır. Bu sistemi kabul etmek milletvekillerinin teşride bulunma (kanun koyma)da hak sahibi olduğunu kabul etmek demek değil midir? Halbuki İslam’a göre teşri hakkı yalnız Allah’a aittir."
Bunları söyledikten sonra Ömer Tilmisani bana şöyle dedi:
"Bizim imamımız Hasan el-Benna da seçimlere girmiştir. Büyük alim Mevdudi de parti kurmuştur. Bu anlattıkların dediğin gibi İslam’a zıt ve küfür olsaydı hiç onlar böyle bir şey yaparlar mıydı?"
Bunun üzerine ben şöyle dedim:
"Hasan el-Benna’nın bunu yapıp yapmaması veya Mevdudi’nin bunu nasıl yaptığı önemli değil. Bu ileri sürdükleriniz şer’i delil değildir. Allah katında şer’i delil Kur’an ve sünnettir.
Ben sizinle akidevi ve çok açık olan bir meseleyi konuşuyorum ve bu konunun caiz olmadığına dair şer’i deliller getiriyorum.
Bunu caiz görüp yaptığınızdan dolayı sizden de aynı şekilde bunun caiz olduğuna dair şer’i delil istiyorum.
Siz ise açık ve sahih bir delil getiremiyorsunuz. Ben bu meseleyi açık ve sahih şekilde delillendirerek yaptığınızın İslam akidesine zıt olduğunu size açıkladım.
Siz bana Hasan el-Benna şöyle yapmış, Mevdudi böyle yapmış diye cevap veriyorsunuz. Bunlar şer’i delil olamazlar. Şayet onlar sizin dediğiniz gibi bir şey yapmış iseler, İslam’ın onlar hakkındaki hükmü açıktır ve onların hesabı Allah’a aittir.
İslam’da şahıslar ne kadar meşhur olurlarsa olsunlar, ne kadar müçtehid olurlarsa olsunlar şayet yaptıkları ameller Kur’an ve sünnete zıt ise , yaptıkları bu ameller reddedilir ve onlara uyulmaz.
Kur’an ve sünnetteki açık delilleri reddedip; "Onlar bizim katımızda önemli bir mevkiye sahip değerli alimlerdir. Onlar İslam akidesine ters düşecek bir iş yapmazlar" düşüncesiyle onlara körü körüne bağlanmak İslam’a aykırıdır."
Bunları söyledikten sonra o ne bir şey söyleyebildi ve ne de bir cevap verebildi.
Ben de ona:
"Allah sana hidayet verip doğru yola kavuştursun" diyerek ondan ayrıldım.
Ömer Tilmisani ile aramda geçen konuşmanın bu konu hakkında hidayeti arayan kimseler için aydınlatıcı bir ışık olmasını temenni ediyorum.
Değişik cemaat liderleriyle yaptığım tartışmalar sonucunda hiçbir cemaat liderinin bu konuda şer’i bir delil getirebildiğine tanık olmadım.
Delil getiremedikleri zaman onların son sözü genellikle şu olmaktaydı:
O halde ne yapacağız?
İslam’ı nasıl hakim kılacağız?
Bu parti sisteminden başka bir alternatifiniz var mı?
Bu sorunun cevabı gayet basittir.
Allah-u Teâlâ bu dini bize dünyaya hakim kılınması için gönderdi ve bu dinle birlikte bu dinin hakim kılınmasında izlenecek hareket metodunu da gönderdi.
Bu din Allah’tan olduğu halde onu hakim kılacak metodun kullardan alınması bu dinin pratiğine aykırıdır.
Bu din ancak bu dini gönderen Allah’ın gönderdiği metodla hakim olur. Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in İslam’ı hakim kılmada kullandığı metod, Allah’ın gönderdiği metodun ta kendisidir.
İslam’ı yeryüzüne hakim kılmak isteyen İslam davasının erlerinin başarıya ulaşabilmeleri için Allah’ın Rasul’üne bildirdiği ve Rasul’ünün de bize bizzat yaşantı tarzıyla gösterdiği hareket metoduna adım adım harfiyyen uymaları gerekir.
Bu metoda uymak "Muhammedun Rasûlullah" şehadetinin uyulması gereken ayrılmaz bir parçasıdır.
Bunun dışındaki metodlarla İslam’ı hakim kılınması mümkün değildir.
İlk rasul Nuh Aleyhisselam’dan son rasul Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e kadar gelip geçen rasullerin hepsinin İslam’ı hakim kılmadaki metodlarına baktığımızda hepsinin ortak bir metod izlediklerini görürüz.
Bu yüzden bütün müşriklerin İslam’a ve Müslümanlara gösterdikleri tavır ve tepki de değişmemiş ve hep aynı olmuştur.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e Hira’da ilk vahiy geldiğinde bundan korkan Rasûlullah’ı eşi Hadice o zamanlar hristiyan olan amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e götürdüğünde, Rasûlullah ile Varaka arasında geçen konuşmalara baktığımızda bu hususa açıkça şahit olmaktayız.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, başından geçenleri ona anlattığında Varaka şöyle dedi:
"Bu gördüğün Allah’ın Musa Aleyhisselam’a gönderdiği Namus-u Ekber’dir. Ah! Keşke senin davet günlerinde genç olsaydım. Kavmin seni çıkaracakları zaman keşke genç olsam."
Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem:
"Onlar beni çıkaracaklar mı ki?" diye sorduğunda,
Varaka:
"Evet, zira senin gibi bir dava getirmiş hiçbir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın." dedi.
Şu halde Allah’ın dinini hakim kılmada takip edilmesi gereken tek metod Allah rasullerinin ve son rasul Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in takip ettikleri metottur.
Bunun dışındaki metotlarla İslam’ı hakim kılmaya çalışmak kişileri sapıklık, dalalet, başarısızlık ve zaman kaybına sürükler.
Ve ancak bir takım kimselerin şahsi menfaat elde edecekleri hedeflerine ulaştırır.
Rabbani hedefe ise asla...